VEN-NİHAYE 6 NCI BÖLÜM
LUT PEYGAMBER
Ahmet İbn-i Kesir
İbrahim Halil (a.s.)'in hayatında meydana gelen büyük hadiselerden biri de Lut kavminin
kıssası ve onların başlarına gelen umumî felakettir. Şöyle ki: Lut (a.s.), Haranın oğludur.
Haran ise, önce de belirttiğimiz gibi diğer adı Azer olan Tareh'in oğludur. Lut, İbrahim'in
kardeşi oğludur. Daha önce de söylediğimiz gibi İbrahim, Haran ve Nahor kardeş idiler.
Harran şehrini kuranın bu Haran olduğu söylenir ki, bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu, Ehl-i
Kitab'm elindeki kaynaklara ters düşen bir görüştür. Doğruyu yine de Allah bilir.[1]
Lut (a.s.), kendisinin emir ve izni üzerine amcası İbrahim Halil (a.s.)'in mahallesinden çıkıp
gitti; Ğur-ı Zağr'e bağlı Sedum şehrine yerleşti. Gur, buranın başkenti durumundaydı; oraya
bağlı kasaba, köy ve kaza merkezleri vardı. Orada insanların en ahlaksızı, en inkarcısı, içi en
çok kötü, hal ve gidişatları en fazla bozuk olan bir kavim yaşamaktaydı. Yol keser,
meclislerinde kötü işler yaparlardı. "Yaptıkları kötülükten vazgeçmiyorlardı. Ne kötü şey
yapıyorlardı." (d-Mâidc, 79.)
Kendilerinden önce hiç kimsenin yapmadığı bir fuhuş türü icad ettiler. Cenâb-ı Allah'ın,
salih kullan için yaratmış olduğu kadınları bırakıp, erkeklere gidiyor ve erkek erkeğe cinsel
ilişki kuruyorlardı. Lut, onları, ortağı olmayan tek Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Bu
haramları, yasakları, çirkinlikleri ve fuhşiyatı işlemekten onları menetti. Fakat onlar,
sapıklık ve azgınlıklarını devam ettirdiler; küfür ve ahlaksızlıklarını sürdürdüler. Bunun
üzerine Cenâb-ı Allah; akıllarına gelmeyen, hesaplarında bulunmayan, geri çevrilmesi
imkansız bir azabı üzerlerine indirdi. Onları, dünyadaki akıl ve basiret sahiplerinin ders
alacakları bir ibret haline getirdi.[2] Bu nedenle de onların kıssasını, Kur'ân-ı Mübin'in
birkaç yerinde anlattı, şöyle ki:
« Lut'u da gönderdik. Milletine: "Dünyalarda hiç kimsenin sizden önce yapmadığı bir
hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz.
Doğrusu, çok aşırı giden bir milletsiniz." dedi. Milletinin cevabı sadece, "Onları
kasabanızdan çıkarın, güya onlar temiz kalmaya uğraşan insanlarmış." demek oldu. Bunun
üzerine Lut'u ve taraftarlarını kurtardık. Yalnız karısı, geride kalıp helake uğrayanlardan
oldu. Geriye kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, suçluların sonunun nasıl
olduğuna bir bak!» (A'râf, so-84.)
«Andolsun ki, elçilerimiz müjde ile İbrahim'e geldiler. "Selam sana" dediler; "Size de
selam" dedi, hemen kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerini ona uzatma diki anın görünce,
durumlarım beğenmedi ve içine korku düştü. Onlar, "Korkma, biz Lut milletine
gönderildik." dediler. Bu arada İbrahim'in ayakta duran kansı gülünce, "Ona İshak'ı,
ardından Yakub'u müjdeleriz." dediler. "Vay başıma gelenler! Ben bir kocakarı, kocam da
ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim? Doğrusu bu, şaşılacak bir şey." dedi. "Ey evin hanımı!
Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah'ın işine şaşarsın? O,
Övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir." dediler.
İbrahim'in korkusu gidip müjde kendisine ulaşınca, Lut milleti hakkında elçilerimizle
tartışmaya girişti. Doğrusu, İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir
kimse idi. Elçilerimiz, "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir,
Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azab gelmektedir." dediler. Elçilerimiz Lut'a
gelince, onun fenasına gitti; çok sıkıldı, "Bu, çetin bir gündür." dedi.
Milleti ona koşarak geldiler. Daha önce kötü işler yapıyorlardı. "Ey milletim! İşte bunlar
benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah'tan sakının, konuk] arımın önünde beni
rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok mudur?" dedi. "Andolsun İd, senin kızlarınla
bir işimiz olmadığını biliyorsun; doğrusu, ne istediğimizin farkmdasm." dediler. "Keşke size
yetecek bir kuvvetim olsa veya sağlam bir yere sığınsam." dedi. "Ey Lut! Biz, Rabbinin
elçilen^az. Onlar sana ilişeme-yecekler; geceleyin bir ara, ailenle beraber yola çık; karının
dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu, onların başına gelen onun başına da gelecektir.
Vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?" dediler. Buyruğumuz gelince
oraların altını üstüne getirdik; üzerine de Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert
taş yağdırdık. Bunlar, zalimlerden hiçbir zaman uzak olmayacaktır.» (Had, 69-83.)
«Onlara İbrahim'in konuklanın da anlat: İbrahim'in yanına girdiklerinde selam vermişlerdi.
O: "Doğrusu biz sizden korkuyoruz." demişti de: "Korkma, biz sana, bilgin bir oğlun
olacağım müjdelemeye geldik." demişlerdi. "Ben kocamışken bana müjde mi veriyorsunuz?
Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?" deyince, "Seni gerçekten müjdeliyoruz," umutsuzlardan
olma", demişlerdi. "Zaten sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umut keser."
diyerek sormuştu. "Ey elçiler! İşiniz nedir?" Şöyle cevap vermişlerdi:
"Biz şüphesiz bir millete gönderildik. Lut'un ailesi bunun dışındadır. Karısı hariç, hepsini
kurtaracağız. Karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk."
Elçiler Lut'un ailesine gelince Lut: "Doğrusu, siz tanınmamış kimselersiniz." dedi. "Biz sana
sadece şüphe edip durdukları azabı getirdik. Sana gerçekle geldik. Biz doğru söylemekteyiz.
Artık, geceleyin bir ara, aileni yola çıkar. Sen de arkalarından git. Hiç biriniz arkaya
bakmasın.. Emrolunduğunuz yere doğru yürüyün." dediler.
Böylece Lut'a bunların sonlarının kesilmiş olarak sabahı edeceklerini bildirdik. Şehir halkı
sevinerek geldiler. Lut: "Bunlar benim konuk-lanmdır. Onlara karşı beni mahçub etmeyin.
Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin." dedi. "Biz sana misafir kabul etmeyi yasak etmemiş
miydik?" dediler. Lut: "Alacaksanız, işte benim kızlarım!" dedi.
Ey Muhammedi Senin hayatına yemin olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp
duruyorlardı. Tanyeri ağarırken, çığlık onları yakala-yıverdi. Memleketlerini alt üst ettik.
Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen kimseler için ibretler vardır. O şehirin
kalıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar. Bunda inananlar için ibret vardır.»(el-
Hicr, 51-77.)
«Lut milleti de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Lut, onlara: "Allah'a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan
sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim, ancak
âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp ta, insanlar arasında
erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu, siz azmış bir milletsiniz" dedi, "Ey Lut! Bu
sözlerinden vazgeçmezsen mutlaka kovulacaksın." dediler. Lut: "Doğrusu, yaptığınıza çok
kızanlardanım. Rabbim! Beni ve ailemi bunlann elinden kurtar." dedi. Bunun üzerine geride
kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık. Diğerlerini yerle bir ettik.
Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!
Şüphesiz bunda bir ders vardır. Ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu, Rabbin güçlüdür,
merhametlidir.»(eş-Şuarâ, 160475).
«Lut'u da gönderdik. Milletine şöyle dedi: "Göz göre göre bir hayasızlık mı yapıyorsunuz?
Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Evet, siz cahil bir milletsiniz."
Milletinin cevabı sadece : "Lut'un ailesini kasabanızdan çıkarın. Güya onlar temiz kalmaya
çalışan insanlarmış." demek oldu. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız kansımn
geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geride kalanlann üzerine bir yağmur yağdırdık.
Uyarılan fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!» (en-Ncml, 54-58.)
«Lut da milletine şöyle demişti: "Doğrusu, siz dünyalarda hiç kimsenin sizden önce
yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve
toplantılarınızda fena şeyler yapmıyor musunuz?" Milletinin cevabı: "Doğru sözlüysen, bize
Allah'ın azabını getir." demek oldu. Lut: "Rabbim! Bozgunculara karşı bana yardım et."
dedi.
Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde: "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz. Çünkü
oranın halkı zalim kimselerdir," dediler. İbrahim: "Ama Lut oradadır." dedi. Elçiler: "Biz
orada olanları daha iyi biliriz. Onu ve geride kalanlardan olacak karısı dışında ailesini kurtaracağız."
dediler. Elçilerimiz Lut'a gelince onun fenasına gitti; çok sıkıldı. Ona, "Korkma ve
üzülme; doğrusu biz, seni ve geride kalacaklardan olan karının dışında aileni kurtaracağız.
Bu kasaba halkına, yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten, elbette bir azab indireceğiz,"
dediler. Andolsun ki, biz, düşünen kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride
bırakmışız dır. (el-Ankcbût, 28-35.)
«Şüphesiz Lut da peygamberlerdendir. Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında,
Lut'u ve ailesinin hepsini kurtarmıştık. Sonra diğerlerini yok etmiştik. Ey İnsanlar! Sabah
akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?» (es-Sâffât, 133-138.)
Zâriyât sûresinde de İbrahim (a.s.)'in misafirlerinin kıssası ve misafirlerin de İbrahim'i
bilgin bir oğul sahibi olmakla müjdeleyişleri anlatıldıktan sonra şöyle buyuruluyor:
«İbrahim: "Ey elçiler! Göreviniz nedir?" dedi. Elçiler: "Suçlu bir milletin üzerine, Rabbinin
katından işaretli olarak, aşın gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik."
dediler. Bunun üzerine suçlu milletin arasında bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada
kendini Allah'a vermiş sadece bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azabdan korkanlar için, o
belde de bir işaret bir kalıntı bıraktık.» (ez-Zâriyât, 31-37.)
«Lut milleti, uyaran peygamberleri yalanladı. Biz de üzerlerine taş yağdıran bir rüzgar
gönderdik. Ancak Lut'un taraftarlarını, katımızdan bir nimet olarak seher vakti kurtardık.
Şükredene işte böyle mükafat veririz. Lut, andolsun ki, onları bizim yakalamamızla uyarmıştı.
Ama onlar, uyarmaları şüpheyle karşılayarak dinlemediler. Andolsun ki onlar, Lut'un
konukları olan melekleri elde etmeye kalkıştılar. Bunun üzerine-gözlerini kör ettik.
"Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, Kur'ân'ı
öğüt olsun diye kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan?» (el-Kamer, 33-40.)
Bu kıssalarla ilgili geniş açıklamaları İbn Kesîr tefsirimizde yapmışızdır. Cenâb-ı Allah, Lut
ve kavmini, Kur'ân-ı Kerîm'in diğer yerlerinde de anlatmıştır. Nuh, Ad ve Semud ile beraber
de anlatılmıştır.
Maksadımız, ayet ve hadislerden derleme yaparak, Lut kavminin yaptığı işleri ve üzerlerine
inen azabı anlatmaktır. Lut (a.s.) onları, ortağı olmayan bir Allah'a kulluk etmeye, Rabbleri
tarafından yasaklanan fuhşiyatı işlemekten de el çekmeye çağırdığında ona icabet etmediler.
İçlerinden bir tek kişi bile ona iman etmedi. Bilakis eski hallerini sürdürdüler. Sapıklık ve
azgınlıklarından vazgeçmediler. Peygamber-. lerini, aralarından çıkarıp kovmaya kalktılar.
Kendilerine yapılan hitabı anlayacak akıllan olmadığı için, peygamberin çağrısına verdikleri
cevap, şundan ibaret oldu:
"Lut'un ailesini kasabanızdan çıkann. Güya onlar, temiz kalmaya çalışan iıısanlaraıış." (en-
Ncml, 56.)
Aslmda son derece övgüye şayan olan bir hususu, kovulmayı gerektiren bir yergi olarak
ortaya attılar. Asm derecedeki inatları, onları böyle konuşmaya itti. Cenâb-ı Allah, Lut'u ve
kansı dışındaki aile efradını temiz kıldı.. Onları, o kasabadan en güzel bir çıkarışla çıkardı.
Kafir kavmini de orada ebedi bıraktı. Ancak orayı dalgalarından pis kokular gelen bir denize
çevirdikten sonra onlan orada bıraktı. Gerçekte orası, o kafirler için alevli bir ateş, fokur
fokur kaynatan bir sıcaklık idi. O denizin suyu da çok acı ve tuzluydu.
"Lut'u sürgün edin." demelerinin yegane sebebi, Lut'un onları ağır masiyetleri ve çok büyük
fuhşiyatı işlemekten men'etmesi idi. İrtikab ettikleri fuhşiyatı, kendilerinden önce dünyada
hiç bir millet işlemiş değildi. Bu nedenle onlar, üzerlerine inen azabla âlemlere ibret oldular.
Onlar yol kesiyor, arkadaşlanna hıyanet ediyor, toplantı yerlerinde gerek sözlerle gerekse
fiili olarak her çeşit çirkinlikleri yapıyorlardı. Öyleki, yanlannda oturmakta olan
kimselerden utanmadan, karşılıklı olarak yellenirlerdi. Kalabalık meclislerde dahi fuhuş
yapmaktan çekinmezlerdi. Yapmakta olduklan pisliklere son vermelerini öğütleyen vaizlerin
nasihatlerine kulak vermezlerdi. Geçmişte yapmış olduklan kötülüklerden ötürü pişmanlık
duymazlardı. Gelecekte de değişmeye yönelik atılımları yoktu. Bunun üzerine Cenâb-ı
Allah, onlan çok ağır bir cezaya çarptırmıştı.
Lut'a söyledikleri sözlerden biri de şuydu:
"Eğer doğru sözlülerden isen, haydi bize Allah'ın azabını getir!" (el-Ankebût, 29.)
Lut'tan, kendilerini tehdid edip durmakta olduğu can yakıcı azabı getirmesini istediler. İşte o
zaman kadri yüce peygamberleri, kendilerine beddua etti. Alemlerin Rabbinden ve
peygamberlerin ilahından, boz-. guncu millete karşı kendisine yardım etmesini istedi. O
inançsızların yaptıklan işler Allah'ın ağırına gitti, O'nu öfkelendirdi ve peygamberi Lut'un
çağnsma icabet etti.
Şerefli elçilerini ve ulu meleklerini göreve gönderdi. Bunlar, İbrahim Halil (a.s.)'e uğrayıp,
onun bilgin bir oğlunun doğacağı müjdesini verdiler. Yapmakla görevlendirildikleri büyük
ve kapsamlı işi ona haber verdiler.
«İbrahim: "Ey elçiler! Göreviniz nedir?" dedi. Elçiler: "Suçlu bir milletin üzerine, Rabbinin
katından işaretli olarak, aşırı gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle görevlendirildik."
dediler.» (ez-zanyât, 31-34.)
«Elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldiklerinde: "Biz bu kasaba halkını yok edeceğiz, çünkü
oranın halkı zalim kimselerdir." dediler.
İbrahim: "Ama Lut oradadır" dedi. Elçiler: "Biz orada olanları daha iyi biliriz; onu ve geride
kalanlardan olacak karısı dışında ailesini kurtaracağız." dediler.» (c]-Ankebui, 31-32.)
"İbrahim'in korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lut milleti hakkında elçilerimizle
tartışmaya girişti." (Hûd, 74.)
Zira İbrahim, onların ilahî davete icabet edeceklerini, ya da Allah'a yönelip teslim
olacaklarım ve küfürden kopup geri döneceklerini umuyordu. Bu nedenle Cenâb-ı Allah
buyurmuş ki:
«Doğrusu, İbrahim çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kimseydi.
Elçilerimiz: "Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir. Onlara,
şüphesiz geri çevrilemeyecek bir azab gelmektedir." dediler.» (Hûd, 75-76.)
Yani Ey İbrahim! Bizimle bu konuyu tartışmaktan vazgeç de başka şeyler konuş. Çünkü
onlar hakkında verilen karar kesindir.
Onlara azab inmesi, helak edilmeleri ve yurtlarının tahrib edilmesi vacib olmuştur.
"Doğrusu, Rabbinin emri gelmiştir." Yani onların helak edilmeleri emrini; emri geri
çevrilemeyecek, azabına karşı konulamayacak ve hükmü aksatılamayacak biri vermiştir.
"Şüphesiz geri çevrilemeyecek bir azab, onlara gelmektedir."
Said b. Cübeyr, Süddî, Katade ve Muhammed b. İshak dediler ki: «Meleklerin azab haberini
vermelerinden sonra İbrahim (a.s.) onlara şöyle çıkıştı:
- İçinde 300 mü'mih bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- İçinde 200 mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- İçinde kırk mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- İçinde on dört mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- Peki, ya içinde bir tek mü'min bulunan bir kasabayı helak eder misiniz?
- Hayır...
- "Orada Lut vardır."
- "Orada kimin bulunduğunu biz daha iyi biliriz."
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre İbrahim "(a.s.): Ya Rab! Aralarında elli salih
kimse varken onları helak eder misin?" diye sordu. Nihayet bu sayıyı ona kadar indirerek
sorusunu tekrarladı. Cenâb-ı Allah: "Aralarında on salih kimse varken onları helak etmem."
dedi.»
«Elçilerimiz Lut'a gelince, onun fenasına gitti; çok sıkıldı. "Bu, çetin bir gündür." dedi.
(Hûd, 77.)
Müfessirler derler ki: Melekler - ki bunlar da Cebrail, Mikail ve İsrafil idiler - İbrahim'in
yanından ayrıldıklarında Lut'un kasabasına yöneldiler. Lut kavmini imtihan etmek ve
onların aleyhlerine bir delil çıkarmak maksadıyla, güzel suretli parlak gençler görünümüne
bürünerek Sedum beldesine geldiler. Gün batınımdan sonra Lut'a konuk oldular. Onları
insan sanan Lut, ahlaksız kavminin onları evlerine alarak kendilerine kötülük
yapacaklarından endişe duyduğu için onları evine konuk etti. Bu iş onun fenasına gitti; çok
sıkıldı. "Bu, çetin bir gündür."» dedi. Yani belası şiddetli bir gündür, demek istedi. Başkaları
için yaptığı gibi, bunları da geceleyin koruyup müdafaa etmesi gerekeceğinden dolayı böyle
demişti. Ahlaksız kavmi, hiç bir erkeği evine konuk etmemesini Lut'a şart koşmuşlardı, ama
o, bu işin başka çıkar yolu olmadığı için bunları evine konuk etmek mecburiyetinde
kalmıştı.
Katade'nin anlattığına göre melekler, kendi tarlasında çalışmaktayken Lut'un yanına
gelmişler; kendilerini evine konuk olarak almasını istemişler; o da utandığından dolayı
kabul etmiş; kendilerini eve götürmek üzere önlerine düşüp yürümeye koyulmuş; bu
kasabadan gidip başka bir yerde konaklarlar umuduyla, onlara dokunaklı sözler söylemeye
başlamıştı. Örneğin demişti ki: "Vallahi yeryüzünde bu kasaba halkı kadar murdar insanlar
görmedim." Böyle dedikten sonra biraz yürüdü. Sonra bu sözünü yineledi. Neticede aynı
sözü onlara dört defa tekrarlamış oldu. Melekler, peygamberleri Lut (a.s.)'un, kendileri
aleyhinde tanıklıkta bulunmadıkça o kasaba halkını helak etmemekle emro-lunmuşlardı.[3]
Süddî'nin anlattığına göre melekler, İbrahim'in yanından çıkıp Lut'un kasabasına doğru
yöneldiler, öğle vakti oraya vardılar. Sedum ırmağına vardıklarında Lut'un kızıyla
karşılaştılar. Kızcağız, eve su götürmekteydi. Lut'un iki kızı vardı. Büyüğünün adı Reysa,
küçüğü-nünki Zagarta idi. Melekler ona sordular: "Hanım kız! Konaklayabileceğimiz bir
yer var mı?" Lut'un kızı, kendi kasaba halkının onlara bir kötülük yapmasından korktuğu
için: "Ben dönüp gelinceye kadar buradan ayrılmayın." dedi ve babasına gelerek şöyle
konuştu: "Babacığım! Şehrin kapısında iki delikanlı seni sordular. Onlar kadar yakışıklı
kimse görmüş değilim. Kasabalılar onları konuk edip te perişan hale düşürme-sinler."
Çünkü kavmi, Lut'un, erkekleri kendi evine konuk etmesini yasaklamış ve : "Bırak da
erkekleri biz konuk edelim." demişlerdi.[4]
Lut'un kabul etmesi üzerine, kızı gidip konuklan eve getirdi. Ev halkından başkası,
konukların geldiğini görmemişti. Karısı çıkıp durumu halka duyurdu ve : "Lut'un evinde
bazı erkekler var. Onlar gibi güzel yüzlüsünü bu güne kadar görmüş değilim!" dedi. Bunu
duyar duymaz erkekler, Lut'un evine koşarak geldiler.
"Daha önce kötü işler işliyorlardı."
Yani bu kötülüklerinin yamsıra önceleri bir çok büyük günahlar daha irtikab etmişlerdi.
Lut dedi ki: "Ey kavmim! İşte bunlar kızlarım. Bunlar sizin için daha temizdirler."
Bu sözüyle onları kendi kanlarıyla tatmin olmaya yöneltiyordu. Çünkü onların karılan,
şer'an Lut peygamberin kızlan durumundaydılar. Zira peygamber, hadiste de anlatıldığı gibi
ümmetinin babası durumundadır. Nitekim yüce Allah buyurmuş ki:
"Peygamber, mü'minlere canlanndan daha yakındır. Onun eşleri de mü'minlerin analarıdır."
(ei-Ahzâb, 6.)
Sahabe ve seleften bazılan, peygamberin, ümmetin babası olduğunu söylemişlerdir.
"Rabbinizin sizin için yarattığı eşleri bırakıp da, insanlar arasında erkeklere mi
yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, azmış bir milletsiniz." (eş-Şuarâ, 165-166.)
Ehl-i Kitabın iddia ettiği gibi Hz. Lut'un kızlarını o ahlaksız millete sunmuş olduğu görüşü
asılsızdır. Bu iddialan yanlıştır.
Lut'a gelen melekler üç kişi oldukları halde, Ehl-i Kitap iki kişi olduğunu söyleyerek ikinci
bir yanlış daha yapmışlardır. Akşam yemeğini de Lut'un yanında yediklerini söylemişlerdir.
Bütün bu söyledikleri yanlıştır.
"Allah'tan sakının. Konuklanmm önünde beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında kimse yok
mudur?" (Hüd: 78.) İnsana yaraşmayan o fuhşu işlemekten onları menetti. İçlerinde akıllı ve
hayırlı bir kimse bulunmadığını, aksine tümünün beyinsiz, ahlaksız ve geri zekalı kafirler
olduklarını bildirdi.
Onun bu sözleri, meleklerin sormadan duymak istedikleri şeylerdi. Övgüye layık ve
şereflilerin şereflisi olan Allah'ın laneti üzerlerine olsun, o kavim, kendilerine doğruluğu
emreden peygamberlerine şu cevabı verdiler:
"Andolsun ki, senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin
farkmdasm." (Had, 79.)
Allah kendilerine lanet etsin, şöyle diyorlardı: Ey Lut! Bizim kadınlarda gözümüz
olmadığını, maksat ve isteğimizin ne olduğunu pekala biliyorsun. Şerefli peygamberlerine
bu çirkin sözle karşılık verdiler. Can yakıcı azabın sahibi yüce Allah'ın satvetinden
korkmadılar. Bunun üzerine o şerefli peygamber dedi İd: "Keşke size yetecek bir kuvvetim
olsa veya sağlam bir yere sığmsam." (Hûd, 80.)
Bu çirkin sözlerinden ötürü hakkettikleri azabı üzerlerine indirmek için güç ve kuvvet sahibi
olmak ya da onlara kaı-şı kendisine yardımcı olacak bir aşireti olmasını arzuladı.
Zührî, Ebu Hüreyre'nin merfu bir rivayette şöyle dediğim nakletti: "Lut kavmine inecek olan
azab hususunda biz İbrahim'den daha çok kuşkulanma hakkına sahibiz. Allah Lut'a rahmet
etsin. Sağlam bir yere sığınmak istiyordu. Yusuf un.kaldığı kadar zindanda kalsaydım,
davetçiye icabet ederdim."
Muhammed b. Amr b. Alkame, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Sağlam bir yere (yani onur ve üstünlük sahibi olan Allah'a) sığındığı için Allah'ın
rahmeti Lut'un üzerine olsun. Ondan sonra Cenâb-ı Allah'ın gönderdiği peygamberlerin
tümü, kalabalık aşiret sahipleri olmuşlardır."
Yüce Allah buyurdu ki:
"Şehir halkı sevinerek geldiler. Lut: "Bunlar benim konuklanmdır. Onlara karşı beni mahçub
etmeyin. Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin. " dedi. "Biz sana misafir kabul etmeyi yasak
etmemiş miydik?" dediler. Lut: "Alacaksanız, işte benim kızlanm." dedi." {cl-Hicr, 67-71.)
Bu kötü gidişatı ve fenalığı sürdürmekten onlan sakındırdı; kendi hanımlanna yanaşmalarını
salıkladı.
Onlar, kötülüklerinden vazgeçmiyor, tavsiyeye kulak vermiyorlardı. Aksine Lut onlan
sakmdırdıkça onlar, bu konuklan elde etmek için taleplerinde ısrar ediyorlardı. Ertesi sabah
başlarına gelecek felaketten ve kaderin kendileri için ısıttığı azab ateşinden haberleri yoktu.
İşte bu nedenledir ki Cenâb-ı Allah, peygamberi Muhammed (s.a.v.)'in hayatına yemin
ederek şöyle buyurmuştur: "Senin hayatına andolsun ki, onlar sarhoşluklan içinde bocalayıp
duruyorlardı." (el-Hicr,72.)
"Lut, andolsun ki, onlan bizim yakalamamızla uyarmıştı. Ama onlar uyarmalan şüpheyle
karşılayarak dinlemediler. Andolsun ki, onlar Lut'un konuklan olan melekleri elde etmeye
kalkıştılar. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalanmı dinlememenin
sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azab başlanna
geldi." (el-Kamer, 36-38.)
Müfessirler ve başkalan dediler ki: Allah'ın peygamberi Lut (a.s.), o ahlaksız milletin içeri
girmelerine engel olmaya çalışıyor, kapıyı kilitleyerek onlara karşı konuklannı korumaya
çabalıyordu. Fakat onlar açıp içeri girmek için kapıyı zorluyorladı. O da kapının ardından
seslenerek, bu yaptıklarının doğru olmadığını, bundan vazgeçmeleri gerektiğini onlara
Öğütlüyordu. Öğütlerini ısrarla yineliyordu. Sıkışıp çaresiz kalınca da: "Keşke size yetecek
bir gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığmsaydım ve üzerinize azab indirseydim" dedi.
Bu durumu gören melekler: "Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana ulaşamayacaklardır"
dediler. (Hüd, sı.)
Rivayete göre Cebrail (a.s.), evden çıkıp o ahlaksızların suratına kanadının ucuyla çarparak
gözlerini kör etmiş. Öyleki, yüzlerindeki göz çukurları tamamen kapanıp dümdüz hale
gelmiş, derler. Gözlerini kaybeden o ahlaksızlar, duvarlara tutunarak, el yordamıyla evlerine
dönmeye başlamışlar. Dönerken de Allah'ın elçisi Lut peygamberi tehdid ederek: "Sabah
olunca ona gösteririz." demişlerdi.
Yüce Allah buyurdu ki: 'Andolsun ki, onlar Lut'un konukları olan melekleri elde etmeye
kalkıştılar. Bunun üzerine gözlerini kör ettik. "Azabımı ve uyarmalarımı dinlememenin
sonucunu tadın." dedik. Andolsun ki, sabah erken, önü alınmaz bir azab başlarına geldi."
(el-Kamcr,37-38.)
Şöyleld: Melekler, Lut'a yanaşarak, gecenin son kısmında karısı hariç, diğer aile efradım
yanma alarak yola çıkmasını tenbihlediler. Kavminin üzerine inmekte olan azabın sesini
duyduğunuzda; "İçinizden hiç kimse geıi kalmasın." dediler. Kendisinin de çoban gibi,
onların ardısıra yürümesini öğütlediler. "Ancak karın hariç..." Bu kelimeyi mansub olarak
okuma durumunda manası böyle olur. "Aileni geceleyin yürüt." Ancak karını yanına alıp
beraberinde götürmeyesin! Yalnız bu kelimesini merfu olarak okumak ta mümkündür. Bu
durumda ayetin manası şöyle olur: "Sizden hiç kimse geride kalmayacaktır. Ancak karın
geride kalacak, geriye dönüp bakacaktır." Kavminin başına gelen bela, onun da başına
gelecektir. Fakat bu ayetin birinci şekilde mansub olarak okunup ona göre manalandmlması
daha kuvvetli bir görüştür. Doğrusunu Allah bilir.
Süheylî, Lut'un karısının adının Valihe; Nuh'un karısının adının ise Vâlihe olduğunu
söylemiştir.
