ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
FETHULLAH HOCA’NIN YAHUDİ AŞKI VE
RECEP ERDOĞAN’IN ŞAŞKINLIĞI
İnsanlığın nefsü emmaresi ve Deccal’in gönüllü askerleri olan Yahudilerin
Siyonist önderleri, İslam’ın etkinliğini kırmadan yeryüzünde tam ve sağlam bir
hâkimiyet kuramayacaklarının farkındaydı. Müslümanları Kur’ani Kerimin ahkâm ve
ahlakından uzaklaştırmadıkça, kendi zulüm ve sömürü sistemlerini, özellikle İslam
ülkelerinde uygulayamazlardı. Müslümanları İslami inanç ve amaçlardan
uzaklaştırmanın ise iki yolu bulunmaktaydı: 1-Baskı ve barbarlıkla, dini yasaklamak,
İslam’ı hayatın dışında tutmak, 2- Dini yozlaştırmak, İslam’ı ruhsuz ve şuursuz bazı
gelenekler ve taklit edilen dini törenler haline sokmaktı…
İslam tarihi boyunca kâfirler Kur’an’ın hem kelamını hem anlamını, açıkça inkâr ettikleri halde,
münafıklar ise lafzını kabul ve iman ediyor görünüp, ayet ve hadislerin manasını te’vil, ahkâmını
iptal yoluna sapmışlardı. Örneğin bazıları namazı emreden ayetlerin hak olduğunu, ancak “namazın
mü’minin manevi miracı sayıldığını ve kendilerinin zaten fikren ve kalben sürekli Allah’ın huzurunda
bulunduklarını, bu nedenle artık beş vakit eğilip doğrulmaya ve kuru merasimle uğraşmaya gerek
kalmadığını” ortaya atmışlardı. Bazıları cihad ayetlerinin Allah’ın bir emri ve İslam’ın gereği olduğunu
söylüyor ama, “cihat tüm kötülüklerden ve şeytani melekelerden kurtulmak üzere sürekli yapılan nefsi
mücadeledir. Bu nedenle saldırgan kâfirler ve zalim güçlerle uğraşmak beyhudedir” şeklindeki
safsatalarla toplumu uyuşturmuşlardı.
Şimdi Fetullah Gülen de “Kur’an ayetlerinde ve hadisi şeriflerde Yahudilerle ilgili
lanetler ve eleştiriler, her kavimden çıkabilecek bazı insanların bozuk karakterine
yönelik uyarılardır, bunları bütün Yahudileri kapsayan tarif ve tehditler olduğunu
sanmak yanlıştır, ben de 60 yıldır böyle düşünüp yanıldığımı yeni anlamışımdır”
şeklinde beyanlar da bulunarak, hâşâ;
a–1430 yıldır, yüz binlerce müçtehit ulemanın, müfessir ve muhaddis zatların
Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili ayet ve hadisleri yanlış anlayıp, haksız yorumlar
yaptıklarını
b-Böylece milyarlarca Müslüman’ı temelsiz ve gereksiz önyargılarla Yahudilere
karşı kışkırttıklarını söylemeye ve Müslümanların duyarlılıklarını körletmeye mi
çalışmaktaydı?
“Onlara (münafıklara ve inkarcılara); apaçık belgeler olan ayetlerimiz okunduğu zaman,
(günahları ve din tahribatları nedeniyle) bizimle karşılaşmayı (ve huzurumuza çıkmayı)
arzulamayanlar: “(Bu hükümler ve haberler bize ağır geliyor) Bundan başka bir Kur’an getir, veya
(nefsimizin hoşuna gidecek şekilde) onu değiştir” derler. Onlara deki: Onu (Kur’anın apaçık hüküm
ve haberlerini) kendi nefsi tahmin ve tedbirimle değiştirmem asla olacak şey değildir. Ben sadece
bana vahyedilene tabiyim. Eğer Rabbime isyan ederek (Kur’ani haber ve hükümleri değiştirir ve
yanlış mana verirsem) gerçekten büyük bir günün azabından çekinirim” (Yunus: 15) ayeti Gülen
gibilerinin psikolojisini ortaya koymaktaydı.
“Düşmana teslim olmak (ve işbirliği yapmak)ta bazen (zaman kazanmak ve belayı
uzaklaştırmak cinsinden) faydalı bir çözüm olarak düşünülebilir. Zira bu durum; öldürülmeyi, esir
düşmeyi ve malların elden gitmesini önleyen bir yoldur. Fakat İslam şeriatının esaslarını koyan
(Allahu Teâlâ) bu faydaya itibar etmemiş (böyle davranmaya izin vermemiş); tam aksine düşmanla
(fikri, siyasi ve askeri yönden) savaşılmasını, dini hükümlerin, devletin ve ülkenin savunulmasını
(yani her türlü cihadın yapılmasını) emretmiştir. Çünkü bu daha üstün bir faydayı (dünyada izzet ve
39
hürriyeti, ahirette cenneti ve ruyet’i) sağlamaktadır. Böylece Müslümanların mevcudiyeti ve şerefleri
korunmuş olacaktır. (Zira bu dünya imtihan meydanıdır ve imtihanın şartları Allah tarafından
konulmaktadır”10 hükmü Fetullahçıların mazeretlerinin de geçersiz olduğunun kanıtıdır.
Oysa Fetullah Gülen’in bilgi kaynağının en az % 70’ni oluşturan
Bediüzzaman Hz.leri:
Maide: 62, Maide: 5, İsra: 17, Bakara: 60 ayetlerini delil gösterip, Yahudilerin faizli bankacılık
yoluyla mazlum milletleri insafsızca sömürdüklerini ve içlerinde yaşadıkları ülkelerde sürekli fesat
çıkarıp ihtilalleri körüklediklerini (Bak: 25. Söz. 2. Şua)
Yahudi gibi zeki ve dessas (hain ve hileci) münafıkların, İslam’a sızıp dejenere ettiklerini (15.
Mektup, 2. Makam)
Fatiha’da “Gayril mağdubi-gadaba uğrayanlardan etme!” duasında bildirilen Yahudilerdir.
(İşaretül icaz. Fatiha tefsirinde) dedikleri ve pek çok Yahudi cıfıtların, insan suretine girmiş şeytan
gibi davrandıklarından, bunlardan sakınmak gerektiğini söylediği halde, Fetullah Gülen’in kalkıp
Siyonist fitnesini ve tehlikesini yok göstermeye, BM ve NATO gibi Yahudi güdümlü oluşumları ve
kapitalist sömürü çarklarını kurtuluş ümidi ve can simidi gibi takdim etmeye yönelmesi, acaba itikadi
bir sapkınlık mıydı, yoksa o malum ve melun odakların cereyanına mı kapılmıştı?
Amerikan The Atlantic dergisi Fetullah Gülen’in anti-Semitizm ve Yahudilerle ilgili görüşlerini
yayınlamıştı. The Atlantic’in “Anti-Semitik” olup olmadığı şeklindeki sorusu üzerine Fethullah Gülen, “daha
önce Kur’an ayetlerini yanlış anladığını” söyleyerek sonradan Yahudilere dair bakışının değiştiğini”
açıklamıştı. Tarih boyunca kâfirler, ayet ve hadislerin hem lafzını, hem manasını inkâr edip karşı çıkmışlardı.
Münafıklar ise lafzına itiraz etmeyip anlamını saptırmaya çalışmıştı.
Fetullah Gülen aynen: “Kemali samimiyetle itiraf etmek lazım ki (Yahudilerle ilgili) ayet ve
hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış, olabilirim. Şunu anladım ve daha
sonra belirttim ki Kur’an’da veya sünnette yer alan (Yahudilere yönelik) eleştiri ve
lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe
yapılıyor” ifadeleri kullanmıştı. Dergi İsrail Baş Hahamı Eliyahu Bakshi Doron’un 25 Şubat 1998 yılında
İstanbul’da Fethullah Gülen’i ziyareti sırasında çekilmiş bir fotoğrafı da arşivden bulup yayınlamıştı.
Fotoğrafta Başhaham Doron’un Fethullah Gülen’e bir çini vazo hediye ederken görülüyordu.
Fetullah Gülen gerçekleri saptırıyor muydu!
“The Cemaat’in iktidara olan antipatisine paralel olarak Yahudilere olan sempatisinde belirgin
bir artış gözlerden kaçmıyor; zaten kendileri de gözlerden kaçırmaya hiç niyetli görünmüyordu.
Bilâkis, parmaklarını gözümüze sokarcasına bu hakikati tekrar tekrar bize hatırlatacak vesileler
bulunuyor – veya vesileler onları buluyordu. Today’s Zaman’ın 18 Ağustos tarihli nüshasında çıkan
bir yazı ile Sayın Fethullah Gülen’in the Atlantic dergisine verdiği mülâkatta, bu konuda birçoğumuz
için şaşırtıcı gelebilecek örnekler sergileniyordu.
Türkiye’nin dış politikasında Batı’dan İslâm âlemine doğru yönelen çizgi (daha doğrusu kof
söylem) değişikliğinin kimleri memnun, kimleri rahatsız ettiğini az çok biliyor, bilemediğimiz kısmını
da tahmin ediyorduk. (Çünkü aslında AKP Erbakan’ın İslam Birliği projesini terk edip AB’ye katılmayı
en büyük hedef sayıyor ve her türlü dışlanma ve horlanmaya rağmen AB Bakanlığı kuracak kadar
teslimiyet ve acziyet gösteriyordu. A.A) The Atlantic dergisindeki beyanatında ise, Sayın Gülen, kendi
ülkesinin dış politikasını ecnebiye şikâyet etmek gibi, muhalif bir politikacı için bile mazur
görülemeyecek bir tavırla, bu gidişten hoşnut olmadığını açıkça söylüyordu.”11
Aynı mülâkatta Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili. Kendisine geçmişteki “anti-Semitik olarak algılanan”
bazı beyanları hatırlatıldığında, Sayın Gülen, “ayet ve hadisleri yanlış anlamış olabileceğinden” söz
10 (İslam Hukuku İlminin Esasları (Usulül Fıkıh) Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez. Diyanet Vakfı Yay. Ank. 1990. Sh: 150)
11 (Bkz. http://fgulen.com/tr/turk-basininda-fethullah-gulen/36483-fethullah-gulen-hocaefendiden-the-atlantic-ozelroportaj)
40
ediyor ve artık değiştiğinden bahisle, şimdiki düşüncesini şu sözlerle açıklıyordu:
“Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki, Kur’ân’da veya Sünnette yer alan eleştiri ve
lânetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe
yapılıyor”!?
Ne var ki, Fetullah Hocamız, sonradan anladığı bu gerçeği “İslâm âleminin ve bugüne kadar gelip
geçmiş İslâm âlimlerinin henüz anlayamadığını” ya sözlerine eklemeyi unutuyor, ya da engin
tevazuundan(!) bunu telâffuz etmeyip bizim anlayışımıza bırakıyordu. Fakat biz yine de, Kur’ân-ı Kerimde
yüzlerce âyetin bize anlattığı, lânetler yağdırdığı ve kendileriyle dostluk kurmamızı yasakladığı bir topluluğun
nasıl olup da “herhangi bir insanda olacak karakteristik” seviyesine indirgenebildiğini anlayamıyoruz!
Eğer “Kur’ân’da kastedilen sadece bahsi geçen Yahudilerle sınırlı değildir; onun yanı sıra bu (şeytani
tavrı gösteren şu gurup ve kuruluşlar) da vardır” gibilerden bir söz söylenseydi, buna hak verirdik; ancak
Sayın Gülen bu “eleştiri ve lânetlemelerin” Yahudi ve Hıristiyanları içine alma ihtimalini kesin bir
şekilde reddediyor ve sadece “içimizdekini” (yani her insanda olabilecek bayağı ve aşağı
karakteristiği) Kur’ân’ın hücum oklarına hedef olarak gösteriyordu. Acaba Yahudileri Kur’ân’ın en
keskin hücumlarından korumak hususunda gösterilen bu açık ve aşırı muhabbetin bilmediğimiz bir hikmeti mi
vardı?
Today’s Zaman’da çıkan bir yazı da12, Başbakan Erdoğan Gezici diliyle bir hayli tenkit ettikten, onun
ne kadar “nezaketsiz, tahammülsüz, hırçın, tahrikçi, tahkir edici ve istişareye kulak asmayan” bir
yapıya sahip olduğunu bir güzel açıkladıktan sonra, Sayın Başbakanın, Şubat ayında Viyana’daki bir BM
toplantısında anti-Semitizm ve faşizmin yanı sıra, Siyonizm’i de suçlaması” hayretle karşılanmış ve
ayıplanmıştı. Evet; Dindar insanların sırtında yükselen bir cemaat, bir başbakanı Siyonizm’i
kötülemekle suçlamıştı!
Meselenin alarm veren tarafı sadece bir cemaat yönetiminin İslâm âleminde İsrail için
maslahatgüzarlık rolünü üstlenmiş olması değil; bu rolün artık kanıksanmış, hattâ hatırı
sayılır bir kitle tarafından da benimsenmiş olmasıydı! Mavi Marmara hadisesinden sonra
İsrail’i Gazze üzerinde meşru otorite ilân eden talihsiz beyanat Müslümanlar üzerinde büyük
bir şok tesiri yapmıştı. Şimdi ise durum bildiğiniz gibi: İsrail’i İslâm toprakları üzerinde
meşru otorite ilân etmekten öte, buna karşı çıkanlar bile artık suçlu sayılmaktaydı.
