25 Nisan 2015

VEN-NİHÂYE 1 NCİ BÖLÜM SUNUŞ Ahmet İbn Kesîr'in



VEN-NİHÂYE 1NCİ BÖLÜM
"el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli tarihini,
"Büyük İslâm Tarihi"
Ahmet İbn Kesîr'in
Sunuş
Kuruluşumuzdan bugüne kadar okuyucularımıza temel ve kaynak eserler sunduk.
Bunlar arasında 6 ciltlik (4000 safya) Mecmau't-Tefâsir, 23 ciltlik (23000 sayfa) 
Kütüb-ü Sitte ve Şerhleri, 8 ciltlik (4300 sayfa) 
Mu'cemu'l-Müfehres lil Hadis, 10 ciltlik (6500 sayfa)
el-Mebsut gibi İslâm ilimlerinin temeli olan tefsir, 
hadis, fıkıh ilmine dair eserlerin Arapça metinleri; 5 ciltlik (3785 sayfa) 
Şakaik-i Nu'maniye ve Zeyilleri, Kâmus-i Türkî (1590 sayfa), 
Lügat-x Naci (976 sayfa), 
Redhause Sözlüğü (2239 sayfa) gibi eserlerin Osmanlıca
asıllarının tıpkı basımlarım; Prof.Dr. Abdur-rahman Cezîrî başkanlığında seçkin Mısır
ulemasından oluşan bir komisyonun hazırladığı 8 ciltlik (3720 sayfa)
 "Dört Mezhebe Göre
İslâm Fıkhı", Asr-ı Saadet'ten günümüze kadar yaşamış bütün müfessirlerin görüşlerini ihtiva eden ve dilimizde yazılmış tefsirlerin en büyüğü olan 16 ciltlik (10000 sayfa)
"Hadislerle Kur'ân-ı Kerîm Tefsiri İbn Kesîr" ile klasik ve çağdaş düşünürlerimizin 40'm üzerinde gerek telif gerekse tercüme Türkçe eseri de bulunmaktadır.

Şimdi de siz değerli okuyucularımıza büyük İslâm âlimi müfessir, muhaddis ve müverrih
(tarihçi) unvanları ile tanınan
 İbn Kesîr'in 
"el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli tarihini, "
Büyükİslâm Tarihi"
 adıyla sunmanın mutluluğunu yaşıyoruz.
Tarihçi İbn Kesîr, "Büyük İslâm Tarihi" adıyla sunduğumuz bu eserinde, olayları tarih
sırasına göre (kronolojik olarak) işlemekte, sırası ile kainatın yaratılışından başlayarak Hz.
Muhammed'e kadar bilinen bütün peygamberlerin hayat hikayeleri, Asr-ı Saadet ve Hulefa-i
Raşidin dönemleri ile Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emevileri, Fatimîler, Eyyûbîler,
Memlûkler ve Selçuklular gibi İslâm devletlerinin siyasi, kültürel ve ekonomik hayatlarını
akıcı bir üslûpla bize aktarmaktadır.
Tarih ilmine yeni bir metod getirerek olayları anlatırken okuyucunun tarihi hadiseleri doğru
değerlendirmesini temin etmek için doğru-jugundan emin olmadığı rivayetleri de kitabına
almakla birlikte onların bir kısmının garip, israiliyyat ve kabul edilemez rivayetler
olduklarını belirtmektedir. Böylece okuyucunun tarihi olayları yanlış değerlendirip yanlış
ders çıkarmasına ve yanlış yorumlara gitmesine mani olmaktadır.
İbn Kesîr'in "el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli eseri, bu vasıflarından dolayı tarih sahasında çok
önemli bir eser olup günümüzden yaklaşık 700 yıl önce kaleme alınmasına rağmen bu gün
hâlâ en önemli tarih kaynağı sayılmakta, İslâm dünyasında en çok okunan tarih eseri olma
özelliğini hâlâ muhafaza etmektedir. Biz böyle bir eserin Türkçesini okuyucumuza
sunmakla çok büyük bir hizmeti ifâ ettiğimiz inancını taşımaktayız.
14 normal, 1 şahıs ve yer isimleri indexsi cildinden oluşan, toplam 15 ciltlik bu kıymetli
eserin dizgisi, tertibi, baskısı ve cildinin hazırlanması sırasında hiçbir masraftan çekinmedik.
Türkiye'de yapılabileceğin en iyisini yapmaya çalıştık.
Burada eseri Türkçeye kazandıran sayın-Mehmet KESKİN-beye, kıymetli vakitlerini
esirgemeyerek eseri redakte eden M.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ziya
KAZICI beye, tashih ve tertip sırasında bize yardıma olan Mehmet IRMAK beye, eserin
tercüme ve yayım esnasında her türlü fedakarlığı göstenen Çağrı Yayınları çalışanlarına
teşekkürü bir borç bilir, bunun gibi yeni kaynak eserleri insanlığın hizmetine sunmayı bize
nasip etmesini Cenâb-ı Allah'tan niyaz ederiz.
Şaban KURT[1]
İbn Kesir Ve Tarihî
İslâm dünyasının yetiştirdiği büyük âlimlerden biri olan îmadu'd-Din Ebu'1-Fida İsmail b.
Ömer b. Kesîr, döneminin muhaddis, müfessir ve tarihçisi olarak bilinir.
Konusu, sadece geçmiş olayların bir kümesi olmayan tarihin gerçek konusu insandır. Gayesi
de bu insanı Allah'ın rızası doğrultusunda yetiştirmektir. Bu sebepledir ki tarihin ilk
belirtilerini bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de görüyoruz. Zira Kur'ân, insan hayatının sadece manevî
yönünü değil, bütün sosyal hayatının temel çizgilerini taşır ki bunlar tarihle çok yakından
ilgilidir. Bu bakımdan Kur'ân'da, tarihin başlangıcı olan yaradılışın düşünülmesi emre
dilmektedir. Onun bir ibret kaynağı olduğu, bunu görmek için de gezip dolaşmak (seyahat)
gerektiği açıklanmaktadır. (eî-Ankebût, 20; er-Rûm, 42) Gerçekten bugünü anlamak ve
geleceğe hazırlanabilmek için tarihin verilerini değerlendirip ondan ibret almak gerekir.
Şayet tarih toplum için ibret vesilesi olmuyorsa kuru bir bilgiden ibaret kalır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamberin gerek hayatı, gerek şahsiyeti ve gerekse onun zamanındaki
İslâm toplumunun hareket ve davranışları, Müslümanlar için her yönü ile iyi bir örnektir.
Bunun içindir ki o dönemin safha safha ve güzel bir şekilde Öğrenilmesi gerekir. İşte
burada, hicri sekizinci asırda (701-774) Şam bölgesinde doğan ve yine orada vefat eden İbn
Kesîr karşımıza çıkmaktadır. Tefsirinde de geniş ölçüde tarihî bilgilere yer veren
müellifimiz, tarihin insan hayatındaki önemini bildiğinden bu sahadaki engin selâhiyetini
"el-Bidâye ve'n-Nihâye" adlı eseri ile isbat etmiştir. Böylece o, sağlam kaynaklardan istifade
ile gerek Hz. Peygamber, gerekse daha sonraki dönemleri birer ibret levhası olarak
gözlerimizin önüne sermektedir.
Her Müslümanm örnek alması ve hayatını ona göre yönlendirmesi icap eden o Muhammedi
hayatın bütün safhalarını, aynı zamanda büyük bir muhaddis olan İbn Kesîr'in, elinizde
bulunan bu eserinden öğrenmek mümkündür.
Rivayet metoduna bağlı olmakla birlikte dirayet ve tenkid hususunu da ihmal etmeyen İbn
Kesîr, kronolojik bir eser meydana getirmekle islâm tarihinin her yılını kendi zaman ve
şartları içinde değerlendirip okuyucuya takdim etmiştir. Böylece o, bu engin tarihin geçirmiş
olduğu tekâmül ve gelişme çağlarını gözler önüne sermiştir.
İslâm kültür dünyasında Zehebî, Îbnu'1-Verd, Safedî ve İbn Şakır gibi tarihçilerin
bulunduğu bir dönemde yetişen İbn Kesîr, rivayetçi özelliğini korumakla birlikte zaman
zaman "Bu, garip bir hadistir", "Bu, zayıf bir rivayettir", "Bu, tamamen uydurmadır" gibi
ifadelerle görüşünü ortaya koyduğu gibi bazen de "Ben derim ki" şeklindeki ifadelerle tamamen
kendi mütalaasını beyan eder. Böylece o, bazı rivayetleri terikid süzgecinden geçirir.
Tarihini, tefsirinden sonra yazdığı için zaman zaman, "Bu konuda tefsirimizde şöyle
söyledik" demek suretiyle tefsirine atıflarda bulunur. Keza o, Kur'ân ve sünnetten aldığı
ilhamla bazı tavsiye ve Öğütlerde de bulunur. Böylece o, tarihin fazilet ve reziletlerini teşhir
ederek, gelecek nesillerin ahlâkını düzeltmeye hizmet etmesi gerektiğine kail olanlara da
iştirak etmiş görünmektedir.
İslâm dünyasında ve özellikle ülkemizde tefsiri ile tanınan İbn Kesîr'in tarih kaynakları,
metodu ve tarihçiliği üzerinde şimdiye kadar ciddî bir araştırmanın henüz yapılmadığı
anlaşılmaktadır.[2]
İslâm dünyasının en ünlü ve ülkemizde çok ilgi gören İbn Kesîrin tefsirinden sonra şimdi de
ünlü "el-Bidâye ve'n-Nihâye" isimli eseri "Büyük İslâm Tarihi" çevirisi adıyla değerli
okuyuculara sunulmaktadır. Ülkemizde tarihçi yanı pek iyi tanınmayan bu büyük âlimin, bu
değerli eserinin bilim ve kültür tarihimize büyük katkılar sağlayacağı muhakkaktır.
Prof.Dr.Ziya Kazıcı[3]
Îbn Kesır'in Hayatı
Ebu'1-Fida İsmail İmadu'd-Din îbn Ömer îbn Kesîr İbn Davud îbn Kesîr el-Dımaşkî el-
Kureyşî, Şam yakınlarındaki Busrâ'ya bağlı Micdel veya Mecdel köyünde Hicrî 701 (Milâdî
1301) yılı civarında dünyaya geldi. el-Bidâye ve'n-Nihâye isimli eserinde belirttiğine göre,
babası hicrî 703 senesinde vefat ettiği zaman kendisi üç veya dört yaşlarında imiş. Babasını
çok az hatırlayan müellifimiz, ailesi ile birlikte yedi yaşlarında köyden kalkıp Şam'a
yerleşmiş, İsmail İbn Kesîr'in yetişmesinde ağabeyi Abdülvehhab'm etkisi büyük olmuş. İlk
dinî bilgileri aile yuvasında almış olan îbn Kesîr, daha sonra Burhâneddin el-Fezârî,
Kemaleddin İbn Kâdî Şihne, Kasım îbn Asakir, İshak İbn Amidî, Muhammed İbn Zinâd, İbn
er-Rabî ve îbn Teymiyye gibi devrinin ünlü bilginlerinden nlah, tefsir, hadis öğrenmişti.
Genç yaşta eserler telif etmeye başlayan îbn Kesîr, "Tekzîb el-Kemal" adlı eserin müellifi
el-Mizzî'nin derslerine devam etmiş ve onun kızıyla evlenerek bu büyük bilgine damad
olmuştur. Bilahare Karâfî, Debbûsî, Uranı ve Hutenî gibi bilginlerden icazet almıştır. Uzun
yıllar Şam'ın ünlü medreselerinde dersler vermiş daha sonra Hecibiye Medresesi
müderrisliğine tayin edilmiştir. Subkî'nin vefatından sonra da meşhur Eşrefîyye Dâr'ül-
Hadîsi hocalığına geçmiştir. Yetiştirdiği sayısız öğrenciler arasında; İbn Hacer gibi büyük
hadis bilginleri, Şihâbüddin îbn Hiccî, Hafız Ebu'l-Mehâsin el-Hüseynî gibi o devrin meşhur
âlimleri de bulunmaktadır.[4]
Ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş olan İbn Kesîr, Hicrî 774 (Miladî 1373)
senesi şaban ayının 26. perşembe günü 74 yaşında iken Şam'da vefat etmiştir. [5]
Îbn Kesîr'in Eserleri
ibn Kesîr, yalnızca bir tarihçi değil,aynı zamanda büyük bir fıkıh ve hadîs bilginidir. Bu
bakımdan îslâm düşüncesinin tarih, fikıh, hadîs ve tabakât konularında çok değerli ve orjinal
eserler telif etmiştir. Başlıca eserleri şunlardır:
1- el-Bidâye ve'n-Nihâye fi't-Tarih: Genel tarih niteliğinde olan bu eser, kâinatın
yaratılışından başlayarak müellifin hayatının son günlerine kadar geçen olayları anlatır.