Melekler, Allah tarafından hain ve şüpheciler için melunluk örneği kılman bu asi ve yoldan
çıkmışların helak edileceklerim müjdeleyerek Lut'a dediler ki:
"Şüphesiz onların vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması yakın değil mi?" (Hüd, sı.)
Lut (a.s.), aile efradı ile - bunlar, onun iki kızından ibaretti - geceleyin yola çıktığında,
erkeklerden peşlerine takılan olmadı. Karısının da onlarla beraber yola çıktığını söyleyenler
olmuşsa da, doğrusunu Allah bilir.
Bunlar o ahlaksızların beldesinden çıkıp kurtulduktan sonra gün
doğarken, ahlaksız ve kafir kavmin üzerine, Allah'ın geri çevrilemeyen emri geldi. Karşı
konulması imkansız olan şiddetli azab, üzerlerine indi.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre melekler, Lut'a, kendi
kasabasının yanındaki dağın tepesine çıkmasını teklif ettiler. Ama o, bunu uygun görmedi.
Oraya yalan bir kasabaya gitmek istediğini söyledi. Onlar da: "Peki öyle olsun, git. Oraya
varıp yeıieşinceye kadar seni bekleyeceğiz. Sen oraya vardıktan sonra biz bunların üzerine
azabı indiririz." dediler. Rivayete göre, halkın Gur-ı Zağı" dedikleri Şuur kasabasına gitti.
Gün doğunca da, terketmiş olduğu kasabanın üzerine Allah'ın azabı indi.
Yüce Allah buyurdu ki: "Buyruğumuz gelince oraların altını üstüne getirdik. Üzerleri de
Rabbinin katından, işaretli olarak yığın yığın sert taş yağdırdık. Bunlar, zalimlerden hiçbir
zaman uzak olmayacaktır." (Hûd, 82-83.)
Derler ki: Cebrail, kanadının ucuyla vurarak onları - içindeki insanlarla birlikte yedi kenti -
yerlerinden söküp kopardı. 400 veya 4000 nüfus idiler. Hayvanlarıyla birlikte helak
edildiler. Bu kentlere bağlı arazi, mekan ve işyerleri de tahrib edildi. Top yekun yerden
koparılıp kaldırıldılar; horozlarının ötüşlerini, köpeklerinin ulumalarım melekler duyacak
kadar göklere yükseltildiler. Sonra da ters döndürülerek yere bırakıldılar. Alt-üst edildiler.
Mücahid'in dediğine göre, eskiden en yüksekteki yerleri, bu defa yere ilk defa düşen
kısımlar oldu.
"Üzerlerine yığın yığın sert taşlar yağdırdık." "Siccil" kelimesi Arapçalaştınlmış Farsça
kelimelerden biridir. Katı ve sert anlamına gelir. "Mandud" kelimesi ise peşpeşe, habire
manasına gelir. O taşlar Rabbinin katında işaretlenmişlerdi. Her taşın üzerinde, kime isabet
edip helak edeceği yazılıydı. Azab melekleri demişlerdi ki: "Suçlu bir milletin üzerine,
Rabbinin katından işaretli olarak, aşın gidenlere mahsus sert taşlar göndermekle
görevlendirildik." (cz-Zâriyât, 32-34.)
"Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılan, fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne kötü idi!"
(eş-Şuarâ, m.)
"Lut milletinin kasabalarını yere batıran, onları gömdükçe gömen O'dur. Ey kişi! Rabbinin
hangi nimetinde şüpheye düşersin?" (en-Necm, 53-54.)
Onları ters çevirip yere batırdı, altlarım üstlerine getirdi. Üzerlerine yağmur gibi peşpeşe,
yığın yığın sert taşlar yağdırdı. O taşlardan her birinin üzerinde, o beldede yaşamakta olan
kafirlerden hangisini helak edecekse, o kişinin adı yazılıydı. Orada bulunanların da, oradan
uzakta yaşamakta olup ta helak edileceklerin de adlan o taşlar üzerine yazılmıştı.
Anlatıldığına göre Lut'un karısı, kendi kafir kavmiyle beraber geride kalmıştı. Kocası Lut ve
kızlarıyla beraber şehirden çıktığı, ancak çığlığı ve şehrin düşüşünü duyduğunda, geri dönüp
kavmine doğru gittiği, öteden beri Rabbinin buyruğuna muhalefet ettiği, azabın indiğini görünce
de "Vay benim milletimin başına gelenler!" diye feryad ettiği, bu esnada üzerine
gökten bir taş düşerek kendisini öldürdüğü ve kavminin akibetine uğrattığı da anlatılır.
Çünkü o da o ahlaksızların dininde imiş. Lut'un evine gelen konukları onlara haber veren bir
casusmuş. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:
"Allah, inkar edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek gösterir: Onlar, kullarımızdan
iki iyi kulun nikahmdayken onlara hıyanet etmişlerdi de, iki peygamber Allah'tan gelen
azabı onlardan savama-mışlardı. O iki kadına: "Cehennem'e girenlerle beraber siz de girin."
dendi." (et-Tahrim, 10.)
Bu ayette geçen hıyanetten kasıt, dinde hıyanettir. Yani sözü edilen iki kadın, kocalarının
dinine girmemişlerdi. Yoksa buradaki hıyanet kelimesiyle, o iki kadının fuhuş yaptıkları
kastedilmemektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, hiç bir peygamberin karısının fahişelik
yapmasını takdir etmemiştir. Nitekim İbn Abbas ile selef ve halef imamlarından bazıları
demişler ki: Peygamberlerden hiçbirinin karısı fuhuş işleyerek kocasını aldatmış değildir.
Bunun aksini söyleyen, büyük bir hata işlemiş olur.
İfk hadisesinde iftiracılar Hz. Aişe hakkında ileri geri laflar edince Cenâb-ı Allah mü'minleri
kınayıp azarladı, sakındırıp öğüt verdi. Müminlerin anası, Ebu Bekir es- Sıddık'm kızı,
Rasûluilah'm zevcesi Hz. Aişe'nin masum olduğunu bildirirken şöyle buyurmuştu: "Onu
dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey
sanıyordunuz. Oysa Allah katında önemi büyüktü. Onu işittiğinizde: "Bu konuda
konuşmamız yakışık olmaz; haşa, bu büyük bir iftiradır." demeniz gerekmez miydi?" (cn-
Nûr, ib-i6.)
Yani, Ey Rabbimiz! Senin peygamberinin eşinin bu durumda olması mümkün değildir. Seni
bundan tenzih ederiz.
«Bunlar (bu ceza) zalimlerden hiçbir zaman uzak kalmayacaktır.» (Hûd, 82.) Yani bu çeşit
azab, Lut kavminin o çirkin fiilini işleyenlerden uzak olmayacaktır. Bu ayet-i kerimeye
dayanan bazı âlimler, livata (oğlancılık) yapanların, evli de olsalar bekar da olsalar
taşlanarak recme-dilmeleri gerektiğini söylemişlerdir. Örneğin Şafii, Ahmed b. Hanbel ve
bir grup imam bu görüştedir. Bu görüşteki âlimler, Ahmed b. Hanbel ile sünen sahiplerinin,
İbn Abbas'tan rivayet etmiş oldukları şu hadisi de delil olarak ileri sürmüşlerdir: Rasûlullah
(s.a.v.) buyurdu ki:
"Lut kavminin fiilini yapanları gördüğünüzde; yapanı da, yapılanı da öldürün."
Ebu Hanife'nin görüşüne göre, bu fiili işleyen kimse, dağın en yüksek noktasından aşağıya
fırlatılır. Lut kavmine yapıldığı gibi, ardısırada taşlar atılır. Çünkü Cenâb-ı Allah: "Bunlar,
(bu ceza) zalimlerden hiç bir zaman uzak kalmayacaktır." demiştir.
Cenâb-ı Allah, Lut kavminin yaşadığı beldeleri pis kokulu bir denize dönüştürmüştür. O
denizin suyundan yararlanılmaz. Adiliğinden ve pisliğinden ötürü, oranın çevresindeki
arazilerden de faydalanılmaz. Orası başkalarına öğüt ve ibret oldu. Emrine muhalefet eden,
peygamberlerini yalanlayan, kendi hevesine uyup mevlasma karşı gelen kimselerden
intikam almakta ne kadar güçlü olduğuna dair Allah'ın bir kudret delili oldu. Onları
tehlikelerden kurtarıp, karanlıklardan çıkararak aydınlığa kavuşturmakla, mümin kullarına
karşı ne kadar merhametli olduğunu gösteren ilahî bir rahmet delili oldu. Nitekim yüce Allah
buyurdu ki: "Şüphesiz bunda Allah'ın kudretine işaret vardır. Ama çoğu inanmazlar.
Rabbin şüphesiz güçlüdür, merhametlidir." (eş-Şuarâ,8-9.)
"Tanyeri ağarırken çığlık onları y akalayı verdi. Memleketlerini alt üst ettik. Üzerlerine sert
taşlar yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır. O şehirlerin kalıntıları, işlek
yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar. Bunda, inananlar için ibret vardır." (ei-Hicr, 73-77.)
Cenâb-ı Allah'ın o beldeleri ve oralarda yaşamış olanları nasır değiştirdiğine, kalabalıklarla
şenlenmişken o kalabalıkları nasıl helak edip yok ettiğine feraset ve basiretle bakan
mü'minler için ibretler vardır. Tirmizî ve diğerlerinin merfu olarak rivayet ettikleri bir
hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Mü'minin ferasetinden sakının. Doğrusu o, Allah'ın nuru ile bakar." Bu hadis-i şerifi irad
buyurduktan sonra Peygamber (s.a.v.) Efen-' dimiz şu ayet-i kerimeyi okumuştur: "Bunda,
görebilen insanlar için ibretler vardır."
"O şehirlerin kalıntıları, işlek yollar üzerinde hâlâ durmaktadırlar." (el-Hîcr, 73.)
"Ey İnsanlar! Sabah akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Akletmez misiniz?" (cssafraı,
137-138.)
"Andolsun ki, Biz, düşünen kimseler için bu kasabadan apaçık bir belgeyi geride
bırakmışızdır." (ei-Ankcbat, 35.)
"Bunun üzerine, suçlu milletin arasında bulunan mü'minleri çıkardık. Zaten orada, kendim
Allah'a vermiş sadece bir tek ev halkı bulduk. Can yakıcı azabdan korkanlar için, o beldede
bir işaret, bir kalıntı bıraktık." (ez-Zâriyât, 35-37.) Yani ahiret azabından korkan, görmediği
halde Allah'tan korkan, Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten korkan, nefsini kötü
heveslerden men'eden, dolayısıyla ilahî yasakları çiğne-' mekten çekinen, günah işlemeyi
terkeden, Lut kavmine benzemekten korkan kimseler için o harap beldede öğüt ve ibretler
bıraktık. Her bakımdan olmasa bile bazı bakımlardan bir millete benzeyen kimse, o
milletten sayılır. Bazıları demişler ki:
Ayniyle Lut kavmi gibi olmasanız da Lut kavmine pek uzak da sayılmazsınız.
Akıllı, anlayışlı ve Kabbinden korkan kimse, onur ve üstünlük sahibi Allah'ın emirlerine
uyar. Rasûlullah (s.a.v.)'ın tavsiyelerini kabul eder. Örneğin kendisi için yaratılmış olan helal
eşleri ve güzel cariyele-riyle şehvetini tatmin eder. Her azılı fesatçıya uyup ta Allah'ın
tehdidine muhatab olmaktan ve : "Bunlar (bu cezalar), zalimlerden hiç bir zaman uzak
olmayacaktır." ayetinin kapsamına girmekten sakınır. [5]
Şuayb Peygamberin Mîlletî Olan Medyenlîler
Cenâb-ı Allah, A'râf sûresinde Lut kavminin kıssasını anlattıktan sonra, Medyenli'lerle ilgili
olarak şöyle buyurmuştur:
"Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey Milletim! Allah'a
kulluk edin. O'ndan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Ölçü ve tartıyı
tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Düzelttikten sonra yeryüzünde bozgunculuk
etmeyin. İnanıyorsanız bilin ki, bunlar sizin için hayırlıdır. Allah'a inananları yolundan
alıkoyup ve o yolun eğriliğini dileyerek tehdid edip her yolda pusu kurup oturmayın. Azken,
Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.
İçinizde mademki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var. O
halde Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en
iyisidir."
Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri: "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz, ya da,
andolsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız." dediler.
Şuayb, onlara: "İstemezsek de mi? Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek
olursak, doğrusu Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana,
dininize dönmek bize yakışmaz. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a
güvendik. Rab-bimiz! Bizimle milletimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen, hükmedenlerin
en hayırlısısm." dedi.
Milletinin inkar eden ileri gelenleri, "Şuayb'a uyarsanız, andolsun ki siz kaybedersiniz."
dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çöküverdiler. Şuayb'ı
yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular. İzleri bile kalmadı.
Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu. Şuayb onlardan döndü de, "Ey Milletim! Andolsun
ki Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim. İnkara millet için niçin üzüleyim?" dedi."
(d-A'râf, 80-93.)
"Medyen halkına, kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Şöyle dedi: "Ey Milletim! Allah'a kulluk
edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu ben sizi boiluk
içinde görüyorum ve hakkınızda kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. Ey Milletim!
Ölçüyü ve tartıyı tamamı/tamamına yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin.
Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız, Allah'ın geri
bıraktığı helal kâr, sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim." "Ey Şuayb!
Babalarımızın taptığım bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi
kullanmamızı men'eden, senin namazın mıdır? Sen doğrusu, aklı başında, yumuşak huylu
birisin." dediler. "Ey Milletim!- Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir nzık
da verdiği halde, ona karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aylan
hareket etmek istemem, gücümün yettiği kadar İslah etmekten başka bir dileğim yoktur.
Başarım, ancak Allah'tandır. Ona güvendim, Ona yöneliyorum." dedi. "Ey Milletim! Bana
karşı gelmeniz, Nuh milletine veya Hud milletine yahut da Salih milletine gelen felaketin
bir benzerini, salan başınıza getirmesin. Lut Milleti sizden uzak değildir. Rabbinizden
mağfiret dileyin; O'na tevbe edin. Doğrusu Rabbim merhamet eder ve çok sever." "Ey
Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu, seni aramızda güçsüz görüyoruz.
Eğer taraftarların olmasaydı, seni taşlardık. Esasen bizim gözümüzde pek itibarın da
yoktur." dediler. "Ey Milletim! Benim taraftarlarını size göre Allah'tan daha mı değerlidir ki
Allah'a sırt çevirdiniz? Doğrusu Rabbim, yaptıklarınızı bilgisiyle kuşatmıştır." dedi. "Ey
Milletim! Durumunuzun gerektirdiğim yapın. Doğrusu, ben de yapacağım. Kime rezil edici
bir azabın geleceğini, kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözleyin, doğrusu, ben de
sizinle beraber gözlüyorum." Buyruğumuz gelince, Şuayb'ı ve beraberindeki inananları -
katımızdan bir rahmet olarak -kurtardık. Haksızlık yapanları bir çığlık yakaladı; oldukları
yerde diz üstü çöküverdiler. Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud milleti Allah'ın
rahmetinden uzaklaştığı gibi Medyen halkı da uzaklaştı."
(Hûd, 84-95.)
"Ormanlık yerde oturan (Medyenli)ler, şüphesiz zalim kimselerdi. Bunun için onlardan öc
aldık. Hâlâ her ila memleket de işlek bir yol üze-rindedirler." (d-Hicr, 78-79.)
"Ormanlık yerde oturanlar, Eykeliler de peygamberleri yalanladı. Şuayb onlara: "Allah'a
karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum.
Benim ecrim, ancak âlemlerin Rabbi'ne aittir. Ölçüyü tam yapın. Eksiltenlerden olmayın.
Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak
karışıklık çıkarmayın. Sizi ve daha önceki nesilleri yaratandan korkun." dedi. "Sen
büyülenmişsin. Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Doğrusu, seni yalancılardan
sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen, göğün bir parçasını üstümüze düşür." dediler.
Şuayb:"Rabbim, yaptıklarınızı çok iyi bilir." dedi. Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine
onları bulutlu bir günün azabı yakaladı. Gerçekten ogün büyük bir günün azabı idi.
Doğrusu, bunda bir ders vardır. Fakat çoğu inanmamıştır. Rabbin şüphesiz güçlüdür,
merhametlidir."(Gş-Şuarâ,lV6-191.)
Medyenliler, Arap bir millet olup kendi beldeleri olan Medyen'de yasarlardı. Medyen, Şam
tarafında olup Maan topraklarına yakındı. Lut gölüne yakın olup Hicaz sımnndaydı. Medyen
kabilesi bilinen meşhur bir kabile olup İbrahim Halil (a.s.)'in oğlu Medyan'm oğlu
Medyen'in evlatlarıdır. Bunların peygamberleri de Mikyil b.Yeşcen'in oğlu Şuayb (a.s.)'dır.
Süryanicede ona Yetron derler, ancak bunda ihtilaf vardır. Şuayb'm babasının adının Yeşhar
olduğunu söyleyenler vardır. Yeşhar da Yakub oğlu Lavi'nin oğludur. Kimine göre Şuayb'm
babası Nüveyb'dir. Nüveyb de, Ayfa b..Medyen b.İbrahim'in oğludur. Diğer bazıları da Şuayb'm
babasının Sayfur olduğunu söylemişlerdir. Sayfur'un babası da Ayfa b.Sabit
b.Medyen b.îbrahim'dir. Şuayb (a.s.)'m nesebi hakkında başka şeyler söyleyenler de vardır.
İbn Asakirin dediğine göre anası veya anneannesi Lut'un kızıdır. Şuayb, İbrahim'e iman edip
onunla beraber Babil'den göç eden ve Şam'a girenlerdendir. Vehb b.Münebbih'in anlattığına
göre Şuayb ile Mülgam., ateşe atıldığı gün ibrahim'e iman eden ve onunla birlikte Şam'a göç
edenlerdendir. İbrahim (a.s.), ona ve Mül-gam'a, Lut'un kızlarını eş olarak vermişti. Bunu
İbn Kuteybe anlatmıştır. Ancak bu görüşler üzerinde tartışılabilir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Sahabelerden Seleme b. Sa'd El-Anzî'nin biyografisi anlatıhrken onun, Rasûlullah (s.a.v.)'m
yanma gelerek Müslüman olduğu ve Anze kabilesine mensub olduğunu söylediği,
Rasûlullah (s.a.)'m da Anze kabilesini şöyle övdüğü rivayet edilir:
"Anze, ne güzel bir kabiledir. Kendilerine tecavüz edildi, ama yardım görüp muzaffer
oldular. Şuayb'm taraftarları ve Musa'nın da hısımlarıdırlar."[6] Bu hadis sahihse, Şuayb'm,
Musa'nın kayınpederi olup Arab-ı Aribe'den Anze kabilesine mensub olduğuna delâlet eder.
Fakat bunlar Anze b. Esed b. Rabia b. Nizar b. Ma'd b. Adnan'ın soyundan gelmemektedir.
Çünkü bunlarla onun arasında çok uzun bir zaman geçmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Hibban'm, "Sahih"inde peygamberlerden bahseden bölümünde Ebu Zerr'den rivayet
edilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.
"Peygamberlerin dördü araplardandır: Hud, Salih, Şuayb ve bir de peygamberin... Ey Ebu
Zerr!"
Seleften bazıları, Şuayb (a.s.)'a peygamberlerin hatibi unvanını vermişlerdir. Çünkü ö,
milletini kendisinin peygamberliğine inanmaya davet ederken yüksek edebî ifadeler
kullamrmış. İbn îshak, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (s.a.v.), yanında
Şuayb peygamberden söz edildiğinde, "O peygamberlerin hatibidir." derdi.[7]
Medyenliler kafir bir millet olup yol keser, gelip geçenleri korkutur sarmaş dolaş olmuş,
dallı budaklı ağaçlara taparlardı. İnsanlar içinde muamelesi en kötü olanlar onlardı. Ölçü ve
tartıda hile yaparlardı. Alırken fazla almaya, satarken de eksik vermeye uğraşırlardı.
İçlerinden Şuayb'ı, Allah onlara elçi olarak gönderdi. Onları, ortağı olmayan tek Allah'a
kulluk etmeye çağırdı. Eksik ölçüp tartmak, yolcuları korkutmak gibi kötü işlerden el
çekmelerim tavsiye edip uyardı. Halkın bir bölümü kendisine inandı, ama çoğu onu
yalanlajıp inkar etti. Nihayet Cenâb-ı Allah, şiddetli azabını onların üzerine indirdi. O,
övülmeye layık olan dosttur. Nitekim buyurdu ki:
Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Onlara şöyle de-di:"Ey Milletim! Allah'a
kulluk edin. Ondan başka tanrınız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi...» (ci-A'râf, 85.)
Yani size getirmiş olduğum şeylerin doğruluğuna, benim de Allah tarafından size
gönderildiğime delâlet eden apaçık bir delil ve kesin bir belge gelmiştir. Bu belgeler de
Şuayb'm gösterdiği ve tafsilatı hakkında bilgi sahibi olmadığımız bazı mucizeleridir.
"Ölçü,ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Düzelttikten sonra
yeryüzünde bozgunculuk etmeyin."
Halkına, adaletli olmalarını emretti. Haksızlık etmelerini yasakladı. Aksini yapmaları
halinde onları ceza ile tehdit etti ve dedi ki:
"İnanıyorsanız bilin ki bunlar sizin için hayırlıdır. Tehdit edip her yolda pusu kurarak
oturmayın." İnsanların mallarım haraç ve baç adı altında alıyor, onları tehdit ediyor, yolları
da korkulu hale getiriyorsunuz.
"Süddî, tefsirinde sahabeden naklederek dedi ki: Şuayb'm milleti, yoldan gelip geçenlerin
mallarının onda birini alırlardı.
İshak b.Bişr, İbn Abbasin şöyle dediğim rivayet eder: Şuayb'm milleti, azgın kimseler olup
yolları keser, gelip geçenlerin mallarının onda birini zorla alırlardı. Bu kötülüğü ilk icad
edenler, onlardır.
"Allah'a iman edenleri, eğrilik dileyerek onun yolundan geri çeviriyorsunuz."
Onları maddi ve manevi yol kesicilikten men etmişti. Onlara hitaben sözlerini şöyle
sürdürmüştü:
«Azken, Allah'ın sizi çoğalttığını hatırlayın. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir
bakın.» (ei-A'râf, 86.)
Azlıktan sonra kendilerini çoğaltmakla Allah'ın onlara bahşetmiş olduğu nimeti hatırlatmış ;
tavsiyesine uymadıkları takdirde Allah'ın onlardan intikam alacağını bildirerek de onları
sakındırmış ve bunun gerçekliğini ispatlayıcı delilleri önlerine koymuştu. Nitekim bir başka
kıssada onlara şöyle demişti:
«Ölçüyü, tartıyı eksik tutmayın. Doğrusu, ben sizi bolluk içinde görüyorum ve hakkınızda
kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.» (Hûd, 84.)
Yani bu halinizi sürdürmeyin; yoksa Cenâb-ı Allah elinizdeki malın bereketim giderir, sizi
yoksullaştırır ve sizi zengin kılan şeyleri.giderir. Tabii İd bütün bunların yaraşıra ahirette de
azab göreceksiniz. Hem bu dünyada hem öte tarafta ceza gören kimse, zararlı bir alışverişe
girmiş olur.
Önce onları, ölçü ve tartıya hile karıştırmak gibi uygunsuz işleri yapmaktan sakındırdı. Aksi
takdirde Cenâb-ı Allah'ın bu dünyada kendilerine bahşetmiş olduğu nimeti ellerinden çekip
alacağım, ahirette de onları can yakıcı bir azaba çarptırıp şiddetli bir cezaya uğratacağını
söyleyerek uyardı. Sonra da tersim yapmaktan menedici bir eda ile, amira-ne bir tarzda
onlara'şöyle dedi.
«Ey milletim! Ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. İnanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helal kâr
sizin için daha hayırlıdır. Ben size bekçi değilim.» (Hûd, 85-86.)
İbn Abbas ile Hasan Basrî: "Allan'm geri bıraktığı helal kâr, O'nun verdiği rızıktır ki, bu da
insanların mallarını haksız yere ellerinden almaktan daha hayırlıdır. " dediler. İbn Cerir de
şöyle dedi: "Ölçü ve tartıyı tamamı tamamına yaptıktan sonra arta kalan karınız, ölçü ve
tartıya hile katarak insanların mallarını almanızdan sizin için daha hayırlıdır." Bu, şu ayetin
ifade ettiği manaya benzemektedir.
«Ey Muhammedi De ki: "Helal ile haram, harana şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit
değildir.» (ei-Mâjde, ıoo.)
Yani az miktardaki helal mal, sizin için çok miktardaki haram maldan daha hayırlıdır.
Çünkü helal mal miktarca az da olsa bereketlidir. Haram mal ise miktarca çok olsa da
bereketsizdir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki: «Allah faizi eksiltir, sadakaları
bereketlendirir.» (ei-Bakara, 276.)
Rasûlullah (s.a.v.) da buyurdu ki:
«Şüphesiz faiz, her ne kadar miktarı çok olsa da akıbeti azlıktır.» [8] Bir başka hadisinde de
şöyle buyurmuştur:
«Alışveriş yerlerinden ayrılmadıkları sürece, satıcı ile müşteri (akdi geçerli kılmak veya
feshetmekte) serbesttirler. Doğru söyleyip (maldaki ayıbı) açıklarlarsa, alışverişleri kendileri
için bereketli olur. Şayet yalan söyleyip (maldaki ayıbı) gizlerlerse, alışverişlerinin bereketi
gider.» [9]
Özetle demek istediğimiz şu ki; miktarı az da olsa helal kazanç bereketlidir. Miktarı çok olsa
da haram, hiçbir fayda vermez. Bu nedenle Allah'ın peygamberi Şuayb demiş ki: "Eğer
inanıyorsanız, Allah'ın geri bıraktığı helal kâr, sizin için daha hayırlıdır." (Hûd, 86.) Şuayb
(a.s.) in, "Ben size bekçi değilim." demesi ise şu manaya gelir: Ben ve benden başkalarının
sizi görmesi için değil de, Allah'ın rızasını taleb etmek ve onun sevabını ummak için.
Rabbinizin buyruklarına uyun.
«Ey Şuayb! babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi
kullanmamızı meneden, senin namazın mıdır? Doğrusu, sen aklı başında, yumuşak huylu
birisin." dediler.» (Hûd,87).
Onu alaya alıp küçümseyerek diyorlardı ki: Ey Şuayb! Kılmakta olduğun şu namazın mı;
sadece senin tanrına kulluk edelim, geçmiş ata ve dedelerimizin tapageldikleri tanrıları
bırakalım veya yeryüzünde sırf sem'n hoşuna gidecek muameleleri yapalım, biz beğensek
dahi senin razı olmayacağın işleri bırakalım diye bizi kısıtlılık altına almanı sana
emrediyor? "Doğrusu, sen aklıbaşmda, yumuşak huylu birisin." İbn Ab-bas, Meymun
b.Mehran îbn Cüreyc, Zeyd b.Eslem ve İbn Cerir dediler ki: Allah düşmanı olan
Medyenliler, alayvari bir eda ile bu sözleri Şuayb peygambere söylediler. Hz.Şuayb ise
onlara şöyle karşılık verdi:
«"Ey milletim! Rabbimden benim bir belgem olduğu ve bana güzel bir rızık da verdiği halde
O'na karşı gelebilir miyim? Söylesenize! Size yasak ettiğim şeylerde, aykırı hareket etmek
istemem. Gücümün yettiği kadar ıslah etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım, ancak
Allah'tandır. O'na güvendim, O'na yöneliyorum." dedi.» (Hûd, as.)
Şuayb (a.s.) yumuşak ifadelerle onlara yaklaşıyor, en açık işaretlerle onları Hakka
çağırıyordu. Onlara diyordu ki: Ey yalanlayıcılar! Benim size elçi olarak gönderildiğime
ilişkin, "Rabbundan bir belgem olduğunu ve bana (peygamberlik gibi) güzel bir rızık da
vermiş " olmasına ne dersiniz? Ama siz bütün bunları göremiyorsunuz. Size artık ne
yapabilirim? Önceki sayfalarda anlattığımız gibi Nuh (a.s.) da kavmine böyle bir hitapta
bulunmuştu.
"Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem." Yani size her neyi emrettiysöm,
mutlaka o emre ben kendim de uyarım. Bir işi yapmaktan vazgeçmenizi tavsiye ettiysem,
mutlaka o işten ben kendim de vazgeçerim. Bu emir ve yasaklara ilk uyan ben olurum. Bu,
övgüye layık yüce bir sıfattır. Bunun tersi de, reddedilen ve yerilen bir sıfattır. Nitekim son
devirlerinde Israiloğulları uleması ve cahil hatipleri, halka verdikleri nasihatların tersini
yapar olmuşlardı. Yüce Allah buyurdu ki:
«Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz?
Düşünmez miziniz?» (e]-Bakara, 44.)
Bu ayeti tefsir ederken, Rasûlullah (s.a.v.)'m şu sahih hadisini de nakletmiştik: Rasûluîlah
(s.a.v.) buyurmuş ki:
«(Kıyamet gününde bir) adam getirilip ateşe atılır. Bağırsakları karnından dışarı firlar.
Eşeğin kendi etrafında dönüşü gibi bağırsakla-nyla birlikte döner. Ateştekiler etrafına
toplanarak şöyle derler: "Ey falan... Sana ne oldu? Sen başkalarına iyiliği emredip kötülüğü
menetmez miydin?" O da "Evet, Öyle... Ben iyiliği emrederdim ama kendim iyilik
yapmazdım. Kötülükten menederdim ama kendim kötülük yapardım." diye cevap verir.»