The Cemaat, en sonunda, “Kur’ân’ın Yahudileri suçlamadığı” iddiasını açıkça dillendirecek ve
Siyonizm’e dokunulmazlık kazandıracak bir merhaleye gelmiş bulunuyordu. Bizim değerlerimizi
dünyaya taşımak gibi bir iddianın sahipleri, şimdi bunun tam tersini yapıyor ve başkalarının
değerlerini bize yudum yudum içiriyordu. Yoksa bu, artık bir kısım insanların her şeyi kabul
edebilecek hale gelmiş olmasına güvenerek atılmış bir adım mı oluyordu?13
“Kur’an’da Yahudileri lanetleyen ve onlara güvenmeyi yasak eden ayetler, bu dinin
mensuplarına yönelik değil, bazı kötü kişilerin karakterine dikkat çekmek içindir” şeklinde,
Allah’ın hükümlerini yozlaştıran ve hedef saptırıp Siyonist Yahudileri aklamaya çalışan
Fetullah Gülen’in bu din tahribatını, acaba takipçileri hala anlamıyor muydu, yoksa dünyalık
çıkarlar uğruna susuluyor muydu?
Gülen'in sahte barış ve tövbe çağrısı sırıtıyordu!
Fethullah Gülen, Sızıntı dergisinin Ağustos 2013 sayısının başyazısında, kavgaları bir kenara
bırakıp herkesi barışmaya çağırmıştı. Kin ve nefret söylemini terk etmeyi tavsiye eden Gülen, yazısında
"Öyle ise gelin, bütün günahlarımızdan tövbe edelim ve bir arınma süreci başlatalım" dedikten sonra,
herkesi “Cemaate teslimiyete ve kendisi hakkındaki tenkitlerden dolayı tövbeye” çağırır bir tavır
takınmıştı. Gülen’in “Hakk’a saygısızlık günahı, insanlara kin ve nefret duyma günahı, fikirlere
hürmetsizlik etme günahı, toplumun içine ihtilâf ve iftirak tohumları saçma günahı, karanlık görme,
12 (Bkz. http://www.todayszaman.com/news-323774-pm-erdogan-blamed-for-bad-counsel-from-advisers.html)
13 Ümit Şimşek / Sondevir
41
karanlık düşünme günahı, kendimizi masum, başkalarını mücrim kabul etme günahı, herkesi
cehennemlik ya da yobaz sayma günahı, olumlu her hareketi baltalama günahı, kendi insanî
değerlerimizi tahrip etme günahı ve daha nice günahlar… Bence artık bütün bu günahlardan tövbe
etme zamanı gelmiş olmalı” sözlerindeki samimiyeti ispatlama zamanıydı.
Yani önce kendisinin bir itirafta bulunması ve özür dileyip helallik alması lazımdı. Çünkü
milyonları mağdur bırakan ve ülkemize büyük tahribatlar yapan 28 Şubat sürecinde Fetullah Gülen
açıkça darbe davulculuğuna soyunmuş ve Erbakan’a karşı Amerikan goygoyculuğu yapmıştı. Öyle
ise Sn. Gülen Erbakan’dan, Milli Görüş camiasından ve tüm 28 Şubat mağdurlarından açıkça bir
özür dileyip, hatasından pişmanlığını açıklasındı. İmamı Gazali’nin belirttiği gibi “Toplum
huzurunda yapılan gıybet ve isnatların, yine toplum karşısında ve açıkça itiraf edilmesiyle
tövbe ve pişmanlık ortaya konulmalıydı” Fetullah Gülen bu gerçeği bilmeyecek kadar cahil
değilse, cin fikirlilik edip riyakârlığa mı başvurmaktaydı?
Yeni Akit’ciler yeni mi uyanıyordu?
“Eleştiri Başbakan’ı hedef alınca demokratik hak, cemaati hedef alırsa fitne fesat diye
tanımlayacaksınız… Hükümete karşı çok yönlü operasyon yaparken, hükümet bize operasyon yapıyor diye
ortalığı ayağa kaldıracaksınız… Zekâtı, fitreyi, kurbanı, deriyi İslam adına toplayıp, sonra da “Hizmet, İslami
bir hareket değil, insani bir harekettir” diyerek İslam’ı taca atacaksınız… Anadan, babadan, yardan geçip
yurtdışına hizmet gönüllüsü olarak giden gençleri Allah için yollayacak, sonra da “eğer bu hareket dini bir
hareket olsa, BM’ye üye bütün ülkelerde nasıl olur da insanların gönlüne girilir” diyerek dinle göbek bağını
kesip atacaksınız…
Hem, Allah, peygamber, vatan diyecek, hem de Türk sinemasında Haç ve Hilal akımının öncülüğünü
yapacaksınız… Başbakan’ın, Gezi teröristlerine “çapulcu” demesini kınarken, İsrail’in Filistin katliamını
kınamayacaksınız… MİT Müsteşarı Hakan Fidan meselesinde ortaya çıktığı gibi bürokrasi üzerinde vesayet
kurmaya çalışırken, GYV manifestosuyla inkâr etmeye çalışacaksınız…
“Hizmet hareketi, siyasi bir hareket değildir” diye iddia ederken, Cemaatin kitle gücüyle Başbakan’ı
tehdit etmeye kalkışacaksınız… Cemaatin namıyla bürokraside racon kesenlerin mağdur ettiği kişiler ağzını
açınca dinlemeden, anlamadan “aforoz” edecek, “iftira ehli fitneciler!” diye damgalayacaksınız…
Kifayetsiz muhteris cemaat müntesiplerinin “fişleme” lerini esas alarak, Cemaatin 150 ülkeye açtığı
kollarını, Müslümanlara kapatacaksınız… Diyalog adına Papa Hazretlerine varana dek herkesi hürmet ve
muhabbetle kucaklayacak ama İslami hareketlerle diyalogdan köşe bucak kaçacaksınız.
“Allah’ın gücü her şeye yeter” demeyi bırakıp (ABD destekli), “cemaatin gücü her şeye yeter” diyen bir
Müslüman kitle oluşturacak, bu güçle hukuk, siyaset, bürokrasi, üniversite gibi her alanda, insanların
yüreğine korku salmaya çalışacaksınız... “Türkçe Olimpiyatları’nın İslami açıdan mahzurlu olduğu” iddialarına
karşı, “Peygamber efendimiz, Olimpiyatlara teşrif etti” diyerek, İslami referanslarla kutsiyet
kazandıracaksınız…
Hal böyle iken… İç sızıntının kamuoyunda meydana getirdiği bu iltihabik duruma rağmen… MHP’nin
kaset skandalından, Baykal’ı tasfiye eden görüntülere varana dek, siyasi ve içtimai her konuda görüş beyan
eden Hocaefendi susacak, onun adına GYV olarak siz konuşacaksınız!? Heyhat! Hoşgörü başka din
mensuplarına tüketildiği için mi bize tortusu kaldı yoksa? Diyalog zemininin kiri pası mı reva görülüyor bize?
Sorularımızla geldik, olmadı… Surelerle geldik yanıt alamadık. Art niyet, neden sadece sual edenlerde
arandı? Telefon diye bir şey var değil mi? Neden Hocaefendi canı yananları arayıp dinlemeden, ağzını her
açanı haset ehli diye yaftaladı?”14 diyerek, doğruları aktaran Akit yazarı Mehtap Yılmaz, hayret
sonunda kendisi de bir nevi cemaate yaklaşmaya hatta yakarmaya başlıyor ve şöyle
bitiriyordu:
“Yaklaşırsan yaklaşırlar. Şirin görürsen şirin görürler. Kabul edersen kabul görürsün. Senin
14 Yeni Akit/ 18 08 2013
42
âlemden beklediğini, âlemin de senden beklediğini asla aklından çıkarmamalısın” diyor Hocaefendi.
O halde Yahudi ve Hıristiyanlara yaklaştığınız kadar olsun bize de yaklaşın. Bizi de şirin görün.
Bizden beklediğinizi, sizden beklediğimizi asla aklınızdan çıkarmayın. Yaraları kapamaya, hataları
telafi etmeye çalışın. Cüzamlılar gibi tecrit edip, defterden silmeyin, düşman görmeyin kızgınları…”
Şimdi bay ve bayan Yeni Akit’cilere sormak gerekiyordu:
1- Cemaat Erdoğan’a sataşmadan önce hiç birinizden tıs çıkmıyordu. Siz Yahudi ve
Hristiyanların aleti oldukları ve dinimizi ılımlaştırıp yozlaştırdıkları endişesiyle mi, yoksa Erdoğan’a
cephe açtıkları için mi cemaate kızıyordunuz?
2- Cemaati, kendi sinsi ve Siyonist amaçları için öne çıkaran Yahudi lobilerini; Erbakan’ı
tasfiye edip Erdoğan’ı iktidara taşıyan, BOP eşbaşkanı yapan ve boynuna iki tane cesaret
madalyası asan mahfillerden farklı mı sanıyordunuz?
3- Kim bilir, Fetullahcılarla Erdoğancıları, birbirleriyle dengelemek üzere kışkırtan ve
kullanan belki de aynı odaklar oluyordu. Yani sizinki dini ve insani bir kahramanlık değil,
sadece figüranlık sayılıyordu.
Cemaatten AKP'ye “derin devlet” suçlaması geliyordu!
Gülen cemaati 11 maddelik bildiri yayınlayarak, AKP'ye, "derin devlet refleksi ve post modern
darbe dönemi planları" eleştirisi yapıyordu. Cemaatin bildirisinde şu satırlar öne çıkıyordu:
Gezi eylemlerinin en başındaki çevre duyarlılığına hak verilmiştir ve göstericilere karşı ilk günlerde
alınan sert tutumla ilgili her çevreden tepkiler gelmiştir.
Son dönemde medyada sıklıkla yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın
olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi
dâhilindedir.
Başbakan Sayın Erdoğan da, Emniyet güçlerine talimatları kendisinin verdiğini ifade etmiş, Emniyet
güçlerine destek çıkan demeçler vermiş ve nihayet onları olaylardaki performanslarından dolayı
ödüllendirmiştir.
İnsanların Hizmet Hareketi’ne nispet edilerek anayasal bir suç olan fişlenmesi ve sonra da tasfiye
edilmesi demokratik değildir.
Hizmet gönüllülerinin açmış olduğu okullar, Irak Kürdistan’ında zaten 20 yıldır Kürtçe eğitim
vermektedir. Türkiye’nin ilk yasal özel Kürtçe televizyonu da yine Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş
müteşebbisler tarafından gerçekleşmiştir.
Hizmet Hareketi’ne gönül verenler, AK Parti’deki hukukçu vekillerin ve yöneticilerin bu art niyetli
iftiraların devam etmesine neden göz yumduklarına bir anlam verememektedir ve gönül kırgınlığı içindedir.
Gülen’in, kendisinin Türkiye'ye dönüşünün, ‘demokratik kazanımları tersine çevirmek için bazı
çevreler tarafından kullanılacağı endişesini taşıdığını’ dile getirmiş, dolayısıyla ‘Türkiye'ye dönmeyi çok arzu
etmekle birlikte endişelerim izale oluncaya kadar dönmeyi düşünmüyorum’ demiştir.
Bazılarının Hizmet Hareketi’ne karşı ‘bir savcı 3 polisle hizmeti terör örgütü ve çete kapsamına
sokarız, bitiririz’ gibi karanlık niyetleri ifade etmeleri, buna ilave olarak dershanelerin kapatılma düşüncesini
‘Cemaate had bildirme’ olarak gündeme getirmeleri ve Hizmete gönül verdiğini düşündükleri kişilerin
bürokrasiden tasfiye edildiğini söylemeleri ne acıdır ki derin devlet refleksi ve post modern darbe dönemi
planlarına benzemektedir.
AKP hükümeti ile Cemaat arasındaki yarı-açık savaş, Sabah ile Zaman gibi yandaş
gazete yazarları arasındaki polemiklerle yeni bir boyut kazanıyordu!
Önce Mehmet Barlas “Cemaatler sivil toplum değildir” diye yazdı (Sabah, 6 Ağustos 2013).
Hüseyin Gülerce ertesi gün “Hizmet hareketinin bir ‘dini cemaat’ olmadığını” hatırlattı (7 Ağustos 2013).
Ardından Mehmet Barlas “gücünü abartanların (Cemaat) ancak gerçek güçlü (AKP) öfkelenene kadar
gösteri yapabileceğini” yazarak cemaati uyardı (Sabah, 10 Ağustos 2013). Mümtazer Türköne ise “parti
mezarlığına intikal eden çok sayıda parti bulunduğunu” belirterek, “partilerin değil, cemaatlerin
43
geleceğe kalacağını” diyerek karşı tehditle yanıtladı. (Zaman, 11 Ağustos 2013).
AKP ile Cemaat’in son iki yıldır çarpışmasının altında ne yatıyordu?
1. 11 yıl önce koalisyon kuran Erdoğan ile Fethullah Gülen, iktidar zayıfladığı ve inişe geçtiği
için çarpışıyordu. İnişi görerek kazandığı mevzileri korumaya çalışan Cemaat’in hamleleri, Erdoğan’ı
ürkütüyor ve bu nedenle o hamleleri “devlet içinde devlet” şeklinde niteliyordu.
2. ABD’nin dünya çapında inişe geçmesi iç çelişmelerini büyütüyordu. Hâkim sınıflar arasındaki
bu çelişmeler, Washington’dan başlayarak müttefik ülkelerdeki aktörlere kadar uzanıyordu. ABD’deki
bu iç çarpışma Erdoğan ile Gülen arasındaki çarpışmayı besliyordu.
“7 Şubat” operasyonu ile zirve yapan bu çarpışma, yukarıda da özetlediğimiz gibi şimdi şu iki
konu üzerinden yürütülüyor: 1. Parti mi, Cemaat mi önemli sayılıyordu? 2. Cemaatler Sivil Toplum
Kuruluşu muydu?15 tespitleri önemli gerçekleri yansıtıyordu.
Her Taşın altından Yahudi çıkıyordu!
Rusya Savunma Bakanlığı, Doğu Akdeniz’de iki balistik füzenin fırlatıldığını tespit ettiklerini
açıklamıştı. Günün erken saatlerinde “Akdeniz’de böyle bir hareketlilik gözlemlemediklerini” açıklayan
Siyonist İsrail ordusu daha sonraki açıklamasında füze denemesini ABD ile birlikte bizzat yaptıklarını itiraf
etmek zorunda kalmışlardı. İsrail Savunma Bakanlığı sözcüsü Tal Bentov, Rusya’nın tespit ettiği füzelerin,
İsrail ve ABD’nin Akdeniz’de deneme amaçlı attığı füzeler olduğunu duyurmuşlardı.
