DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Atatürk Orman Çiftliği ABD’ye satılıyordu!
Taksim Gezi Parkı’nda iyi niyetle başlayan protestoların yasa dışı grupların provokasyonuyla anarşiye
dönüşmesi sonucu huzursuz günler yaşayan Türkiye, şimdi de Atatürk Orman Çiftliği arazisinin ABD
Büyükelçiliği’ne satılacağı haberini konuşuyordu. ABD Ankara Büyükelçiliği Basın Sözcüsü T.J. Grubisha,
AA’ya yaptığı açıklamada, büyükelçiliğin Türk hükümeti ile uzun süredir yeni bir elçilik arazisinin satışı için
görüşme halinde olduğunu belirtiyordu. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) arazisinin
büyükelçiliğe satılacağına ilişkin iddialar hakkında, “Söz konusu arazinin şu andaki sahibi hakkındaki tüm
sorular Türk yetkililerine sorulmalıdır” açıklamasını yapıyordu. ABD Büyükelçiliği Basın Sözcüsü T.J.
Grubisha, büyükelçiliğin Türk hükümeti ile uzun süredir yeni bir elçilik arazisinin satışı için görüşme halinde
olduğunu belirtiyordu.
AKP yandaşı Star yazarı Mustafa Karaalioğlu bile şunları itiraf ediyordu:
“Yaygın kanaatin aksine AK Partinin zengini yoktur. Biri birinden haberdar olan sermaye sınıfı
bilinci de yoktur. İlk 100 zengin aile içinde muhafazakâr karakterli üç-beş isim varsa da hiçbir
ağırlıkları yoktur. Kısaca zenginlik, AK parti yola çıktığı gün hangi grupların elindeyse bugün de hala
onların elindedir. Üstelik AK partinin icraatları sayesinde 10 yıl içinde tam 10 kat daha zenginleşmiş
vaziyettedir”21
Gezi parkı gezisini krize çeviren Sn. Recep T. Erdoğan ve hükümetinin daha
büyük krizleri asla yönetemeyeceği anlaşılıyordu!
"Erdoğan'ın sığındığı yüzde 50' içinde olan Zaman yazarı Ahmet Turan Alkan, Başbakan'ın söylediği
“Yüzde 50’yi zor zapt ediyorum” lafına şu yanıtı veriyordu:
"Mademki hatırlattınız, bilseniz iyi olur: Kendi adıma olup biteni acıyla seyreden biri olarak
sokağa asla çıkmayacağım, çünkü bunun meşruluk ve isabetine inanmıyorum. Meselenin dik
durmakla ilgisi yok, hakkaniyetle ilgisi var. Hakkaniyet ve adaletten koptuğunuz yerde, sizi
destekleyen duaların bıçak gibi kesileceğini bilmiyor olamazsınız”
Kızacaksınız Ama Söyleyeyim! İşte vekiliniz Sayın Arınç konuşuyor; sağduyulu, sakin, iyi niyetli,
karşı tarafı da dinlemeye ve ciddiye almaya hazır bir duruşla, hangi tarafta olursa olsun insanların duymak
istediği şeyler söylüyor. Kızacaksınız ama söyleyelim; lütfen yurda dönüşünüzde bu yaklaşımı siz de
destekleyiniz”
Fetullah Gülen Hocaefendi, Taksim Gezi Parkı gerilimine ve sorunun
temeline ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunuyor ve yine dolaylı biçimde
Erdoğan’a yükleniyordu.
Hocaefendi, “www.herkul.org” isimli internet sitesinde yayınlanan konuşmasında “hassasiyetlerin
dikkate alınması gerektiğini ancak masum insanlara ve Türkiye’ye zarar verecek eylemlerden
vazgeçilmesini” istiyordu.
“Bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz: Yol peygamberlerin, evliyanın,
asfiyanın yoludur. O yolu takip edemediğimiz için başa çıkamıyoruz problemlerle gördüğünüz gibi.