2- el-Bâis'ül-Hasîs Şerh İhtisar Ulûm'il-Hadis: Bu eser, İbn Salâhın Ulûm'ül-Hadîs isimli
eserinin özetidir.
3- et-Tekmîl fı'Ma'rifeti's-Sikât ve'd-Duafâ ve'1-Mecâhîl: Hadisteki güvenilir, zayıf ve
bilinmeyen ravîleıie ilgili önemli bir eserdir.
4- el-Hedyü ve's-Sünen fi. Ahadisi'l-Mesânîd ve's-Sünen: Câmiü'l-Mesânîd diye de bilinen
bu eser, Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'i, Bezzâr, Ebu Ya'lâ ve İbn Ebu Şeybe'nin eserleriyle
Kütüb-i Sitte'yi birleştirerek bölümlere göre tanzim eder.
5- Ehâdîsu't-Tevhîd ve'r-Redd Alâ'ş-Şirk: Tevhîd ve şirk konusundaki hadisleri inceler.
6- el-İctihâd fi Talebi Fadaîlil-Cihâd: Cihadla ilgili konuları araştırır.
7- Tabakâtu'ş-Şâfiîye: Şafiî fakihlerin hayatından bahseder.
8- Edillet'üt-Tenbîh fi Fıkhi'ş-Şâfîîyye: Şafiî fıkhına dair konuları ele alır.
9- Menâkıbu İmâm eş-Şâfiî: İmam Şafiî'nin menakibinden bahseder.
10- el-Ahkâm alâ Ebvâbi't-Tenbih: Fıkhın ahkâmından bahseden bu eserini
tamamlayamamıştır. Sadece hacc bahsine kadar olan kısmı incelemiştir. Tefsîrinde bu
eserine pek çok atıflar yapmaktadır.
11- Müsnedu'ş-Şeyhayn: Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in Müsnedle-rini ele alır.
12- Muhtasar Îbnu'l-Hâcibın: İbn Hâcib'in bir eserinin muhtasarıdır.
13- Şerhu'l-Buhârî: Tamamlanamamış olan bu eser, İmam Bu-harî'nin Sahîh'inin şerhidir.
14- Fedâilu'l-Kur'ân: Kur'ân'ın faziletlerine dair olan bu eser, tefsirinin sonunda yer almakta
olup, Kur'ân'm faziletlerini anlatmaktadır.
15- Tefsîr'ül-Kur'ân-Azim: Rivayet tefsirlerinin en muteberlerinden birisidir. İbn Kesîr,
gerçek anlamda bir rivayet tefsiri olan bu eserine, zaman zaman dirayet tefsirlerinden
alıntılar yapmış ve bazen kendi görüşlerini de eklemiştir.
Bu eserlerin pek çoğu basılmıştır. Ancak henüz tab edilmemiş risaleleri de bulunmaktadır.
[6]
Müellifin Önsözü
Evvel ve âhir, bâtın ve zahir, her şeyi bilen, kendisinden önce hiçbir şeyin bulunmadığı ilk,
kendisinden sonra hiç bir şeyin olmayacağı son, kendisinden üst hiçbir şeyin bulunmayacağı
zahir, kendisinden geride hiçbir şeyin bulunmayacağı bâtın, devamlı surette kemâl
sıfatlarıyla muttasıf olarak mevcudiyeti süren ezeli ve kadîm; aralıksız, inkitasız, zevalsiz
bir surette sonsuza dek baki ve sermedi olarak varlığı devam edecek; siyah karıncanın zifiri
karanlık gecede sessiz kaya üzerindeki yürüyüşünü bilmekte, kumların sayısını bilmekte,
yüce, ulu ve her şeyi yaratıp bir ölçü ile takdir edici, gökleri sütunsuz olarak yükseltmiş,
semaları çiçek gibi parlak yıldızlarla süslemiş, semalarda yıldızları kandil kılmış, Ay'ı parlak
ışıklar saçıcı yapmış, bunların üstünde de göğü kubbe gibi yuvarlak, geniş ve yüksek bir
şekilde yaratmış, sütunları yüce Arş-ı A'la'yı yaratmış olan Allah'a hamdolsun.
O Arş-ı A'la ki, kıymetli melekler onu taşırlar. Kerrübiyûn melekleri onu kuşatırlar. Allah'ın
salat-ü selâmı onların üstüne olsun. O meleklerin, takdis ve tazim sesleri yükselir. Aynı
şekilde göklerin her tarafı, meleklerle dopdoludur. Onlardan her gün 70.000 melek,
dördüncü kattaki Beytü'l-Ma'mur'a gelip orayı ziyaret ederler. Gittikten sonra oraya dönmek
için tekrar sıra kendilerine gelmez. Onların, en son olarak içinde bulundukları hâl, tehlil,
tahmid, tekbir, salat ve teslimdir.
Cenâb-ı Allah, yeryüzünü mahlukat için suların dalgaları üzerine koymuştur. Gökleri
yaratmadan önce yeryüzüne, sabit dağlar yerleştirmiştir. Orayı bereketli kılmış, arayanlar
için yeryüzünde gıdaların normal olarak dört gün (dört mevsim) içinde yetiştirilmesi
kânununu koymuştur. Oraya, her çiftten iki şeyi yerleştirmiştir. Bunu da akıllılar için bir
delil kılmıştır. Yazlarında ve loşlarında kulların ihtiyaç duydukları ner şeyi, her hayvanı
yeryüzünde onlara ihsan etmiştir.
insanoğlu, kendisinden söz edilmeyen, hiçbir şey değilken onu yaratmaya çamurdan
başlamış, sonra onun neslinin devamını sağlam bir yerde (rahimde), değersiz bir su ile (döl
suyu ile) devam ettirmiş, onu gören ve işiten bir varlık haline getirmiştir. O varlığı, eğitim
ve öğretimle şer ellendirmiş tir. İnsanlığın babası Adem (a.s.)'i kendi mübarek eliyle
yaratmış, onun bedenine şekil vermiş, bedenine kendi ruhundan üfle-miş, melekleri ona
secde ettirmiş, eşi ve insanlığın annesi Havva'yı onun vücudundan yaratmış, ona eş kılmış,
ikisini Cennet'te barındırmış, üzerlerine nimetlerini yağdırmış, sonra kendi bilgeliğinin
ezeldeki bir gereği olarak yaratıp yei-yüzüne yaymış, onları kendi yüce kudreti ile
hükümdarlar, halk tabakası, zengin, yoksul, köle, efendi, cariye, hanım şeklinde çeşitli
kısımlara ayırmış ve yeryüzünün enine boyuna her tarafma yerleştirmiş, onları birbirinin
ardısıra gelen halefler yapmış; bunu kıyamet gününe, hesap zamanına ve ilim-bilgelik sahibi
olan yüce zatının huzuruna çıkanncaya kadar da devam ettirecektir- Kullarına çeşitli
memleketleri, ihtiyaca göre irili ufaklı şehir ve kasabalara bölen nehirleri emre amade
kılmış, onlar için kuyular ve pınarlar fışkırtmış, bulutlar vasıtasıyla üzerlerine yağmurlar
yağdırmış, böylece onlara çeşitli ekin ve ürünleri bitirmiştir. Lisan-ı hal ve sözleri ile
diledikleri her şeyi onlara bahsetmiştir: «Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz.
Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.» (ibrahîm, 34.)
Allah, kerem sahibi, ulu, yüce ve yumuşak huylu olup noksanlıklardan münezzehtir.
Kendilerini yaratıp rızıklandırdıktan, yollarını kolaylaştırdıktan ve onlara lisan bahşettikten
sonra kullarına ihsan ettiği nimetlerinin en büyüğü, peygamberlerini göndermiş ve
kitaplarını indirmiş olmasıdır. Bu kitaplar, onlara ilahî helal ve haramları, haber ve
hükümleri açıklarlar. Dünya ve ahiretle ilgili her türlü detayı, kıyamete kadar onlara beyan
ederler.
Mutlu kimse, haberleri tasdik ve teslimiyetle, emirlere boyun eğmekle, yasakları da Rabbini
tazim etmekle kabul eden ve ebedi nimeti elde eden kimsedir. Zakkum ve kaynamış su
yedirilip içirilen, elem verici azaba maruz bırakılan Cehennem de, yal ani ayıcıların
makamında bulunmaktan uzak duran kimsedir.
Yüce zatına, kadim saltanatına ve mübarek zatına yaraşırcasma Allah'a, göklerle yeri
dolduran mübarek, hoş ve çok hamd-ü senalarda bulunurum. Bu hamd-ü senalar, sonsuza
dek, kıyamet gününe kadar devam edecektir. Her anda ve her saatte bu hamdimi devam
ettireceğim, Kendisinden başka ilah bulunmayan, ortağı olmayan, çocuğu ve atası
bulunmayan, eşsiz, benzersiz, vezirsiz, müşavirsiz, zevcesiz, denksiz olan Allah'ın varlığına
ve birliğine şahadet ederim.
Muhammed'in de O'nun kulu, elçisi, sevgilisi ve dostu olduğuna şahadet ederim.
Muhammed, Arab-ı Aribe'nin hülasasından seçilmiş olup peygamberlerin son halkasını
teşkil etmektedir. İnsanın, kana kana su içebileceği büyük Kevser havuzunun ve kıyamet
gününde en büyük şefaat makamının sahibidir. Allah 'm Makam-ı Mahmud'a göndereceği
livau'1-hamd sancağının taşıyıcısı dır. Muhammed (s.a.v.), İbrahim (a s.) de dahil olmak
üzere bütün peygamberler ve mürsellerin imreneceği bir makama sahip olacaktır. Ona, salatü
selâmların en yükseği, en şereflisi, en temizi, en yücesi olsun. Allah, onun parlak yüzlü,
âlicenâb, lider ve kutub şahsiyetler olan, peygamberlerden sonra âlemin hülasası olan
ashabının tamamından razı olsun. Bu ilahi rıza da; karanlığın ışığa karıştığı (gece ile
gündüzün devam ettiği), ezanlar okunduğu ve gündüz aydınlığının gecenin zifiri karanlığını
sildiği sürece devam etsin.
İmdi bu kitapta, Allah'ın yardımı ve başarısı ile mahlukatm yaratılışının başlangıcından;
Arş'm, Kürsü'nün, semâvatm, yerlerin, bunlar içinde mevcud olan şeylerin, bunların
arasındaki meleklerle cin ve şeytanların yaratılışından, Adem peygamberin yaratılış
keyfiyetinden, peygamberlerin kıssalarından, peygamberliğin Efendimiz Muhammed
(s.a.v.)'e ulaşmasına kadar ki İsrailoğullan zamanında ve cahiliye gün-leıinde cereyan eden
hadiselerden bahsedeceğim. Hz. Peygamberin si-retini de, susamış gönüllere su serpecek ve
hasta gönüllerdeki marazı giderecek şekilde anlatmaya çalışacağım.
Bundan sonra da zamanımıza kadar devam eden hadiselerden, fitnelerden, savaşlardan,
kıyamet alametlerinden, ölüm sonrası dirilişten, mezarlardan çıkıştan, kıyametin korkunç
hallerinden, kıyamet gününün evsafından, o günde meydana gelecek korkunç hadiselerden,
Ce-hennem'in evsafından, Cennetlerin niteliklerinden, oralardaki güzel şeylerden ve diğer
hususlardan bahsedeceğim.
Bu konularla ilgili kitab, sünnet, eser ve âlimler nezdinde menkul bulunan haberlerden
nakiller yapacağım. O âlimler ki, peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Muhammed Mustafa
(s.a.v.)'nın nübüvvet kandilinden nur ve ışık almışlardır. Nübüvvet kandilini getiren
Muhammed Mustafa'ya salat-ü selâmların en faziletlisi olsun.