Kriz süresince Suriye’deki savaşa güya taraf olmadığını öne süren İsrail’in bölgedeki krizi
derinleştirme çabaları böylece kanıtlanmıştı. Üstelik bu füzeler nükleer başlık taşımaktaydı. Her
zaman olduğu gibi yine Kur’an haklı çıkmıştı ve Siyonist Yahudileri aklamaya ve dikkatlerden
saklamaya çalışan Fetullah Gülen gibilerinin foyası sırıtmaya başlamıştı.
“ABD Başkanı Obama Suriye ile ilgili kararını açıklamadan dört saat önce İsrail Başbakanı
Netanyahu’yu aradığı anlaşılmıştı! İlgili haberde “Bilgilendirdi” şeklinde aktarılmıştı. Obama’nın açıklaması
oldukça sıradan bir açıklama olduğuna göre, Netanyahu’ya neyin bilgisini verdiğini merak etmek lazımdı!
Aklımıza önce acaba “İzin mi aldı?” sorusu takılmıştı. “Ben Suriye’ye havadan saldırmak istiyorum, ne
dersiniz” diye sormuşta olabilirdi! Netanyahu’nun ABD Kongresi üzerindeki nüfuzunu kullanmasını da
istemiş olabilirdi!” tespitleri haklıydı.
“ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın inişli-çıkışlı seyir izleyen ve “kararsızmış” gibi bir görüntü
sunan dış politikasında şahinleşen tavrı onu Mesih zanneden İslamcıları şaşırtmıştı. “Değişim” sloganıyla
iktidara gelen “Nobel Barış Ödülü”sahibi Obama’daki bu önemli dönüşüm, özellikle Türkiye ve “Yeni
Ortadoğu” bağlamında hayal kırıklığına yol açmıştı. Obama’nın ikinci döneminde farklı bir “Yeni Ortadoğu” ve
“Yeni Türkiye” hesapları artık iyice ortaya çıkmıştı. “Türkiye Modeli” üzerinden bölgeyi dönüştüreceği
zannedilen ABD’nin “Yeni Ortadoğu” yapılanması üzerinden Türkiye’yi yeni bir değişim ve dönüşüme
zorladığı anlaşılmıştı.
Suriye’ye bir kara harekâtının şerefi(!) AKP’ye mi bırakılıyordu?
Evet, Ortadoğu ve Türkiye yeni bir döneme doğru kaymaktaydı ve buradaki diğer önemli kırılma
noktası da Suriye operasyonu bağlamında Obama’nın takındığı farklı tavır olarak karşımıza
çıkmaktaydı. Düne kadar Türkiye’nin tezlerini, gerekçelerini ve taleplerini dikkate almayan
Obama’nın, bu sefer Türkiye’yi Suriye’ye müdahaleye kışkırtması, fakat bir yandan da Erdoğan’ı
dışlıyor tavrı takınması dikkatlerden kaçmamıştı. Acaba Türkiye, yeni oyunun dışında tutulmaya ve
Suriye meselesine “sakın karışma” demeye mi çalışılmaktaydı; yoksa asıl askeri müdahale
Türkiye’ye mi bırakılmaktaydı? Ya da Suriye krizi ile iyice manevra alanı daraltılmaya başlanan
Türkiye’de daha derin krizler çıkarma hazırlığı mı yapılmaktaydı?16 Üç yıl önce ABD Siyonist düşünce
kuruluşlarında, hazırlanan similasyonlarla gösterime sunulan ve Türkiye’nin Suriye batağına
sürüklenmesini amaçlayan:
15 maliguller@aydinlik.com
16 Mse2009@yahoo.com
44
1- Suriye’de iç savaş çıkartılıp, Türkiye tedirgin edilmeye çalışılacak…
2- Bu yetmezse yüzbinlerce Mülteci Türkiye’ye sığınıp sorunlara yol açacak…
3- Bu da olmazsa, Suriye Türkiye sınır il ve ilçelerinde çok ölümlü patlamalar gerçekleştirilip
sucu Esad rejimine yıkılacak ve mutlaka Türkiye’nin Suriye’ye askeri müdahalesi sağlanıp, bu ülke
suçlu ve saldırgan konuma sokularak savaş açılacak!.. Planları tek tek uygulanmaktaydı…
45
AKP'NİN VE CEMAATİN ORTAK TAHRİBATLARI VE GEZİ
KIŞKIRTMALARININ PERDE ARKASI
DİYARBAKIR BULUŞMASI
VE
HÜKÜMET-CEMAAT KAPIŞMASI
Barzani Diyarbakır’a gelmeden önce ABD Başkan Yardımcısı Yahudi Siyonist
Joe Biden ile görüşüp talimat almıştı. Ardından Bülent Arınç Joe Biden’le görüşmek
üzere ABD’ye çağrılmıştı.
“Ben sadece (sıradan) bir bakan değilim! Ben bir yerde bulunuyorsam, sadece bir makam işgal
eden bir bakan olduğum sanılmamalıdır!”
“Benim aynı zamanda bir özgül ağırlığım vardır!”
“Benim bu özgül ağırlığım başkalarından farklıdır!”
“Ben partinin görüşlerini, düşüncelerini, geçmişini, bugününü ve geleceğini temsil eden bir
insanımdır!”
“Ben Meclis Başkanlığı yapmış adamımdır!”
“Ben demokrasi noktasında, özgürlükler noktasında kendimi, ailemi siper etmişim! Ben
gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim! Ben kum torbası yapılacak biri değilim! Birileri beni
yıpratmamalıdır!”
Çıkışlarıyla “dobra”lık rolü oynayan Bülent Arınç bile, tıpış tıpış Recep
Erdoğan’la birlikte Diyarbakır’a koşmuşlardı. Bunların bütün şerefleri, makamları ve
çıkarlarıydı.
“Eğer Çözüm sürecindeki adımlara rağmen Güneydoğu’da AKP değil de BDP oylarını artırırsa o
zaman batıdaki seçmenin gözünde Erdoğan zor duruma düşecekti. Seçimlerden sonra başlayacak bir anti-
Kürtçü dalga ile Cumhurbaşkanlığı seçilmesi bile riske girebilirdi. Bu nedenle Erdoğan çok kritik bir adım
atarak Barzani’yi Diyarbakır’a çağırdı ve programına dâhil etmişti. Böylece Erdoğan Diyarbakır halkına sıcak
mesajlar vermeyi umuyordu. Hatta Şivan Perwer de bu nedenle davet edilmişti. Böylece seçmenin gönlünü
kazanmak istiyordu. Zaten her seçim arifesinde Şivan Perwer’e bir davet gider, seçimden sonra konu
unutulurdu. Bu strateji ne kadar tutar o ayrı meseleydi.
Barzani’nin davetini zamanlama açısından önemli kılan ikinci konu çözüm süreciydi. Çözüm sürecinde
çatlakların olduğu, özellikle Kürtlerin giderek süreçten umutlarını kestikleri bir sır değildi. Kürtler nisan mayıs
aylarında, ‘ne zaman barış gelecek’ diye beklerken şimdi ‘ne zaman savaş çıkacak’ diye korkuyordu.
Erdoğan PKK’dan ve Öcalan’dan umduğunu bulamamıştı. İşler istediği gibi gitmiyordu. Ancak gelinen bu
süreçte geriye de dönemeyeceğini biliyordu. Bu nedenle çözüm sürecindeki çatlakların bir an önce üstünün
sıvanarak kapatılması gerekiyordu. En azından seçimlere her tarafı çatlamış, dökülen bir süreçle girmek
istemiyordu. Bu çatlakları kapatmanın en kolay yolu da Barzani’yi getirip Kürtlerin önüne çıkarmaktı.
Çatlakları Barzani sıvasıyla kapattıktan sonra üstüne de Şivan Perwer geldi mi sıvalı yerleri parlatır, ortaya
“yepyeni” bir çözüm süreci çıkardı. Ayrıca Erdoğan Barzani’yi Diyarbakır’a çağırarak Öcalan’a “sen yoksan
Barzani var, yoluma Barzani ile devam ederim, Kürtlere lider olarak onu sunarım” mesajı veriyordu.
Barzani ile Öcalan arasındaki liderlik çekişmesi bilinen bir durumdu. Bu açıdan Başbakan’ın takdimi ile
Kürtleri selamlayacak Barzani için Diyarbakır ziyareti bulunmaz bir fırsattı. Öcalan’ın partisi Kuzey Irak’ta bin
46
oy bile alamazken Barzani’nin Diyarbakır’dan alacağı sempati kuşkusuz Öcalan için anlamlı bir kayıp
olacaktı.
Öcalan karakterinde biri Barzani’nin Erdoğan ile halkı selamlamasını kıskanarak, hatta çatlayarak
seyredecektir. Hatta buna karşılık bir cevabı da olur Öcalan’ın. Nitekim daha önceki beyanlarında
‘yapabiliyorlarsa barışı Barzani ile yapsınlar, kanı durdursunlar’ diye meydan okumuştu. Şimdi
Öcalan’dan ve PKK’dan benzeri bir çıkış beklenebilirdi.” şeklindeki yorumlarda elbette haklılık payı vardı.
Ama bütün bu girişimlerin ABD planı ve talimatıyla yapıldığı gerçeği özenle dikkatlerden saklanmaktaydı.
Rothschild’in ortak olduğu Türk şirketi Genel Enerji’nin Kuzey Irak-Türkiye
arasındaki 240 kilometrelik boru hattı tamamlanmıştı:
2013 Aralık başında ilk petrolün bu hattan Türkiye’ye geleceği belirtiliyor, bu yolla günlük 400 bin varil
petrol taşınacağı söyleniyordu. Diyarbakır’daki Erdoğan-Barzani zirvesinin sürpriz ayağının enerji işbirliği
olacağı anlaşılıyordu. Görüşmelerde, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nden Türkiye’ye petrol akıtacak boru
hattıyla ilgili tarih üzerinde kesin mutabakata varılmıştı. Kürt bölgesinden başlaması beklenen petrol akışı için
boru hatlarının kapasitesi artırılmıştı. Milliyet'te yer alan habere göre; Kürt petrolü Zaho’dan geçerek,
Türkiye’ye Silopi üzerinden gireceği belirtiliyordu. Edinilen bilgiye göre bu hat Genel Enerji’nin kontrol ettiği
Taq Taq ve Tawke petrol sahasından çıkarak, Zaho-Fishabur üzerinden Türkiye sınırına kadar gelecek ve
Silopi yakınlarından Kerkük-Yumurtalık boru hattına bağlanacaktı. Kerkük-Yumurtalık boru hattında da artan
petrol sevkiyatı için genişletme çalışmaları da tamamlanmıştı. İlk aşamada günde 400 bin varil petrol akması
planlanan hattan 2015’te günde 1 milyon varil, 2019’da ise günde 2 milyon varil petrol akacaktı. Mehmet
Emin Karamehmet ve Mehmet Sepil’in kurduğu sonradan Nat Rothschild’in ortak
olduğu Genel Ereji, Londra’da borsaya kote bir şirket ve Kuzey Irak’ta bu alanda en
büyük oyuncuların başında geliyordu. Kuzey Irak bölgesi günde yaklaşık 350 bin varil petrol
üretiyor ve kendi açıklamalarına göre üretimin 2015’e kadar günde 1 milyon varile çıkarılması umut ediliyor.
Yerel hükümet bu petrolün 210 bin varilini ihraç ediyordu.
Barzani’den ne alınmış, ne satılmıştı?
Dikkate değer bir teoriye göre, Abdullah Öcalan ve örgütü 1970’li yıllarda
aslında Türk derin devletinin inisiyatifiyle Barzani’nin bölgedeki Kürtler üzerindeki
etkinliğini kırmak amacıyla ortaya çıkarılmıştı. Şimdi Öcalan’ın kurmuş olduğu yapıyı
çözmek için ABD ve İsrail’in has adamı Barzani’ye müracaat edilmesi derin irtibatı
ve talimatları hatırlatmıştı. Ama bu ilk defa yapılmamış, PKK saldırılarının tırmanışa
geçtiği 1990’larda Barzani ile Talabani’ye Türk pasaportu bile çıkartılmıştı. Daha
sonra köprülerin altından başka sular akmış, Barzani ve Talabani bazen birlikte
bazen ayrı ayrı ve bazen birbirleriyle de çatışarak Öcalan’la geçici ittifaklar
kurmaktan geri durmamışlardı. Bugünkü konjonktürde ise Barzani Türkiye’ye
muhtaç durumdaydı. Çünkü merkezi yönetim karşısında hem özerkliğini korumak
hem de topraklarından çıkan petrolü istediği şartlarda satabilmek için himayesine
sığınabileceği Türkiye’den başka bir ülke bulunmamaktaydı. Uzaktaki büyük
güçlerin himayesi bu noktada yetersiz kalmakta ve ABD planıyla AKP iktidarı
devreye sokulmaktaydı.
“Diğer yandan Türkiye’nin de Barzani ile iyi ilişkileri içinde olması kendi çıkarına. Hem bölgenin
petrol gelirinden Türk ekonomisinin de pay alması hem de PKK’nın nüfuzunu sınırlayacak bir Kürt
otoritesinin mevcudiyeti Ankara’nın bölge siyaseti açısından önem taşıyor” yaklaşımları ise Siyonist
patronlara piyonluk yapıldığını saklama amaçlıydı.
Diyarbakır çıkarması Türkiye’yi Sudan yapma hazırlığı mıydı?