Peygamberleı*e muhalefet eden ahlaksız bedbahtların niteliği işte budur. Rablerinden
gıyaben korkan bilgin topluluklar ile asaletti, efendilere gelince, bunların durumları, Allah'ın
peygamberi Şuayb'in dediği gibidir:
«Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket etmek istemem. Dileğim, gücümün yettiği kadar
düzeltmekten başka birşey değildir.» (Hûd, 88.)
Yani bütün işlerimde, gerek sözlerimde, gerek fiillerimde gücümün elverdiği oranda
düzeltmekten başka bir amacım yoktur. Her hâlimde, "Başarım ancak Allah iledir. O'na
tevekkül ettim ve O'na yöneldim." Her bakımdan dönüşüm O'nadır."
Terğîb yani insanları Allah'a rağbet ettirip yöneltmek işte budur. Bundan sonra Şuayb (a.s.),
insanları biraz da Allah'tan korkutuyor. Diyor ki:
«Ey milletim! Bana karşı gelmeniz Nuh milletine veya Hud milletine veyahut da Salih
milletine gelen felaketin bir benzerini sakın başınıza getirmesin. Lut milleti sizden uzak
değildir.» (Hûd, 89.)
Yani bana olan muhalefetiniz ve getirdiğim dine olan öfkeniz, sizi sapıklık, cehalet ve
muhalefetinizi sürdürmeye itmesin. Yoksa Allah, benzerleriniz olan Nuh, Hud ve Salih'in
yalanlayıcı ve muhalefet edici olan kavimlerine indirdiği gibi «izin de üzerinize azab ve
gazabım indirir. "Lut kavmi sizden uzak değildir." Bu ayetini şu anlama geldiği söylenmiştir:
Lut kavmi zaman bakımından sizden uzakta değildir. Küfür ve azgınlıkları
dolayısıyla üzerlerine inen azab haberi size ulaşmıştır. Ayetin; "Lut kavmi, mahal ve mekan
bakımından sizden uzakta değildir." anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Mezkur
ayetin şu anlama geldiğini söyleyenler de olmuştur: Lut kavmi, çeşitli hile ve şüphelerle
insanların mallarım gizli açık almak, yol kesmek gibi çirkin fiil ve nitelikler bakımından
sizden uzakta değildir.
Bu kavilleri uzlaştırmak mümkündür. Çünkü Lut kavmi, Şuayb kavminden zaman, mekan
ve nitelik bakımından uzakta değildi.
Sonra Şuayb peygamber, korkutma ve imrendirme ifadelerini birbirine katarak şöyle diyor:
«Rabbinizden mağfiret dileyin. O'na yönelip tevbe edin. Şüphesiz Rabbinı merhamet eden
ve sevendir.» (Hûd, 90.) Yani bu kötü halinize son verin. Merhamet edip sevun Rabbinize
yönelip tevbe edin, çünkü O, kendisine yönelip tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuran ve
kullarına merhamet edendir. Ananın yavrusuna gösterdiği şefkat ve merhametin daha
fazlasını O, kullarına gösterir. Sevendir. Kulunun büyük günah işlemesinin ardısıra tevbe
etmesinden sonra olsa dahi, kulunu sevendir.
«Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Doğrusu biz, seni aramızda zayıf biri
olarak görüyoruz." dediler.» (Hûd, 9i.)
. Rivayete göre İbn Abbas ile Said b.Cübeyr ve Sevrî, Hz.Şuayb'in gözünün kör olduğunu
söylemişlerdir. Rivayet edilen merfu bir hadiste de şu ifadelere rastlamaktayız: Hz.Şuayb
ilahî aşktan ötürü ağladı, nihayet gözlerini kaybetti. Neticede Allah onun gözlerini yine açtı
ve sordu: "Ey Şuayb! Cehennem korkusundan mı yoksa Cennet arzusundan dolayı mı
ağlıyorsun?" Şuayb cevap verdi: "Hayır ya Rab! Senin aşkından ağlıyorum. Sana bakıp seni
gördükten sonra, bana ne yaparlarsa yapsınlar, umurumda değil!" Bunun üzerine Allah ona
vahiy gönderdi: "Benimle buluşman sana mübarek olsun ey Şuayb! İşte bu sebepledir İd,
benimle konuşan İmran oğlu Musa'yı senin hizmetine verdim."[10]
«Milleti Şuayb'a şöyle demişti. Eğer aşiretin olmasaydı seni mutlaka taşlardık. Sen bizim
nazarımızda itibarlı biri değilsin.» (Hûd, 91.)
Aşırı derecedeki küfürlerinden ve çirkin inatlarından ötürü böyle demişlerdi.
"Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz." Çünkü biz bu anlattıklarını sevmiyor ve istemiyoruz.
Bizim bunlara eğilimimiz de yoktur. Nitekim Kureyşli kafirler de Rasûlullah (s.a.v.)'a
demişlerdi ki: «"Ey Muhammed! Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda
ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır. İstediğini yap, biz de
yapacağız." derler.» (Fussiiet, 5.)
"Ey Şuayb! Doğrusu, biz seni aramızda zayıf biri olarak görüyoruz." Seni ezilip terkedilmiş
biri olarak telakki ediyoruz. "Eğer aşiretin olmasaydı seni mutlaka taşlardık. Sen bizim
nazarımızda itibarlı biri değilsin."
"Ey milletim! Benim aşiretim size göre Allah'tan daha mı değerlidir ki onlardan korkuyor,
bana ilişmiyorsunuz? Ama Allah'ın azabından korkmuyorsunuz. O'nun elçisi olduğumdan
dolayı bana ilişmiyor değilsiniz herhalde! Şu halde benim aşiretim size göre Allah'tan daha
değerli olmuş oluyor ki, "Allah'a sırt çevirdiniz. Doğrusu, benim Rabbim, sizin yapmakta
olduğunuz işleri (bilgisi ile) kuşatandır." Yapmakta olduğunuz işlerden haberdardır. Bütün
bunları bilgisinin kapsamına almıştır. Kendisine döneceğiniz günde de bunların karşılığını
size verecektir."
«Ey milletim! Durumunuzun gereğini yapın. Doğrusu, ben de yapacağım. Kime rezil edici
bir azabın geleceğim, kimin yalancı olduğunu gözleyin. Ben de sizinle beraber
gözlüyorum.» (Hûd, 93.)
Usûl ve metodlanna, yol ve yöntemlerine devam etmeleri, şiddetli bir tehdit veya güçlü bir
korkutma ile emrediliyor, İleride dünya yurdunun iyi sonucunun kimin için, helakin de
kimin için olduğunu anlayacaksınız. Bu dünyada "rezil edici azabın kime geleceğini";
ahirette de "ebedî azabın kimin üzerine ineceğini" biîecekiniz. "Verdiğimiz haber, müjde ve
sakmdırmalarda, ben ve sizden hangimizin doğru, hangimizin yalancı olduğunu da
göreceksiniz. "Gözleyin...Ben de sizinle beraber gözleyenlerdenim."
«İçinizde mademki benimle gönderilene inanan bir topluluk ve inanmayan bir topluluk var;
o halde Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin. Allah hükmedenlerin en
iyisidir.» (el-A'râf, 87.)
«Milletinin büyüklük taslayan ileri gelenleri, "Ey Şuayb! Ya dinimize dönersiniz, ya da
andolsun seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıkarırız." dediler. "İstemezsek de
mi?" Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu, Allah'a karşı
yalan uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz.
Kabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Biz yalnız Allah'a güvendik. Rabbimiz! Bizimle
milletimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırhsısm." dedi.» (ei-
A'râf, 88-89.) Kendi akıllarınca mü'minleri eski dinlerine döndüreceklerini sandılar ve
onlardan bunu taleb ettiler. Bunun üzerine Şuayb (a.s.), taraftarları olan mü'minleri
savunmak için o kafirlerin karşısına dikilerek: "Biz istemesek de mi?" dedi. Yani o
mü'minler kendi arzularıyla sizin batıl dininize dönmezler. Ancak zor ve baskı altında
tutulurlarsa belki dönerler. Çünkü imanın aydınlığı kalplere girip yerleştikten sonra artık hiç
kimse ondan başka tarafa sapıp irtidad etmez. Bu nedenle Şuayb (a.s.) dedi ki:
"Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra ona dönecek olursak, doğrusu, Allah'a karşı yalan
uydurmuş oluruz. Rabbimizin dilemesi bir yana, dininize dönmek bize yakışmaz. Biz yalnız
Allah'a güvendik." O bize yeter. O bizi korur. Her işimizde O'na başvurur, O'na sığınırız:
Bundan sonra Şuayb (a.s.) kavmine karşı Allah'tan destek diledi; onların hakettikleri azabın
çabuklaştırılması için Allah'tan yardım istedi ve şöyle dedi: "Rabbimiz! Bizimle milletimiz
arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırhsısm." Böyle dedi, onlara beddua
etti. Allah, kendisini inkar edip yalanlayan ve elçilerine muhalefet edenlere karşı
yardımını istedikleri zaman, peygamberlerinin duasını geri çevirmez." Bununla beraber
onlar hal ve gidişatlarını ısrarla sürdürdüler. «Milletinin inkar eden ileri gelenleri, "Eğer
Şuayb'e tabi olursanız, mutlaka zarara uğrayanlardan olursunuz." dediler.» (el-A'râf, 90.)
Yüce Allah buyurdu ki:
«Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çökü-verdiler.» (A'raf, 9i.)
A'râf sûresinde anlatıldığına göre onları bir titreme yakalamış, yani üzerinde yaşamakta
oldukları yer şiddetli bir sarsıntıyla sallanarak onları titretmişti. Bu sarsıntı ve titreme,
onların cesedlerindeki ruhu çıkarmış; o yerin canlıları, cansız varlıklara dönüşmüştü.
Cüsseleri de cansız, hareketsiz ve hissiz olarak dizüstü çökük vaziyette kalmıştı. Cenâb-ı
Allah onlara çeşitli azab, işkence ve belayı birarada vermişti. Pis ve çirkin nitelikleri
taşıdıkları için Cenâb-ı Allah hareketleri durduracak şiddetli bir titremeyi, sesleri kısacak bir
çığlığı, her tarafından ve yönünden insanlara ateş kıvılcımı saçan bir gölgeyi onlara musallat
kıldı. Lakin her sûrede Cenâb-ı Allah, cümlelerin dizisine ve ifadelerin akışına uygun olarak
onların durumlarını haber vermiştir. Örneğin A'râf sûresinde anlatıldığına göre onlar Allah'ın
peygamberi Şuayb (a.s.)'ı ve taraftarlarını titretmiş, onları memleketlerinden kovmakla
tehdit etmiş, memleketlerinde kalmak istiyorlarsa eski dinlerine dönmeleri gerektiğini
kendilerine bildirmişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah buyurdu ki:"Bu yüzden onları bir
titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çökü-verdiler." Evet...Titretmeye karşı titremeye,
korkutmaya karşı da korkuya yakalanıverdiler. Bu da cümlenin gelişine uygun ve önceki
ifadelerin de akışına bağlıdır.
Hûd sûresinde anlatıldığına göre kendilerini bir çığlık yakalayıver-mişti de bunun üzerine
yurtlarında dizüstü çökük vaziyette helak olmuşlardı. Çünkü onlar tahkir edici ve
küçümseyici bir eda ile Allah'ın peygamberi Şuayb'e şöyle demişlerdi: «Babalarımızın
taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı mene-den
senin namazın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin.» (Hûd, 87.)
Güzel ve düzgün konuşan o güvenilir peygambere karşı kullandıkları bu çirkin kelimeleri
sarfetmekten onları menedici bir çığlıktan burada bahsetmek münasib olmuştur. Bu
nedenledir ki onları durgunlaş-tıracak bir titremenin yanı sıra, kendilerini susturan bir çığlık
da geldi.
Şuarâ sûresinde anlatıldığına göre onları bulutlu bir günün azabı yakalamıştı. Bu da onların
istediklerini yerine getirmek ve arzuladıkları şeye kendilerini yaklaştırmak için olmuştu.
Şuayb (a.s.)'a demişlerdi ki:
«Sen ancak büyülenmişin birisin. Bizim gibi bir insandan başka birşey değilsin. Doğrusu,
seni yalancılardan sanıyoruz. Eğer doğru sözlü isen, göğün bir parçasını üstümüze düşür."
dediler. Şuayb: "Rabbim yaptıklarınızı çok iyi bilir." dedi.» (eş-Şuarâ, 185-188.) Her şeyi
bilen ve işiten yüce Allah da şöyle buyurdu: «Ama onu yalanladılar. Bunun üzerine onları
bulutkı bir günün azabı yakaladı. Gerçekten o gün, büyük bir gün idi.» (eş-Şuarâ, 189.)
Katade ve bazı müfessiıier, Eykelilerin Medyenlilerden ayrı bir millet olduğunu söylemişse
de, bu. zayıf bir görüştür. Bu görüşün sahipleri iki şeye dayanmaktadırlar:
1-Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bir ifade vardır: "Eykeliler peygamberlerini yalanladılar. Hani
Şuayb onlara demişti ki..." (eş-Şuarâ, 176-177.) Bu ayette "kardeşleri Şuayb" denilmiyor da,
sadece "Şuayb" diyerek yakın bir isim kullanılıyor. Halbuki Medyenlilerden sözedilirken,
Kur'ân-ı Kerîm'de:" Medyen (halkın)'e kardeşleri Şuayb'ı gönderdik." (ei-AVâf, 85.)
deniliyor. Demek ki Eykeliler ayrı, Medyenliler ayrı birer millettirler.
2-Eykelilerin, bulutlu bir günde azaba uğratıldıkları anlatılmakta; Medyenlilerin ise titreme
ve çığlıkla azaplandırıldıkları anlatılmaktadır.
Şimdi de gelelim yukarıdaki iddiaları cevaplamaya:
l-"Eykelüer peygamberleri yalanladılar." sözünden sonra "kardeşleri Şuayb" denilmiyor da,
sadece "Şuayb" diyerek yalın bir isim kullanılıyor ve kardeşlikten bahsedilmiyor. Çünkü bu
ayette onlar ormana ve ağaca (Eyke'ye) tapmakla nitelendiriliyorlar. Böyle dedikten sonra
burada kardeşlikten sözetmek, yerinde bir iş olmaz. Ama "Medyen (hal-km)'e kardeşleri
Şuayb'ı gönderdik." derken, onlar bir kabileye nisbet edildikleri için,' orada Şuayb'm onların
kardeşleri olduğunu söylemek uygun olmuştur. Arada böyle bir farkın olması latif, güzel ve
yüksek, aynı zamanda nefis bir üslubun gereğidir.
2-Eykelilerin bulutlu bir günde azaba uğratılmış olmalarını ileri sürerek onların
Medyenlilerden ayrı bir millet olduklarım söylemeye gelince, bu eğer Eykelilerin ayrı bir
ümmet olduklarını ispatlayan bir delil ise, o zaman haklarında titreme ve çığlık gibi iki ayrı
azabtan bahsedildiği için Medyenlileri de iki ayrı millet olarak telakki etmek gerekecektir ki
bu da, bu işten azıcık anlayan bir kimsenin söyleyeceği bir söz değildir.
Şimdi de Şuayb (a.s.)'m hayatından bahseden ve Hafız tbn Asakir'in naklettiği hadise
gelelim.
"Medyen milletiyle Eykeliler iki ümmettir. Allah onlara peygamber Şuayb (a.s.)'ı (elçi
olarak) gönderdi."
Bu gerçekten garip bir hadistir. Bunun rivayet zincirinde geçen ra-vilerden basızı
eleştirilmiştir. Öyle sanılıyor ki bu Yermük savaşında dirayetsiz bazısı raviler tarafından
Abdullah b.Amr'a aktarılan israili-yat haberlerindendir.
Sonra Cenâb-ı Allah, ölçü ve tartıyı eksik yapma gibi, Medyenli'le-rin işledikleri kötülükleri
Eykelilerin de yapmış olduklarım söyleyerek onları yermiştir ki bu da, Eykelilerle
Medyenlilerin aynı millet olduklarını ispatlamaktadır. Çeşitli azablara çarptırılarak helak
edilmişlerdir.
Ancak bu azablardan her biri, ifadenin akışına uygun olarak ayrı ayrı yerlerde
anlatılmışlardır. Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Onları bulutlu bir günün azabı yakaladı.
Doğrusu o gün, büyük bir günün azabı idi.» (oşŞuarâ,
189.)
Anlatıldığına göre onlara şiddetli bir sıcak isabet etmiş. Cenâb-ı Allah, yedi gün süreyle
onlara rüzgar esintisi vermemiş, bunun yanı sıra su ve gölge onlara fayda sağlamamış, serin
bodrumlara girmeleri de kendilerine yarar temin etmemişti. Böyle olunca da bulundukları
yeri terkederek çöle çıkmışlar, bir bulut gelerek onları gölgelendirmişti. Gölgesinden
yararlanmak için gelip bulutun altında toplanmışlardı. Hepsi tastamamam gelip o bulutun
altında toplandıklarında, Cenâb-ı Allah o bulutun içinden üzerlerine kıvılcımlar ve alev
parçaları saçtı... Yer sarsılarak onları titretti. Gökten bir çığlık duydular ki derhal canları
bedenlerinden ayrıldı ve cesedleri harab olup çöktü.
«Bu. yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde diz üstü çökü-verdiler. Şuayb'ı
yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamışlar gibi oldular. İzleri bile kalmadı.
Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu.» (el-A'râf, 91-92.)
Cenâb-ı Allah, Şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri kurtardı. Nitekim Allah Teâlâ
buyurmuştur ki:
«Buyruğumuz gelince Şuayb'ı ve beraberindeki mü'minleri -katımızdan bir rahmet olarakkurtardık.
Haksızlık yapanları bir çığlık yakaladı, oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.
Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semud milleti, Allah'ın rahmetinden uzaklaştığı
gibi Medyen halkı da uzaklaştı.» (Hûd, 94-95.)
"Milletinin inkar eden ileri gelenleri, "Şuayb'e uyarsanız andolsun ki siz kaybedersiniz."
dediler. Bu yüzden onları bir titreme aldı ve oldukları yerde dizüstü çöküverdiler. Şuayb'ı
yalanlayanlar, yurtlarında sanki hiç yaşamamış gibi oldular, İzleri bile kalmadı.
Mahvolanlar, Şuayb'ı yalanlayanlar oldu:" Tabii ki bu mahvoluş, onların mü'minlere:
"Şuayb'a uyarsanız andolsun ki siz kaybedersiniz." demelerine karşılık olmuştu.
Sonra Cenâb-ı Allah, peygamberleri Şuayb'ın onları kınayıp kötülüklerini teşhir ettiğini de
anlatıyor. «Şuayb onlardan döndü ve: "Ey milletim! Andolsun ki, Rabbimin sözlerini size
bildirdim, öğüt verdim, inkarcı millet için niçin üzüleyim? dedi"» (el-A'râf, 93.) Yani
onların helak oluşlarından sonra, bulundukları mahalden dönüp ayrıldığında: "Ey milletim!
And olsun ki, Rabbimin sözlerini size bildirdim, öğüt verdim." dedi. Üzerime düşen eksiksiz
tebliğ ve tam nasihat görevini ifa ettim, sizi doğru yola iletip hidayete ulaştırmak için olanca
gücümle, büyük bir tutkuyla çalıştım. Fakat bunun size yararı olmadı. Çünkü Cenâb-ı Allah,
sapıklıkta kalmasını dilediği kimseleri doğru yola iletmez. Onların yardımcıları da yoktur.
Bundan böyle sizin için üzülecek değilim. Çünkü siz, öğüt kabul etmiyor ve insanların
rüsvay olacakları günden de korkmuyorsunuz. Şu halde Hakk'ı kabul etmeyen, ona yönelip
dönmeyen dolayısıyla Allah'ın geri çevrilemeyecek, kendisine karşı savu-nulamayacak ve
kendisinden kaçılamayacak azabına çarptırılan, "inkarcı bir millet için niçin üzüleyim?"
Hafız İbn Asakir, "Tarih"inde İbn Âbbas'dan rivayet ederek dedi ki: Şuayb (a.s.), Yusuf
(a.s.)'dan sonra yaşamıştır. Vehb b.Münebbih'ten nakledildiğine göre beraberindeki
mü'minlerle birlikte Şuayb (a.s.), Mekke'de vefat etmiştir. Mezarları, Ka'be'nin batısında
Darü'n-Nedve ile Beni Senim mahallesi arasındadır. [11]
İbrahim Peygamberin Çocukları
Önceki sayfalarda İbrahim (a.s.) ile milleti arasında geçen hadiseleri ve her iki tarafm nasıl
bir sonuçla karşılaşmış olduklarını anlatmıştık. Onun zamanında cereyan eden Lut kavmi
kıssasını, bunun ardından da Şuayb (a.s.)'m milleti olan Medyenlilerin kıssasını anlatmıştık.
Çünkü bunun delili, yüce Allah'ın kitabının bir kaç yerinde anlatılmaktadır. Lut kavminin
kıssasından sonra Cenâb-ı Allah Medyenlilerin kıssasını anlatmıştır ki, onlar da önce
anlattığımız gibi doğru görüşe göre Eykelilerdir. Kur'ân-ı Azim'deki sıraya uyarak biz de
Medyenlüer'i, Lut Kavminden sonra anlattık. Şimdi de İbrahim (a.s.)'in soyunun üstünlüğünü
anlatmaya çalışacağız. Çünkü Cenâb-ı Allah onun soyuna kitap ve peygamberlik
vermiştir. Kendisinden sonra gönderilen her peygamber, onun evlatların dandır. [12]
İsmail Peygamber
Önceleri de anlattığımız gibi İbrahim Halil (a.s.)'in bir kaç oğlu vardı, ama en meşhurları,
her ikisi de büyük peygamber ve Allah elçileri olan iki kardeştir. Diğer kardeşlerinden daha
büyük ve daha değerli olan bu iki kardeş, İsmail ile İshak'tır. Kurban edilmek istenen de
sahih kavle göre, İbrahim'in ilk oğlu İsmail'dir. Mısırlı Kıbtîye Hacer'den doğmuştur.
Allah'ın selamı, ikisinin de üzerine olsun.
Kurban edilmek istenenin İshak olduğunu söyleyen kimse, Tevrat ile İncil'i tahrif edip
ayetlerini değiştiren ve göz önündeki Kur'ân'a muhalefet eden israiloğullarının nakillerim
esas almıştır. İbrahim, ilk oğlunu -bir rivayete göre de biricik oğlunu- kurban etmekle
emrolundu. Her ne olursa olsun, kurban edilmesi emredilen, delilin nassı ile İsmail (a.s.)'dir.
Tevrat'ta konuyla ilgili ifade şöyledir: İbrahim 100 sene yaşadıktan sonra çocuk sahibi oldu.
Bu ilk çocuğu İsmail idi. İsmail, maddeten de manen de babasının biricik oğluydu.
Babasının maddeten biricik oğluydu.Çünkü kurban edileceği zaman onüç yaşım geride
bırakmıştı. Babasının manen de biricik oğluydu. Çünkü denildiğine göre henüz süt emme
çağındaki küçücük bir çocuk iken babası, annesi Hacer ile birlikte kendisini, memleketinden
alıp götürmüş, Faran dağlarının eteklerine bırakmıştı. Faran, Mekke çevresindeki dağların
adıdır. Evet, onları buraya bıraktı. Yanlarında az miktarda su ve azık vardı. Allah'a güvenip
tevekkül ettiğinden dolayı, azık ve sularını bol miktarda temin etmeyi gerekli görmemişti.
Allah onlara yeterdi. Onları koruma ve gözetimi ile kuşattı. O, ne güzel kefil ve vekildir.
Kuluna en güzel yetecek olan da O'dur. İsmail babasının maddeten, manen biricik oğluydu
fakat bu sırrı anlayacak olan nerede? Bu mertebeye ulaşacak olan nerede? Bunu ancak
ferasetli" ve asil bir kimse idrak edebilir. Cenâb-ı Allah, İsmail'i yumuşak huyluluk, doğru
sözlülük, sabırlüık, va'di yerine getirme, namaza devam etme, azabtan korunmak için
ailesine de namaz kılmayı emretmek gibi sıfatlarla niteleyerek övmüştür. Bütün bunlara ek
olarak İsmail, insanları en büyük Rabb'e kulluk etmeye davet etmiştir. Yüce Allah buyurmuş
ki:
«Biz ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye
başlayınca: "Ey oğulcuğum! Doğrusu, ben uykudayken seni boğazladığımı görüyorum. Bir
düşün, ne dersin?" dedi. "Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yap. Allah dilerse
sabredenlerden olduğumu göreceksin." dedi.» (cs-Sâftat, 101-102.) Babasının isteğine
boyun eğdi ve sabredeceğine de söz verdi. Bu va'dini yerine getirdi ve bu işe de sabretti.
«Ey Muhammed! Kitapta İsmail'e dair anlattıklarımızı an. Çünkü o, sözünde doğru bir
kimseydi. Tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi. Çevresinde bulunanlara namaz
kılmalarını, zekat vermelerini emrederdi. Rabbinin katında hoşnutluğa ermişti». (Meryem,
54-55.)
«Ey Muhammed! Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Biz
onları ahiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu, onlar katımızda seçkin
iyi kimselerdendirler. İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi iyilerdendir.» (Sâ'd, 45-48.)
«Ey Muhammed! İsmail, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri
sabredenlerdendi. Onları rahmetimize kattık, doğrusu, onlar iyilerdendi.» (el-Enbiya, 85-
86.)
«Nuh'a ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a,
Yakub'a ve torunlarına vahyettiğimiz gibi Ey Muhammed, şüphesiz sana da vahyettik...»
(en-Nisâ, 163.)
«Ey mü'minler!"Allah'a, bize gönderilene, İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a ve
torunlarına gönderilene inandık." deyin.» (el-Bakara,136.)
«Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hristıyan olduklarını mı
söylüyorsunuz. Peki, siz mi yoksa Allah mı daha İyi bilir?» (el-Bakara, 140.)
Cenâb-ı Allah, İsmail'in bütün güzel niteliklerini anlatmış, onu kendi peygamberi ve elçisi
yapmış, cahillerin isnatlarından onu ibra etmiştir. Ona indirilen ilahî hükümlere inanmalarını
da mü'min kullarına emretmiştir.
Neseb âlimleriyle tarihçilerin anlattıklarına göre ata ilk binen, İsmail (a.s.) olmuştur. Daha
önceleri atlar yabanî idiler. Atı ehlileştirdi ve ata bindi. Said b.Yahya el-Ümevî, "Meğazi"
adlı eserinde Abdullah b.Ömer'den rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu
söylemiştir. «At edinin ve onu (bir miras gibi) nesilden nesile devredin. Çünkü o, atanız
İsmail'in mirasıdır.»
Atlar daha önceleri yabanî idiler. İsmail (a.s.) kendine özgü çağın-şıyla atları kendine
çağırdı, onlar da onun bu çağrısına uyup ehlileşti-ler. îlk olarak Arapça'yı gramerine uygun
bir biçimde konuşan da odur. İsmail (a.s.) Arapça'yı Mekke'de kendi yanlarında konaklayıp
yerleşen Arab-ı Aribe'den yani asıl Arap ırkından olan Cürhüm ve Amalika kabi-leleriyle
Yemenlilerden öğrendi. Bunlar Hz.İbrahim öncesinden gelen eski Araplardır.
Saidb.Yahya el-Ümevî, Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «Dili fasih
Arapça'yla açılan (fasih Arapça'yı ilk konuşan) İsmail olmuştur. O zamanlar henüz on dört
yaşındaki bir çocukmuş.»
Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi İsmail (a.s.) büyüdüğünde Amalika kabilesine
mensup bir kadınla evlendi. Babası İbrahim (a.s.), ayrılmasını emredince o kadından ayrıldı.
Ümevî'nin anlattığına göre bu kadın, Sa'd b. Usame b.Ekil el-Amalikî'nin kızı Ammare idi.
Bundan boşandıktan sonra İsmail başka bir kadınla evlendi. Babası bu ikinci evliliği devam
ettirmesini emretti. O da bu evliliğim devam ettirdi. Bu karısı Medad b. Amr el
-Cürhümî'nin kızı Seyyide idi. Seyyide'nin, İsmail'in üçüncü karısı olduğunu söyleyenler de
olmuştur. Seyyide hanım, İsmail'e oniki erkek evlad doğurdu. Merhum Muhammed b.İshak,
adlarını şöyle sıralamıştır: Nabit, Kayzar, Ezbil, Mişa, Müsmi, Maş, Duşa, Erer, Yatur, Nebş,
Tayma, Kayzuma. Ehl-i Kitap kaynaklarında da Hz. İsmail'in oğulları böyle adlandmhrlar.
Onlara göre de İsmail (a.s.)'in evlatları oniki tane olup hepsi de, haklarında müjdeler bulunan
ulu kişilerdir. Ancak Ehl-i Kitap bunu tevil ederken yalan söylemişlerdir.
İsmail (a.s.), Cürhüm ve Amalika kabileleleriyle Yemenlilerin bulundukları yerlerle bu
yerlerin çevresine peygamber olarak gönderilmişti. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.
Ecel gelip kapısını çaldığında kardeşi İshak'a vasiyetini yaptı. Kızı
Nesme'yi İshak'm oğlu İs ile evlendirdi. Nesme, Rûm'u doğurdu. Onun soyundan gelenlere
-İs'in temndeld sarı renkten dolayı- Beni Asfer, yani sarıoğulları denir, Nesme, Yunan adlı
bir çocuk daha doğurdu. İs'in oğullarından biri de Eşban'dır. Eşban'm da İs ile Nesme'nin
evliliklerinin ürünü olduğunu söyleyenler olmuşsa da , İbn Cerir et-Taberî bu hususta
çekimser kalmıştır.
