27 Nisan 2015

VEN-NİHAYE 7 NCI BÖLÜM Hz. Eyyüb'ün Kıssası Ahmet İbn-i Kesir


VEN-NİHAYE 7 NCI BÖLÜM

Hz. Eyyüb'ün Kıssası  

Ahmet İbn-i Kesir


Hz. Eyyüb'ün Kıssası

İbn İshak'm anlattığına göre Hz. ETryüb, Rumlardandı. Babası, Ra-zih oğlu Muş'tur. Mus
ise, îshak oğlu İs'in oğludur. Bilindiği gibi îshak da, İbrahim (a.s.)'in oğludur.
Diğerleri dediler ki: Eyyüb'ün babası, Raoyil oğlu Muş'tur. Raoyil, İshak oğlu İs'in oğludur.
îshak da Yakub peygamberin oğludur. Eyyüb peygamberin nesebi hakkında değişik haberler
verenler de vardır.
İbn Asakir'in anlattığına göre Eyyüb {a.s.)'ün anası, Lut peygamberin kızıdır. Babasının,
ateşe atıldığı günde İbrahim (a.s.)'e inanan mü'mini erden olduğu söylenir. Tabii, içine
atıldığı ateş, İbrahim peygamberi yakmamış ti.
Meşhur olan kavil, birincidir. Aşağıdaki ayet-i kerimede de açıklandığı gibi Eyyüb, Hz.
İbrahim'in soyundandır:
"O'nun (İbrahim'in) soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyüb'e, Yusuf a, Musa'ya ve
Harun'a..." (ci-En'am, 84.)
Sahih görüşe göre bu ayetteki kelimesinin sonundaki zamir, Nuh'a değil de İbrahim'e racidir.
Hz. Eyyüb'ün, kendilerine vahiy gelen peygamberlerden biri olduğu hakkında ayet-i kerime
vardır: "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi (Ya Muhammed)
sana da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, İsmail'e, îshak'a, Yakub'a, torunlar (in )a, İsa'ya,
Eyyüb'e de vahyetmiştik." (en-Nfeâ, 163.)
Sahih görüşe göre Hz. Eyyüb, İshak (a.s.)'ın oğlu İs'in soyundandır. Denildiğine göre karısı
da, Yakub kızı Leyya'dır. Efrayim kızı Rahime olduğunu söyleyenler de vardır. Yakub'un
oğlu Mensa'nm kızı Leyya olduğu da gelen rivayetler arasındadır ki meşhur olan rivayet de
budur. Bu nedenle bu rivayeti burada andık.
Eyyüb'ün kıssasından sonra da Allah'ın izniyle Beni İsrail peygamberlerini anlatacağız.
Güvencimiz ve dayanağımız, Allah'tır. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Eyyüb de: "Başıma bir bela geldi (sana sığındım), sen merhametlilerin merhametlisisin!"
diye Rabbine nida etmişti. Biz de onun duasını kabul etmiş ve başına gelenleri kaldırmıştık.
Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona tekrar ailesini ve
kaybettikleri ile bir misimi daha verdik". (d-Enbiyâ, 83-84.)
«Ey Muhammedi Kulumuz Eyyüb'ü de an; O, Rabbine: "Doğrusu, şeytan bana yorgunluk ve
azab verdi." diye seslenmişti. "Ayağını yere vur! İşte sana yıkanacak ve içilecek soğuk bir
su." dedik. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahihlerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar aile
ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik. Ey Eyyüb!: "Eline bir demet sap alıp onunla
vur, yeminini bozma." demiştik. Doğrusu, biz onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima
Allah'a yönelirdi.» (Sâd, 41-44.)
İbn Asakir, Kelbî'nin şöyle dediğini rivayet etti: Peygamber olarak insanlara Allah
tarafından gönderilen ilk insan İdris'tir. Sonra sırasıyla Nuh, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub,
Yusuf, Lut, Hud, Salih, Musa, Harun, îlyas, Elyesa', sonra Örfi b: Sürveylih b. Efirayim b;
Yusuf b. Yakub, sonra Yakub'un soyundan Meta oğlu Yunus, sonra Eyyüb b. Zareh b. Amo
b. Liyfriz b. İs b. İshak b. İbrahim'dir.
Yalnız bu sıralamanın bazı yerleri üzerinde tartışılabilir. Çünkü meşhur rivayete göre Hud
ile Salih, Nuh'tan sonra, bir başka görüşe göre de İbrahim'den sonra peygamber olarak
gelmişlerdir. Doğruyu en iyi bilen, Allah'tır.
Müfessiıierle tarihçiler ve diğerleri dediler ki: Hz. Eyyüb çok zengin bir insandı. Büyükbaş,
küçükbaş hayvanları, köleleri, Havran mıntıkasında Seniyye denen yerde geniş arazileri, her
sınıftan ve her çeşitten malları vardı. Çok sayıda evlada ve büyük bir aşirete sahipti. Gün
geldi.. Bütün bunları Cenâb-ı Allah onun elinden aldı. Vücudu, çeşitli hastalıklara
yakalanarak, türlü belaya müptela olarak imtihan edildi. Vücudunda dilinden ve kalbinden
başka sağlam bir organı kalmadı. Bu iki organıyla da yüce Rabbini zikredip anıyordu. Bütün
bu bela ve sıkıntılar içinde kalmışken yine sabrediyor, her şeyi Rabbinden biliyor ve çareyi
yine ondan bekliyordu. Sabah-akşam, gece-gündüz Allah'ı zikredip anıyordu.
Hastalığı uzun sürdü. Öyleki, yanında oturanlar kendisinden tiksindiler. Kendisiyle sohbet
edecek bir kimseyi bulamaz oldu; ikamet ettiği beldeden dışarı atıldı; bir çöplüğe bırakıldı;
insanlar kendisini yalnız bıraktılar; karısından başka kendisine şefkat gösteren bir kimse görülmedi.
Yalnız o, Eyyüb un hukukuna riayet etti. Kocasının, kendisine yaptığı eski iyilikleri
ve önceleri göstermiş olduğu şefkati unutmadı. Yanma gidip gelir, ihtiyaçlarını temin eder,
def-i hacette bulunmasına yardım ederdi. Fakat bir zaman sonra karısının da durumu
zayıfladı, malı azaldı ve ücret karşılığında, halka hizmetçilik yapmaya başladı ki, alacağı
ücretle Eyyüb'ün yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını temin etsin. Allah ondan razı olsun ve onu
hoşnud etsin. Çünkü o kadın; malından, çocuklarından mahrum kalmak, kocasının
hastalanması, yoksulluk, önceleri onurlu bir kadınken sonralan halka hizmetçi olmak, mesut
ve müreffeh
iken fakirlik ve mahrumiyete maruz kalmak gibi türlü belalara karşı hep sabretmişti.
Doğrusu hepimiz Allah'a aidiz ve şüphesiz ki ona dönücüleriz.[1]
Bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "İnsanlar içinde en çok belaya
uğrayanlar, peygamberlerdir. Sonra salih kimselerdir. Sonra sırasıyla bunlara
benzeyenlerdir."
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur:
"Kişi dindarlığı oranında belaya maruz kalır. Eğer dinine bağlılığı sıkıysa, uğradığı belalar
fazlalaşır."[2]
Uğradığı bütün bela ve sıkıntılar, Eyyüb'ün yalnızca sabır ve tevekkülünü, haindim ve
.şükrünü arttırdı. Öyleki onun sabrı ve uğradığı türlü belalar, insanlar için örnek teşkil
etmiştir.
Mücahidin dediğine göre Hz. Eyyüb'ün yakalandığı hastalık, çiçek hastalığıdır.
Hz. Eyyüb'ün hastalığının ne kadar sürdüğü hususunda farklı görüşler vardır. Vehb b.
Münebbih'e göre hastalığı ne fazla ne eksik, tam üç yıl; Enes'e göre ise yedi yıl bir kaç ay
sürmüştür. Hastalığı ağırlaşm-ca, Beni İsrail'e ait bir çöplüğe atılmış ve vücudunda bir çok
kurtçuklar dolaşmaya başlamış. Nihayet Cenâb-ı Allah onu genişliğe ve ferahlığa
kavuşturarak sıkıntısını gidermiş, büyük mükafatlarla.ödüllendirip sevabını fazlalaştırmış ve
onu güzelce övmüştür. Hamid dedi ki: Eyyüb'ün hastalığı on sekiz yıl sürdü. Süddî'nin
anlattığına göre vücudundan etler parça halinde düşmeye başlamış, bedeninde sinir, damar
ve kemikten başka bir şey kalmamıştı. Bulunduğu çöplüğe karısı kül getirerek altına
serermiş. Bu felaket uzun süre devam edince de Eyyüb'e: «Seni genişliğe kavuşturması için
Rabbine dua etsen iyi olmaz mı?» demiş.
Bunun üzerine Eyyüb, karısına şöyle demiş: «Hanım! Yetmiş sene sıhhatli yaşadım. Allah
için yedi sene bu hastalığa sabretmem çok mudur?» Hz. Eyyüb'ün karısı bu sözlerden ötürü
rahatsızlanmış ti. Ücret karşılığında halka hizmet eder, kocasına yiyecek temin edermiş.[3]
Bir zaman sonra, Eyyüb'ün karısı olduğunu bildikleri ve kocasmda-ki hastalığı kendilerine
de bulaştıracağından korktukları için insanlar, karısına artık hizmetçilik yaptırmıyor ve
aralarına katmıyorlardı. Kadıncağız artık kimsenin kendisine hizmetçilik yaptırmadığını
görünce, para kazanamayacağından dolayı kendi saç örgülerinden birini keserek, bol ve
lezzetli yiyecekler karşılığında eşraftan birinin kızma sattı. Aldığı yiyecekleri Eyyüb'e
götürdü. Eyyüb, "Bunları nereden buldun?" diyerek sordu. Karısı da halka hizmetçilik
yaparak kazandığını söyledi. Ertesi gün olunca, yine kendisine iş verecek bir kimse
bulamadı. Bu kez de diğer örgüsünü kesip yiyecek karşılığında sattı. Eyyüb, bunları nereden
bulduğunu sordu. Nereden bulup getirdiğini söyleyinceye kadar da yemeyeceğine yemin
etti. Bunun üzerine karısı başını açtı. Karısının saçlarının kesilmiş olduğunu görünce de,
Allah'a şöyle bir yakarışta bulundu: "Râbbim! Bu dert bana dokundu. Sen merhametlilerin
en merhametlisisin!"
İbn Ebi Hatîm, Abdullah b. .Ubeyd b. Umeyr'in şöyle dediğini rivayet etti: Eyyüb un iki
kardeşi vardı. Bir gün yanma geldiklerinde, fazla derecede koktuğundan Ötürü yanına
yaklaşamamış, biraz uzağında durmuşlardı. Biri ötekine şöyle demişti: "Cenâb-ı Allah,
Eyyüb'ün bir hayır yaptığını bilseydi, onu böyle bir belaya uğratmazdı."
Eyyüb (a.s.) bu sözden çok rahatsızlanmış ve şöyle demişti: "Alla-hım! Bir yerde aç bir
kimse bulunduğunu bildiğim halde bir gece bile olsa tok yatmadığımı biliyorsan beni
doğrula." Eyyüb'ün doğru konuştuğunu söyleyen bir sesin gökten geldiğini o iki kardeşi
işittiler. Sonra Eyyüb şöyle dedi: "Allahım! Bir yerde çıplak bir kimse bulunduğunu bildiğim
halde benim iki gömleğim olmadığını (ve mutlaka birini o çıplağa giydirdiğimi)
biliyorsan beni doğrula." Eyyüb'ün doğru konuştuğunu söyleyen bir sesin gökten geldiğim o
iki kardeşi işittiler. Sonra Eyyüb, secdeye kapanarak şöyle dedi: "Allahım! Senin onuruna
yemin ediyorum ki, sen bu belayı üzerimden defetmedikçe ben, başımı secdeden kaldırmayacağım."
Evet., hastalığı vücudunu terkedinceye kadar başını secdeden kaldırmadı.
İbn Ebi Hatim ile İbn Cerir Taberî dediler ki: Yunus b. A'la, Enes b. Malik'den rivayet
ederek Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu söyledi: «Allah'ın peygamberi Eyyüb'ün
hastalığı on sekiz yıl sürdü. Yakın, uzak herkes onu terketti. Sadece en yakınlarından iki
arkadaşı onu ter-ketmediler. Sabah-akşam ona uğrarlardı. (Günün birinde) biri ötekine dedi
ki: "Biliyor musun? Vallahi Eyyüb, dünyalarda hiç kimsenin işlemediği bir günah
işlemiştir." Dinleyen arkadaş sordu: "İşlediği günah nedir?" Öteki dedi ki: "Öyle bir günah
işledi ki, on sekiz seneden beri Rabbi ona merhamet etmedi ve sıkıntısını gidermedi."
Yanına vardıklarında, arkadaş, dayanamayıp bunu Eyyüb'e anlattı. Eyyüb da şu karşılığı
verdi: "Ne dediğini anlamıyorum. Yalnız Cenâb-ı Allah biliyor ki ben, birbirleriyle tartışan
iki adama uğrayacağım. Onlar Allah'ı zikrederler. Ben de evime dönüp Allah hakkında
doğru olmayan şeyler söylenmesin diye onların günahlarının affı için gerekeni
yapacağım."»[4]
Eyyüb (a.s.) def-i hacette bulunmak için dışarı çıkardı. İhtiyacım giderdikten sonra da karısı,
yatağına dönünceye dek elini tutup kendisine destek olurdu. Bir gün karısı, yanma gelmekte
gecikti. Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e bulunduğu yerde vahiy'gönderdi: "Ayağını (yere) vur, işti)
te yıkanacak ve içilecek serin (bir su)."
Karısı da, def-i hacete giden Eyyüb'ün geri gelmediğini, ve geciktiğini gördü. Peşine düştü.
Kendisine bakmakta olan bir erkek gördü. Erkek (Eyyüb) de ona yöneldi. Üzerindeki
hastalığı Cenâb-ı Allah gidermişti. Hastalanmaz dan önceki halinden de güzel olmuştu.
Karısı onu görünce sordu: "Allah ömrünüze bereket katsın. Şu hasta peygamberi gördünüz
mü? Şuna muktedir olan Allah'a yemin ederim ki, onun sıhhatlilik zamanındaki haline senin
kadar benzeyen bir adam görmüş değilim!" Eyyüb, "İşte o benim." dedi...
Hz. Eyyüb'ün bili arpa, diğeri buğday olmak üzere iki harmanı vardı. Cenâb-ı Allah iki bulut
gönderdi. Bulutlardan biri buğday harmanının üzerine geldiğinde, taşıracak kadar oraya
altın yağdırdı. Diğer bulut da arpa harmanının üzerine geldiğinde, taşıracak kadar oraya gümüş
yağdırdı."[5]
îbn Ebi Hatîm, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etti: Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e Cennet'ten
gönderdiği elbiseleri giydirdi. O güzelim elbiseleri giyen Eyyüb, bulunduğu yerden
uzaklaşarak bir tarafta oturdu. Karısı geldi, kendisini tanıyamadı ve "Ey Allah'ın kulu! Az
önce şurada bulunan hasta adam nereye gitti acaba? Korkarım ki köpekler, ya da kurtlar onu
alıp götürdüler." dedi. Bir saat kadar onunla konuştu, yine de tanıyamadı. Sonunda kocası,
"Yazıklar olsun sana.. BenEyyüb'üm !" deyince karısı, "Benimle alay mı ediyorsun, ey
Allah'ın kulu?" diye sordu. Eyyüb yine cevap verdi: "Yazıklar olsun sana... Ben Eyyüb'üm.
Allah, cesedimi bana geri verdi."
İbn Abbas'm dediğine göre Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e malını ve çocuklarını aynen geri verdi.
Bir o kadarını da ıazladan verdi.
Vehb b. Münebbih'in anlattığına göre Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e şöyle vahyetti: "Aileni ve
malım şana geri verdim. Bir o kadarını da fazladan, bahşettim. Şu su ile yıkan. Senin şifa
sebebin bu sudadır. Dostların ve arkadaşların için de kurban kes ve bağışlanmalarım benden
dile. Çünkü onlar, senin durumun hakkında bana isyan ettiler."
Yine İbn Ebi Hatîm, Ebu Hüreyre'den rivayet ederek peygamber Efendimiz'in şöyle
buyurduğunu söylemiştir:
Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e afiyet verdikten hemen sonra üzerine altından çekirgeler yağdırdı.
Yağan altın çekirgeleri eliyle toplayıp elbisesinin içine saklıyordu. Kendisine: "Ey Eyyüb!
Doymaz mısın-?" diye soruldu. O da: "Ey Rabbim! Senin rahmetinden kim doyar?" dedi.[6]
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eyyüb'ün üzerine
bol miktarda altından çekirgeler yağdırıldı. Onları avuçlayıp elbisesinin içine bırakıyordu.
Kendisine: "Ey Eyyüb! sana verdiklerimiz yetmedi mi?" denildi. O da: "Evet, ey Rabbim!
Fakat bunlardan kim vazgeçebilir?" diye cevap verdi.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasulul-lalı (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Bir ara Eyyüb, çıplak vaziyette yıkanıyordu. Üzerine bol miktarda altından çekirgeler
yağdı. Onları avuçla toplayıp elbisesinin içine saklamaya başladı. Onur ve üstünlük sahibi
olan Rabbi ona seslenerek sordu: "Ey Eyyüb! Şu gördüğün şeylere ihtiyacın olmayacak
kadar seni zengin-leştirmedim mi?" Bunun üzerine Eyyüb: "Doğrudur, ey Rabbim! Ama
senin bereketine muhtaç olmamak mümkün değil." cevabını verdi."[7]
Ey Eyyüb! "Ayağınla (yere) vur!" Eyyüb bu ilahî emri yerine getirdi. Cenâb-ı Allah oracıkta
kendisi için serin sulu bir pınar fışkırttı. O pınarın suyuyla yıkanıp o sudan içmesini emretti.
Bu emri de yerine getirdi. Allah ta onun vücudundaki gizli-açık bütün acı, elem, hastalık ve
illetleri giderdi. Bütün bunların yerine ona gizli-açık sıhhat, afiyet, bol miktarda mal ve
güzellik verdi. Üzerine mal ve servet yağdı. Bol miktarda altından çekirgelerle taltif edildi.
Cenâb-ı Allah, çoluk çocuğunu da kendisine geri verdi. "Ona hem ailesini, hem de bir katını
vermiştik."
Denildiğine göre Cenâb-ı Allah, onun çocuklarını aynen diriltmiş-tir. Başka bir kavle göre
ise yüce Allah, ahirette asıllarını kendisine göstermek üzere benzerlerini dünyada ona verdi.
Bütün bunları «...Katımızdan bir rahmet ...» olarak ona verdik. Kendi rahmetimizle ondaki
sıkıntının şiddetini kaldırdık. Ona acıyıp şefkat ettiğimizve ihsanda bulunduğumuzdan
dolayı sıkıntısını giderdik. «...Ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere...» Yani mal ve beden
bakımından imtihana tabi tutulanlara bir öğüt olarak bunu size anlattık. Bu gibi kimseler,
Allah'ın peygamberi Eyyüb'u örnek alsınlar. Çünkü Cenâb-ı Allah, Eyyüb'u, onlara
verdiğinden daha büyük belalarla imtihan etmiş, ama o, bu sıkıntısı gidinceye kadar hep
sabretmiş ve kurtuluşu Allah'tan beklemişti. Yukarıdaki ayet-i kerimeye dayanarak Eyyüb'ün
zevcesinin adının Rahme olduğunu söyleyen kimse, yolunu ve hedefini şaşırmış kimsedir.
Dahhak, îbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Cenâb-ı Allah, Eyyüb'e gençliğini
fazlasıyla geri verdi. Erkekli kızlı, yirmi altı çocuğu oldu.
Hastalıktan kurtulup şifa bulduktan sonra da Rum diyarında Ha-nif dinine bağlı kalarak
yetmiş yıl daha yaşadı. Vefatından sonra kavmi, bu dini değiştirdiler.
«Ey Eyyüb! "Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma." demiştik. Doğrusu, biz
onu sabırlı bulmuştuk. Ne iyi kuldu; daima Allah'a yönelirdi.» (sad, 44.)
Bu, yüce Allah'tan kulu ve elçisi Eyyüb'e tanınan bir ruhsattır. Evyüb, karısına yüz sopa
vurmaya yemin etmişti. Rivayete göre karısı saç örgüsünü kesip sattığı için Eyyüb onu
sopalamaya yemin etmiş. Başka bir rivayete göre karısı, tabip görünümüne bürünen şeytanla
karşılaşmış; Şeytan da ona Eyyüb için ilaç adları ve reçeteleri vermiş.. Karısı" da Eyyüb'ün
yanma gelerek bu durumu ona haber vermiş. Eyyüb da, bunları ona anlatanın Şeytan
olduğunu anlamış. Dolayısıyla ona yüz sopa vurmaya yemin etmiş. Eyyüb şifa bulunca da
Cenâb-ı Allah ona bir yemin çözme çaresi olarak yüz adet sap alıp bir demet haline getirmesini
ve bu demetle karısına bir defa vurmasını emretmişti. Böylece yemininin gereğini
yerine getirmiş olacaktı. İşte bu, Allah'tan korkan ve ona itaat edenler için bir çıkış yolu ve
çare idi. Bu çare özellikle onun sabırlı, çilekeş, sadık, dürüst ve iyiliksever karısı için
bulunmuştu. Allah ondan razı olsun.
Bu ruhsat ve çarenin sebebini Cenâb-ı Allah şöyle açıklıyor: «Doğrusu, biz onu sabırlı
bulmuştuk. Ne iyi kuldu, daima Allah'a yönelirdi.».
Fıkıhçıların çoğu bu ruhsatı, yemin ve adak konusunda kullanmışlardır. Diğer fıkıhçılar bu
işi daha da genişleterek, "Yeminlerden kurtulmak için hileler" bölümlerini fıkıh kitaplarında
işlemişlerdir. Bu bölümün başına da yukarıdaki ayet-i kerimeyi yerleştirmişlerdir. Bu
bölümde garip ve tuhaf şeylerden bahsetmişlerdir,
Taberî ile diğer tarihçiler, Eyyüb peygamberin doksan üç yaşındayken vefat ettiğini
söylemişlerdir. Daha fazla yaşadığını söyleyenler de vardır.
Vefat ederken oğlu Havmel'e vasiyette bulunmuştur. Kendisinden sonra idareyi oğlu Bişr ele
almıştır. İnsanların çoğu bunun Zü'lkifl olduğu inancındadırlar. Doğruyu Allah bilir. Bu oğlu
da -bazılarına göre bu da peygamberdir- yetmiş beş yaşındayken vefat etmiştir. [8]
Zülkifl'in Kıssası
Cenâb-ı Allah, Enbiyâ sûresinde Eyyüb (a.s.)'ün kıssasını anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
«Ey Muhammed! İsmail, îdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da an; onların her biri
sabredenlerdendi. Onları rahmetimizin içine aldık; doğrusu, onlar iyilerdendi.» (cl-Enbiyâ,
85-86.)
«Ey Muhammed! Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an. Biz
onları ahiret yurdunu düşünen içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu, onlar katımızda seçkin,
iyi kimselerdendirler. İsmail'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de an. Hepsi iyilerdendir.» (Sâd, 45-48.)
Kur'ân-ı Kerîm'de bu büyük peygamberlerle birlikte anılması, Zülkifl'in de peygamber
olduğuna delâlet etmektedir. Rabbinden onun üzerine salat-ü selâm olsun. Meşhur olan
görüş budur. Bazıları onun peygamber değil de salih bir insan ve adaletli bir hakem
olduğunu söylemişlerdir. Taberî, bu hususta çekimser kalmıştır. Doğrusunu Allah bilir.
Taberî ile Ebu Nuceyh, Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Zülkifl peygamber
değil de salih bir adamdı. Milletine, işlerini görmeyi, idarelerini yürütmeyi, aralarında
adaletle hükmetmeyi tekeffül etti. Ve tekeffül ettiği şeyleri yaptı da. Bu nedenle Zülkifl adını
aldı.
Taberî, Mücahid'in şöyle dediğim rivayet eder: Elyesa' yaşlanınca: "Artık yerime bir halef
bıraksam da, ben hayattayken halkımın idaresini yürütse ve halka nasıl muamele ettiğini
görsem..." dedi. Halkı topladı, onlara şöyle dedi: "Şu üç şartımı kim kabul ederse, onu
kendime halef tayin edeceğim. Gündüzleri oruç tutacak, geceleri namaz kılacak ve öfkelenmeyecek."
Halk arasında hor görülen bir adam ayağa kalkarak: "Bu şartları, kabul ediyorum" dedi.
Elyesa: "Sen gündüzleri oruç tutacak, geceleri namazı kılacak ve kimseye
öfkelenmeyeceksin, öyle mi?" diye sordu. O da "Evet" cevabım verdi. Fakat ö gün, Elyesa,
onu reddetti. Ertesi gün yine halka aynı sözlerle hitapta bulundu. Herkes susmuş iken yine o
adam ayağa kalkarak, "Bu şartları kabul ediyorum." dedi. Bunun üzerine Elyesa, onu
(Zülkifl'i) kendine halef tayin etti.
İblis, buyruğu altında bulunan şeytanlara: "Falan adama (ZülfcüTe) göz kulak olun, onu
yoldan çıkarmaya çalışın." diyerek emir verdi. Fakat o adam, şeytanların tümünü aciz
bırakıp yendi. Bunun üzerine İblis, "Siz beni onunla başbaşa bırakın, ben onun hakkından
gelirim." dedi. Yoksul ve yaşlı bir adam kılığına bürünerek yanma gitti. Öğleyin istirahat
uykusuna varmak için yatağına uzanacağı vakitte yanma girdi. Halbuki Zülkifl geceleri
uyumaz, sadece öğle aralığında biraz uyurdu, iblis kapıyı çaldı. "Kimsin?" diye sorunca,
"Haksızlığa uğramış yaşlı bir adam.." dedi. Zülkifl kapıyı açtı. İblis güya derdini ona
anlatmaya başladı: "Benimle kavmim arasında bir dava vardır. Bana haksızlık ettiler. Bana
şunu, şunu yaptılar...." Konuşmayı uzatarak adamın uyku saatini geçirdi. Zülkifl:
"Makamıma gider gitmez senin hakkını onlardan alacağım." dedi ve hemen meclise gitti.
Orada hazır bulunanlar arasında o yaşlı mazlumu (!) bulma ümidiyle etrafına bakındı, ama
bulamadı. Ertesi gün yargı meclisine geldiğinde çeşitli dava sahiplerinin davalarını görmeye
başladı. Onu bekledi, ama o yine gelmedi. Öğlen vakti istirahat etmek için evine gitti.
Yatağa uzanacakken kapı çalındı. "Kim o?" diye sordu. "Haksızlığa uğrayan yaşlı bir
adam..." dedi. Zülkifl kapıyı açtı. "Yargı meclisinde bulunduğum zaman yanıma gel
demedim mi sana?" diye ona çıkıştı. İblis şû karşılığı verdi: "Efendim, onlar çok murdar
insanlardır. Senin makamda oturduğun zaman bana, "Senin hakkını vereceğiz." diyorlar. Sen
oradan çıkıp gittikten sonra da hakkımı inkar ediyorlar!" Zülkifl: "Hadi git bakalım. Ben
meclise gidince, orada beni bul." dedi. İblis, yine onun uyku saatini geçirmişti. Zülkifl
meclise gitti. Onu bekledi, ama o gelmedi. Uyku bastırdı. Uyuklamaya başladı. Adamlarına:
Hiç kimseyi bu kapıya yaklaştırmayın da biraz uyuyayım. Çünkü uykudan gözlerim
açılmıyor artık." diyerek tenbihatta bulundu. Tam uyuyacağı sırada, İblis, onun istirahat
odasının kapısına geldi. Nöbetçi: "Geri dön." dedi. İblis: "Dün de yanma gelmiş, derdimi
ona anlatmıştım." diyerek içeri girmeye çalıştıysa da nöbetçi: "Hayır vallahi kimseyi yanına
yaklaştırmamak için kendisinden emir aldık." diyerek girmesine müsaade etmedi. Kapıdan
giremeyince, duvarda bir ışık deliği gördü ve oradan içeriye süzülüp akıverdi. Zülkifl'i
uyandırmak için de kapıyı arkadan çalmaya başladı. Uyanınca da nöbetçiye: "İçeriye kimseyi
bırakmamanı sana emretmemiş miydim?" diyerek sordu. Nöbetçi: "Doğrudur, ama
vallahi hiç kimseyi kapıdan içeri bırakmadım. Bakalım bu adam nereden senin yanma
girmiş?" dedi.
Zülkifl yataktan kalkıp kapının yamna geldi. Kapının kendi kilitlediği gibi kilitli olduğunu
gördü. Ama buna rağmen adam içeride, yanında duruyordu işte. Zülkifl onu tamdı ve:
"Allah'ın düşmanı değil misin?" diye sordu. İblis de: "Evet.. Her sefer beni yendin. Bütün
bunları, seni öfkelendirmek için yaptım, ama başaramadım."
Allah ona Zülkifl adını verdi. Çünkü o, halkına karşı bir işi tekeffül etmiş ve o işi de
yapmıştı.[9]
İbn Ebi Hatîm, Kinane b. Ahnes'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Musa el- Eş'ari'nin şu
minberde şöyle dediğini işittim:" Zülkifl peygamber değildi. Ama salih bir adamdı, her gün
yüz namaz kılardı. Zülkifl, kendisinden sonra her gün yüz namaz kılacağım ona tekeffül etti
ve kıldı. İşte bu nedenle Zülkifl adını aldı."[10]
Gelelim Ahmed b. Hanbel'in bu konuda rivayet ettiği hadise.. Esbat b. Muhammed, İbn
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.)'dan öyle bir hadis işittim ki, onu
sadece bir veya iki defa - yedi defaya kadar saymış - duymuş olsaydım başkasına
nakletmezdim. Rasû-lullah'm şöyle dediğini işittim:
"Kül, îsrailoğullarındandı. İşlediği hiçbir günahtan korkmaz ve çekinmezdi. Yanma bir
kadın geldi. (Kin), kendisiyle yatması için ona altmış dinar verdi. Erkeğin kendi karısıyla
yaptığı şekilde o kadının önüne oturunca kadın titreyip ağlamaya başladı. Kafi, "Seni
ağlatan nedir? Seni zorladım mı?" dedi. Kadın: "Hayır. Ama bu (zina), daha önce hiç yapmadığım
bir iştir. Muhtaçlık beni bu işe sürükledi." dedi.