(Barış ve çözüm süreci, birlik ve kardeşlik dönemi” gibi kılıflara sarılan Diyarbakır
görüşmelerine karşı) Bizim, Sudan’da olup bitenleri hatırlatmamız lazımdır. Sudan’da yaşananlarla
Türkiye’de yaşananları yan yana koyup bir mukayese edildiğinde görülecektir ki aynı süreçler orada
47
da yaşanmıştır. Sonunda Sudan bölünüp parçalanmıştır. Küresel güçlerin kontrolünde gerçekleşen
Sudan örneği hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Orada da ayrılıkçı terör hareketleri uzun bir
sükûnet ve hazırlık döneminden sonra 1983 yılında Albay John Grang liderliğinde yeniden
kışkırtılmıştır. Sudan çok acı çekmiş, yüz binler hayatını kaybetmiş, ülke ekonomisi çökmenin eşiğine
gelip dayanmıştır. Ardından terörist liderle resmi görüşmeler başlatılmış, militanlara hükümette
bakanlık ve devlet kadroları ayrılmıştır. Bunların hiç biri yeterli olmamış ve şu tavizler verilerek Sudan
parçalanmıştır.
2005 yılında Kenya’nın başkenti Nairobi’de Afrikalı 20 devlet ve hükümet başkanı önünde ve
dönemin ABD dışişleri bakanı Colin Powel’in nezaretinde teröristlerle sözde ateşkes imzalanmıştı.
Ateşkes anlaşması; bölgeye özerk yönetim, 6 yıl sonra bağımsızlık referandumu ve bu süre
içinde ayrılıkçı lidere Cumhurbaşkanı yardımcılığı gibi şartlar taşımaktaydı.
Anlaşma gereği, John Grang Sudan Cumhurbaşkanı birinci yardımcılığına atanmıştı.
Terörist Grang yeni görevinde bir ayını doldurmadan geçirdiği helikopter kazasında hayatını
kaybedince, aynı göreve Grang’ın yardımcısı Salva Kiir taşınmış, ama iç ve dış taleplerin ardı arkası
kesilmemiş, teröristler bir türlü tatmin olmamıştır.
Sonunda 9 Ocak 2011 de yapılan halk oylamasında bölünme kararı çıkmıştır.
9 Temmuz 2011 de saat 10.45’te Güney Sudan parlamento başkanı James Wani Lagga
bağımsızlık beyannamesini okumuş ve Sudan resmen ikiye ayrılmıştır.
Lütfen dikkat buyurun! Aynı tarihlerde Irak’ta Celal Talabani ABD tarafından Irak
Cumhurbaşkanlığına taşınmıştı. Mesut Barzani için de Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi
Başkanlığını uygun bulmuşlardı. Türkiye’de bölgesel olayların artması, çözüm çalışmalarının
gündeme oturması ve İmralı’yla pazarlıkların aynı dönemde yapılmaya başlaması sadece bir rastlantı
mı sayılmalıydı?”17
Ve şimdi Türkiye’de aynı süreç adım adım uygulanmaktaydı.
Amerika, Libya'ya el atmış ve orayı da 2. Irak yapmaya başlamıştı!
ABD, Libya’ya el attıSon dönemde dış kaynaklı fitne sonucu şiddet olaylarının arttığı Libya’daki
çatışmaları kendi lehine çevirmek isteyen ABD önemli bir adım atmış, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un,
Libyalı 7 bin askere özel eğitim vereceği açıklanmıştı. ABD, Libyalı 7 bin askere ‘özel eğitim’ vermek için
anlaşma imzalamıştı. ABD Özel Operasyonlar Komutanlığı’nın başında bulunan amiral William McRaven,
ABD’nin Kaliforniya eyaletinde katıldığı bir seminerde bunları açıklamıştı. Libya’nın başkenti Trablus’ta milis
güçlerinin protestoculara saldırısı sonucu 48 kişi hayatını kaybetmişti. Libya Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan
açıklamada, Misrata Kartalları Tugayı adlı milis güçlerinin kentten çıkmasını talep eden göstericilere ateş
açılmıştı. Militanların ateşi sonucu 32 gösterici ölürken 300’den fazla kişi de yaralanmıştı. Evet, demokrasi
bahanesiyle Irak’tan, sonra şimdi de Libya cehenneme çevrilmiş bulunmaktaydı.
Dershane savaşlarının perde arkası
Milli Gazete’nin “Şeytan ayrıntıda” başlıklı haberini hatırlayalım:
Ortalık dershanelerin kapatılması tartışmalarıyla toz duman iken, aynı taslakla azınlık okullarının
önünü açan bir düzenleme gözlerden kaçıyordu. Kavga, Özel Eğitim Kurumları’ndan dershanelere
odaklanırken, aynı kanunda yapılması düşünülen bir değişiklikle gayr-i müslim azınlık okullarında Müslüman
çocukların da okuyabilecek olmasının önü açılmaya çalışılıyordu. Eğitim meselesinin bir teferruatı olan
dershane için fırtınalar koparan taraflar esas tehlike olan Müslüman çocuklarına gayr-i müslim azınlık okulları
kancasını nedense görmüyordu!?
Bu düzenlemenin o taslağa nasıl girdiğini anlamak için “27 Aralık 1949 tarihinde, yani İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanlığı döneminde, çocuklarımızın eğitimi resmen Amerikalılara teslim edildiğini bilmemiz
gerekiyordu. ABD ile imzalanan ikili anlaşma gereği, sekiz kişiden oluşan bir Eğitim Komisyonu kurulmuştu.
17 Sadrettin Karaduman, Milli Gazete
48
Bu komisyonun adı Fulbright Eğitim Komisyonuydu. Sekiz üyeden dördü Amerikalı, dördü de Türk’tü. Bu
Komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programlarını
belirlemek oluyordu ve dindar AKP dâhil, o günden beri bu kurul hiç değişmiyordu ve yeni düzenlemeleri
bunlar yapıyordu.
Şimdi AKP’nin ta 2009 yılında, 2014 için hedef olarak koyduğu planla, dershaneleri kapatmak değil,
“dershane sahiplerini özel okula dönüşmeye teşvik etmek ve sınav sisteminde değişikliklere
gidilerek öğrencilerin test-tost ikileminden nasıl çıkarılacağının tedbirlerini aramak” bahanesiyle,
gençliğin fikren Hıristiyanlaştırması tuzakları kurulmaktaydı. ABD güdümlü Fulbright Komisyonu’nun
teşvikiyle, üniversite imtihanlarında çıkacak soruların yanıtları liselerde öğretilmeyip, bunlar Fetullahçıların
hâkim olduğu dershanelerde verilecek, gençlerimiz imtihanları kazanmak için bunlara mecbur ve mahkûm
bırakılmaktaydı.
Dershaneler için topyekûn savaş başlatan Cemaat, daha önce hapse tıktırdığı Cübbeli hocayı TV
ekranlarına çıkartıp ana haberde 15 dakika konuşturmuşlardı. Dershane savaşında cemaat yayın organları
ile konuyu zirvede tutmaya çalışmaktaydı. Cübbeli Ahmed Hoca'yı dahi ekrana çıkaran STV haber, bültenin
15 dakikasını bu özel röportaja ayırmıştı.
Cübbeli hoca konuşmasında 'ne şiş yansın ne kebap' tutumunu takınmış, ancak 'dershaneler
kapatılmasın' sözünü net bir şekilde belirterek tarafını Cemaatten yana kullanmıştı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Müslüman kanıyla İslam coğrafyasında sınırlar
çizen ABD ile ilişkilerine sınır koyamamıştı!
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, AKP dönemindeki, “Türkiye-ABD ilişkisi”ni sınırsız olarak
vasıflandırmış ve zaman mefhumuna sığdıramamıştı. İki ülkenin model ortaklığının “sonsuza kadar”
süreceğini açıklayan Davutoğlu, Kerry’nin Türkiye denetimlerinden oldukça memnun olacak ki, espriler
eşliğinde Siyonist Yahudi’ye övgüler yağdırmıştı. Davutoğlu’nun ilişkilerine sınır çizemediği “stratejik
müttefiki” Amerika; Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de ve nice İslam coğrafyasında Müslüman kanıyla sınırları
bozmaktaydı.
“Her hafta görüşürüz” demek “Kerry’e bilgi sunarım” itirafı mıydı?
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Washington’daki temasları çerçevesinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry
ile baş başa ve heyetler arası görüşmeler yapmıştı. Kerry ile birçok farklı ortamda çok kez bir araya
geldiklerini, bazı zamanlarda her hafta telefon görüşmesi yaptıklarını belirten Davutoğlu, Kerry’nin Ortadoğu
barış sürecinden İran’la angajmana kadar uzanan konularda çok aktif ve dinamik bir diplomasi izlediğini
hatırlatmıştı. Davutoğlu, Kerry’ye hitaben, “Bölgemize kaç defa geldiniz artık bilmiyorum. Tarihteki en hızlı
hareket eden ABD dışişleri bakanısınız” esprisini(!) yapmıştı.
“Türkiye’ye minnettarız, güvenimiz tam” diyen Siyonist Kerry, AKP’den çok razıydı!
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ise ABD-Türkiye ilişkilerinde her unsurun güven üzerine kurulu
olduğunu belirterek, “Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler güçlü. Kimse buna mani olmayı deneyemez
ve bu ilişkilerin sağlamlığını sorgulayamaz. Bazı dönemlerde anlaşmazlıklar olabilir, bu normaldir.
Dostların, birbirlerinin konuları ele alma şekline saygı gösterdikleri müddetçe anlaşmazlıkları olabilir.
Bu ilişkilerin ilerlemesi konusuna güvenim tam. Türkiye’nin birçok konuda bizimle birlikte
çalışmasından minnettarız” diyerek hizmetkârlarına minnettarlığını aktarmıştı. Şimdi Fetullah
cemaatinin de, Erdoğan iktidarının da, aynı ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin
güdümünde olduğunu bilenler, aralarındaki kapışmanın basit çıkar hesaplarından ve
etkinlik kavgasından ibaret olduğunu anlamakta zorlanmayacaktı.
CFR’nin hizmetkârları: Hükümetle Cemaat aynı zihniyeti taşımaktaydı!
Sn. Abdullah Gül ve Sn. Recep Erdoğan’ın desteği ile Dünyanın en etkin ve en karanlık
yapılanmasının Türkiye ayağının kurulduğunu önce Milli Çözüm Dergimiz açıklamıştı.
Siyonizm’in en güçlü lobisi ve derin yapılanması olan Council on Foreign Relations (CFR) Dış İlişkiler
Konseyi’nin Türkiye ayağı da oluşturulmuştu. Yapı Kredi Plaza D Blok’ta faaliyetlerini sürdüren bu kurum,
49
Türkiye’de Global İlişkiler Forumu (GİF) adı ile örgütleniyordu. GİF, CFR’ın “Konseyler Konseyi” olarak
nitelendirdiği yapılanmanın Türkiye ayağını teşkil ediyor ve CFR Turkey olarak tanımlanıyordu. Global
İlişkiler Forumu (GİF) 285 kişilik oldukça kapsamlı bir üye listesine sahip bulunuyor, Fetullahçı ve AKP
yandaşı nice patronlar üye oluyordu.
CFR, Siyonizm’in dünya hâkimiyeti için çalışmaktaydı!
American Airlines, American Express, BMW of North America, Chevron Citibank, Coca-Cola, Ford
Motor Company, General Electric, General Motors, Hilton Hotels, IBM Corporation, J. P. Morgan &Co.,
Mitsubishi, New York Times, Pepsi Co, Phillips Petroleum, Siemens Corporation, Sony Corporation ve
Toyota Motor Corporation gibi binlerce marka ve şirketin üye olduğu CFR, New York’ta 29 Temmuz 1921’de
kurulmuştu. CFR, Piramit, Süleyman mabedi, tek hükümetli dünya, Sion’un oğullarının vaat edilmiş birleşik
krallığı, evrensel kardeşlik gibi fikirleri savunan gizli cemiyetlerin bu ideolojisini ilk harekete resmi olarak
geçiren kuruluştu. Councel of foreign Relations CFR yani Dış İlişkiler Konseyinin Türkiye ayağı olan Global
İlişkiler Forumu’nun(GİF) Başkanı Rahmi Koç, konuşmasında ünlü Siyonist yapılanmanın Türkiye ayağını
oluştururken aldıkları yardımı ise şöyle açıklıyordu; “GIF’i kurmadan evvel, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın
Başbakan, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ve
Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Zafer Çağlayan ile konuyu görüştük ve öncelikle onların icazetlerini
aldık.”
Yahudi ve dönmelerle birlikte dindar muhafazakârlar da CFR listesinde yer almıştı!
Dünyanın en derin ve en etkili Siyonist yapılanmasının Türkiye ayağındaki muhafazakâr isimler
de oldukça dikkat çekiyordu. ÜLKER markalarının bağlı olduğu Yıldız Holding’in Yönetim Kurulu
Başkanı Murat Ülker ile yine Yıldız Holding’in Başkan Yardımcısı Ali Ülker’in de aralarında bulunduğu
Cemaat ve Hükümete yakın çok sayıda muhafazakâr (!) isim listede yerlerini alıyordu. Council on
Foreign Relations, CFR – Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı olan CFR Turkey’in 285 isimden
oluşan listesinde ise oldukça şaşırtıcı isimler bulunuyordu. Doğan Holding adına Hanzade Doğan
Boyner, Eczacıbaşı Holding adına Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Coca Cola Yönetim
Kurulu Başkanı ve CEO’su Muhtar Kent, Profilo’dan Yönetim Kurulu Başkanı Kerim Kamhi, UEFA
Başkan Yardımcısı Şenes Erzik, Alarko Şirketler Topluluğu’ndan Leyla Alaton, Odalar ve Borsalar
Birliği’nden Rifat Hisarcıklıoğlu, Tekfen Holding’den Yönetim Kurulu Başkanı Feyyaz Berker, Yılmaz
Büyükerşen, Tarhan Erdem, Ayşe Kulin, İlber Ortaylı, Altan Öymen ve Gazeteci Yazar Sami Kohen de
CFR’nin listesinde arzı endam ediyordu.