Biz, israîliyat haberlerinden, ancak Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine muhalif
olmayıp, şeriat sahibi tarafından nakline izin verilenleri nakledeceğiz ki, bunlar da ne
yalanlanan ne de doğrulanan israiliyat haberleridir. Bunlar da bizce muhtasar olan hususlar,
ayrıntılı bir şekilde açıklanmaktadır. Ya da belirsiz hususlar, belirginlik kazanacaktır. Gerçi
bunları belirlemede de fazla bir fayda yoktur, ancak biz ihtiyaç duyduğumuzdan veya delil
saydığımızdan değil de kokuyu süslemek bakımından bu haberlere başvuracağız. Aslında
dayanılacak yer, Allah'ın kitabı ile Rasûlullah'm sünnetidir. Sünnetten de nakli sahih veya
hasen olanları nakledeceğiz. Zayıf olanlara da dikkat Çekeceğiz. Yardımına başvurulacak ve
kendisine dayanılacak olan yegâne zat, yüce Allah'tır. Güç ve kuvvet sahibi ancak yüce
Allah'tır. O yücedir, güçlüdür, hikmet sahibidir, uludur.
Yüce Allah, kitabında şöyle buyurmuştur:
«Ey Muhammedi Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir kitab
gönderdik.» (Ta-hâ, 99.) Cenâb-ı Allah,peygamberine geçmişteki mahrukatın haberlerini,
mazide kalan ümmetlerin durumlan-m,dostlarma ne yaptığını, düşmanlarının başına da neler
getirdiğini anlatmıştır. Rasûlullah (s.a.v.) da bütün bunları, kendi ümmetine sadra şifaverecek
şekilde açıklamıştır. Her bölümde, Rasûlullah (s.a.v.)'dan o bölümle ilgili olarak
gelen hadisleri, konuyla ilgili ayetleri zikrettikten sonra nakledeceğiz. Ancak bunlardan da
ihtiyaç duyduklarımızı nakledecek, öğrenilmesine lüzum olmayan şeyleri terkedeceğiz. İşi,
kısa tutacak ve bizce muvafık olan şeylerdeki gerçeği vuzuha kavuşturacağız. İnkar ile
karşılanan ve bize muhalif olan şeyleri de beyan edeceğiz.
Şimdi Buharî'nin sahih adlı eserinde Amr b. As'tan yaptığı, şu rivayete gelelim: Rasûlullah
(s.a.v.) buyurdu ki:
«Bir ayet de olsa onu benden nakledin. îsrailoğullarmdan da haberler nakledin. Bunda bir
sakınca yoktur. Benden hadis nakledin ancak bana yalan isnad etmeyin. Her kim kasıtlı
olarak bana yalan isnad ederse, ateşteki yerini hazırlasın.»
Bu hadiste naklinde salanca görülmeyen israiliyat haberleri; doğrulanmasına ya da
yalanlanmasına bizim nezdimizde herhangi bir sebep bulunmayan israiliyat haberleridir ki,
ibret almak maksadıyla bunların rivayeti caizdir. Kitabımızda kullandığımız israiliyat
haberleri de bu türdendir. Şeriatımızın doğruluğuna şahitlik ettiği israiliyat haberlerine
gelince, bizdeki deliller ve haberler, bunları kullanmamıza ihtiyaç bırakmamaktadır.
Şeriatımızın, bâtıllığma şahidlik ettiği israiliyat haberlerine gelince bunlar, zaten
reddedilmiştir. Hikaye edilmeleri caiz değildir. Ancak inkar ve iptal maksadıyla
nakledilebilirler. Hamdü senaya layık ve noksanlıklardan münezzeh bulunan yüce Allah,
bizi Muhammed (s.a.v.) sayesinde diğer şeriatlere muhtaç olmaktan ve Kur'ân-ı Kerim
sayesinde de diğer kitaplara muhtaç olmaktan kurtardığına göre İsrailoğullarımn yalan,
yanlış, uyduruk, muharref, değiştirilmiş ve tağyir edilmiş haberlerine göz atacak ve bunları
kullanacak değiliz. Kaldı ki israiliyat haberlerinin tamamı, neshedihniş ve değiştirilmiştir.
Kendisine ihtiyaç duyulan haberleri Peygamberimiz bize açıklamış, şerh etmiş, izah etmiştir.
Bunu bilen bilmiş, bilmeyen bilme-miştir. Nitekim Ebu Talip oğlu Ali de şöyle.demiştir:
"Allah'ın kitabı... onda sizden öncekilerin haberi, sizden sonrakilerin de haberi, aranızdaki
ihtilafların kesin çözümü vardır. O bir hükümdür. Şaka götürür yam yoktur. Allah, bir
zorbadan korkarak onu terke-den kimseyi helak eder. O'ndan başka şeyde hidayeti arayan
kimseyi de Allah sapıklığa sürükler."
Ebu Zer (r.a.) de şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.v.) vefat ettiğinde,
uçan kuş hakkında dahi bize bilgi vermiştir."
"Kitabu Bed'il-Halk" adlı bölümde Buharı, Tarık b. Şihab'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hattab oğlu Ömer'in şöyle dediğini işittim: Rasûlullah (s.a.v.) bir ara yanımızda iken kalktı
ve bize yaratılışın başlangıcından bahsetti. Her şeyi anlattı. Öyle ki cennetlikler yerlerine,
cehennemlikler de yerlerine girdiler. Ezberleyen ezberledi, unutan da unuttu.
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Zeyd el-Ensârî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasûlullah (s.a.v.) bize sabah namazını kıldırdı, sonra minbere çıktı, bize hutbe irad etti,
konuşmasını öğle vaktine kadar devam ettirdi. Minberden indi, öğle namazını kıldırdı.
Sonra yine minbere çıktı, ikindiye kadar konuşmasını sürdürdü. Minberden indi. İkindi
namazını kıldırdı, sonra yine minbere çıktı, Güneş batmcaya kadar konuşmasını sürdürdü.
Olmuş ve olacak şeyleri bize anlattı, bize Öğretti ve hafızamıza yerleştirdi.» [7]
Fasıl
Yüce Allah, kutsal kitabında şöyle buyurmuştur: «Allah, her şeyin yaratanıdır. O her şeye
vekildir.» (ez-Zümer, 62.) Kendisinden başka her şey, Allah'ın yaratığıdır. O, onların Rabbidir,
onların işlerini yürütendir. O şeyler de, daha önce yok iken sonradan yaratıldılar. Ortada
yokken meydana geldiler. Göklerden toprağa kadar bütün yaratıkların üzerinde örtü gibi
duran Arş in, onun altında bulunan canlı cansız herşeyrn yaratıcısı Allah'tır. O şeyler de
O'nun yaratıkları, mülkü ve kullarıdırlar. O'nun güç, satvet, tasarruf ve iradesinin
altındadırlar.
«Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden yere gireni ve ondan çıkanı,
gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur. Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir.
Allah yaptıklarınızı görür.» (el-Hadîd, 4.)
Zaten hiç bir Müslümanm da bu hususta şüphesi bulunmadığı gibi bütün âlimler, Cenâb-ı
Allah'ın göklerle yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yaratmış olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de buna açıkça delâlet etmektedir. Ancak âlimler,
Kur'ân-ı Kerîm'in bu ayetinde sözü edilen günlerin, yaşadığımız günler gibi mi yoksa bizim
saydığımız zamana göre her biri 1000 senelik bir zaman mı olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Tefsirimizde de açıkladığımız gibi bu hususta, iki görüş ileri sürmüşlerdir. "Yine
âlimler, göklerle yerin yaratılmasından önce yaratılmış olan başka bir şeyin olup olmadığı
hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Kelamcılardan bir grup, göklerden ve yerlerden önce hiç
bir şeyin mevcut olmadığını ve göklerle yerin salt yokluktan yaratıldıklarını iddia
etmişlerdir. Diğerleri ise, göklerle yerin yaratılmasından önce başka yaratıkların mevcut
olduğunu ifade ederek görüşlerini teyit etmek için şu ayet-i kerimeyi ileri sürmüşlerdir:
«Arşı su üzerinde iken, hanginin daha güzel iş işleyeceğini ortaya koymak için gökleri ve
yeri altı günde yaratan O'dur.» (Hûd, 7.)
İleriki sayfalarda da nakledileceği gibi Ümran b. Husayn'm rivayet ettiği bir hadiste şöyle
denilmektedir:
«Allah vardır. O ndan önce hiç bir şey yoktu. Arş'ı da su üzerinde idi. Zikirde her şeyi yazdı,
sonra da gökleri ve yeri yarattı.»
İmam Ahmed b. Hanbei, Veki b. Huds'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: Amcam Ebu Rezin
Lakit b. Amir el-Ukaylî, Rasûlullah (s.a.v.)'a şöyle bir soru sordu:
Ya Rasûlallah, göklerle yer yaratılmadan önce Rabbimiz neredeydi?
Rasûlullah buyurdu ki:
- Altında hava, üstünde hava bulunan bir bulutta idi. Sonra Arş'mı su üzerinde yarattı.
Alimler, Cenâb-ı Allah'ın önce neyi yarattığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları önce
kalemi, sonra diğer eşyayı yarattığını söylemişlerdir. İbn Cerir ile İbn Cevzî ve diğerleri bu
görüşü benimsemişlerdir. İbn Cerir'e göre kalemi yarattıktan sonra ince bulut tabakalarını
yaratmıştır. Bu görüşte olanlar, İmam Ahmed b. Hanbel ile Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ubade
b. Samit'ten naklettikleri şu hadisi delil olarak ileri sürmüşlerdir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu
ki:
«Allah'ın yarattığı ilk şey kalemdir. Sonra kaleme dedi İd: «Yaz», işte o anda, kıyamet
gününe kadar olacak şeyler kalemle yazıldı.» Hafız Ebu Ala el-Hemedânî'nin naklettiğine
göre cumhur-u ulema şu görüştedir: «Arş'ı A'la, kalemden önce yaratılmıştır. İbn Cerir'in
Dahhak tariki ile İbn Abbas'tan naklettiği rivayet budur. Nitekim Sahih adlı eserinde
Müslim'in rivayet ettiği hadis de bu görüşü teyid etmektedir. Müslim, Abdullah b. Amr b.
As'tan rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Allah, göklerle yeri yaratmadan 50.000 sene önce yaratıkların kaderini yazdı. Arş'ı da su
üzerinde idi.» Bu hadis de kaderin yazılmasının, Arş'm yaratılmasından sonra olduğunu
göstermektedir. Dolayısıyla kaderleri yazan kalemin yaratılmasından önce de Arş'in
yaratılmış olduğu sabit olmaktadır ki cumhur-u ulema da bu görüştedir. Öyleyse hadisteki
"kalemin ilk yaratık olduğu" şeklindeki ifadeyi, "kalemin bu âlemdeki ilk yaratık olduğu"
tarzında anlamak gerekir. Buharî'niıı İmran b. Hu-sayn'dan naklettiği şu rivayet de bu
görüşü teyid etmektedir: Yemenliler, Rasûlullah (s.a.v.)'a dediler ki:
Sana, dinimizi öğrenmek ve şu yaratılışın evvelini sormak için geldik.
Rasûlullah (s.a.v.) da onlara şöyle cevap verdi:
«Allah vardı, ondan önce hiç birşey yoktu.»
Başka bir rivayete göre ise, "O'nunla beraber birşey yoktu." denilmiştir. "O'ndan başka bir
şey yoktu", şeklinde de bir rivayet vardır. Hz. Peygamber, yukarıdaki hadisin devamında da
şöyle demiştir: «O zaman Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi. Zikirde de her şeyi yazdı. Sonra
gökleri ve yeri yarattı.»
Yemenliler, göklerle yerin yaratılışının başlangıcını Rasûlullah (s.a.v.)'a sordular, bu yüzden
ona: «Bu işin evvelini sana sormaya geldik.» dediler. Rasûlullah da sadece sorularını
cevapladı, Arşın yaratılışım onlara anlatmadı. İbn Cerir'in ifadesine göre ise başkaları şöyle
demişlerdir:
«Aksine Cenâb-ı Allah, Arş'tan önce suyu yarattı.»
Süddî, Rasûlullah in ashabından bazılarının şöyle dediklerini rivayet etmiştir:
"Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi. Suyu yaratmadan önce başka bir şeyi yaratmış değildir."
İbn Cerir, Muhammed b. îshak'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Aziz ve Celil olan Allah'ın
ilk yarattığı şey, aydınlık ve karanlıktır, sonra bunları birbirinden ayırdı. Karanlığı, zifiri
karanlık bir gece haline getirdi, aydınlığı da gözle görülen ışıklı bir gündüz haline getirdi."