Kifl: "Şimdi bu yaptığım daha önce hiç yapmamış mısın?" dedi. Sonra da kadının üstünden
indi. Ve "Dinarları da alıp git." dedi. Daha sonra Kifl, Allah'a hiç isyan etmedi. Zaten o gece
vefat etti. Sabah olduğunda, kapısının üzerine: "Allah, Kifl'i bağışlamıştır." ifadesi
yazılmıştı."[11]
Bu gerçekten garip bir hadistir. Senedi üzerinde de tartışılabilir. Sahih de olsa, içinde geçen
isim Kifl'dir. Bu, Kur'ân'da geçen Zülkifl'den başka bir adamdır. Doğrusunu Allah bilir. [12]
Tümden Helak (Yok) Edilen Ümmetler
Bu ümmetlerin helak edilişleri, Tevrat'ın nüzulünden önce olmuştur. Bunun ispatı da şu
ayettir:
«İnsanlar düşünsünler diye Kitabı, açık belgeler, doğruluk rehberi ve rahmet olarak verdik.»
(ci-Kasas, 43.)
Taberî, İbn Ebi Hatim ve Bezzar'm, Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri bir hadiste ise
şöyle denmektedir: «Tevrat'm yeryüzüne indirilmesinden sonra Cenâb-ı Allah, maymunlara
dönüşen kasaba halkından başka hiç bir kavmi ne gökten inen, ne de yerden çıkan bir azab
ile helak etmemiştir. Baksanıza, Cenâb-ı Allah ne buyurmuş: "Andolsun ki, Musa'ya, ilk
nesilleri yok ettikten sonra kitabı (Tevrat'ı) verdik."
Helak edilen ümmetlerden biri de Ashab-ı Ress'dir. [13]
Ashab-I Ress[14] (Ressliler)
Bunlarla ilgili olarak Furkan sûresinde Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Ad, Semud milletleri ile Resslileri ve bunların arasında birçok nesilleri de yerle bir ettik.
Her birine misaller vermiştik. Ama dinlemedikleri için hepsini kırdık, geçirdik. (ei-Furkân,
38-39.)
"Onlardan önce Nuh milleti, Ressliİer, Semud, Ad, Firavun milletleri, Lut'un kardeşleri,
Eykeliler, Tübba' milleti de yalanlamışlardı. Evet; bunların hepsi peygamberleri
yalanlamışlardı da verdiğim söz, aleyhlerinde gerçekleşmişti." (ei-Kâf, 12-14.)
Bu ve bundan önceki ayet, anılan milletlerin kırılıp yerle bir edildiklerini kesin bir ifadeyle
anlatmaktadır ki o da, onların helak edilmiş olmalarıdır. Bu Kur anî ifadeler, Resslilerin
Burûc sûresinde anlatılan hendek sahipleri olduğu görüşünü tercih eden Taberî'nin seçiminin
doğru olmadığım göstermektedirler. Zira İbn İshak ve bazı tarihçilere göre hendek sahipleri,
Hz. İsa'dan sonra yaşamış bir kavimdir. Bu görüş üzerinde de ihtilaf vardır.[15]
Taberî'nin rivayetine göre İbn Abbas, Resslilerin, Semud kavminin oturdukları kasabalar
arasında bulunan bir kasaba halkı olduklarını söylemiştir.[16]
Hafız îbn Asakir, "Tarih'ınin baş taraflarında Şam'ın kuruluşundan bahsederken; Ebu'l-
Kasım b. Abdullah b. Cerdad'm ve diğer âlimlerin tarihlerinden alıntılar yaparak Resslilerin
huzur içinde olduklarım anlatmış; Cenâb-ı Allah onlara Hanzele b. Safuan adında bir
peygamber göndermiş; fakat onlar, bu peygamberi yalanlayıp öldürmüşlerdi. Ad b. Avs b.
İram b. Sam b. Nuh ile oğlu Resslilerden oldular. Ahkaf denen mıntıkaya yerleştiler. Cenâbı
Allah Resslileri helak etti. Yemen'in dört bir yanma dağıldılar. Ayrıca yeryüzünün her
tarafına da dağıldılar. Nihayet Cebron b. Sa'd b. Ad b. Avs b. İrem b. Sam b. Nuh, Şam
şehrinin bulunduğu yere geldi; bir şehir kurdu ve kurduğu .şehre de Cebron adını verdi. O
şehir, sütunlu İrem şehriydi. Şam'daki kadar, başka hiçbir şehirde çok sayıda taştan sütun
yoktur. Cenâb-ı Allah onlara Hud b. Abdullah b. Rebah b. Halidb. Helud b. Adı peygamber
olarak gönderdi. Fakat onlar, Hud peygamberi yalanladılar. Bu yüzden yüce Allah
kendilerini helak etti.[17]
Bu anlatılanlar gösteriyor ki, Ressliİer, Ad milletinden asırlar önce yaşamış bir kavimdirler.
Doğrusunu Allah bilir.
İbn Ebi Hatîm'in rivayetine göre îbn Abbas, Ress'in, Azerbaycan'daki bir kuyu olduğunu
söylemiştir. Sevrî'nin rivayetine göre İkri-me, Ress'in bir kuyu olduğunu, oradaki halkın da
kendi peygamberlerini o kuyuya gömdüklerini söylemiştir.[18]
İbn Cüreyc'in rivayetine göre İkrime, Resslilerin, Yemame'ye bağlı Felec kasabasında
yaşayan Yasin kavmi olduklarını söylemiştir. Eğer Yasin kavmi iseler, bunlar umumi bir
felakete maruz kalarak helak olmuşlardır. Nitekim onlarla ilgili olarak bir ayet-i kerimede
şöyle buyu-ruluyor:
"Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler." (Yâsîn, 29.)
Ressliİer, Yasin kavminden başkaları olsalar dahi, yine helak edilip yerle bir edilmiştirler.
Her halükârda hakikat, Taberî'nin dediklerine aykırı düşmektedir.
Ebu Bekir Muhammed b. Hasen en- Nekkaş dedi ki: Resslilerin bir kuyuları vardı. Oradan
su içer ve tarlalarının tümünü sularlardı. Davranışı güzel olan adaletli bir hükümdarları
vardı. Vefat ettiğinde, onun için çok üzüldüler. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra şeytan,
ölmüş hükümdarlarının kılığına bürünerek onlara göründü ve: "Ben ölmedim. Ama neler
yaptığınızı göreyim diye gözünüzden kayboldum." dedi. Halk bu işe çok sevindi. Halka,
kendisiyle aralarına perde koymalarını emretti ve artık hiç ölmeyeceğini onlara söyledi.
Çoğu kimse de onun bu sözüne inanıp fitneye kapıldılar ve ona tapmaya başladılar. Allah
kendilerine bir peygamber gönderdi. Peygamber, hükümdar kılığına bürünen bu şahsın
şeytan olduğunu ve perde arkasından kendilerine hitab ettiğini söyledi. Ona tapmaktan
vazgeçmelerini, yalnızca ortaksız olan tek Allah'a kulluk etmelerini emretti.
Süheylî dedi ki: Adı Hanzele b. Safuan olan o peygambere uykudayken vahiy gelirdi. Halk
ona saldırdı. Onu öldürüp kuyuya attılar. Kuyunun suyu çekildi. Önceleri bol bol su içerken
susuz kaldılar; ağaçları kurudu, ürünsüz kaldılar. Yurtlan harab oldu. Etrafları insanlarla şenlenmişken
bilahare ortalarda kimseler görünmez oldu. Yalnızlığa itildiler. Son ferdlerine
kadar helak edildiler. Evlerinde, cinler ile vahşi hayvanlar yaşamaya başladı. Yaşadıkları
mahalde cinlerin fısıldaşmasm-dan, aslanların kükremesinden ve sırtlanların ulumalarından
başka bir ses duyulmaz oldu.
Taberî, Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet ederek Rasûlul-lah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söyledi:
"Kıyamet gününde Cennet'e giren ilk insan, siyahı bir köle olacaktır. Çünkü Cenâb-ı Allah
bir kasaba halkına bir peygamber göndermişti. O siyahı köleden başka ona inanan
olmamıştı. Sonra o kasaba halkı o peygambere saldırmış, bir kuyu kazarak onu kuyunun
içine atmışlar, sonra da üzerine sert ve ağır bir taş bırakmışlardı. İşte o siyahı köle gidip
odun toplar, odunları sırtında taşıyarak getirip satar, parasıyla da yiyecek ve içecek satın
alırdı. Sonra da o kuyunun yanına gelir, Allah'ın yardımıyla o kayayı kaldırır, yiyecekleriyle
içeceklerini kayanın altından kuyuya sarkıtırdı. Sonra da kayayı eski haline getirirdi ve yerine
yerleştirirdi. Bu durum, Allah'ın dilediği bir süre kadar devam etti. Sonra bir gün, yine
her zaman yaptığı gibi odun toplamaya gitti. Odun topladı, demet haline getirip bağladı.
Sırtına alacaktı ki, üzerine bir ağırlık çöktü ve uzanıp uyudu. Cenâb-ı Allah uykusunu
ağırlaştırdı. Oracıkta yedi yıl uyudu. Uyanıp gerindi. Diğer taraûna döndü, uzandı ve
uyumaya başladı. Cenâb-ı Allah yine uykusunu ağırlaştırdı. Yedi yıl daha uyudu. Sonra
uyanıp kalktı ve odun demetini sırtına aldı. O sadece gündüzleyin bir saat kadar uyuduğunu
sanıyordu. Köye geldi, odununu sattı. Sonra mutad şekilde yiyecek ve içecek satın aldı.
Kuyunun bulunduğu yere gitti. Peygamberi aradı, ama bulamadı. Milleti fikir değiştirmiş,
peygamberlerini kuyudan çıkarmış, ona iman etmiş ve onu tasdik etmişlerdi."[19]
Bu hadis mürseldir. Üzerinde tartışılabilir. Taberî, Muhammed b. Kab el-Kurazî'nin
sözlerine dayanarak bu kıssayı anlatmıştır. Doğrusunu Allah bilir. Taberî'nin kendisi de bunu
reddederek şöyle demiştir: Bu kıssada anlatılanların, Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan Ressliler
olduklarını söylemek doğru olmaz. Çünkü Cenâb-ı Allah, Resslilerin helak edilmiş
olduklarım bildirmiştir. Bu hadiste anlatılan kavim, bilahare fikir değiştirerek
peygamberlerini kuyudan çıkarmış ve ona iman etmişlerdir. Fakat inançsız ataları yok edilip
helak olduktan sonra kendileri bazı olaylarla karşılaşmış ve o nedenle peygamberlerine iman
et-mişlerse, buna bir diyeceğimiz yoktur. Doğruyu Allah bilir.
Sonra Taberî, bunların hendek sahipleri (Ashab-ı Uhdud) oldukları Ş, görüşünü tercih
etmiştir ki, bu zayıf bir görüştür. Halbuki hendek sahipleri, tevbe etmedikleri takdirde, ahiret
azabıyla tehdid edilmişlerdir. Helak edildikleri açıkça bildirilmemiştir. Fakat Resslilerin
helak edildikleri açıkça bildirilmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[20]
Yasin Kavmi
Bunlar, Yâsîn sûresinde anlatılan şehrin halkıdırlar. Bunlar hakkında Cenâb-ı Allah şöyle
buyurmuştur.
«İnsanlara, halkına elçiler gelen kasabaları anlat: Onlara iki elçi göndermiştik; onu
yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size gönderildik." demişlerdi.
Kasabalılar: "Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da birşey indirmemiştir.
Sadece yalan söylüyorsunuz." demişlerdi. Elçiler: "Doğrusu, Rabbimiz bizim size
gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık tebliğdir." demişlerdi. Kasabalılar:
"Doğrusu, sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi
taşlayacağız Ve bizden size can yakıa bir azab dokunacaktır." demişlerdi. Elçiler:
"Uğursuzluğunuz kendiniz dendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Hayır; siz,
aşırı giden bir milletsiniz." demişlerdi. Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş ve
şöyle demişti: "Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun." "Sizden bir ücret istemeyenlere
uyun, onlar doğru yoldadırlar." "Beni yaratana ne diye kulluk etmeyeyim? Siz de ona
döneceksiniz." "Onu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir
zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar." Doğrusu, o
takdirde apaçık bir sapıklık içinde olurum." "Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni
dinleyin." Ona, "Cennet'e gir." denince, "Keşke milletim Rabbimin beni bağışladığını ve
beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" demişti. Ondan sonra milleti üzerine
gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik; sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen
SÖnÜp gittiler.» (Yâsîn, 13-29.)
Eski-yeni bir çok âlimlerden gelen meşhur rivayete göre bu sûrede sözü edilen şehir,
Antakya'dır. İbn îshak'm rivayetine göre İbn Abbâs, Ka"bü'l-Ahbar ile Vehb b. Münebbih
demişler ki: Antakya'nın, Antikos oğlu Antikos adlı bir kralı vardı; putlara tapardı. Cenâb-ı
Allah ona Sadık, Masduk ve Selom adlarında üç elçi gönderdi.
Açıkça anlaşılıyor ki bunlar, Allah'ın elçileriydiler. Katade'nin görüşüne göre bunlar,
Hz.İsa'nın elçileriydiler. Aynı görüşü paylaşan Ta-berî de , Şuayb el-Cübaî'nin şöyle dediğim
nakleder: İlk iki elçiden birinin adı Semon, diğerinin adı da Yuhanna idi, üçüncüsünün adı
ise Pols' idi. Halk onları yalanladı. Tabii ki gönderildikleri yer de Antakya şehri idi. Bu,
gerçekten zayıf bir kavildir. Çünkü İsa peygamberin üç havariyi elçi olarak göndermesi
zamanında ona ilk iman edenler, Antakyalılar olmuştur. Bu nedenle de Antakya,
Hrıstiyanlara dokunulmayan dört şehirden biri olmuştur. Bu dört şehir; Antakya, Kudüs,
İskenderiye ve Roma'dır. Sonraları İstanbul da bu şehirlere katılmıştır.
Evet, Kur'ân-ı Kerîm'de sözü edilen bu şehrin insanları helak edildiler. Nitekim elçilerin
arkadaşı olan o imanlı kimseyi öldürmelerinden sonra helak edilmiş oldukları kıssalarının
son kısmında da bildirilmektedir: «Sadece tek bir çığlık... o kadar. Hemen sönüp gittiler.»
Ama şunu da belirtelim ki, Kur'ân'da bahisleri geçen üç elçinin çok önceleri Antakya'ya
gönderilmiş olup halk tarafından yalanlanmış olmaları, dolayısıyla da o inaçsız halkın helak
edilmiş olması; bundan sonra Antakya'nın yeniden imar edilip şenlenmesi, Hz. İsa'nın zamanında
da onun gönderdiği elçilere yani Antakyah neslin iman etmiş olması, pek olmayacak
bir şey değildir. Yine de doğrusunu Allah bilir.
Kur'ân'daki bu kıssanın, İsa'nın havarîleriyle ilgili olduğunu söyle-. yenlerin bu görüşleri,
önce açıklanan sebepler dolayısıyla zayıftır. Kur'ânî ifadelerden açıkça anlaşıldığına göre,
sözü edilen elçiler, Allah tarafından gönderilmiş elçilerdir.
İnsanlara: «Halkına elçiler gelen kasabaları anlat: Onlara iki elçi göndermiştik; onu
yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik. Onlar: "Biz size gönderildik." demişlerdi.»
Fakat o şehir halkı, onların da kendileri gibi insanlar olduklarını söyleyerek Allah elçisi
olduklarını kabul etmemişlerdi. Kafir ümmetlerin, peygamberlerine söylediklerinin tıpkısını
bunlar da elçilere söylemişlerdi. Allah'ın bir insanı, peygamberlikle görevlendirmesini
ıraksa-mışlardı. Elçiler de onlara cevaben şöyle demişlerdi: Size gönderilen ilahî elçiler
olduğumuzu şüphesiz ki Allah biliyor. Şayet Allah'a karşı yalan söylersek, o bizi
cezalandırır ve bizden şiddetli bir intikam alır. «...Bize düşen, ancak apaçık tebliğdir...»
Allah katından getirdiğimiz hükümleri size bildirmekle görevliyiz. Allah'tır ki dilediğini
doğru yola iletir, dilediğini de sapıklıkta bırakır. Halk: «...Doğrusu, sizin yüzünüzden
uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can
yakıcı bir azab dokunacaktır." demişlerdi»
Elçileri ölüm ve hakaretle tehdid ettiler. Elçiler: «...Uğursuzluğunuz kendinizdendir.» Yani
uğursuzluğunuzun sebebi sizsiniz^ dediler. Bu uğursuzluk, «...Size öğüt verildiği için
mi?...» Size hidayeti anlattığımız ve sizi doğru yola davet ettiğimiz için, bizi öl timle ve
hakaretle tehdid ettiniz. «...Hayır; siz aşırı giden bir milletsiniz...» Hakkı kabul etmez ve
Hakkı istemezsiniz.
"Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam gelmiş...» Elçilere yardım etmek ve onlara
inandığım açıklamak için, «.. .Ey Milletim! Gönderilen elçilere uyun. Sizden bir ücret
istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar."» Sizden bir ücret istemeden sizi sırf Hakka
davet ediyorlar demişti. Sonra onları ortaksız olan tek Allah'a kulluk etmeye çağırmış; Allah'tan
başka dünyada da ahirette de fayda vermeyen şeylere tapmaktan onları men'etmiş ve
sözünü şöyle sürdürmüştü: Allah'a kulluk etmediğim ve ondan başka şeylere taptığım
takdirde «...Doğrusu, apaçık bir sapıklık içinde olurum!» Elçilere hitaben: «"Şüphesiz ben
Rabbinize inandım, beni dinleyin."» demişti. Benim bu söylediklerimi dinleyin ve böyle
konuştuğuma da Rabbiniz katında benim için tanıklık edin.
Bazılarına göre bu ayetin manası şöyledir: Ey Milletim! Benim, Allah'ın elçilerine açıkça
iman ettiğimi duyun! Tam böyle derken onu öldürdüler. Kimine göre onu taşlayarak, kimine
göre de dişleriyle onun etini koparıp parçalayarak öldürdüler. Kimine göre de hep birden
üzerine atılarak onu öldürdüler. İbn İshak'm, İbn Mesud'dan rivayet ederek dediğine göre
onu ayakları altına alıp bağırsaklarını dökerek parçalamış ve Öldürmüşlerdi.
Sevrî'nin, Ebu Miclez'den yaptığı rivayete göre o inanmış adamın adı, Habib b. Merî'dir.
Neccarlık (marangozlukla uğraşırmış. Kimine göre dokumacılıkla, kimine göre
kunduracılıkla, kimine göre de kumaş ve elbise boyacılığıyla uğraşırmış. O şehrin
kenarındaki bir mağarada ibadetle meşgul olduğunu söyleyenler de olmuştur. Doğrusunu
Allah bilir.
İbn Abbas(r.a.) demiş ki: Habib Neccar, ağır bir cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Çok
sadaka veren bir kimseydi. Milleti kendisini öldürdü. Ona: «..."Cennet'e gir." denilince...»
Allah onu Cennet'e koydu. Cennet' teki sevinç, neşe ve parlaklığı görünce de, «.. .Keski
milletim, Rabbi-min beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!...
» Benim inandığıma inanır ve benim kazandıklarımı kazanırlardı, dedi.
Hayattayken, "Ey Milletim! Elçilere uyun." diyerek kavmine nasihat etmişti. Vefatından
sonra onlara şu sözleriyle öğüt verdi: "Keşke milletim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni
ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!" Kendi gördüğü ilahî ikramları ve elde ettiği
mertebelerle kazana, kavminin de görmesini istemişti.[21]
Katade'nin anlattığına göre Cenâb-l Allah, Habib Neccar'm öldürülüşünden sonra milletini
kınamadı, «...Sadece tek bir çığlık... o kadar, hemen sönüp gittiler.»
"Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik." Yani
onlardan intikam almak için üzerlerine gökten bir ordu indirmeye ihtiyacımız da olmadı.
Mücahid ve Katade dediler ki: "Ondan sonra milleti üzerine gökten bir ordu indirmedik."
Yani onlara başka elçi göndermedik.
Taberî'nin dediğine göre ayetteki ordu kelimesini, aslî anlamında kabul etmek daha uygun
olur. Bence de kuvvetli olan görüş budur. Bu nedenle Cenâb-ı Allah demiş ki: "Zaten
indirecek te değildik." Elçilerimizi yalanlayıp velimizi ve dostumuzu öldürdükleri zaman
onlardan intikam almak için üzerlerine gökten bir ordu indirmedik. "Sadece tek bir çığlık...
o kadar, hemen sönüp gittiler."
Müfessirler dediler ki: Cenâb-ı Allah, onlara Cebrail'i gönderdi. Oturmakta oldukları şehir
kapısının iki yanını tuttu. Sonra onlara öyle şiddetli bir ünleyişle ünledi ki; sesleri
kısılıverdi, hareketsiz kalıverdi-ler. Gözleri bile açılıp kapanamaz oldu.
Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, ayette geçen şehir, Antakya şehri değildir. Çünkü ayette
anlatılanlar, Allah'ın elçilerini yalanladıklarından dolayı helak edilmişlerdi. Antakyahlarsa,
isa'nın elçi olarak kendilerine gönderdiği kimselere uyup iman etmişlerdir. İsa'ya ilk inanan
şehir halkı, Antakyahlar olmuştur.
Taberanî'nin Hüseyin el-Aşkar kanalıyla Ibn Abbas'tan rivayet ettiği hadise gelelim.
Rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İlkler üçtür: Musa'ya inananların ilki
Yuşa'b. Nun'dur. İsa'ya inananların ilki Yasin şehri (Antakya) halkıdır. Muhammed'e
inananların ilki de Ebu Talip oğlu Ali'dir." Bu, şahinliği sabit olmayan bir hadistir. Çünkü
rivayet senedinde adı geçen Hüseyin el-Aşkar, Gulat-ı Şia'dandır. Bunu ondan başka rivayet
eden birinin olmayışı, bu hadisin tümden zayıflığına delâlet eder. Doğrusunu Allah bilir.
[22]
Hz. Yunus
Cenâb-ı Allah, Yunus sûresinde şöyle buyurmuştur:
"Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin! İşte Yımus'un
milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve
onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." (Yûnus, 98.)
«Zünnun (Yûnus) hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisine güç
yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden başka tanrı yoktur,
sen münezzehsin, doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." diye seslenmişti. Biz de ona cevap
verip onu üzüntüden kurtarmıştık. İnananları işte böyle kurtarırız.» (el-Enbiyâ, 87-88.)
«Doğrusu, Yunus da peygamberlerdendir. Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlarla
karşılıklı kurra çekmişti de yenilenlerden olmuştu; bu sebeple denize atılmıştı. Yenilgiye
uğramışken onu bir balık yutmuştu. Eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı (insanların)
yeniden diril-tilecekleri güne (kıyamete) kadar balığın karnında bekleyecekti. Halsiz bir
vaziyette onu dışarı çıkardık. Onun için, geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik. Onu 100.000
veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar. Bunun üzerine
biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.» (es-Sârrat, 139-148.)
«Ey Muhammedi Sen, Rabbinin hükmüne kadar sabret, Balık sahibi Yunus gibi olma. O,
pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti. Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı,
kınanmış olarak sahile atılacaktı. Rabbi onu seçip iyilerden kıldı.» (cl-Kalem, 48-50.)
Müfessirlerin anlattıklarına göre Cenâb-ı Allah, Yunus peygamberi, Musul'a bağlı Ninova
halkına peygamber olarak göndermişti. Yunus, Ninovalıları onur ve üstünlük sahibi Allah'a
kulluk etmeye çağırmıştı ama halk onu yalanlamış, küfür ve inatlarında ısrar etmişlerdi. Bu
halleri uzun süre böyle devam edince de, Yunus aralarından çıkıp gitmiş; giderken de üçten
sonra kendilerine gelecek bir azab ile onları tehdid etmişti.
îbn Mesud, Mücahid, Said b. Cübeyr, Katade ve bir çok selef ulemasıyla halef uleması
dediler ki: Yunus, onların aralanndan çıkınca ve onlar da başlanna gelecek olan azabı
hakedince Cenâb-ı Allah, kalb-lerine-pişmanlık ve tevbe bıraktı. Peygamberlerine
yaptıklarından Ötürü nadim olup Allah'a yöneldiler. Canlarına eziyet vermek için de kıldan
örülmüş giysiler giyindiler. Sonra yüce Rabblerine feryad-ü figan ile yalvarıp yakardılar.
Hayvanlarla yavrularını birbirlerinden ayırdılar. Allah'ın huzurunda boyun büküp meskenet
gösterdiler. Erkekler, kadınlar, oğullar, kızlar ve analar hep ağlaştılar. îrüi-ufakh hayvanlarla
davarlar ve binekler bağrıştılar. Develerle yavruları, ineklerle buzağılan, koyunlarla kuzuları
böğürüp meleştiler. Çok korkunç bir an yaşadılar. Yunus'a yaptıkları haksızlık nedeniyle
kendilerine yaklaşmakta olan, karanlık gece parçaları gibi başlarının üstünde dönen azabı,
Cenâb-ı Allah kendi gücü, kuvveti, rahmeti ve şefkati ile üzerlerinden kaldırdı. Bu nedenle
de buyurdu ki: "Bir kasaba halkı inanmalı değil miydi ki, imanları kendilerine fayda versin."
Yani geçmiş nesillerden olan bir kasaba halkı, yedisinden yetmişine kadar tümüyle iman
etmeli değil miydi?
Bu ayet, böyle bir kasaba halkının mevcud olmadığını yani istisnasız bütün ferdleri iman
etmiş bir kasaba halkının mevcud olmadığını gösteriyor. Aksine, durum şu ayette anlatıldığı
gibidir:
«Doğrusu, uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasaba halkının varlıklı kimseleri, onlara: "Biz
sizinle gönderilen şeyi inkar ediyoruz" diye. gelmişlerdir.» (Sebc, 34.)
«İşte Yunus'un milleti, inandığı zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan
kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik." Evet, onlar, yediden yetmişe tüm
ferdleriyle birlikte iman etmişlerdi.
Ninovahlârın bu imanlarının kendilerini dünyevî azabtan kurtardığı gibi ahirette de
kendilerine fayda sağlayıp sağlamayacağı ve uhrevî azaptan kurtarıp kurtarmayacağı
hususunda müfessirler muhtelif görüşler beyan etmişlerdir. Kimine göre bu imanları, onlara
ahirette de fayda verir. Kimine göre fayda vermez. Allah bilir ya, ayetin akışından da
anlaşıldığına göre bu imanlarının ahirette de kendilerine fayda vereceği kuvvetle
muhtemeldir. Zira Cenâb-ı Allah buyuruyor ki: "İman ettikleri zaman, dünya hayatında
rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık."
«Onu 100.000 veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik. Sonunda ona inandılar.
Bunun üzerine biz de onları bir süreye kadar geçindirdik.» (es-SSfiat, 147-148.)
Bu dünya hayatında bir süre daha geçindirilmiş olmaları, ayrıca uhrevi azabın da onların
üzerlerinden kaldırılmasına mani teşkil etmez. Onlar kesin olarak en azından 100.000
kişiydiler. Daha fazla oldukları hususundaysa ihtilaf vardır. Mehhul'a göre ise 110.000
kişiydiler. Tirmizî'nin rivayetine göre Ubeyy b. Ka'b, "Onu (Yunus *u) 100.000 veya daha
çok kişiye peygamber olarak gönderdik." mealindeki ayeti Rasûlullah (s.a.v.)'a sormuş, o da;
Yunus kavminin 120.000 kişi olduğunu bildirmiştir. -
îbn Abbas'm dediğine göre 130.000 kişiymişler. Yüz otuz küsur bin, hatta 140.000 küsur kişi
olduklarını îbn Abbas'm söylemiş olduğu, gelen rivayetler arasındadır.
Said b. Cübeyr ise, 170.000.kişi olduklarını söylemiştir.
Yunus'un, balık tarafından yutulduktan sonra mı yoksa daha önce mi, Ninovalılara
peygamber olarak gönderildiği hususunda ihtilaf vardır. Ya da Yunus'un gönderildiği
kavimlerin iki ayrı ümmet oldukları söylenerek bu konuda üç görüş ileri sürülmüştür. Bu
görüşler Taberî Tefsiri'nin ilgili bölümünde açıklanmıştır.[23]
Yunus (a.s.), kavminin inkarı nedeniyle öfkelenerek giderken denizde seyretmek üzere olan
bir gemiye bindi. Gemi yola koyuldu. Seyir halinde olan geminin etrafım dalgalar kuşattı.
Dalgalar yükselince, gemi sarsılmaya başladı ve içindeki yükleri taşıyamaz hale geldi.
Müfes-sirlerin anlattıklarına göre nerdeyse boğulacaklardı. Kendi aralarında kurra çekmeye,
kurra kime isabet ederse yükü hafifletmek için- onu denize atmayı kararlaştırmak üzere bir
araya gelip kendi aralarında müşaverede bulundular. Kurra çekince, kurra, Allah'ın
peygamberi Yunus'a çıktı. Fakat kendini denize atmasına diğerleri müsaade etmediler.
Yeniden kurra çektiler. Kurra, yine Yunus'a çıktı. Kendini denize atmak için elbiselerini
çıkarmaya kalktı, ama yine onu bırakmadılar. Kurra çekme işini, üçüncü kez tekrarladılar.
Bu defa da kurra ona isabet etmişti. Çünkü Cenâb-ı Allah, onun başına büyük bir iş
getirmek istiyordu. Yüce Allah buyuruyor ki: "Doğrusu, Yunus da peygamberlerdendir.
Dolu bir gemiye kaçmıştı. Gemide olanlar karşılıklı kurra çekmişti de yenilenlerden
olmuştu. Bu sebeple denize atılmıştı. Yenilgiye uğramışken onu bir balık yutmuştu."
Evet; kurra kendisine çılanca onu denize atmışlardı. Cenâb-ı Allah, denizden ona büyük bir
balık göndermişti de balık onu yutmuştu. Rab-bi, balığa, Yunus'un etini yememesini,
kemiklerini kırıp parçalamamasını emretmişti. Bunun kendisine rızık olmayacağını
bildirmişti. Balık ' onu yuttu. Karnındayken ona bütün denizleri gezdirdi. Yunus'u yutan
balığı daha büyük bir balığın yutmuş olduğu da söylenir.
Balığın karnına yerleşince, öldüğünü sanmıştı. Organlarım hareket ettirdi; organlarının
hareket etmekte olduklarını gördü.. Canlı olduğunu anladı, hemen Rabbine secdeye
kapanarak şöyle dedi: "Ey Rabbim! Öyle bir yerde sana secde ediyorum ki; benden önce hiç
kimse, böyle bir yerde sana ibadet etmiş değildir."