Allah'ın peygamberi İsmail (a.s.), 137 yaşındayken vefat etmiş; anası Hacer ile birlikte
Ka'be'nin yanında Hatîm denen yere gömülmüştür. Ömer b. Abdülaziz'in şöyle dediği
rivayet edilir. İsmail (a.s.), Mekke'nin sıcaklığından ötürü Rabbine yakmmıştı da, Rabbi ona
şöyle vah-yetmişti. "Defnedildiğin yere Cennet'ten bir kapı açacağım. Kıyamet gününe
kadar oradan sana Cennet esintisi gelecektir."
Hicaz Araplarımn tümü, İsmail'in oğlu Nebit ile Kayzar'm neslidirler. [13]
Şereflîoğlu Şerefli İbrahim'in Oğlu Îshak (A.S.)
Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi İshak (a.s.), kardeşi İsmail'in doğumunun üzerinden
ondört yıl geçtikten sonra, yani babası İbrahim 100 yaşındayken doğdu. Kendisinin
doğacağım melekler müjdelediklerinde anası Sâre doksan yaşındaydı. Yüce Allah buyurmuş
ki:
«Ona iyilerden olan İshak'ı peygamber olarak müjdeledik. Kendisini ve îshak'ı mübarek
kıldık. İkisinin soyunda iyi olan da vardır, açıktan açığa kendisine yazık eden de vardır.»
(cs-Safffıt, 112-113.)
Cenâb-ı Allah, İshak peygamberi, kutsal kitabının birden fazla yerinde övgüyle anmıştır.
Önceki sayfalarda naklettiğimiz Ebu Hürey-re'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
«Şereflioğlu şereflioğlu şereflioğlu şerefli İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub'un oğlu
Yusuf.»[14]
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre babası İbrahim'in sağlığında İshak, Betvail kızı
Refka ile evlenirken kırk yaşındaydı. Karısı kısırdı. Allah'a yalvarıp dua etti. Karısı hamile
oldu ve ikiz oğlan doğurdu. İlk doğamn adı İso idi. Araplar ona İs derler ki, Rumların atasıdır.
İkincisi ise doğarken kardeşi İs'in topuğunu yakalamış olduğu için Yakub adını almıştır.
Diğer adı da İsrail'dir ki, israiloğullarının atası-dır.
Anlatıldığına göre İshali (a.s.), îso'yu ilk çocuğu olduğundan ötürü Yakub'dan daha çok
severmiş. Anaları Refka ise, daha sonra doğduğu ve dolayısıyla daha küçük olduğu için
Yakub'u daha fazla severmiş.
Derler ki: İshak (a.s.) yaşlanıp da gözlerinin feri zayıflayınca, günlerden bir gün oğlu îs'e
canının nefis bir yemek çektiğini söylemiş. "Git, benim için bir hayvan avlayıp pişir de,
ömrüne ve malına bereket katılması için sana dua edeyim." demiş.
İs, avcı bir kimseydi. Babasının arzusunu yerine getirmek için ava çıktı. Bu arada anası
Refka, îs'in kardeşi Yakub'a seçme hayvanlarından iki oğlak keserek, babasının arzuladığı
yemeği hazırlamasını, kardeşi İs birşey getirmeden onun hemen bu yemeği babasına takdim
etmesini tenbihledi ki, babası, İs'e dua edeceğine Yakub'a dua etsin. Refka bu tenbihatı
yaptıktan sonra kalkıp Yakub'a İs'in elbisesini giydirdi. Boğazına ve pazulanna da oğlakların
derilerini yapıştırdı. Çünkü İs'in vücudu çok kıllıydı, ama Yakub'un ki Öyle değildi. Yakub
oğlakları kesip yemeği hazırladı,getirip babasına sundu. "Sen kimsin?" diye sorunca, "Ben
senin oğlunum." dedi. Böyle deyince babası îshak onu kucakladı, bağrına bastı, eliyle
vücudunu araştırdı ve:"Ses Yakub'un sesi, ama vücut ve elbise İs'in vücudu ve elbisesi."
dedi. Yemeği yedikten sonra ona kardeşleri arasında kadri yüce , otoriter, sözü dinlenir,
halkı tarafından da itaat edilen biri olması, rızkının ve neslinin bereketi için dua etti.
Yakub babasının yanından çıktıktan sonra kardeşi İs babasının istediği yemeği hazırlamış
olarak geldi. Yemeği takdim edince de babası îshak:"Oğlum bu da nesi?" diye sordu. Is
"Arzulamış olduğun yemektir, babacığım!" diye cevap verdi. Babası: "Biraz önce yemek
getirmiş, ben de yeyip senin için dua etmemiş miydim?" dedi. Bunun üzerine İs: "Hayır
vallahi" dedi ve kardeşinin atak davranarak kendisinden önce yemek getirdiğini anladı; içi,
kardeşi Yakub'a karşı öfke ve hınçla doldu. Anlatıldığına göre kardeşine, "Babamızın
vefatından sonra seni Öldürürüm." diye tehdit savurmuştu. Yemeği yedirdikten sonra
babasının kendisi için de dua etmesini istemişti. Babası onun iç^ıi de dua etti. Soyunun
yeryüzünde hükümran olması, rızık ve ürünlerinin bereketi için dua etti.
Anaları, İs'in Yakub'u ölümle tehdit ettiğini duyunca oğlu Yakub'a Harran'da yaşamakta olan
kardeşi ve Yakub'un da dayısı olan Laban'm yanma gitmesini, kardeşi İs'in Öfkesi
yatışmcaya kadar orada kalmasını, Laban'm kızlarından biriyle evlenmesini tavsiye etti.
Kocası İshak'tan da Yakub'a bu yolda tavsiyede bulunmasını, ona dua etmesini istedi.
Kocası da isteğine uydu.
Yakub (a.s.) da o gün akşam vakti yola çıktı. Yolda gece bastırınca bir yerde uyudu. Bir taşı
alıp yastık gibi başının altına koydu ve uzanıp uykuya daldı. Rüyasında yerden göğe doğru
uzanan bir merdiven gördü. Bazı melekler merdiven üzerinde inip çıkıyorlardı. Kutlu ve
Yüce Rab da ona hitaben şöyle diyordu.: "Seni mübarek kılacak ve soyunu çoğaltacağım.
Üzerinde bulunduğun bu yerleri sana ve senden sonra ha-leflerine vereceğim."
Uykudan uyandığında gördüğü rüyadan ötürü sevindi. Ailesine salimen döndüğü takdirde,
uyuduğu şu yerde onur ve üstünlük sahibi Allah için bir mabed inşa etmeyi, buralardan elde
edeceği ürünün onda birini Allah için vermeyi adadı. Sonra, yastık olarak kullandığı taşı, daha
sonra tanıyabilmek için yağladı. Taşın bulunduğu yere "Allah'ın evi" adını verdi. Orası,
bugün Mescid-i Aksa 'nın bulunduğu yerdir. İleride de anlatılacağı gibi, Mescid-i Aksa'yı
Yakub (a.s.) inşa etmiştir.[15]
Yakub (a.s.) Harran'da yaşamakta olan dayısının yanma geldiğinde dayısının iki kızı
olduğunu gördü. Büyüğünün adı Leyya, küçüğü-nünkü ise Rahil idi. Rahil, hüsn-ü cemal
sahibi güzel bir kızdı. Yakub bu kıza talib oldu. Dayısı yedi yıl süreyle davarlarını otlatması
şartıyla bu kızım kendisine vereceğini va'd etti. Yakub yedi yıl çobanlık etti. Süre geçince
etrafdaki insanlar dayısına, "Haydi bakalım kızını Yakub'a ver." dediler. Dayısı geceleyin
büyük kızı Leyya'yı Yakub'un gerdek odasına soktu. Leyya çirkin görünümlü ve gözlerinin
feri zayıflamış bir kızdı. Sabah olunca Yakub bir de gördü ki, Leyya ile evlenmiş. Dayısına
"Beni aldattın. Ben senden Rahil'i istemiştim." dedi. Dayısı ona dedi ki:"Evde büyük kız
dururken küçüğünü kocaya vermek bizde âdet değildir. Ama Rahil'i seviyorsan yedi yıl daha
bana çobanlık et. Onu da sana veririm." Bunun üzerine Yakub (a.s.), dayısına yedi yıl daha
çobanlık etti. Süre dolunca Rahil'i de aldı. Onunla da gerdeğe girdi. Onların dininde bir
erkeğin iki bacıyla bir arada evli bulunması caiz idi. Bu uygulama daha sonra Tevrat şeriatı
ile nesh edildi. Yalnız bu bile, bu hususta neshin vukubulduğuna dair yeterli bir delildir.
Çünkü Yakub'un böyle bir evlilik yapmış olması, bunun mubah ve caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Zira o masumdur. Yakub'un dayısı Laban, her iki kızma birer cariye hediye
etmişti. Leyya'ya hediye ettiği cariyenin adı Zülfa, Rahil'e hediye ettiği cariyenin adı ise
Belha idi.[16]
Cenâb-ı Allah Leyya'mn kusur ve eksikliğini, kendisine evlat vererek telafi edip
güzelleştirdi. Kocası Yakub'a ilk olarak Rabil'i doğurdu. Sonra Şem'on, Lavi ve Yahoza'yı
doğurdu. Rahil hamile kalamadığı için onu kıskandı. Cariyesi Belha'yı kocası Yakub'a
hediye etti. Yakub da Belha ile gerdeğe girdi. Hamile kalan Belha Yakub'a bir erkek çocuk
doğurdu. Adını Dan koydular. İkinci kez hamile kaldı. Yine bir erkek çocuk doğurdu. Onun
adını da Niftali koydular. Bunu gören Leyya da cariyesi Zülfa'yı kocası Yakub'a hediye etti.
Bu da Cad ve Esir adlarında iki erkek çocuk doğurdu. Sonra Leyya tekrar hamile kaldı ve
beşinci bir erkek çocuğu daha doğurdu. Adını İsahir koydular, bundan sonra doğurduğu
altıncı erkek çocuğuna Zabilan adını verdiler. Son olarak da Dina adlı bir kız çocuğu
doğurdu. Böylece Yakub'dan toplam olarak yedi çocuğu doğmuş oldu.
Sonra Rahil, Allah'a dua ederek kendisine Yakub'dan bir erkek çocuk kazandırmasını diledi.
Allah onun yakarışını duydu ve duasına icabet etti de Rahil, Allah'ın peygamberi Yakub'dan
hamile kaldı. Kocasına şerefli, ulu, güzel ve hüsn-ü cemal sahibi bir erkek çocuk doğurdu,
adım da Yusuf koydu.
Bütün bunlar olup biterken onlar Harran'da ikamet ediyorlardı. Yakub, dayısının iki kızıyla
evlendikten sonra altı yıl daha ona çobanlık etti. Böylece dayısının yanında yapmış olduğu
çobanlık süresinin toplamı yirmi yılı bulmuştu. Yakub, dayısı Laban'dan baba ocağına
dönmek için artık kendisine izin istedi. Dayısı: "Senin sayende malım bereketlendi.
Malımdan dile ne dilersen." dedi. Yakub da: "Davarlarının bu sene doğuracakları alaca
renkli yavruları, beyaz renkli olup da üzerinde siyah benekler bulunan, siyah renkli olup
üzerinde beyaz benekleri bulunan yavruları, ayrıca doğacak olan beyaz renkli ve boynuzsuz
oğlaklara bana verirsin." deyince, dayısı "Evet..." karşılığını verdi.
Bu anlaşmayı duyan dayısı oğullan davarların yanma koşup bu evsaftaki koç ve tekeleri
sürüden ayırıp üç gün uzaklıktaki bir mesafeye götürdüler İd dişi hayvanlar bu nitelikteki
yavrulara gebe kalmasınlar.
Onların bu oyunlarım boşa çıkarmak için Yakub (a.s.)'da badem ağacından değnekler edinip
kabuklarım enlemesine, siyah-beyaz şeritler bırakacak şekilde soydu. Bu benekli değnekleri,
davarların su içmeye gelirken geçtikleri yollara dikti ki bunları gören hayvanlar ürküp kaçışsınlar
ve karini arın daki yavruları da hareketlenip bu benekli değneklerin rengini alsınlar.
Bu harikulade bir durum olup, mucizeler zincirinde bir halka olarak yerini alacaktı.
Neticede Yakub (a.s.)'un bir çok davar, binek ve köleleri oldu. Dayısının ve oğullarının
yüzlerindeki çizgiler, ona karşı değişik bir şekil aldı. Ondan sıkılır gibi olmuşlardı.
Cenab-ı Allah , Yakub (a.s.)'a, babasının ve kavminin yurduna dönmesini vahyetti;
kendisiyle beraber olacağını ona va'detti. Yakub bu meseleyi ailesine açtı, onlar da kendisine
hiç tereddüt etmeden muvafakat ettiler. Ailesi ve malıyla birlikte göçünü yükleyip yola çıktı.
Hanımı Rahil, babasının putlarını da çalarak beraberinde getirmişti. Harran'ın sınırlarını aşıp
kenti geride bıraktılarında dayısı ve kayınpederi Laban, adamları ile birlikte'gelerek onlara
kavuştu. Kavuşur kavuşmaz, kendisine haber vermeden yola çıktıkları için Yakub'u kınadı:
"Bana bilgi vermeniz gerekmez iniydi? Sizi tören, şenlik ve davulla uğurlar, kızlarım ve
torunlarımla vedalaşırdık. Hem niye putlarımı aldınız?" dedi. Putlarından haberi olmayan
Yakub (a.s.), put falan almadıklarını söyledi. Kayınpederi ve dayısı Laban, kızları ile
cariyelerinin yanına gidip eşyalarını kontrol etti; bir şey bulamadı. Yakub'un hanımı Rahil,
babasının putlarım devenin semeri altına gizlemişti. Kendisi de devenin üstünde idi.
Babasının putları araması esnasında "Aybaşı halindeyim." diyerek özür beyan etmiş ve
deveden inmemişti. Babası da bu mazeretinden "dolayı ona birşey diyememiş ve deveden
indirememişti. Bu arada iki taraf CeTad tepesinde bir anlaşma yaptılar: Yakub, dayısının
kızlarım horlamıyacak ve onların üzerine kuma getirmeyecekti. Ne Yakub,ne de kayınpederi
Laban, bu tepeyi geçip birbirlerinin mıntıkasına girmeyeceklerdi. Cel'ad tepesinde bir
yemek yapıp hep birlikte yediler; birbirleriyle veda'laştıktan sonra herkes kendi beldesine
döndü. Yakub (a.s.), Sair toprağına yaklaştığında melekler kendisini karşılayarak,
memleketine kavuşmuş olduğunu kendisine müjdelediler. O da kendisine yumuşak
davransın ve alçak gönüllü olsun, diye. kardeşi İs'e ulak gönderdi. Ulak, Yakub (a.s)'a döndü
ve İs'in, atma binerek dörtyüz adamla birlikte kendisine doğru geldiği haberini verdi. Yakub
bu haberi duyunca korktu ve kardeşi İs'in şerrinden kendisini koruması için Allah'a el açtı,
yalvarıp yakardı. Kendisine vermiş olduğu sözü Rabbine hatırlattı; O'nun huzurunda boyun
büküp çokça dua etti. Kardeşi İs için de büyük hediyeler hazırladı. Hediyeleri şunlardı: 200
koyun, 200 keçi, yirmi teke, yirmi koç, otuz sütlü deve, kırk inek, on öküz, on katır, on eşek.
Kölelerine, bu hayvan sınıflarını ayrı ayrı sürüler halinde yürütmelerini, her sürü arasında
belli bir boşluk bırakmalarını, İs ile karşılaştıklarında ve İs: "Sen ve beraberindeki bu mallar
kime aitsiniz?" diye sorduğunda, "Ben, Yakub'a aitim. Beni ve bunları efendim İs'e hediye
etti." diye cevap vermelerini, her sürünün başındaki sorumlusunun hep aynı şekilde
konuşmasını, ve, "Yakub da ardımızdan geliyor." diye İs'e haber vermelerini emretti. Yakub
(a.s.), iki zevcesi, zevcelerinin cariyeleri ve on bir oğluyla birlikte, o hediyelik sürülerle
kölelerden tam iki gece sonra geldi. Beraberindekileri geceleyin yürütüyor, gündüzleyin
gizliyordu. İkinci gece fecir vakti olduğunda, erkek kılığında bir melek ile karşılaştı. Yakub
onu insan sanarak, altetmek için onunla boğuştu. Rivayete göre onu yendi. Ancak melek
onun kalçasına bir darbe vurduğu için Yakub (a.s.) topalladı. Tanyeri ağardığında melek ona:
"Adın nedir?" diye sordu. O da: "Yakub'tur." diye cevap verince melek: "Bu günden sonra
seni sadece İsrail adıyla çağırmak yaraşır." dedi. Yakub ona: "Sen kimsin, adın nedir?" diye
sorar sormaz o gidince, onun bir melek olduğunu anladı. Bacağı aksakîaştığından dolayı,
Yakub (a.s.)'un soyundan gelen İsrailoğullan, hayvanın uyluğundan ayak bileğine kadar
uzanan damarı yemezler, etten ayırıp atarlar.
Yakub uzaklara baktı. Kardeşi İs'in dörtyüz piyade ile kendisine doğru gelmekte olduğunu
gördü. Aile efradının önüne geçerek, kardeşini karşılamaya çıktı. Ağabeyini görünce de
huzurunda yedi defa secde etti. O zamana göre büyükler böyle selamlanır di. Dinlerine göre
bu meşru idi. Nitekim melekler de selamlamak ve tebrikatta bulunmak amacıyla Adem
(a.s.)'e secde etmişlerdi. Kardeşleri ve babası da Yusuf (a.s.)'a secde etmişlerdi ki, yeri
geldiğinde bu meseleyi genişçe ele alacağız.
İs, Yakub'u görünce kendisine yaklaştı. Kucaklayıp bağrına bastı, öpüp ağladı. Gözünü
kaldırıp, Yakub'un eşlerine ve çocuklarına baktığında ona, "Bunları da nerden buldun?" diye
sordu. Yakub da: "Allah bunları senin kölene bahşetti." diye cevap verdi. İki cariyesi,
çocuklarıyla birlikte Is'e yaklaşıp huzurunda secdeye kapandılar. Öte yandan Ya-kub'un ilk
eşi Leyya ve oğlu beri gelip secdeye kapandı. Ardısıra ikinci eşi Rahil, oğlu Yusuf la birlikte
beri gelerek secdeye kapandılar. Yakub (a.s.), hediyesini kabul etmesini kardeşi İs'den
İsrarla rica etti. O da kabul etti.
İs, geri dönüş yoluna koyuldu. Yakub da aile efradı ve beraberindeki köleler, davarlar ve
diğer hayvanlarla birlikte ağabeyinin arkasından gitti. Sair dağlarına doğru yol alıyorlardı.
Sahor denen yere vardıklarında, orada kendisi için bir ev yaptı. Bir süre orada kaldı. Sonra
Kudüs'e bağlı Şahmı köyüne uğradı, orada 100 koyun vererek Ben Cemor'un tarlasını satın
aldı. Çadırını o tarla içine kurdu. Orada bir mabed inşa etti. Mabedin adını da "II" koydu. II,
İsrail tanrısı demekti. Cenâb-ı Allah, ilahî daveti yayması için orada bir tapmak yapmasını
emir buyurmuştu. Yaptığı tapmak, bugün Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dır. Kendisinden sonra
Hz. Süleyman bu mescidi onarmıştı. Burası, daha önce Yakub, (a.s.)'un Harran'a giderken
uyuduğu ve başının altına yastık olarak koyduğu işaretli taşın bulunduğu yer idi ki, bunu
önceki sayfalarda anlatmıştık.
Bu arada Ehl-i Kitap kaynakları Yakub (a.s.)'un zevcesi Leyya'dan doğan kızı "Dina" ile
ilgili bir hadiseyi anlatırlar. Cemoroğlu Şahim bu kızı kaçırıp kendi evine götürmüş, sonra
da onu, babası Yakub'dan ve kardeşlerinden, kendisiyle evlendirmelerini istemiş. Ancak
Dina'nın kardeşleri onlara: "Ailece tümünüz sünnet olursanız bacımızı size veririz.
Birbirimize hısım oluruz. Yoksa sünnetsiz kimselerle biz hısım olmayız." demişlerdi. Onlar
da bu şartı kabul ederek sünnet olmuşlardı. Sünnet oluşlarının üçüncü gününde kesim
yerindeki acı şiddetlenmiş, kendilerinden geçmişlerdi ki, tam o anda Yakub'un oğullan
saldırarak hepsini baştan sona kırıp geçtiler. Kafirliklerinin yanısıra, işledikleri fiilin
çirkinliğinden ötürü Şahim ile babası Cemor'u da öldürdüler. Tapmakta oldukları putlarını
da parçaladılar. Mallarını ganimet olarak aldılar.
Bilahare Yakub'un ikinci hanımı Rahil hamile oldu, Bünyamin'i dünyaya getirdi. Çok
şiddetli doğum sancıları çektiği için, bu çocuğunun doğumundan hemen sonra öldü. Yakub
onu Efras denen yere defnetti.
Yakub'un on iki erkek evladı vardı: Robil, Şemon, Lavı, Yahoza, İsa-hir ve Zabilon, Leyya
hatundan; Yusuf ile Bünyamin, Rahile hatundan; Dan ile Niftalî, Rahil'in cariyesinden; Cad
ile Esir de Leyya hatunun cariyesinden doğmuşlardır. Allah'ın selamı üzerlerine olsun.
Yakub, babası İshak'm yanma geldi. Onun yaşamakta olduğu Habron köyünde ikamet etti.
Habron, İbrahim peygamberin de medfun bulunduğu bir köy olup Kenan ilinde
bulunmaktadır. Sonra îshak (a.s.) hastalandı, 182 yaşındayken vefat etti. Oğulları İs ile
Yakub, kendisim İbrahim peygamberin gömülü bulunduğu mağaraya defnettiler. Önceki
sayfalarda da anlattığımız gibi, o mağarayı Hz. İbrahim satm almıştır. (Yahudiler'in Ahd-i
Kadim'inde anlatılan bu mevzulara Islâmı kaynaklar değinmemektedirler.) [17]
İsrail (Yakub)İn Sağlığında Meydana Gelen Hayret Verici Olaylar Ve Rahîl
Hatunun Oğlu Yusuf Peygamber
Cenâb-ı Allah, Hz. Yusuf tan ve onun karşılaştığı durumlardan bahseden bir Sûre-i
Kur'âniyye inzal buyurmuştur ki, bu sûrede anlatılan hikmetli işler, adab, Öğüt ve tavsiyeler
üzerinde iyice düşünülüp ibret alınsın.
"Elif-Lam-Râ. Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir. Biz onu, anlayası-nız diye, Arapça
okunmak üzere gönderdik. "Ey Muhammedi Biz bu Kur'an'ı vahyederek, kıssaları sana en
güzel şekilde anlatıyoruz. Oysa daha Önce sen bunlardan habersizdin." (Yûsuf, 1-3.)
Kur'ân-ı Kerîm'in bazı sûrelerinin başında bulunan heca harfleri (hurûf-u mukattaa) ile ilgili
olarak, Bakara sûresinin baş taraflarında gerekli açıklamayı vermiştik. Bu konuyu daha iyi
öğrenmek isteyen, îbn Kesir Tefsirinin Bakara sûresine müracaat etsin. Ancak burada kısa
bir açıklama yapmamız gerekiyor. Şöyleki: Cenâb-ı Allah, kulu ve şerefli elçisi Hz.
Muhammed (s.a.v.)'e açık bir Arap diliyle indirmiş olduğu, manası net ve vazıh bir şekilde
anlaşılabilen, akıllı ve zeki olan herkesin anlayabileceği kutsal kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i
övüyor. O, gökten inen kitapların en şereflisi olup, meleklerin en şereflisi Cebrail tarafından,
yaratıkların en şereflisi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, en şerefli bir zamanda ve en şerefli bir
mekanda, en fasih bir dil ve en açık bir beyan ile indirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de geçmişin haberlerinden veya gelecekten bahsedilirken, en güzel cümleler
ve en açık ifadeler kullanılır. İnsanların, üzerinde ihtilafa düştükleri hususlarda gerçek
ortaya konulur; batıl yok edilir, çürütülür ve reddedilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de emir ve yasaklardan söz edilirken kanunların en adaletlisi ve gidilecek
yollarla, uygulanacak yöntemlerin en belirgini anlatılıp gösterilir. Nitekim yüce Allah
buyurmuş ki:
"Rabbinin sözü, doğruluk ve adaletle tamamlandı." (ei-En'âm, 115.)
Yani Rabbinin sözü, haberlerde doğruluk, emir ve yasaklarda da adaletle tamamlandı. İşte
bu sebeple Rabbimiz buyurmuş ki: "Ey Muhammed! Biz bu Kur'an'ı vahyederek, kıssaları
sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Oysa daha önce sen bunlardan habersizdin." (Yûsuf,
3.)
"Ey Muhammed! İşte sana da buyruğumuzla Cebrail'i gönderdik. Sen kitab nedir, iman
nedir önceleri bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola
eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz sen de insanlara göklerde olanlar, yerde olanlar
kendisinin olan Allah'ın yolunu, doğru yolu göstermektesin, iyi bilin ki işler sonunda Allah'a
döner. " (eş-şura, 52-53.)
"Ey Muhammed! Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitap verdik.
Kim ondan yüz çevirirse bilsin ki, o, kıyamet günü bir günah yükü yüklenecektir. Devamlı,
sırtlarında kalacak bu yük, kıyamet günü onlar için ne kötüdür!" (Tâ-Hâ, 99-101.)
Yani bu Kur'an'dan yüz çevirip başka kitaplara uyan kimse, bu tehdidin muhatabı olur.
Nitekim müminlerin emiri Hz. Ali'den-rivayet edilen bir hadis-i şerifte ^öyle buyurulmuştur:
"Kur'an'dan başka yerde hidayet arayan kimseyi Allah sapıklığa düşürür!" (Tirmizî).
İmam, Ahmed b. Hanbel, Cabir (r.a.)'den rivayet etti ki, Hz. Ömer (r.a.), Ehl-i Kitaptan elde
etmiş olduğu bir kitap ile Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanına geldi. Kitabı ona okudu. Rasûlullah
(s.a.)'da öfkelendi ve şöyle buyurdu: "Buna hayret mi ediyorsunuz, ey Hattab'm oğlu?
Nefsim kudret elinde bulunan (Allah)a andolsun ki, ben size onu (Kur'an'ı) saf ve bembeyaz
olarak getirdim. Ehl-i Kitap'tan bir şey sormayın. (İcabında) size hakkı haber verirler, siz
onu yalanlarsınız. Size batılı haber verirler, siz onu tasdik edersiniz. Nefsim kudret elinde
bulunan (Allah)a andolsun ki, Musa hayatta olsaydı, bana tabi olmaktan başka seçeneği olmazdı."[
18]
Bir başka rivayette de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudret elinde bulunan
(Allah)a andolsun ki, Eğer Musa (a.s.) aranızda olsaydı ve sonra siz ona tabi olup beni bir
aks aydınız, mutlaka sapıklığa düşerdiniz. Ümmetlerden siz benim payımsınız;
peygamberlerden de ben sizin paymızım."[19] Bu hadisin rivayet yollarını ve lafızlarım, İbn
Kesir Tefsirinde, Yûsuf sûresinin baş t ar afi arında naklettim.
O rivayetlerden birinde anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) cemaate hitab etmiş ve
hutbesinde şöyle buyurmuş: "Ey İnsanlar! Kapsamlı manalar ifade eden, özlü sözler bana
verildi. Bunları saf, arı ve bembeyaz bir halde size getirdim. Bunlarda şaşkınlığa
kapümayasınız! Şaşkınlığa düşenler de sizi aldatmasınlar!"
Evet, böyle buyurduktan sonra da, Ehl-i Kitap'tan elde edilmiş olan sahifenin kendisine
verilmesini emretti. O sahifeyi harf harf imha etti:
«Yusuf babasına: "Babacığım! Rüyamda on bir yıldız, güneş ve ayın bana secde ettiklerini
gördüm." demişti. Babası şunları söyledi: "Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa
sana tuzak kurarlar. Zira şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. Rabbin seni böylece rüyandaki
gibi seçecek, sana rüyaları yorumlamayı öğretecek; daha önce, ataların İbrahim ve İshak'a
nimetlerini tamamladığı gibi, sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Doğrusu, Rabbin
bilir, Hakîm'dir."» (Yûsuf, 4-6.)
Önceki sayfalarda anlattığımıza göre Yakub (a.s.)'un on iki erkek evladı vardı ki, onların
adlarını da saymıştık. İsrailoğullarının kolları ve zürriyetleri tümüyle bunlara mensuptur.
Yakub'un on iki oğlunun en şanlısı ve ulusu, Yusuf idi. Bazı âlimlere gÖı*e bu on iki kardeş
içinde Yusuf tan başka peygamber yoktur. Yusuf un kardeşlerinden hiçbirine vahiy inmiş
değildir. Onların yaptıkları işlerle söyledikleri sözler hakkında bu kıssada anlatılanlar,
onların peygamber olmadıkları görüşünü teyid ediyor.
«"Allah'a, bize indirilene, îbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbat'a indirilene iman
ettik" de.» (Âi-i îmrân, 84.)