İbn Cerir, bazılarının şöyle dediklerini nakletmiştir: «Rabbimizin kalemden sonra yarattığı
şey Kürsü'dür. Kürsüyü yarattıktan sonra da Arşı yaratmıştır. Ondan sonra hava ve karanlığı,
daha sonra da suyu yaratmış, Arşını da su üzerine koymuştur.» Doğruyu, noksanlıklardan
münezzeh olan yüce Allah daha iyi bilir. [8]
Fasıl
Arş ve Kürsü'nün yaratılmasına dair nakillerdir.
Yüce Allah buyurdu ki: «Arş sahibi, varlıkların en yücesi olan Allah.» (el-Gâfir.15.)
«Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce Arşın Rabbidir.»
(ei-Mü'minûn, ııe.)
«O'ndan başka tanrı yoktur O, ulu Arş'm sahibidir.» (el-Mu'minûn, 86.)
«Yüce Arşın sahibi, çok seven, bağışlayan O'dur.» (el-Bürûc, 14-15.)
«Rahman, Arş'a hükmetmektedir.» (Tâ-hâ, 5.)
«Sonra Arş'a hükmetti.» (er-Râ'd, 2.)
«Arş'ı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek teşbih ederler, O'na inanırlar.
Mü'minler için; «Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi içine almıştır. Tevbe edip senin
yoluna uyanları bağışla, onları Cehennem'in azabından koru.» diye bağışlanma dilerler.» (el-
Gâfîr, 7.) «O gün Rabbinin Arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.» (el-Hâkka, 17.)
«Melekleri, Arşın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rablerini hamd ile överken görürsün.
Artık insanların aralarında adaletle hükm olunmuştur: «Övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah
içindir.» denir.» (ez-Zumer, 75.)
Sıkıntıdan kurtulup genişliğe kavuşmak için sahih hadiste şöyle bir dua varid olmuştur:
«Kendisinden başka ilâh bulunmayan ulu ve hilim sahibi Allah'tır, kendisinden başka ilâh
bulunmayan Arş in Rabbi olan Allah'tır. Kendisinden başka ilâh bulunmayan göklerle yerin
sahibi Allah'tır. O, ulu Arş in Rabbidir.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Abbas b. Abdülmuttalib'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Bathâ'da Rasûlullah (s.a.v.)'la beraber oturmaktaydık. Üzerimizden bir bulut geçti.
Rasûlullah (s.a.v.) bize dedi ki:
- Şunun ne olduğunu biliyor musunuz?
- Buluttur.
- Beyaz buluttur.
- Beyaz buluttur.
- Evet buluttur.
Biz sustuk. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) bize şöyle bir soru sordu:
- Gök ile yer arasındaki mesafenin ne kadar olduğunu biliyor musunuz?
- Allah ve Rasûlü daha iyi bilirler.
- İkisi arasındaki mesafe 500 senelik yoldur. Her sema tabakası arasındaki mesafe de 500
senelik yoldur. Her sema tabakasının kendi içindeki mesafesi de 500 senelik yoldur. Yedinci
kat göğün üzerinde bir deniz vardır. Bu denizin altı ile üstü arasındaki mesafe, gök ile yer
arasındaki mesafe kadardır. Onun da üstünde sekiz keçi vardır ki bunların sırtları ile
tırnakları arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki mesafe kadardır. Onların da sırtlarının
üzerinde Arş-ı A'la vardır. Arş'm üstü ile altı arasındaki mesafe, gök ile yer arasındaki
mesafe kadardır. Allah ta onun üzerindedir. Ademoğullarmm işledikleri amellerden hiç biri,
O'na gizli kalmaz.»
Ahmed b. Hanbel, Cübeyr b. Mut'im'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bedevinin biri,
Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip şöyle dedi:
- Ya Rasûlallah, canlar bitkin düştü, çoluk çocuk aç kaldı, mallar tükendi, davarlar helak
oldu. Allah'tan bize yağmur yağdırmasını dile. Allah'a karşı senin şefaatim diliyoruz ve sana
karşı da Allah'tan şefaat diliyoruz.
- Yazıklar olsun sana. Sen ne söylediğini biliyor musun? Rasûlullah (s.a.v.) böyle dedikten
sonra teşbih getirmeye başladı.
Bir süre teşbih getirmeye devam etti. Ashabının yüzünden, bu duruma rahatsız olduklarını
anladı. Sonra o adama şöyle dedi:
- Yazıklar olsun sana, yaratıklarından herhangi birine karşı Allah'ın şefaati istenilmez.
Allah'ın şanı, bundan yücedir. Yazıklar olsun sana, sen Allah'ın Arş'mm semalar üstünde şu
şekilde olduğunu biliyor musun?» Böyle derken Rasûlullah (s.a.v.) parmaklarım kubbe
şeklinde bir araya getirdi ve binenin deve üzerindeki ağırlığından Ötürü onun ıhlamasını
andıran bir ses çıkardı.
İbn Bezzar, hadisinde şöyle demiştir: «Doğrusu Allah, Arş inin üzerindedir. Arşı da
semaların üstündedir.»
"Müsned" adlı eserinde Bezzar, "Muhtarat" adlı eserinde de Hanz Ziya el-Makdisî, Hz.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:
Kadının biri, Rasûlullah (s.a.v.)'a gelip: «Beni Cennet'e koyması için Allah'a dua et.» dedi.
Rasûlullah (s.a.v.) da Rabbini tazim edip yücelterek şöyle dedi: «O'nun Kürsü'sü, göklerle
yeri kuşatmıştır ve yeni semerin, yükü altında gıcırdaması gibi Kürsü'sünden gıcırdama
sesleri gelmektedir.»
Sahih-i Buharı'de sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Allah'tan Cenneti dilediğinizde Firdevs Cennetini dileyin, çünkü -Firdevs, Cennet'in en
yüksek ve orta kısmıdır, onun üzerinde de Rah-man'm Arşı vardır.»
Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre Firdevs Cenneti'nde bulunan kimseler, Arşın ağırlık
altında kalan bir binek gibi ses çıkardığını, yani teşbih ve tazimini işitirler, bu da onların
Arş'a yakın olmaları sebebiyledir.
Sahih bir rivayette anlatıldığına göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Sa'd b. Muaz'm
vefatı yüzünden Rahmanın Arşı titremiştir.»
«Arş'm Sıfatı» adlı kitabında Hafız b. Muhammed b. Osman b. Ebi Şeybe, seleften birinin
şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Arş, kızıl yakuttan yaratılmıştır. İki kutbu arasındaki
mesafe, 50.000 senelik yoldur.»
«Melekler ve Cebrail miktarı 50.000 yıl olan o derecelere bir günde yükselirler.» (ei-Meâric,
4.)
Bu ayetten bahsederken Arş-ı A'la'nın, yedinci kat yere olan uzaklığının 50.000 senelik yol
olduğunu, genişliğinin de 50.000 senelik yolol-duğunu söylemiştik.
Kelamcılardan bazıları, Arşın yuvarlak bir yörünge halinde olup ner taraftan âlemi
kuşattığını söylemişler ve bu sebeple ona dokuzuncu ielek, atlas ve esir feleği adını
vermişlerdir ki bu uygun değildir. Çünkü
(Bu Bölüm Eksiktir)
Kürsü'nün genişliği kadar bir yer tutmazlardı. Bunların Kürsü'ye nis-betle genişlikleri, ancak
bir çöle atılan bir halka büyüklüğündedir.»
İbn Cerir, Rasûlullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
«Yedi kat göğün Kürsü içindeki büyüklüğü, bir kalkanın içine atılan yedi dirhem kadardır.»
Ebu Zer, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştin «Arş'a nisbetle Kürsü'nün
büyüklüğü, çöle atılan bir demir halka gibidir.»
Ebu İdris el-Holanî'den rivayet olunduğuna göre Ebu Zer el-Gıfarî, Rasûlullah (s.a.v.)'a
Kürsü'nün durumunu sormuş, Rasûlullah (s.a.v.) da ona şu cevabı vermiştir:
«Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Kürsü'ye nisbetle yedi kat gökle
yedi kat yerin büyüklüğü, ancak çöle atılan bir halka kadardır. Doğrusu, Kürsü'ye nisbetle
Arş'ın üstünlüğü, o çölün içine atılan halkaya olan üstünlüğü kadardır.»
"Tarih" adlı eserinde İbn Cerir, Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: İbn
Abbas'a, «Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi.» ayet-i kerimesinden bahsedilerek suyun ne
üzerinde olduğu sorulmuş, îbn Abbas ta şu cevabı vermiştir: «Su, rüzgarın üzerinde idi,
göklerle yerleri ve bunların içinde bulunan her şeyi denizler kuşatmıştı. Bütün bunları da
heykel kuşatmıştı. Heykeli de anlatıldığına göre Kürsü kuşatmıştı.»
Vehb, heykel kelimesini-şöyle açıklamıştır: "Heykel, göklerin kenarındaki bir şeydir ki,
yerleri ve denizleri çadır ipi gibi kuşatmıştır."
Astronomi ilmi ile ilgilenen bazılarınm iddiasına göre Kürsü, sekizinci felektir ki, ona sabit
yıldızların feleki adını verirler. Bunların bu iddiası, pek dikkate alınacak bir şey değildir.
Çünkü Kürsü'nün, yedi kat gökten daha büyük olduğu sabittir. Önceki sayfalarda geçen
hadislerde de anlatıldığına göre Kürsü'nün göklerle yere nisbetle büyüklüğü, bir çölün içine
atılan bir demir halkasına nisbetle olan büyüklüğü kadardır. Bu da bir felekin başka bir
feleke nisbet edilmesi değildir. Eğer bu iddiayı öne sürenlerin sözleri, «Biz bunu itiraf
ediyoruz ama bununla beraber yine de Kürsü'ye felek adını veriyoruz.» ise, biz de ona
cevaben şöyle deriz:
«Kürsü, lügata göre felekten ibaret bir şey değildir. Aksine o, bir çok selef ulemasının da
ifade ettiği gibi Arş'ın önündeki bir merdiven gibidir. Böyle bir şey de felek olamaz. Sabit
yıldızların, bu felek içinde murassa bir şekilde bulunduğuna dair iddiaları da delilsiz bir
iddiadır. Kaldı ki onlar, bu iddialarını ileri sürerlerken de kendi aralarında ihtilafa
düşmüşlerdir. Bu husus, onların kitaplarında da görülmektedir. Doğrusunu Allah bilir. [9]
Levh-Î Mahfuz
Hafız Ebu'l-Kasım et-Taberanî, îbn Abbas'tan rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Doğrusu, Cenâb-ı Allah Levh-i Mahfûz'u beyaz inciden yarattı. Levh-i Mahfuzun sayfaları
kırmızı yakuttandır, kalemi nurdur, yazısı nurdur, onda her bir gün, 360 lahzadır. O, yaratır,
rızık verir, öldürür, diriltir, yüceltir, alçaltır, dilediğini yapar.»
İshak b. Bişr, İbn Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmiştir.
«Levh-i Mahfûz'un baş kısmında şu yazı vardır: Allah'tan başka ilâh yoktur. O birdir, dini
İslâm'dır. Muhammed onun kulu ve elçisidir. Allah'a iman edip, vaadini doğrulayan,
peygamberlerine tabi olan kimseyi Allah, Cennet'ine koyar.»
«Levh-i Mahfuz, beyaz inciden bir levhadır. Uzunluğu göklerle yer arasındaki uzunluk
kadardır. Genişliği de doğu ile batı arasındaki genişlik kadardır. Sayfaları inci ve
yakuttandır. Kapakları kırmızı yakuttandır. Kalemi nurdur. Yazısı Arş'a bağlıdır. Aslı da bir
meleğin kuca-ğındadır.»
Enes b. Malik ve seleften bazıları dediler ki: «Levh-i Mahfuz, İsrafil'in cephesindedir.»
Mukatile göre ise Levh~i Mahfuz, Arş'ın sağındadır. [10]
Göklerle Yerin Ve Bu İkisî Arasındaki Şeylerin Yaratılışlarına Daîr Ayet Ve
Hadîsler
Yüce Allah buyurdu ki:
«Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Öyle
iken, inkar edenler Rablerine başkalarını eşit
tutuyorlar.» (el-En'âm, 1.)
«Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur.» (Hûd, 7.) Tefsirciler, bu altı günün mikdarı
hususunda ihtilaf ederek iki görüş ileri sürmüşlerdir. Cumhur-u ulemaya göre ayette sözü
edilen günler, bizim dünyadaki günlerimiz miktarmcadır. İbn Abbas, Mücahid, Dahhak ve
Ka'bü'l-Ahbar'a göre ise ayette sözü edilen günlerden her biri, bizim saymakta olduğumuz
senelerden 1000 sene kadardır. Celimi-ye'ye reddiye olarak yazdığı kitabında İmam Ahmed
b. Hanbel bu görüşü benimsemiştir. İbn Cerir ile müteahhirin ulemadan bir kısmı da bu
görüştedirler. Doğrusunu Allah bilir.
İbn Cerir'in, Dahhak'tan ve diğerlerinden yaptığı rivayete göre ayette sözü edilen altı günün
adları şöyledir:
«Ebced, hevvez, hutti, kelemen, sa'fes ve kareşet.» İbn Cerir, ayette sözü edilen günlerin ilki
hakkında üç kavil ileri sürmüştür. Rivayete göre Muhammed b. İshak, bu günlerin ilkinin
hangisi olduğu hususunda şöyle bir nakilde bulunmuştur: «Tevrat ehli derler ki: Cenâb-ı
Allah, yaratmaya pazar gününden itibaren başlamıştır. İncil ehli ise derler ki; Cenâb-ı Allah,
yaratmaya pazartesi gününden itibaren başlamıştır. Biz Müslümanlara gelince bizler,
Rasülullah (s.a.v.)'dan bize ulaşan habere dayanarak deriz ki; Cenâb-ı Allah, yaratmaya
cumartesi gününden itibaren başlamıştır.»
İbn İshak'm, Müslümanlardan naklettiği bu kavle, Şafii ûkıhçıla-rından ve diğerlerinden
bazıları meyi etmişlerdir. İleride de nakledeceğimiz bir hadiste Ebu Hüreyre'nin ifadesine
göre Cenâb-ı Allah, toprağı cumartesi günü yaratmıştır.
Yaratmaya pazar gününden itibaren başlandığına dair ileri sürülen kavli İbn Cerir; Süddî,
Ebu Malik, Ebu Salih, İbn Abbas, Mürre, İbn Mesud, sahabelerden bir topluluk ve Abdullah
b. Selam1 dan rivayet etmistir ve kendisi de bu kavli tercih etmiştir. Bu, aynı zamanda
Tevrat'ın da nassıdır. Fıkıhçılardan bir grup da bu kavle meyletmiştir. Bu kavil, pazar günü
için münasip bir kavildir. Bu sebeple Cenâb-ı Allah, yaratmayı altı günde tamamlamış ve
cuma gününde yaratma işi sona ermiştir ki Müslümanlar da bunu kendileri için haftanın
bayramı olarak kabul etmişlerdir. Cuma gününde Cenâb-ı Allah, bizden önceki kitab ehlini
kendinden uzaklaştırıp sapıklıkta bırakmıştır, inşaallah bunu ileride açıklayacağız. Yüce
Allah buyurdu İd;
«Yerde olanların hepsini, sizin için yaratan O'dur. Sonra, göğe doğru yönelerek yedi gök
olarak onları düzenlemiştir. O, her şeyi bilir.» {el-Bakara, 29.)
«Ey Muhammed! «Siz yeri iki günde yaratanı mı inkar ediyor ve O'na eşler koşuyorsunuz?
O, âlemlerin Rabbidir.» de.
Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Onu bereketli kıldı; arayanlar için yeryüzünde gıdalarını
normal olarak dört gün (dört mevsim) içinde yetiştirmesi kanununu koydu. Sonra, duman
halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne «İstiyerek veya istemiyerek buyruğuma
gelin.» dedi. İkisi de: «İstiyerek geldik.» dediler.
Allah, bunun üzerine, iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün işini kendisine bildirdi.
Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, bilen, güçlü olan Allah'ın
kanunudur.» (Pussiiet, 9-12.)
Bu da, yerin gökten önce yaratıldığını ispatlıyor. Çünkü yer, göğe nispetle binanın temeli
gibidir. Nitekim yüce Allah buyurdu ki:
«Sizin için yeri durak, göğü bina eden, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan, sizi temiz
şeylerle rızıklandıran Allah'tır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Âlemlerin Rabbi olan Allah
ne yücedir!» (el-Mu'min, 64.)
«Biz yeryüzünü bir beşik, dağlan da onun için birer direk kılmadık mı?»
«Sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme vakti kıldık. Geceyi bir Örtü yaptık. Gündüzü,
geçimi sağlama vakti kıldık. Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik. Parlak ışığı veren
Güneş'i var ettik.» (en-Nebe', 6-13.)
«inkar edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan
meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar
mi?» (el-Enbiyâ, 30.)
Göklerle yeri birbirinden ayırdık. Nihayet rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı. Pınarlarla nehirler
aktı ve canlılar kalkıp yürüdü.
«Göğü karışıklıktan korunmuş bir tavan kıldık. Oysa onlar, bundaki delillerden yüz
çeviriyorlar.» (d-Enbiyâ,32.)
Göklerde yaratılan sabit yıldızlar, gezegenler, parlak yıldızlar, aydınlık saçıcı cisimler ve
göklerle yerin yaratıcısının bilgeliğini ispatlayan delillerden yüz çeviriyorlar. Nitekim yüce
Allah buyurdu ki:
«Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki, yanlarından yüzlerini çevirerek geçerler. Onların
çoğu, ortak koşmadan Allah'a inanmazlar.»(Yûsuf, 105-106.)
Şimdi de şu ayet-i kerimeye bakalım:
«Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu, Allah bina
edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır,
ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir.
Dağları yerleştirmiştir. Bunları, sizin ve hayvanlarınızın geçinmesi için yapmıştır.» (en-
Nâziât, 27-33.)
Bazı kimseler, bu ayet-i kerimeye dayanarak göklerin yerlerden Önce yaratıldığını iddia
ederek önceki iki ayetin sarih ifadesine muhalefet etmiş ve bu ayet-i kerimenin manasını
anlayamamışlardır. Zira bu ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre yerin yayılıp ondaki suların
ve meraların fiilen ortaya çıkarılması, göğün yaratılmasından sonradır. Bu, bu ayet-i
kerimenin zımnında bil kuvve mukadder olan bir manadır. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:
«...Onu bereketli kıldı; arayanlar için yeryüzünde gıdalarını normal olarak dört gün (dört
mevsim) içinde yetiştirmesi kanununu koydu.»(Fussilet, 9-10.)
Yani ekinlerin yerlerini, pınarların ve nehirlerin mekanlarını hazırladı. Süfli ve ulvi âlemin
suretinin yaratılışını tamamladıktan sonra yeri de yaydı. Ondan, içinde gizli bulunan
hazineleri ortaya çıkardı. Böylece pınarlar fışkırdı, nehirler aktı, ekinler ve meyveler bitti.
Bu sebepledir ki ayet-i kerimede geçen fiili, yerden su nşkırtmak, mera bitirmek ve dağları
yere sabit kazıklar olarak çakmak şeklinde tefsir edilmiştir. Bununla ilgili olarak yüce Allah
buyurdu ki:
«Ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir.»
«Dağları yerleştirmiştir.» Yani dağları bulundukları yerlerde sabit kılıp yerleştirmiş ve kazık
gibi yeryüzüne çakmıştır.
«Göğü, gücümüzle biz kurduk ve biz şüphesiz genişleticiyiz. Yeryüzünü biz yayıp döşedik.
Ne güzel döşeyiciyiz! İbret alasınız diye her şeyi çift çift yaratmışız dır.» (ez-Zâriyât, 47-
49.)
Ayet-i kerimede geçen "genişleticiyiz" sözü ile göklerin genişletil-dikleri kastedilmektedir.
Zira yükselen her şey genişler. Bir alt tabakanın üstünde bulunan bir gök tabakası,
altmdakine nisbetle daha geniş olur. Bu sebepledir ki Kürsü, göklerden daha yüksek ve
dolayısı ile hepsinden daha geniştir. Arş ta bu saydıklarımızın tamamından daha uludur.
Yeryüzünü biz yayıp döşedik. Onu sarsılmayan sakin bir kara parçası haline getirdik, sizi
sarsmaz. Bu sebeple Cenâb-ı Allah: «Biz ne güzel döşeyiciyiz!» demiştir. Bu ayet-i
kerimede yerlerden, göklerden sonra bahsedilmiştir. Bu demek değildir ki yerler, göklerden
sonra yaratılmıştır. .Buradaki sıralama, lügata bağlı bir haber verme sıralamasıdır.
Doğrusunu Allah bilir.
Buharı, İmran b. Husayn'm şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Peygamber (s.a.v.)'in yanma gittim,devemi kapıya bağladım. Yanma Beni Temim
kabilesinden bir kaç kişi geldi. Peygamber (s.a.v.) onlara: «Ey Temim oğulları, müjdeyi
kabul edin.» dedi. Onlar da: «Yeter artık bize müjde verdiğin. Sen bize mal ver.» dediler. Bu
sözlerini iki kez tekrarladılar. Sonra Rasülullah (s.a.v.)'m yanma Yemenlilerden bazı
kimseler geldi. Peygamber (s.a.v.) onlara: «Ey Yemenliler! Müjdeyi kabul edin. Temim
oğulları kabul etmediyse de siz kabul edin.» dedi. Onlar da şöyle dediler: «Kabul ettik ya
Rasûlallah! Sana şu yaratma işinin evveliyatını sormaya geldik.» Peygamber (s.a.v.) onlara
konuyu şöyle anlatmaya başladı: .
«Allah vardı. O'ndan başka hiçbir şey yoktu. O'nun Arş'ı su üzerinde idi. Zikirde her şeyi
yazdı. Gökleri ve yeri yarattı...» O esnada biri, «Ey Husayn oğlu, deven kaybolup
gitti.»dedi. Ben de koşup dışarı çıktım. Baktım ki devem gitmiş, ardı sıra serap görünüyor.
Keşke deveyi bırak-saydım da yerimden kalkmış olmasaydım.»
İmam Ahmed b. Hanbel, Ebu Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
«Rasülullah (s.a.v.) elimi tutup bana şöyle dedi:
«Allah, cumartesi günü toprağı yarattı. Pazar günü dağları yarattı, pazartesi günü ağaçları
yarattı, sah günü mekruhu yarattı, çarşamba günü nuru yarattı, perşembe günü canlıları
yeryüzüne yaydı, cuma günü ikindiden sonra Adem'i yarattı. Adem, cuma gününün son
saatinde ikindi ile gece arasında yaratılan son yaratık oldu.»
Bu hadisin metninde şiddetli bir gariplik vardır. Mesela, bu hadiste göklerin yaratılmasından
bahsedilmemektedir. Yerlerin ve yerlerdeki mevcudatın yedi günde yaratıldığı
söylenmektedir. Bu da Kur'ân'm ifadesine ters düşmektedir. Çünkü Kur'ân'da anlatıldığına
göre yer, dört günde yaratılmış, sonra iki günde gökler dumandan yaratılmıştır. Dumandan
maksat ta suyun buharıdır. O buhar, büyük su kütlesinin dalgalanması neticesinde büyük
İlâhi kudretin eseri olarak yerden yükselmişti.
«Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe doğru yönelerek yedi gök
olarak onları düzenlemiştir.»
Yukarıdaki ayet-i kerime ile ilgili olarak büyük Süddî İsmail b. Ab-dirrahman, İbn Mesud
ile başka bir kaç sahabeden rivayet ettiki, Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Allah'ın Arş'ı su üzerinde idi. Suyu yaratmadan önce başka birşeyi yaratmış değildi.
Yaratıkları yaratmak istediği zaman sudan bir duman çıkardı. Bu duman su üzerinde
yükseldi ve bu dumana sema adını verdi.Bundan sonra o suyu kurutup tek bir yer kütlesi
haline getirdi. Sonra bu kütleyi yardı ve iki günde (pazartesi ve salı gününde) yedi kat yeri
yarattı. Yeri balık üzerinde yarattı ki o balığın adı "Nün" dur. Yüce Allah o balıktan şöyle
söz eder:
«Nün, kalem ve onunla yazılanlara and olsun.» Balık sudadır. Su ise, kaygan ve düz bir taş
üzerindedir. O taş ta meleğin sırtı üstündedir. Melek, bir kaya üzerindedir. Kaya ise' rüzgarın
üzerindedir. Bu kaya, Lokmanın sözünü ettiği kayadır. Gökte ve yerde değildir. Balık
hareket etti, sarsıldı, yer de sarsıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, dağları yerin üzerine
yerleştirdi ve yer sakinleşti. Cenâb-ı Allah, sah günü dağları ve içindeki faydaları yarattı.