Balığın karnında ne kadar süreyle kaldığı hususunda görüş ayrılıkları vardır. Mücahid,
Sa'bî'den naklederek dedi ki: Balık onu kuşluk vaktinde yuttu, ama akşamleyin dışarı attı.
Katade'nin anlattığına göre üç gün; Cafer es-Sadık'm dediğine bakılırsa yedi gün süreyle
balığın karnında beklemiştir. Ümeyye b. Ebi Sait'in şu şiiri de buna tanıklık etmektedir:
"Sen, kendi lütfunla kurtardın Yunus'u,
Balığın karnında birkaç gece kalmıştı."
Said b. Ebi'l-Hasen ile Ebu Malik, Yunusun balığın karnında kırk gün kaldığını
söylemişlerdir. Orada ne kadar kalmış olduğunu en iyi bilen, elbetteki Allah'tır.[24]
Balık onu yuttuktan sonra tuzlu ve dalgalı denizlerin derinliklerinde gezdirdi. Yunus,
oralarda balıkların Allah'ı teşbih edişlerini duydu. Kumların ve çakılların bile, taneyi ve
çekirdeği yaran; göklerle yerin ve ikisi arasındaki şeylerin, toprak altındaki mevcudatın
Rabbine teşbih edişlerini de duydu. Onur ve üstünlük sahibi olan, sırları ve fısıldaşma-lan
bilen, sıkıntı ve belaları gideren, zayıf ve cılız da olsalar sesleri işiten, ince de olsalar
gizlilikleri bilen, her ne kadar büyük de olsalar dualara icabet eden Allah'ın da bildirdiği gibi
tam o esnada ve orada, yani balığın karnında lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile Rabbine yalvarıp
yakardı. Evet; konuşanların en doğru sözlüsü, âlemlerin Rabbi ve rasüllerin ilahı olan Allah
haber veriyor ki:
"Zünnun (Yunus) hakkında söylediğimizi de an. O, (halkına) öfkelenerek giderken,
kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı. Fakat sonunda karanlıklar içinde: "Senden
başka tanrı yoktur, sen münezzehsin, doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." diye
seslenmişti. Biz de ona cevap verip onu üzüntüden kurtarmıştık. İnananları işte böyle
kurtarırız."
Ayet-i kerimede geçen ve, "Onu sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı." cümlesindeki fiili güç
yetirme manasına gelebileceği gibi, takdir etme manasına da gelebilir. Bu da meşhur bir
lügattir. Nitekim şair demiş ki:
"Şu geçen zaman bir daha geri gelmeyecektir, Kutlusun, takdir ettiğin olur, emir senindir."
"Karanlıklar içinde seslenmişti." İbn Mesud, Amr b. Meymun, Said b. Cübeyr, Muhammed
b. Ka'b, Hasen, Katade ve Dahhak dediler ki: Ayet-i kerimede geçen "karanlıklar"dan kasıt;
balığın karnındaki karanlık, denizin karanlığı ve gecenin karanlığıdır.
Salim b. Ebi Ca'd dedi ki: Yunus'u yutan balığı bir başka balık yuttu.
İki balığın karnındaki karanlığa gecenin de karanlığı eldendi. Böylece üç karanlık üst üste
eklendi. Ayet-i Kerimedeki "karanlıklar" sözüyle buna işaret edilmiştir. Cenâb-ı Allah
buyuruyor ki: «(Yunus) eğer Allah'ı teşbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden
diriltileçekleri güne (kıyamete) kadar balığın karnında bekleyecekti.» Yani Yunus, balığın
karnındayken Allah'ı teşbih etmeseydi, ondan başka tanrı bulunmadığına tanıklıkta
bulunmasaydı, boyun eğip Allah'ın varlığını, üstünlüğünü itiraf etmeseydi, tevbe edip ona
yönelmeseydi, kıyamet gününe dek orada bekleyecekti. İnsanların mezarlarında
diriltilecekler! günde, o da balığın karnında diriltilip dışarı çıkarılacaktı.
Başkalarıysa, mezkur ayetin şu manayı ifade ettiğini söylemişlerdir: Eğer Yunus, balığın
karnına girmeden önce Allah'ı çok anan, ona itaat eden ve namaz kılanlardan biri olmasaydı,
kıyamete dek balığın karnında bekleyecekti.
Taberî'nin de tercih ettiği bu görüşü, Dahhak b. Kays, İbn Abbas, Hasan Basrî, Katade ve
diğerleri ileri sürmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel ile bazı sünen sahiplerinin rivayet ettikleri şu
hadis de bu görüşü doğrulamaktadır. Rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.), İbn Abbas'a hitaben
şöyle demiş: "Ey çocuk, sana bazı kelimeler öğreteceğim: Allah'ı(n hukukunu) koru ki Allah
da seni korusun. Allah'ı(n hukukunu) korursan, onu karşında bulursun. Genişlikte Allah'ı
tanırsan, sıkıntı halinde o da seni tanır.
Taberî, Tefsirinde, Bezzar'da Müsned'inde, Ümmü Seleme'nin kölesi Abdullah b. Rafî'in
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Hüreyre, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu
söyledi: "Cenâb-ı Allah, Yunus'u balığın karnında hapsetmek istediğinde balığa şöyle
vahyetti: «Yunus'u al, ama onun etini tırmalayıp parçalama, kemiklerini de kırma.» Balık
onu yutup denizin dibine götürünce, orada bazı sesler duydu. "Bu da ne?" diye kendine
sordu. Balığın karnındayken Cenâb-ı Allah ona, "Bu duyduğun-ses, deniz hayvanlarının
tesbihatıdır." diye vahyetti. Balığın karnında olduğu halde o da-tesbihata başladı. Melekler
onun teşbihte bulunduğunu duyduklarında, "Ey Rabbimiz! Tuhaf bir yerden gelen cılız bir
ses işitiyoruz (Bu neyin nesi)?" diye sordular. Allah (c.c)'da şöyle cevap verdi: "O, benim
kulum Yunus'tur. Bana karşı çıktı, ben de onu. denizdeki bir balığın karnında hapsettim."
Melekler: "Her gün, her gece salih amelleri sana arzedilen salih bir kul hâlâ hapiste midir?"
diye sorunca, Cenâb-ı Allah "evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine melekler Yunus'a
şefaatçi oldular da Cenâb-ı Allah, balığa emir verdi; balık ta, Allah'ın buyurduğu gibi, "O
hasta haldeyken onu sahile attı."»
Bu anlattığımız hadisin senedi de metni de lafzı da Taberî'ye aittir.[25]
İbn Ebi Hatim, Tefsir'inde, Enes b. Maîik'ten rivayet ederek Rasû-lullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğunu söyledi:
"Peygamber Yunus (a.s.), balığın karnındayken bu kelimelerle dua etmek gerektiğim
anlayınca dedi ki: "Allahım! Senden başka tanrı yoktur. Noksanlıklardan münezzehsin.
Doğrusu, ben haksızlık edenlerdenim." Bu duası, Arş'm altına kadar gitti. Melekler dediler
ki:
- Rabbimiz! Çok cılız, ama tanıdık bir ses.. Garip beldelerden geliyor.
- Bu sesifn sahibini) tanımıyor musunuz?
- Hayır ey Rabbimiz.. Kimdir o?
- Kulum Yunus1 tur.
- Sürekli olarak makbul ameli ve müstecap duası sana arzedilen kulun-Yunus ha? Genişlik
zamanında yaptıklarından ötürü merhamet edip de onu beladan kurtarmaz mısın?
-Olur...
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah balığa emir verdi de, balık onu ağaçsız boş bir yere attı."
İbn Ebi Hatîm, bu hadisin devamı da bulunduğunu söyleyerek Ebu Hüreyre'nin şöyle
dediğini nakletmektedir: 'Yunus, ağaçsız ve boş bir yere atıldı. Cenâb-ı Allah, onun için
geniş yapraklı bir bitki bitirdi." Geniş yapraklı bitkinin ne olduğu sorulunca da Ebu Hüreyre
şu cevabı verdi: "Kabak ağacıdır. Cenâb-ı Allah onun için yabani dişi oğlaklar da yarattı.
Oğlaklar, yerdeki haşeratı yiyorlardı. Bitki yetişinceye kadar bu oğlaklar, Yunus'a sabahakşam
süt veriyorlardı."
Bu meseleyle ilgili olarakÜmeyye b. Ebi Salt, bir şiirinde şöyle der:
"Rahmet eseri olarak Allah onun için geniş yapraklı bitki bitirdi.
Eğer Allah mevcud olmasaydı, açlıktan zayıflardı."
"Hasta haldeyken onu boş ve ağaçsız bir yere attık." Yeni doğan civciv gibi olup üzerinde
tüy diye birşey yokken balığın karnından dışarı atıldı. Anasından yeni doğan bir bebe gibi
vücudu pelte haldeydi. "Onun için geniş yapraklı bir ağaç bitirdik." İbn Mesud, İbn Abbas,
Süddî ve diğerlerinin dediklerine göre bu geniş yapraklı ağaç, kabak ağacıdır.[26]
Bazı âlimler, dediler ki: Cenâb-ı Allah'ın onun için kabak ağacını bitirmiş olmasında bir çok
hikmetler vardır. Bu hikmetlerden bazıları şunlardır: Kabak ağacının yaprakları son derece
yumuşaktır, çoktur, gölgesi de fazladır. İlk çıkışından son demine kadar kabaklar, çiğ veya
pişmiş olarak; kabuğuyla, çekirdeğiyle beraber yenir. Kabakta daha birçok faydalar vardır.
Dimağı da kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Allah'ın Yunus için çölde otlanıp sabah-akşam kendisine süt veren dişi keçiler
yaratmış olduğuna dair Ebu Hüreyre'nin söylediklerini daha önce nakletmiştik. Bütün
bunlar, Allah'ın Yunus'a olan rahmet, in'am ve ihsanının eseridir. Bu sebeple Cenâb-ı Allah
buyurmuş ki: "Biz de ona cevap verip onu üzüntüden kurtarmıştık." İçinde bulunduğu
darlıktan ve sıkıntıdan kurtarmıştık, "İnananları işte böyle kurtarırız." Bize dua edip bizden
eman dileyen ve bize sığınan herkese böyle yaparız.
Taberî'nin rivayetine göre Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: Rasû-lullah (s.a.v.)'m şöyle
dediğini işittim:
"Allah'ın adıdır ki onunla dua edildiğinde dua kabul buyurulur, onunla bir dilekte
bulunulduğunda dilek, yerine getirilir. (Bu dediğim) Yunus b. Meta'nın duasıdır. Dedim ki,
"Ya Rasûlallah, bu sadece Yunus'a mı yoksa bütün Müslümanlara mı mahsustur? Buyurdu
ki: Bu adla dua ettiklerinde bu özel olarak Yunus'a, genel olarak ta mü'minlere mahsus olur.
Cenâb-ı Allah'ın şu sözünü duymadın mı?: "Nihayet karanlıklar içinde (kalıp): "Senden
başka tanrı yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Doğrusu, ben haksızlık
edenlerdenim." diye yalvardı: Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte
biz, inananları böyle kurtarırız."»
Bu kelimelerle dua edenlerin duasını kabul buyuracağına dair Allah'ın şartı vardır."[27]
İbn Ebi Hatîm'in rivayetine göre Sa'd b. Ebi Vakkas şöyle demiştir: RasûluUah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Yunusun duasıyla duada bulunanların duaları kabul buyurulur."
Bu iki rivayet, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan gelmektedir. Ayrıca bunlardan daha güzel olan üçüncü
bir rivayet vardır: Ahmed b. Hanbel, Sa'd b. Ebi Vakkas'm şöyle dediğim rivayet eder:
«Mescitte Osman b. Affan'a uğradım, selam verdim ama selamımı almadı, bana tuhaf tuhaf
baktı. Hattab oğlu Ömer'e gittim: Ey mü'minlerin emiri! İslâm'a birşey mi oldu? diye
sordum. Hayır, ne var? dedi. Ben de dedim ki: Pek birşey olduğu yok. Yalnız az önce
mescitte Osman'a uğradım. Selam verdim; bana tuhaf tuhaf baktı ve selamıma karşılık
vermedi. Ömer, Osman'a birini göndererek yanına çağırttı. Yanına geldiğinde: "Kardeşin
(Sa'd)m selamını almana engel olan sebep neydi?" diye sordu. "Hayır, böyle birşey
yapmadım" dedi. Ben de, "Yaptı." dedim. Nihayet yemin etti, ben de yemin ettim. Sonra
yaptığını hatırladı ve tevbe estağfurullah diyerek söze başladı! "Evet.. Doğrusu, az önce
bana uğradın. Yanıma geldiğin sırada, RasûluUah (s.a.v.)'dan duymuş olduğum bir sözü
kendi kendime tekrarlıyordum. And olsun ki o sözü her hatırladığımda, gözüme ve kalbime
perde çekilir (Hiç birşeyi görmem, hiç birşeyin farkında olmam.)"
"O sözü ben sana bildireyim." dedim. Rasûlullah (s.a.v.) bize bir duanın baş kısmını anlattı.
Sonra bir Arabî gelerek onu meşgul etti. Nihayet Rasûlullah (s.a.v.), oturduğu yerden kalktı,
ben de peşine takıldım. Beni geçip geride bırakmasından korktum. Ayağımı yere vurdum.
Dönüp baktı, "Kim o, Ebu İshak (Sa'd) mı?" diye sordu. Ben de, "Evet Ya Rasûlallah"
dedim. "Ne var?" dedi. Ben de şöyle dedim: "Vallahi birşey yok. Yalnız bize bir duanın baş
kısmım anlattın. Sonra bir Arabî gelip seni meşgul etti de..." Cevaben buyurdu ki: "Evet.. O,
Zünnun (Yunussun balığın karnındayken yapmış olduğu duadır: «Senden başka tanrı yoktur.
Sen noksanlıklardan uzaksın, münezzehsin. Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim." Bir
Müslüman her hangi bir iş için bu şekilde dua ederse, duasına mutlaka cevap verilir.»[28]
Hz. Yunus'un Fazilet Ve Üstünlüğü
"Doğrusu, Yunus da peygamberlerdendir." Cenâb-ı Allah, Nisa ve En'âm sûrelerinde onu,
yüce peygamberler arasında anmıştır. Hepsine en yüksek salat-ü selâmlar olsun.
İmam Ahmed b. Hanbel, Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet etti: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu
İd: «Bir kulun, ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi yakışık almaz.»[29]
Buharî, İbn Abbas'tan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«Bir kulun, ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi yakışık almaz.»[30]
Taberanî, îbn Abbas'tan rivayet ederek Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Bir kimsenin, Allah katında ben Meta oğlu Yunus'tan daha iyiyim demesi yakışık almaz."
"Hayır, dünyada Musa'yı seçen (Allah)a andolsun M..." diyen Yahudi'yi tokatlayan bir
Müslümanm hikayesinin son kısmında Buharî şöyle demiştir: «Ben, Meta oğlu Yunus'tan
daha üstün bir kimse bulunduğunu söylemem.»[31]
Bazı hadislerinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Bir kimsenin beni, Meta oğlu Yunus'tan üstün tutması yakışık almaz.»
«Beni peygamberlerden ve de Meta oğlu Yunus'tan üstün tutmayın.»
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, diğer nebi ve mürsellere olan tevazuundan dolayı böyle
demiştir. [32]
Hz. Musa
Musa, Kahisoğlu îmran'm oğludur. Kahis, Lavioğlu Azir'in oğludur. Lavi de, İshak oğlu
Yakub'un oğludur. İshak ise, İbrahim peygamberin oğludur. Cenâb-ı Allah, Musa (a.s.)
hakkında şöyle buyurmuştur:
«Ritab'da Musa'yı da an. Çünkü o, içi temiz (bir insan)dı ve gönderilmiş bir peygamberdi.
Ona Tur'un sağ tarafından seslendik ve onu, (kendisiyle) özel konuşmak için (bize)
yaklaştırdık. Ona, rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan
ettik.» (Meryem, 51-53.)
Cenâb-ı Allah, Musa'yı Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde anmıştır. Onun kıssasını, fazla
uzatmadan Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde anlatmıştır. Allah izin verirse burada kitaptan,
sünnetten, selef ulema-sıyla diğerlerinin anlattıkları israiliyat haberlerinden nakiller yaparak,
Musa'nın yaşantısını başından sonuna kadar anlatmaya çalışacağız. Her hususta
güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır. O buyurmuş ki:
«Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, »
«Tâ-sîn-mîm. Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir. İnanan bir kavim için Musa ile Firavun'un
haberinden bir parçayı, doğru olarak sana okuyacağız: Firavun o yerde ululandı. (Zorbalığa
kalktı). Halkım çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi (İsrailoğullarım) zayıflatıyor,
oğullarım kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz de
istiyorduk ki o yerde zayıflatılanlara lütfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin
mülküne) mirasçı kılalım. Ve onları o yerde (Mısır'da ve Şam'da) hakim kılalım. Firavun'a,
Haman'a ve askerlerine, onlardan (yani İsrailoğullan yüzünden başlarına gelmesinden)
korktukları şeyi gösterelim.» (el-Kasas, 1-6.)
Cenâb-ı Allah, yukarıdaki ayetlerde Musa'nın kıssasını Özetle veriyor, sonra da genişçe
açıklıyor. Musa ile Firavun'un haberini peygamberi Muhammed (s.a.v.)'e doğru olarak
okuduğunu bildiriyor. Öyleki, bu ayetleri duyan, Musa ile Firavun arasında cereyan eden
hadiseleri ayan beyan görmüş gibi olur.
"Firavun, o yerde ululandı (zorbalığa kalktı). Halkını çeşitli gruplara böldü." Azıp serkeşlik
etti, dünya hayatım ahirete tercih etti. Yüce Rabbe itaatten yüz çevirdi, halkını gruplara
ayırdı, bir grubu (İsrail oğullarını) zayıflatıyordu. İsrailoğullan, Yaküb peygamberin
soyundarıdırlar. O zaman, yeryüzünün en iyi ve en seçkin insanlarıydılar. Cenâb-ı Allah
onlara; zalim, zorba, kafir ve ahlaksız bir hükümdarı (Fi-ravun'u) musallat etti. Onları
köleleştiriyor; en düşük mesleklerde ve en kötü işlerde çalıştırıyordu. Bu da yetmezmiş gibi,
"Oğullarını kesiyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardan idi."
Onu bu kötü işleri yapmaya iten sebep şuydu: îsrailoğullan, İbrahim peygamberden
kendilerine ulaşan haberleri kendi aralarında okuyup inceliyorlardı. Bu haberlerden biri de;
İbrahim soyundan bir çocuğun doğacağı ve Mısır kralının ölümünün de o çocuğun eliyle
olacağı haberi idi. Allah bilir ya bu da, İbrahim (a.s.)'in zevcesi Sâre'nîn Mısır ülkesinden
geçmekteyken Firavun'un ona kötülük yapmak istemesi ve Allah'ın da onu Firavun'dan
korumasından sonra bir müjde olarak Allah tarafından haber verilmişti. Bu müjdeyi
İsrailoğulları'nm hepsi biliyorlardı. Mısırlı kiptiler de bunu kendi aralarında söyleşmeye
başlamışlardı. Bunu haber alan Firavun, meseleyi bazı kumandanlarına ve maiyet erbabına,
bir gece sohbetinde açtı. O anda da, başına bela olacak çocuğun dünyaya gelip
yaşamasından kurtulmak için, İsrailoğullarının yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini
emretti; ama tedbir, onu kaderin hükmünden kurtaramayacaktı!
Süddâ'nin anlattığına göre Firavun, şöyle bir rüya görmüş: Kudüs taraflarından bir ateş
gelerek Mısır'ın evlerini ve Kıptîlerin tamamını yakmış. Yalnız bu ateş, îsrailoğullanna zarar
vermemiş... Uykudan uyanınca Firavun, bu rüyadan dolayı ürküp dehşete kapılmış.
Kahinleri, rüya yorumcularını ve büyücüleri etrafına toplamış, bu rüyadan ne anladıklarını
onlara sormuştu. Onlar da şu cevabı vermişlerdi: İsrailo-ğullarından bir oğlan doğacak.
Mısırlıların helaki onun eliyle olacaktır... Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullannın yeni
doğan oğullarının öldürülmesini, kızlarının da hayatta bırakılmasını emretmişti. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Biz de istiyorduk ki, o yerde zayıfl atıl ani ar a
(İsrailoğull arma) lütfedelim, onları önderler yapalım. Onları (ötekilerin mülküne) mirasçı
kılalım ve onları o yerde (Mısır'da ve Şam'da) hakim kılalım. Firavun'a, Haman'a ve
askerlerine, onlardan (yani İsrailoğulları yüzünden başlarına gelmesinden) korktukları şeyi
gösterelim." Yani güçsüzü güçlü, aşağılanmışı onurlu, ezilmişi de ezen kılalım. Bütün
bunları, îsrailoğulları gördüler. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Hor görülün kavmi,
bereketlendirdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin îsrailoğullanna
verdiği güzel söz, sabırlarına karşılık yerine geldi."» (cl-A'rsf, 137.)
«Ama biz Firavun ve adamlarını bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli
makamlardan çıkardık. Böylece oralara İsrailo-ğullarım mirasçı kıldık. (eş-Şuarâ, 57.59.)
Bununla ilgili tafsilat, yerinde verilecektir, inşaallah. Demek istediğim şu ki Firavun,
Musa'nın yaşamaması için gerekli bütün tedbirleri aldı. Adamlarıyla ve ebelerle gebe
kadınları kontrol ettirdi. Kontrolcü-ler, gebe kadınların ne zaman doğuracaklarını tespit
ediyorlardı. Oğlan doğuran kadının çocuğunu, o cani kontrolcüler hemen kesip boğazlıyorlardı.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Firavun, îsrailoğulla-rının sadece güçlerini
kırmak, onlarla savaşacak olursa kendisine karşı direnmelerini Önlemek için, doğan erkek
çocuklarının öldürülmesini emretmişti.
Bu görüş üzerinde tartışılabilir. Daha doğrusu bü yanlış bir görüştür. Halbuki Musa (a.s.),
peygamber olarak Firavun kavmine gönderildikten sonra Firavun, îsrailoğullannm yeni
doğan erkek çocuklarının Öldürülmelerini emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
«Musa katımızdan onlara gerçeği getirince: "Onunla beraber iman etmiş kimselerin
oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın." dediler.»(el-Mü'min, 25.)
Bu nedenledir ki îsrailoğuîları, Musa'ya şöyle demişlerdi: "Sen bize gelmeden önce de,
geldikten sonra da eziyet çektik." (ei-A'râf, 129.)
Doğrusu şu ki Firavun, Musa'nın varlığından kurtulmak için, îsrailoğullarının erkek
çocuklarının öldürülmesini daha önceleri emretmiştir.
Evet, işte böyle.. Kader ona diyordu ki: Hakimiyet alanının genişliğine, gücünün fazlalığına,
askerlerinin çokluğuna aldanan ey zorba hükümdar! Kaderine muhalefet edilemeyen,
gücüne karşı direnilemeyen, kuvvetine karşı konulamayan Yüce Allah hüküm verdi ki:
Kendisinden sakınmakta olduğun, ona karşı duyduğun korku nedeniyle sayılamayacak
kadar erkek çocuk öldürdüğün yeni doğmuş çocuk (Musa), mutlaka senin konağında, senin
yatağında gelişip büyüyecek, evindeki yiyecek ve içeceklerinle beslenecektir. Onu evlat
edinip yetiştirecek ve esirgeyecek olan da sen olacaksın. Ama onun varoluşunun sırrım ve
manasını kavrayamayacaksın. Sonra dünya ve ahiretteki helakin, onun eliyle olacaktır.
Çünkü sen, onun sana getireceği Hakka muhalelefet edeceksin. Ona vahyedilen şeyleri
yalanlayacaksın. Sen ve diğer insanlar, göklerle yerin Rabbinin; dilediğini yapan, güçlü,
kuvvetli, büyük azab sahibi ve karşı konulamayan bir iradenin sahibi olduğunu bilesiniz,
diye senin helakin, onun eliyle olacaktır!
Bazı müfessirîerin anlattıklarına göre, erkek çocuklarının öldürülmesi dolayısıyla
İsrailoğullannın sayılarının azalmakta olduğunu gören Kiptiler (Mısır yerlileri), Firavun'a
çıkarak şikayetlerini arzetti-ler ve İsrailoğullannın küçük oğullarının öldürülmesi nedeniyle
ileride, yetişmiş erkeklerinin de tükenip yok olacaklarından, dolayısıyla onların gördükleri
ağır işleri kendilerinin yapmak mecburiyetinde kalacaklarından endişe duyduklarını
Firavun'a bildirdiler. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğullannın yeni doğan erkek çocuklarının
bir sene öldürülmesi, bir sene Öldürülmem esi emrini verdi. Harun (a.s.), çocukların öldürülmedikleri
senede doğmuştu, ama Musa, çocukların öldürülme emrinin geçerli olduğu
senede doğmuştu. Anası sıkıntı çekmiş, endişe-lenmişti. Gebe kaldığı günden sonra tedbir
almaya başlamıştı. Hamileliğini belli etmemeye çalışıyordu. Musa'yı doğurunca da, onu bir
tabuta koyması için kalbine ilham doğdu. Tabuta bir ip bağladı. Evi de Nü kıyı-smdaydı.
Çocuğunu emziriyordu. Bir kimsenin gelip görmesinden korktuğu zaman, çocuğu tabuta
koyuyor, tabutu nehire bırakıyor, ipin ucunu da elinde tutuyordu. Gelenler oradan
uzaklaşınca da tabutu yine yanma çekiyordu. Yüce Allah buyuruyor ki:
«Musa'nın annesine vahyettik ki: "Onu emzir, başına birşey gelmesinden korkuyorsan (bir
sandık içinde) onu denize (Nil'e) bırak. Korkma, üzülme, Biz onu tekrar sana geri vereceğiz
ve onu peygamberlerden yapacağız." Nihayet onu Firavun ailesi aldı ki, kendilerine bir
düşman ve başlarına bir dert olsun. Gerçekten Firavun, Haman ve askerleri ya-nılıyorlardı.
Firavun'un karısı (çocuğu sandıktan çıkarınca: "Bana da, sana da göz bebeği olacak çok
sevimli bir çocuk). Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz."
dedi. (Onu almakla hata ettiklerim) anlamıyorlardı.» (cl-Kasas, 7-9.)
Ayet-i kerimede geçen vahiy kelimesi, ilham ve irşad anlamında bir vahiydir. Nitekim buna
örnek olarak bîr diğer ayet-i kerimede şöyle bu-yurulm aktadır:
"Rabbin bal arısına (şöyle) vahyetti: "Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan ev
edin! Sonra her çeşit meyvalardan ye de Rabbinin yollarında boyun eğerek yürü!" Onun
karınlarından, renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar..." (cn-Nahl, 68-69.)
Bu ayetlerde geçen vahiy, İbn Hazm ile bazı kelamcıların iddia ettikleri gibi peygamberlik
vahyi değildir. Doğru olan, bu ayetlerde geçen vahyin, ilham ve irşad anlamında kullanılmış
olmasıdır. Bunun böyle olduğunu, Ebü'l- Hasen el-Eş'arî de ehl-i sünnet vel-cemaatten
nakletmiş tir.
Süheylî'nin dediğine göre Musa'nın anasının adı, Ayariha'dır. Aya Ziht olduğunu söyleyenler
de vardır. Söylenmek istenen şudur ki, Musa'nın annesine yol gösterildi, onu tabuta koyup
Nil'e bırakma düşüncesi aklına bırakıldı.'Korkmaması ve tasalanmaması için, kalbine telkinat
yapıldı. Denildi ki: Çocuğun gitse de, ileride Allah onu sana geri verecek, onu kitap
sahibi bir peygamber kılacak, dünyada ve ahirette sözü geçecektir.
Anası, kendisine emredileni yaptı. Musa'nın içinde bulunduğu tabutu bir gün yine Nil'e
salıverdi, ama tabutun ipini kıyıya bağlamayı unuttu". Sular, tabutu alıp Firavun'un kıyıdaki
evinin önüne bıraktılar. «Nihayet onu, Firavun ailesi aldı ki kendilerine bir düşman ve başlarına
bir dert olsun."
Bazıları dediler ki: Ayet-i kerimede geçen fiilinin başındaki lam harfi, takibiye lamıdır. Bu
eğer fiiline müteallik ise doğrudur. Ama eğer cümlenin ifade ettiği manaya müteallik ise,
diğer lamlar gibi taliiiye olur. İlleti bildirir. O zaman ayetin manası şöyle olur: "Firavun
ailesi, kendilerine bir düşman ve başlarına bir dert olsun diye Nil'deıı çıkarmaya
hazırlandılar." Doğru olan manayı, Allah daha iyi bilir. Bu ikinci takdiri, şu ayet-i kerimede
teyid ediyor: «Gerçekten Firavun, (onun kötü veziri) Haman ve askerleri yanılıyoıiardı."
Doğru yolda olmadıklarından dolayı da ceza, azab ve pişmanlığı hakkettiler.
Müfessirlerin anlattıklarına göre Firavun'un sarayındaki cariyeler, onu kilitli bir sandık
içinde Nil'den çıkarıp aldıklarında, tabutun kapağını açmaya cesaret edememişler, olduğu
gibi getirip Firavun'un karısı Asiye'nin önüne bırakmışlardı. Asiye, Yusuf'peygamber zamanında
Mısır Firavunluğu yapan Reyyan b. Velid'in oğullarından Abidin oğlu Müzahim'in
kızıdır. Asiye'nin, İsrailoğullarından;ve Musa'nın aşiretinden olup, hatta Musa'nın halası
olduğunu söyleyenler de vardır. Bunu, Süheylî nakletmiştir. Doğrusunu Allah bilir.[33]
İleride İmran kızı Meryem'in kıssasını anlatırken Asiye hakkındaki övgüleri ve her ikisinin
de Cennet'te Rasûlullah (s.a.v.)'m zevceleri olacakları da anlatılacaktır.