Dünyayı ekonomik ve siyasal açıdan yönetmek için kurulan ve Siyonizm’in hizmetinde olan CFR’nin
Türkiye’deki faaliyetini afişe eden Milli Gazete, CFR’nin Türkiye kolu Global İlişkiler Forumu merkezinin yerini
fotoğraflamıştı. Türkiye’nin ekonomik açıdan ABD’ye bağımlılığı için çalışan “CFR Turkey”in kurucuları
arasında yer alan isimler in çoğu Milli Görüş ve Erbakan gıcıklığından tanıdık insanlardı. Daha da ilginç olan
bir diğer husus ta Global İlişkiler Forumu ile İsrail Başkonsolosluğu’nun aynı çatı altında bulunmasıydı.
Dünyanın en derin yapılanmalarından biri olan CFR, (Council on Foreign Relations-Dış İlişkiler Konseyi)
hızla büyüyerek Türkiye’de de kurulmayı başarmıştı. Bir dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da
konuk olduğu CFR adlı kuruluş, dünyayı yönetme arzusundaki Siyonizm’in gözle görülebilir en önemli
yapılarındandı. Yapı Kredi Plaza D Blok’ta faaliyet gösteren bu kurum Türkiye’de Global İlişkiler Forumu
(GİF) adı ile örgütlenerek “CFR Turkey” olarak tanımlanmıştı.
“Refah Partisi ikiye bölünsün, üçe bölünsün, ezilsin” diyenler CFR’ci çıkmıştı!
Council on Foreign Relations, CFR – Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ayağı olan CFR Turkey’in 285
isimden oluşan listesinde ise oldukça şaşırtıcı isimler bulunmaktaydı. Dünyanın en derin ve en etkili Siyonist
yapılanmasının Türkiye ayağındaki muhafazakâr isimler arasında din düşmanlığıyla tanınan eski Kültür
Bakanı Talat S. Halman da yer almaktaydı. Talat Halman, bir zamanlar “Refah Partisi ikiye bölünsün, üçe
bölünsün, ezilsin, yok edilsin, moleküllere ayrılsın” diyecek kadar arsızlaşıp azgınlaşmıştı.
50
AKP İslam’ı değil, Batı’yı referans almaktaydı
AKP Genel Başkan Yardımcısı Mevlüt Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, AKP’nin artık
küresel bir parti haline geldiğini açıklıyordu. Dünyanın birçok ülkesinden partilerini araştırmak için
öğrencilerin geldiğini anlatan Çavuşoğlu, “Bizi İslami parti zannediyorlar. Biz, İslam’ın bir siyasi partiyle
özdeşlemesine karşı olduğumuzu söylüyoruz” şeklinde konuşmuştu. Çavuşoğlu’nun açıklamaları sadece
kendi görüşünü ifade etmiyor; Başbakan Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan yardımcısı Arınç da
“İslamcı parti”, “Dinci parti” tanımlamalarına şiddetle karşı çıkıyordu.
“Kökenleri İslâm’da olan bir parti değiliz” sözleri gerçeğin ilanıydı!
Başbakan Erdoğan 4 Mayıs 2008 de Newsweek dergisi ile yaptığı söyleşide şu açıklamaları
yapıyordu: “Batı’da AKP, her zaman “kökleri İslam’da olan bir parti” olarak gösteriliyor. Bu doğru
değil. AKP, sadece dindar insanlar için bir parti değil, biz ortalama Türk’ün partiyiz.”
ABD Başkanı Barack Obama ile Beyaz Saray’daki görüşmesinin ardından Johns Hopkins
Üniversitesi’nde bir konuşma yapan Erdoğan: “Bizim parti, asla İslamcı bir parti değildir. Türkiye
cumhuriyeti içinde yeni Osmanlıcılık akımı yok. Yakıştırmadır. Eksen kayması gibi yakıştırmalar
yapanlar, şu andaki iktidarı gölgeleme çabasındadır” sözlerini sarf ediyordu.
“Ben siyasal İslam’ı kabul etmiyorum” çıkışları!
Le Figaro gazetesine konuşan Erdoğan, “Kendinizi ılımlı İslamcı bir parti olarak görüyor musunuz?”
şeklindeki soru üzerine “Biz kendimizi böyle tanımlamıyoruz. Avrupa’da Hıristiyan Demokrat Partiler
var. Ben siyasal İslam’ı kabul etmiyorum. AK Parti İslamcı bir parti değildir.” diyordu.
“50 defa söyledik, AKP dinci değildir” çırpınışları!
Bülent Arınç da gazetelere yansıyan bir ifadesinde “Bazıları hala sersem sersem ‘AKP dinci bir
partidir, İslami kökenli bir partidir’ diye konuşuyor. Hayır. 50 defa söyledik. 51’inci defa söylüyorum.
AKP dinci bir parti değildir” şeklinde çıkışıyordu.
“Türkiye’yi İslâmlaştırmak istesek AB ile yakınlaşmazdık” itirafları!
ABD’deki Newsweek dergisinde 14 Mayıs 2007 tarihinde yayınlanan Fareed Zakaria imzalı
“demokrasi için sessiz dua” başlıklı makalede, Zakaria’nın Gül’e sorduğu soruya Abdullah Gül: “Türkiye
tarihinde bu ülkenin AB’ye üye olabilmesi için diğer siyasi partilerden daha fazla çalıştık. Ekonomiyi
serbest hale getiren ve insan haklarını güçlendiren yüzlerce yasayı meclisten geçirdik. Eğer
Türkiye’yi İslamlaştırmak istiyorsak neden bunları yaptık?” ifadeleri gerçek yüzlerini ortaya koyuyordu.
“İslami siyasi partileri sevmiyorum” diyerek aslını inkara mı kalkışmıştı?
Gül’ün “Biz İslami bir parti değiliz. Din, bireylerin meselesi, siyasetin değil. Türkiye anayasası
laik bir devletten söz ediyor ve biz bunu kabul ediyoruz. Ben İslami siyasi partileri sevmiyorum.”
görüşünü dile getirdiği belirtiliyordu. Böylece aslını ve inancını inkâr ediyordu.
Ve sonunda Recep Bey Hürriyet Gazetesi’ne: “İlk ve son defa konuşuyorum; Ben muhafazakâr bir
demokratım” deyip çıkıyordu.
Cemaat içi gizli kavganın yansımaları ve Dershane savaşlarının perde arkası!
Fetullahçı Önder Aytaç’ın 28.11.2012 tarihli yazısına göre:
Türkiye’de mevcut olan özel dershane sayısı 4500 civarında. Bunların ancak üçte biri (1/3)
kadarı ‘the cemaat’ ile irtibatlıydı. Geriye kalan üçte ikisinden (2/3) daha fazlası ise tamamen’ the
cemaat’ dışındaki özel yapıların ve kar amaçlı kuruluşlarıydı.
‘The cemaat’le irtibatlı olduğu farz edilen dershanelerdeki öğrencilerin çoğu, hem bu
dershanelerin eğitimde çok başarılı olduklarını, hem de bu eğitim kurumlarının ‘the cemaat’ ile
duygusal anlamda irtibatlı bulunduklarını gayet iyi biliyorlardı. Yani her gelen öğrencinin, the
cemaat’e dost olmasa bile, düşman olmaması bağlamında da, bu dershaneler önemli bir işlev
yapmaktaydı.
‘the cemaat’ ile gönül bağı olan bu dershanelerin vasıtasıyla kazanılan öğrenci sayısı,
abartılanların aksine çok değildi, ama önemli ve etkin rakamlardı. Çünkü bu dershaneler, kendi
51
öğrencilerinin 1 / 3’inden fazlasına özel rehberlik hizmeti sunmaktaydı.
Peki dershaneler Sn. Başbakan’ın direktifleri doğrultusunda komple kapatılınca ne olacaktı?
Malumunuz olduğu üzere, klasik iktisat teorisine göre; her talep kendi arzını da beraberinde
oluşturacaktı. Dershanelerin kapatılmasından sonra; siz isteseniz de - istemeseniz de eğer eğitim
sistemi böyle devam edecek olursa, yine ‘the cemaat’ evleri cazibe merkezleri konumuna taşınacaktı.
Böylelikle, şu aşamada ‘the cemaat’in piyasadaki % 30’lar civarında olan öğrenci potansiyeli
ve popülaritesi, birden % 70 – 80’lere doğru fırlayacaktı. Ve tabi ki bu özel dersler de, dershane yerine
ikame edilecek olan minyatür dershaneciklere dönüşmüş olacaktı.
Cemaat içi kapışma ve ayrışma mı yaşanmaktaydı?
Bazılarına göre Hanefi Avcı'nın, Nedim Şener'in ve Ahmet Şık'ın tutuklanmasının tek sebebi
vardı. O da Gülen Cemaati içinde uzun zamandır yaşandığı bilinen iç çatışmaydı!
Aslında Avcı da Gülen Cemaati'nin eski bir üyesi, polis teşkilatında, yıllar önce cemaat
yapılanması başlatan meşhur Kemalettin Özdemir'in sağ kolu sayılırdı. Çatışmanın çıkma sebebi
ise birkaç yıl önce Özdemir'in yerine, camiada 'Kozanlı Ömer' olarak bilinen Osman Hilmi Özdil'in
oturtulmasıydı. Bu adamın, Özdemir'e bağlı ekibi pasifize ettiği konuşulmaktaydı. Bunların
arasında Avcı da vardı. Hatta Sabri Uzun ve Emin Aslan da bunlar arasındaydı. İşte bu ekip
Özdemir'den yana tavır koymuşlardı.
Aslında bu kavga alttan alttan yürürken gün yüzüne çıkmasına neden olan şey Nedim
Şener'in yazdığı, 'Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları' adlı kitabıydı. O kitapla Kemalettin Özdemir
ve Avcı müthiş bir operasyona imza atmıştı. Evet. Hrant Dink cinayetindeki suiistimaller olduğu gibi
ortaya çıkarılmış, ama aynı zamanda polis teşkilatının yeni egemeni Kozanlı Ömer ve ekibi de
dağıtılmıştı. Bunun üzerine kavga daha da alevlenmiş, karşılıklı operasyonlar başlamıştı.
En sonunda Avcı kellesini ortaya koyarak 'Haliç'te Yaşayan Simonlar' kitabını çıkarmıştı. Avcı
önce Devrimci Karargâh diye uyduruk bir örgüte üye olduğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Derken Gülen
Cemaati'nin polis teşkilatındaki örgütlenmesini 80'li yıllardan alarak 'İmamın Ordusu' adını verdiği
kitapla deşifre eden Ahmet Şık yakalanmıştı. Çünkü onun da bu kitabı yazarken o kanattan destek
aldığı konuşulmaktaydı. Bütün bunlar Gülen Cemaati içinde sert tartışmalara ve ayrışmalara yol
açmıştı.18
Daha sonra İstanbul’daki yolsuzluk operasyonlarıyla açığa çıkan Hükümet-Cemaat
kapışmasının da, zannedildiği gibi bir ahlak-maneviyat davası değil, çirkin ve rezil bir
makam-menfaat kavgası ve rant sevdası olduğu anlaşılmış; “bunlar Siyonist patronların
piyonları ve ülkemize yönelik hıyanet planlarının figüranları mı?” soruları kafaları
kurcalamaya başlamıştı.
18 Sevilay Yükselir, 14 mart 2012
52
ERDOĞAN’A İNANMAK, AMERİKA’YA ALDANMAKTIR!
Başta ABD olmak üzere onun kuyruğuna takılanlar son günlerde hep bir ağızdan “Suriye
kimyasal silah kullanıyor” yalan balonunu üflemeye başlıyordu. ABD E. Dışişleri Bakanı Hillary
Clinton Brüksel’de yine aynı şeyleri tekrarlıyordu. Arkasından da, “ABD Türkiye’nin hava
savunma sisteminin güçlendirilmesi çalışmalarına katkıda bulunmayı kararlaştırdı“
deniyordu. “Suriye kimyasal silah kullanacak“ açıklaması müdahale için “en çürük” gerekçe
oluyordu. Herhalde Amerika’daki yalan merkezlerinin uydurma yetenekleri iyice kaybolmuştu.
Saddam kimyasal silah suçlamasına şu yanıtı veriyordu:
Irak işgali öncesinde Saddam’la dönemin AKP’li Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen görüşmesi sırasında
Irak Ticaret Bakanı Mehdi Salih Saddam’ın “Irak’ta kimyasal silah yok. Bunu en iyi Amerika bilir. Ama
ben ne yaparsam yapayım Amerika Irak’a saldıracak“ dediğini anlatıyordu. Gerçekten de Saddam’ın
dediği oldu. Amerika saldırıp, Irak’ı işgal ediyor ve bir gram bile kimyasal silah bulamıyordu. Zaten fazla da
aramadı. Saddam’ın dediği gibi Irak’ta kimyasal silah olmadığını en iyi o biliyordu. Ama kimyasal silah
gerekçesiyle yapılan saldırıda bir milyondan fazla Müslüman Iraklı katlediliyordu. AKP ise Kimyasal silah
iddialarını ve Saddam’ın füze rampalarını gerekçe göstererek, TBMM’den onay almadan Amerikan özel
kuvvetlerini Türkiye üzerinden Irak’a geçiriliyor, Erdoğan ABD askerlerinin sağ salim ülkelerine dönmesi için
dua ediyor, daha sonra da “Hani Irak’ta kimyasal silah vardı? Bunlar işgale bahane yapıldı!” diye hava
atıyordu.
Hayret, Erdoğan'dan Esad'a aynı şok suçlama geliyordu!
Şimdi Suriye’de de aynı yöntem izleniyor, “Esad kimyasal silah kullanacak“ iddiaları yine aynı
merkezden piyasaya sürülüyordu. Amerika’da o gün Powel vardı, şimdi Cohn Kerry. İşbirlikçileri de aynı AKP
ve aynı Erdoğan oluyordu. ABD'nin Suriye politikasını kökten değiştirecek kimyasal silah iddiasını bu
sefer Başbakan Erdoğan, gündeme getiriyordu. Başbakan, Suriye'de yaşanan çatışmalarda kullanılan
kimyasal silahların “Esed yönetimine bağlı güçler tarafından atıldığını” savunuyordu. Daha ilginci
Erdoğan “16 Mayıs'ta ABD'ye yapacağı ziyarette Obama ile kimyasal silah konusunu ele alacaklarını”
belirtiyordu. Başbakan Erdoğan, Japon Nikkei gazetesine verdiği röportajda, gündemdeki konuları
değerlendirirken, bunları söylüyordu. Böylece Başbakan’ın Beyaz Saray’a kabul edilme şartları da ortaya
çıkıyordu.