Çarşamba günü ağaçları, suyu, şehirleri, mamur ve harap yerleri yarattı, göğü yer
kütlesinden ayırdı. Daha önce yere bitişikti. Gökleri perşembe ve cuma günlerinde yedi kat
olarak düzenledi. Cuma gününe cuma günü denmesinin sebebi, o günde göklerle yerin cem
edilmesidir. Ve yine Cenâb-ı Allah, her semaya kendi görevini ilham etti. Her semadaki
yaratıkları, melekleri, denizleri, sayısız dağları ve kendisinden başka kimsenin bilmediği
yaratıkları yarattı. Sonra semayı yıldızlarla süsledi. Yıldızları, bir süs yaptı ve şeytanlardan
yıldızlar vasıtası ile gökleri korudu. Dilediği şeyleri yarattıktan ve yaratma işini
tamamladıktan sonra Arş'a yöneldi.»
Süddî'nin anlattığı bu şeylerin senetlerinde gariplikler vardır ve bunların çoğu da
israiliyattan alınmadır. Ka'bü'l-Ahbar, Hz. Ömer'in zamanında Müslüman olduğunda gelip
Hz. Ömer'in huzurunda ehl-i kitabın ilminden bahseder, onlara bildikleri bazı şeyleri anlatır.
Hz. Ömer de onun gönlünü İslâm'a ısındırmak amacı ile dinlerdi. Anlattığı şeylerin şeriata
uyanlarını beğeni ile dinlerdi. Bu sebepledir ki insanların çoğu, Ka'bü'l-Ahbar'm naklettiği
şeyleri nakletmeye cevaz vermişlerdir. Ayrıca İsrailoğullarından bazı şeylerin nakline izin
verilmiştir. Ancak Ka'bü'l-Ahbar'm rivayetlerinde büyük yanlışlıklar ve çok hatalar da
vardır.
Buharı, "Sahih" adlı eserinde Muaviye'nin Ka'bü'l-Ahbar hakkında şöyle dediğini rivayet
etmiştir: «Bununla birlikte biz, onun yalan söylemekle mübtela olduğunu biliyoruz.» Yani
nakillerinde yalan söylediğini biliyoruz. Çünkü o bunu kasıtlı olarak söylemiştir. Doğrusunu
Allah bilir.
Biz, büyük mütekaddimin imamların israiliyattan naklettiği şeyleri naklederiz. Sonra
bunlarla ilgili olarak doğrulayıcı veya yalanlayıcı hadisleri araştırırız. Geri kalan israiliyat
haberlerinden doğru veya yanlış olabileceklere gelince, bunlar hususunda Cenâb-ı Allah'ın
yardımını dileriz. Güvencimiz ve dayanağımız Allah'tır.
Buharı, Ebu Hüreyre'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Cenâb-ı Allah, mahrukatı yaratma işinde Arş'm yanında bulunan kitabına şöyle yazdı:
«Doğrusu benim rahmetim, gazabıma galip oldu.» [11]
Yedi Kat Yerin Yaratılması Île İlgili Ayet Ve Hadisler
Yüce Allah buyurdu ki:
«Yedi göğü ve yerden de bir o kadarım yaratan Allah'tır, Allah'ın her şeye kadir olduğunu ve
Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığını bilmeniz için Allah'ın buyruğu bunlar arasında iner
durur.» (ct-Talâk, 12.)
Buharı, Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan şöyle bir rivayette bulunmuştur: Ebu Seleme ile
birkaç kişi arasında bir arazi ihtilafı vardı. Bunlar birbirleriyle çekiştiler. Ebu Seleme, Hz.
Aişe'nin yanma gidip durumu anlattı. Hz. Aişe de ona şöyle dedi:
Ey Ebu Seleme! Araziden uzaklaş. Zira Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Bir kimse, bir karış kadar yeri zulmen alırsa, bu zulmü yedi kat yerden onu kuşatır.»
Buharî, Salim'in babasından rivayet etti ki, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Bir kimse, hakla olmaksızın biraz yer alırsa, o kimse kıyamet gününde yedi kat yere batar.»
Buharî, Ebu Bekir'den rivayet etti ki; Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Zaman, Allah'ın göklerle yeri yarattığı günkü gibi kendi asli heyeti ile dönmüştür, sene
oniki aydır.»
Allah, bilir ya bu hadis ile şu ayet-i kerime kastedilmiştir:
«Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır.»
Yani yerden de yedi kat gök sayısınca yedi kat yaratmıştır. Allah'ın ilk kitabında ayların
sayısı nasıl oniki ise zamanımızda da bu aynıdır. Gökler de nasıl ki yedi kat ise, yerler de
yedi kattır.
Buharî, Said b. Amr b. Nüfeyl'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Hakkını alıp Mervan'a verdiğimi iddia eden Erva benimle tartıştı. Ben de kendisine şöyle
karşılık verdim:
- Ben mi senin hakkım alıp Mervan'a vermişim? Ben, Rasûlullah (s.a.v.)'m şöyle
buyurduğuna şahid oldum: «Bir kimse haksız yere bir karış yer alırsa bu, kıyamet gününde
yedi kat yerden onu kuşatır.»
İmam Ahmed b. Hanbel, İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Dedim ki:
«Ya Rasûlallah, hangi zulüm daha büyüktür?» Rasûlullah buyurdu ki: «Kişinin, kendi
kardeşinin hakkından aldığı bir zira'lık yerdir. Aldığı.....(Bu Bölüm Eksiktir)
- Evet, demir vardır.
- Ya Rab, yaratıkların arasında demirden daha kuvvetli birşey var mıdır?
- Evet, ateş vardır.
- Ya Rab, yaratıkların arasında ateşten daha kuvvetli birşey var mıdır?
- Evet, rüzgar vardır.
- Ya Rab, yaratıkların arasında rüzgardan daha kuvvetli birşey var mıdır?
- Evet, ademoğlu vardır. O, sağ eliyle sadaka verir ve o sadakayı sol elinden gizler.»
Jeoloji bilginleri, doğusundan batısına kadar yeryüzünün her tarafındaki dağları sayıp
anlatmışlar, bunların uzunluk, genişlik ve yüksekliklerini kaydetmişler, bu konuda
teferruatlı açıklamalar yapmışlardır. Yüce Allah, dağlarla ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
«Dağlarda da beyaz, kırmızı, siyah ve türlü renkte yollar var etmişizdir.» (el-Fâtır, 27.)
Cenâb-ı Allah, kutsal kitabında isim vererek Cudi dağından söz etmiştir. Bu, îbn Ömer'in
ceziresinin doğusunda ve Dicle'nin yan tarafında bulunan Musul'a yakın bir dağdır.
Kuzeyden güneye uzunluğu, üç günlük yoldur, yüksekliği de yarım günlük yoldur. Üzerinde
palamut ağaçları bulunduğundan yeşil bir renge bürünmüştür. Yanında Semânîn adlı bir köy
vardır. Semânın, seksen demektir. Nuh peygamberle birlikte boğulmaktan kurtulan gemideki
seksen kişi orada yaşadıklarından, oraya bu ad verilmiştir. Tefsircilerin bir çoğu böyle
demişlerdir. Doğrusunu Allah bilir. [12]
Denizler Ve Nehirler
Yüce Allah buyurdu ki:
«Taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden faydalanmanız
için denize -ki gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün- boyun eğdiren de O'dur. Artık
belki şükredersiniz, yeryüzünde s arsılmayasınız diye sabit dağlar, nehirler ve belki
yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar, yıldızlarla da
yollarını bulurlar.
Hiç yaratan, yaratamayana benzer mi? İbret almaz mısınız?
Allah'ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu Allah bağışlar,merhamet
eder.» (cn-Nahl,14-18.)
«İki deniz bir değildir. Birinin suyu tatlı ve kolay içimlidir; diğeri tuzlu ve acıdır.
Herbirinden taze balık eti yersiniz. Takındığınız süsleri çıkarırsınız. Allah'ın lütfuyla rızık
aramanız için gemilerin onu yararak gittiğini görürsün. Belki artık şükredersiniz.» (el-Fâtır,
12.)
«Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip aralarına
da, karışmalarına engel olan bir sınır koyan Allah'tır.» (el-Furkân, 53.)
«Acı ve tatlı sulu iki denizi birbirine kavuşmamak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel
vardır. Birbirinin sınırını aşamazlar.» (er-Rahman, 19-20.)
Cenâb-ı Allah, acı ve tatlı sulu denizleri kulların yararına olsunlar diye ülkelerin sınırları
arasından geçirmiştir. İbn Cüreyc ile bir çok imam böyle demişlerdir.
Yüce Allah buyurdu ki:
«Denizde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi, O'nun varlığının delillerinden dir. O, dilerse
rüzgarı durdurur. Yelkenle giden gemiler o zaman denizin yüzünde durakalır. Bunlarda,
sabırlı olan ve çok şükreden kimseler için deliller vardır. Yahut yaptıklarına karşılık onları
ortadan kaldırır, bir çoğunu da bağışlar.» (eş-Şûrâ, 32-34.)
«Gemilerin denizde Allah'ın lütfuyla yürüdüğünü görmez misin? Allah böylece size
varlığının delillerini gösterir. Bunlarda, pek sabırlı ve çok şükreden kimselerin hepsine
dersler vardır.
Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na
yalvarırlar. Onları karaya çıkararak kurtardığında içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır.
Zaten ayetlerimizi bilerek ancak hain nankörler inkar eder.» (Lokman, 31-32.)
«Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanların
yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra
dirilttiği suda, her türlü canlıyı oraya yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre
amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.»(el-Bakara,
164.)
Cenâb-ı Allah, kulları için yaratmış olduğu nehirler ve denizlerden bahsederek onlara olan
nimetlerini hatırlatıyor. Yeryüzünün her tara-nnı kuşatan okyanuslar ve kıyılarında biten
otlar, tuzlu ve acıdır. Bunda da havanın sağlıklı olması için büyük bir hikmet vardır. Eğer bu
sular tatlı olsaydı, içindeki canlıların ölmesi sebebiyle her taraf kokuşur ve hava bozulurdu.
Bu da insanlığın yok olmasına yol açardı. Ama sonsuz hikmet, bu maslahat sebebi ile deniz
sularının ve bazı nehirlerin sularının tuzlu olmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzdendir ki
denizin hükmü kendisine sorulduğunda Rasûlullah (s.a.v.) şu cevabı vermiştir: «Onun suyu
temizleyicidir, ölüsü de helaldir.»
Nehirlere gelince, bunların suyu tatlı ve isteyenler için de içimi kolaydır. Cenâb-ı Allah,
bunları akar halde yaratmıştır. Bir yerden çıkarır, başka bir yere sevkeder. Kulları için rızık
olarak yaratmıştır bu nehirleri. Bunların kimi büyük, kimi küçüktür. İhtiyaç ve maslahata
göre irili ufaklıdırlar. Heyet (astronomi) âlimleri ile tefsirciler, denizlerin ve büyük
nehirlerle bunların kaynaklarım, çıkış yerlerini, nerelere kadar uzandıklarını, yüce
yaratıcının kudretine delalet eden hikmetli sözlerle anlatmışlardır. Cenâb-ı Allah'ın bunları
ihtiyarı ve bilgeliği ile yaratmış olduğunu söylemişlerdir.
Bu ayet-i kerimenin manası ile ilgili olarak iki görüş ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden birine
göre ayet-i kerimede sözü edilen denizden kasıt, koçlarla ilgili hadiste geçen ve Arş-ı Alanın
altındaki denizdir ki, bu da yedi kat göğün üzerindedir. Altı ile üstü arasındaki mesafe
(derinlik), iki gök tabakası arasındaki derinlik kadardır. Haşirden önce bu denizden
yeryüzüne yağmur yağacak, bu yağmur suları ile mezarlardaki cesetler diriltileceklerdir.
Rebf b. Enes bu görüşü benimsemiştir.