Bu ayet-i kerimeyi delil olarak ileri sürüp, Yusuf un kardeşlerinin, ayet-i kerimede geçen
esbat kapsamına girdiğini söyleyerek peygamber olduklarına inananların istidlalleri,
kuvvetli bir istidlal değildir. Çünkü ayette geçen esbat kelimesinden kasıt, İsrailoğullarının
kolları, kabileleri ve semavi vahye muhatab olmuş içlerindeki peygamberlerdir. Doğruyu en
iyi bilen Allah'tır. Yusuf sûresinde kardeşlerinin adından değil de sadece Yusuf un adından
bahsedilmiş olması, kardeşleri arasında sadece onun peygamberlikle özellendiği görüşünü
teyid etmektedir. İmam Ahmed b. Hanbel'in, İbn Ömer'den rivayet etmiş olduğu şu hadis bu
görüşü kuvvetlendirmektedir. Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Şereflioğlu Şereflioğlu Şereflioğlu Şerefli İbrahimoğlu İshak oğlu Yakub'un oğlu
Yusuf.."[20]
Müfessirler ve tarihçilerin anlattıklarına göre Yusuf (a.s.), henüz bulûğ çağına ermemiş bir
çocuk iken, rüyasında on bir yıldızın (bu, onun on bir kardeşine işarettir), güneş ile ayın (bu
babasıyla anasına işarettir) kendisine secde ettiklerini görmüştü. Bundan ürküntü de
duymuştu. Uyandığında, rüyada gördüklerini babasına anlatmıştı. Babası onun dünyada ve
ahirette yüce bir makama ve yüksek bir mertebeye ulaşacağını, böyle bir makam sahibi
olması dolayısıyla da babasının ve kardeşlerinin kendisine saygı göstereceklerini, önünde
eğileceklerini anladı. Kendisini kıskanmasınlar, çeşitli komplikasyonlarla ona tuzak kurup
başına türlü gaileler getirmesinler diye bu rüyasını kardeşlerinden gizlemesini ve onlara
anlatmamasını Yusuf a emretti. Bu da Yusuf un kardeşlerinin peygamber olmadıklarını
gösteriyor. Bu nedenle bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"İhtiyaçlarınızı gidermek için, ihtiyacınızı gizleyerek avantaj sahibi olun. Çünkü nimet
sahibi olan. herkes başkalarınca kıskanılır."[21] Ehl-i Kitap kaynaklarında nakledildiğine
göre Yusuf (a.s.), gördüğü rüyayı, babasının yanısıra kardeşlerine de anlatmıştır ki, bu
yanlıştır.
"Rabbin seni böylece seçecek." Bu rüyayı sana gösterdiği gibi, rüyanı gizlediğin takdirde,
seni çeşitli lütuflara mazhar kılacak ve rahmetinin cilvelerini gösterecektir. Böylece,
"Rabbin sem seçecek ve" başkalarının anlayamadıkları, "Rüyaları yorumlamayı sana
öğretecektir. Daha önce ataların İbrahim ile İshak üzerinde tamamladığı gibi" sana vahiy
göndererek, "Senin üzerinde" senin sebebinle kendilerine dünya ve ahiret hayrım vererek,
"Yakub ailesi üzerinde de nimetini tamamlayacaktır." Yani Rabbin-baban Yakub'a, deden
İshak'a, büyük deden İbrahim'e verdiği gibi sana da peygamberlik vererek in'am ve ihsan da
bulunacaktır. "Şüphesiz senin Rabbin bilendir, hikmet sahibidir."
Bir başka ayette de «Allah, risaletini nereye bırakacağını daha iyi bilir.» diye bu
vurulmaktadır; (ei-En'am, 124.)
İşte bu sebepledir ki, Rasûlullah (s.a.v.)'a, insanların en üstünü kimdir? diye sorulduğunda
şu cevabı vermiştir:
«Halilullah oğlu, Allah peygamberinin oğlu Allah peygamberinin oğlu, Allah peygamberi
Yusuf tur."'
İbn Cerir et-Taberiile îbn Ebi Hatîm, tefsirlerinde, Cabir (r.a.)'den şöyle bir rivayette
bulunmuşlardır: «Büstanetü'l-Yehud adıyla bilinen bir adam Rasûlullah (s.a.v.)'m yanına
geldi ve şöyle dedi: "Ya Muham-med! Yusuf un, rüyasında kendisine secde ettiklerini
gördüğü yıldızların adlarını bana bildirir misin?" Peygamber (s.a.v.) bir süre sustu, cevap
vermedi. Nihayet Cebrail inerek ona yıldızların adlarını bildirdi. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.v.) ona haber salıp huzuruna çağırttı. Gelince de ona: "O yıldızların adlarını sana
söylersem iman eder misin?"' diye sordu. Evet, deyince Rasûlullah (s.a.v.) ona cevaben dedi
ki: "Adları şöyledir: Cüryan, Tank, Ziyal, Zülketfan, Kabis, Vesab, Amudan, Fey-lak,
Musbih, Daruh, Zülfer' Ziya ve Nûr."
Yahudi dedi ki: "Evet.. Vallahi, bu saydıkların o yıldızların'adlarıdır."
Ebu Ya'lâ'nın bildirdiğine göre Yusuf (a.s,), rüyasını babasına anlatırken, babası kendisine
şöyle demiş: "Bu darmadağın bir iş.. Bunu Allah bir araya getirip düzene sokacaktır."
Rüyada gördüğü güneş, babası; ay ise, anasıdır.[22]
«Andolsun ki, Yusuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır. Kardeşleri:
"Biz birbirimize bağlı bir topluluk olduğumuz halde, babamız, Yusuf u ve kardeşini daha
çok seviyor. Doğrusu, babamız apaçık bir sapıklık içindedir. Yusuf u öldürün veya onu bir
yere bı-rakıverin ki, babanız size kalsın; ondan sonra da iyi kimseler olursunuz." dediler.
İçlerinden biri: "Yusuf u öldürmeyin, onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle
yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur." dedi.» (Yûsuf, 7-10.)
Cenâb-ı Allah bu kıssada yer alan ayet, hikmet, öğüt, delâlet ve bey-yinelere dikkat
çekmektedir. Sonra da kendileri birbirlerine bağlı bir topluluk oldukları halde babalarının
Yusuf ile Öz kardeşi Bünyamin'i kendilerinden daha fazla sevmesini kıskanışlarını
anlatmakta ve şöyle dediklerini bildirmektedir: Oysa biz, Yusuf ile öz kardeşine oranla
babamızın sevgisine daha fazla layıkız. "Doğrusu, babamız apaçık bir sapıklık içindedir."
Sevgide bize karşı o ikisini öne almakla, yanlış bir yola sapmaktadır.
Böyle dedikten sonra da, babaları sırf kendilerine kalsın, sadece kendilerini sevsin diye
Yusuf u öldürmek veya geri dönemeyeceği uzak bir yere bırakmak konusunda birbirleriyle
müşavere yapmaya başladılar. Onu öldürdükten veya uzaklaştırdıktan sonra tevbe edip iyi
insanlar olacaklarını da tasarlıyorlardı. Yusuf u öldürmek üzerinde görüşler ağır basınca
"İçlerinden biri dedi ki" Bu biri, tefsirci Mücahid'e göre Şe-mün; Süddî'ye göre Yahoza;
Katade ile Muhammed b. İshak'a göre kardeşlerin en büyüğü Robil'dir. Evet.. Bu dedi ki:
"Yusufu öldürmeyin. Onu bir kuyunun derinliklerine bırakın. Böyle yaparsanız, yolculardan
onu bulup alan olur." Benim bu teklifim, onu öldürmeye ve sürgün etmeye göre akla daha
yatkındır. Sonuçta hepsi bu teklifi kabullendiler. Bunu gerçekleştirmek için babalarının
yanma geldiler.
«"Ey babamız! Yusuf un iyiliğini istediğimiz halde, onu niçin bize emniyet etmiyorsun?
Yarın onu bizimle beraber gönder de gezsin, oynasın; biz onu koruruz." dediler. Babaları:
"Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkuyorum."
dedi. "An-dolsun ki, biz kuvvetli bir toplulukken kurt onu yerse, biz aciz sayılırız." dediler.»
(Yûsuf, 11-14.)
Babalarından, kardeşleri Yusufu kendileriyle birlikte göndermesini istediler. Onun da
kendileriyle birlikte gezip oynamasını ve açılmasını istediklerini söylediler, ama Allah'ın
bildiği asıl amaçlarını gizlediler. Yaşlı babalan-Allah'm salat-ü selâmı üzerine olsun- dedi ki:
Günün bir anında dahi ondan ayrı kalmak bana zor geliyor. Kaldı ki sizin oyunla veya kendi
durumunuzla meşgul olurken kurdun gelip onu yemesinden; siz farkında olmadığınız ve
kendisi de küçük olduğu için kurda karşı kendini savunamamasından korkuyorum.
"Andolsun ki, biz kuvvetli bir toplulukken kurt onu yerse, biz aciz sayılırız." dediler. Yani o
ara-mızdayken kurt gelip onu yerse veya bir toplulukken onu unutup başka
şeylerle meşgul olur da böyle üzücü bir olay meydana gelirse, demek ki biz aciz bir gurup
sayılırız, dediler.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre babası, Yusufu kardeşleri yola çıktıktan sonra
peşleri sıra yola çıkarmış; o da yolunu kaybetmiş, adamın biri ona, kardeşlerinin gittikleri
yolu göstermiş... Bu da Ehl-i Kitabın ifade yanlışlıklarından biridir. Yakub (a.s.) onu onlarla
beraber göndermek istemezken, nasıl olurdu da yalnız olarak yola çıkarırdı?!.
«Yusufu götürüp bir kuyunun derinliklerine bırakmayı kararlaştırdılar. Biz ona,
kardeşlerinin bu işlerini kendileri farkına varmadan haber vereceksin, diye vahyettik. Akşam
üstü ağlayarak babalarına geldiklerinde: "Ey babamız! İnan olsun biz yarış yapıyorduk;
Yusufu eşyamızın yanma bırakmıştık; bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söylüyorsak da
sen bize inanmazsın." dediler. Üzerine başka bir kan bulaşmış olarak Yusuf un gömleğini de
getirmişlerdi. Babalan: "Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi. Artık bana güzelce sabır
gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah'tan yardım istenir." dedi.» (Yûsuf, 15-is.)
Yusufu kendileriyle gönderinceye kadar babalarının peşini bırakmadılar. Israrları sonucunda
Yusufu yanlarına katıp gönderdi. Babalarının yanından ayrılıp gözden ırak olduklarında
Yusuf a küfretmeye, söz ve davranışlarıyla onu aşağılamaya başladılar. Onu bir kuyunun dibine
atmaya karar verdiler. Kuyuya attıklarında Cenâb-ı Allah, Yusuf a vahiy göndererek şu
haberi verdi: Bu sıkıntıdan mutlaka kurtulup bir genişliğe kavuşacaksın. Sen yüksek bir
makamda hükümran, onlar da sana muhtaç ve senden korkar oldukları bir pozisyondayken,
"Kendileri farkına varmadan" bu işlerini onlara haber vereceksin.
Ayette geçen "Onlar farkına varmadan" diye meallendirdiğimiz cümlenin manasıyla ilgili
olarak Mücahid ve Katade dediler ki: Onlar farkına varmadan, Allah'ın sana vahyetmesi
yoluyla bu yaptıklarını bilahare sen onlara haber vereceksin.
İbn Abbas (r.a.) ise bununla ilgili olarak şöyle dedi: Onların seni ta-nıyamayacakları bir
pozisyondayken sen, bu yaptıklarını onlara haber vereceksin.
Kardeşleri Yusufu kuyuya bırakıp geri dönerlerken gömleğini azıcık kana bulayıp yanlarına
aldılar. Akşamleyin, kardeşlerinin başına gelen beladan ötürü ağlar gibi yaparak babalarının
yanına geldiler.
Bu nedenle geçmişlerden bazıları demişler ki: Zulümden yakınan kimsenin ağlamasına
aldanma. Ağlamakta olduğunu görmene rağmen zulmetmiş nice kimseler vardır! Yusuf un
kardeşlerinin ağlamalarını düşün. Geceleyin, zifiri karanlıkta ağlayarak babalarının yanma
gelmişlerdi. Mazeretlerini beyan etmek için değil de zulümlerini örtbas etmek için böyle
yapmışlardı. "Ey babamız! İnan olsun biz yarış yapıyorduk.
Yusuf u eşyamızın (elbiseleriraiziıı) yanma bırakmıştık." Yarış es-nasuıda ondan uzak
olduğumuz bir anda, "Bir kurt onu yedi. Her ne kadar doğru söylüyorsak da sen bize
inanmazsın." dediler. Sence her ne kadar itham altında değilsek de. "Bir kurt onu yedi." diye
haber verişimizi doğrulamıyorsun. Bizi nasıl suçlarsın ki? Kurdun onu yiyeceğinden
korkmuştun. Etrafında bir kalabalık oluşturacağımızdan dolayı kurdun onu yemeyeceğini
sana garanti etmiştik. Fakat onu yalnız bırakıp yarışa dalmakla da, senin yanında doğru
konuşmuş sayılmadık. Hal böyleyken bizi doğrulamamakta haklısın, ey babamız!
Üzerine başka bir (uydurma) kan bulaşmış olarak Yusuf un gömleğini de
getirmişlerdi."Babalarını, Yusufu kurdun yediğine inandırmak için de, yeni doğmuş bir
oğlağı keserek kanından birazım Yusuf un gömleğine sürdüler. Fakat gömleği parçalamayı
unuttular. Yalanın afeti unutmaktır. Üzerlerinde şüphe alametleri belirince, bu
mizansenlerine babalan inanmadı; oyunları bozuldu. Çünkü babaları, onların Yusuf a olan
düşmanlıklarım ve kıskançlıklarını biliyordu. Allah onu oğulları arasında peygamberlikle
mümtaz kılacağından dolayı, küçüldüğünde dahi Yusuf ta ululuk ve mehabet işaretleri
görünüyordu. Bu sebeple babası onu diğer oğullanndan daha çok seviyordu. Diğer
kardeşleri de bu nedenle Yusufu kıskanmışlardı.
Beraberlerinde götürmelerine izin vermesi için babalannı ikna edince Yusufu alıp
götürdüler. Götürür götürmez de onu kuyunun derinliklerine attılar. Yaptıklan kötülüğe
hepsi fikirbir ligiyle muvafakat etmiş olduklan halde suçlarını örtbas etmek için, akşamleyin
ağlaşa-rak babalarının yanma geldiler. Bu sebeple babalan: "Nefsiniz sizi bir iş yapmaya
sürükledi. Artık bana güzelce sabır gerekir. Anlattıklannıza ancak Allah'tan yardım istenir."
dedi.
Ehl-i Kitap kaynaklannda anlatıldığına göre Yusufu kuyuya atmayı teklif eden, Robil'dir.
Böyle yapmakla da, diğer kardeşlerinden habersiz olarak Yusufu, gelip kuyudan çıkararak
babasına iade etmeyi planlamıştı. Fakat kardeşleri Yusufu ondan habersiz olarak, Mısır'a giden
kervana sattılar. Robil, günün son vaktinde gelip Yusufu kuyudan çıkarmak istediğinde,
onu orada bulamayınca feryad-ü figan etti, üzerindeki elbiselerini parçalayıp yırttı. Öte
yandan diğer kardeşleri, bir oğlak yakalayıp kestiler, kanını Yusuf un gömleğine sürdüler.
Yakub (a.s.), onlann bu komplosunu öğrenince ağlayıp elbiselerim parçaladı, siyah bir
örtüye büründü ve günlerce hüzünlenerek oğlunun yasını tuttu. Bu cümlelerdeki bozukluk,
Ehl-i Kitabın tasvir ve ifade yanlışlıklarından kaynaklanmaktadır.
«Bir kervan konup sucularını gönderdiler. Sucu, kovasını kuyuya saldı. "Müjde! İşte bir
oğlan!" dedi. Yusufu alıp onu ticarî bir mal olarak sakladılar. Oysa Allah, yaptıklarına bilir.
Onu yanlannda alıkoymak
istemediklerinden Ötürü ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattılar.
«Mısır'da onu satın alan kimse karısına: "Ona güzel bak. Belki bize faydası olur, yahut da
onu evlad ediniriz." dedi. Biz işte böylece Yusufu o yere yerleştirdik. Ona, rüyaların nasıl
yorumlanacağını öğrettik. Allah, işinde hakimdir, fakat insanlann çoğu bunu bilmezler.
Erginlik çağına vannca ona hikmet ve bilgi verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandmnz.
» (Yûsuf, 21-22.)
Cenâb-ı Allah, Yusuf un kuyuya bırakıldıktan sonraki durumunu anlatıyor. Şöyle ki: Kuyuya
bırakıldıktan sonra Yusuf, Allah'ın kendisine lütfederek bu sıkıntısını giderip genişlik
vermesini bekliyordu. O sırada bir kervan geldi. Ehl-i Kitap kaynaklannda anlatıldığına göre
bu kervanın yükü fiştik, butum ve bademden ibaret olup Şam'dan gelmekte ve Mısır'a
gitmekteydi. Sucularını, su çekip getirmesi için kuyuya gönderdiler. Adam kovayı kuyuya
sarkıtınca Yusuf kovaya tutundu. Adam, kovada Yusuf un çıktığını görünce "Müjde! İşte bir
oğlan." dedi. Yusufu alıp onu mal olarak sakladılar." O'nu, beraberlerindeki ticaret
eşyasından bir köle olarak saydılar. "Oysa Allah, onların yaptıklarım bilir." Yani
kardeşlerinin ona karşı düzenledikleri suikasti ve kervancı-lann da onu bir mal olarak
gizleyişlerini bilir. Bununla birlikte Cenâb-ı Allah bu meselede büyük bir hikmet, Mısırlılara
rahmet ve ezelde takdir edilen bir kader bulunduğundan dolayı olayın akışını değiştirmiyordu.
Bu çocuk, esir alınmış bir köle hüviyetiyle Mısır'a girecek, sonra da Mısır'ın idaresini
ele alacaktı. Bu çocuk vesilesiyle Allah, Mısırlıları dünya ve ahirette tavsif edilemeyecek
derecede sınırsız faydalara kavuşturacaktı.
Yusuf un kardeşleri, kervanın gelip Yusufu kuyudan aldığını duyunca peşlerine düşüp onları
yakaladılar ve: "Bu bizim kaçak kölemizdir." dediler. Onu kervana az bir paha ile sattılar.
"Onu yanlarında alıkoymamak için ucuz bir fiyata, bir kaç dirheme sattılar." İbn Mesud, İbn
Abbas, Nevfel Bekalî, Süddî, Katade ve Atiyye el-Avfi'ye göre onu yirmi dirheme sattılar. O
parayı da ikişer dirhem olarak kendi aralannda paylaştılar. Mücahid'e göre yirmi iki
dirheme, Muhammed b. îshak'a göre ise kırk dirheme sattılar. Doğrusunu Allah bilir.
"Mısır'da onu satın alan kimse, karısına: "Ona güzel bak. Belki bize faydası olur veyahut da
onu evlat ediniriz." dedi.
Bu da Allah'ın Yusuf a bir lütfü, merhamet ve ihsanı idi. Çünkü onu satın alan. kimse, onu
kendi aile efradından biri yaparak ona dünya ve ahiretin hayrım vermek istemişti.
Anlatıldığına göre onu satın alan, Mısır'ın hazinelerini elinde bulunduran hazine bakanı idi.
İbn İshak'm naklettiğine göre onun adı İtfîr b. Ruhayb idi. O zaman Mısır'ın kıra-lı,Amalika
kabilesine mensup Reyyan b. Velid adındaki bir şahıstı. Evet.. Yusufu satın alan Mısır
azizinin karısının adı, Remayıl kızı Rail
idi. Diğerlerinin nakline göre adı Züleyha idi. Öyle görülüyor ki Züley-ha, onun lakabıdır.
Sa'lebî'nin İbn Hişam er-Rifaî'den naklettiğine göre adı, Yunus kızı Feka idi.[23]
Muhammed b. îshak'm, İbn Abbas'tan naklettiğine göre Yusuf u Mısır'a getirip orada satan
kişi, Malik b. Za'r b. Nuyet, b. Medyan b. İbrahim'dir. Doğrusunu Allah bilir.
İbn İshak, İbn Mesud'un şöyle dediğini nakletmiş tir: İnsanların en ferasetlisi üç kişidir:
Bunlardan biri, kârısına: 'Yusuf a iyi bak." diyen Mısır azizidir. Diğeri, Hz. Musa için
babasına :
"Babacığım! Onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi, bu güçlü ve güvenilir
adamdır." diyen, kızdır ki, o da Şuayb peygamberin kızıdır. (ei-Kasas, 26.) Bu üç ferasetli
kimsenin üçüncüsü de, kendi yerine Hz. Ömer'i halife olarak bırakan Hz. Ebu Bekir'dir.
Sonra denildi ki, Mısır azizi onu yirmi dinara satın aldı. Onu ağırlığınca misk, ağırlığınca
ipek ve ağırlığınca gümüşle satın aldığım söyleyenler de vardır. Doğrusunu Allah bilir.
"Biz işte Yusuf u böylece o yere yerleştirdik."
Yani Mısır azizi ile eşine onu takdir ettirdik; ona iyi davranıp itina gösterdiler. O'nu o yere
yerleştirdik ki, "Kendisine rüyaların yorumunu öğretelim. Allah, işinde hakimdir." Yani bir
işi yapmak istedi mi o işi, kulların anlayamayacağı bazı sebeplere bağlar." Ama insanların
çoğu bilmezler."
"Güç ve kuvvet çağına erince ona hikmet ve bilgi verdik. İyi davrananları böyle
mükafatlandırırız." Bu ayet gösteriyor ki, Yusuf (a.s.), güç ve kuvvet çağma ermeden bu
badirelerle karşılaşmıştır. Güç ve kuvvet çağı da, kırk yaş sınırıdır. O yaşlarda
peygamberlere, âlemlerin Rabbin-den vahiy gönderilir.
Kişinin güç ve kuvvet çağına hangi yaşlarda vardığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Malik,
Rabia, Zeyb b. Eşlem ve Sadî'ye göre kişi, bulûğa ermekle bu çağa da ermiş olur. Said b.
Cübeyr'e göre kişi on sekiz yaşma ayak basmakla; Dahhak'a göre yirmi yaşına ayak
basmakla; îkrime'ye göre yirmi beş yaşına ayak basmakla; Süddî'ye göre otuz yaşma ayak
basmakla; Mücahid ile Katade'ye göre otuz üç yaşına ayak basmakla; Hasen'e göre ise kırk
yaşına ayak basmakla güç ve kuvvet çağına da erer. Hasen'in bu görüşünü şu ayet de teyid
etmektedir:
"Sonunda güç ve kuvvet çağına erince ve kırk yaşma varınca.." (el-Ahkâf, 15.)
"Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı. Kapıları sıkı sıkı kapadı ve "Gelsene" dedi.
Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sağımrım, doğrusu, senin kocan benim efendimdir. Bana
iyi baktı. Haksızlık yapanlar, şüphesiz başarıya ulaşamazlar." dedi. Andolsun ki, kadın,
Yusuf a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi, Yusuf da onu isteyecekti. İşte
ondan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik. Doğrusu, o bizim öz kullarımızdandır. İkisi
de kapıya koştu. Kadın, arkadan Yusuf un gömleğini yırttı; kapının önünde kocasına
rastladılar. Kadın, kocasına: "Ailene 'fenalık etmek isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya
da can yakıcı bir azab olmalıdır." dedi. Yusuf: "Beni kendine o çağırdı." dedi. Kadın
tarafından bir şahid, "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiş, erkek
yalancılardandır; şayet gömleği arkadan yırtıl-mışsa kadın yalan söylemiştir, erkek
doğrulardandır." diye şahidlik etti.
Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karışma hitaben: "Doğrusu, bu sizin
tuzağımzdır. Siz kadınların tuzağı büyüktür" dedi. Yusuf a dönerek: 'Yusuf! Sen buna
aldırma"; kadına dönerek: "Sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun." dedi.»
(Yûsuf, 23-29.)
Cenab-ı Mevla, Mısır azizinin karısının - çok güzel ve zengin olmakla birlikte - kendisine
layık olmayan bir pozisyonda bulunan Yusuf u nasıl baştan çıkardığını; gençliğinin
baharında bulunan o yüksek merte-beli kadının kapıları kendisiyle Yusuf un üzerine nasıl
kilitlediğini, ona karşı nasıl hazırlanıp cilvelendiğini, en güzel ve en gösterişli giysilerini
giyip süslendiğini anlatıyor. Bütün bunların yanısıra o, bir vezir karısıydı. İbn İshak'm
dediğine göre o kadın aynı zamanda Mısır hükümdarı Kral Reyyan'm da kız kardeşiydi.
Evet.. O kadın bütün bu özellik ve niteliklere sahipti. Yusuf da göz alıcı güzelliğe sahip bir
gençti. Ancak o, peygamberler sülalesinden bir peygamberdi. Rabbi onu fuhuştan ve
kadınların tuzağından kurtarıp korudu. O, necip efendiler efendisi ve yedi seçkin gurubun en
üstünüdür. Bu yedi seçkin gurubun kimler olduğunu Hz. Peygamber şöyle bildirmiştir:
"Allah'ın (Arşının) gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı (kıyamet) gün (ün) de
Allah, yedi kimseyi gölgelendirecektir. (Bu yedi kişi şunlardır): Adil imam. Tenhada Allah'ı
anıp gözleri yaşaran. Gönlü . mescidlere takılı olan adam. (Bu kişi) mescidden çıktığında,
oraya tekrar dönünceye kadar (gönlü oraya takılı kalır.) Allah rızası için birbirini seven iki
adam. Bunlar Allah'ın rızasına uygun olarak bir araya gelir; yine onun rızasına uygun olarak
birbirlerinden ayrılırlar. Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek şekilde gizleyerek sadaka
veren adam. Allah'a ibadet ederek yetişen genç. Mevki ve güzellik sahibi bir kadının
kendine çağırması durumunda, "Ben Allah'tan korkarım." diyen adam."[24]
Yani o kadın, Yusuf u kendine çağırdı. Bu kötü işi yapmaya şiddetli bir tutkusu da vardı.
Fakat Yusuf: "Günah işlemekten Allah'a sığınırım. Doğrusu, senin kocan benim efendimdir,
bana iyi baktı. Haksızlık yapanlar, şüphesiz başarıya ulaşamazlar." dedi.
"Andolsun ki, kadın, Yusuf a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret görmeseydi, Yusuf da onu
isteyecekti." Bu sonuncu ayetin ifade ettiği manayla ilgili olarak, İbn Kesir tefsirinde yeteri
kadar açıklama yapmışızdır. Müfessirlerin bununla ilgili görüşlerinin çoğu Ehl-i Kitap kaynaklarından
alınmıştır. Bu görüşlere değinmemek bizim için daha uygun olacaktır.
İnanılması gereken şudur ki, Yusuf u Allah korumuş, günahtan uzak tutmuş, fuhşa karşı
muhafaza etmiştir. Bu nedenle şöyle buyurmuştur: "İşte ondan kötülüğü ve fenalığı böylece
engelledik. Doğrusu o, bizim öz kullarımızdan dır.»
«İkisi de kapıya koştu." Yusuf, ondan kaçıp kurtulmak için kapıya doğru koştu. Kadın da
onu yakalamak için peşinden koştu. "Kapının önünde kocasına rastladılar." Önce kadın söze
başlayarak kocasını Yusuf a karşı kışkırtmak istedi ve kocasına: "Ailene fenalık etmek
isteyen bir kimsenin cezası ya hapis, ya da can yakıcı bir azab olmalıdır." dedi. Kendisi
suçlu olduğu halde, Yusuf u suçladı. Namusunu temize çıkarmak ve lekeden arındırmak
istedi. Bunun üzerine Yusuf: "Beni kendine o çağırdı." dedi. Mecburiyet karşısında gerçeği
söyleme ihtiyacını duydu. "Kadın tarafından bir şahit, şahidlik etti." Anlatıldığına göre o şahit,
beşikteki bir çocukmuş. İbn Abbas ta bu görüştedir.[25]
Bazıları bu şahidin, kadının kocası Kıtfîr'in yakını olduğunu söylerken; bazıları da bu
şahidin, o kadımn yalanı olduğunu söylemişlerdir. O şahidin beşikteki bir çocuk değil de,
tam bir adam olduğunu söyleyenler İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Hasen, Katade,Süddî,
Muhammed b. İshak ve Zeyd b. Eşlem gibi zatlardır.
O şahit dedi ki: "Eğer gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiş, erkek
yalancılardandır." Çünkü bu takdirde Yusuf kadına saldırmış olacak, kadın da kendini
savunmuş ve Yusuf un gömleğim ön taraftan yırtmış olacaktır. "Şayet gömleği arkadan
yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir. Erkek doğrulardandır." Çünkü bu takdirde Yusuf ondan
kurtulmak için kaçmış; kadın da onu yakalamak için peşinden koşmuş, elbisesini tutup
gömleğini arkadan yırtınıştır.
Yapılan kontrol sonucunda, gömleğin arkadan yırtılmış olduğu görüldü.
"Kocası gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, karısına hitaben: "Doğrusu, bu sizin
tuzağınızdır. Siz kadınların düzeni büyüktür." Yani bu olup bitenler, hep sizin dümeninizin
eseridir. Onu baştan çıkarmaya çalışan sensin. Sonra da onu asılsız bir şeyle suçiuyorsun.
Kocası sözü değiştirerek: "Yusuf! Buna aldırma." dedi. Yani bu işten kimseye söz etme.
Çünkü bu tür işleri gizleyip örtbas etmek daha münasiptir. Karısına dönerek ona da, işlediği
bu günahtan ötürü Allah'tan mağfiret dileyip tevbe etmesini tavsiye etti. Kul Allah'a yönelip
tevbe ederse. Allah ta onun tevbesini kabul buyurur.