1- Hamas’ı İsrail’i tanımaya ikna etmek
2- Esad’ın kimyasal silah kullandığı yalanına resmiyet kılıfı geçirmek.
“Türkiye yüz binlerce Suriyeli mültecinin kendi topraklarına sığınmalarını insani bir şekilde
sağlamıştır. Türklerin bu sığınmacılar için kurdukları kamplar, yeterince para sağlandığı takdirde,
neler yapılabileceğini gösteren bir modeldir. Ancak Türkiye’nin, artarak devam etmesi muhtemel olan
mülteci akınının bedelini tek başına ödeme lüksü olmadığı gibi, kendisinden böyle bir şey beklemek
de doğru değildir” diyerek Suriye krizinin Türkiye için yarattığı sonuçları ve özellikle mülteciler meselesini
etraflıca inceliyordu. Rapordaki tespitler ve rakamlar, bu konudaki insancıl tutumu övülen Türkiye’nin nasıl
ağır bir sorumluluk yüklendiğini ortaya koyuyordu: Şu anda Türkiye, ülkelerinden kaçan 450.000 Suriyeliyi
barındırıyor. Hükümetin bunları geçici olarak yerleştirmek için harcadığı meblağ ise bir ile bir buçuk milyar
dolar arasında tahmin ediliyordu. Raporun Suriye’deki iç gelişmelerle ilgili değerlendirmelerinden çıkan
sonuç hiç de iç açıcı değildi. Bu çatışma durumunun daha aylar -belki de yıllar- sürmesi olasılığından söz
ediliyordu. Türkiye sürekli artan bu yükü (ki rapora göre sığınmacı sayısı iki veya üç misli artabilir) tek başına
çekmek zorunda bırakılıyordu. Bu sorunu halletmenin bir yolu, Suriye’nin Türk sınırına yakın bölgesinde,
mülteci kamplarının kurulmasıdır. Ancak ICG raporu, bunu “güvenlik faktörleri” nedeniyle pek mümkün
görmüyordu. Sizin anlayacağınız Türkiye bu sorunun yan sonuçlarına uzunca bir süre katlanmaya mecbur ve
mahkûm ediliyordu. AKP’li Hüseyin Çelik; “Kürtleri tatmin, Türkler’i de ikna etmek lazım” diyerek rolünü itiraf
ediyordu. AKP Genel Başkan yardımcısı Hüseyin Çelik, Erbil’de çözüm sürecine ilişkin konuşurken, Mesud
53
ve Neçirvan Barzani’ye bu çağrıda bulunuyordu.
Murat Karayılan Kürt televizyonuna konuşurken, Özetle 3 talep ortaya
atıyordu:
• Silah bırakmak için Öcalan'ın serbest bırakılmasını şart koşuyor
• PKK'nın uluslararası terör örgütleri listesinden çıkarılmasını istiyor
• TSK ve Emniyet’e bağlı Özel Kuvvetlerin lağvedilmesini talep ediyordu.
Karayılan, PKK'nın yeni söylemini de; "Yeni Türkiye, yeni Ortadoğu, yeni dönem!" olarak
açıklıyordu. AKP’li yetkililer: “Yeni anayasa PKK istedi diye yapılmayacak” diyerek, ağızlarındaki
baklayı çıkarıyordu. Çünkü Yeni Anayasayı, PKK’ya siyasi meşruiyet ve Kürdistan’a özerklik isteyen
dış odaklar dayatıyordu. AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın sözlerinden çıkan sonuç buydu. Sonunda
Yeni anayasa terörist PKK’nın silah bırakma şartlarından birine dönüşüyordu.
“(...) Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak, Kürt halkının inkârını sona erdirecek,
varlığını ve özgürlüğünü kabul edecek, tüm kimliklerin, inançların ve mezheplerin hak ve
özgürlüklerini garanti altına alacak, eşitliğini sağlayacak olan yeni demokratik bir anayasanın
yapılması hayatidir.” sözleri bunu gösteriyordu.
Terör örgütü PKK’nın Kandil sorumlusu Murat Karayılan yaptığı açıklamada, silah
bırakma sürecinin ‘ikinci aşama’sı olarak bunları söylüyordu.
Son zamanlarda Tayyip Erdoğan’ın, “aşama” kelimesini sık kullanmaya başlaması dikkat çekiyordu.
Herhalde elinde ayrıntılı bir proje bulunuyordu ve bunu “Küresel Kriz Grubu” hazırlıyordu. Projenin bundan
sonraki aşamaları, Murat Karayılan’ın açıklamalarıyla da kabak gibi ortaya çıkıyordu. “Federasyona dayalı
Yeni Anayasa” ve “Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması” şart koşuluyordu. Tayyip Erdoğan,
Türkiye’nin federasyona doğru götürülmesi konusunda ABD ve AB’nin tam desteğini aldığı anlaşılıyordu.
Tam da bu ortamda, Cemaatin Akil adamlarından Cemal Uşşak “Fetullah Gülen’in Türkiye’ye
dönmesinin şiddetle arzulandığını, ama bunun gerçekleşmesi için, önce demokratik bir yeni anayasa
yapılmasının şart olduğunu” açıklıyordu. Acaba Fetullah gülen şimdiki anayasaya göre kendisini
suçlu mu hissediyordu?
Oslo görüşmelerini cemaatin sızdırdığını söyleyen Murat Karayılan’ın iddiaları Fetullahçıları
panikletiyordu. Öcalan’ın avukatı İrfan Dündar ise KCK iddianamesinde yer alan ifadesinde, Oslo
görüşmelerini PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu’nun sızdırdığını söylüyordu.
Öcalan'ın Avukatı: “Karasu Sızdırdı” diyordu.
“Oslo görüşmeleri olarak bilinen paralel süreçte, PKK’nın kırsal alanında faaliyet yürüten üst
düzey örgüt mensupları olan Sabri Ok, Adem Uzun, Mustafa Karasu, Zübeyir Aydar, Nuriye Kespir ile
toplam 12 adet değişik yer ve tarihlerde görüşmeler yapıldı. Hatta bu görüşmelerin bazılarına ait ses
kayıtları basına sızdı. Benim bildiğim kadarı ile basına sızdırılan ses kayıtları Mustafa Karasu
tarafından yapılmıştı” Terör örgütü PKK’nın elebaşlarından Murat Karayılan, 2011’deki Oslo
görüşmelerinin sızdırılmasıyla Milliyet, Vatan ve Radikal gazetelerinde çıkan iddiaları: Acaba PKK üst
düzey yöneticisi Mustafa Karasu, aynı zamanda CIA ve Cemaatle de mi bağlantılıydı?” sorularını
gündeme taşıyordu.
Tam böyle bir süreçte, terörist İsrail Suriye’ye yönelik üst üste hava saldırıları
düzenliyor, Şam yakınlarındaki bilimsel araştırma merkezini ve diğer askeri tesislerini
vuruyordu. ABD Siyonist Yahudi lobilerinin kuklası Obama ise, bu saldırıları haklı buluyor,
İsrail’i destekliyordu. İsrail “Suriye’den Lübnan’a gönderilecek füzeleri” ve
“Kimyasal silah tehdidini” bahane etse de aklı ve vicdanı olan hiç kimse bu palavraları
yutmuyordu. Artık resmen ve fiilen Suriye’nin parçalanması ve BOP hedefine yaklaşılması
için; İSRAİL’İN, AKP’NİN, EL–KAİDE’NİN, Amerikancı ARAP Yönetimlerinin hep birlikte ve
aynı cephede Siyonizm’e hizmet ettiklerini ortaya koyuyordu. Ve tabi zalim ve hain Esed
güçleri de, en acımasız ve ahlaksız katliamlarıyla, bu şeytani cepheye mazeret ve meşruiyet
54
kazandırıyordu.
Bu şeytani planın Türkiye merkezi Hatay, askeri üssü ise Ürdün yapılıyordu. Vatikan’ın
başına oturtulan Arjantinli İtalyan Yahudi göçmeni Papa jorge Mario Bergoglio ise Arjantinli
Yahudi Haham’ı Abraham Skorka ile yazdığı kitapta (sabre El Cioloyla Tiearra – Cennette ve
yeryüzünde): “Osmanlı Türklerinin masum Ermenileri katlederek, Alman Nazilerinin ise,
mazlum Yahudilere karşı soykırıma girişerek, tarihin en vahşi ve şeytani kavimleri
olduklarını ispatladıklarını” yazma küstahlığında bulunuyor ve ellerindeki kanı, yüzlerindeki
karayı, bizim yüzümüze bulaştırmaya çalışıyor; ama daha önce “papalık misyonunun
basit bir parçası olmaktan gurur duyduğunu” söyleyen Fetullah Gülen’den hiçbir yanıt
gelmiyordu. Evet artık tarihi bir dönüşümle, hem Siyonist-emperyalist güçlerden, hem de
içimizdeki işbirlikçilerden, birlikte kurtulmak gerekiyordu
PKK-BDP-İsrail ilişkileri resmiyet kazanıyordu!
Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren İsrail, Arz-ı Mevud hayalini gerçekleştirmek için var gücüyle
çalışıyordu. Başlatılan yeni süreçle birlikte daha da pervasızlaşan Siyonistler, Türkiye sınırları içinde
Mavi Marmara şehitlerine bile dil uzatıyordu. BDP’nin Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah
Demirbaş’ın daveti üzerine şehre gelen Kudüs Mavesseret Tsion Belediye Başkanı Arie Shamam
yaptığı açıklamada: İsrail’in Mavi Marmara saldırısını, “haddini bilmez korsanlara karşı
meşru müdafaa hakkı” olarak değerlendiriyordu. Shamam’ın bu küstahlığına karşılık, BDP’li
Sur Belediye Başkanı ve arkadaşlarının ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü hepsi aynı tiynet ve zihniyet
taşıyordu.
Kudüs Mavesseret Tsion Belediye Başkanı Arie Shamam, diğer Siyonist Belediye
yetkilileri Yair Ramash, Haviv Levy ve Anges Casero, BDP’li Diyarbakır Sur Belediye
Başkanı Abdullah Demirbaş’ın daveti üzerine Diyarbakır’a geliyor, 4 gün boyunca
Diyarbakır’da kalan heyetler karşılıklı protokoller imzalıyor, görüşmelerde bulunuyordu.
Devletlerarasında sorunların olabileceğini anlatan Demirbaş, önemli olan halkların birbiriyle
kaynaşması olduğunu dile getiriyor ve Siyonist İsrail’e yağ çekiyordu. Diyarbakır’ın çok
kültürlü ve çok inançlı bir kent olduğunu anlatan Demirbaş, “Belediyelerimiz arasında,
kültürel, sosyal, kadın, çocuk ve gençlik konularında işbirliği ve çalışmaların yapılamasını
istiyoruz. Özgürlükler devletlere bırakılmayacak kadar değerlidir” diyerek ABD ve İsrail’in
himayesinde, bağımsızlık peşinde koştuklarını ifade ediyordu.
“Türkiye Devleti yüzünden çok acılar yaşadık” diyerek İsrail’in himayesine
sığınıyordu!
Diyarbakır’da Yahudilerin bir dönem yoğun olarak yaşadığını aktaran Demirbaş,
“Diyarbakır’daki Yahudiler, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası İsrail’e gitmişler. Hz. İlyas’ın
Diyarbakır’da olduğu söyleniyor. Diyarbakır’da aynı zamanda bir Sinagog var. Yine
Diyarbakır’da Yahudi bir mahalle ve bir Yahudi Mezarlığı bulunuyor. Diyarbakır, resmi
ideolojinin çıkışı öncesi, buruda olan halklar barış içerisinde yaşamışlar. O nedenle
politikacıları dışarıda bırakarak, biz halklar yakınlaşmalıyız. Bu topraklarda, Kürtler,
Ermeniler, Yahudi, Süryaniler, Yezidiler, Aleviler, Müslümanlar çok büyük acılar yaşadılar.
Bunun nedeni de devletlerin politikasıdır. Biz artık, politikalardan uzak, halkları
yakınlaştıracak çalışmalar yapmalıyız” diye konuşarak, katil İsrail’e yaranmaya çalışıyordu.
Siyonist Yahudi Diyarbakır’ı bağımsız başkent ilan ediyordu!
Kudüs Mavesseret Tsion Belediye Başkanı Arie Shamam, Diyarbakır’a davet edilmekten büyük bir
memnuniyet yaşadığını anlatarak, bu ziyaretin halklar arasındaki ilişkileri güçlendireceğine vurgu yapıyordu.
Shamam, “Bizim kentimizi ilk kuran bir Kürt’tür. Şu an nüfusumuzun yarısı Kürtlerden oluşmaktadır.
Bu davet, bizim için çok önemli bir anlama sahiptir. Diyarbakır’da bulunmaktan çok memnunuz.
Buraya geldiğimizde kendimizi evimizde hissettik. Bu ziyaretimizle inanıyoruz ki, Merkezi özellikteki
55
Diyarbakır’da çok iyi bir ilişkinin başlangıcını yaparız. Almanya, Fransa ve İspanya’da kardeş
belediyeyiz. Deneyimlerimizden de biliyoruz ki, şehirlerarasında iletişim ve ilişki, ülkeler arasındaki
ilişkiden daha fazla başarılı olmuştur. Çünkü bu ilişkide politika yoktur, sadece yaşam vardır.