Tabutun kapağını açıp Musa'nın üzerindeki örtüyü kaldırınca, yüzünün nebevi nurlarla ve
kendisine özgü bir heybetle parlamakta olduğunu gördü. Görünce de onu sonsuz bir şevkle
sevmeye başlamıştı. Firavun, yanına gelip de "Bu da nesi?" deyip çocuğun öldürülmesini
emredince Asiye, çocuğu savunmuş ve kendisine bağışlanmasını dileyerek "(Ey Firavun),
benim için de, senin için de bir göz bebeği!" demişti. Fira-vun'sa; "Senin için belki, ama
benim için hiç te öyle değildir." Yani benim bu çocuğa ihtiyacım yoktur, demişti. Zaten
insanın başına ne bela gelirse, hep dilinden gelir! Ama karısı Asiye, "(Bu çocuğun) belki
bize faydası dokunur." demişti. Bu sebeple de Cenâb-ı Allah onu, Musa'dan umduğu
faydaya kavuşturdu. Şöyle ki: Dünyada Musa sebebiyle doğru yolu buldu. Ahirette de onun
sebebiyle Rabbi kendisim Cennetine yerleştirdi, "Ya da onu (Musa'yı) evlat ediniriz."
demişti. Firavun ailesinin hiç çocukları olmamıştı. Böyle yaparken, yani Musa'yı Nil'den
çıkarıp evlerine alırken onlar, Cenâb-ı Allah'ın Firavun ile askerlerine karşı hazırladığı azap
ve intikamın "farkında değillerdi."
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Musa'yı Nil'den çıkarıp saraya getiren,
Firavun'un kızı Derbete'dir. Firavun'un erkek çocuğu hiç yoktu. Fakat böyle demekle onlar,
Allah'ın kitabına karşı yalan-yanlış şeyler söylemiş olmaktadırlar. Zira Cenâb-ı Allah
buyurmuş ki: "Musa'nın anası, gönlü bomboş sabahı etti. İnananlardan olması için kalbini
pekiştirme sev dik, neredeyse saraya alman çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı.
Musa'nın ablasına: "Onu izle." dedi. O da, kimse farkına varmadan, Musa'yı uzaktan
gözetledi. Önceden, sütannelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası:
"Size' sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi.
Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin, Allah'ın verdiği sözün gerçek
olduğunu bilsin diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler." (el-Kasas, 10-13.)
îbn Abbas, Mücahid, îkrime, Said b. Cübeyr, Ebu Ubeyde, Hasen, Katade, Dahhak ve
diğerleri dediler ki: "Musa'nın anası, gönlü bomboş sabah etti." Yani kalbinde dünya işlerine
yer kalmamış, Musa'dan başka birşeyi düşünemez olmuştu. "Neredeyse, saraya alman
çocuğun kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı." "İnananlardan olması için kalbini
pekiştirnıeseydik." böyle bir açıklamayı yapacaktı. "Musa'nın ablasına: "Onu izle." dedi.
Haberini bana ulaştır, diye emir verdi. "O da Musa'yı uzaktan gözetledi." Onunla
ilgileniyormuş gibi yaparak, uzaktan uzağa onu gözetledi. Ama "Onlar (Firavun'un
sarayındakiler) bunu farkede-mediler." Çünkü Musa (a.s.), Firavun'un sarayına alındıktan
sonra onu emzirmek istediler. Ne bir kadının memesini emdi, ne de yiyecek yedi. Ona ne
yapacaklarını bilemediler, şaşıp kaldılar. Her imkanı kullanarak ona birşeyler yedirmek
istediler, ama Cenâb-ı Allah'ın da bildirdiği gibi o, yemedi: "Önceden sütannelerin memesini
kabul etmemesini sağladık." Onu ebeler ve bakıcı kadınlarla birlikte, kendisini
emzirebilecek birini bulmaları için çarşıya gönderdiler. Bunlar bir ara çarşıda durmuşlar,
halk da meraklı bakışlarla Musa'ya eğilip bakmaktayken Musa'nın ablası onları görüp
yanlarına geldi; onu tanıdığım belli etmedi. "Size, sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak
bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Onlar da: "Bu ev halkının ona iyi davranacaklarım
ve ona şefkatle bakacaklarını nereden biliyorsun?" diye sordular. O da: "Kralın buna
sevineceğini bildiklerinden ve ondan fayda umduklarından dolayı böyle yapacaklardır."
dedi.[34]
Bunun üzerine Musa'nın ablasıyla birlikte o görevli kadınlar Musa'nın anasının evine
gittiler. Anası onu kucağına alıp emzirmeye başlayınca Musa, onun memesini ağzına alıp
emmeye başladı. Görevli kadınlar buna çok sevindiler. Müjdeci, bunu Asiye'ye bildirmeye
gitti. Asiye, Musa'nın annesini saraya çağırdı ve sarayda kendisinin yanında kalmasını
istedi. Ona iyi davranacağım da söyledi. Fakat Musa'nın annesi: "Kocam ve çocuklarım var..
Ben bunu yapamam. Ancak çocuğu evime götürmemi kabul ederseniz orada onu
emziririm." diyerek sarayda kalmayı kabullenmedi. Bunun üzerine Asiye, ister istemez
Musa'yı annesiyle beraber evine gönderdi, çocuğu emzirmesine karşılık ona maaş bağladı.
Nafakalar, giysiler ve bağışlar ihsan etti.
Anası, Musa'yı tekrar evine götürdü. Kopan bağlarım Allah yeniden birbirine bağladı.[35]
Nitekim yüce Allah buyurdu ki: «Böylece onu annesinin gözü aydın olsun, üzülmesin,
Allah'ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin, diye ona geri çevirdik; Fakat çoğu
bilmezler." Onu anasına geri vereceğimize ve onu peygamber kılacağımıza söz vermiştik.
Onu geri vereceğimize dair sözümüzü yerine getirmekle, peygamber kılacağımıza ilişkin
va'dimizin gerçekliğini de ispatlamış olduk.
Cenâb-ı Allah, bir gece Musa ile konuşurken, bütün bu iyilik ve ihsanlarını ona hatırlatmış
ve şöyle demişti: "Ey Musa! Sana başka bir defa da iyilikte bulunmuş ve annene
vahyedilmesi gerekeni vahyetmiştik. Musa'yı bir sandığa koy da suya bırak. Su, onu kıyıya
atar; bana da, ona da düşman olan biri onu alır. Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin, diye
seni sevgili kıldım.» (Tâ-Hâ, 37-39.)
Musa'yı her gören, onu mutlaka sevmeye başlardı. Katade ile birden fazla selef uleması
dediler İd: Musa'nın en nefis yiyecekleri yiyebilmesi, en şık elbiseleri gij^ebilmesi için
Cenâb-ı Allah onu sevimli kılmıştı. Cenâb-ı Allah da onu muhafaza ederek ve başkasının
yapamayacağı şeyleri takdir ederek bu nimetleri ona ihsan etmişti: «Kızkardeşin, Firavun'un
sarayına giderek: "Ona bakacak birini size göstereyim mi?" diyordu. Böylece, annen
üzülmesin, sevinsin, diye seni ona iade etmiştik. Sen bir cana kıymış tın, seni üzüntüden
kurtarmış ve seni bir çok musibetlerle denemiştik.» (Ta-Hâ, 40.)
Musa'nın, denenmek için karşılaştığı musibetlerle ilgili açıklamaları, Allah dilerse bu
bölümden sonra vereceğiz. Her hususta güvencimiz ve dayanağımız odur.
"Musa, güçlülük (ve olgunluk) çağına gelip olgunlaşmca, ona hikmet ve ilim verdik. İyi
davrananları böyle mükafatlandırırız. Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre
girdi. Biri kene1: adamlarından, diğeri de düşmanlarından olan iki adamı döğüşür buldu.
Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, düşmanını iter
itmez ölümüne sebep oldu. "Bu şeytanın işidir; çünkü o, apaçık saptıran bir düşmandır."
dedi. «Musa: "Rabbim! Doğrusu, ben kendime yazık ettim, beni bağışla," dedi. Allah da onu
bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir.»
«Musa: "Rabbim! Bana verdiğin nimete andolsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım"
dedi.» (ei-Kasas, 14-17.)
Cenâb-ı Allah onu kendisine geri vermekle anasına ihsanda bulunduğunu anlattıktan sonra
Musa'nın güçlülük ve olgunluk çağına yani bedeni ve ahlakî olgunluğa erdikten sonra - ki
bir çok âlimlere göre kişi kırk yaşına vardıktan sonra bu olgunluğa erişir - ona ilim ve
hikmet verdik. Bundan maksat da nübüvvet ve risalettir. Zaten onu, peygamber kılacağımızı
daha önceleri annesine müjdelemiştik: "Onu (Musa'yı), sana geri verecek ve onu
peygamberlerden kılacağız."
Daha sonra Cenâb-ı Allah, onun Mısır diyarından çıkışının, Med-yen'e gidip oraya
yerleşmesinin sebeplerini açıklamaya başlıyor. Vadeyi, Medyen şehrinde bekleyerek
dolduruyor. Orada Cenâb-ı Allah'ın kendisine neler söylediğini ve ne gibi ikramlarda
bulunduğunu daha sonra açıklayacağız.
"Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre girdi." Said b. Cübeyr, İkrime, Katade
ve Süddî'ye göre öğle vakti; İbn Abbas'a göre ise akşamla yatsı arası bir vakitte şehre
girmiştir.[36]
"Orada iki adamı döğüşür buldu." Birbirleriyle vuruşuyor, birbirlerinin üzerine atılıyorlardı.
Döğüşenlerden biri, kendi taraftarlarından (İsrailoğullanndan); diğeri ise, düşmanlarından
(Krptîlerden) idi. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi."
Firavun tarafından evlat edinüdiği ve onun sarayında büyütüldüğü için Musa'nın, Mısır
diyarında otoritesi vardı. Onu kendileri emzirdikleri için süt bağı nedeniyle güya onun
dayıları olduklarını söylemekte olan İsrail oğulları da Musa sebebiyle şeref ve itibar sahibi
olmuşlardı, îsrailoğullarından olan adam, dövüşmekte olduğu Kıptîye karşı Musa'dan
yardım isteyince, Musa, Kıptîyi iteledi. Mücahid'in dediğine göre onu yumrukladı. Katade
nin dediğine göre ise, elindeki bir bastonla ona vurdu da, «Adamın Ölümüne sebep oldu.»
İşiûi bitirdi. O Kıptî, yüce Allah'ı inkar eden ve ona ortak koşanlardandı. Musa onu
büsbütün öldürmek istememişti; sadece onu, dövüşmekten menetmek istemişti. Bununla
beraber Musa: «Bu şeytanın işidir. Çünkü o, apaçık saptıran bir düşmandır.» dedi. Musa:
"Rabbim! Doğrusu, ben kendime yazık ettim. Beni bağışla." dedi. Allah da onu bağışladı. O,
şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. Musa: «Rabbim! Bana verdiğin nimete (onur ve
itibara) andolsun ki, suculara asla yardımcı olmayacağım.» dedi.
«Şehirde korku içinde etrafı gözetip dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen
kimse, bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: "Doğrusu, sen besbelli bir
azgınsın." dedi. Musa, ikisinin de düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Musa!
Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden olmak değil,
ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun." dedi. Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak
geldi: "Ey Musa! İleri gelenler, seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen uzaklaş.
Doğrusu, ben sana öğüt veriyorum." dedi. Musa, korku içinde çevresini gözetleyerek oradan
çıktı. "Rabbim! Beni zalim milletten kurtar." dedi.» (d-Kasas, 18-21.)
Yüce Allah, Musa'nın, bu adamı öldürdüğü haberini alan Firavun ile onun ileri gelen
adamlarının kendisi hakkında kötü düşüneceklerinden korktuğunu haber veriyor. Firavun ile
adamlarının, Musa'nın İsra-iloğullarmdan olan adama yardım etmek amacıyla Kıptîyi
öldürdüğünü zannedeceklerini, dolayısıyla kendisi aleyhindeki şüphelerinin kuvvetleneceğini
düşündü ve bunun da korkunç olaylara yol açacağını tahmin etti. O günün
sabahında, "Korku içinde etrafi gözetip dolaşıyor." sağına, soluna bakıyordu. Bir de ne
görsün: Dün kendisinden yardım istemiş olan ve İsrailoğullanndan olan adam, bağırarak
yine ondan yardım istiyordu. Bu defa başka biriyle kavga etmekte olduğundan dolayı, Musa'dan
yine yardım istiyordu. Kavgacı ve şirret bir adam olduğundan dolayı, Musa onu
azarlayıp kınadı ve "Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın." dedi. Sonra hem kendisinin, hem
de İsrailoğullanndan olan kavgacı herifin düşmanı olan Kıptîyi yakalamak, kavgadan men
etmek ve İsrailoğullanndan olan adamı ondan kurtarmak isteyerek kıptînin üzerine yürüdü.
Bunun üzerine diğeri: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun?
Sen ıslah edenlerden olmak değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun." dedi.
Bazılan dediler ki: Bu sözü İsrailoğullanndan olan o adam söylemiştir. Musa'nın bir önceki
gün yaptıklarını görmüştü. Kıptînin üzerine yürüyen Musa'nın, daha önce kendisini
azarladığı için kendisine vurmaya kasdettiğini sanmıştı da, bu nedenle Musa'ya karşı o
sözleri sar-fetmiş idi. Musa onu, "Besbelli sen, azgın bir kimsesin." diyerek azarlamış
olduğundan dolayı, o da Musa'ya karşı ileri geri konuşmuştu. Musa'nın dün bir adam
öldürmüş olduğunu da halka duyurmuştu. Kıptî, Firavuna giderek ondan, Musa'ya karşı
kendisine yardım etmesini istedi. Bu, bir çoklarının anlatmadığı bir husustur. Yukarıdaki
sözleri, Musa'ya karşı o Kıptînin söylemiş olması da muhtemeldir. Musa'nın, kendisine karşı
yürüdüğünü, görüp İsrailoğullanndan olan hasmına yeniden yardım edeceğini zannedince,
Musa'ya karşı ileri geri konuştu. Zan ve önsezi kabilinden düşünerek, dün bir adam öldüren
Musa, bu gün de beni öldürecek dedi. Ya da, hasmının Musa'dan yardım isterken, bu anlama
gelen sözlerinden dolayı böyle düşünmüştü. Doğrusunu Allah bilir.
Bir önceki gün öldürülen adamın katilinin Musa olduğu Firavun'a bildirilince,
yakalanmasını emretti. Firavun un adamlan Musa'yı yakalamadan önce, öğütçü bir adam
kestirmeden koşarak Musa'nın yanına geldi. "Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi."
Musa'nın başına bir iş gelmesinden korktuğu için "Ey Musa! İleri gelenler, seni öldürmek
için aralarında görüşüyorlar. Hemen (şehirden) çık (ip git). Doğrusu ben, sana öğüt
veriyorum." dedi.[37]
"Musa, korku içinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı." O adamdan bu haberi alır almaz,
rastgele bir yola giderek Mısır'dan çıktı. Yolları tanımıyor, nereye gideceğini bilmiyordu.
Şöyle yalvarıp niyaz ediyordu: «Rabbim! Beni zalim milletten kurtar.»
«Medyen'e doğru yöneldiğinde: "Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım." dedi.
Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka,
hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: "İşiniz nedir?" dedi. "Çobanlar
ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır. Onun için bu işi yapıyoruz." dediler.
Musa, onların davarlarını suladı; sonra gölgeye çekildi. "Rabbim! Doğrusu, bana
indireceğin hayra muhtacım." dedi.» (ei-Kasas, 22-24.)
Yüce Allah, kendisiyle konuşma şerefine erişen kulu ve elçisi Musa'nın, Firavun'un
adamlarına yakalanma endişesiyle korku içinde etrafa göz gezdirerek, nereye gideceğini ve
hangi tarafa yöneleceğini bilmeden Mısır'dan çıkışını anlatıyor. Musa, yolları tanımıyordu,
çünkü daha önce Mısır dışına çıkmış değildi.
«Medyen'e doğru yöneldiğinde» kendisini o şehre götürecek yola girdiğinde, "Rabbimin
bana doğru yolu göstereceğini umarım." dedi. Yani bu yolun, beni hedefime ulaştıracağını
umarım, dedi. Gerçekten de o yol, kendisini hedefine ulaştırmıştı. "Medyen suyuna
geldiğinde..." orada bir kuyu vardı. Halk oradan su içiyor, davarlarına da su veriyorlardı.
Medyen, Cenâb-ı Allah'ın Eykelileri helak etmiş olduğu şehirdir. Eyke-liler, Şuayb (a.s.)'ın
milleti idiler. Âlimlerin bu konudaki iki kavlinden birine göre Eykelilerin helaki, Musa
(a.s.)'nm zamanından önce olmuştur. Musa, ayette sözü edilen suyun yanma vardığında,
"Orada davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan
alıkoyan iki kadın gördü." Orada bulunanlannkine karışmasınlar diye davarlarını su başına
bırakmıyorlardı. Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre orada yedi kız duruyormuş.
Bu yanlıştır. Belki yedi bacı idiler, ama kuyu başında davarlarını sulamak için bekleyenler
iki kızdı. Musa, onlara "İşiniz nedir?" dedi. "Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız.
Babamız çok yaşlıdır. Onun için bu işi biz yapıyoruz." dediler. Güçsüz olduğumuz için,
ancak çobanlar kuyu başından ayrıldıktan sonra hayvanlarımızı suluyoruz. Babamız yaşlı ve
zayıf olduğundan dolayı bu işi biz yapıyoruz, dediler. "Musa, onların davarlarını suladı."
Müfessirler dediler ki: Çobanlar, davarlarını sulama işini tamamladıktan sonra kuyunun
ağzına büyük bir kaya parçası bıraktılar. Zaten hep öyle yaparlardı. O iki kız, onlardan sonra
kuyu başına gelerek, halkın davarlarından artakalan suyla kendi hayvanlarını sularlardı.
Ama o gün Musa, kuyu başına gelerek, kuyunun ağzındaki o büyük kaya parçasını tek
başına kaldırdı. Sonra o iki kıza su verdi, davarlarını da suladı. Hz. Ömer demiş İd: O kaya
parçasını ancak on kişi yerinden kal-dırabilirmiş. Sadece büyük bir kova su çekmişti, bu da
onlara yetmişti. Daha sonra Musa, gölgeye yöneldi. Altında oturduğu ağacın koyu bir
gölgesi vardı. Taberî'nin İbn Mesud'dan naklettiğine göre Musa, ağacın yemyeşil olduğunu
görünce sevindi ve,«Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.» dedi.
îbn Abbas'm anlattığına göre Mısır'dan Medyen'e giderken bakladan ve ağaç yaprağından
başka bir şey yememiş, daha doğrusu yiyeme-mişti. Yalın ayak yürüdüğünden ayaklarının
altı parçalanmıştı, gölgede oturmuştu. O, Allah'ın seçkin bir kuluydu. Açlıktan karnı beline
yapışmıştı. Yediği taze baklalar, karnında duruyordu. O, hiç değilse yarım bir hurmaya bile
muhtaçtı. Ata b. Saib dedi ki: Musa: «Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım.»
dedi. Böyle derken de sesini o kadına işittirdi. "Derken o iki kızdan biri, utana utana
yürüyerek ona geldi:"Babam seni çağırıyor, bizim için (hayvanları) sulamanın ücretini
verecek." dedi. (Musa) o (kızların babalan)na gelip (başından geçen) hikayeyi anlatınca o:
"Korkma, o zalim kavimden kurtuldun." dedi.
O kızlardan biri: "Babacığım, dedi. Bunu (çoban) tut işte. Çünkü ücretle tuttuklarının en
hayırlısı budur. Hem de güçlü ve güvenilir (adam)dır." (Kızların babası, Musa'ya) dedi ki:
"(Bak), bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum.
Eğer (bu süreyi) on (yıl)a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik) dir. Ben
sana zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın." Musa dedi: "Bu seninle
benim aramızda (bir sözleşmedir.) Demek hangi süreyi yerine getirsem bana düşmanlık yok.
Allah, söylediklerimize vekildir." (ei-Kasas, 25-28.)
Musa (a.s.) gölgede oturup da, "Rabbim! Doğrusu, bana indireceğin hayra muhtacım"
derken bu sözlerini, rivayete göre o iki kadın işitmişler, hemen babalarının yanma gitmişler;
babaları, eve çabuk dönmelerini tuhaf karşılamış, onlar da Musa'nın durumunu ve
yaptıklarını babalarına anlatmışlar. Babaları, kızlardan birine, gidip Musa'yı getirmesini
emretmişti: "O sırada kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama
ücretini ödemek için seni çağırıyor." dedi." Musa herhangi bir korkuya kapılmasın diye
Şuayb'in kızı bunu ona açıkça söyledi. Bu da onun ne kadar haya sahibi ve iffetli olduğunu
göstermektedir. "Musa ona gelince başından geçeni anlattı." Firavun'dan kaçıp kurtulmak
için Mısır'ı terkedip buralara geldiğini ona anlattı. O yaşlı adam: "Korkma, artık zalim
milletten kurtuldun".Yani onların hüküm alanlarının dışına çıktın, artık onların devletinde
değilsin, dedi.
Bu yaşlı adamın kim olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bazıları onun Şuayb (a.s.)
olduğunu söylemişlerdir. Alimlerin çoğuna göre meşhur olan görüş de budur. Bir grup
tarihçi, milletinin helak oluşundan sonra Şuayb (a.s.)'m uzun bir ömür yaşamış olduğunu,
nihayet Musa'nın onunla buluşup kızıyla evlendiğini açıkça ifade etmişlerdir.
îbn Ebi Hatîm ve başkalarının Hasan Basrî'den rivayet ettiklerine göre Musa'nın kendisiyle
buluşmuş olduğu adamın adı Şuayb'dır, Su işlerine bakarmış. Yoksa Medyen'in sahibi olan
peygamber Şuayb değildir. Kimine göre o adam, Şuayb'm kardeşi oğlu, kimine göre amcası
oğlu, kimine göre Şuayb in milletinden olan mümin bir kimse, kimine göre de Yatiron adlı
bir adamdır. Kitabîler'in kaynaklarında anlatıldığına göre Yatiron, Medyen şehrinin kahini,
bilgini ve büyüğüymüş.
îbn Abbas ile Ebu Ubeyde b. Abdullah, o yaşlı adamın adının Yatiron olduğunu
söylemişlerdir. Buna ek olarak Ebu Ubey de, onun, Şu-ayb'in kardeşioğlu olduğunu
söylemiştir. îbn Abbas ise ayrıca onun Medyen şehrinin hakimi olduğunu söylemiştir.
Yaşlı adam, Musa'yı evine konuk etti, ona ikramda bulundu. Musa da başından geçenleri
ona anlatınca o, artık tehlikeyi atlattığını ve zalim milletten kurtulduğunu ona müjdeledi.
Tam o esnada kızlarından biri: "Babacığım! onu ücretle tut." dedi. Yani davarlarını gütmesi
için onu ücretle çoban alarak yanında tut. Böyle dedikten sonra ayrıca onun güçlü ve
güvenilir bir kimse olduğunu söylerek onu medhetti.
Ömer, îbn Abbas, Kadı Şüreyh, Ebu Malik, Katade, Muhammed b. İshak ve diğerlerinin
anlattıldanna göre kız, Musa'yı fazlasıyla övünce babası, Onun bu kadar iyi, güçlü ve
güvenilir biri olduğunu nereden biliyorsun? diye sormuş. Kız da şu cevabı vermişti:
Kuyunun ağzına kapatılan ve ancak on kişinin kaldırabileceği kaya parçasını o tek başına
kaldırdı. O'nu alıp eve getirirken önüne düşüp yürümeye başladım. Bana: "Arkamdan yürü.
Yanlış yola saparsam çakıl taşı atarak bana doğru yolu gösterirsin. Böylece, ben de hangi
yoldan gideceğimi öğrenmiş olurum." dedi.[38]
İbn Mesud, insanlar içinde en ferasetli ve en uzak görüşlü olanların üç kişi olduklarını
söylemiştir: Bunlardan biri Musa'nın eşidir ki, babasına şöyle demişti: "Babacığım! Onu
ücretle tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi, bu güçlü ve güvenilir adamdır."
îkincisi, Yusufu köle diye satın alan ve karısına şu tenbihte bulunan, Mısır azizi (veziri) dir:
"Karıcığım ona iyi bak." Üçüncüsü de, kendisinden sonra halife olması için Hz. Ömer'i
tayin eden Hz. Ebu Bekir'dir.
Kızların babası olan yaşlı adam, Musa'ya şöyle demişti:
"Bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki lazımdan birini sana nikahlamak istiyorum.
Eğer (bu süreyi) on (yıl)a tamamlarsan artık o, senin tarafından (bir iyilik) dir. Ben sana
zahmet vermek istemem. İnşaallah beni iyilerden bulacaksın."
Ebu Hanife'nin ashabından bir cemaat bu ayeti delil göstererek, bir kimsenin; "Şu iki
kölemden birini, ya da şu iki elbiseden birini satıyorum." demesi halinde yapılan alışverişin
sahih olacağını söylemişlerdir. Ancak bu, tartışma götürür bir hükümdür. Çünkü bu sözleşme
değil, taraflardan birinin diğerinden fayda ye kazanç temin etmek için yaptıkları bir
pazarlıktır. Doğrusunu Allah bilir. -
Ahmed b. Hanbel'in ashabı, yiyecek ve giyecek verme karşılığında işçi kiralamanın caiz
olduğuna şu hadisi delil göstermişlerdir: Muhammed b. Musaffa el-Humusî, Mesleme b.
Ali'den, o da Ali b. Rabah'tan rivayet etti ki; Ali b. Rebah şöyle demiştir Utbe b. Nadr'in
şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.v.)'m yanında bulunuyorduk. Tâ-sîn-mim sûresini
okudu. Sûrenin Musa'dan bahseden bölümüne gelince şöyle dedi:
"Musa (a.s.) sekiz ya da on sene süreyle karnını doyurma ve cinsel organının iffetini koruma
(evlenme) karşılığında işçilik yaptı."
Bu hadis bu bakımdan sahih değildir. Çünkü bu hadisin rivayet zincirinde adı geçen
Mesleme b. Ali el-Huşenî ed-Dımaşkî el-Belatî, hadis imamları nazarında zayıf olan bir
kimsedir. Onun rivayeti, delil olarak kabul edilemez. Ancak yukarıdaki hadis, başka bir
kanaldan da rivayet edilmiştir:
İbn Ebi Hatîm, Ali b. Rebah el-Lahmî'den rivayet etti ki: Ali b. Rebah, Rasûlullah'm
ashabından olan Utbe b. Nadr es-Sülemî'nin şöyle dediğini işittiğini söylemiş: Rasûlullah
(s.a.v.) buyurdular ki: "Musa (a.s.), karnım doyurmak ve tenasül organının iffetini korumak
(evlenmek) karşılığında işçilik yaptı."
Sonra Musa, yaşlı adama şöyle dedi: "Bu, seninle benim aramızda (bir sözleşmedir). Demek
hangi süreyi yerine getirsem, bana düşmanlık yok. Allah, söyle diklerimize vekildir."
Musa, kayınpederine diyordu ki: "Dediğin gibi olsun. Ama iki süreden hangisini
tamamlarsam, bana düşmanlık etmeyeceksiniz. Aramızda konuştuklarımızı Allah işitiyor, bu
sözleşmemize o tanıktır. Bu söylediklerimize O vekildir." Bununla beraber Musa, yine de o
iki süreden çok olanını tamamladı ki, o da tamtamına on yıldı.
Buharı, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet eder: Hireli bir Yahudi, Musa'nın iki
süreden hangisini tamamlamış olduğunu bana sordu. Ben de, "Bilemem. Ancak Arapların
büyük âlimine gidip soracağım." dedim. İbn Abbas'a gidip sordum. Bana: "Musa, en çok ve
en iyi olanını tamamladı. Doğrusu, Allah'ın elçisi, yaparım dediğini yapar." dedi.[39]
İbn Abbas (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu söyledi: "Musa'nın iki süreden
hangisini tamamladığım Cebrail'e sordum. "En tamam ve en mükemmel olanım..."diye
cevap verdi."
Süneyd, Mücahid'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bunu Cebrail'e sordu.
Cebrail'de İsrafil'e sordu. İsrafil de yüce Rabba sordu. O da buyurdu İd: "İki süreden en iyi
ve en tamam olanını tamamladı."
Taberî de Muhammed b. Ka'b kanalıyla yaptığı rivayette, Rasûlullah (s.a.v.)'a, Musa'nın iki
süreden hangisini tamamladığı sorulduğunu ve onun şu cevabı verdiğini söylemiştir: "İki
süreden en tamam ve en mükemmel olanını tamamlamıştır."
Bezzar ile îbn Ebi Hatim, Ebu Zerr'den rivayet ettiler ki: Musa'nın iki süreden hangisini
tamamladığı Rasûlullah'a soruldu. O da, "En tamam ye en mükemmel olanını
tamamlamıştır." diye cevap verdi. "İki kadından hangisiyle evlendiği sana sorulursa küçük
olanıyla evlendi dersin."
Bezzar ile İbn Ebi Hatîm, Utbe b. Nadr'dan rivayet ettiler İd, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurdu: «"Musa, karın tokluğu ve tenasül organının iffetini koruma (evlenme) karşılığında
işçilik yaptı. Süreyi tamamlayınca da...." İki süreden hangisini tamamladı, ya Rasûlallah?
diye sordular: "En iyi ve en mükemmel olamnı tamamladı." diye cevap verdi.»[40]
Musa, süreyi doldurup ta Şuayb'den ayrılmak isteyince karısına, kendi geçimlerine yetecek
kadar koyun vermesini babasından istemesini söyledi. Şuayb de, o sene, analarının
renklerinden ayrı renkte doğacak olan kuzuları onlara vereceğini söyledi. Doğuracak olan
koyunların renkleri siyah olup çok güzeldiler. Analarından ayrı renkte doğacak olan
kuzuların kendilerine verileceğini duyan Musa, hemen koşup bir değneğin ucunu yardı,
sonra da havuzun dibine bıraktı. Koyunları havuz başına getirip suladı. Musa'nın kendisi de
havuz başında durdu. Suyunu içip geri dönen koyunların böğürlerine birer birer vurdu. Bir
ya da iki koyun dışındaki diğer koyunların hepsi ildz doğurdu, bol bol süt verdi. Yavruları
da, kendi renklerinden başka renkteydiler. Doğurmayan ve süt vermeyen o bir ya da iki
koyunda zaten süt yoktu, memeleri uzun değildi, memeleri dardı, çok küçük olduğundan
meme uçları ele gelmiyordu. Hz. Peygamber buyurdu ki: «Eğer Şam'ı fethederseniz bu
koyunları (n devam eden) kalıntılarını görürsünüz. Bunlar, Samirî (kabilesinin)
koyunlarıdır.» Bu hadisin merfuluğu üzerinde tartışılabilir. Taberî'nin dediği gibi mevkuf da
olabilir. Taberî, Enes b. Malik'ten rivayet etti ki: "Allah'ın peygamberi Musa, Şuayb ile
aralarında belirlenen süre dolunca oradan ayrılmak istediğini söyledi. Şuayb: "Bu sene, analarının
renklerinden ayrı renklerde doğacak olan kuzular senin olsun." dedi. Bunu duyar
duymaz Musa, hemen suyun yanına koştu; suyun üzerine halat parçaları attı. Su içmeye
gelen koyunlar, su üzerindeki halat parçalarını görünce ürktüler, birbirlerine karıştılar. Biri
dışında hepsi alaca renkte kuzular doğurdular. Böylece Musa, o sene doğan kuzuların
hepsini almış oldu.»