Mısırlılar her ne kadar putlara tapıyor duy salar da, günahları affedenin veya günahtan ötürü
insanı sorgulayanın, ortaksız ve bir Allah olduğunu biliyorlardı. İşte bu sebeple kocası o
kadına, tevbe etmesini tavsiye etti. Ve bazı bakımlardan onu kınadı. Çünkü kadın,
sabredilemeyecek ve dayanılıp karşı konulamayacak bir durumla yüz yüze gelmişti. Ancak
Yusuf, iffetli, ırzı temiz ve nezih bir insandı.
Kadının kocası dedi İd: "Günahının bağışlanmasını dile. Çünkü suçlusun."
«Şehirde bir takım kadınlar: "Vezirin karısı, kölesinin olmak istiyormuş. Sevgisi bağrını
yakmış. Doğrusu, onun besbelli sapıtmış olduğunu görüyoruz." dediler. Kadınların kendisini
yermesini işitince, onları davet etti; koltuklar hazırladı. Geldiklerinde her birine birer bıçak
verdi. Yusuf a1. "Yanlarına çık." dedi. Kad.in.lar Yusuf w görünce şaşırıp ellerini kestiler ve:
"Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil, ancak bir melektir." dediler. Vezirin karısı: "îşte
sözünü edip beni yerdiğiniz bu-dur. Andolsun ki onun olmak istedim. Fakat o,iffetinden
dolayı çekindi. Emrimi yine yapmazsa, andolsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayacak."
dedi. Yusuf: "Rabbim! Hapis benim için, bunların istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer
tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan onlara gönül verir ve cahillerden olurum." dedi. Rabbi
onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir.» (Yûsuf, 30-
34.)
Cenâb-ı Mevla, şehirdeki bir takım üst düzey yöneticilerinin ve önde gelenlerin
kadınlarının, vezirin karısını, kendi hizmetçisine aşık olmasını, bağrının onun sevgisiyle
yanıp tutuşmasını, onu kendisine çağırmasını ayıplamalarını anlatıyor. Evet o kadın, Yusuf
la aynı mertebede değildi. Aralarında denklik yoktu. Yusuf, bir köleydi. Şehirdeki bazı
kadınlar bu nedenle: "Doğrusu, onun besbelli sapıtmış olduğunu görüyoruz." dediler. Yani o,
bu işi yerinde yapmamıştır, dediler.
"Kadınların kendisini yermesini işitince.." Kendisini ayıplayıp tahkir ettiklerini, kölesine
aşık oluşu nedeniyle aleyhinde konuştuklarını, aslında kendisi bu işte mazur olmakla birlikte
yine de kendisi hakkında ileri geri konuştuklarını duyunca; bu mazeretini o kadınlara
açıldamak ve bu kölenin sandıkları gibi sıradan bir köle olmadığım, hele kendilerinin
kölelerine hiç benzemediğini anlatmak istedi. Onları davet edip evinde topladı. Şanlarına
yaraşır bir ziyafet hazırladı. Yiyecekler arasına, bıçakla kesilmesi gereken turunç ve benzeri
şeyler de kattı. Konuk kadınlardan her birinin eline birer de bıçak tutuşturdu.
Tabii ki Yusuf u da hazırlamış, en güzel elbiselerini giydirmişti.Ter-ü taze bir gençti. Bu
süslü haliyle kadınların yanma çıkmasını ona emretti. Yusuf, konuk kadınların huzuruna
çıktı. Dolunaydan daha parlak, bedr-i münir'den daha güzeldi.[26]
"Yusuf u görünce onu ululadılar." şaşırıp kaldılar. Ademoğulları içinde onun gibisinin
olamıyacağım düşündüler. Güzelliği karşısında hayretten donakaldılar; kendilerinden
geçtiler; ellerindeki bıçaklarla farkında olmaksızın ellerini kesip yaraladılar; yaranın acısını
da hissetmiyorlardı. 'AUah'ı tenzih ederiz ama bu insan değil, ancak güzel bir melektir."
dediler.
İsrâ hadisinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Yûsuf a uğradım. Bir de
gördüm ki ona güzelliğin yarısı verilmiş."
Süheylî ve diğer imamlar dediler ki: Bu hadiste geçen "güzelliğin yarısı" sözünden kasıt,
Hz. Adem'in güzelliğinin yarısıdır. Çünkü Adem'i, Cenâb-ı Allah kendi eliyle yaratmış, ona
kendi ruhundan üflemiştir. Bu nedenle Adem (a.s.), beşeri güzelliğin doruğuna ulaşmıştır.
İşte bunun içindir ki cennetlikler, Hz. Adem'in boyunda ve güzelliğinde olarak Cennet'e
gireceklerdir. Yusuf (a.s.)'da, Adem (a.s.)'in yarı güzelliğindeydi. İkisi arasında gelip geçmiş
insanlardan hiçbiri, ikisinden daha güzel olmuş değildir. Nitekim Havva'ya en çok benzeyen
kadın da, İbrahim peygamberin zevcesi Sâre'dir.
İbn Mesud'un anlattığına göre Yusuf un yüzü, şimşek gibi parlaktı. Bir iş için yanma bir
kadın geldiğinde, o, yüzünü örterdi. Rivayete göre, insanlar görmesinler diye çoğu zaman
yüzüne peçe takarmış. Bu nedenledir ki Yusuf peygamber huzurlarına çıktığı zaman konuk
kadınlar, ona aşık olmakta, vezirin karısını haklı bulmuşlardı. Onu karşılarında görünce
dehşete kapılmış, hayretten dona kalmış, kendilerinden geçmiş ve ellerindeki bıçakla kendi
ellerini kesip yaralamışlardı.[27]
"İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur." dedi. Sonra, iffetli ve nezih bir insan olduğunu
söyleyerek onu övdü. "Andolsun ki onun olmak istedim. Fakat o iffetinden dolayı çekindi.
Emrimi yine yapmazsa, andolsun ki hapse tıkılacak ve kahre uğrayacaktır." dedi.
Orada bulunan diğer kadınlar, hanımına itaat etmesi ve emrini dinlemesi için Yusuf a
tavsiyede bulundular. Ama o bunu şiddetle reddetti. Çünkü o, peygamberler sülalesinden bir
peygamberdi. Alemlerin Rab-bine dua ederek şöyle dedi: "Rabbim! Hapis benim için
bunların istediklerini yapmaktan daha iyidir. Eğer tuzaklarım benden uzaklaştırmazsan
onlara gönül verir ve cahillerden olurum."
Yani sen beni nefsimle başbaşa bırakırsan, zayıf olduğum için ben ona karşı koyamam.
Allah dilemedikçe ben kendi nefsime ne fayda ne de zarar verebilirim. Ben zayıfım.. Meğer
ki sen güçlü kılıp kuvvetlendiresin; kendi gücün ve kuvvetinle beni günahlara karşı koruyup
muhafaza edesin.
«Rabbi onun duasını kabul etti ve kadınların tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir.
Sonra, kadının ailesi, delilleri Yusuf un lehinde gördüğü halde, onu bir süre için hapsetmeyi
uygun buldu. Hapse, onunla beraber iki delikanlı daha girdi. Biri: "Rüyamda şaraplık üzüm
sıktığımı gördüm." dedi; diğeri: "Başımın üzerinde, kuşların yediği bir ekmek taşıdığımı
gördüm." dedi. "Bize bunun yorumunu .bildir. Seni iyilerden biri olarak görüyoruz." Yusuf:
"Rabbimin bana öğrettiği bilgi ile, daha yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu yorumlarım.
Doğrusu ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini bırakmışımdır. Atalarım
İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir ortak koşmak bize
yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lutfu-dur. Fakat insanların çoğu şükretmez."
dedi. "Ey mahpus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma Rabler mi daha iyidir, yoksa her
şeyden üstün tek Allah mı? Allah'ı bırakıp taptığınız, sizin ve babalarınızın adlandırdığı
putlardan başka birşey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiş tir.
Hüküm vermek ancak Allah'a aittir. Kendisinden başkasına değil, ona tapmanızı
emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ey mahpus arkadaşlarım!
Biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri asılacak ve kuşlar başından yiyecektir. Sorduğunuz,
işte böylece kesinleşmiştir." (Yûsuf, 34-4.)
Cenab-ı Mevla, vezir ile karısının, Yusuf un suçsuzluğunu anladıktan sonra dahi bir süre için
onu zindana atmayı uygun buldukları haberini veriyor. Zindana atmayı kararlaştırdılar ki;
halk hep bu meseleyi konuşmasın, bu işi az da olsa unutsun, kadının - zahiren de olsa -
durumu kurtarılsın, onu elde etmek isteyenin Yusuf olduğu ve bu sebepten ötürü onun
zindana atılmış olduğunu sansınlar. Ama hakikatte onu zulüm ve düşmanlık sonucu zindana
attılar. Bu, Allah'ın takdiri idi. Onu günahtan korumak için Allah tarafından alınmış bir
tedbirdi. Zindana atılmakla Yusuf, vezirin ailesinden uzaklaşmış, onlarla bir arada yaşamaktan
kurtulmuştu. İmam Şafii'nin naklettiğine göre sofilerin bazıları demişler ki: Günah
işleyecek bir şeyi bulmamak da, Allah'ın insanı günahtan koruması demektir. "Hapse,
onunla beraber iki delikanlı daha girdi." Rivayete göre bunlardan biri, kralın şarap
sunucusu, yani sakisi idi. Adı da Nebo'ydu. Diğeri de kralın yemeğini kendisine götüren
'ekmekçi başı" siydi. Türkler bu işi yapana çeşnıgîr derler. Denildiğine göre bunun adı da
Mücelles'di. Kral bazı işlerde bunları suçlu görüp zindana attırmıştı. Bunlar zindanda Yusuf
u gördüklerinde, onun simasını, davranışlarını, sözlerini, hareketlerini, Rabbine çokça ibadet
edişini, Allah'ın yaratıklarına iyi davranmasını beğenip takdir etmişlerdi.
Her biri, kendi durumuna uygun bir rüya görmüştü.
Müfessirlerin anlattıklarına göre bu iki delikanlı, rüyalarını aynı gecede görmüşlerdi. Saki,
rüyasında üzüm ağacından yapraklı ve sal-kımlı üç dal görmüştü. Üzümler iyice
olgunlaşmıştı. Bu üzümleri alıp kralın kâsesine sıkmış; içmesi için krala sunmuştu.
Ekmekçibaşı ise rüyasında, başının üzerinde üç sepet ekmek taşımakta olduğunu, aç kuşların
da gelip üstteki sepette bulunan ekmekleri yediklerini görmüştü...
Bu gördüklerini Yusuf a anlatmışlar, bunları kendilerine yorumlamasını istemişler ve: "Seni
iyilerden biri olarak görüyoruz." demişlerdi. Yusuf da, rüya yorumlamayı bildiğini ve bu işin
ehli olduğunu bildirdi: "Daha yiyeceğiniz yemek gelmeden size onu yorumlarım." dedi.
Bazıları bu ayetin şu anlamı ifade ettiğini söylemişlerdir: Gördüğünüz rüya gerçekleşmeden,
ben onu size yorumlarım. Ve yorumladığım gibi de gerçekleşir. Diğer bazılanysa mezkur
ayetin şu anlamı ifade ettiğini söylemişlerdir: Size gelecek olan yiyecek, ekşi ya da tatlı
olarak size gelmeden ben onu size bildiririm. Bu, tıpkı Hz. İsa'nın şöyle demesine benziyor:
'Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim." (Al-i İmran, 49.)
Hz. Yusuf, zindandaki arkadaşlarına şöyle demişti: Rüya yorumlamayı Allah bana
öğretmiştir. Çünkü ben ona iman etmiş, onu birlemi-şimdir. Şerefli atalarım; İbrahim, îshak
ve Yakub'un dinine uymuşum-dur. "Allah'a bir şeyi ortak koşmak bize yaraşmaz. (Bizi bu
yola iletmesi nedeniyle) bu, Allah'ın bize ve (kendilerine davette bulunup doğru yolu
göstermemizi, fıtratlarına yerleşmiş olan hakikat yolunu bildirmemizi bize emretmekle de)
insanlara olan bir lütfudur. Ama insanların çoğu şükretmezler."
Sonra Yusuf onları tevhid inancını kabullenmeye davet etti; Allah'tan başkalarına tapmayı
yermeye çağırdı. Putperestliğin Önemsiz bir iş olduğunu anlatmaya ve putları da tahkir
etmeye teşvik etti ve dedi ki: "Ey mahpus arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma Rabler
mi daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı? Allah'ı bırakıp taptığınız, sizin ve
babalarınızın adlandırdığı putlardan başka birşey değildir. Allah onların doğru olduğuna dair
bir delil indirmemiştir. Hüküm vermek, ancak Allah'a aittir." Yani yaratıkları üzerinde
tasarrufta bulunur, dilediği işi yapar, dilediği kimseyi doğru yola iİetir, dilediğini de sapıklıkta
bırakır. "Kendisinden başkalarına değil, (ortaksız olarak) sadece kendisine kulluk
etmenizi emretmiştir. Bu, dosdoğru dindir. Ama insanların çoğu bilmezler." Net ve açık
olmasına rağmen, insanların çoğu bu yolda yürümezler.
Yusuf un bu durumda onları tevhide davet edişi, son derece mükemmeldi. Çünkü onu tazim
ediyor ve ona karşı saygılı davranıyorlardı.
Söyleyeceklerini dinlemeye hazır vaziyetteydiler. Böyle bir durumda onları, kendisinden
sorup istediklerinden daha faydalı bir şeye davet etmesi münasib olmuştu. Sonra, kalkıp
görevim yapmış, kendisine gösterilen hidayet yolunu onlara da göstererek irşadda bulunmuş
ve şöyle demişti: "Ey mahpus arkadaşlarım! Biriniz efendisine şarap sunacak." Bunun saki
olduğunu söylediler. "Diğeri asılacak ve kuşlar başından yiyecektir." Bunun da ekmekçibaşı
olduğunu söylediler, "Sorduğunuz iş de böylece kesinleşmiştir." Yani rüyada gördükleriniz
mutlaka bu şekilde gerçekleşecektir.
Bu nedenle bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Rüya, tabir edilmediği sürece (onu gören) kişinin (başı) üzerinde (göçüp gitmeye hazır olan
bir) kuş gibidir. Ama tabir edildiğinde (mutlaka) gerçekleşir."
Ibn Mesud, Mücahid ve Abdurrâhmaiı b. Zeyd b. Eslem'in naklettiklerine göre o iki
delikanlı, rüyalarının bu şekilde tabir edilmesinden sonra : "Biz, rüya falan görmedik."
demişlerse de Yusuf (a.s.) onlara: "Sorduğunuz iş de böylece kesinleşmiştir." diye cevap
vermiştir.
«İkisinden, kurtulacağım sandığı kimseye Yusuf: "Efendinin yanında beni an." dedi. Ama
Şeytan, efendisine onu hatırlatmayı kendisine unutturdu ve Yusuf bu yüzden daha bir kaç yıl
hapiste kaldı.» (Yûsuf, 42.)
Cenab-ı Mevla, Yusuf un, o iki delikanlıdan, kurtulacağını sandığı sakiye: "Efendinin
yanında beni an." dediğini haber veriyor. Yani "Benim durumumu ve suçsuz olarak zindanda
bulunduğumu krala anlat." demişti. Bu da, insanın sebeplere sarılmasının caiz olduğunu
göstermektedir. Sebeplere tevessül etmek, âlemlerin Rabbi Allah'a tevekkül etme olgusuna
ters düşmez.
"Şeytan, efendisine onu hatırlatmayı kendisine unutturdu." Yani o iki delikanlıdan, kurtulan
biri olan sakiye, Yusufun tavsiye ettiği şeyi krala hatırlatmasını Şeytan unutturdu.
Mücahid, Muhammed b. îshak ve diğerleri, bunun doğru ve Ehl-i Kitap kaynaklarından
alman bir görüş olduğunu söylemişlerdir. Şeytanın o delikanlıya unutturması nedeniyle
Yusuf, "Daha bir kaç yıl zindanda kaldı." Bu ayet-i,kerimenin aslında bulunan ve "bir kaç"
diye tercüme ettiğimiz (Bidı1) kelimesi, üç ila dokuz sayıları arasını gösterir. Bazılarına
göre üç ila yedi sayılan arasını; diğer bazılarına göre ise üç ila beş sayıları arasını gösterir.
On rakamının altındaki sayıları gösterdiğini söyleyenler de olmuştur. Bu görüşleri Sa'lebî
nakletmiştir. Bidı' kelimesi, müzekkerlerin başında bulunduğu zaman kendisi müennes olur.
"Bir kaç erkek" gibi.
Bu kelime, müenneslerin başında bulunduğu zaman kendisi mü-zekker olur. "Bir kaç kadın"
gibi.
Nahiv âlimlerinden Ferra, bidı' kelimesinin on rakamının altındaki sayılar için
kullanılmasının uygun olmayacağını bildirerek, bu küçük sayılar için (Neyyif) kelimesinin
kullanılması gerektiğini söylemiştir Oysa ki Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyumîuyor:
"Zindanda daha bir kaç yıl kaldı."
Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor:
"Onlar (Rumlar) bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Bir kar (3-9) yil İçinde.." (er-Rûm,
3-4.)
Bu ayet, Ferra'nm görüşünü çürütmektedir.
Ferra dedi ki: Onu aşkın..., yirmiyi aşkın.... denilebilir. Bu, doksana kadar devam edebilir.
Ama yüzü aşkın..., bini aşkın... denilemez.
Cevheri, Ferra'ya muhalefet ederek dedi İd: (Onu aslan...) denilebilir. Ama (yirmiyi aşkın....)
ya da (doksanı aşkın...) denilemez.
Sahih hadiste Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:
"İman altmış küsur (bir kaç) şubedir."
Bu hadisin başka bir rivayetinde şu ifadelere rastlamaktayız: "İman, yetmiş şubedir. Bu
şubelerin en yükseği, 'Lâ ilahe illallah1 sözüdür. En alttaki ise, eza verici şeyleri yoldan
kenara atmaktır."
"Şeytan onu efendisine hatırlatmayı kendisine unutturdu." Bu ayetteki kelimesinin
sonundaki zamirin Yusuf a raci olduğunu söyleyen kimsenin sözü - her ne kadar İbn Abbas
ile İkrime de böyle de-mişlerse dahi - zayıftır. İbn Cerir'in bununla ilgili olarak rivayet etmiş
olduğu hadis, her balamdan zayıftır. Bunun rivayet senedinde İbrahim b. Yezid el-Huri el-
Mekkî yalnız kalmıştır ki, o da metruk bir kimsedir.[28] Hasen ile Katade'nin mürsel olarak
rivayet ettikleri hadis kabul edilemez. Hele böyle bir yerde hiç mi hiç kabul edilmez.
Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.
Şimdi de Yusuf peygamberin uzun süre zindanda kalış sebebini anlatırken İbn Hibbaıı'm,
"Sahih"inde rivayet etmiş olduğu hadise gelelim: Fadl b. Habbab el- Cumhî, Ebu
Hüreyre'den rivayet ederek Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Allah Yusuf
a rahmet etsin. "Efendinin yanında beni an" demiş olmasaydı, beklemiş olduğu (o uzun)
süre kadar zindanda kalmazdı. Allah Lut'a da rahmet etsin. Milletine: "Size yetecek bir
gücüm olsaydı ya da sağlam bir yere sığmsaydun" dediğinde (gerçekten) sağlam bir yere
(Allah'a) sığınıyordu. Allah ondan sonra hiçbir peygamber göndermedi ki kalabalık bir
millet içinde olmasın.»
«Kral: "Ben, yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da
kurumuş başak görüyorum. Ey erkan! Eğer rüya yormasını biliyorsanız rüyaniı söyleyiniz."
dedi. Etrafındakiler: "Bir takım karışık rüyalar; biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz."
dediler. Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yusuf u hatırladı ve: "Ben
size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin." dedi. Hapishaneye varıp: "Ey doğru sözlü
Yusuf! Rüyada görülen yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yemesi; yedi yeşil başak ve bir o
kadar kuru başak nedir? Bize yorumla; ben de insanlara ulaştırayım da bilsinler," dedi.
Yusuf: "Devamlı yedi sene ekin ekip, biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını başağında
bırakın. Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelir, bütün biriktirdiğinizi yer, yalnız az bir
miktar saklarsınız. Sonra halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman (meyva) sıkıp
(hayvan) sağarlar."
dedi.» (Yûsuf, 43-49.)
Bu da, Yusuf un zindandan itibarlı ve saygın bir konum da çıkışının sebeplerinden biri oldu.
Mısır kralı Reyyan b. Velid b. Nuh bu rüyayı görmüştü.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre kral, rüyasında kendini bir nehir kıyısında
görmüş.. Nehirden yedi semiz inek çıkarak oradaki bir merada otlamaya başlamışlar.. Daha
sonra aynı nehirden yedi zayıf inek daha çıkarak öncekilerle birlikte aynı yerde otlamaya
başlamışlar.. Bilahare bu zayıflar, semizlere saldırarak onları yemişler.. Bunu gören kral,
ürkerek uykudan uyanmış. Az sonra tekrar uykuya dalmış; bu defa da rüyasında tek sap
üzerinde yedi yeşil başak görmüş.. Öte tarafta da yedi kuru ve ince başak görünüvermiş.. Bu
başaklar, önceki yemyeşil başakları yemişler... Bunu gören kral, uykudan korkuyla uyanmış.
Kral bu rüyayı erkanına anlattığında, içlerinden hiç kimse bunu güzelce yorumlayamamış.
Aksine, "Bunlar karışık rüyalardır." demişlerdi. Geceleyin görmüş olduğun bu karışık
rüyaları yorumlaya-mayız. Belki de bunların yorumu yoktur. Bu alanda bizim ihtisasımız
yoktur. "Biz rüyaların yorumunu bilenler değiliz." demişlerdi. İşte bu esnada, zindandaki o
iki delikanlıdan kurtulmuş olup Yusuf tan, kendisini efendisinin yanında anma tavsiyesi
almış olan sala, Yusuf u hatırladı. Saki, Allah'ın takdir ve hikmetinin bir tecellisi olarak
Yusuf u o zamana kadar unutmuştu. Kralın rüya görmüş olup etrafındaki kimselerin de bu
rüyayı yorumlamaktan aciz kaldıklarını duyunca Yusuf u ve onun kendisini kralın yanında
anma tavsiyesini hatırladı. "O ikisinden, kurtulmuş olup, bir kaç yıl sonra hatırlayan (saki)
dedi ki: ...."
İbn Abbas, İkrime ve Dahhak'tan nakledildiği gibi bazı kıraat imamları yukarıdaki ayette
geçen "ümmetin" kelimesini "ümhin" şeklinde okumuşlar. Yani,"Unuttuktan sonra
hatırladı." manasım çıkarmışlardır. Mücahid ise "ümtin" şeklinde okumuştur ki, bu da
unutmak manasını ifade eder. Bu kelimeyi unutmak anlamında kullanan bir şair demiş ki:
Unuttum, daha önce ben hiçbir sözü unutmazdım.
Zaman böyledir işte; akılları terk ediyor. Sarayda şakilik yapan eski hükümlü, krala ve
milletine dedi ki: "Ben size o (rüya)nın yorumunu haber veririm. Hemen beni (zindana)
gönderin." Yani beni Yusuf a gönderin, dedi. Zindana gidip dedi ki: "Yusuf! Ey çok doğru
konuşan (insan)! Bize şu rüyayı çöz: Yedi semiz ineği yedi zayıf (inek) yiyor ve yedi yeşil,
yedi de kuru başak (neyi gösterir)? Umarım ki (rüyanın yorumunu öğrenir), dönüp insanlara
giderim, onlar da bilirler."
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre saray sakisi, Yusuf u krala hatırlattığında kral,
onu huzuruna çağırmış, gördüğü rüyayı ona anlatmış, o da rüyasını yorumlamıştı.
Fakat bu haber yanlıştır. Doğrusu, bu bilgisiz kişilerin savurdukları iftira ve hezeyanlar
değil, Cenâb-ı Allah'ın kutsal kitabı Kur'ân'da anlattıklarıdır.
Yusuf hiç duraksamadan, herhangi bir şart koşmadan ve derhal zindandan çıkarılma
talebinde bulunmadan, kendi bildiklerini ortaya koydu; sorularını cevapladı, kralın rüyasını
şöyle yorumladı: Yedi sene bolluk göreceksiniz; bunun ardından yedi kurak yıl gelecek,
"Sonra onun ardından bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara bol yağmur verilecek." O yılda bol
yağmur, zenginlik ve refah göreceklerdir." O yıl (bol bol mey-va) sıkacaklar (hayvan
sağacaklar dır.)" Üzüm, zeytin, susanı ve diğer şeyler sıkacaklardır...
Yusuf, kralın rüyasını yorumladı, onlara hayır rehberliği yaptı. Bolluk ve kıtlık
zamanlarında neler yapmaları gerekeceğini onlara anlattı. Bolluk devresi olan ilk yedi yılda,
yiyeceklerinden artacak olan buğdayları başaklarından çıkarmaksızın saklamalarını, kıtlık
devresi olan ikinci yedi yıldaysa tohumluk buğdayın bir kısmım da yiyerek tohumu
azaltmalarını onlara tavsiye etti. Oysaki tohumluk buğday, tarladan eve getirilmez. Ama bir
kısmını getirip yemek mecburiyetinde kalacaklarını önceden bildirmesi, onun bilgi, görgü
ve anlayışının mükemmelliğini ispatlamaktadır.
Hükümdar: "Onu bana getirin!" dedi. Yusuf a elçi gelince, "Efendine dön, kadınlar niçin
ellerini kesmişlerdi bir sor; doğrusu, Rabbim onların hilesini bilir." dedi. Hükümdar
kadınlara: "Yusuf un olmak istediğiniz zaman durumunuz neydi?" dedi. Kadınlar: "Haşa!
Onun bir fenalığını görmedik!" dediler. Vezirin karısı: "Şimdi gerçek ortaya çıktı; Onun olmak
isteyen bendim; doğrusu, Yusuf doğrulardandır." dedi. Yusuf, "Maksadım, vezire,
gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın başarıya erdirmediğini bilmesini
sağlamaktı." dedi. (Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti
olmadıkça, kötülüğü emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir."(Yûsuf,
50-53.)
Kral, Yusuf (a.s.)'un bilgisinin mükemmelliğini, aklının tamamlığı-m, doğru görüşlülüğünü
ve anlayışlılığını iyice öğrendikten sonra, has adamları arasına katmak için Yusuf un huzura
getirilmesini emretti.
Elçi, onu zindandan çıkarmak için yanma geldiğinde Yusuf, zalimce ve düşmanca bir
uygulama sonucunda zindana atılmış olduğunu, kendisine isnad edilen iftiralardan tamamen
uzak ve masum olduğunu herkesin açıkça anlaması için, zindandan hemen çıkmak istemedi.
Yanma gelen elçiye: "Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi? Bir sor; doğrusu,
Rabbim onların hilesini bilir." dedi.»
Bu sözlerin şu anlama geldiğini söyleyenler de olmuştur: Efendim Azız, bana isnad edilen
suçlardan uzak ve masum olduğumu bilir. Krala uğra da ellerim kesen o kadınlara sorsun:
Onlar benim nefsimden kam almak istedikleri., doğru ve uygun olmayan işi yapmaya beni
teşvik ettikleri zaman ben, onların bu gayr-ı meşru isteklerine karşı nasıl direnmişim? Bunu
onlara sorsun.
O kadınlar sorguya çekildiklerinde, kendi yaptıklarım ve Yusuf un övgüye layık bir davranış
sergilediğini itiraf ettiler. Dediler ki: "Haşa, Allah için (doğru söylemek lazım), biz ondan
hiç bir kötülük görmedik!" Tam o esnada «Kadınlar: "Haşa! Onun bir fenalığım görmedik."
dediler. Vezirin karısı: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Onun olmak isteyen bendim; doğrusu,
Yusuf doğrulardandır." dedi.» Suçsuz olup beni baştan çıkarmak istemediği; bühtan, iftira,
zalimce ve düşmanca uygulama sonucunda zindana atıldığına dair söyledikleri doğrudur.
«Yusuf, "Maksadım, vezire, gıyabında ihanet etmediğimi, hainlerin tuzaklarını Allah'ın
başarıya erdirmediğini bilmesini sağlamaktı." dedi.»
Bazılarıysa bu sözün tamamen Züleyha'ya ait olduğunu söylemişlerdir. Yani demek istemişti
ki: Ben bu itirafta bulundum ki kocam, aslında kendisine hainlik etmediğimi, Yusuf tan kam
almak istedimse de sonuçta fuhuş işlemediğimi anlasın.
Son devir müfessirleriyle diğer bazı ulemadan oluşan bir çok gruplar bu görüşü teyid
etmişlerdir. Ancak İbn Cerir et-Taberî ile İbn Ebi Hatîm, birinciden yani mezkur sözün
Yusuf (a.s.)'a ait olduğunu söyleyenlerin görüşünden başka bir görüş nakletmiş değildirler.
«Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü
emreder. Doğrusu, Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.»
Bu sözlerin Yusuf a ait olduğunu söyleyenlerin yanısıra, Züleyha'yjj ait olduğunu
söyleyenler de vardır. Önceki ayet için geçerli olan tafsilaj bu ayet için de geçerlidir. Ama
tamamen Züleyha'ya ait olduğunu söylt yenlerin görüşü, daha uygun ve daha kuvvetlidir.
Doğruyu en iyi bile Allah'tır.
«Hükümdar: "Onu bana getirin, yanıma alayım." dedi. Onunla konuşunca: "Bugün senin
yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir â&~ rumun vardır." dedi. Yusuf: "Beni
memleketin hazineleri me’mur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini bilirim." dedi.