Diğer görüşe göre yukarıdaki ayet-i kerimede geçen deniz kelimesi, bir cins ismidir ki,
yeryüzünde bulunan bütün denizleri kapsamına alır. Cumhur-u ulema bu görüşü
benimsemiştir. Alimler, yukarıdaki ayet-i kerimede geçen "mescur" kelimesinin ne anlama
geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Kimi, bu kelimenin dolu anlamına geldiğini ifade etmiş,
kimi ise, bu kelimenin kıyamet gününde alevlenen bir ateş anlamına geldiğini ve haşr
meydanındaki herkesi kuşatacağını söylemişlerdir. Nitekim tefsirimizde Ali İbn Abbas, Said
b. Cübeyr, İbn Cahit ve diğerlerinden böyle bir nakilde bulunmuşuzdur. "Mescur"
kelimesinin, korunan ve muhafaza altına alman deniz anlamına geldiğini söyleyenler de
olmuştur ki, korunma altına alman bu deniz, yeryüzüne akıp insanları ve diğer canlıları
boğmasın. Valib, İbn Abbas'm-böyle dediğini rivayet etmiştir ki, bu aynı zamanda Süddî ile
diğerlerinin de görüşüdür. Bunu İmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği şu hadiste teyid
etmektedir: Sahilde bekçilik yapan bir adam bize dedi ki: Ömer b. Hattabın azatlısı Ebu
Salih'le karşılaştım. Bize, Hz. Ömer'den şöyle bir rivayette bulundu: Rasûlullah (s.a.v.)
buyurdu ki: «Her gece mutlaka deniz üç kez açığa çıkmak ve suyunu etrafa saçmak için
Allah'tan izin ister, ancak Allah onu men eder.»
Bu da, Cenâb-ı Allah'ın bir nimetidir. Kullarına olan lütfudur. Onları, denizin suları altında
boğulmaktan koruyor. Denizi, onların emrine boyun eğdiriyor.Uzak ülkelere ulaşımlarım
sağlamak, gidip oralarda ticaret yapmalarına imkan vermek için gemilerini deniz üzerinde
yürütüyor. Yeryüzünde yarattığı dağlar ile göklerde yarattığı yıldızlar, deniz üzerinde
yönlerini ve yollarını bulmalarına imkan bahşediyor. Bu işaretler sayesinde deniz
yolculuklarında yönlerini tesbit edip kaybolmaktan kurtuluyorlar. Ayrıca denizlerde onlar
için inciler, kıymetli ve nefis cevherler bahşediyor. Bunlar, denizden başka bir yerde
bulunmazlar. Ayrıca denizlerde, onlar için garip canlılar yaratmış, etlerim hatta bu
hayvanların ölülerini de onlara helal kılmıştır. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki: «Deniz avı
ve onu yemek size helal kılınmıştır.» (ei-Mâide, 96.)
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: «Denizin suyu temizleyici, Ölüsü de helaldir.»
«Bize iki ölü ve iki kan helal kılındı: Balık, çekirge, ciğer ve dalak.»
Hafız Ebu Bekir el-Bezzar, Ebu Hüreyre'nin Peygamber Efendi-miz'den naklen şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
«Cenâb-ı Allah, şu batı denizi ve şu doğu denizi ile konuştu. Batı denizine dedi ki: «Ben
kullarımdan bazı kulları sana yükleyeceğim. Sen onlara nasıl davranacaksın?» Batı denizi,
«Onları boğarım.» deyince Cenâb-ı Allah ona şöyle dedi: «Kuvvetin, kıyılarında olsun.» Ve
o denizi zinet eşyalarından-ve avdan mahrum bıraktı. Doğu denizine de dedi ki: «Ben
kullarımdan bazılarını sana yükleyeceğim. Onlara nasıl davranacaksın?» Doğu denizi de,
«Onları üzerimde taşırım, onlara ananın çocuğuna davrandığı gibi davranırım.» dedi.
Cenâb-ı Allah da ona ziynet eşyalarını ve avı verdi. Sonra da «Bunu kimseye bildirme.»
dedi.»
Enlemlerden, boylamlardan, denizlerden, nehirlerden, dağlardan, ovalardan, yerdeki
şehirlerden, harabelerden, mamurelerden, yedi iklimden, çeşitli madenlerden ve
ticaretlerden'bahseden tefsir âlimleri dediler ki: Yeryüzü, su ile kaplandı, ancak dörtte biri
olan doksan derecelik kısım, susuz bırakıldı. Bu da İlâhî lütfün gereği idi. Buna göre sular
yerin dörtte birinden çekildi ki, üzerinde canlılar yaşayabilsin; ekinler ve ürünler bitsin.
Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:
«Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir. Orada meyveler, salkımlı hurma
ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar vardır. Ey insanlar ve cinler, öyleyken
Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?» (er-Rahmân, 10-13.)
Dediler ki: Yeryüzünün çöllerinden olan şu mamur kısım, yeryüzünün üçte ikisine, ya da
bundan biraz fazlasına yakındır ki bu, doksan beş derecelik kısımdır,.Batı Okyanusu,
Mağrib ülkelerini sınırları içine alır ki, orada daimi adalar vardır. Bunlarla Mağrip
ülkelerinin kıyıları arasında on derecelik mesafe vardır ki, bu takriben bir aylık mesafedir.
Çok dalgalı olduğundan bu denizde yolculuk yapmaya imkan yoktur. Ayrıca çok fırtınalar
ve dalgalar vardır. Buralarda avlanma ve bir şeyler çıkarma imkanı yoktur. Ticaret veya
başka bir amaçla buralardan sefer yapılamaz. Güneş tarafından başlayan bir yol,, Komor
dağlarına kadar uzanır. Bu Komor dağları, Mısır'daki Nil nehrinin kaynağıdır. Bu, ekvator
çizgisini aşar, sonra doğuya uzanır ve yerin güneyine varır. Orada Zabic adaları vardır.
Kıyılarında çok harabeler vardır. Sonra bu çizgi, kuzey doğu itibariyle uzanarak Çin ve Hint
denizine varır. Bundan sonra doğuya giden çizgi, yerin açık olan doğu tarafına varır ki orada
Çin beldeleri vardır. Çin'in doğusundan kuzey taraflarına gidilerek Çin beldeleri geride
bırakılır ve Ye'cûc ve Me'cûc şeddinin hizasına varılır. Buradan da bir burgaç ile dönülüp
durumu belirsiz araziler, daire içine alınır. Buradan da batıya uzanılarak yerin kuzeyine
varılır ve Rus beldelerinin hizasına gelinir. Burası da aşılıp güneybatıya varıldığında
yeryüzü bir daire içine alınır ve batı tarafına dönülür. Batıdan yerin sırtı üzerinden bir yol
çıkar ki bunun sonu batıdaki Şam beldelerinin sınırlarına uzanır. Sonra Rum beldelerine
varılır ki Kostantiniye ve diğer beldelere ulaşılır.
Doğu Okyanusundan başka denizler çıkar ki, bunlarda da bir çok adalar vardır. Öyle ki Hint
denizinde 1700 ada vardır. Bu adalarda şehirler ve mamureler vardır. Ayrıca âtıl durum daki
başka adalar da vardır. Buraya yeşil deniz de denir. Bunun doğusunda Çin denizi, batısında
Yemen denizi, kuzeyinde Hint denizi, güneyinde de belirsiz yerler vardır.
Anlatıldığına göre Hint ve Çin denizleri arasında ayına dağlar vardır. Bu dağlarda geçit
veren bazı yollar vardır. Nitekim Yüce Allah buyurdu ki:
«Yeryüzüne, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik. Rahat gidebilsinler diye
aralarında geniş yollar var ettik.» (ei-Enbiyâ, 3i.)
Me'mun zamanında Arapça'ya çevrilen "el-Macesti" adlı eserinde Hint hükümdarlarından
Batlaymus'uıı anlattığına göre batı, doğu, kuzey, güney okyanuslarından bir çok denizler
fışkırmıştır. Bunların hepsi aym kökenlidir. Ancak kıyılarındaki beldelere göre isim alırlar.
Bunlardan biri Kalzum denizidir. Kalzum, Eyle'ye yalan bir kasaba olup denizin
kıyısmdadır. Faris, Hazar, Vernek, Rum, Bantaş, Ezrak denizleri de vardır. Ezrak, deniz
kıyısındaki bir şehirin adıdır. Buradaki denize, Kırım denizi de denir. Dar bir boğazdan
geçerek Kostantiniye yanında güneye doğru Rum denizine dökülür. Bu, Kostantiniye
boğazıdır. Bu yüzdendir ki Kırım'dan Rum denizine gidilirken çabuk gidilir. Ama İskenderiye'den
Kırım'a gelindiğinde karşıda su cereyanı olduğundan dolayı geç gelinir. Bu da
dünyadaki acayipliklerdendir. Bütün akarsular tatlıdır, ancak buradaki su durgun
olduğundan tuzludur. Yalmz Hazar denizinin suyu tatlıdır. Ona Cürcan denizi de denir.
Taberistan denizi adını alan Hazar denizinde tatlı suyu içeren büyük bir kısım vardır.
Seyyahlar böyle haber vermişlerdir.
Hey'et âlimlerinin anlattıklarına göre Hazar denizi, uzunlamasına yuvarlak bir denizdir.
Kal'a gibi üçgen olduğunu söyleyenler de vardır. Bitişiğinde okyanus yoktur. Müstakil bir
denizdir. Uzunluğu 800, eni ise 600 mildir. Daha büyük ebatta olduğu da söylenmiştir.
Doğrusunu Allah bilir.
Sonra Basra yanında bir deniz vardır ki, med ve cezire büyük çapta sahne olur. Onun karşıtı
Mağrib ülkesinde de vardır. Bu denizlerde ayın başından yirmidördüncü gecesine kadar
sürekli kabarma (med), ay sonuna kadar da eksilme (cezir) meydana gelir. Âlimler, bu
denizlerin başlangıç ve sonuç noktalarını, yeryüzündeki nehirlerden oluşan gölcükleri ve
diğer vadiler arasında akan ırmakları da anlatmışlardır.
Âlimler, yeryüzündeki meşhur büyük nehirleri zikredip bunların başlangıç ve sonuç
noktalarını da anlatmışlardır. Biz, bunları burada uzun uzadıya anlatacak değiliz. Ancak
hadislerde kendilerinden bahsedilen nehirlerden bahsedeceğiz. Yüce Allah buyurdu ki:
«Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren, emri
gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, belli yörüngelerinde yürüyen Ay ve Güneş'i, gece
ile gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah'tır. Kendisinden istiyebileceğiniz her şeyi size
vermiştir. Allah'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan, pek zalim ve çok
nankördür.» (İbrahim, 32-34.)
Buharı ve Müslim'in sahihlerinde Malik b. Sa'saa'mn şöyle dediği rivayet edilir: Rasûlullah
(s.a.v.), Sidretü'l-Münteha'dan bahsedince dedi ki: «Baktım ki Sidretü'l-Münteha'nm
dibinden iki batm,iki de zahir, dört nehir çıkmaktadır. Batın olanlar Cennet'tedirler. Zahir
olanlar ise, Nil ve Fırat nehirleridir.»
Sahih-i Müslim'de, Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
«Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil nehirleri, hep Cennet nehirleridirler.»
Doğrusunu Allah bilir ya bu nehirler, berraklık ve tatlılıkları ile akışları bakımından Cennet
nehirlerine benzemektedirler. Burada bir; teşbih sözkonusudur. Nitekim başka bir hadiste,
Ebu Hüreyre'den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Hurma,
Cennet meyvesidir. Onda zehire karşı şifa vardır.»
Yani hurma, Cennet meyvelerine benzer. Çünkü o, Cennet'ten dev-şirilmiştir. Hurmanın,
Cennet meyvesi olduğunu maddeten kabul etmek mümkün değildir. Şu halde arada bir
benzetme sözkonusudur. Nitekim başka bir hadiste de Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Sıtma, Cehennem ateşindendir. Onu su ile serinletin.» Demek ki hadiste sözü edilen
nehirlerin kaynağı da yeryüzündedir.
Nil nehrinin dünyada tatlılık ve letafet bakımından benzeri başka bir nehir yoktur. Başlangıç
ve sonuç noktaları arasındaki uzak mesafe bakımından da diğer nehirler ona ulaşamazlar.
Kaynağı, Komor dağla-rmdadır. Bu dağlar yeryüzünün batısında, Ekvator çizgisinin
gerisinde olup güneye yönelir. Birbirine uzak on yataktan gelip toplanır. Sonra bu on
yataktan her beş yatak, bir denizde toplanır. O denizden de altı nehir çıkar, sonra bunların
tümü bir gölcükte bir araya gelir. Bu gölcükten bir nehir çıkar ki buna Nil nehri denir. Nil
nehri, önce Sudan beldelerine, sonra Nobe ülkesine ve bu ülkenin büyük şehri olan
Demkalaya, bundan sonra da Asvan'a gelir ve oradan da Mısır diyarına ulaşır. Nü nehri,
Habeş beldelerinden aldığı bol yağmurları ve toprakları da Mısır'a getirir. Mısır diyarı, bol
yağmura da toprağa da muhtaçtır. Çünkü Mısır'a az yağmur yağar ki bu da, Mısır'daki
ağaçlara ve ekinlere yetmez. Ayrıca Mısır'ın toprağı da kumdur. Ekin yetiştirmeye müsait
değildir. Nil'in getirdiği bol su ve toprak sayesinde Mısır'da ekinler biter, ürünler yeşe-rir.