Bu hadisin rivayet senedi sağlamdır, ravileri de güvenilir (sika) kimselerdir. Doğrusunu
Allah bilir.
Önceld bölümlerde Elıl-i Kitap kaynaklarından alıntılar yaparak anlattığımıza göre; dayısı
Laban'dan ayrılırken kendisine o sene doğacak olan alaca renldi kuzuları vereceğim duyan
Yakub da Musa'nın yaptığı gibi yapafak koyunların alaca renldi kuzular doğurmalarını
sağlamıştı. Doğrusunu Allah bilir.
«Musa süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte yola çıkınca, Tur'un (sağ) yanında bir ateş gördü.
Ailesine dedi ki: "Siz durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir haber getiririm, yahut
bir ateş koru (getiririm) de ısınırsınız." Oraya gelince o mübarek yerdeld vadinin sağ kıyısında
bir ağaçtan kendisine seslenildi: "Ey Musa, muhakkak âlemlerin Rabb'i Allah, benim,
ben! Asanı at." (Musa, attığı kocaman) asasının, küçük bir yılan gibi titreş (ip hareket et)
tiğini görünce (korkudan) öyle dönüp kaçtı (ki) arkasına bile bakmadı. "Ey Musa! Dön,
korkma, sen gü-vendfc olanlardansın. Elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın
ve kanadını korkudan kendine çek.. (Kendine gel, emin ol). İşte bunlar, Firavun'a ve onun
adamlarına (göstermek için) Rabbinden sana (verilen) ild delildir. Çünkü onlar yoldan çıkan
bir kavim olmuşlardır."»(el-Kasas, 29-32.)
Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi Musa, iki süreden en uzun olanını tamamladı.
Mücahidin dediğine göre on sene işçilik (çobanlık) yaptıktan sonra, on sene daha o işte
çalışmıştı. "Süreyi tamamlayıp ailesiyle birlikte yola çıkınca..." Bir çok müfessirin
anlattığına göre, ka-yınpedereninin yanından ayrılırken ona, ailesini özlediğini söylemişti.
Mısır'da bulunan ailesini gizlice ziyaret etmek amacıyla yola çıkmıştı. Yola çıkarken de
yanında zevcesi, çocukları ve bir sürü de koyunu vardı. Bunları çobanlık yaparken elde
etmişti. Soğuk ve karanlık bir gecede yola çıktılar. Yolu kaybettiler. Bilinen yolları
bulamadılar. Çakmağını çakıyor, ama çakmağı bir türlü ateş almıyordu. Zifiri karanlık
bastırmış, soğuk da şiddetlenmişti. İşte tam o anda Tur'un sağında, batı tarafında bir ateşin
alevlenmekte olduğunu gördü. Ailesine dedi ki: "Siz durun, ben bir ateş gördüm." Allah bilir
ya, öyle sanıyorum ki o ateşi sadece kendisi görmüştü. Çünkü o ateş, aslında ilahî bir nurdu.
Onu herkesin görmesi mümkün değildi. Oraya gideyim de "Belki size ondan bir haber
getiririm, yahut bir ateş koru (getiririm) de ısınırsınız."
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre onlar soğuk ve karanlık bir gecede yollarını şaşırmışlardı.
Bir diğer ayette de buna şöyle değiniliyor: «Musa'nın haberi sana geldi mi? O bir ateş
görmüştü de, ailesine: "Durun, ben bir ateş gördüm, ya ondan size bir kor getirir, ya da
ateşin yaranda bir yol gösteren bulurum." dedi.» (Tâ-Hâ, 9-10.)
Bu ayetde de gecenin karanlık olduğu ve yollarını kaybetmiş oldukları anlatılmaktadır.
Nemi sûresindeyse, karşılaştıkları durumlar hep bir arada anlatılmaktadır. Şöyle ki:
«Musa, ailesine: "Ben bir ateş gördüm; size oradan bir haber getireceğim, yahut ısmasımz
diye tutuşmuş bir odun getireceğim." demişti.»(en-Neml, 7.)
Evet doğru, onlara bir haber getirmişti, hem de ne haber!. Ateşin yanında bir yol gösterici
bulmuştu, hem de nasıl bir yol gösterici!. Oradan bir nûr almıştı hem de ne nûr!.. «Oraya
gelince o mübarek yerdeki va-di'nin sağ kıyısında bir ağaçtan kendisine seslenildi: "Ey
Musa! Muhakkak âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!"» (ei-Kasas, 30.)
Nemi sûresindeyse Musa'nın, ateşin yanma gidişinden şöyle söz ediliyor: "Oraya
geldiğinde, kendisine şöyle nida olunmuştu: "Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar
mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir." Dilediğini yapan ve dilediği
şekilde hükmeden Allah, eksikliklerden uzaktır. "Ey Musa! gerçek şu ki; Ben güçlü ve
Hakîm olan Allah'ım.» (on-Nemi, 8-9.)
Tâ-hâ sûresindeyse bu konuya şöyle değinilmektedir: «Musa ateşin yanma gelince: "Ey
Musa!" diye seslenildi: "Ben şüphesiz senin Rabbi-nim; ayağmdakini çıkar, çünkü sen,
kutsal bir vadi olan Tuva'dasm. Ben seni seçtim; artık vahyolunanlan dinle. Şüphesiz ben
Allah'ım, Benden başka tanrı yoktur, Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl; herkes
işlediğinin karşılığım görsün diye, zamanım gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir.
Bana inanmayan ve hevesine uyan. kimse seni ondan alıkoymasın, yoksa helak olursun!"»
(Tâ-Hâ, 11-I6.)
Eski-yeni birçok müfessir demişlerdir ki: Musa, gördüğü ateşe doğru yürüdü, oraya varınca
da, yeşil bir çalının içinde ateşin alevlenmekte olduğunu gördü. Yemyeşil bir çalı ağacımn
içinden harıl harıl bir ateşin yanmakta olduğunu görmesi onu fazlasıyla şaşırtmıştı. O çalı
ağacı da Tur dağının sağ tarafının batı yakasmdaydı. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle
buyuruyor: "Ey Muhammedi Musa'ya hükmümüzü bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde,
Musa'yı bekleyenler arasında değildin, onu görenler arasında da yoktun." (ei-Kasas, 44.)
Musa, Tuva denen vadide idi, kıbleye yönelmişti. Alev saçmakta olan çalı ağacı, Turun sağ
tarafının batı yanındaydı. Rabbi ona mukaddes Tuva vadisinde seslendi. Öylesine kutlu bir
gecede o mübarek yere hürmeten ayaklarmdaki ayakkabıları çıkarmasını emretti. Ehl-i
Kitap kaynaklarında anlatıl dığına göre gördüğü nurun şiddeti o kadar fazlaydı ki, gözlerini
kaybetmekten korktuğu için elini yüzüne kapadı. Sonra Cenâb-ı Allah ona dilediği şekilde
hitapta bulundu:
«Muhakkak âlemlerin Rabbi Allah benim, ben!» (ei-Kasas, 30.)
"Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka tanrt yoktur, bana kulluk et; beni anmak için namaz
kıl." {Tâ-Hâ, 14.) Ben, âlemlerin kendisinden başka tanrı bulunmayan Rabbiyim. Kulluk
etmeniz ve namaz kılmanız sadece ona yaraşır.
Sonra Cenâb-ı Allah, Musa'ya, bu dünyanın kalıcı bir yer olmadığını, kalıcı yerin sadece
ahiret yurdu olduğunu, "Herkes işlediğinin karşı-. lığını görsün diye..." ahiret hayatının
mutlaka var olması gerektiğini bildirmişti. Ahiret mutluluğunu kazanması için salih amel
işlemeye, Mevla'sına isyan eden ve heveslerinin peşine takılan kimselerden de uzak
durmaya onu teşvik etmişti. Sonra onunla ünsiyet peyda ederek kendisinin "ol" dediği şeyi
hemen olduran ve her şeye muktedir olan bir zat olduğunu açıklamış ve ona şöyle bir soru
yöneltmişti: "Ey Musa, sağ elindeki nedir?" Yani elde ettiğinden bu yana bildiğin şu
değneğin ne olduğunu biliyor musun?
«Musa: "O benim değneğimdir, ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim, ondan
daha bir çok işlerde faydalanırım." dedi.»
Evet, bu benim bildiğim değneğimdir, dedi.
«Allah: "Ey Musa! Bırak onu." dedi. Bırakınca, değnek hemen koşan bir yılan oluverdi."
(Tâ-Hâ, 18-20.)
Bu da, kendisiyle konuşanın; "ol" dediğin şeyin hemen oluverdiği ve dilediği işi yapabilen
bir zat olduğunu ispatlayan kesin bir delil ve büyük bir mucizeydi. Ehl-i Kitap
kaynaklarında anlatıldığına göre Musa, Mısırlılardan kendisinin peygamberliğim
yalanlayacak kimselere karşı, Rabbim'n kendisine bir mucize ve sağlam delil vermesini
istedi. Yüce Rabb da-: "Şu elindeki ne?" diye sordu. Musa da, "Bu benim değneğimdir."
diye cevap verdi. Rabbi, onu yere atmasını emretti. 'Yere bırakınca da değnek, hemen koşan
bir yılan oluverdi." Musa, yılandan,kaçtı. Yüce Rabb, elini uzatıp yılanı kuyruğundan
yakalamasını emretti. Kuyruğundan tutunca, yılan yine değnek haline döndü. Bir başka
ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
"Değneğini at." Musa, değneğin yılan gibi hareket ettiğini görünce, dönüp arkasına
bakmadan kaçtı." (ei-Kasas, 81.)
Değneği, hızla hareket eden, dişlerini gıcırdatan, atak ve korkunç denecek kadar büyük bir
yılan haline donuverdi. Değneğinin o hale geldiğini gören Musa, beşeri tabiatının doğal bir
gereği olarak ondan ürküp kaçmaya başladı, ardına dönüp bakmadan, korku içinde
kaçıyordu. Allah buyurdu ki: "Ey Musa! Dön, korkma, sen güvende olanlardansın." Geri
dönünce de Allah ona, yılanı tutmasını emretti: "Onu al, korkma; biz onu yine eski
durumuna çevireceğiz." (Tâ-Hâ, 21.)
Anlatıldığına göre yılan, onu çok ürkütmüştü. Elini yenine sararak yılanın ağzına kovmuştu.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre, yılanın kuyruğunu yakalamıştı. Böyle yapınca
da yılan, yine eskisi gibi çatallı bir değnek haline dönmüştü. Yüce kudretin sahibi, doğularla
batıların Rabbi olan Allahım! Sen ne yücesin!
Sonra Allah, elini koltuğunun altına koymasını ve çıkarmasını emretti. Koltuğunun altından
çıkardığında elinin bembeyaz olduğunu, pırıl pırıl parlamakta olduğunu gördü. Elinde hiç
bir leke ve alacalı kalmamıştı. Cenab-ı Allah buyurmuştu ki:
"Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Ellerini kendine çek, korkun kalmasın." (e]-
Kasas, 32.) Bu ayetin şu anlamı ifade ettiği söylenmiştir." Korktuğun zaman elini kalbinin
üzerine koy ki, korkun gitsin."
Bu, her ne kadar Hz. Musa'ya mahsus ise de, onun peygamberliğine iman etmenin gereği
olarak her kim korktuğu zaman elini kalbinin üzerine koyarsa, peygamberlere uyduğu için
bundan fayda görür ve korkusu yok olur.
Nemi sûresinde de konuyla ilgili olarak şöyle buyuruluyor: "Elini koynuna sok, Firavun ve
miletine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, benbeyaz çıksın. Gerçekten
onlar yoldan çıkmış bir millettir." (en-Noml, 12.)
Evet, değnek ile el, Musa'ya verilen ve peygamberliğini ispatlayan iki kesin delildir. Bir
ayet-i kerimede bunlara şöyle işaretedilmektedir:
"Bu ikisi, Firavun ve erkanına karşı Rabbinin iki delilidir. Doğrusu, onlar yoldan çıkmış bir
millettir." (ei-Kasas, 32.)
Musa'ya verilen bu iki mucizeden başka yedi mucize daha vardır ki, İsrâ sûresinin son
kısmında onlardan bahsedilmektedir: "Andolsun ki, Musa'ya dokuz tane açık mucize verdik.
Ey Muhammedi İsrailoğullarma sor, onlara gelip, Firavun kendisine; "Ey Musa! Ben seni
büyülenmiş sanıyorum." demişti. Musa da: "Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin
Rabbinin açık belgeler olarak indirdiğini biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu, senin
mahvolacağım sanıyorum." demişti.» (el-Isrâ, 101-102.)
Bu mucizeler, A'râf sûresinde tafsilatlı olarak açıklanmaktadırlar: «Andolsun M, biz de
Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık. Onlara bir
iyilik geldiği zaman', "Bu bizden ötürüdür." derler. Bir fenalığa uğrarlarsa da, Musa ve
onunla beraber olanların uğursuzluğuna verirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı
uğursuzluk, Allah katmdandır, fakat çoğu bunu bilmezler. Firavun ailesi, "Bizi sinirlemek
için ne mucize gösterirsen göster, sana inanmayacağız." dediler. Bunun üzerine su baskınım,
çekirgeyi, güveyi, kurbağaları ve kanı birbirinden ayrı mucizeler olarak onlara musallat
kıldık. Yine de büyüklük taslayıp suçlu bir millet oldular." (ei-A'râf,i30-i33.) Bu dokuz ayet
(mucize), Musa'ya verilen "on emir"den ayrı şeylerdir. Bunlar, Allah'ın kaderi kelimeleridir.
On emir ise, Allah'ın şer'î (hukukî) kelimeleridir.
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, Firavun'a gidip onu Hakka davet etmesi için
Musa'ya emir verince Musa şöyle demişti: "Rabbim, dedi, ben onlardan bir kişi
öldürmüştüm, beni öldüreceklerinden korkuyorum. Kardeşim Harun, o dil bakımından
benden daha güzel konuşur. Onu da benimle beraber, beni doğrulayan bir yardımcı olarak
gönder. Zira ben, beni yalanlayacaklarından korkuyorum." (Allah) dedi: "Senin pazunu
kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir yetki vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde
onlar size asla erişemeyecekler. Siz ve size uyanlar üstün geleceksiniz!" (ei-Kasas, 33-35.)
Yüce Allah; kulu, elçisi ve kendisiyle konuştuğu Musa'nın; Kıptî adamı öldürdüğünde
Firavun'un zulüm ve zorbalığından korkup Mısır'ı terkedişi esnasında, tekrar Firavun'un
yanına dönmesini emretmişti. Ama Musa korkusunu beyan ederek şöyle demişti: Yani
Harun'u benimle beraber bir yardımcı ve destekçi olarak gönder. Senin mesajını o
inançsızlara ulaştırma hususunda bana yardım etsin. Çünkü o, benden daha güzel konuşur
ve meramım daha iyi ifade eder.
Cenâb-ı Allah onun bu isteğini şöyle cevapladı: "Senin pazunu kardeşinle
kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir yetki (delil) vereceğiz ki, ayetlerimiz (in bereketi)
sayesinde size asla erişemeyecek (ve kötülükte bulunamayacak) lar. Siz ve size uyanlar
üstün geleceksiniz!"
Tâ-Hâ sûresinde de Cenâb-ı Allah şöyle buyuruyor:
«"Şimdi sen, Firavun'a git; çünkü o azdı." "(Musa) dedi ki: "Rabbim! Benim göğsümü aç
(risalet görevini yüklenebilmesi için yüreğimi genişlet.) Bana işimi kolaylaştır. Dilimden
(şu) düğümü çöz ki sözümü anlasınlar."» (Tâ-Hâ, 24-28.)
Denildi ki: Musa'nın dilinde pelteklik vardı. Bu pelteklik te şu sebepten kaynaklanıyordu:
Musa küçücük bir çocuk iken Firavun'un kucağında oturduğu bir esnada Firavun'un sakalını
tutup çekmişti. Buna öfkelenen Firavun, onu öldürmek istedi. Karısı Asiye korkarak, "Ne
yapıyorsun? O bir çocuk!.." dedi. Bunun üzerine Firavun, onun aklını denemek için, önüne
bir ateş koru ve bir de meyve bıraktı. Musa, elini meyveye uzatmak üzereydi ki bir melek
onun elini tutup ateşe götürdü. Musa'da elini ateşe uzattı. Tuttuğu ateş korunu ağzına
götürdü. Dili yanınca da peltekleşti. Peygamberlikle görevlendirildiği zaman, konuşmasının
insanlarca anlaşılabilmesi için Cenâb-ı Allah'tan, dilindeki peltekliği biraz açmasını diledi.
Onun isteği üzerine peltekliği biraz gitti. Ama peltekliği tamamen gitmedi.
Hasan Basrî demiş ki: Peygamberler ancak ihtiyaçları kadar Allah'tan dilekte bulunurlar.
Dilindeki peltekliğin sadece birazım açması için Allah'tan dilekte bulunduğundan dolayı,
dilindeki pelteklik tamamen gitmemişti.
(Allah kendisini rezil etsin) Firavun, güya kendi aklı sıra, Musa'nın konuşmasında kusur
arıyordu. "Neredeyse söz anlatamayacak durumda olan..." (ez-Zuhruf, 52.) Böyle diyerek
Musa'yı kötülemeye çalışıyordu. Onun, meramını açıklayamadığım söylüyordu.
Sonra Musa (a.s.) şöyle dedi:
«"(Rabbim), Bana ailemden bir vezir ver. Kardeşim Harun'u.. Onunla arkamı kuvvetlendir.
Onu da işime ortak yap ki, seni çok teşbih edelim ve seni çok analım. Şühpesiz sen bizi
görmektesin." (Allah) buyurdu: "Ey Musa! İstediğin sana verildi."» (Tâ-Hâ, 29-36.)
Yani bütün dileklerini yerine getirdik, her ne istediysen sana verdik. Musa, Allah katında
şerefli olduğu için dileği yerine geldi. Cenâb-ı Allah'ın, kardeşi Harun'a da peygamberlik
vermesi için aracılık yap-. mıştı. Bu da onun için büyük bir şereftir. Yüce Allah buyurdu ki:
"O Allah yanında itibarlı (bir kul) idi." (ei-Ahzâb, 69.)
"Ona rahmetimizden dolayı kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik." (Meryem,
53.)
Mü'minlerin anası Hz. Aişe, hac yolculuğunda bir adamın, etrafin-dakilerine: "Kardeşine
lütufta bulunan kardeş kimdir?" diye sorduğunu işitmiş, ama etrafındakiler cevap veremeyip
susmuşlardı. Hz. Aişe, kendi mahfilinde oturanlara: "O, İmran oğlu Musa'dır. Kardeşi
Harun'un da peygamber olması için Allah katında tavassutta bulundu da, kardeşine vahiy
geldi, peygamber oldu." Zaten Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: "Ona rahmetimizden dolayı
kardeşi Harun'u da peygamber olarak armağan ettik."
Cenâb-ı Allah, Şuarâ sûresinde şöyle buyuruyor:
«Rabbin, Musa'ya: "Haksızlık eden millete, Firavun'tın milletine git" diye nida etmişti.
"Haksızlıktan sakınmazlar mı?" Musa: "Rabbim! Doğrusu, beni yalanlamalarmdan
korkuyorum, göğsüm daralıyor, dilim açılmıyor, onun için Harun'a da elçilik ver. Onların
bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Beni öldürmelerinden korkuyorum." demişti. Allah:
"Hayır, ikiniz mucizelerimizle gidiniz. Doğrusu biz, sizinle beraber dinlemekteyiz. Firavun'a
varınız: "Biz şüphesiz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz. İsrailö'ğullarım bizimle beraber
gönder, deyiniz." demişti. Firavun, Musa'ya: "Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik
mi? Hayatının birçok yıllarım aramızda geçirdin. Sonunda yapacağını da yaptın. Sen
nankörün birisin." dedi." (eş-Şuarâ, 10-19.)
Yani Firavun'a gidip deyin ki: Eşi ve ortağı olmayan tek Allah'a kulluk et. Zulmün ve
zorbalığın altında ezilmekte olan İsrailoğullarından elinde bulunan tutsakları serbest bırak.
Rabblerine diledikleri gibi ibadet etmelerine ilişme. Bırak da arzu ettikleri gibi onun
huzurunda dua edip yakarışta bulunsunlar ve kendilerini onu birlemeye adasınlar...
Firavun bu çağrı karşısında büyüklük taslayıp azdı; Musa'ya horla-yıcı ve küçümseyici bir
nazarla baktı ve şöyle dedi: "Biz şeni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Hayatının bir
çok yıllarını aramızda geçirdin." Sen, evimizde büyüttüğümüz, uzun süre kendisine çeşitli
nimetler vererek iyilikte bulunduğumuz o küçük çocuk değil misin?
Bu ifadelerde gösteriyor ki, Musa'nın tevhide davet ettiği Firavun daha önce onun yüzünden
Mısır'dan firar etmiş olduğu Firavun'un kendisidir. Ama Ehl-i Kitap aykırı görüş beyanında
bulunarak, Musa'nın Mısır'dan firarına neden olan Firavun'un, Musa"nm Medyen şehrinde
bulunduğu sıralarda öldüğünü, Musa'nın tevhide davet ettiği Firavun'unsa başka bir Firavun
olduğunu söylemişlerdir.
"Sonunda yapacağım da yaptın. Sen nankörün birisin." Çünkü Kıptîyi öldürdün, bizden
kaçıp firar ettin ve nimetlerimize karşı nankörlük ettin. «Musa: "O işi kasden yaptımsa
sapıklardan biri sayılırım." dedi. (Yani bana vahiy gelmeden ve ben peygamber olmadan
önce o işi yaptım.) Bu yüzden sizden korkunca, aranızdan kaçtım. Rabbim bana hikmet
verip, beni peygamber yaptı."» (eş-Şuarâ, 20-21.)
Sonra Musa, Firavun'un, kendisini besleyip iyilikte bulunmasını başa kakmasına ve minnet
etmesine şu cevabı verdi: "Başıma kaktığın bu nimet, İsrailoğullannı kendine köle ettiğinden
ötürüdür." (eş-Şuarâ, 22.)
Anlatmış olduğun bu nimet ve bana yaptığını söylediğin bu iyilik, İsrailoğull arından sadece
bir tek adama, yani bana yapılmıştır. Ama buna karşılık sen, îsrailoğulları gibi büyük bir
milleti kendi hizmetinde ve işinde köle gibi çalıştırdın, onları köleleştirdin!..
«Firavun: "Âlemlerin Rabbi de nedir?" dedi. Musa: "Eğer kesin olarak bilecek kimseler
iseniz bilin ki O, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir." dedi. Yanında
bulunanlara: "İşitmiyor musunuz?" dedi. "O sizin de Rabbiniz, önce geçmiş atalarınızın da
Rabbidir." dedi. Firavun, çevresindekilere: "Size gönderilen peygamberiniz şüphesiz
delidir." dedi. Musa: "Eğer akledebilen kimselerdenseniz bilin ki o, doğunun, batının ve
ikisinin arasında bulunanların Rabbidir." dedi.» (eş-Şnarâ, 23-28.)
Yüce Allah, Musa ile Firavun arasında geçen tartışmayı, Rabbi ile konuşma şerefine eren
Musa'nın alçak Firavun'a karşı ileri sürdüğü sübjektif, objektif ve mantıksal delilleri bize
anlatıyor. Zira rezil Firavun, kainatı yoktan var eden kutlu ve yüce yaratıcının varlığını inkar
etmiş, kendisinin ilah olduğunu iddia etmişti:
«(Adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı: "Ben sizin en yüce tanrınızım!" dedi.» (en-Nâziât,
23-24.)
«Firavun dedi ki: "Ey ileri gelenler! Ben sizin için, benden başka bir tanrı bilmiyorum."»
(el-Kasas, 38.)
O, inadından ötürü böyle diyordu. Yoksa, kendisinin Allah'ın nimetleriyle
beslenen bir kul olduğunu; yoktan var edip eşyaya ve canlılara şekil verenin ve
gerçek ilahın Allah olduğunu biliyordu. Nitekim Cenâb-ı Allah ta buyurmuş ki: «Vicdanları,
onları(n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları
inkar ettiler. Bak işte, o bozguncuların sonu nasıl oldu?» (en-Neml, 14.)
Peygamberliğini inkar ve de kendisini gönderen bir Rabbm mevcud olmadığını izhar
sadedinde Firavun, Hz. Musa'ya şöyle sordu: "Âlemlerin Rabbi de nedir?" Çünkü Musa'yla
Harun, ona: "Biz âlemlerin Rabbinin elçileriyiz." demişlerdi. Sanki onlara şunu demek
istiyordu. "Sizi peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğiniz âlemlerin Rabbi de kimdir?"
Musa, ona cevaben dedi ki: "Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz bilin ki O, göklerin,
yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir!" Yani O, şu görünen göklerle yerin; bulut,
yağmur, rüzgar, bitki, hayvan gibi göklerle yer arasında bulunan çeşitli yaratıkların
Rabbidir. Yakinî iman sahipleri bu sayılan varlıkların kendiliklerinden meydana
gelmediklerini, bunları meydana getiren bir yaratıcı ve mucidin bulunmasının zorunlu
olduğunu bilir. O yaratıcı ve mucit de, kendisinden başka tanrı bulunmayan ve âlemlerin
Rabbi olan Allah'tır.
Firavun, etrafındaki emir, kumandan ve vezirlerine, Musa'nın söylediklerini küçümsemek
için: "Bunun sözünü işitmiyor musunuz?" dedi.
Musa'da ona ve etrafindakilerine dedi ki: «O sizin de Rabbiniz, evvelki atalarınızın da
Rabbidir.» (cş-Şuarâ, 26.)
O, sizi de, sizden Önceki baba ve dedelerinizi, tarihe karışmış eski kuşakları da yaratmıştır.
Çünkü herkes bilir ki, kendisini ne kendi şahsı, ne babası, ne de anası yaratmıştır. Yaratık,
yaratığı meydana getiremez. Bir yaratığı ancak âlemlerin Rabbi yaratıp meydana getirir. Bu
iki durum, şu ayet-i kerimede de anlatılmaktadır:
"Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)m gerçek
olduğu, onlara iyice belli olsun." {Fussüet, 53.)
Bütün bunlara rağmen Firavun, gaflet uykusundan uyanmadı, sapıklığından kurtulamadı.
Bilakis azgınlık, inat ve küfrünü devam ettirdi. «Dedi ki: "Size gönderilen (bu) elçiniz
mutlaka delidir." (Musa): "Eğer düşünürseniz O, doğunun, batının ve bunlar arasında
bulunanların da Rabbidir." dedi.»(eŞ-Şuarâ,27-28.)
Şu parlak yıldızları hizmetimize veren, şu dönmekte olan gök cisimlerini hareket ettiren,
karanlıkla aydınlığı yaratan, göklerle yerin ve Öncekilerle sonrakilerin Rabbi, güneşle ayın
ve sabit olarak durup göz kamaştıran yıldızlarla hareket halindeki yıldızların yaratıcısı,
karanlı-ğıyla birlikte geceyi ve aydınlığıyla birlikte gündüzü yoktan var eden Allah'tır.
Bütün bu saydıklarımız, O'nun hüküm ve itaati altında olup,
O'nun verdiği enerji ile hareket etmekte, uzay boşluğunda yüzmekte, belli bir zaman
periyodu içinde birbirlerini takib etmektedirler. O yücedir, yaratıcıdır, mülkün sahibidir,
yaratıkları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunur.
Deliller karşısında şüphesi kalmayan Firavun, çaresiz kalarak işi inada bindirdi. Kafi
burhanlara karşı bir diyeceği kalmadığından kuvvet ve otoritesini kullanmak mecburiyetinde
kaldı.
«Dedi ki: "(Ey Musa!) Andolsun İd benden başka tanrı edinirsen,se-ni mutlaka zindana
atılanlardan yapacağım." (Musa, peki) dedi: "Sana (doğruluğumu) apaçık (gösteren) birşey
getirmiş olsam da mı?" (Firavun): "Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)." dedi. (Musa),
değneğini attı, bir de (baktılar ki) o, apaçık bir ejderha! Elini (koltuğunun altından) çıkardı;
o da, bakanlara parıl parıl parlayan bir şey oluverdi." (eş-Şuarâ, 29-33.)
El ve değnek mucizeleriyle Cenâb-ı Allah, Musa'yı Firavun ve adamlarına karşı
güçlendirmişti. Musa'nın değneğini yere bırakıp korkunç irilikteki heybetli bir ejderhaya
dönüvermesi; akıllara hayret veren ve şaşkınlıktan dolayı gözleri faltaşma çeviren büyük bir
mucizedir. Öyleki bir rivayete göre değneğin ejderhaya dönüştüğünü temaşa eden Firavun,
büyük bir ürküntüye ve şiddetli bir korkuya kapılmış, kırk günden fazla süren şiddetli bir
ishale yakalanmıştı. Halbuki daha önce kırk günde bir ayak yoluna giderken, bu defa
tamtersi bir durumla karşılaşmıştı.
Musa elini koltuğunun altına koyup çıkardıktan sonra elinin ay parçası gibi parladığımn ve
aydınlığının gözleri kamaştırdığını, ikinci kez koltuğunun altına koyunca yine eski haline
döndüğünü görünce Firavun yine korkmuştu. Ama bütün bu harikulade haller, o meluna bir
fayda vermedi. İman etmedi, bilakis eski halini devam ettirdi. Musa'nın gösterdiği
harikaların büyü olduğunu söyledi ve büyücülerle Musa'ya karşılık vermek istedi. Kendi
idaresi altında bulunan beldelerle diğer komşu ülkelerle beldelere, büyücüleri toplayıp
getirmeleri için adamlar gönderdi. Nitekim ilgili bölümde de genişçe anlatılacağı gibi
Cenâb-ı Allah; Firavun'a, ileri gelen adamlarına ve devlet erkanına karşı hakkı açıklayıcı
kesin delillerle kat'î burhanları ortaya koymuştu. Övgü ve minnetler Allah'adır.