İsrail’den buraya gelecek çeşitli alandaki heyetlerimiz burada çalışmalar yürütecektir. Bu sayede
birbirimizi daha iyi anlayacağız ve ilişkilerimiz daha iyi olacaktır“ diyerek, gizli kirli niyetlerini ortaya
koyuyordu.19
BDP’liler Siyonist İsraillileri Diyarbakır’da ağırlarken, Suriye PKK’sı PYD’nin yan
kuruluşu YGP’li terörist kadınlar Suriye’ye karşı savaşıyordu. Suriye’de terörist başı
Öcalan’a bağlı YPG mensubu Kürt kadınlar da Esad’a karşı savaş açıyordu. PKK ile
bağlantılı YPG grubunun amacı iç savaştan sonra özerk bir Kürt yönetimi kurulmasını
sağlamak oluyordu. Anlayacağınız Suriyeli Kürt kadınlar, Suriye Devlet Başkanı Beşşar
Esad karşıtlarıyla ve İsrailli dostlarıyla aynı safta mücadele ediyordu. Times gazetesinde yer
alan bir haberde, Suriyeli Kürt kadınların komutanı Ruken, “Bu yalnızca halk için değil
kadınlar için de bir mücadele” diyordu. Times gazetesinde “Kadınlar Esad’a karşı
silahlanıyor” başlığı altında yer alan haberde, Suriyeli muhaliflerin safında olduğu belirtilen
Kürt kadının hikâyesi anlatılıyordu. Times muhabiri Anthony Loyd’un, Halep’in Şeyh
Maksud mahallesinde, duvarlarında terörist başı Abdullah Öcalan’ın posterlerinin
bulunduğu bir kuaför salonunda buluştuğu 27 yaşındaki Ruken, Halep’te 40 Suriyeli Kürt
kadından oluşan birliğin başında bulunuyordu.
Times, Ruken’in ‘Türkiye’deki PKK ile bağlantılı’ milis (!) grubu olarak tarif ettiği Halk Savunma
Birlikleri YPG üyesi olduğunu yazıyor ve YPG üyelerinden çoğunun Öcalan’a bağlı olduğunu
belirtiyordu. Haberde, Mart sonuna kadar daha tarafsız bir çizgi izleyen YPG’nin Şam rejimine bağlı
birlikle Şeyh Maksud bölgesinde beş gün boyunca çatıştığı hatırlatılıyordu. Muhabir, siyah savaş
kostümü içinde, bir elinde dergi bir elinde telsiz olan bu genç kadın için “Suriyeli bir isyancıdan
çok, Güney Amerikalı bir devrimciye benziyor” ifadesini kullanıyordu. Gazete, Suriyeli
Kürtlerin siyasi olarak kendi aralarında ayrıştığını, bazı grupların Türkiye’deki PKK’ya yakın olduğunu
bazılarının da Kuzey Irak’ta Kürdistan Demokrat Parti destekçisi olduğunu yazıyordu. “Çoğu,
devrimden özerk bir Kürt yönetiminin doğmasını istiyor” yorumunu yapan gazeteye göre bu
özellikleri, kendilerini İslamcı bir devlet kurma arayışındaki Özgür Suriye Ordusu’ndan ayıran bir
özellik olduğu vurgulanıyordu.
Yalnız bırakılan şehit ailelerinin davasına şimdi de, İsrail lehine
Meclis engeli getiriliyordu!
Mavi Marmara mağdurları: “Hükümet İsrail’le kendi sorununu çözüyor, bizim
sorunlarımızı değil” diyerek feryat ediyordu. Bu olayda Şehit edilen Çetin Topçuoğlu’nun eşi Çiğdem
Topçuoğlu: “Biz şehit aileleri olarak bu anlaşmayı kabul etmiyoruz. Bu söz konusu yasanın TBMM’den
geçmesini de doğru bulmuyorum. Hükümet şu an İsrail’le sadece kendi sorununu çözüyor, bizim
sorunlarımızı çözmüyor. Biz Filistin özgürleşene kadar Siyonist köpekleri affetmeyeceğiz.
Namazlarımızda Filistin’e dua Siyonistlere lanet okumaya devam edeceğiz” diyerek olası gelişmelere
tepki gösteriyordu.
Devlet hakkımızı ihlal ediyor!
Mavi Marmara şehidi Furkan Doğan’ın babası Ahmet Doğan ise: “Devletin İsrail’le anlaşması
sonucu davaları düşürmesi demek vatandaşın hakkını gasp etmek demektir. Devlet bu davadan
vazgeçebilir ama bizim vazgeçmemiz söz konusu bile olmaz. Katledilen devlet değil ki, devlet af etsin,
katledilen bizim çocuklarımız. Biz İsrail’i hiçbir zaman af etmeyeceğiz. İki türlü dava vardır, biri ceza,
diğeri tazminat. Devlet tazminatı alarak affedebilir ama ceza davasını affedemez. Eğer devlet böyle bir
19 Milli Gazete / 01 05 2013
56
anlaşma yaparsa ve ceza davalarımız düşerse hakkımızı ihlal etmiş olur. Bu da hiç doğru olmaz. Son
olarak şunu söylemek istiyorum. Devlet affetse de biz şehit aileleri olarak hiçbir zaman
affetmeyeceğiz” diyerek haklı tepkilerini dile getiriyordu.
Ailelerin çoğu, Gazze’ye abluka kalkmadığı için tazminat anlaşmasına karşı çıkıyordu. Ancak
tazminat anlaşması ve bunun karşılığında davanın düşmesi için ailelerin rızasının gerekmediği ortaya
çıkıyordu. İsrail ile süren pazarlıklara göre muhtemel anlaşma iki devlet arasında gerçekleşecek ve
metin onay için TBMM’ye taşınacak ve Meclis’in onayı sonrasında anlaşma, Mavi Marmara davasının
dayanağı yasaların üstünde bir hukuki statü kazanacaktı. Ardından İsrail, Türk tarafına bir fon veya
benzeri şekilde parayı yollayacak, ailelere ödemeyi Türk devleti yapacaktı. Ödemeyi almayı reddeden
aileler de haklarından feragat etmiş sayılacaktı.
İHH Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Oruç, “İsrail tazminat ödemeli ve önce ambargoyu
kaldırmalı. Suç işleyenlerin cezaları affedilmemeli, hiçbir dava hiçbir şekilde sonuçlandırılmamalı. İlk
gün bunları söylemiştik, bugün de aynısında ısrarlıyız. Türkiye’de hukuki olarak da davaların Meclis’e
gitme yoluyla bozulması ihtimali yok. Hele hele TBMM’de İsrail askerlerini affedecek bir
mekanizmanın olacağını düşünmüyorum. Mavi Marmara davasının TBMM’de bozulacağı yönünde bir
bilgi almadık. İnşallah böyle bir şey olmaz” diye uyarıyordu.
Ve tabi AKP iktidarının ve Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e yönelik horozlanmalarına ve
kof palavralarına aldanıp arka çıkan kesimlerin, aslında bunların İsrail ve ABD’nin Siyonist
hedeflerine taşeronluk yaptıklarını da artık anlamaları gerekiyordu.
57
GEZİ KIŞKIRTMALARI VE ERDOĞAN'IN PALAVRALARI!
Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, Fetullah Gülen ağzıyla barışçıl mesajlar verip özür
diliyor, Belediye Başkanı Kadir Topbaş Taksim projelerini askıya aldıklarını açıklıyor,
Cemaat yazarları ve yorumcuları açıkça Başbakanın tavrını sorgulayıp suçluyor, İstanbul
Valisi eylemci gençlere sıcak sevgiler sunuyor; ama Sn. Başbakan hala Mitinglerde
kutuplaştırıcı ve kışkırtıcı bir dil kullanıyordu. Acaba iktidar kurmayları kendi aralarında
“Başbakanımız havasını atsın, biz de toplumun gazını alıp dengeyi sağlayalım” diye
danışıklı bir dövüş mü sergiliyordu, yoksa artık kimse kimseyi takmıyor, herkes bildiğini
okuyor ve Erdoğan yalnızlığa mı itiliyordu?
Veya dış güçler ve faiz lobileri:
a) AKP eliyle bölünme anayasasını daha kolay hazırlatmak
b) Türkiye’yi Suriye batağına sokmak üzere Erdoğan’a cesaret kazandırmak
c) Ve “Bakınız din düşmanları azıtıyor, ey dindarlar Başbakanı yalnız bırakmayın”
propagandasıyla ve mitingler yoluyla halk desteğini arttırıp daha kolay yararlanmak için mi
Taksim tezgâhını planlıyordu?
Sn. Recep T. Erdoğan Taksim’de başlatılan ve kısa zamanda bütün illerde
yaygınlaştırılan protesto ve propagandaların “Kendisini parlatan ve yeterince yararlanıp
yıpratan odaklarca artık gözden çıkarıldığı” mesajı da taşıdığını anlayınca iyice
huysuzlaşıyor ve “arkamda % 50 oyum var” kozuyla şantaj yapmaya başlıyordu. Bu tavrıyla
halkı iyice kutuplaştırıp birbirine karşı kışkırttığını ve malum odakların işini kolaylaştırdığını
bile fark etmiyordu. Cumhuriyet hükümetlerinden hiç birinin sağlamadığı vurgun ve soygun
fırsatlarını sunduğu faiz lobisine gözdağı vermeye kalkışıyor, Koç Üniversitesinin
Sarıyer’deki orman katliamını hatırlatıp hava atıyordu. Bu olayda bile gerçekleri çarpıtıyor,
şecaat arz ederken şarlatanlığını yansıtıyordu. Olayın aslı şöyle gelişiyordu:
Rahmi Koç Üniversite kuracağız diye Sarıyer’deki binlerce dönümlük ormanı tahrip etme konusunda,
dönemin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’la gizlice anlaştıkları konuşuluyordu. Hatta
Belediye Encümeninde bizzat evet oyu veriyordu. Bu durumu haber alan rahmetli Erbakan Hoca hemen
devreye giriyor ve Recep Beyi uyarıp ilgili ve yetkili birimleri dikkatli olmaları konusunda teyakkuza
geçiriyordu. Recep bey Rahmi Koç’a “Ben razıyım amma Hoca engel oluyor, onu ikna etmeniz lazım”
deyince, Rahmi Koç Erbakan’ı telefonla arıyordu. Tam o esnada bazı teşkilat mensuplarıyla sohbet yapan
Erbakan Hoca, bu faizci ve rantiyeci kesimin gerçek ayarını ve amacını orada bulunanlara göstermek için
telefonun ahizesini açıyor, konuşmaları onlara da dinletiyordu. O dönemde Adıyaman Gölbaşı Merkez İlçe
Başkanı olan Adnan Uyar da bunlara şahit oluyordu. Rahmi Koç Erbakan Hoca’ya: “Sarıyer ormanları
içinde kurulacak Üniversiteye engel olmamasını, seçimden birinci parti çıkmalarına rağmen iktidar
fırsatı tanınmamasının nedenlerini hesaba katmasını” teklif ve tavsiye ediyor ve dolaylı teklif ve tehditler
sunuyordu. Erbakan Hoca ise: “Bir köylü vatandaş ormandan bir eşek yükü odun kesse hemen hapse
koyulduğu halde, yüzlerce yılda yetişmiş binlerce ağacın arsa açılmak üzere kesilmesinin ne
hukuken, ne vicdanen asla kabul edilmeyeceğini, Üniversite yapmak için çok daha münasip ve boş
arazilerin değerlendirilmesi ve hazır ormanı tahrip etmek değil, yeni ağaçlar dikilip, çevreye örnek
olunması gerektiğini” söylüyor ve Rahmi Koç’a şunları hatırlatıyordu: “Bizim asıl derdimiz, ne pahasına
olursa olsun iktidara gelmek değil, iktidarı ülkenin ve milletin hizmetinde değerlendirmektir. Halkın
alın terinin ve Milli servetin nasıl talan edildiğini gösterip vatandaşı bilgilendirmek ve pansuman
tedbirler değil, köklü çözümlerimizdir”
Bütün bunlara aldırmayan Rahmi Koç, büyük bir orman tahribatıyla Üniversitesini kuruyor, sonunda
açılan mahkemeyi kaybetmesine rağmen, Kahraman Recep T. Erdoğan “Eh madem binalar tamamlandı,
artık burada yapılacak eğitim ve öğretim hatırına Üniversiteyi yıkmayıp yerinde bırakalım” kararını
58
alıyordu. Yahu, tenha yerlere ve tepelere binalar kurup içinde oturan vatandaşın evlerini başlarına yıkarken,
şu Koç’un Üniversitesine hangi kanun ve vicdanla göz yumuyorsun? Diyen de maalesef çıkmıyordu.
Sn. Başbakan’ın bu çelişkili ve pişkin tavrı Libya saldırısında da sırıtıyordu. Bir hafta öncesinde:
“NATO askerlerinin ve Avrupa güçlerinin Libya’da ne işi var? Diye karşı çıkarken, birdenbire fikir
değiştirip NATO ile birlikte Libya’ya hücum eden, 80 bin insanın katline ve Libya’nın tamamen tahribine
sebebiyet veren Sn. Başbakan, bir de kalkıp: “Biz arabamıza koyduğumuz her litre benzine, “acaba
masum bir Libyalının kanı karışmış mı?” diye vicdan azabı çekeriz” demekten sıkılmıyordu. Pişkinliğin
bu derecesini kahramanlık ve dindarlık sananların bu gaflet uykusundan uyanacakları zaman da
yaklaşıyordu.