Yusuf u böylece o memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilirdi. Rahmetimizi tıpkı bu
misalde olduğu gibi istediğimize veririz; iyi davrananların ecrini zayi etmeyiz. Ama ahiret
ecri, inananlar ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir.» (Yûsuf, 54-57.)
Kral, Yusuf (a.s.)'un ırzı temiz ve kendisine isnad edilen suçlardan uzak olduğunu anlayınca,
«Onu bana getirin, yanıma alayım, dedi." dedi. Yani onu has adamlarım arasına katıp devlet
erkanı zümresine sokacak, ayan ve yakın adamlarımdan biri kılacağım, dedi. Yusuf la konuşup
onun durumunu anlayınca, "Bugün senin yanımızda önemli bir yerin ve güvenilir bir
durumun vardır." dedi.
Yusuf: "Beni memleketin hazinelerine memur et, çünkü ben korumasını ve yönetmesini
bilirim" dedi.» Kraldan, kendisine azık ambarlarının koruma ve idaresini vermesini istedi.
Çünkü yedi bolluk yılından sonra o gıda depolarında bir aksama meydana geleceğini
biliyordu. Bunu bildiğinden dolayı gelecekteki kritik günlerde gerekli ihtiyat tedbirlerini
almak ve Allah'ı memnun edecek tarzda halka karşı merhametli davranmak için bu görevi
istedi. Kendisine teslim edilecek şeyleri koruma hususunda güçlü ve muktedir, aynı
zamanda gıda ambarları için lazım gelen bilgileri bilen, eşyayı muhafaza etmesini beceren
bir insan olduğunu da krala bildirdi. Yusuf un böyle yapmasında, kendisini güvenilir ve
yeterli bulan kimseler için, idari görev talebinde bulunulabüece-ğine dair bir delil vardır.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Firavun (o zamanki Mısır kralı) Yusuf u
gerçekten ağırlamış, onu tüm Mısır halkı üzerinde yetkili kılmış, mührünü ona vermiş, ipek
kaftan giydirmiş, başına altın taç takmış, onu ikinci bineğine bindirmiştir. Huzurunda, "Ey
kralımız, efendimiz! Sen ve sultanımız Yusuf]" diye çağırılır olmuştur. Kral, ona: "Şahsen
ben senden daha.büyük değilim. Sadece kürsüm seninkinden biraz daha büyüktür." dermiş.
Anlatıldığına göre Yusuf, o zamanlar otuz yaşındaymış. Kral, kendisini soylu bir kadınla
evlendirmiş. Sa'lebî'nin anlattığına göre kral, veziri Kıtfır'i görevden azledip yerine Yusuf u
tayin etmiştir.
Denilir ki, kral Ölünce, Kıtfîr'in karısı Züleyha, Yusuf la evlenmiştir. Yusuf gerdeğe girince,
onun bakire olduğunu görmüş. Çünkü Züley-ha'nın kocası, kadınlara yaklaşma zmış. Yusuf
la Züleyha'mn evliliğinden; biri Efrayim, diğeri Mensa olmak üzere ilâ erkek çocuk
doğmuş. Artık bundan sonra Mısır'ın yönetimi tamamıyla Yusuf un eline geçmiş. Onları
adaletle idare etmiş.. Kadın erkek bütün halk tarafından sevildiği, otuz üç yaşında Mısır'a
sultan olduğu rivayet edilir. Önceleri kral kendisine yetmiş dille hitapta bulunmuş; Yusuf da,
kendisine hangi dille hitab ediliyorsa, cevabını da o dille vermiştir. Böylesine genç birinin
yetmiş dili bilmesi, kralın hoşuna gitmiş ve Yusuf u takdir etmiştir. Doğruyu Allah bilir.
«Yusuf u böylece o memlekete yerleştirdik; istediği yerde oturabilirdi.»
Yani zindandan ve sıkıntıdan sonra, Mısır diyarında, dilediği yerde konaklama yetkisine
sahib oldu. Her nereye konaklarsa saygı, ikram ve tazimle karşılanır; imrenilecek
muameleler görürdü. «Rahmetimizi tıpkı bu misalde olduğu gibi istediğimize veririz. İyi
davrananların ecrini zayi etmeyiz.»
Yani bütün bu saydıklarımız, ahirette kendisi için hazırlanan bol hayır ve güzel mükafata ek
olarak mü'min kula Allah'ın bahşettiği sevap ve mükafatıdır. "Ama ahiret ecri, inananlar ve
Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için daha iyidir."
Rivayete göre vezir Kıtfir ölünce kral, onun karısı Züleyha'yı Yusuf la evlendirmiş, ayrıca
ondan boşalan vezirlik makamına da Yusuf u tayin etmiş, böylece o gerçek bir vezir, yani
başvezir olmuştur.
Muhammed b. İshak'm naklettiğine bakılırsa Mısır kralı Velid b. Reyyan, Yusuf (a.s.)
yasıtasıyla gerçek dini kabul etmişti. Doğruyu Allah bilir. Şairin biri demiş ki: "Korku dar
boğazının ardından güvenliğin, genişliği gelir. İlk başta sevinç nedeni olan şey, sonsuz bir
üzüntü nedeni olabilir. Ümitsiz olma; zira Allah, zindandan kurtardıktan sonra, Yusuf u
hazinelerin başına sahib kılıvermişti."
«Yusuf un kardeşleri gelip yanma girdiler, kendisini tanımadıkları halde o onları tanıdı.
Onların yüklerini hazırlatınca şöyle dedi: "Baba bir kardeşinizi de bana getirin. Siz Ölçüyü
bol tuttuğumu ve benim misafir konuklayanlann en iyisi olduğumu görmüyor musunuz?
Eğer onu bana getirmezseniz bundan böyle benden bir ölçek bile alamazsınız ve bana artık
yaklaşmayın da. Kardeşleri: "Babasını ikna etmeye çalışacağız ve her halde bunu yaparız."
dediler. Yusuf adamlarına: "Karşılık olarak getirdiklerini de yüklerine koyun. Belki
ailelerine varınca onu anlarlar da bir daha dönerler." dedi.» (Yûsuf, 58-62)
Cenâb-ı Allah, yiyecek bulmak amacıyla Yusuf un kardeşlerinin Mısır diyarına gelişlerim
anlatıyor. Bu gelişleri, kıtlık senelerinin herkesi ve her ülkeyi etkileyicinden sonra olmuştur.
O zamanlar Yusuf, Mısır'ın hem dünyevî hem de dinî lideriydi. Makamına girdiklerinde
kendisini tanımadıkları halde o, onları tanıyordu. Çünkü Yusuf un bunca maceradan sonra
bu kadar yükselip mevki ve itibar sahibi olacağı, onların hatırlarından geçmezdi.*îşte bu
nedenle kendisi onları tanıdığı halde onlar kendisini tanımıyorlardı.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre kardeşleri makama girdiklerinde Yusuf a secde
etmişler, Yusuf onları tanımış, ama onlar tarafından tanınmak istememişti. Onları
azarlayarak: "Siz casussunuz. Beldelerimizin en iyisini elimizden almak için buraya
geldiniz." demiş. Onlar da şöyle karşılık vererek kendilerini savunmuşlardı: "Böyle bir işi
yapmaktan Allah'a sığınırız. Milletimizin basma gelen kıtlık, açlık ve bitkinlik felaketi
dolayısıyla, kavmimiz için azık almaya geldik. Biz Kenan ilinden gelmiş olup aynı babanın
oğullarıyız. Oniki erkek kardeştik. Birimiz gidip kayboldu. En küçük kardeşimiz de
babamızın yanında kaldı..."Yusuf: "Sizin durumunuzu mutlaka öğrenmem gerek." dedi. Ehli
Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yusuf, onları üç gün hapsettikten sonra çıkardı.
Babalarının yanında kalan en küçük kardeşlerini gidip getirmeleri için, Şem'un adlı
kardeşini yanında alıkoydu.
Bu rivayetlerin bazısında ihtilaf vardır.
'Yusuf onların yüklerini hazırlatınca........" yani kendi âdetince herkese bir deve yükü kadar
azık verince, dedi ki; "...Baba bir kardeşinizi bana getirin". Yusuf, onlardan, durumlarını ve
kaç kardeş olduklarını sormuştu. Onlar da on iki kardeş olduklarını, bir kardeşlerinin gidip
kayıplara karıştığını, onun öz kardeşinin de halen babalarının yanında durduğunu
anlatmışlardı. Yusuf, "Önümüzdeki yıl azık almaya geldiğinizde, onu da yanınıza alarak
bana getirin." dedi. "...Sizlere ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misafir konukl ayanların en
iyisi olduğumu görmüyor musunuz?" Sizi güzelce ağırlayıp ikramda bulundum. Bir sonraki
yıl azık almaya gelecekleri zaman, küçük kardeşlerini de beraberlerinde getirmeleri için
onları teşvik etti. Getirmeyecek olurlarsa, peşinen onları tehdid ederek şöyle dedi: "Eğer onu
bana getirmezseniz, bundan böyle benden bir ölçek bile alamazsınız ve bana artık
yaklaşmayın." Yani size azıkfalan vermem. Bu defa sizi ağırlayışımm tersine, o zaman size
hiç ikramda bulunmam ve sizi hiç ağırlamam, dedi. Öz kardeşine duyduğu Özlemi
dindirmek için onu yanına getirmeleri maksadıyla, yerine göre onları teşvik etti, yerine göre
de tehdid etti. «Kardeşleri: "Babasını ikna etmeye çalışacağız." dediler. Onu beraberimizde
getirip seninle görüştürmek için mümkün olan her çareye başvuracak ve bütün gücümüzü
sarfedeceğiz. «.. .Ve herhalde bunu yaparız." yani bu arzunu gerçekleştirmeye gücümüz kafi
gelecektir, dediler.
Sonra Yusuf, uşaklarına, kardeşlerinin getirmiş oldukları sermayelerini, onlar farkında
olmadan yine yüklerinin içine koyup gizlemelerini emretti. «Yusuf adamlarına: "Karşılık
olarak getirdiklerini de yüklerine koyun, belki ailelerine varınca onu anlarlar da bir daha
dönerler." dedi.». Bazıları dediler ki: Yusuf, onların memleketlerine döndükleri zaman
sermayelerini yüklerinin içinde bulduklarında, onu geri vermek için tekrar yanına gelmeleri
maksadıyla sermayelerini yüklerinin içine koydurttu. Diğer bazıları: 'Yusuf, bir sonraki yıl,
azık almak için sermaye temin edememelerinden dolayı yanına gelemiyeçeklerinden endişe
duyduğu için, sermayelerini yüklerinin içine koydurttu." dediler. Verdiği azık karşılığında
onlardan bedel almayı hoş karşılamadığı için sermayelerini yüklerinin içine koydurttuğunu
söyleyenler de vardır. Yusuf un kardeşlerinin sermayelerinin ne olduğu hususunda
müfessirler farklı beyanlarda bulunmuşlardır. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre
sermayeleri, gümüş'dolu kutularla benzeri şeyleden ibaret-miş. Doğrusunu Allah bilir.
«Babalarına döndüklerinde, "Ey Babamız! Bize yiyecek yasak edildi, kardeşimizi bizimle
beraber gönder de yiyecek alalım. Onu elbette koruruz." dediler. "Daha önce kardeşini size
emanet ettiğim gibi onu da, size emanet eder miyim? Ama Allah en iyi koruyandır, o,
merhametlilerin en merhametlisidir." dedi. Yüklerini açınca karşılık olarak götürdükleri
malların kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler. "Ey babamız! Daha ne isteriz; işte
mallanınız da bize iade edilmiş; ailemize onunla yine yiyecek getirir, kardeşimizi de korur
ve bir deve yükü de arttırmış oluruz. Esasen bu az bir şeydir." dediler. Babaları: "Hepiniz
helak olmadıkça onu bana getireceğinize dair Allah'a karşı sağlam bir söz vermezseniz,
sizinle göndermeyeceğim." dedi. Söz verdiklerinde: "Sözümüze Allah vekildir!" dedi.
Babaları: "Oğullarım! Tek bir kapıdan değil ayrı ayn kapılardan girin. Ama Allah katında
size bir faydam olmaz, hüküm ancak Allah'ındır, O'na güvendim, güvenenler de O'na
güvensinler." dedi. Babalarının emrettiği gibi girdiler. Esasen bu, Allah katında onlara bir
fayda sağlamazdı, ancak Ya'kub, içindeki bir arzuyu ortaya koymuş oldu. O, şüphesiz
kendisine öğrettiğimizi bilir, fakat insanların ÇOğu bilmezler.(Yûsuf, 63-68.)
Cenâb-ı Allah, onların babalarına döndükten sonraki durumlarını anlatarak şöyle
konuştuklarını naklediyor: «"Ey babamız! Jttzden yiyecek yasak edildi...". Eğer kardeşimizi
bizimle beraber göndermezsen, önümüzdeki yıl bize azık verilmeyecektir. Ama bizimle
beraber gönde-rirsen, azığımızı verirler, dediler. 'Yüklerini açtıklarında karşılık olarak
götürdükleri mallarının kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler. "Ey Babamız! Daha ne
isteriz, mallarımız da bize iade edilmiş; ailemize onunla yine yiyecek getirir, kardeşimizi de
korur ve bir deve yükü de artırmış oluruz. Esasen bu az birşeydir." dediler.» Cenâb-ı Allah,
Ya-kub'un diğer oğlunun da Mısır'a gitmesi karşılığında alınacak olan bir deve yükü azığın
"az bir ölçek" olduğunu bildirdi. Yakub, oğlu Bünya-min'e çok tutkundu. Çünkü ondan
Yusuf un kokusunu almakta ve öylece teselli bulmaktaydı. Onu görmekle Yusuf u görmüş
gibi oluyordu. Bu nedenle dedi İd: «Babaları: "Hepiniz helali olmadıkça onu bana geri getireceğinize
dair Allah'a karşı sağlam bir söz vermezseniz, sizinle göndermeyeceğim." dedi.
Söz verdiklerinde "Sözünüze Allah vekildir." dedi.»
Sağlam sözler ve ahidler verdiler. Yakub, oğlunun geri getirilmesi için gerekli tebdiri de
aldı. Ama tebbir, kaderin gelişini önleyemezdi. Kendisinin ve milletinin yiyeceğe ihtiyacı
olmasaydı, Yakub, kıymetli oğlu Bünyamin'i Mısır'a göndermezdi. Ama kaderin de hükmü
vardır. Cenâb-ı Allah dilediğim takdir eder, dilediğini seçer, dilediği hükmü verir. Çünkü O,
her işini yerli yerince yapan ve her şeyi bilendir.
Yakub, oğullarına, Mısır'a aynı kapıdan girmemelerini, ayrı ayrı kapılardan girmelerim
tavsiye etti. Denildiğine göre, onlara nazar değmesin diye böyle bir tavsiyede bulunmuştur.
Çünkü oğullan güzel görünümlü ve alımlı idiler. Yusuf tan haber alır veya onun izine
rastlarlar umuduyla onlara böyle bir tavsiyede bulunduğunu söyleyenler de vardır. Fafcat
birinci gerekçe, daha kuvvetlidir. Bu nedenle Yakub, oğullarına demişti ki: «Babaları:
"Oğullarım! Tek bir kapıdan değil ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah katında size bir
faydanı olmaz, hüküm ancak Allah'ındır, O'na güvendim, güvenenler de O'na güvensinler"
dedi.»
Cenâb-ı Allah buyuruyor İd: «Babalarının emrettiği gibi girdiler. Esasen bu, Allah katında
onlara bir fayda sağlamazdı, ancak Ya'kub, içindeki bir arzuyu ortaya koymuş oldu. O,
şüphesiz kendisine öğrettiğimizi bilir, fakat insanların çoğu bilmezler.»
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yakub, oğulları ile Mısır azizine hediye olarak
fıstık, badem, bal ve butum göndermişti. Aziz, önceki sermayeleri olan dirhemleri almış,
diğer hediyeleri almamıştı.
«Yusuf un yanma girdiklerinde, kardeşini (Bünyamin'i) bağrına bastı ve: "Ben senin
kardeşinim, onların yaptıklarına artık üzülme!" dedi. Yusuf onların yüklerini yükletirken su
kabım kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra bir münadî şöyle bağırdı: "Ey kervancılar, siz
hırsızsınız!" Geri dönerek, "Ne kaybettiniz?" dediler. "Hükümdarın su kabım kaybettik, onu
getirene bir deve yükü mükafat verilecek, buna ben kefil oluyorum." dediler. Hz. Yusuf un
kardeşleri: "Allah'a yemin ederiz ki memleketi ifsad etmeğe gelmediğimizi ve hırsız da
olmadığımızı biliyorsunuz." dediler. "Yalancı iseniz hırsızlığın cezası nedir?" dediler.
"Cezası, kimin yükünde bulunursa, ceza olarak ona elkonulur; biz zalimlei'i böyle
cezalandırırız!" dediler. Yusuf, kardeşinin yükünden önce onla-rmkini aramaya başladı;
sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı, işte biz Yusuf a böyle bir plan kullanmasını
vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah
dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur."
Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Yusuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı.
İçinden, "Durumunuz pek kötüdür; anlattığınızı Allah daha iyi bilir." dedi. Kardeşleri: "Ey
Vezir! Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu,
biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz." dediler. "Maazallah! Biz, malımızı
kimde bulmuşsak ancak onu akkoruz, yoksa haksızlık etmiş oluruz!" dedi. (Yûsuf, 69-79.)
Cenâb-ı Allah, Yusuf un kardeşlerinin, kardeşleri Bünyamin ile beraber öz kardeşleri Yusuf
un yanma girişlerim, onun Bünyamin'i yanına alışını, ona kendi öz kardeşi olduğunu gizlice
bildirdiğini, bunu onlara açıklamamasını tenbihleyip kendisine yapmış oldukları kötülükten
Ötürü onu teselli ettiğim haber veriyor.
Bundan sonra Yusuf, öz kardeşi Bünyamin'i onlardan alıp kendi yanında tutmanın çaresini
araştırdı. Uşaklarına, kendi tasım farkında olmadıkları bir anda Bünyamin'in yüküne
koymalarını emretti. Yola çıkacakları sıra, bir ünleyici onlara, kralın tasım çaldıklarını
bildirdi. Geri verdikleri takdirde, kendilerine mükafat olarak bir deve yükü azık verileceğini
va'detti. Bu mükafatın verileceğini garantileyip tekeffül etti.
Kendilerini hırsızlıkla suçlayan ünleyiciye dönüp geldiler; kendilerine karşı sarfettiği sözden
ötürü onu kınayıp ayıpladılar: «"Allah'a yemin ederiz ki memleketi ifsad etmeye
gelmediğimizi ve hırsız da olmadığımızı biliyorsunuz." dediler.» Bize isnad ettiğiniz
hırsızlıkla ilgimiz olmadığını bildiğiniz halde bizi, tas çalmakla suçluyorsunuz!
(Yusuf un adamları); "Peki, dediler. Yalancı iseniz hırsızlığın cezası nedir?"
"Cezası, kimin yükünde bulunursa ceza olarak ona el konur; biz zalimleri böyle
cezalandırırız!" dediler.
Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı; sonra kardeşinin
yükünden su kabını çıkardı." ki onlara karşı kurduğu tuzak tam kıvamını bulsun. Ve onu
itham etmesinler. «...İşte biz Yusuf a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü
hükümdarın kanunlarına göre kardeşim alıkoyamazdı..." Eğer onlar, "Cezası, kimin yükünde
bulunursa, ceza olarak ona el konulur." diyerek itirafta bulun-masalardı, Mısır kanunlarına
göre Bünyamin'i yanında alıkoyamazdı. «...Meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelere
yükseltiriz...». "Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur."
Yusuf, kardeşlerinin hepsinden daha bilgiliydi. Onlara göre görüşü daha mükemmel, azmi
daha güçlü ve aldı daha kamil idi.
Allah kendisine emrettiği için, onlara karşı böyle bir çareye başvurdu. Çünkü bu çareye
başvurmasının sonucunda; babasının ve kavminin yanma gelmeleri gibi büyük bir maslahat
elde edilecekti.
Kardeşleri, kralın tasının, Bünyamin'in yükünden çıktığını gördüklerinde, " Çalmışsa, daha
önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Rivayete göre Yusuf, çocukluğunda babaannesinin putunu
çalıp parçalamış.
Bir başka rivayete göre ise halası kendisini çok sevip yanında alıkoyup beslemek ve
büyütmek istediğinden, îshak'm kemerini, elbiselerinin altından Yusuf un beline sarmış. Yaşı
küçük olduğundan, halasının bu düzeni kurduğunun farkında bile olmamış. Arama
sonucunda kemeri Yusuf un üzerinde, elbiseleri arasında saldı bulmuşlar.
Başka bir rivayette anlatıldığına göre Yusuf, küçüklüğünde evden yemek çalar, götürüp
yoksullara yedirirmiş.
Kardeşlerinin kendisini hırsızlıkla suçlamalarının başka nedenleri olduğunu bildiren
rivayetler de vardır.
Kardeşleri:" Çalmışsa, daha önce kardeşi de çalmıştı." dediler. Yusuf bunu içinde sakladı.
Onlara açmadı. İçinden, "Durumunuz pek kötüdür, anlattığınızı Allah daha iyi bilir." dedi.»
Yumuşak huylu, âlicenap ve bağışlayıcı bir insan olduğundan dolayı, açıkça değil de gizlice
onlara karşı bu sözleri söyledi.
Onlar da merhamet dilenmek amacıyla Yusuf un makamına gelip şöyle dediler: "Ey vezir!
Onun yaşlanmış, kocamış bir babası vardır. Bizden birini onun yerine al. Doğrusu, biz senin
iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz." dediler.» Yusuf: "Ma'azallah! Biz malımızı kimde
bul-muşsak ancak onu akkoruz, yoksa haksızlık etmiş oluruz!" dedi.
Yani suçluyu bırakıp suçsuzu yakaladığımız takdirde, haksızlık edenlerden oluruz. Böyle bir
şey yapmayız, yapılmasına da göz yummayız! Yalnız, kabımızı yükünde bulduğumuz
kimseyi burada alıkoyarız.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre o esnada Yusuf kendini onlara tanıtıcı ip uçları
veriyordu. Bünyamin'i kendi yanında alıkoyacağından dolayı endişelenmiş oldukları için bu
ip uçlarım pek iyi anlayamamışlardı.
"Ümidsizliğe düşünce, konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri şöyle dedi:"
Babanızın Allah'a karşı sizden bir söz aldığım, daha önce Yusuf meselesinde de ileri
gittiğinizi bilmiyor musunuz? Artık babam bana izin verene veya Allah hakkımda hüküm
verene kadar -ki o hükmedenlerin en iyisidir- bu yerden ayrılmayacağım. Siz dönün, babanıza
gidin ve deyin ki: "Ey Babamız! Senin oğlun hırsızlık yaptı, bu bildiğimizden başka
birşey görmedik; görülmeyeni de bilmeyiz; bulunduğumuz kasabanın halkına ve
beraberinde olduğumuz kervana da sorabilirsin; biz şüphesiz doğru söylüyoruz." Yakub:
"Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi, artık bana güzelce sabır gerekir; belki Allah, hepsini
birden bana getirecektir, çünkü o, bilendir, Hakimdir." dedi. Onlara sırt çevirdi, "Vah Yusuf
a yazık oldu!" dedi ve üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde saklıyordu.
"Allah'a yemin ederiz ki, Yusuf u anıp durman, seni bitkin düşürecek veya helak olacaksın."
dediler. Yakub: "Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah katından, sizin
bilmediklerinizi bilirim." dedi. (Yûsuf, 80-86.)
"Ey oğullarım! Gidin, Yusuf u ve kardeşini arayın. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin;
doğrusu, kafirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidim kesmez!" (Yûsuf, 87.)
Cenâb-ı Allah, Yusuf un kardeşlerinin, Bünyamin'i almaktan ümit kestikleri andaki
durumlarını haber veriyor: Kendi aralarında bu meseleyi konuşmak üzere bir kenara
celâldiler. Büyük kardeşleri Robil dedi ki: «"...Babanızın Allah'a karşı sizden bir söz
aldığını, daha önce Yusuf meselesinde de ileri gittiğinizi bilmiyor musunuz?..."» Hepiniz
kuşatılıp engellenmedikçe kardeşiniz Bünyamin'i babanıza götüreceğinize dair, Allah adına
kuvvetli bir söz verdiniz. Ama şimdi bu sözünüze muhalefet ettiniz. Daha önce,
Bünyamin'in kardeşi Yusuf hakkında da taksirli davrandınız. Artık bende, babamın karşısına
çıkacak yüz kalmadı. Yanma dönmek üzere, «Artık babam bana izin verene veya Allah
hakkımda hüküm verene...» yani kardeşimi babama geri götürmeye beni muktedir kılmcaya
«kadar -ki o, hükmedenlerin en iyisidir- bu yerden ayrılmayacağım. Siz dönün, babanıza
gidin ve deyin ki: "Ey Babamız! Senin oğlun hırsızlık yaptı...»"
Zahiren gördüklerinizi ona anlatın. "Biz, ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Tasın,
Bünyamin'in yükünden çıktığım gördük. Ötesini bilmiyoruz.) Biz, gizliyi bilenler değiliz.
(İnanmazsan) içinde bulunduğumuz şehre ve beraber geldiğimiz kervana sor." Yani sana
anlattığımız, kardeşimizi hırsızlık suçundan dolayı,tutukladıkları haberi, Mısır'da herkesin
duyduğu, içinde bulunduğumuz ve şu anda burada bulunan kervanın dahi bildiği meşhur bir
haberdir. «Bu bildiğimizden başka birşey görmedik; görülmeyeni de bilmeyiz;
bulunduğumuz kasabanın halkına ve beraberinde olduğumuz kervana da sorabilirsin...»
«.. ."Biz şüphesiz doğru söylüyoruz." Yakub: "Sizi nefsiniz bir iş yapmağa sürükledi, artık
bana güzelce sabır gerekir."...» Yani hakikat, sizin anlattığınız gibi değildir. Bünyamin
hırsızlık etmiş değildir. Çünkü onun ahlak ve karakteri, bunu yapmasına izin vermez.
İbn îshak ve diğerleri dediler ki: Yusuf a yaptıkları kötülükten sonra Bünyamin hakkında
ihmalkâr davrandıkları için Yakub.ağzma geleni onlara söyledi. Bu nedenledir ki
geçmişlerden,bazıları şöyle demişlerdir: İşlenen bir kötülüğün cezası, ondan sonra gelen bir
kötülük olur.
Bundan sonra Yakub dedi ki:«,, ."Belki Allah hepsim birden bana getirecektir ,çünkü O,
bilendir, Hakimdir."...» dedi. " Yani benim durumumu ve sevdiklerimden ayrı düştüğümü
bilendir. Takdirini ve yaptığı işleri hikmetle yapandır. O, sonsuz hikmetin ve kesin delilin
sahibidir. Böyle dedikten sonra: "Onlara sırt çevirdi, "Vah, Yusuf a yazık oldu!" dedi.
Bu yeni üzüntüsü, ona eski üzüntüsünü hatırlattı. Yüreğindeki durgun ve gizli kederi
harekete geçirdi.
Nitekim şair demiş ki:
"Gönlünü, dilediğin aşk mahallesine taşı, Ama aşk ve sevgi, hep ilk sevgilinin olur."
Bir başka şair de şöyle demiş:
"Mezarların yanında gözlerimden yaşlar boşandı.
Ve ağladığım için arkadaşım beni ayıpladı.
Taşlı ve topraklı kumlar arasına yerleşmiş,
Her mezarı gördükçe ağlar mısın? deyip kınadı.
Ona dedim: Hüzünlerin yenisi, eskilerini canlandırdı.
İlişme bana, bence Malik'in İd gibidir mezarların tamamı."
Yakub peygamber çok ağladığından, üzüntüden gözlerine ak düştü. Artık acısını içinde
saklıyordu. Kederinden, hüznünden Yusuf a olan özlem acısını içinde saklıyordu. Oğulları
onun çekmekte olduğu ayrılık acısını ve elemim görünce, kendisine olan merhamet ve
tutkunluklarından dolayı dediler İd: «Allah'a yemin ederiz ki, Yusuf u anıp durman seni
bitldn düşürecek veya helak olacaksın.» Onu devamlı surette hasretle ana ana, bedenini
zayıflatarak hastalanacak ve gözünü kaybedeceksin! Kendine biraz acı! Yakub: «Ben üzüntü
ve tasamı yalnız Allah'a açarım. Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim.» Oğullarına
diyordu ki: Hâlimden ne size, ne de hiç bir kimseye şikayet edecek değilim. Ben hâlimi
sadece, onur ve üstünlük sahibi Allah'a şikayet ediyorum ve biliyorum ki, içinde
bulunduğum sıkıntıdan kurtulmak için bana bir çıkış yolu açacak ve beni genişliğe kavuş tur
acak tır. Yusuf un rüyasının mutlaka gerçekleşeceğini, sizin ve benim - o rüya gereğince -
ona secde etmemiz gerektiğini de biliyorum.
Sonra Yusuf u, kardeşini ve ikisinin ne halde olduklarını araştırmaları için onlara teşvikte
bulunarak şöyle dedi: «Ey Oğullarım! Gidin, Yusuf u ve kardeşini arayın. Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin, doğrusu, kafirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümidini
kesmez.» Yani darlıktan sonra genişliğe kavuşacağınız hususunda umutsuzluğa kapılmayın.
Zira Allah'ın rahmetinden, sıkıntıdan sonra genişlik vereceğinden, zorluklar anında kullarına
takdir edeceği ferahlıklardan, ancak kafir kavim ümidini keser.