«...Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra (senin için) takdir ettiğimiz bir vakitte bize
geldin ey Musa! Seni kendim için seçtim. Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün, beni anmakta
gevşeklik etmeyin. Firavun'a gidin, çünkü o azdı. O'na yumuşak söz söyleyin. Belki Öğüt
alır veya korkar. Dediler ki: "Rabbimiz! Onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice
azmasından korkuyoruz." Korkmayın, dedi, ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.» (Tâ-
Hâ, 40 -46)
Cenâb-ı Allah, kendisine vahyedip peygamberlik verdiği gecede Musa'yla konuşurken, ona
hitaben şöyle demişti: Sen Firavun'un evinde büyütülmekteyken seni gözetliyordum. Benim
lütuf ve korumam altındaydın. Sonra seni kendi irade, tedbir ve takdirim ile Mısır diyarından
çıkarıp Medyen'e gönderdim. Yıllarca orada kaldın. Sonra senin için takdir ettiğim bir
zamanda geldin. "Seni kendim için seçtim." Seninle konuşmak ve peygamberlik vermek için
seni seçtim. "Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün. Beni anmakta gevşeklik etmeyin." Yani
Firavun'a gittiğinizde beni hatırınızdan çıkarmayın. Çünkü beni anmanız, onunla konuşmak
ve ona cevap vermek için size güç verecektir. Ona öğüt vermek ve ona karşı deliller ileri
sürmek hususunda kendinizi kuvvetli bulacaksınız deniliyor. Nitekim bir hadiste
buyurulmuş ki; "Kulum, şecaatte dengi olan biriyle karşılaştığında beni anan herkestir."
Bir ayet-i kerimede de Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:
«Ey inananlar ! Bir toplulukla karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah'ı çok anın ki,
başarıya erişesiniz.» (el-Enfâl, 45.)
"Firavun'a gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar." (Tâ-
Hâ, 43-44.)
Bu ifadeler, Cenâb-ı Allah'ın, Firavun'un azgınlığını, zorbalığını ve kafirliğini bildiği halde
yaratıklarına karşı yumuşak huylu, alicenap, şefkatli ve merhametli olduğunu
göstermektedir. Firavun, Allah'ın yaratıklarının en rezili ve en alçağıydı. Allah ona o
zamanın en seçkin insanını peygamber olarak göndermişti. Bununla birlikte yine de yüce
Allah, Musa ile Harun'a, Firavun'a nazikçe ve kibarca çağrıda bulunmalarını, yumuşak
sözlerle ona hitab etmelerini tavsiye etmişti. Belki öğüt alır veya korkar diye ona mülayimce
muamelede bulunmalarını tenbih-lemişti. Nitekim peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e de aynı
tavsiyelerde bulunmuştur:
«(Ey Muhammed!) Sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel
şekilde mücadele et.» (en-Nahl, 125.)
«İçlerinden zulmedenleri hariç, kitab ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin." (ei-
Ankebüt, 46.)
Hasan Basrî dedi ki: "Ona yumuşak söz söyleyin" cümlesinden kast edilen mana şudur:
Yanlış yolda olduğunu ona açıklayın ve deyin ki: Senin bir Rabbin vardır. Hepimizin sonu
vardır. Yolunun ilerisinde Cennet ve Cehennem vardır. Vehb b. Münebbih dedi ki: Cenâb-ı
Allah, Musa'yla Harun'a, kendisinin şöyle dediğini Firavun'a aktarmalarını ten-bihledi:
"Doğrusu, ben gazap ve cezalandırmaya göre, affedip bağışlamaya daha yakınım.»
Yezid er-Rakkaşî bu ayeti okurken (ya da dinlerken) şöyle demiş: "Ey kendisine düşmanlık
edenlere çabuk koşan Allah'ım! Acaba seni dost edinip sana seslenenlere ne kadar çabuk
koşarsın?"
«Musa ile Harun dediler ki: "Rabbimiz! Onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice
azmasından korkuyoruz." (Tâ-Hâ, 45.) Firavun, inatçı bir zorba ve sapıklığından
vazgeçmeyen bir şeytandı. Mısır'ın diktatörüydü. Ülkenin dört bir yanında geniş bir
otoritesi, itibar, nüfuz ve askerleri vardı. Nihayet birer insan olduklarından dolayı Musa ile
Harun ondan ürkmüş, ilk etapta kendilerine tecavüzde bulunacağından korkmuşlardı.
Cenâb-ı Allah da onlara sebat vermişti. Çünkü o,yücelerin de yücesidir. Şöyle buyurmuştu:
«Korkmayın, ben de sizinle beraberim. İşitir ve görürüm.» (Tâ-Hâ, 46.)
«Biz sizinle beraberiz. (Aranızda geçecekleri) dinliyoruz.» (eş-Şuarâ, 15.)
"Haydi, varın ona deyin ki: "Biz senin Rabbînin elçileriyiz; îsrailo-ğullarını bizimle gönder,
onlara azab etme. Biz Rabbinden sana ayetler getirdik. Esenlik, hidayete uyanlaradır. Bize,
(Allah'ı) yalanlayıp (ondan) yüz çevirenin, azaba uğrayacağı vahyolundu." (Tâ-Hâ, 47-48.)
Cenâb-ı Allah, Musa'yla Harun'a, Firavun'a gidip onu eşi ve ortağı olmayan tek Allah'a
kulluk etmeye çağırmalarını, îsrailoğullannı kendileriyle beraber göndermesini, onları esaret
ve ezilmişlikten kurtarmasını, onlara işkence etmemesini ona söylemelerim emretmişti.
"Biz sana Rabbinden ayetler getirdik." Bu ayetler ve mucizeler de değnek ve el gibi iki
büyük ve kesin delil idi. "Esenlik, hidayete uyanlaradır." Evet, esenlik, sadece doğru yolda
olanlaradır. Sonra Musa'yla Harun, hakkı yalanlamanın cezasını Firavun'a hatırlatarak onu
tehdid ettiler: "Bize (Allah'ı) yalanlayıp (ondan) yüzçevirenin, azaba uğrayacağı
vahyolundu." Yani kalbiyle hakkı yalanlayıp, bedeniyle de salih amel işlemekten
yüzçevirenler azaba uğrayacaklardır.
Süddî ve diğerleri dediler ki: Musa (a.s.), Medyen'den gelir gelmez anasının ve kardeşi
Harun'un yanma vardı. Akşam yemeğim yiyorlardı. Önlerinde lahana vardı. Sofraya oturup
kendileriyle birlikte yemek yedi. Sonra dedi ki: Ey Harun! Cenâb-ı Allah, seninle beraber
Firavun'a gidip onu Allah'a kulluk etmeye çağırmamızı emir buyurdu. Kalk da benimle gel.
Çıkıp Firavun'un kapısına gittiler. Kapısının kilitli olduğunu gördüler. Musa, kapıcı ve
mabeyincilere: "Firavun'a, Allah'ın elçilerinin kapıda durduğunu bildirin." dedi. Kapıdaki
görevliler onu alaya aldılar.
Bazı tarihçilerin anlattıklarına göre, ancak uzun zaman sonra Firavun'un yanma girmelerine
izin vermişler. Muhammed b. İshak'ın anlattığına göre, içeri girmelerine ancak iki yıl sonra
izin vermişler. Çünkü onların huzura kabul edilmeleri için Firavun'dan izin istemeye kimse
cesaret edemiyormuş. Doğrusunu Allah bilir. Rivayete göre Musa, kilitli kapıya gelerek
değneğiyle vurmuş, buna sinirlenen Firavun, onların yakalanıp huzuruna getirilmelerini
emretmiş. Huzura
çıktıklarında onu aldıkları emir gereğince yüce Allah'a davet etmişler.
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre Cenâb-ı Allah, Musa'ya şöyle demiş: Yakub'un
soyundan olan Harun seni karşılayıp seninle buluşacak. İsrail oğullarının âlimlerini de
yanınıza alıp Firavun'a gidin. Ona mucizeleri gösterin.
Firavun'dan, İsrailoğullarını sizinle beraber göndermesini isteyin. Ama ben onun kalbini
katıl aştıracağım. İsrailoğullarını sizinle birlikte göndermek istemeyecektir. Mucize ve
harikalarının çoğu, Mısır diyarında ona gösterilecektir.
Öte yandan Cenâb-ı Allah, Harun'a da vahyederek Musa'yı karşılamasını ve çölde, Horib
dağının yanında Musa'yla buluşmasını emretmişti: Karşılaştıklarında Musa, Rabbinin
kendisine vermiş olduğu emirleri ona iletti. İsrailoğullannın âiimleriyle beraber hep birlikte
Mısır'a girerek Firavun'un sarayına varıp Allah'ın mesajım ona tebliğ ettiklerinde, o şöyle
cevap vermişti: "Allah ta kim? Ben onu tanımıyorum. İsrailoğullarını da sizinle beraber
göndermem!"
Cenâb-ı Allah Firavun'un şöyle dediğini haber veriyor: (Firavun): "Rabbiniz kim ey Musa?"
dedi. (Musa): "Rabbimiz, herşeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) verip sonra onu doğru
yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yöneltenedir." (Firavun): "Peki ya ilk nesillerin
hali ne olacak?" dedi. Dedi ki: "Onların bilgisi, Rabbimin yanında bir kitapta (Levh-i
Mahfuz) dır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz, O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar
açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık. Yiyin, hayvanlarınızı
otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine) işaretler vardır. Sizi ondan
(yani yerden) yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız."» (Tâ-
Hâ, 49-55.)
Cenâb-ı Allah, yaratıcının varlığını inkar eden Firavun'un şöyle dediğini haber veriyor:
"Rabbiniz kim ey Musa?" (Musa) dedi ki: «Rabbimiz, her şeye yaratılışını (varlığını ve
biçimini) verip sonra onu doğru yola ileten (yaratılış gayesine uygun yola yönelten) dir.»
Yani Rabbimiz, halkı varatan, onlar için iş ve rızık takdir eden, ecel tayin edendir. Bütün
bunları da kendi katındaki bir kitaba, Levh-i Mahfuza yazandır. Sonra her mahluku, yaratılış
gayesine yöneltendir. İlminin mükemmelliği dolayısıyla varlıkları, yarattığı maksatlara
uygun mecralara sevketmiştir. Nitekim bir ayette de şöyle buyurulmuştur: "Rabbinin yüce
adını teşbih et. O ki (her şeyi) yarattı, düzene koydu." (el-A'lâ, 1-2,) Yani bir kader takdir
etti ve yaratıkları o istikamete yöneltti.
Firavun, Musa'ya dedi ki: "Peki ya ilk nesillerin hali ne olacak?" Madem ki Rabbin
yaratıcıdır, yaratıkları da yaratılış amaçlarına uygun yola yöneltmektedir.. Öyleyse ne diye
ilk nesiller ondan başkasına kulluk ettiler? Yıldızları ve bildiğin diğer şeyleri ona eş ve ortak
koştular? Senin bu söylediklerim ilk nesiller bilmiyorlar mıydı? Musa dedi ki: «Onların
bilgisi Rabbimin yanında bir kitapta (Levh-i Mahfuz)dır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.» Yani
ilk nesiller ondan başkasına kulluk etmiş olsalar da bu, senin haklı olduğunu; benim
söylediklerimin de asılsız şeyler olduklarını göstermez. Çünkü onlar da senin gibi cahil
kimselerdi. İşledikleri irili ufaklı bütün fiiller, onların amel defterlerine kaydedilmiştir. Onur
ve üstünlük sahibi Rabbim, yaptıklarının cezasim onlara çektirecektir. Hiç kimseye, zerre
kadar haksızlık edilmeyecektir. Çünkü kulların işledikleri bütün fiiller, Rabbimin katındaki
bir kitapta yazılıdır. O kitaba yazılan şeylerin hiç biri kaybolmaz. Rabbim de hiç bir şeyi
unutmaz.
Sonra Musa, Firavun'a, Rabbin yüceliğini, eşyayı yaratmaya muktedir oluşunu, yeryüzünü
mahlukat için bir beşik, göğü de korunmuş bir tavan kılışını, kullarla hayvan ve davarlarının
rızıklanmaları için bulutlarla yağmurları onların hizmetine verişini anlattı ve dedi ki: "Yiyin,
hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine) işaretler vardır."
Yani kusursuz akıl sahipleriyle sağlam bir yaratılışa sahib olanlar için bu anlatılanlarda,
Allah'ın varlığına ve birliğine işaretler vardır. O, yaratan ve rızık verendir. Nitekim bir ayet-i
kerimede de şöyle buyuruluyor:
"Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın
azabından) korunasımz. O (Rabb) ki yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su
indirdi. Onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öjdeyse siz de, bile bile Allah'a eşler
koşmayın." (el-Bakara, 21-22.)
Cenâb-ı Allah, yerin yağmurla canlanıp bitkileri yeşerterek harekete geçtiğini anlatırken de,
her şeyin bir sonunun olacağına dikkat çekmiştir: "Sizi ondan (yani yerden) yarattık. Yine
oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız." (Tâ-Hâ, 55.)
"İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." (el-Arâf, 29.)
"Yaratmaya başlayan O'dur. Sonra onu çevirip yeniden yapar. Bu, O'na daha kolaydır.
Göklerde ve yerde en yüce (güç ve şan) sembol (ü) O'nundur. O, üstündür, hikmet
sahibidir." (er-Rûm, 27.)
«Andolsun biz ona (Firavun'a) ayetlerimizin hepsini gösterdik. Yine de yalanladı ve dayattı.
Ve: "Sen bizi büyünle yurdumuzdan çıkarasm diye mi geldin Ey Musa?" dedi. "Biz de
mutlaka sana o (se)nin (büyün) gibi bir büyü getireceğiz. Sen şimdi seninle bizim aramızda
bir buluşma zamanı ve yeri tayin et. Ne senin, ne de bizim caymayacağımız uygun bir yerde
olsun." (Musa): "Buluşma zamanınız, süs günü (bayram günü) ve insanların toplandığı
kuşluk vakti olsun." dedi.» (Tâ-Hâ, 56-59.)
Cenâb-ı Allah, Firavun'un ilahî ayetleri yalanlamak ve onlara uymayıp büyüklük taslamakla
ne kadar cahillik ve akılsızlık ettiğini, onun bedbaht olduğunu bildiriyor. Musa'ya da: "Senin
şu gösterdiğin harikalar büyüdür. Biz de onun gibi bir büyü ile sana karşıbk vereceğiz."
dediğini; sonra da ondan, büyü gösterisi için yer ve zaman belirlemesini istediğini haber
veriyor. Musa'nın en çok istediği de buydu zaten. Musa, Allah'ın ayetlerinin, mucize ve
harikalarının, kalabalık bir insan topluluğu önünde gösterilmesini çok istiyordu, Bu sebeple
dedi ki; "Buluşma zamanınız, süs günü (bayram günü) ve insanların toplandığı kuşluk vakti
olsun." Çünkü kuşluk vaktinde güneşin aydınlığı çok olur. Hakikat, daha açık bir şekilde
görülüp tecelli eder. Buluşmanın gece vakti, karanlıkta olmasını istememişti. Halbuki
Firavun milletinin hileli ve bâtıl âdetine göre geceleyin ve karanlıkta buluşmak daha revaçtaydı.
Bilakis buluşmanın gündüzleyin ve aydınlıkta olmasını istemişti. Çünkü o, Rabbinin,
Kıptîleıin hoşuna gitmese de hak dini yücelteceğini kesinlikle biliyordu.[41]
Yüce Allah buyurdu ki:
«Firavun dönüp gitti, hilesini (büyücüleri ve onların aletlerini) topladı, sonra (belirtilen
yere) geldi. Musa onlara: "Yazık size, dedi. Allah'a yalan uydurmayın.; Sonra (O), bir azab
ile kökünüzü keser, doğrusu iftira eden perişan olmuştur!" (Firavun'un topladığı büyücüler),
işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli konuştular. Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka
birşey değil. İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarsınlar ve sizin örnek yolunuzu,
(en güzel dininizi) gidersihler." Onun için siz hilenizi toplayın. Sonra sıra halinde gelin. Bu
gün üstün gelen başarmıştır.» (Tâ-Hâ, 60-64.)
Cenâb-ı Allah, Firavun'un ülkedeki bütün büyücüleri topladığını haber veriyor. O zaman
Mısır'da çok sayıda usta büyücüler varmış. Firavun'un adamları, her beldeden ve mekandan
büyücüler toplamışlardı. Çok sayıda büyücüler topluluğu oluşmuştu. Muhammed b. Ka'b'm
dediğine göre 80.000, Kasım b. Ebi Berde'nin dediğine göre 70.000, Süddî'nin dediğine göre
30.000 küsur, Ebu Umame'nin dediğine göre 19.000, Muhammed b. îshak'm dediğine göre
15.000, Kabü'1-Ah-bar'm dediğine göre 12.000 kişiymişler.
İbn Ebi Hatîm'in rivayetine göre İbn Abbas, sadece yetmiş kişi, bir başka rivayete göre de
onların İsrailoğullanndan kırk genç kişi olduklarını söylemiştir. Firavun, onları büyücülere
göndererek büyü öğrenmelerini emretmişti. Bu nedenle büyücüler ona şöyle demişlerdi:
"Senin bizi zorla (yıp yaptır) dığın büyüyü..." Ancak Firavun'un, İsrailoğullanndan olan o
gençleri büyücülerin yanına göndererek, büyü öğrenmelerini emrettiği, ihtilaflıdır.
Firavun ile devlet erkanı ve reayası sabah erkenden gösteri yerine geldiler. Çünkü Firavun
daha önce ilanat yaparak herkesin bu büyük gösteri yerine gelmesini istemişti. Gösteri
yerine gelmek için evden çıkarken herkes şöyle diyordu: "Umarız ki büyücüler üstün gelirse
biz de onlara uyarız." (eş-Şuarâ, 40.)
Musa (a.s.) öne geçerek büyücülere öğüt verdi. Onları, Allah'ın ayet ve hüccetlerine karşı
olan bâtıl büyü yapmamaya çağırdı ve dedi ki: "Yazık size. Allah'a yalan uydurmayın. Sonra
(O) bir azab ile kökünüzü keser, doğrusu, iftira eden perişan olmuştur!" (Firavun'un
topladığı büyücüler), işlerini kendi aralarında tartıştılar. Kendi aralarında farklı görüşler ileri
sürdüler. Biri dedi ki: "Musa'nın söyledikleri, peygamber sözüdür. O, bir büyücü değildir."
Bir diğeri ise, onun büyücü olduğunu söyledi. Aralarında neler söylediklerini ancak Allah
bilir. Bu hususta ve diğer hususlarda büyücüler kendi aralarında gizlice konuştular.
Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka birşey değil. İstiyorlar ki, büyüleriyle sizi
yurdunuzdan çıkarsınlar."
Yani Musa ile kardeşi Harun, iki usta ye bilgili büyücüdür. İnsanları etraflarına toplayarak
hükümdara ve maiyetine saldırmayı, kökünüzü kazımayı, büyücülük sanatını kullanarak
başınıza geçmeyi tasarlıyorlar.
"Onun için siz hilenizi toplayın. Sonra sıra halinde gelin. Bu gün üstün gelen başarmıştır."
Yukarıdaki ilk cümleyi, düşünüp tedbir almak, bu hususta birbirlerine tavsiyede bulunmak,
olanca hüner, ustalık, iftira, hile ve dalaverelerini ortaya koymak için söylemişlerdi. Ama ne
gezer! Vallahi bütün zanları boşa çıktı. Görüşleri isabetli olmamıştı. Büyü, iftira ve hezeyanları,
Allah'ın kendisiyle konuşma şerefine erdirdiği, kıymetli elçisi Musa vasıtasıyla izhar
ettiği harikalarla mucizelere karşı nasıl durabilirdi? O şerefli rasûl ki, akılları şaşırtan ve
gözleri kamaştıran burhanlarla teyid edilmiştir.
"Siz hilenizi toplayın, sonra sıra halinde gelin." Böyle dedikten sonra büyücüler, sanatlarını
icra için öne geçmeye birbirlerini teşvik etmişlerdi. Çünkü Firavun, onlara vaatte bulunup
ümit vermişti. "Fakat şeytanın onlara va'di, aldatmadan başka birşey değildir."
«Dediler ki: "Ey Musa! Ya sen at, yahut Önce atan biz olalım." (Musa) : "Hayır, siz atın!"
dedi. (Attılar, Musa) bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları
hakikaten koşuyor gibi görünüyor. Bu yüzden Musa, içinde bir korku duydu. (Biz
kendisine): "Korkma, dedik, üstün gelecek sensin, sen! Sağ elindekini at! Onların
yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye
varsa iflah olmaz!"» (Tâ-Hâ, 65-69.)
Büyücüler sıra halinde gelince, Musa ile Harun (a.s.) karşılarına dikilip durdular. Dediler ki:
"Ey Musa! Önce ya sen at, ya da biz atalım." Musa: "Hayır, siz atın." dedi. Beraberlerinde
getirdikleri değnekleri ve ipleri ellerine aldılar. İplerle değnekleri civa ve benzeri sıvılara
bulamışlardı. Bu sıvılar nedeniyle o iplerle değnekler (güneş altında ısmınca genleşip)
hareket etmeye başlamışlardı. Seyirciler de, bunların kendiliklerinden hareket etmekte
olduklarını sanmışlardı. «Bu esnada büyücüler, halkın gözünü büyüleyerek onlan ürkütmüş,
değnekleriyle iplerini yere bırakmış, biralarken de: "Firavunun şerefine biz, elbette biz galib
geleceğiz" demişlerdi.» (eş-Şuarâ, 44.)
Yüce Allah buyurdu ki:
"Atınca insanların gözlerini büyülediler, onlan ürküttüler ve büyük bir büyü (ortaya)
getirdiler." (ei-A'râf, ııe.)
(Attılar, Musa) bir de ne görsün: Büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları hakikaten
koşuyor gibi görünüyor. Bu yüzden Musa, içinde bir korku duydu.
Yani kendi elindelrim yere atmadan halkın, onların hile ve büyülerine aldanmalarından
korktu. O da, emir almadan bir şey yapacak durumda değildi. Hemen o anda Cenâb-ı Allah
kendisine vahiy gönderdi: "Korkma, üstün gelecek sensin, sen! Sağ elindekini at! Onların
yaptıklarım yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye
varsa iflah olmaz!" Vahyi alır almaz Musa, değneğini yere attı ve şöyle dedi: "Sizin
getirdiğiniz şey, büyüdür. Allah, onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah bozguncuların
işini düzeltmez! Ve suçlular istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır!"
(Yunus, 81-82.)
«Biz de Musa'ya: "Değneğini at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki o, onların uydurduklarını
yakalayıp yutuyor. (Musa'nın ejderha olan değneği, büyücülerin büyülerini yutup yok
etmişti). Gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa çıktı. Orada yenildiler, küçük
düştüler. Ve büyücüler secdeye kapandılar. "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine
inandık." dediler.» (ei-A'rftf, 117-122.)
Musa, elindeki değneği yere bırakınca, onun ayaklı, büyük bir ejderha olduğunu gördü.
Selef ulemasının çoğunun anlattıklarına göre yılanın uzun ve kalın bir boynu, insanı ürküten
korkunç bir görünümü vardı. Öyle ki onu görenler ondan uzaklaşmaya ve kaçmaya
başlamışlardı. O, büyücülerin yere bırakmış oldukları iplerle değneklerin üzerine gidiyor,
çok seri bir şekilde onları birer birer yutuyordu. İnsanlar da şaşkınlıkla onu seyrediyorlardı.
Firavun'un büyücüleriyse, kendilerini ürkütüp şaşkına çeviren bir şey görmüş, akıl ve
hayallerinden geçmeyen, ustalıklarım geride bırakan bir durumla karşılaşmışlardı. Sahib
oldukları bilgi sayesinde, Musa'nın bu gösterişinin büyü, göz boyama, hayal, yalan, iftira ve
sapıklık olmadığını iyiden iyiye anlamış; bunun, ancak Hak Teâlâ tarafından yapılabilecek
gerçek bir mucize olduğuna inanmışlardı. Allah, kalplerindeki gaflet perdesini aralamış;
kalplerini, içinde yaratmış olduğu hidayet nuruyla aydınlatmış,,katılığını gidermişti. Onlar
da Rablerine yönelerek huzurunda secdeye kapanmışlardı. İman ettiklerini de orada hazır
bulunanlara açıklamış, ceza ve beladan kor kınamışlardı. "Harun'un ve Musa'nın Rabbine
iman ettik." demişlerdi. Nitekim Cenâb-ı Allah buyurmuş ki:
"Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: "Harun'un ve Musa'nın Rabbine inandık!"
dediler.
(Firavun): "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? O, size büyü öğreten büyüğünüzdür.
Öyleyse ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınım çaprazvari keseceğim ve sizi hurma dallarına
asacağım. Hangimizin azabı daha çetin ve sürekli imiş bileceksiniz!" dedi. Dediler ki: "Biz
seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Yapacağını yap, sen ancak
bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin. Biz Rabbi-mize inandık ki (O) bizim
günahlarımızı ve senin bizi zorla (yıp yaptır) dağın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah daha
hayırlı ve (O'nun mükafatı ve cezası) daha kalıcıdır," Kim Rabbine suçlu olarak gelirse,
onun için Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar. Kim de ona iyi işler yapmış bir
mü'min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler vardır. Altlarından ırmaklar akan
Adn Cennetleri. Orada sürekli olarak kalırlar. îşte (günâhlardan) arınanların mükafatı
budur!» (Tâ-Hâ, 71-76.)
Said b. Cübeyr, îkrime, Kasım b. Ebi Berde, Evzaî ve diğerleri dediler ki: Büyücüler secde
ederken, Cennet'te kendileri için hazırlanmış olan ve oraya varışlarım beklemekte olan süslü
köşklerini gördüler. Bu nedenle, Firavun'un tehdit ve korkutmalarına aldırış etmediler.
Firavun, büyücülerin Müslüman olup, halk içinde Musa ve Harun'u güzel vasıflarla
andıklarım görünce telaşlanıp şaşkına dönmüş, kalbi perdelenip gözü körelmişti. Zaten
kalbinde hile, tuzak ve desiseler vardı, îman eden büyücülere halkın huzurunda: "Ben size
izin vermeden ona inandınız ha?" diye çıkıştı. Halkımın huzurunda giriştiğiniz bu büyük işi
yapmadan önce bana danışmanız gerekmez miydi? Sonra onları tehdid edip kükredi ve
âdeta gazap yıldırımları çaktı. Yalanlar uydurup hakikati gözden uzaklaştırmaya çabaladı ve
dedi ki: "O size büyü öğreten büyüğünüzdür."
«Bu, bir tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çı-karasımz, ama yakında
(başınıza gelecekleri) bileceksiniz!» (ei-A'râf, 123.)
Onun ortaya attığı bu bühtan ve iftiralarda küfür, yalan ve saçmalıklar bulunduğunu, aldı
başında bulunan herkes bilir. Bu gibi saçma sözleri ancak çocuklar söylerler. Çünkü onun
ülkesinde bulunan herkes, Musa'nın o büyücüleri daha Önce hiç görmemiş olduğunu pekala
biliyordu. Nasıl olurdu da Musa, onlara büyü Öğreten büyükleri olurdu? Sonra Musa onları
toplamamış, toplanacaklarını da daha önce haber almış değildi.. Onları oraya çağıran; uzak
yollardan, derin vadilerden, köylerden, kasaba ve kentlerden toplattırıp getirten de
Firavun'du.
Cenâb-ı Allah A'râf sûresinde buyurmuş ki: "Onlardan sonra Musa'yı, mucizelerimizle
Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik. Ayetlerimize haksızlık ettiler. Fakat bak,
bozguncuların sonu nasıl oldu! Musa dedi ki: "Ey Firavun, ben âlemlerin Rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim. Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek, benim üzerime
borçtur. Size Rabbinizden açık delil getirdim. Artık İsrailo-ğullarını benimle gönder!
(Firavun) dedi: "Eğer bir ayet (mucize) getirmiş isen, hakikaten doğru söylüyorsan göster
onu bakalım!" Bunun üzerine (Musa) değneğini (yere) attı, birden o, açıkça bir ejderha
(oluverdi). Ve elini (koltuğunun altından) çıkardı. Birden o, bakanlar için bembeyaz
parlayan bir şey oldu.
Firavun kavminden ileri gelen bir topluluk dediler ki: "Bu, çok bilgili bir büyücüdür." Sizi
yurdunuzdan çıkarmak istiyor, ne buyurursunuz?"
"Onu da, kardeşini de beklet, dediler. Şehirlere toplayıcılar yolla. Bütün bilgili büyücüleri
(toplayıp) sana getirsinler."
Büyücüler Firavun gelip: "Eğer üstün gelen biz olursak, elbet bize bir mükafat var değil
mi?" dediler.
(Firavun): "Evet, dedi. Hem de siz, (benim) yakınlarım) dan (ola-cak)sınız!"
Dediler ki: "Ey Musa! Sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın. Yoksa (önce) atanlar biz mi
olalım?"
"Siz atın." dedi. (Hünerlerini ortaya) atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları
ürküttüler ve büyük bir büyü (ortaya) getirdiler.
Biz de Musa'ya: "Değneğini at!" diye vahyettik. Bir de baktılar ki, o, onların uydurduklarını
yakalayıp yutuyordu. Gerçek ortaya çıktı. Ve onların bütün yaptıkları bâtıl oldu. Orada
yenildiler, küçük düştüler. Ve büyücüler secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine inandık,
Musa ve Harun'un Rabbine!" dediler.
Firavun: "Ben size izin vermeden ona inandınız ha?" dedi. "Bu, bir tuzaktır. Şehirde bu
tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çıkarasanız. Ama yakında (başınıza gelecekleri)
bileceksiniz! Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi (hurma
dallarına) asacağım!"
Dediler ki: "Biz zaten Rabbimize döneceğiz! Rabbimizin ayetleri ge-linçe ona inandık, diye
bizden öc alıyorsun. (Ey) Rabbimiz, üzerimize sa-bir dök ve bizi Müslümanlar olarak
Öldür!"» (el-A'râf, 103-126.)
Cenâb-ı Allah, Yunus sûresinde şöyle buyuruyor: «Sonra onların ardından Musa ve Harun'u
ayetlerimizle birlikte Firavun'a ve adamlarına gönderdik; böbürlendiler ve suç işleyen bir
topluluk oldular. Onlara katımızdan gerçek (mucize) gelince: "Bu, apaçık bir büyüdür."
dediler. Musa: "Size gelen gerçek için (böyle) mi diyorsunuz? Büyü müdür bu? Halbuki
büyücüler, iflah olmazlar!" dedi.
Dediler ki: "Sen bizi, babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çe-viresin de yeryüzünde
büyüklük yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin? Biz size inanacak değiliz!" Firavun:
"Bana bütün bilgili büyücüleri getirin." dedi. Büyücüler gelince Musa onlara : "Atacağınızı
atın (hünerinizi gösterin)" dedi. Onlar (iplerini ve değneklerini) atınca Musa: "Sizin
getirdiğiniz şey, büyüdür, dedi. Allah onu mutlaka boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah,
bozguncuların işini düzeltmez! Ve suçlul&r istemese de Allah, sözleriyle gerçeği ortaya
çıkaracaktır!"» (Yûnus, 75-82.)