Taksim isyanı, çok sinsi ve sistemli planlar yanında, Sn. Başbakan’ın törpüsüz tavrına bir itiraz olarak
başlıyor, ama Recep T. Erdoğan’ı siyaseten bitirme operasyonlarına dönüşüyordu. Başbakan’ın kırıcı ve
kışkırtıcı üslubu aslında faiz lobisi dediği sabataist sömürü baronlarını kızdırıyordu. Çünkü Siyonist
merkezlerle Recep Bey arasında: “Eylemlerin bize yarasın, söylemlerin tabanını ve halkı oyalasın”
anlaşması yapılmıştı. Bize bu gerçeği Kur’an şöyle öğretiyordu: “(Münafıklar) İman edenlerle
karşılaştıkları zaman: "İman ettik"(sizin hizmetinizdeyiz) derler. Şeytani (güç odaklarıyla)
baş başa kaldıklarında ise, derler ki: "Şüphesiz, sizinle beraberiz. Biz (dindar kesimleri)
sadece istihza ve idare ediyoruz." (Bakara: 14) Ama Erdoğan hava atarken ölçüyü kaçırıyor ve
patronları rahatsız oluyordu. Ve zaten açıkça söyleniyordu. “AKP politikalarından çok razılarmış, sadece
Başbakan’ın söyleminden rahatsızlarmış!?” Gerçeği gizlenmiyordu.
• Bu AKP’nin faiz ve rantiye düzeni sayesinde Boyner Holding’in borsa-piyasa değeri 61 milyon
liradan 600 milyon liraya fırlıyordu. (% 796 kār) Altın yıldız Mensucat’ın değeri 41 milyondan 2 milyar 200
milyona çıkıyordu. (% 5000 kār) Ama Cem Boyner “ne sağcıyım ne solcu çapulcuyum çapulcu” diye
Taksim’de pankart açıyordu.
• Gezi parkı eylemlerine bazıların kutsal hakikat mesajı gibi verdikleri Kurtlar Vadisi Pana Film çadır,
battaniye ve yiyecek yardımı yapıyor. Ardından “Bunlar çalışanlarımızın şahsi destekleridir” açıklaması
geliyordu.
CHP+CEMAAT Koalisyonu mu Hazırlanıyordu?
Abdullah Öcalan’ın talimatıyla yapılan BDP özel konferansına Gölge CIA strafor belgelerinde “TR-705”
kodlu CHP Gn. Bşk. Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da katılıyor, Murathan Mungan’ın “Türkiye çoktan
bölündü” sözleri büyük alkış alıyordu. Bu CHP’li Sezgin Tanrıkulu Mayıs ayında Fetullahcı cemaatin yan
kuruluşlarının ABD ziyaretine katılıp görüşmeler yapıyordu. Sn. Recep Tayyip Erdoğan desteklendiği
odaklarca gözden çıkarılmanın telaşıyla mı % 50 ye sığınıp şantaj yapmaya kalkışıyordu?
Zaman yazarı Fetullahcı A. Turan Alkan (01 06 2013) “Testi kırılmadan” yazısında: “Başbakan
muhaliflerin 10 yıldır elde edemediği psikolojik üstünlüğü kendi elleriyle onlara sunuyor ve kaza ile
kendi bacağına sıkan kabadayı konumuna düşüyor” diyordu. Kuzey Afrika dönüşünde “Yol ver gidelim,
Taksim’i ezelim” sloganları ortamı daha da geriyordu. Anayasa Mahkemesi Başkanı; “Toplum vicdanını
ikna edilmeden atılan adımlar, hukuk devletinin sicilini bozar. Siyasi ve sosyal patlamalara yol açar”
diye uyarıyordu. “İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik” (Ankebut: 40) Ayeti
hükmünce, Sn. Erdoğan’ı, Erbakan’a ve Hak davaya yaptığı hıyanete benzer bir akıbet bekliyordu.
• Başbakan Erdoğan ve arkadaşlarına göre: AKP iktidarını dışarıda birileri yıkmaya, yıpratmaya karar
verdi, gençlere onlar gaz veriyor, destekliyordu. Böyle olduğunu kabul edersek; Başbakan o dışarıdaki
birilerini isim isim, kurum kurum neden açıklamıyordu?
• Gösterilerin Başbakan Erdoğan’ın ABD gezisi sonrasına rastlamasına dikkat çekenler şu analizi
yapıyordu: Acaba, Başbakan’dan bu kez yapamayacağı ve altından kalkamayacağı bir talep mi geliyordu?
Bu cümleyi sarf edenler, gösterilerin arkasında ABD’nin de bulunduğunu öne sürüyordu.
• Taksim Gezi Parkı ve paralel olarak Ankara, İzmir ve diğer illerdeki gösteriler şöyle bir algıyı mı
beraberinde getiriyordu; Artık bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı! Sonuç alınıncaya kadar
59
sokaklar canlı tutulacaktı.
• Bir soru da göstericilere; Bu türden büyük organizasyonları yapmak öyle kolay işler değil. Her şeyden
önce büyük paralar lazım. Bu paraların kaynağı ne? Merak ediyorum, Başbakan Vekili Bülent Arınç’la
görüşen Platform Temsilcilerini kim seçti, sizin adınıza? Soruları hala yanıt bekliyordu.
AKP’de Saflar Belirginleşiyordu!
Sonunda İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, twitter hesabından son derece çarpıcı cümlelerle
sesleniyordu:
“Sıcak yatakları yerine Gezi Parkı’nda yatan bu ülkenin gençlerine selam vermek için
ayaktayım. Kendilerini sadece özgür birey, partiler üstünde yurttaş, hiç kimsenin peşinde olmayan,
kendi düşüncelerinin savunucusu görenleri selamlıyorum. Günlerdir Gezi Parkı’nda duran bizim
ülkemizin insanları ve gençlerine gecikmiş selamlarımızı iletiyorum. Anlaşsak da anlaşmasak da
bizim birbirimizle dertleşmek, birbirimizin gözüne insanca ve adaletle bakmamız şarttır, her fert
değerli ve özeldir. Her türlü eleştiriye açık bir sohbeti Gezi Parkı’nın kendini sadece özgür birey,
yurttaş olarak tanımlayan gençleriyle yapmak istiyorum. Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur
kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim.”
Bu cümleler ne anlama geliyordu?
Bu cümleler herhalde, daha kısa süre önce göstericilere biber gazı ve suyla müdahale eden polise
talimat veren Hüseyin Avni Mutlu’ya ait olamazdı.
Bu cümleler takdir edersiniz ki, göstericilerin en azından bir kısmına iki kez “çapulcu” diyen Başbakan
Erdoğan’ı yansıtan cümleler olamazdı.
Bu cümleler olsa olsa polisin alandan çekilmesini isteyen ve sonrasında da, “Mesaj alındı, zamanı
geldiğinde gereken yapılacaktır” diyen Sn. Cumhurbaşkanına ya da özür dileyen Bülent Arınç’a ait
olabilirdi. Yani AKP’de saflar belirginleşiyor ve gerginleşiyordu.20
Üstelik iktidarın akıl hocalarından Taha Akyol “İktidar Nereye?” (11.06.2013 / Hürriyet)
yazısında, Bülent Arınç’ı övüyor, Erdoğan’ı şöyle uyarıyordu: “Bülent Arınç’ın “Birilerinin bizi uyarması,
silkelemesi lazım” sözünü çok önemli buluyorum. Arınç, AK Parti hareketinin üç öncüsünden biridir.
Erbakan’a mutlak itaatle bağlı gençlerin “İşte ordu, işte kumandan” diye yeri göğü inlettiği 14 Mayıs 2000
kongresinde kürsüye gelip parti içi demokrasiyi ve özgür bireyi savunarak hareketin önünü açmıştı. Arınç
“uyarılma, silkeleme” işini kimden bekliyor bilmiyorum. Ben bunu herkesten önce partide Arınç’ın yapması
gerektiğini düşünüyorum.
1960 yılının Nisan ayı, merhum Menderes’e karşı darbeyle sonuçlanacak gösteriler İstanbul’da
başlamış, Ankara’ya yayılmıştır. Menderes, danışmalarda bulunmak üzere anayasa profesörü Ali Fuat
Başgil’i Ankara’ya davet etmiştir. Merhum Başgil dünya görüşü itibariyle “muhafazakâr liberal”dir. CHP
egemenliğindeki üniversite camiasında DP’ye sempatiyle bakan birkaç bilim adamından biridir. 29 Nisan
1960, cuma akşamı, Çankaya köşkü; Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı
Zorlu, Başgil’i dinliyorlar. O sıralarda anayasaya aykırılığı iddia edilen bir “Yetki Kanunu” meselesi vardır;
muhalefet ayağa kalkmıştır. Menderes “Sayın Hocam” diyerek, Bayar “Sayın Profesör” diyerek Başgil’e
tavsiyesini soruyorlar. Başgil uzun konuşmasında “Yetki Kanunu’nu Meclis’e geri gönderin, muhalefetle
konuşun, seçim hükümeti kurun” gibi tavsiyelerde bulunuyor; aynen diyor ki: “Bilhassa gençliğe karşı çok sert
tedbirlere başvurmamalısınız...”
Menderes bunların hepsine hazır olduğunu söylüyor fakat Bayar müdahale ediyor: “Ben hiçbir şekilde
bu görüşe katılmıyorum. Bilakis son derece sert davranmak ve tahrikçileri ibret örneği olmak üzere
cezalandırmak lazımdır!...” Başgil, kitabında, büyük bir üzüntüyle Bayar’ın görüşünün ağır bastığını, bunun
CHP’ye ve darbecilere yaradığını anlatır. Ayrıntılarını merhum Başgil’in “27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri” adlı
kitabında okuyabilirsiniz.
20 Milli Gazete / Adnan Öksüz / 10 06 2013
60
Bugün korkulan da askeri müdahale değildir! Sokaklardaki gerilimin tırmanması ve ülkenin, Allah
korusun, “yönetilemezlik” vehametine sürüklenmesi ihtimalidir. Ekonomiye olumsuz etkileri de görülüyor
zaten. İktidarın önünde iki seçenek var: Mitingler düzenleyip öfkeli konuşmalarla muhalif kitlelerdeki tepkiyi
daha da körüklemek, aynı zamanda AK Parti tabanındaki karşıt duyguları bilemek!... Yahut, sakin
konuşmalarla, diyalog kurarak, gerektiğinde geri adım atma erdemini sergileyerek gerilimi düşürmek...
Vandalları ve illegal örgütçüleri kitlelerden tecrit etmenin yolu budur” diyerek Menderes misaliyle gözdağı
veriyordu.
Devlet Sırrı gibi korunan rantiyeci faiz lobisi bir türlü açıklanmıyordu!
Rant ve sömürü ekonomisinin “toplardamarı” olan faizi geçmişte ‘dünya gerçeği’ olarak
değerlendiren Erdoğan’ın, Taksim Gezi Parkı’nda başlayan olayların ardından faiz lobisinden
şikâyetçi olması ilginç bir gerçeği daha ortaya çıkarıyordu. Bütçeden, faiz ödemeleri adı altında
kenara ayrılan kaynağın kimlere aktarıldığı kamuoyundan gizleniyordu. İç borçlanma senetleri belli
başlı bankalar tarafından kullanılırken, her yıl ortalama 50 milyar liralık kaynağın bankalar eliyle
kimlere aktarıldığını öğrenmek isteseniz bütün kapılar yüzünüze kapanıyordu.
Başbakan Erdoğan’ın Kuzey Afrika dönüşünde havalimanında yaptığı konuşmada Gezi Parkı
eylemleri nedeniyle faiz lobisine işaret etmesi Türkiye’nin acı gerçeğini bir kez daha gündeme getiriyordu.
Rant ve sömürü ekonomisinin olmazsa olmazı olan faizi geçmişte ‘dünya gerçeği’ olarak değerlendiren
Erdoğan’ın bugün faiz lobisinden şikayetçi olması ilginç bir tabloyu ortaya koyuyordu. Ülke kaynaklarını geniş
halk kesiminden ziyade bir avuç rantiyeciye akıtan faiz sistemine karşı en etkili silah olarak denk bütçe
görülüyordu. Bu gerçekten dolayı 54’üncü Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Cumhuriyet
tarihinin ilk denk bütçesini yaparak faiz lobisine karşı önemli bir hamle yapıyordu. Bunun sonuçları da
ekonomide kendisini hemen hissettiriyor, ancak 6 ay sonra faiz lobisi harekete geçiyor, medyayı kullanarak
Refahyol Hükümeti’nin çalışmalarını irtica adı altında engellemeye çalışıyordu. Buna karşın 11 yıldır tek
başına iktidarda olan AKP hükümeti, ekonomide pembe tablolar çizmesine rağmen denk
bütçe çalışması yapmak bir yana adını bile ağzına almıyordu. Faiz lobisine her yıl bütçeden
ortalama 50 milyar liranın üzerinde kaynak aktaran. AKP hükümetinin 2003-2013 yılları
arasında faiz lobisine aktardığı rakam dudak uçuklatacak cinsten; tam 567,2 milyar lirayı
buluyordu.
Lobi ‘devlet sırrı’yla korunuyordu!
Asıl ilginç olanda şuydu. Faiz lobisi bugün devlet sırrı gibi korunarak, lobinin kimlerden
oluştuğu açıklanmıyordu. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun verilerinde devlet iç
borçlanma senetlerinin hangi bankalar tarafından kullanıldığı görülebilse de bütçeden ödenen faiz
pastasından yararlanan asıl sermayeyi bulmanız mümkün olmuyordu. Hazine tarafından bilinmesine
rağmen bu lobi kesinlikle açıklanmıyordu. Devlete borç vererek paradan para kazanan bu kesimler
devlet tarafından gizlenerek korunuyordu. Bu yüzden devlete borç verecek kadar güçlü bu isimler,
“Gizli Baronlar” olarak nitelendiriliyordu. Nitekim bu aşırı karlılıktan dolayı en son yine kurumlar
vergisinin şampiyonu bankalar olmuştu. 2012’nin en fazla kurumlar vergisi ödeyenler listesinin ilk
10’unda 8 bankanın bulunması üretim ekonomisi anlamında önemli bir gerçeği gözler önüne
seriyordu.
Yıllar ve Bütçeden faize ödenen kaynak (Milyar TL)
2002 - 51,9
2003 – 58,6
2004 – 56,5
2005 – 45,7
2006 – 45,9
2007 – 52,9
2008 – 50,6
61
2009 – 58
2010 – 48,2
2011 – 47,5
2012 – 50,3
2013 – 53
Toplam = 567,2 |