«Kardeşleri vezirin yanma vardıklarında: "Ey Vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz darlığa
uğradık; pek değersiz bir malla geldik; ölçeği bize tam yap ve sadaka ver; Allah sadaka
verenleri şüphesiz mükafatlandırır." dediler. "Siz Yusuf ve kardeşine bilmeden neler
yaptığınızın farkında mısınız? dedi. 'Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. "Ben Yusuf um, bu
da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu; doğrusu, kim kötülükten sakmır ve sabrederse
bilsin ki Allah iyi davrananların ecrini kafiyen zayi etmez/' dedi.» "Allah'a yemin ederiz ki,
Allah seni bizden üstün tutmuştur; doğrusu, biz suç işlemiştik." dediler. Yusuf: "Bugün
azarlanacak değilsiniz, Allah sizi bağışlar. O, merhametlilerin merhametlisidir, bu
gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün, görmeğe başlar; bütün çoluk çocuğunuzla bana
gelin." dedi.» (Yûsuf, 88-93.)
Cenab-ı Mevla, kardeşlerinin tekrar Yusuf a dönüşlerini, onun huzuruna çıkışlarını,
yanındaki azığı arzulayıp isteyişlerini, kardeşleri Bünyamin'i kendilerine lütfedip vermesini
dileyişlerini haber veriyor. «Kardeşleri vezirin yanına vardıklarında: "Ey Vezir! Biz ve çoluk
çocuğumuz darlığa uğradık...» Kıtlığa maruz kaldık. Nüfusumuz kalabalık-laştı.
Topraklarımız da kuraklık yüzünden ürün vermez oldu. «...Pek değersiz bir malla geldik...»
Sermayemiz azdır. Böyle bir sermayeyi kimseler kabul etmez. Meğer ki bizi bağişlayasm,
azımızı çoğa sayasın...
Sermayeleri kalitesiz dirhemlermiş. Ya da çok az miktarda imiş. Sermayelerinin badem,
butum ve benzeri şeylerden ibaret olduğunu söyleyenler de vardır. İbn Abbas (r.a.)'m
dediğine göre sermayeleri eski haral ve halatlardan ibaretmiş. Kardeşleri, yalvarışlarına
devamla şöyle demişlerdi: «.. .Ölçeği bize tam yap ve sadaka ver; Allah sadaka verenleri
şüphesiz mükafatlandırır." dediler.»
Süddî'nin dediğine göre bu ayet şöyle manalandırılır: Allah doğru söyleyenleri
mükafatlandırır.
îbn Cüreyc'in dediğine göre ise bu ayet şöyle manalandırılır: Kardeşimiz Bünyamin'i bize
geri vermekle tasaddukta bulunanları Allah mükafatlandırır. Süfyan b. Uyeyne dedi ki:
Peygamberimiz Muham-med (s.a.v.)'e sadaka vermek, bu ayetle haram kılınmıştır.
Yusuf, kardeşlerinin perişan hallerini görünce ve getirdikleri değersiz maldan başka bir
şeylerinin kalmadığını anlayınca, şefkatle üzerlerine eğildi; Rabbinin emirlerim onlara
söyledi. Kendi şerefli alnında ve onların bilmekte oldukları mutantan halinde onlar için
hasret çekti: «Siz, Yusuf ve kardeşine bilmeden neler yaptığınızın farkında mısınız?" dedi.»
Büyük bir şaşkınlık geçirdiler. Defalarca yanma gelip gittikleri halde onu tanıyamamışlardı.
«'Yoksa sen Yusuf musun?" dediler. "Ben Yusuf um, bu da kardeşim..."» Kendisine,
elinizden gelen her türlü kötülüğü yaptığınız Yusuf, işte benim., dedi. "Bu da kardeşim."
demekle, önceki sözünü te'kid etmiş; her ikisi için kalplerinde gizledikleri çekeme-mezliğe
ve kurmakta oldukları tuzağa dikkatlerini çekmişti. «...Allah bize iyilikte bulundu...» O,
iyilik ve atıfeti ile bize ihsanda bulundu. Bizi himaye etti. Onurumuzu kurtardı; çünkü daha
önce Rabbimize taatte bulunmuş, bize yaptığınız zulme karşı sahııiı olmuş, babamıza da
iyilik yapıp itaatkar davranmıştık. O da bizi fazlasıyla sevmiş ve bize şefkat göstermişti.
«...Doğrusu kim kötülükten sakınır ve sabrederse bilsin ki Allah iyi davrananların ecrini
kafiyen zayi etmez." dedi. "Allah'a yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün tutmuştur;
doğrusu biz suç işlemiştik." dediler.» İşte şimdi senin huzurundayız.
«...Yusuf: Bu gün azarlanacak değilsiniz...» dedi. Daha önce yaptığınız kötülüklerden ötürü
artık sizi kınayacak değilim. «...Allah sizi bağışlar. O, merhametlilerin merhametlisidir...»
Bu ayet-i kerimeyi yukarıda manalandınrken kelimesi üzerinde durak işareti bulunuşunu
esas aldik ve «...Bu gün azarlanacak değilsiniz...» şeklinde manalandırdık. Ama durak
işaretini kelimesi üzerinde kabul ederek; "Sizi
kınama yok; bugün Allah sizi bağışlar." şeklinde manalandıranların görüşü zayıftır. Birinci
manalandırma doğrudur.
Sonra Yusuf, kardeşlerine, gömleğini (tenine temas eden iç gömleğini) alıp babalarına
götürmelerini ve gözlerinin üzerine bırakmalarını emretti. Böyle yaptıkları takdirde,
babalarının ağaran gözlerinin, Allah'ın izniyle yeniden göreceğim onlara bildirdi. Bu da
harikulade bir durum olup, Yusuf un peygamberliğinin en güçlü delili ve en büyük mucizesiydi.
Daha sonra da onlara, çoluk çocuklarının tamamını alarak hayır, bereket ve huzur
diyarı olan Mısır'a topluca gelmelerini emretti. Ayrılıktan ve dağınıklıktan sonra aileyi, en
mükemmel ve en güzel bir şekilde derleyip toparladı, hepsini bir araya getirdi.
«Kervan, memleketlerine dönmek üzere ayrıldığında, babaları: "Doğrusu, ben, Yusuf un
kokusunu duyuyorum; ne olur, bana bunak demeyin." dedi. Çevresindekiler: "Allah'a yemin
ederiz ki sen, hâlâ eski şaşkınhğındasm." dediler.
Müjdeci gelip, gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine
Yakub: "Ben size , Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?" dedi.
Oğulları: "Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz."
dediler. Yakub: "Rabbimden bağışlanmanızı dileyeceğim; O, şüphesiz bağışlar ve merhamet
eder" dedi.» (Yûsuf, 94-98.)
Abdürrezzak, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: "Kervan dönmek üzere
ayrıldığında..." Yusuf un gömleğini getiren kervan Mısır'dan ayrılıp yola koyulunca oradan
bir rüzgar eserek Yusuf un gömleğinin kokusunu Yakub'a ulaştırdı. Yakub dedi ki:
«...Doğrusu ben, Yusuf un kokusunu duyuyorum...» Yusuf un kokusunu üç günlük bir
mesafeden duyuyordu. Hasan Basrîile İbn Cüreyc el-Mekkî'nin anlattıklarına göre, Yakub
ile Yusuf un arasında seksen fersahlık bir mesafe vardı ve seksen yıl süreyle birbirlerinden
ayrı kalmışlardı.
Yakub, Yusuf un kokusunu duyduğunu söylediğinde, çevresinde bulunanlar, ağır sözler
sarfederek kendisine şöyle demişlerdi: «...Allah'a yemin ederiz ki sen, hâlâ eski
şaşkmlığındasın!..." dediler.»
"Müjdeci gelip gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı...» Gözleri açılıp
yeniden görmeye başlayınca da oğullarına:
«...Ben size Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum, dememiş miydim?" dedi.» Yani
Yusuf la olan ayrılığıma son vererek bizi buluşturacağını, gözümü onunla aydınlatacağını,
ondaki güzelliği ve hoşuma giden yönlerini bana göstereceğini size söylememiş miydim?
dedi. Böyle der demez de oğulları: "Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler
hiç şüphesiz suçluyuz." demeye başladılar. İşledikleri günahtan, ona ve oğlu Yusuf a
yaptıkları kötülükten, yapmaya niyetlendikleri fenalıklardan ötürü bağışlanmaları için,
Allah'tan kendileri için mağfiret dilemesini istediler. O kötü işi yapmadan önce, ileride bu
günahlarından ötürü tövbe etmeye niyetlendikleri için, Cenâb-ı Allah onları, Yakub'un
gözlerinin açılması esnasında tevbe etmeye muvaffak eyledi. Babaları, kendileri için
mağfiret talebinde bulunmaya söz verdi ve dedi ki: «...Rabbimden bağışlanmanızı
dileyeceğim; O, şüphesiz bağışlar ve merhamet eder...»
İbn Mesud, İbrahim et-Teymin, Amr b. Kays, İbn Cüreyc ve diğerleri dediler ki: Yakub,
oğullarını tevbe için seher vaktine kadar bekletti.
îbn Cerir, Muharib b. Dessar'm şöyle dediğini rivayet etti: Hz. Ömer, mescide geldiğinde bir
adamın şöyle dediğini işitti: "Allahım! Beni çağırdın, ben de çağrına icabet ettim.. Bana
emir verdin. Emrine uydum.. İşte şimdi de seher vaktidir. Beni bağışla." Hz. Ömer, duyduğu
bu sese kulak verdi; baktı ki ses, Abdullah b. Mesudun evinden geliyor. Abdullah'a, bu
şekilde dua edişinin nedenini sordu. O da dedi ki: Hz. Yakub, tevbe için oğullarını, "Sizin
için Rabbime istiğfar edeceğim." diyerek seher vaktine kadar bekletmiştir. Ayrıca Cenâb-ı
Allah da: "Seherlerde istiğfar edenleri (Allah görmektedir.)" diyerek müjdelemektedir.(Al-i
Imrân, 17.)
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Rabbimiz her gece dünya semasına inerek: "Tevbe eden yok mudur ki tevbesini kabul
edeyim? Dilekte bulunan yok mudur ki ona (dilediğini) vereyim? Bağışlanma dileyen yok
mudur ki onu bağışlayayım?"
Bir hadiste anlatıldığına göre "Yakub, (istiğfar için) oğullarını cuma gecesine kadar
bekletmiştir."
İbn Cerir, İbn Abbas'tan rivayet ederek dedi ki: «..."Sizin için Rabbime istiğfar
edeceğim"...» ayetiyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v.) şöyle demiştir. "Cuma gecesine kadar,
"Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim." sözü, kardeşim Yakub'un oğullarına söylediği
sözdür."[29]
Yusuf un yanına geldiklerinde o, anasını babasmı'bağrma bastı "Allah'ın dileğince, güven
içinde Mısır'a yerleşin!" dedi. Ana babasını tahtın üzerine oturttu, hepsi onun önünde
(Allah'a secde edip) eğildiler. O zaman Yusuf: "Babacığım, dedi. İşte bu, vaktiyle gördüğüm
rüyanın çıkışıdır; Rabbim onu gerçekleş tirdi. Şeytan, benimle kardeşlerim arasını
bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran, sizi de çölden getiren Rabbim, bana pek çok iyilikte
bulundu. Doğrusu, Rabbim dilediğine lütuikardır, O, şüphesiz bilendir, Hakimdir." dedi.
"Rabbim! Bana hükümranlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin
yaradanı! Dünya ve ahirette işlerimi yoluna koyan sensin; benim canımı Müslüman olarak
al ve beni iyilere kat." (Yûsuf, 99-101.)
Burada, birbirini sevenlerin, uzun bir ayrılıktan sonra bir araya gelip buluşmaları anlatılıyor.
Denildiğine göre Yusuf la Yakub, seksen yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır. Seksen
üç yıl süreyle ayrı kaldıklarını söyleyenler de olmuştur. Bu iki süre, Hasen'den rivayet edilmiştir.
Katade'nin dediğine göre otuzbeş yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır.
Muhammed b. İshak'm anlattığına göre onsekiz yıl süreyle birbirlerinden ayrı kalmışlardır.
Ehl-i Kitap, Yusuf la babasının kırk yıl süreyle birbirlerinden ayrı kaldıkları görüşündedirler.
Bu kıssanın zahirî ifadeleri, Yusuf la babasının birbirlerinden ayrı kalış sürelerini yaklaşık
olarak belirlemektedir. Şöyle ki: O kadın kendisinden murad almak istediği zaman Yusuf
onyedi yaşındaydı. Tabii ki Yusuf ona uymamıştı. Dolayısıyla bir kaç yıl da zindanda kaldı.
îkrime ve diğerlerine göre yedi yıl zindanda kaldı. Sonra zindandan çıkarıldı ve yedi yıl
süreyle Mısır'da bolluk görüldü. Bundan sonra halk, yedi yıl süren bir kıtlıkla karşılaştı.
Kıtlığın ilk senesinde azık almak için sadece kardeşleri yanma geldiler. İkinci sene azık
almaya geldiklerinde, kardeşi Bünyamin'i de beraberlerinde getirdiler. Üçüncü sene
geldiklerinde kendini onlara tanıttı ve tüm aile bireylerini yanlarına alarak Mısır'a
gelmelerini onlara emretti. Bunun üzerine hepsi toplanıp Mısır'a gittiler. «...Yusuf un yanına
geldiklerinde, o, anasını babasını bağrına bastı...» Kardeşlerinden ayrı olarak özel surette
ona-babasıyla bir araya gelip görüştü. «..."Allah'ın dileğince, güven içinde Mısır'a yerleşin."
dedi. Denildiğine göre Yusuf un bu ifadelerinde takdim - tehir vardır. Takdiri de şöyledir:
Yusuf: Mısır'a girin, dedi. Sonra da ana-babasını kendine çekip kucakladı. îbn Cerir, burada
takdim-tehir bulunduğu görüşünü, zayıf görmektedir ki, o mazurdur.
Bir diğer rivayete göre Yusuf, onları şehir dışında, çadırların bulunduğu yerde karşılamış;
Mısır'a yaklaştıklarında, onlara: "Allah'ın dilediğince, güven içinde Mısır'da yerleşin."...»
demişti.
Süddî, böyle demiştir. Böyle bir takdirde bulunmaya gerek yoktur; Mısır'a girin," sözünde
Mısır'a yerleşin ve Allah'ın dileğiyle orada ikamet edin." manası saklı olur denilirse, bu da
güzel ve yerinde bir takdir olur. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yakub, Caşir
(Belbis) mevkiine vardığında, Yusuf onu karşılamaya çıktı. Gelişini müjdelemesi için
Yakub, oğlu Yahuza'yı Yusuf a göndermişti. Yine Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına
göre Mısır kralı, Caşir mevkiini Yakub ile oğullarına; orada davarlarıyla beraber kalıp
ikamet etmeleri ve yaşamaları için mülk olarak verdi.
Bir grup müfessirin anlattıklarına göre, Allah'ın peygamberi Ya-kub'un (İsrail'in) gelmesi
yakın olunca, Yusuf onu karşılamaya çıkmak istedi ve çıktı. Yusuf a bir jest ve Yakub
peygambere olan hürmetlerinden dolayı kral ve askerleri de atlara binip Yusuf la beraber
karşılamaya çıktılar. Yakub da krala dua etti. Onların gelişlerinin uğur ve bereketi
dolayısıyla, kıtlığın geri kalan süresi dolmadan, Cenâb-ı Allah kıtlığa son verdi. Doğrusunu
Allah bilir.
İbn Mesud'un dediğine göre Yakub'la birlikte Mısır'a giden oğul ve torunları toplam olarak
altmış üç kişiydi. Abdullah b. Şeddad'm dediğine göre ise seksen üç kişiydiler. Mesruk'tan
gelen rivayete göre, 390 kişi olarak Mısır'a girmişlerdir.
Anlatıldığına göre bunların sayısı zamanla o kadar çoğalmış ki, Musa peygamberle birlikte
Mısır'dan çıktıklarında 600.000'den fazla savaşçıları varmış. Ehl-i Kitap kaynaklarında
anlatıldığına göre Mısır'a yetmiş kişi olarak girmişlerdir. O kaynaklarda adları da
belirtilmiştir. Yusuf, «Ana-babasını tahtın üstüne oturttu...» Anasının o zamandan önce
ölmüş olduğu söylenmiştir. Bu görüş Tevrat âlimlerince de benimsenmiştir. Bazı
müfessirlerin görüşüne göre Cenâb-ı Allah, o zaman Yusuf un anasını diriltmiştir.
Başkaları da demişler ki: O zaman babasıyla birlikte tahtın üstüne çıkardığı kadın, Yusuf un
anası değil de teyzesiydi. Teyze de ana gibidir. İbn Cerir et-Taberî ve diğerleri dediler ki:
Kur'ân-ı Kerîm'in zahir ifadeleri, Yusuf un anasının o güne dek hayatta kalmış olduğunu
gerekli kılmaktadır. Ehl-i Kitabın buna muhalif beyan ve nakilleri, nazarı itibara
alınmamalıdır. Kuvvetli olan görüş budur. Doğrusunu Allah bilir.
Yusuf, ana-babasını tahtın üstüne çıkardı. Yanında oturttu. «...Hepsi onun önünde (Allah'a
secde edip) eğildiler.» dedi. Saygı ve ikram için ana-babası ve onbir kardeşi, onun
huzurunda secdeye kapandılar. İnsana secde etmek, onların dinlerinde meşru idi. Diğer
şeriatlarda da bu hüküm vardı. Nihayet bu, bizim dinimizde yasaklanmıştır.[30]
«...O zaman Yusuf: "Babacığım! İşte bu, vaktiyle gördüğüm rüyanın çıkışıdır."...» dedi.
Daha önce görüp de sana anlattığım rüyanın yorumu işte budur. Hani rüyamda güneşle ayın
ve onbir yıldızın secde eder olduklarını görmüştüm. Sana anlattığımda, bu rüyamı
gizlememi bana emretmiş ve bana bazı vaadlerde bulunmuştun. «..'.Rabbim onu
gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni hapisten çıkaran.
..» Keder ve sıkıntıdan sonra, Mısır diyarının her tarafında beni, sözü geçen bir hakim laldı.
«.. .Sizi çölden getiren Rabbim bana pek çok iyilikte bulundu...» Beni zindandan çıkardı.
Bana yaptıkları zulümden sonra, Rabbim beni Mısır'a sultan kıldı.[31] «...Doğrusu, Rabbim
dilediğine lütufkardır...» Yani bir işin yapılmasını istediği zaman onun sebeplerini hazırlar.
Kullan farkında olmadan, bir çok yönden o işi kolaylaştırır. Kendi ince sanatı ve yüce
kudretiyle onu, rahatlıkla yapılabilecek bir iş haline getirir. «...O, şüphesiz bilendir...» Bütün
işleri bilir. Yaratma, takdir ve yasamasında da her işi yerli yerince yapan bir «...Hakimdir...»
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Yusuf, kendi eli altında bulunan azık ve gıda
mallarını Mısırlılara sattı. Karşılığında da onların altın, gümüş, ev eşyası ve emlakleri gibi
tüm mal varlıklarım aldı. Sonunda canlarını bile satın alarak hepsini köle haline getirdi.
Sonra çalışıp elde edecekleri ürünün beşte birini krala vermeleri karşılığında tarlalarını
serbest bıraktı ve kendilerine özgürlüklerini bağışladı. Bu uygulama, o günden sonra
Mısırlılar için bir kanun haline geldi.
Sa'lebî'nin anlattığına göre kıtlık senelerinde Hz. Yusuf, - Mısır hazinelerini elinin altında
tutmasına rağmen - karnını doyurmazmış.. Aç kimseleri unutamazmış. Öğle vaktinde olmak
üzere, günde sadece bir öğün yemek yermiş. Onun böyle yaptığını öğrenen sonraki krallar
da bu âdete uymuşlardır. Mü'nıinlerin emîri Hattab oğlu Ömer de, bolluk ve bereket yılları
gelinceye kadar, kıtlık yıllarında karnını hiç doyurmazmış. Şafiî'nin naklettiği bir rivayete
göre Arablardan biri, kıtlık senesi geçtikten sonra Hz. Ömer'e şöyle demiş: "Sıkıntın gitti.
Doğrusu sen, yüksek karakterli hür bir kadının oğlusun."
Nihayet Yusuf, üzerindeki ilahî nimetin tamamlandığım, perişan halinin düzeldiğini, bu
dünyanın kimseye hep aym surette baki kalmayacağım, dünyadaki her şeyin ve herkesin
vadesi dolduğunda yok olacağını, tamamlıktan sonra mutlaka noksanlığın geleceğini
anladıktan sonra Rabbine gereği gibi övgüde bulundu. O'nun lütuf, ihsan ve iyiliğinin
büyüklüğünü itiraf etti. Kendisinden dilekte bulunanların en hayırlısı ve en iyisi olan
Allah'tan, kendisini vefat ettireceği zaman müslü-man olarak vefat ettirmesini ve iyi
kullarının arasına katmasını diledi. (D
Nitekim dua esnasında da şöyle denilir: "Allahım! Bizi Müslüman olarak yaşat. - vefat
ettireceğin zaman- bizi Müslüman olarak vefat ettir."
Hz. Yusuf un, ölüm döşeğindeyken böyle bir dilekte bulunmuş olması muhtemeldir. Nitekim
Hz. Peygamber de ölüm döşeğindeyken ruhunun Refık-i A'lâ'ya, nebi ve mürseller gibi iyi
arkadaşların yanma yüceltilmesini dileyerek üç defa, "Allahım! Refık-i A'lâya..." demiş ve
sonra da ruhunu teslim etmişti.
Hz. Yusuf un sıhhat ve afiyetteyken ölüm temennisinde, bulunmuş olması da muhtemeldir.
Çünkü onların şeriatlarına göre, ölme temennisinde bulunmak caizmiş. Nitekim İbn
Abbas-'m da şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Yusuf tan önce hiçbir peygamber, ölüm
temennisinde bulunmamıştır."
Ama fı.tne hali dışında Ölüm temennisinde bulunmak, İslâmiyet'te yasaklanmıştır. Nitekim
Alımed b. Hanbel'in rivayet ettiği Muaz'm hadisinde şöyle bir duadan söz edilmektedir:
"(Ey Rabbim!) Bir kavmi fitneye düşürmek istediğin zaman, bizi fitneye düşürmeden
canımızı al!."
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Ademoğlu! Ölüm senin için fitneden daha
iyidir!"
Hz. Meryem de şöyle demiştir:
"Keşke ben bundan önce ölmüş olsaydım da, unutulup gitseydim."» dedi. (Meryem, 23.)
Dedikodular ayyuka çıkıp, savaş şiddetlendiği, fitne büyüdüğü ve olaylar da korkunç
boyutlara ulaştığı zaman Hz. Ali de ölümünü istemiştir. Zor durumlarla karşılaştığı ve
muhaliflerinden korkunç saldırılar gördüğü zaman, Sahih adlı hadis kitabının sahibi Buharı
de ölüm temennisinde bulunmuştur.
Rahatlık ve kedersizlik durumlarında ölüm temennisinde bulunmaya gelince, Enes b.
Malik'in rivayet ettiği, Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste, peygamber
(s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri, kendisine isabet eden (hastalık ve benzeri) bir sıkıntı nedeniyle ölüm
temennisinde bulunmasın. İyi biri ise, sıkıntısı belki daha da artar, günahkar biri ise belki
kınanır. (Ölümünü istemesin) Ama şöyle desin: Allahım! Yaşamak benim için daha iyi ise,
beni yaşat.. Ölüm benim için daha iyi ise, beni öldür."
Allah'ın peygamberi Yusuf un ölüm temennisinde bulunduğu bir gerçektir.. Yani can
çekişirken ya da üzerindeki ilahî nimetin tamamlandığını gördüğü zaman bu dilekte
bulunmuştur.
İbn İshak, Ehl-i Kitap kaynaklarında bu konuda şu bilgilerin bulunduğunu söylemiştir:
Yakub, Mısır diyarında Yusuf un yanında on yedi sene ikamet etti. Sonra da vefat etti. Yusuf
a, kendisini babası İshak ile dedesi İbrahim'in yanma defnetmesini vasiyet etti.
Süddî'nin anlattığına göre Yusuf, babasının cesedini mumyalayıp Şam taraflarına götürdü;
babası îshak ile dedesi İbrahim'in yanına defnetti. Allah'ın selamı üzerlerine olsun.
Ehl-i kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Hz. Yakub, 130 yaşındayken Mısır'a gitmiş;
orada Yusuf un yanında onyedi sene yaşamış... Bu kaynaklarda böyle denildiği halde
Yakub'un topîain ömrünün 140 sene olduğunu söylemektedirler ki, bu da Ehl-i Kitab'ın ya
kendilerinin, ya da kitaplarının bir yanlışıdır. Ya da 140 sayısının üzerindeki küsuratı,
âdetleri icabı düşürmüşlerdir. Fakat böylesine önemli bir konuda nasıl olur da küsuratı
düşürürler? Yüce Allah kutsal kitabında şöyle buyurmaktadır: «Yoksa Yakub can verirken
sizler yanında mı idiniz? O, oğullarına: "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" diye
sormuştu. Onlar da: "Senin Tanrı'na ve ataların İbrahim, İsmail, İshalim Tanrı'sı olan tek
Tanrı'ya kulluk edeceğiz, bizler O'na teslim olmuşuzdur." demişlerdi.» (el-Bakara,133.)
Yakub, oğullarına ihlası tavsiye etmişti. Ihlas, İslâm'ın en yüce prensiplerinden biridir.
Cenâb-ı Allah da, peygamberlerin tümünü İslâmı prensipleri tatbik etmeleri için
göndermiştir. Ehl-i Kitap kaynakları bunu reddetmekte ve şöyle bir ifade kullanmaktadırlar:
Yakub, her oğluna ayrı ayrı vasiyette bulundu. İleride nelerle karşılaşacaklarını onlara
bildirdi. Yahuza'ya da, kendi soyundan doğacak ve milletlerce itaat edilecek büyük bir
peygamberin - ki o da Meryem oğlu İsa'dır - geleceğini müjdeledi. Doğrusunu Allah bilir.
Rivayete göre Yakub vefat ettiğinde Mısırlılar, yetmiş gün onun üzerine ağladılar. Yusuf
tabiplere emir verdi. Yakub'a koku sürdüler. Cesedi, kırk gün kokular içinde kaldı. Sonra
Yusuf, babasının cesedini Kudüs tarafina götürüp dedesinin yanma defnetmek için Mısır
kralın-dan izin istedi. Kral izin verdi. Kendisiyle birlikte Mısır'ın önde gelen büyükleri de
yola çıktılar. Habron denen yere vardıklarında Yakub'u, İbrahim peygamberin Afron b. Sahr
el- Haysf den satın aldığı ve kendisinin de gömülü bulunduğu mağaraya defnettiler. Yedi
gün süreyle Yusuf a taziyette bulundular. Sonra Mısır'a döndüler. Kardeşleri de Yusuf a
taziyetlerini sundular, boyun büküp merhamet dilendiler. Yusuf da onlara ikramda bulundu.
Kendileri için rahatlayacakları bir yer temin etti. İmkanlar tanıdı. Onlar da Mısır'da ikamet
ettiler.
Nihayet vadesi dolup ölüm döşeğine yattığında Yusuf, kardeşlerine, cesedini mumyalayıp
muhafaza etmelerini, Mısır'dan çıktıkları zaman beraberlerinde alıp götürmelerini ve
atalarının yamna gömmelerini vasiyet etti. Vefat etti. Kardeşleri, cesedini mumyalayıp bir
tabuta koydular. Nihayet Musa (a.s.), cesedi alıp atalarının yanına gömdü. Rivayete göre
Yusuf (a.s.), 120 yaşındayken vefat etmiştir.[32]
[1] Bkz. Tarih-i Taberî, I, 205.
[2] Bkz. Tarih-i Taberî, I, 206.
[3] Tarih-iTaberî,I, 210
[4] A.g.e.,I,210
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/255-268.
[6] el-îstiâb (eî-isabe fî Temyizi's-Salıabe'nin kenarında) II, 89-90.
[7] Tarih-İTaberî, 1,229.
[8] Müsned, Ahmed b. Hanbel, I, 395-424.
[9] Buharı, 2/11,12,18,19; Müslim, 5/10.
[10] Suyutî, Dürr, IV, 470.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/269-281.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/281.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/281-284.
[14] Müsned, Ahmed b. Hanbel, IV, 101.
[15] Tarih-iTaberî,!, 224.
[16] Tarih-i Taberî, I, 225.
[17] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/285-291.
[18] Müsned, Ahmed b. Hanbel, III, 387.
[19] A.g.e.,III, 471;IV,266.
[20] Müsned, Ahmed b. Hanbel, II, 196.
[21] Suyûtî, Camiu s-Sağir, Hadis No: 985.
[22] Tefsir-i Taberî,XII, 91.
[23] Tarih-i Taberî, XII, 99.
[24] Suyutî, Camiu s-Sağir, Hadis No: 4645, 4646, 4647.
[25] Tefsîr-i Taberî, XII, 116.
[26] Tarih-i Taberî, I, 238; Tefsir-i Taberî, XII, 118.
[27] Bkz. Tefsİr-i Taberî, XII, 122-123.
[28] Bkz. Tefsir-i Taberî, XII, 133.
[29] Tefsir-i Taberî, XIII, 42; Tarih-i Taberî, I, 253.
[30] Tefsir-i Taberî, III, 43.
[31] Tarih-iTaberî,I, 255.
[32] Tarih-iTaberî, I, 256.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/292-328.
|