Cenâb-ı Allah, Şuarâ sûresinde ise şöyle buyuruyor:
(Firavun, ey Musa) dedi: "Andolsun ki benden başka tanrı edinirsen seni mutlaka zindana
atılanlardan yapacağım." (Musa, peki) dedi: "Sana (doğruluğumu) apaçık (gösteren) birşey
getirmiş olsam da mı?" (Firavun): "Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)" dedi.
(Musa), değneğini attı, bir de (baktılar ki) o, apaçık bir ejderha! Elini (koltuğunun altından)
çıkardı; o da, bakanlara parıl parıl parlayan birşey oluverdi. (Firavun), çevresindeki ileri
gelenlere: "Bu, dedi, bilgin bir büyücüdür. Büyüsüyle sizi yerinizden (yurdunuzdan)
çıkarmak istiyor. Ne buyurursunuz?" Dediler ki; "O'nu ve kardeşini eğle, şehirlere toplayıcılar
gönder. Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler." Derken büyücüler belli bir günün
tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Halka da: "Siz toplanır mısınız?" denildi.
"Umarız ki büyücüler üstün gelirse, biz de onlara uyarız." Büyücüler gelince Firavun'a:
"Eğer üstün gelenler biz olursak, bize mutlaka bir ücret var değil mi?" dediler.
"Evet, dedi, hem o takdirde siz, (bana) yakınlardan olacaksınız"
Musa, onlara: "Atacağınızı atın!" dedi. İplerini ve değneklerini attılar ve: "Firavun'un
şerefine biz, elbette biz galip geleceğiz." dediler. Musa da değneğini attı. Birden o, onların
uydurduklarını yutmağa başladı. Büyücüler derhal secdeye kapandılar. "Alemlerin Rabbine
inandık." dediler. "Musa'nın ve Harun'un Rabbine."
(Firavun) dedi: "Ben size izin vermeden mi ona inandınız? O, size büyü öğreten
büyüğünüzdür. (Başınıza gelecekleri) yakında bileceksiniz. Ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım!" "Zararı yok, dediler. (Nasıl olsa) biz
Rabbimize döneceğiz. Biz ilk inananlar olduğumuz için Rabbimizin, hatalarımızı
bağışlayacağını umarız.» (eş-Şuarâ, 29-51.)
Firavun yalan söyleyip iftira etti, aşırı derecede küfre saptı. "O, size büyü öğreten
büyüğünüzdür." Bilenlerin, hatta herkesin anlayabileceği bir bühtan ortaya attı: "Bu, bir
tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz İd halkını oradan çıkarasmız. Ama yakında (başınıza
gelecekleri) bileceksiniz! Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim! Sonra
hepinizi hurma dallarına asacağım .(Çünkü hurma dallan çok yüksektir. Oraya asılanları
herkes görür. Dünyada hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu pekiyi
bileceksiniz!"
Dediler İd: "Biz, seni, bize gelen açık delillere ve bizi yaratana tercih edemeyiz."
Kalblerimize yerleşen kesin delil ve beyyineleri bırakıp da sana itaat etmeyiz. "Yapacağını
yap." Elinden ne gelirse onu yap. "Sen ancak bu dünya hayatında istediğini yapabilirsin."
Ancak bu hayatta bize hükmedebilirsin. Ahiret yurduna geçtikten sonra da, kendisine teslim
olup rasûllerine uyduğumuz Allah'ın hükmü altına gireriz. "Biz Rabbimize inandık ki, (O)
bizim günahlarımızı ve senin bizi zorla (yıp yaptır) dığın büyüyü bağışlasın. (Elbette) Allah
daha hayırlı ve (O'nun mükafatı ve cezası) daha süreklidir." O'nun sevabı, senin bize
va'detti-ğin "sana yakın olmak"tan daha hayırlıdır. Bu fani dünya hayatından daha
devamlıdır. "Zararı yok, dediler. (Nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz. Biz Kiptiler arasında
Musa ve Harun'a, ilk inananlar olduğumuz için Rabbimizin, hatalanmızı bağışlayacağını
umarız." (eş-Şuarâ, 50-51.)
"Rabbinıizin ayetleri gelince ona inandık diye bizden öc alıyorsun." (el-A'râf, 126) Sana
göre tek suçumuz, peygamberimiz Musa'nın getirdiği ilahî hükümlere inanmamız ve bize
geldiğinde ilahî ayetlere tâbi olmamızdır. "Rabbimiz, üzerimize sabır dök." Bu inatçı zorba
ve satvetli hükümdardan, daha doğrusu inatçı şeyden çektiğimiz eza ve cefalara, müptela
olduğumuz cezalara karşı bize sebat ver "ve bizi Müslümanlar olarak öldür!" Yine yüce
Rabbin azabıyla korkutup öğüt vererek ona dediler ki: "Kim Rabbine suçlu olarak gelirse
onun için Cehennem vardır. Orada ne ölür, ne de yaşar." (Ta-Hâ, 74) Sakın ha, onlardan
olma (Ama yine de onlardan oldu.)
"Kim de ona iyi işler yapmış bir mü'min olarak gelirse, işte onlar için de yüksek dereceler
vardır. Altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri, orada sürekli olarak kalırlar. İşte
(günahlardan) arınanların mükafatı budur!" <Tâ-Hâ,75-76.)
Sen bunlardan biri olmaya bak. Fakat, karşı konulmaz kaderin hükmü ona da tatbik edildi.
Yüce ve ulu zat, lanetli Firavun'un cehennemliklerden biri olmasına hükmetti.
Cehennemliklerden kılındı ki orada başının üstünden kaynar su dökülsün ve can yakıcı
azabı tadsm. O alçak, çirkin ve kötü adam kınanarak bu ağır lanetlemeye muhatab oldu.
«Tad, zira sen kendince üstündün, şerefliydin.» (ed-Duhân, 49.)
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre lanetli Firavun, imana gelen o büyücüleri asıp işkenceye
maruz bırakmıştır. Abdullah b. Abbas ile Ubeyd b. Umeyr demişler ki: Onlar günün ilk
saatlerinde büyücüydüler. Son saatlerindeyse, Allah katında iyi ve makbul şehidler oldular.
"Rabbimiz! Üzerimize sabır dök ve bizi Müslümanlar olarak öldür." demeleri de bunu
doğrulamaktadır. [42]
Fasıl
O dehşetli durumda Kiptiler, toplanıp da kendilerine destek olan büyücüler Müslüman
olunca bu, onların küfürlerini, haktan uzaklıklarını ve inatlarını daha artırdı. Cenâb-ı Allah
buyurdu ki:
«Firavun kavminden ileri gelen bir topluluk dedi ki: "Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki,
seni ve tanrılarını terkedip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?" (Firavun): "Biz onların
oğullarını öldüreceğiz. Kadınlarım sağ bırakacağız. Biz onların, daima üstünde eziciler
olacağız!" dedi. Musa, kavmine: "Allah'tan yardım isteyin, sabredin!" dedi: Yeryüzü, Allah'ındır.
Onu kullarından dilediğine verir. Sonuç (Allah'tan korkup günahtan)
korunanlarındır! "(Ey Musa), sen bize gelmezden Önce de geldikten sonra da bize işkence
edildi." dediler. (Musa) dedi: "Umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı yok eder ve onların yerine
sizi yeryüzünde hakim kılar da, nasıl hareket edeceğinize bakar.» (el-A'râf, 127-129.)
Cenâb-ı -Allah, Firavun'un adamlannm, önde gelen kumandan ve sivil erkanının onu,
Allah'ın peygamberi Musa'ya eziyet etmeye, getirdiği dini tasdik edeceği yerde ona küfür,
eza, cefa ve red ile karşılık vermeye kışkırttılar. "Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki, seni
ve tanrılarını terkedip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar?" dediler. Allah kendilerini rezil etsin.
Musa'nın insanları tek ve ortaksız olan Allah'a kulluk etmeye, Allah'tan başkasına kulluktan
vazgeçmeye çağırmasını kıptı inancına göre fesad olarak telakki ediyorlardı. Allah'ın laneti
üzerlerine olsun. Bazıları yukarıda meali geçen ayeti şeklinde değil de, yani "seni ve
tanrılığım terkedip..." şeklinde okumuşlardır. Bu ayetin iki manaya ihtimali olur:
1- «Seni ve dinini terkedip...» Bunu birinci kıraat da teyid etmektedir.
2- «Sana ibadeti terkedip....» Çünkü Firavun, kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyordu.
Allah ona lanet etsin.
(Firavun): «Biz onların oğullarını öldüreceğiz. Kadınlarım sağ bırakacağız» ki savaşçıları
çoğalmasın.
«Biz onlann üstünde daima eziciler olacağız.»
Musa, kavmine: «Allah'dan yardım isteyin ve sabredin.» dedi. Onlar size eziyet verip
sıkıştırmaya kasdettiklerinde, siz de Rabbinizden yardım isteyin ve başınıza gelen belalara
da sabırla karşılık verin. «Yeryüzü Allah'ındır. Onu kullarından dilediğine verir. Sonuç
(Allah'tan korkup günahtan) korunanlarındır.» Allah'tan korkup günahtan korunanlar, sizler
olun ki, iyi son sizlerin olsun.
"Musa: "Ey Milletim! Allah'a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O'na güvenin." dedi.
"Allah'a güvendik; Ey Rabbimiz! Zalim bir millet ile bizi sınama. Rahmetinle bizi
kafirlerden kurtar." dediler." (Yâmıs, 84-85.)
"(Ey Musa), sen bize gelmezden önce de,sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi."
Yani sen gelmezden önce de, geldikten sonra da oğullarımız öldürülüyordu.
(Musa) dedi ki: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi yeryüzüne
hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar. (el-A'râf, 129.)
«Andolsun biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir delil ile gönderdik: Firavun'a, Haman'a
ve Karun'a. Dediler ki: "(Bu),yalancı bir büyücüdür."» (el-Mü'min: 23-24.)
Firavun hükümdar, Haman da onun veziri idi. Karun, Musa'nın milleti olan
İsrailoğullanndandı. Ancak Firavun'un adamlarından olup onun dinine bağlı bir kimseydi.
Büyük bir servetin sahibiydi. Onunla ilgili açıklama, ileride gelecektir.
«(Musa), onlara katımızdan hakkı getirince: "Onunla beraber inananların oğullarını öldürün,
kadınlarını sağ bırakın!" dediler. Fakat kafirlerin tuzağı hep boşa çıkar.» (ei-Mü'min, 25.)
Musa'nın risaletle görevlen dirilişinden sonra, îsrailoğullarını aşağılamak ve sayılarım
azaltmak için oğulları,Firavun'un askerleri tarafından Öldürülüyordu. Böyle yapmakla da
onların güç ve kuvvet bulmaları neticesinde kıptîlere saldırmaları önlenmiş oluyurdu
.Kiptiler onlardan korkuyorlardı. Ama bunun onlara bir faydası olmadı. "Ol" dediği şeyin
hemen oluverdiği Allah'ın takdirinin önüne geçemediler.
"Firavun dedi: "Bırakın Musa'yı öldüreyim de, Rabbine yalvarsın. Çünkü ben onun, dininizi
değiştireceğinden,yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum." (ei-Mu'min,
26.)
Bu nedenle halk, alaycı bir tavırla: "Firavun vaiz oldu." demeye başlamıştı. Çünkü kendi
inancına göre, Musa'nın halkı saptırmasından korkmuştu!
«Musa dedi ki: "Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de
Rabbiniz (olan Allah')a sığındım."» (el-Mü'min, 27.)
Firavun ve diğerlerinin bana kötülük yapmalarından Allah'ın dergahına sığındım. İnadından
ve zorbalığından vazgeçmeyen; ahirete, ceza ve mükafata inanmadığı için de Allah'ın azab
ve ikabmdan korkmayan, "Hesap gününe inanmayan her kibirliden" Allah'a sığındım.
"Firavun ailesinden imanını gizleyen mü'min bir adam (şöyle) dedi: "Rabbim Allah'tır,
dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden mucizeler getirmiştir.
Eğer yalancı olursa yalanı kendi zararınadır. Ve eğer doğru söylüyorsa size va'dettiklerinin
(hiç değilse) bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz Allah aşırı giden, yalana olan kimseyi doğru
yola iletmez. Ey kavmim! Bugün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz. (Tutumunuzu
bozup kendinizi Allah'ın hışmına çarpmayın. Düşünün bir kere) eğer (Allah'ın hışmı) bize
gelirse,kim bizi Allah'ın hışmından kurtarır?" Firavun dedi: "Ben size yalnız (doğru) gördüğümü
gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."» (el-Mü'min, 28-29.)
İmanım gizleyen adam, Firavun'un amcası oğluydu. Kavminin kendisine bir kötülük
yapmasından korktuğu için, imanını gizliyordu.
Bazılarıysa, o adamın İsrail oğulların d an biri olduğunu ileri sürmüşlerdir ki bu, lafız ve
mana bakımından ayetlerin akışına ters düşmektedir. Doğrusunu Allah bilir.[43]
îbn Cüreyc, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kıptîler-den yalnızca üç kişi iman
etmiştir: Biri yukarıdaki ayette sözü edilen adamdır. İkincisi şehrin öbür ucundan gelerek
Musa'ya, şehirden kaçıp Firavun'dan kurtulmasını teklif eden adamdır. Üçüncüsü ise,
Firavun'un zevcesi Asiye'dir.
Darekutnî demiş ki: Firavun ailesinde adı Şem'an olan tek bir adam vardır ki o da
mü'mindir.
Tarih-i Taberî'de anlatıldığına göre o adamın adı, Hayr'dır. Doğrusunu, Allah bilir.
Özetle bu adam, imanını gizliyordu. Lanetli Firavun, Musa (a.s.)'yı öldürmeye niyetlenip
bunun için adamlarına danıştı. Buna kesin karar verince de o mü'min adam, Musa'nın başına
bir iş gelmesinden korktu. Şûra meclisinde fikir beyan edici bir pozisyonda bulundu. Yerine
göre sevdirerek, yerine göre de ürküterek Firavun'u bundan caydırmaya Çalıştı. Sahih
hadiste de sabittir ki Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Cihadın en faziletlisi, zalim sultan yanında doğru konuşmaktır."[44]
Bu da, mertebelerin en yükseğidir. Bundan daha doğru bir söz olamaz. Çünkü bununla bir
peyamberin hayatı kurtarılıyordu. İman ettiğini onlara izhar etmiş ve gizlediği imanını da
onlara açıklamış olması muhtemeldir. Birinci görüş daha kuvvetlidir. Doğrusunu Allah bilir.
"Rabbim Allah'tır, dediği için bir adamı öldürüyor musunuz. Allah'a inandığını söyleyen bir
adama böyle yapılır mı hiç? Aksine ona hürmet ve ikramda bulunmalı, ya da hiç değilse ona
ilişmemeli ve ondan öc almaktan da vazgeçilmelidir."
Yani "O size Rabbinizden mucizeler getirmiştir." Kendisini elçi olarak gönderen Rabbinin
katından getirdiği dinin gerçekliğini ve kendisinin de hak peygamber olduğunu ispatlayan
mucizeler getirmiştir. Ona ilişmezseniz, selamette kalırsınız. Zira "Yalana olursa, yalanı
kendi za-rarmadır." Bunun size bir zararı olmaz. "Eğer doğru söylüyorsa" ve siz de ona
sataşmış s anız, "Size va'dettiklerinin (hiç değilse) bir kısmı başınıza gelir." Size yaptığı
tehdidleıin arasındaki en basit bir cezanın size ulaşmasından korkuyorsunuz.. Ya bu
cezaların tümü size ulaşırsa, o zaman haliniz nice olacaktır?
Bu makamda söylenen böyle bir söz; en tedbirli, en akıllı ve en latif bir sözdür.
"Ey kavmim, bu gün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz." Musa böyle demekle onları,
bu kıymetli mülkü ellerinden çıkarmaktan sakındırmış ti. Çünkü tarihte dine saldıran her
devlet yıkılmış, güçlüyken zayıf olmuştur! Firavun'un adamlarının da başına aynı şey
gelmişti. Onlar, hâlâ şek ve şüphe içindeydiler. Musa'nın dinine karşı inat ve muhalefetlerini
sürdürüyorlardı. Nihayet Cenâb-ı Allah onları, sahib oldukları devletten, mülkten,
saraylardan, kaşanelerden, servet ve nimetlerden kovup mahrum etti. Sonra horlanmış
olarak denize doğru gittiler. Şerefli ve yüksek bir konumda bulunan ruhları, esfel-i safili-ne
göçtü. Yok olup gittiler. İşte bu nedenle o hakkın tasdikçisi, doğru yolu bulan, iyiliksever,
hakka uyan, kavmine nasihat eden, tam akıllı mü'min adam şöyle dedi: "Ey kavmim! Bu
gün mülk sizindir. (Bu) yerde siz hakimsiniz." Diğer insanlara üstünsünüz. "(Allah'ın hışmı)
bize gelirse, kim bizi Allah'ın hışmından kurtarır?" Sayınız şimdikinden kat kat fazla da
olsa; güç, kuvvet ve teçhizatınız daha da fazlalaşsa, yine bunun bir faydası olmaz. Mülk
sahibi olan Allah'ın bize vereceği azabı kim geri çevirebilir?
Firavun dedi ki: "Ben size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru
yola götürüyorum."
Firavun'un bu iki sözü de yalan idi. Çünkü o, Hz. Musa'mn insanları davet etmekte olduğu
dinin, Allah katından gelen bir din olduğunu kesinlikle biliyor, ancak küfür, inat, azgınlık ve
taşkınlığından dolayı muhalefetini açıklıyordu. Cenâb-ı Allah, Musa'nın ona şöyle dediğini
haber veriyor:
«(Musa): "Andolsun ki, bunları göklerin ve yerin Rabbinin açık belgeler olarak indirdiğini
biliyorsun. Ey Firavun! Doğrusu, senin mahvolacağını sanıyorum." demişti. Firavun, bunun
üzerine onları memleketten sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin, hepsini suda
boğduk. Sonra îsrailoğullarma: "Bu memlekette siz oturun,kıyamet koptuğunda hepinizi bir
araya getiririz." dedik.» (el-Isrâ, 102-104.)
«Ayetlerimiz gözlerinin önüne serilince: "Bu apaçık bir sihirdir." dediler. Gönülleri kesin
olarak kabul ettiği halde,haksızlık ve büyüklen-melerinden ötürü onları bile bile inkar ettiler.
Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!» (en-Ncmi, 13-14.)
Firavun'un: "Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum." demesi de yalandan başka bir şey
değildir. Çünkü, o, doğru yolda değildi. Aksine sefahet,sapıklık, fesat ve hayal yolundaydı.
İlk olarak kendisi putlara ve heykellere taptı. Sonra da cahil ve sapık kavmini; kendisine
uymaya, itaat etmeye, propagandasını yapmakta olduğu kafirlik ve iftiracılığı doğrulamaya,
iddia ettiği Rabblığını kabullenmeye çağırdı. Heybet ve kuvvet sahibi olan Allah, elbetteki
ondan üstündür! Yüce Allah buyurdu ki:
«Firavun kavminin içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp
giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu hakir, nerdeyse söz
anlatamayacak durumda olan kimseden daha iyi değil miyim? (Eğer o doğru söylüyorsa)
üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmeli
değil miydi?" Kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış
bir kavim idiler. Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlardan öc aldık, hepsini boğduk. Onları
sonradan gelen (inkarcı)ların geçmiş ataları ve örneği yaptık. (Bunlar da onların izlerinden
gittiler.)» (ez-Zuhruf, 51-56.)
"Ona büyük mucizeyi gösterdi. Fakat o, (Musa'yı) yalanladı, karşı geldi. Sonra sırtım
döndü; koşmaya başladı. (Adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı: "Ben sizin en yüce
tannrnzım." dedi. Allah da onu ahiret ve dünya azabıyla yakaladı. Şüphesiz bunda
(Allah'tan) korkacak kimse için ibret vardır." (en-NSziât, 20-26.)
"Andolsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve açık bir delil ile gönderdik: Firavun'a ve
adamlarına. (Ama o insanlar) Firavun'un buyruğuna uydular. Oysa Firavun'un buyruğu
doğruya iletici değildi. (Firavun), kıyamet günü kavminin önünde gidiyor. İşte onları ateşe
getirdi. Varılan yer, ne de fena bir yerdir! Bu dünyada da (onların) peşlerine lanet takılmıştır,
kıyamet gününde de. Verilen bu vergi, ne kötü bir vergidir! (Hûd, 96-99.) Yani Firavun "Ben
size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve ben sizi ancak doğru yola götürüyorum."
derken, yalan söylemişti.
"İnanan (adam) dedi ki: "Ey kavmim! Ben üzerinize (önceki) toplulukların günü gibi bir
günün gelmesinden korkuyorum. Nuh kavminin, Ad ve Semud'un ve onlardan sonrakilerin
durumu gibi (bir durumla karşılaşmanızdan endişe ediyorum). Allah, kullara zulmetmek
istemez. Ey kavmim! Sizin için o çağrışma gününden korkuyorum. O gün arkanızı dönüp
kaç (mak ist)ersiniz, ama sizi Allah(m azabm)ndan kurtaracak kimse yoktur. Allah kimi
saptırırsa, artık ona yol gösteren olmaz. Daha önce Yusuf da size açık mucizeler getirmişti.
Onun getirdiklerinden de kuşkulanıp duruyordunuz. Nihayet o ölünce: 'Allah ondan sonra
peygamber göndermez.' dediniz. İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır.
Onlar İd, kendilerine gelmiş bir delil olmadan
Allah'ın ayetleri hakkında tartışırlaı\(Bu hareketleri) gerek Allah yanında, gerek inananlar
yanında (onlara karşı) ne büyük bir kızgınlık (doğurur)! İşte Allah, her kibirli zorbanın
kalbim böyle mühürler." (el-Mü'min, 30-35.)
Allah dostu adam, Musa peygamberi yalanladıkları takdirde, Önceki milletlerin başlarına
gelen azap ve işkencelerin kendilerinin de başlarına geleceğini söyleyerek onları
inançsızsızlıktan sakındırmıştı. Önceki milletlerden olan Nuh ve Semud kavimleri ile
sonraki kavimlerin başlarına felaketler geldiği hem kendilerince, hem de başkalarınca tevatür
yoluyla sabit olmuştu. Kaldı ki, peygamberlerin getirdikleri dinlerin, Hak dinler
olduklarım bütün yeryüzü insanları bilmektedir. Bunu doğrulayıcı deliller de vardır. Çünkü
peygamberleri ve onların getirdiklerini yalanlayan hak ve hakikat düşmanları hep ilahi
azaba uğramışlardır. Ama peygamberlere uyanları Allah, azabtan kurtarmış, kıyamet
korkusundan emin kılmıştır. Kıyamet günü, bağırışına günü-„ dür. Yapabilirlere e, azabtan
kaçarken birbirlerine bağrıp çağıracaklardır. Ama azabtan kaçıp kurtulmalarına imkan
yoktur.
"(Evet) o gün insan: "Kaçacak yer neresi?" der. Hayır, sığınacak yer yoktur. O gün varıp
durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur, (ey insan)." (el-Kıyâmet, 10-12.)
«Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz
yeterse geçin gidin. Ancak kudretle geçebilirsiniz. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz? İkinizin de üzerine, ateşten yalın alev ve kıpkızıl bir duman (yahut erimiş
bakır) gönderilir, kendinizi savunamazsınız! Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlıyorsunuz?» (er-Rahmân, 33-36.)
Bazıları, Mü'min sûresinin 32. ayetindeki tamlamasının sonundaki harfmi şeddeli okuyarak,
"kaçışma ve firar günü" manasını vermişlerdir. Bu günün, Allah'ın, onların üzerine azab
indireceği gün olması da muhtemeldir. O gün, azaptan kaçıp kurtulmak isteyeceklerdir, ama
kaçış mümkün olma3'acaktır.
"Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını)
mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın, (bol bol verilip) içinde şımartıl dığınız (nimetler)e
ve yurtlarınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz!» (ei-Enbiyâ, 12-13.)
Sonra Cenâb-ı Allah, onlara, Mısır'da peygamberlik yapan Yusuf (a.s.)'un nübüvvetini, onun
dünya ve ahirette halka yaptığı iyilikleri haber verdi. İşte Musa da onun sülalesinden ve
zürriyetindendi. insanları, Allah'ı birlemeye, ona kulluk etmeye, yaratıklarından hiç birini
ona ortak koşmamaya çağırıyordu. Ayrıca Cenâb-ı Allah, Yusuf zamanındaki Mısırlıların
durumunu, onların hakkı yalanlayıp peygamberlere muhalefet etme huyuna sahib oluşlarını
da Firavunun kavmine bildiriyordu.
Bu nedenle onlara şöyle hitab ediyordu: «Onun (Yusuf un) getirdiklerinden de kuşkulanıp
duruyordunuz. Nihayet o ölünce: "Allah, ondan sonra peygamber göndermez." dediniz.
(Tabii ki bu da yalandı). İşte Allah, aşırı giden, şüpheci kimseleri böyle saptırır. Onlar da
kendilerine gelmiş bir delil olmadan, Allah'ın ayetleri hakkında tartışırlar." (ei-Mü'min, 34-
35.)
Yani Allah'ın birliğini, hüccetlerini, burhanlarını ve delillerini, kendilerine Allah katından
gelmiş bir delil olmaksızın reddetmişlerdi. Doğrusu bu, Allah'ı fazlasıyla ğazaplandınr. Her
kim böyle yapar ve bu nitelikleri taşırsa, Allah ona da gazaplamr. "İşte Allah, her kibirli zorbanın
kalbini böyle mühürler." Yani kalpler, bir delile dayanmaksızın hakka muhalefet
ederlerse, Cenâb-ı Allah onları, içindeki küfürle birlikte mühürler.
"Firavun dedi: "Ey Haman, bana yüksek bir kule yapki o sebeplere (yollara) erişeyim.
(Yani) gölderin yollarına (erişeyim) de Musa'nın tanrısına çıkıp bakayım. Çünkü ben onu
yalana sanıyorum." Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a süslü gösterildi ve (o), yoldan
çıkarıldı. Firavun'un tuzağı, tamamen boşa çıktı." (cl-Mumin, 36-37.)
Firavun, Musa'nın, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğuna dair söylediği sözlerini
yalanladı. Şunları söyleyerek tanrılığını iddia etti. "Ben sizin için benden başka bir tanrı
bilmiyorum. Ey Haman! Haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla imal et de)
bana bir kule yap. Belki.Musa'nın tanrısına çıkarım. Çünkü ben onu (Musa'yı) yalancılardan
sanıyorum." (cl-Kasas, 38.)
Firavun, bu sûrede ise şöyle demiştir: "Bana yüksek bir kule yap ki, o sebeplere (yollara)
erişeyim. (Yani) göklerin yollarına (erişeyim de ) Musa'nın tanrısına çılap bakayım. Çünkü
ben, onu (Musa'yı)'yalancı sanıyorum."
Bu ayetin iki manaya gelme ihtimali vardır:
1- Benden başka bir Rabbin var olduğunu söylerken, Musa'nın yalan söylediğini sanıyorum.
2- Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylerken, Musa'nın yalan
söylediğini sanıyorum. Ama birinci mana, Firavun'un zahiri durumuna çok uymaktadır.
Çünkü o, yaratıcının varlığını açıkça inkar ediyordu. Fakat ikinci mana da, ayetin lafzına
uymaktadır. Zira demişti ki: "Musa'nın tanrısına çılap bakayım." Musa'yı peygamber olarak
gönderip göndermediğini ona sorayım, "Çünkü ben onu yalancı sanıyorum."
Firavun'un maksadı, insanları, Musa'ya inanmaktan vazgeçirmek ve onu yalanlamaya teşvik
etmekti. Yüce Allah buyurmuş ki:
"Böylece yaptığı kötü iş, Firavun'a süslü gösterildi ve (o), yoldan Çıkarıldı. Firavun'un
tuzağı tamamen boşa çıktı."
Razıları, bu ayette geçen cümlesindeki füli şeklinde okumuşlardır. Buna göre mana şöyle
olur: "... ve (o), yoldan çıkardı."
"Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı." Ibn Abbas ile Mücahid, bu ayetin sonunu, hüsran
ve bâtıl olarak açıklamıştır. Yani Firavun, kurduğu tuzakla birşey eîde edemedi, amacına
ulaşamadı. Çünkü insanoğlu, kendi gücü ile, dünyaya en yalan olan sema tabakasına
ulaşamadığına göre, yüksekteki sema tabakalarına nasıl ulaşacaktır? O yükseldiklerin miktar
ve mesafesini ancak Allah bilir.
Müfessirlerin çoğuna göre, Firavun'un sözünü ettiği kulenin, veziri Haman'm onun için
yaptırdığı saraydır. Çünkü Firavun, tuğladan yapılmış olan o saraydan daha yüksek bir saray
görmemişti. Bu nedenle de şöyle demişti: "Ey Haman! Haydi benim için çamurun üzerinde
ateş yak(arak tuğla imal et de) bana bir kule yap")
Ehl-i Kitap kaynaklarında anlatıldığına göre îsraüoğulları, tuğla yapımında
çalıştırılıyorlardı. Firavun'un kendilerine yüklediği angaryalardan ötürü, kendi ihtiyaç
duydukları işlerde birbirlerine yardım e demiyor lardı. Aksine, tuğlaların yapımı için gerekli
olan toprağı, samanı ve suyu topluyorlardı. Her gün belli miktarda malzemeyi getirmeleri,
kendilerinden isteniyordu. Getirmedikleri takdirde dövülüp hakarete uğruyor ve fazlasıyla
eziyet görüyorlardı. Bu nedenle Musa'ya şöyle demişlerdi:
«"(Ey Musa), Sen bize gelmezden önce de, sen bize geldikten sonra da bize işkence edildi."
dediler. (Musa) dedi: "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve onların yerine sizi
yeryüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar."» (el-A'râf, 129.)
Kıptîlere egemen olacaklarını ve sonlarının iyi olacağını onlara müjdeledi. Müjdesi
gerçekleşti de. Bu da onun peygamber olduğunu ispatlayan delillerden biri idi.
Şimdi de Firavun ailesinden olan o mü'min adamın öğüt ve delillerine kulak verelim. Onun
söylediklerini Cenâb-ı Allah, bizlere şöyle naklediyor: «İnanan (adam) dedi ki: "Ey
Kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim. Ey kavmim! Bu dünya hayatı (kısa) bir
geçinmedir. Ahi-ret ise ebedî durulacak yerdir. Kim bir kötülük yaparsa sadece onun kadar
cezalanır. Ama erkek ve kadından her kim inanarak faydalı bir iş yaparsa, onlar Cennet'e
girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir."» (ei-Mü'min, 38-40.)