Yüce Allah buyurdu ki: «Kuru yerlere suyu gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin
yedikleri ekinleri çıkardığımızı görmezler mi? Görmüyorlar mı?» (es-Sccde, 27.)
Sonra Nil nehri, Mısır'ı azıcık geride bırakır ve Şantuf kasabasının yanında iki kola ayrılır,
batıya doğru gider. Reşit kasabasına uğrar ve Akdeniz'e dökülür. Doğu tarafına gelince,
orada da Oocer kasabasının yanında ikiye ayrılır. Batıya doğru gider, bu kollardan biri
Dimyat'a varır. Denize dökülür. Doğu tarafındaki ise, Eşmun kasabasına uğrar, oradan
Dimyat in doğu tarafındaki Tenis ve Dimyat gölüne dökülür. Görülüyor ki, Nil'in başlangıç
noktası ile sonuç noktası arasında büyük bir mesafe vardır. Bu sebeple Nil, suyu en tatlı ve
leziz olan nehir durumuna geçmektedir. İbn Sinan'a göre Nil nehrinin, yeryüzünün diğer
sularına nisbetle bir çok özellikleri vardır. Bu özellikleri şöylece sıralamak mümkündür:
a- Başlangıç noktası ile sonuç noktası arasındaki mesafe bakımından, diğer nehirlerden daha
uzundur.
b- Nil nehri, kayalardan ve kumluklardan geçer ki o nehrin sularında çamur, kiremit kırıntısı
ve yosun yoktur.
c- Nil nehrinde taşlar yeşermez. Çakıllar yosun tutmaz. Bu da onun mizacının sağlam
oluşundan, suyunun tatlı ve latif oluşundandır.
d- Diğer nehirlerin sularının azaldığı dönemlerde Nil nehrininki aksine artar. O nehirlerin
sularının çoğaldığı zamanlarda Nil'in suları azalır.
Bazı kimselerin anlattığına göre Nil'in kaynağı yüksek bir tepededir ki bazı kimseler oraya
gidip baktıklarında orada korkunç şeyler, güzel cariyeler ve garip eşyalar görmüşlerdir. Bu,
tarihçilerin hurafelerinden ve yalancıların hezeyanlarından başka bir şey değildir.
Abdullah b. Lühay'a, Kays b. Haccac'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Amr b. As, Mısır'ı
fethettiği zaman buine ayında (Acemlerin aylarından birinin adıdır.) Mısırlılar yanma gelip
şöyle dediler:
- Ey Komutan! Şu bizim Nil nehrinin bir âdeti vardır. Bu âdetin gereği yerine getirilmedikçe
suyu akmaz.
- Neymiş nehrinizin âdeti?
- Buine ayının birinci gecesi olduğunda biz bakire bir kızı anne ve babasının rızasını alarak
giydirip kuşatır, süsler ve zinetlendirir, sonra da Nil nehrine atarız. Böylece nehir suları
akmaya başlar.
- Bu, İslâm'da olmayan bir âdettir. İslâmiyyet kendisinden Önceki şeyleri yıkar.
Mısırlılar, buine ayını öylece geçirdiler. Nil nehri, az veya çok akmadı (Başka bir rivayette
anlatıldığına göre Mısırlılar, buine ve mesra aylarını susuz geçirdiler. Nil akmıyordu. Artık
kıtlığa maruz kalmaktan endişe etmeye başladılar.) Bunun üzerine Amr b. As durumu, Hz.
Ömer'e bir mektubla yazdı. Hz. Ömer de ona yazdığı cevabî mektubta şöyle demişti:
«Yaptığında isabetlisin. Ben sana bir pusula gönderiyorum. Pusulamı alınca Nil nehrine at.»
Pusula, Amr b. As'a gelince alıp açtı ve içinde şu ibarenin yazılı olduğunu gördü:
«Allah'ın kulu ve Mü'minlerin Emin Ömer'den Mısır Nil'ine. İmdi eğer sen kendiliğinden
akmakta isen hiç akma, eğer seni akıtan bir ve kahredici güce sahip Allah'sa, seni akıtmasını
Allah'tan diliyorum.»
Amr b. As, bu pusulayı Nil nehrine attı. Cumartesi günü sabahla-. dıklarında baktılar ki
Cenâb-ı Allah, bir gecede Nil nehrini onaltı zi-ra'lık miktarda akıtmıştır ve Nil'in bu âdetini,
o sene Mısırlıların üzerinden kaldırmıştır. Nil nehri günümüze kadar akmaya da devam ediyor.
Fırat nehrine gelince, bunun kaynağı Rum diyarının kuzeyindedir. Bu kaynaktan çıkıp
Malatya yakınlarına gelir, sonra Samsat'a, oradan da Birecik'e uğrar, sonra doğuya kıvrılarak
Bals ve Caber kalesine, oradan da Rakka'ya, Rakka'dan da çöle, kuzeye doğru akar, oradan
Arc'ye, sonra Beyte, sonra Kûfe'ye varır. Küfe'den Irak çölüne çıkar ve büyük vadilerde
akar. İrili ufaklı bir çok nehirler ona katılır, ondan ayrılan nehirlerde olur.
Seyhan nehrine gelince, buna aynı zamanda Seyhun nehri de denir. Rum beldelerinden
kaynaklanır. Kuzeybatıdan çıkıp güneydoğuya akar. Ceyhan nehrinin yatağının batı
tarafmdadır. Su miktarı ondan azdır. Bugün Sis diye bilinen beldelerden akıp gider. İslâm
devletinin ilk zamanlarında burası, Müslümanların elinde idi. Fatımüer, Mısu- diyarına
hakim olup Şam'ı ele geçirdiklerinde buraları, düşmanlara karşı korumaktan aciz kaldılar.
Bu yüzden Ermeni tekfuru, Sis beldelerine sahip oldu. 300'lü senelerin başından günümüze
kadar Ermeniler oraya hakimdirler. Kendi güç ve kuvveti ile oraları tekrar Müslümanların
hakimiyetine iade etmesini Yüce Allah'tan diliyoruz.
Seyhan ve Ceyhan nehirleri, Adana'da birleşip tek nehir haline gelir. Sonra da Yumurtalık ve
Tarsus arasında Akdeniz'e dökülürler.
Ceyhan nehrine gelince, buna Ceyhun nehri de denir. Halk tarafından buna Cehan denir.
Kaynağı, Rum beldelerindedir. Sis beldelerinde, kuzeyden güneye doğru yoluna devam,
eder. Önem bakımından Fırat nehrine eşdeğerdir. Sonra Adana'da Seyhan nehriyle birleşerek
tek nehir
haline gelir .Ve Yumurtalık ile Tarsus arasında Akdenize dökülür. Doğrusunu Allah bilir.
[13]
Fasıl
Yüce Allah buyurdu ki:
«Gökleri, gördüğünüz gibi direksiz yükselten, sonra Arş'a hükmeden, her biri belli bir
süreye kadar hareket edecek olan Güneş ve Ay'ı buyruğu altına alan, işleri yürüten, ayetleri
uzun uzun açıklayan Allah'tır. Olaki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanırsınız.
Yeri düzleyen, orada dağlar, nehirler var eden, her türlü üründen çift yetiştiren, gündüzü
gece ile bürüyen de O'dur.
Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için ibretler vardır.
Yeryüzünde, tamamı aynı su ile sulanan, birbirine komşu toprak parçaları, tek ve çok köklü
üzüm bağları, ekinler, hurma ağaçları vardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirinden farklı
kılmışızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır.» (er-Ra'd, 2-4.)
«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla, bir ağacını bile bitirmeye
gücünüzün yetmediği, güzel güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın yanında başka bir
tanrı mı? Hayır, Onlar taptıklarını Allah'a eşit tutan bir millettir.
Yoksa yeri, yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar meydana getiren,
yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka
bir tanrı mı? Hayır, çoğu bilemezler.» (en-Ncml, 60-61.)
«Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz. Hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla
biter.
Allah, onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir.
Düşünen kimseler için bunda ders vardır.
Geceyi, gündüzü, Güneş'i ve Ay'ı sizin istifadenize vermiştir. Yıldızlar da O'nun buyruğuna
boyun eğmiştir. Bunlarda akleden kimseler için dersler vardır.» (en-Nahi, 10-12.)
Cenâb-ı Allah bu ayet-i kerimelerde yeryüzünde yaratmış olduğu dağlardan, ağaçlardan,
meyvelerden, ovalardan, sarp yerlerden ve yaratmış olduğu canlı cansız mahlukat
sınıflarından, kurak çöllerden, kara parçalarından, denizlerden bahsetmiştir ki bütün bunlar,
O'nun ululuğuna, kudretine, bilgelik ve rahmetine delâlet etmektedirler. O, yaratıklarına
karşı şefkatli ve merhametli, onlar üzerinde muktedir bilge bir zattır. Gece gündüz, yaz kış,
sabah akşam mahlukatm muhtaç olduğu rızkı onlara nasıl kolaylaştırdığını da bu ayet-i
kerimelerde yüce Rabbi-miz açıklamıştır. Nitekim bir ayet-i kerimede buyuruyor ki:
«Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı, ancak Allah'a aittir.
O canlılar babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta iken de bilir.
Her şey apaçık bir kitaptadır.» (Had, 6.)
Hafız Ebu Yala, Hz. Ömer (r.a.)'den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Cenâb-ı Allah, bin ümmet yarattı. Bundan 600'ünü denizde, 400'ünü de karada yarattı. Bu
ümmetlerden helak olacak olan ilk ümmet, çekirge ümmetidir. Bunlardan biri helak olunca,
diğerleri de peş peşe helak olurlar. Tıpkı ipi kopan teşbih taneleri gibi dağılırlar.»
Bu hadisin ravilerinden biri, Übeyd b; Vakid'dir. Bu zatın rivayetine itimad edilmez. Şeyhi
de kendisinden daha zayıftır. Fellas ile Buharî bunun rivayet ettiği hadislerin münker
olduğunu, Ebu Zür'a bundan hadis nakledilmesinin uygun olmayacağını, îbn Hibban ile
Dare Kutni zayıf ravilerden olduğunu ve îbn Adiy onun rivayet ettiği bu hadisin ve diğer
rivayetlerinin münker olduğunu söylemişlerdir. Doğrusunu Allah bilir.
Yüce Allah buyurdu ki: «Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlarda, sizin gibi
birer toplulukturlar. Biz, Kitapta hiç birşeyi eksik bırakmadık. Onlar.sonra Rablerine
toplanacaklardır.» {el-En'am, 38.) [14]
[1] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/IX-XI.
[2] Kahire'de bulunduğumuz 1988 yılının sonlarına doğru el-Ezher Üniversitesi'nde Abdul-Fettah Abdulaziz Abdullatif Reslan "Tarihçi olarak ibn
Kesîr" diye bir doktora çalışmasına başlamıştı.
[3] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/XI-XIII.
[4] İbn Kesîr, Tefsir Mukaddimesi, 9-10; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetül-Ârifîn, I, 215; Menn'a el-Kattân, Mebahîs fi-Ulûmi'1-Kur'an, 386, 387;
Zerkânî, Menâhilu'l-lrfân fi Ulûmil-Kur'ân, I, 498; İbn Hacer, ed-Dürretul-Karnine, I, 399, 400: Suyûtî, Zeyl Ta-bakatul-Huffaz, 361, 362; Nuaymî
ed-Dimaşkî, el-Darîs fi Tarihli-Medâris, I, 36, 37; ibn el-îmâd, Şezerâtu'z-Zeheb, VI, 231, 232; Zehebî, et-Tefsîr vel-Müfessirûn, I., 242, 247; Ömer
Nasûhî Bilmen, Tefsir Tarihi, II, 570,571.
[5] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/XIII.
[6] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/XV-XVI.
[7] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/1-5.
[8] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/5-7.
[9] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/7-11.
[10] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/13.
[11] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/14-19.
[12] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/19-22.
[13] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/22-30.
[14] İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 1/30-31.
 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...