Allah kendisinden razı olsun, o inanmış adam, onları hak ve hakikatin doğru yoluna davet
etmişti. Kendisi de peygamber Musa'ya tâbi olup, onun Allah katından getirmiş olduğu
hükümleri tasdik etmiş; onları, değersiz, fani ve sonlu olan dünyaya gönülden
bağlanmamaya çağırmıştı. Çalışanların emeğini boşa çıkarmayan, aza karşı çok veren,
her şeyin mülkü elinde bulunan Allah katındaki sevabı kazanmaya teşvik etmişti. Kötülüğe
karşılık olarak sadece bir ceza vermek de Allah'ın adaletinin gereğidir, demişti. Asıl
kalınacak yerin, ahiret yurdu olduğunu bildirmişti. İnanmış olarak iyi işler yapan ve bu
halde ahirete göçen kimseler için orada yüksek dereceler, güvenli odalar, çok yüksek hayırlar,
sonu gelmez devamlı rızıklar, gittikçe artan hayırlar vardır, diye onlara uyarıda
bulunmuştu.
Sonra da tuttukları yolun iyi bir yol olmadığım ve gidişatlarının sonucunun korkunç
olduğunu kendilerine bildirmek için şöyle demişti: "Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa
çağırdığım halde siz beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni Allah'ı inkar etmeğe ve bilmediğim
şeyleri ona ortak koşmağa çağırıyorsunuz. Bense sizi o aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum.
Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada, ne de ahi-rette davet olamaz.
(O cansız şeylere çağırılamaz.) Bizim dönüşümüz Allah'adır. (Davranışlarında) aşırı
gidenler, işte onlar ateş halkıdır). Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben
işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kulları görür." Allah onu, onların kurdukları
tuzakların kötülüklerinden korudu ve Firavun ailesini azabın en kötüsü kuşattı. Ateş! Sabah
akşam ona sunulurlar. (Dünya durdukça azap böyle devam eder.) Kıyamet koptuğu gün de:
"Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" deriz." (el-Mü'min, 41-46.)
İnanmış adam, onları, "ol" dediği şeyin oluverdiği göklerle yerin Rabbine kulluk etmeye
çağırdı, ama onlar onu lanetli, sapık ve cahil Firavun'a kulluk etmeye çağırdılar. Bu sebeple
de onları kınayarak şöyle dedi: "Ey kavmim! Neden ben sizi kurtuluşa çağırdığım halde siz
beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz beni Allah'ı inkar etmeğe ve bilmediğim şeyleri O'na ortak
koşmağa çağırıyorsunuz. Bense sizi, O Aziz ve çok bağışlayana çağırıyorum."
Böyle dedikten sonra da, Allah'tan başka tapmakta oldukları putlarla ortakların asılsız
olduklarını, kimselere ne fayda ne de zararvere-meyeceklerini onlara açıklayarak şöyle dedi:
"Sizin beni çağırdığınız şeye kesinlikle ne dünyada, ne de ahirette davet olamaz. (O cansız
şeylere çağrılamaz.) Bizim dönüşümüz Allah'adır. (Davranışlarında) aşırı gidenler, işte onlar
ateş halkıdır." O putlar bu dünyada hiç birşey yapamadıklarına göre, ebedî olan ahiret
yurdunda ne yapabilirler? Ama onur ve üstünlük sahibi olan yüce Allah'tır ki her şeyi
yaratmıştır.. İyileri de kötüleri de nzıklandırır. Kullara hayat veren, onları öldürdükten sonra
yeniden diriltecek olandır. İtaatkar kullarını Cennet'e; isyankar kullarını da Cehennem'e
koyacaktır.
İnatlarını sürdürdükleri takdirde başlarına felaket geleceğini haber vererek şunları söyledi:
"Benim size söylediklerimi yakında hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum.
Şüphesiz Allah, kulları
görendir." Cenâb-i Allah buyurdu ki: "Allah onu, onların kurdukları tuzakların
kötülüklerinden korudu."
Peygamber Musa'yı inkar ettikleri için ona tuzak kurmuşlardı. Allah'ı inkar ettiklerinden,
insanları Allah yolundan geri çevirdiklerinden dolayı uğradıkları azaptan Musa'yı, Rabbi
korumuştu. Bayağı halk tabakasına gösterdikleri hayal, desise ve oyunlarla onları Allah
yolundan geri çevirmişlerdi de "Firavun ailesini, azabın en kötüsü kuşatmıştı. Ateş! Sabahakşam
ona sunulurlar." Yani kabirlerinde kıyamete dek, ruhları sabah-akşam ateşe verilir.
"Kıyamet koptuğu gün de: "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" deriz. «Tefsir-i Ibn
Kesir'de» bu ayet-i kerimenin, kabir azabının varlığına delâlet ettiğini söylemiştik. Övgüler
Allah'adır.
Cenâb-ı Allah onlara karşı hüccetler ortaya koyduktan, onlara peygamber gönderdikten,
şüphelerini giderdikten, bazan korkutarak ve bazan da sevdirerek kendilerine karşı
hüccetleri onlardan aldıktan sonra onları helak etmiştir. Bir ayet-i kerimede buna değinerek
şöyle buyurmuştur:
«Andolsun biz, Firavun ailesini tuttuk. Öğüt alsınlar diye yıllarca kıtlıkla ve ürünleri
azaltmakla sıktık. Onlara bir iyilik geldiği zaman: "Bu bizimdir." derler. Kendilerine bir
kötülük ulaşırsa, Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. İyi bilin ki, onların
uğursuzluğu Allah katmdandır. Fakat çokları bilmezler ve dediler ki: "Bizi büyülemek için
ne kadar mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz!" Biz de onların üzerine ayrı ayrı
mucizeler olarak tufan, çekirge, kımıl (haşerat), kurbağalar ve kan gönderdik; ama yine
büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular.» (el-A'râf, 130-133.)
Cenâb-ı Allah, Firavun kavmi olan Kıptîleri, ekinlerin bitmediği ve davarların
memelerinden süt akmadığı kıtlık seneleriyie, ağaçların ürünlerinin azalmasıyla - belki öğüt
alırlar diye- sıktığını; ama bütün bunlara rağmen onların küfürden vazgeçmediklerini, ibret
almadıklarını, bilakis küfür ve inatlarını devam ettirdiklerini haber veriyor.
«Kendilerine bir iyilik (bolluk) geldiği zaman: "Bu bizimdir" derler."» Yani bunu biz
hakkettik ve bize layık olan da budur, derler. «Kendilerine bir kötülük ulaşırsa, Musa ve
onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı.» Onların uğursuzluğu nedeniyle bu belaya
uğradık, derler. Ama iyilik ve bollukla karşılaştıklarında, Musa ve beraberindekilerin bize
komşuluklarının hayır ve bereketine bu nimete mazhar olduk, demezler. Çünkü onların
kalpleri inkarcı olup haktan kaçmakta ve kendileri de büyüklük taslamaktadır. Kötülükle
karşılaştıklarında, sebebini Musa ve beraberindekilerde ararlar. İyiliğe kavuştuklarında da
onu kendilerine mal ederler. "İyi bilin ki, onların uğursuzluğu, Allah katın-dadır." Allah,
bunun cezasını onlara tam olarak çektirecektir. "Fakat çokları bilmezler ve dediler ki: 'Bizi
büyülemek için ne kadar mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz!"» Harikulade
hallerle mucizelerin hepsini de göstersen; sana inanacak, sana tâbi olacak ve sana itaat
edecek değiliz!
Onların durumlarını Cenâb-ı Allah şu ayet-i kerimeyle bildiriyor: "Üzerlerine Rabbinin
(azab) kelimesi hakk olanlar, inanmazlar. Onlar bütün ayetler gelmiş olsa bile, acı azabı
görünceye kadar (inanmazlar)."(Yûnus, 96-97.)
"Biz de onların üzerine ayrı ayrı mucizeler olarak tufan, çekirge, kımıl (haşerat), kurbağalar
ve kan gönderdik. Ama yine büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular."
Tufan felaketine uğramışlardı. İbn Abbas'm anlattığına göre, canlıları boğacak, ekin ve
ürünlerini telef edecek kadar çok yağmur, onların üzerine yağdırılmıştı. Said b. Cübeyr,
Katade, Süddî ve Dahhak da bu görüştedirler. Başka bir rivayete göre İbn Abbas ve Ata,
tufanın, milleti kırıp geçiren çok sayıdaki ölüm olduğunu söylemişlerdir.
Mücahid, tufanın, su seli olduğunu ve her halde taun(veba) hastalığı olduğunu söylemiştir.
Üçüncü bir rivayete göre de İbn Abbas, tufanın, onları kuşatan umumî bir bela olduğunu
söylemiştir. Taberî'nin, Hz. Aişe'den yaptığı bir rivayete göre peygamber (s.a.v.) Efendimiz
buyurmuş ki: «Tufan, ölümdür.» Bu, garip bir hadistir.
Firavun kavmi, bir de çekirge felaketine uğramıştı. Çekirge, hemen herkesçe bilinen bir
hayvandır. Ebu Davud'un rivayetine göre Hz. Pey-gamber'e, çekirgenin hükmü sorulmuş. O
da cevaben buyurmuş ki: «(Çekirge) Allah'ın en kalabalık olan ordusudur. Onu ne yerim, ne
de haram kılarım.»[45] Hz. Peygamber, sadece tiksindiği için çekirge yememiştir. Nitekim
keler de yememiştir. Soğan, sarımsak ve pırasa yemekten de uzak durmuştur.
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde yer alan bir hadiste, Abdullah b. Evfa şöyle demiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.)'la birlikte yedi gazaya katıldık ve (bu gazaların hepsinde de) çekirge
yiyorduk.»
Çekirgeyle ilgili hadis ve eserler üzerinde, tefsirimizde gerekli açıklamaları yaptık. Hülasa
çekirgeler, onların yerden biten ekin ve meyvelerini daha taptazeyken alıp götürdüler, geriye
ne az, ne de çok hiç birşey bırakmadılar.
Kımılların da saldırısına uğramışlardı. İbn Abbas, kımılın buğdaydan çıkan bir kurtçuk
olduğunu söylemiştir. Başka bir rivayete göre İbn Abbas kımılın, kanatsız küçük çekirge
olduğunu söylemiştir. Mücahid, îkrime ve Katade de bu görüştedirler. Said b. Cübeyr ile
Hasen, ki mı İm siyah renkli küçücük bir haşere olduğunu söylemişlerdir. Abdurrahman b.
Zeyd b. Eşlem ise, kunıhn pire olduğunu söylemiştir. Taberî ise, Arap dil bilginlerinden
nakil yaparak kınıılm, Hamnan adlı küçük cins bir maymun olduğunu söylemiştir. İşte bu
hayvanlar, Firavun kavmi olan Kıptîlerin evlerine, hatta yataklarına kadar sokulmuş;
yaşamalarına ve uyumalarına mani olmuşlardı.
Ata b. Saib ise, kımıl kelimesinin, buğdaydan çıkan kurtçuk anlamına geldiğini söylemiştir.
Hasan Basrî de kımıl kelimesinin bu anlama geldiğini söyleyerek ayetteki kelimesindeki
mim harfini şedde-siz okumuştur.
Kiptiler, kurbağaların istilasına uğramışlardı. Öyleki kurbağalar, yemeklerinin ve kaplarının
içine düşüyorlardı. Onlardan biri birşey yemek ya da içmek için ağzım açacak olursa,
çevredeki kurbağalardan biri gelip ağzına atlıyordu.
Kan mucizesi de Kıp tilere gösterilmişti. Bütün sulan kana bulanmıştı. Nil'den, kuyudan,
nehirden ve her nereden içmek için biraz su aldıklarında o suyun, hemen o anda taze bir
kana dönüştüğünü görürlerdi.
Ama bütün bu olup bitenlerden İsrailoğullan asla zarar görmemişlerdi. Bu da bu
saydıklarımızın göz kamaştırıcı mucizeler ve kesin deliller olduklannı göstermektedir.
Bütün bunlan başlarına getiren, Musa idi ve yediden yetmişe Firavun kavmi bundan zarar
görmüştü, ama Israiloğullanndan hiç birine bu olup bitenlerden zarar gelmemişti. Bu da
Musa'nın peygamberliğini ispatlayan en kuvvetli delildir.
Muhammed b. İshak dedi ki: Büyücüler iman ettiklerinde Allah'ın düşmanı Firavun, yenik
ve öfkeli olarak geri döndü. Küfür ve kötülüğünü devam ettirmekten başka birşey yapmadı.
Cenâb-ı Allah, ona mucize üstüne mucize gönderdi. Kıtlık seneleriyle onu sıkıştırdı.
Üzerlerine önce tufan, sonra çekirge, sonra kımıl, sonra kurbağa ve en sonunda da kanı ayrı,
ayrı mucizeler olarak gönderdi.
Üzerlerine Önce tufan (su seli) gönderdi. Her taraf sular altında kaldı. Tarlalan ekemez
oldular. Başka işler de yapamadılar. Açlıktan kırıldılar. Dayanamayacak hale gelince: "Ey
Musa, dediler. Bizim için Rabbine- sana verdiği söz yüzü hürmetine- dua et; eğer bizden
azabı kal-dınrsan, muhakkak sana inanacağız ve mutlaka Israiloğullannı seninle beraber
göndereceğiz!" (ei-AVâf, 134.)
Musa Rabbine dua etti.. Rabbi de azabı onların üzerinden kaldırdı. Fakat onlar, Musa'ya
iman edeceklerine dair verdikleri sözü yerine getirmeyince, bu defa Cenâb-ı Allah,
çekirgeleri üzerlerine musallat kıldı. Bana gelen haber ve rivayetlere göre çekirgeler ağaçlan
ve kapılardaki demir çivilere kadar çok şeyleri yeyip tüketmiş, evlerinin yıkılmasına sebep
olmuşlardı. Musa'ya yine aynı vaadîerde bulunmuşlar, Musa'da Rabbine dua etmiş ve Rabbi
bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar, vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.
Bu defa Cenâb-ı Allah, üzerlerine kımıllan saldırtmıştı. Bana anlatıldığına göre Musa
(a.s.)'ya, yıkılıp dağılmaya yüz tutmuş olan bir toprak tepesine gidip değneğiyle oraya
vurması Allah tarafından emredilmiş. O da emre uyarak gidip değneğiyle o tepeye vurunca,
kımıllar çıkıp etrafa savrulmaya başlamış. Evlerini istila ederek yiyeceklerinin üstünü
kaplamışlar. Firavun ailesi, evlerinde rahat edemez ve uyuyamaz olmuşlar. Dayanamayacak
hale gelince de, Musa'ya yine aynı va-adlerde bulunmuşlar, Musa da Rabbine dua etmiş ve
Rabbi bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar vaadlerini yine yerine getirmemişlerdi.
Bundan sonra Cenâb-ı Allah, üzerlerine kurbağaları göndermişti. Kurbağalar; evlerine,
kaplarına ve yiyeceklerine dolmuşlardı. Bohçadaki bir çamaşırı veya içi yemek dolu bir
kabın kapağım açınca, içinin kurbağalarla dolu olduğunu görüyorlardı. Bu belaya da
dayanamayacak hale gelince, Musa'ya yine aynı vaadîerde bulundular. Musa da Rabbine
dua etmiş ve Rabbi bu belayı da üzerlerinden kaldırmıştı. Ama onlar, vaadlerini yine yerine
getirmemişlerdi.
Son olarak da Cenâb-ı Allah, onlara kan gönderdi. Firavun kavminin sulan kana bulandı.
Kuyudan ve nehirden aldıklan, kaptan avuçla-dıklan sular hemen o anda taptaze bir kana
dönüveriyordu.
Zeyd b. Eşlem'in dediğine göre burunları sürekli kamyormuş. Bunu İbn Ebi Hatîm rivayet
etmiştir.
Yüce Allah buyurdu ki: «Üzerlerine azab çökünce: "Ey Musa, dediler. Bizim için Rabbine
-sana verdiği söz yüzü hürmetine- dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, muhakkak sana
inanacağız ve mutlaka İsrailoğullaıını seninle beraber göndereceğiz!" Biz onlardan,
geçirecekleri bir süreye kadar azabı kaldırmcaya, hemen yeminlerini bozmaya başladılar.
Biz de onlardan öc aldık, onlan denizde boğduk! Çünkü onlar, ayetlerimizi yalanlamışlardı
ve onlan umursamaz olmuşlardı.» (el- A'râf, 134-136.)
Cenâb-ı Allah, Firavun kavminin ne kadar inkara ve azgın olduklarını, sapıklık ve
cehaletlerini sürdürdüklerim haber veriyor. Allah'ın ayetlerine uyup elçisi Musa'yı tasdik
etmeye karşı büyüklük taslamış-lardı. Halbuki Cenâb-ı Allah, Musa peygamberi; onlara
ayan-beyan gösterdiği ve kendilerine karşı delil ve burhan kıldığı üstün hüccetleri ve göz
kamaştırıcı mucizeleriyle güçlendirmişti.
Kendilerim sıkıntıya düşüren her mucizeyi gördükçe, yemin ederek "Bu sıkıntıyı
üzerimizden kaldmrsan muhakkak sana inanacağız ve îsrailoğullannı seninle beraber
göndereceğiz." diyerek söz verirlerdi. Ama azab üzerlerinden kalkınca, yine eski
kötülüklerine dönerlerdi. Kendilerine gelen haktan yüz çevirir ve ona asla iltifat etmezlerdi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, onlara, eskisine oranla daha kuvvetli ve daha çok sıkıntı
verici bir azab gönderirdi. Yine Musa'ya söz verir, azab kaldırılınca, sözlerini yine yerine
getirmezlerdi. Mütecavizlik eder, ahde vefa etmezlerdi. "Eğer bizden azabı kaldırırsan,
muhakkak sana inanacağız ve mutlaka îsrailoğullanm seninle beraber göndereceğiz." Böyle
diyorlardı ama, o başlan azab üzerlerinden kaldırılınca, yine o katmerli cehaletlerine geri
dönüyorlardı.
İşte böyle.. Yumuşak huylu ve her şeye muktedir olan o yüce Zat, onları seyrediyor, onları
hemen azablandırmak istemiyordu. Onları teh-did ediyor, azablarmı erteliyordu. Kendilerine
bunca delilleri gösterdikten ve mazeretlerini kestikten sonra onları, güçlü ve muktedir bir
zata yaraşırcasma yakalayıverdi. Kendilerinden sonraki benzerleri kafirler için ibret kıldı.
Başlarına gelen beladan öğüt alacak mü'minler için de misal kıldı. Nitekim konuşanların en
doğru sözlüsü olan Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:«Andolsun, biz Musa'yı da
ayetlerimizle Firavun'a ve ileri gelen adamlarına gönderdik: "Ben âlemlerin Rabbi-nin
elçisiyim." dedi. Onlara ayetlerimizi getirince onlarla alay edip gülmeğe başladılar. Onlara
gösterdiğimiz her mucize, mutlaka ötekinden büyüktü. Belki dönerler diye onları (kıtlık,
tufan, çekirge gibi türlü) azab (lar) ile cezalandırdık. Bunun üzerine dediler ki: "Ey büyücü!
Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi bağışlamasını dile),
artık biz yola geleceğiz!" Fakat biz onlardan azabı kaldırınca, sözlerinden dönmeğe
başladılar.
Firavun, kavminin içinde seslenip dedi ki: "Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altımdan akıp
giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz? Yahut ben, şu hakir, nerdeyse söz
anlatamayacak durumda olan kimseden daha iyi değil miyim? (Eğer o doğru söylüyorsa)
üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmeli
değil miydi?" Kavmini küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış
bir kavim idiler. Ne zaman ki bizi kızdırdılar, onlardan Öc aldık, hepsini boğduk. Onları
sonradan gelön (inkarcı)lann geçmiş ataları ve Örneği yaptık (Bunlar da onların izinden
gittiler.)» (ez-Zuhnıf, 46-56.)
Yüce Allah, kendisiyle konuşma mertebesine nail olan şerefli kulu Musa'yı, alçak ve
değersiz Firavun'a elçi olarak gönderdiğini haber veriyor. Yine Cenâb-ı Allah, peygamberi
Musa'yı, tazim ve tasdikle mukabele görmesi gereken açık seçik mucizelerle teyid ettiğini
de bildiriyor. Firavun ve milleti, bu mucizeler karşısında; içinde bulundukları küfürden
vazgeçmeli, hakka ve dosdoğru yola dönmeliydiler. Ama Musa bir de ne görsün; Bu
mucizeler karşısında gülüşüp alay ediyor, haktan dönüyor ve insanları Allah'ın yolundan
geri çeviriyorlardı. Cenâb-ı Allah, onlara peşpeşe mucizeler gönderdi. Bir sonraki mucize,
bir öncekinden
daha büyüktü. Çünkü te'kid eden mucize, öncekinden daha büyük ve daha kuvvetli
olmalıydı.
«Belki dönerler diye onları azab ile cezalandırdık. Bunun üzerine
dediler ki: "Ey büyücü! Bizim için Rabbine dua et, sende bulunan ahdi yüzü hürmetine (bizi
bağışlamasını dile), artık biz yola geleceğiz.» (ez-Zuhruf, 48-49.)
Musa'nın zamanında, bir şahsa "Büyücü" diye hitapta bulunmak ayıp değildi ve hakaret de
sayılmıyordu. Çünkü o zamanın bilginleri, büyücülerdi. Bu nedenledir ki, Musa'ya işleri
düşünce, ona "Ey büyücü." diye hitab ettiler. Cenâb-ı Allah buyurdu ki: "Biz azabı onlardan
kaldırınca, sözlerinden dönmeğe başladılar."
Sonra Cenâb-ı Allah, Firavun'un kendi mülk ve hükümranlığıyla, ülkesinin büyüklük ve
güzelliğiyle, sarayının altından akan nehirleriyle (Nil'in sularının kabardığı zamanlarda
etrafa kanallar açtırıp suları o kanallara akıtarak Nil'in su seviyesini düşürürdü), kendi nefsi
ve süsle-riyle övünmeye; Allah'ın peygamberi Musa'yı küçümsemeye başlardı.
Küçüklüğünde diline değen ateş korunun kalan etkisiyle kelimeleri açık-seçik telaffuz
edemiyor diye Musa'yı tahkir ediyordu. Ama aslında bu, Musa için bir olgunluk, güzellik ve
şerefti. Bu, Allah'ın ona vahiy göndermesine ve onunla konuşmasına engel teşkil etmiyordu.
Bundan sonra Cenâb-ı Allah ona Tevrat'ı indirmişti. Lanetli Firavun, elinde bilezik ve
zinetler yok diye onu küçümsemişti. Aslında süs, kadınlara mahsustur. Erkeklerin şehamet
ve onuruyla bağdaşmaz. Erkeklere yakışmadığına göre; akıl ve marifet yönünden en
mükemmel, himmet bakımından en yüce insanlar olan ve dünyalığa asla iltifat etmeyen peygamberlere
hiç mi hiç yaraşmaz. Kaldı ki peygamberler, Cenâb-ı Allah'ın, ahirette kendi
dostları için hazırladığı kalıcı ve sonsuz nimetleri, diğer insanlara nispetle çok daha iyi
bildikleri için, dünyevî zinetlere tabii ki aldırış etmeyeceklerdi.
Firavun'un, "Yahut yanında (kendisine yardım eden) melekler de gelmen değil miydi?"
sözüne gelince; insanın peygamber olması için, yanında bir melek bulundurmasına ihtiyacı
yoktur. Eğer Firavun'un böyle demekle maksadı, meleklerin Musa'yı tazim etmesi idiyse,
şunu bilmek gerekir ki, melekler, Musa' (a.s.)'dan çok daha aşağı seviyede bulunan
kimselere da tazimde bulunurlar. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: «Melekler,
yapmakta olduğu işten hoşnut olduklarından dolayı kanatlarım, ilim talebesi için (yere)
sererler.»
İlim talebelerini bu kadar tazim eden meleklerin, Allah ile konuşma şerefine nail olan Musa
(a.s.)'ya ne kadar tazim edeceklerini varın siz takdir edin!
Eğer Firavun'un böyle demekle maksadı, meleklerin, onun peygamberliğine tanıklık
etmeleri idiyse, Hz. Musa'nın peygamberliği mucizelerle teyid edilmişti.
îzhar ettiği mucizeler, akıl sahipleri nazarında onun peygamberliğini kesin olarak
kanıtlıyordu. Hak ve hakikati bulmak isteyenlere onun Allah elçisi olduğunu katiyetle
ispatlıyordu. Rablerin Rabbi tara-findan kalbi mühürlenen, özü bırakıp kabuğa bakan
kimseler, onun getirdiği apaçık belgeleri göremiyorlardı. Göremiyenlerden biri de, kalbi kör,
çok yalancı bir Kıptî olan Firavun'du.
Allah Teâlâ buyuruyor ki; «(Firavun,) kavmim küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler.»
Akıllarını azımsadı. Onları halden Hale uğrattı. Neticede onun ilahlık iddiasını doğruladılar.
Allah ona lanet etsin, onları da rezil etsin. "Çünkü onlar, yoldan çıkmış bir kavim idiler. Bizi
gazap-landırdıklarında, onlardan öc aldık." Boğarak, hakarete uğratarak, onurlarını
ellerinden alarak; nimetten sonra azap ve zillete, refahtan sonra bayağılığa ve yoksulluğa,
lüks hayattan sonra ateşe maruz bırakarak onlardan intikam aldık. Allah'a ve evveli olmayan
kudretine sığınırız.
«Onları sonradan gelen (ve niteliklerim taşıyanların) geçmiş ataları ve (onların durumundan
ibret alanların) örneği yaptık.» Helaklerine sebep olan azab sağanağından ders alan ve
başlarına gelen felaketi haber alanlar için onları, ders alınacak bir ibret kıldık. Nitekim
Cenâb-ı Allah buyurmuş ki: «Musa, onlara açık açık ayetlerimizle gelince: "Bu, uydurulmuş
bir büyüden başka birşey değildir. İlk atalarımız arasında böyle birşey (olduğunu)
işitmedik." dediler. Musa: "Rabbim, kimin kendisinin yanından hidayet getirdiğini ve bu
(dünya) evin (in) sonun (da güzel sonuç)un kime aid olacağını çok iyi biliyor. Muhakkak ki
zalimler iflah olmaz." dedi. Firavun dedi ki: "Ey ileri gelenler, ben sizin için, benden başka
bir tanrı bilmiyorum; ey Haman, haydi benim için çamurun üzerinde ateş yak(arak tuğla
imal et de) bana bir kule yap. Belki Musa'nın tanrısına çıkarım. Çünkü ben onu (Musa'yı)
yalancılardan sanıyorum." O (Firavun) ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar
ve kendilerinin bize döndürülmeyeceğim sandılar. Biz de onu ve askerlerini tuttuk,
denize attık; bak o zalimlerin sonu nasıl oldu. Biz onları, ateşe çağıran önderler yaptık.
Kıyamet günü asla yardım olunmazlar. Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lanet
taktık, (daima) lanetle anılacaklardır. Kıyamet günü ise onlar çirkinleştirilenlerdendir.»(el-
Kasas, 36-42.)
Cenâb-ı Allah, onların, hakka uymayıp büyüklük taslamaları, fani mülküne güvenerek
ilahlık iddiasında bulunan hükümdarlarım doğru-layıp ona muvafakat etmeleri nedeniyle,
kudretli Rabbin gazaplandığı-nı haber veriyor. Güçlü ve üstüîı olup azabına karşı
durulamayan yüce Rab, onlardan şiddetli bir intikam almış, Firavun ve askerlerini bir sabah
vakti topluca suda boğmuştu. Hiç biri bu azabtan kurtulamamış ve onlardan yeryüzünde
dolaşan bir tek kişi bile kalmamıştı. Aksine, hepsi boğulup Cehennem'e gitmiş, bu dünyada
âlemler arasında peşlerine bir lanet takılmıştır. Kıyamete kadar lanetle anılacaklardır.
Kıyamette de lanetleneceklerdir. Bu ne kötü bir vergidir. Kıyamet gününde onlar, çirkinleştirilenlerdendir.
[46]
[1] Tefsir-i Taberî, XXIII, 107-108.
[2] Camiu s-Sağir, Hadis No: 1054.
[3] Tefsir-i Taberî, XXIII, 107.
[4] Tefsİr-i Taberî, XXIII, 107.
[5] Tefsir-i Taberî, XXIII, 108.
[6] Suyutî, Dürr, VII, 193.
[7] Buharî, Tevhid, VIII, 185.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/329-335.
[9] Tefsir-i Taberî, XVII, 59.
[10] Tefsir-i Taberî, XVII, 60.
[11] Tirmizî, Sünen; Kiyame, 48.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/335-338.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/338.
[14] Ress: Kuyu ve mezar gibi kazılmış çukur demektir.
[15] Tefsir-i Taberî, XIX, 10.
[16] Tefsir-i Taberî, XXV, 97.
[17] Tezhib-i Tarih-i İbn Asakir, 1,15.
[18] Tefsir-i Taberî, XXV, 97.
[19] Tefsir-i Taberî, XIX, 11.
[20] Tefsir-i Taberî, XIX, 10.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/338-341.
[21] Tefsir-i Taberî, XXII, 104.
[22] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/341-344.
[23] Tefsir-i Taberî, XXIII, 66-67.
[24] Tefsir-i Taberî, XVII, 63.
[25] Tefsir-i Taberî, XVII, 65.
[26] Tefsir-i Taberî, XXIII, 65.
[27] Tefsir-i Taberî,. XVII, 65.
[28] Tirmizî, Dâavat, Hadis No: 3505.
İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/345-352.
[29] Buharî, Enbiyâ, 24-35.
[30] Buharî, Enbiyâ, Hadis No: 212.
[31] Buharî, Kitabü't-Tefsir, No: 300.
[32] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/352.
[33] Tefsir-i Taberî, XX, 11.
[34] Tefsir-i Taberî, XX, 23.
[35] Tefsir-i Taberî, XX, 27.
[36] Tefsir-i Taberî, XX, 28.
[37] Blkz. Tefsir-i Taberî, XX, 32.
[38] Tefsir-i Taberî, XX, 41.
[39] Îbn Mace, Rühün, 5.
[40] Tefsir-i Taberî, XX, 43-44.
[41] Tarih-i Taberî, I, 287.
[42] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/353-387.
[43] Bkz. Tefsir-i Taberî, XXIII, 38.
[44] Sünen-i Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4344.
[45] Ebu Davud, Et'ime, Hadis No: 3813.
[46] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/387-403.
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...