Bir yerde bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz, elli türlü zulme giriyoruz. Kinleri,
nefretleri körüklüyoruz. Olayları hafife almak akıllı Mehmet’in işine benzer: Kırkı bir uçurumdan aşağı
inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tutunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere
21 Star / Mustafa Karaalioğlu / 10 06 2013
62
düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. Demişler, “Akıllı Mehmet ne oldu?”
“Sormayın, demiş, az daha bir sakatlık çıkaracaktık.” Umursamaz ruhlar, anlamaz düşünceler
meseleye böyle bakacak”
“KÖTÜ YÖNETİŞİM” yazısının sonunda (ZAMAN, 02.06.2013), Mümtaz’er Türköne: “İyi
yönetişimin çaresi seçim sandığıdır. 1994’ten beri büyük şehirlerde istikrarla devam eden
belediyecilik, İstanbul’da Gezi Parkı’nda büyük yara aldı. Meselenin Gezi Parkı’ndan ibaret olmadığı
ortada... Şehrin mimarisine yansıyan kötü göstergeleri saklayacak bir çuvalı artık kimse dikemez.
İstanbul, bu mimarinin çarklarını döndüren şehir rantı altında eziliyor. Gezi Parkı’na yansıyan isyan,
bu çarpık yapılaşma karşısında duyulan tepkinin ifadesi. Bu başkaldırı AK Parti için bir erken uyarı da
olabilir, sonun başlangıcı da” diye uyarıyordu.
“BİR GARİP İSYAN!” başlıklı uzun bir yazı (STAR gazetesinin sadece internet kısmında!
04.06.2013) yazan, İbrahim Kahveci: “Evet, Taksim civarında birkaç yıldır derin sosyolojik bir çalışma
olabilir… / Ama tüm bunlar `gösteriler neden bu kadar genişledi’ sorusuna cevap olamaz. / Mesela,
neden AVM yasası çıkmadan yıllardır İstanbul AVM mezarlığına döndürüldü? Merkez Bankası’nın
kasasında 125 milyar dolar Türk Halkı için bir zenginlik olmadığı gibi. / Ekonomiye sadece paragözü
ile bakıp yıllardır eriyen ücretleri, Çin’den sonra en fazla iş kazası olan ülke gerçeğimizi, kredi ile
borçlanıp iş güvencesiz çalışarak artan korkulu hayat gerçeğini örtmüyor. / Mesela, özelleştirmeler ile
oligarklar oluşturarak halkın refahına değil işkencesine dönen ekonomik modeli hiç
sorgulayamıyoruz. Ekonomik modelinizi 2005-06’da değiştirmemiz gerekirken hala IMF modeli ile
zengin eden, bankaları besleyen-koruyan modele sıkı sıkıya sarılmış durumdayız. / Aylardır burada
yazıyorum. Ekonomiyi borsa-faiz-döviz üzerinden, yani para üzerinden değerlendirmeyin. Kredi
notumuzun arttığı günlerde karşılıksız çek-senet miktarı 2008 kriz seviyesine ulaşmışsa, kendimize
soru sormamız gerekmiyor mu? / Milli gelir üç kar arttı dediğimiz yıllarda, reel ücretler bırakın artmayı
azalıyorsa, kendimize soru sormamız gerekmiyor mu? Bu ekonomik model Batı’yı krize getirdi, biz de
sadece biraz geriden geliyoruz diye defalarca ikaz ettim”
Hayati Yazıcı sınır kapılarımızı, yolgeçen Hanına çeviriyordu:
“Gümrük Bakanlık yetkililerine kısaca şunu söyleyeyim. Müfettiş raporunuz bu açıklamalarınızın
tamamını yalanlıyor. Sizlere birkaç sorum olacak. Madem kolileri aradınız, incelediniz, silahları nasıl
bulamadınız? Koliler X-ray cihazına niçin sokulmadı? Gümrükte kameralarınız neden çalışmıyordu? Ve en
önemlisi gümrük çalışanları ifadelerinde bir iki koliye baktık, çünkü Genel Müdür Yardımcısı’nın emri vardı
savunmasını neden yaptılar? Müfettişler bu savunma ve ihmallere rağmen niçin bir tek gümrük yetkilisini
suçlu bulmadı ve hepsini akladı? Sizin bakmadığınız kolilerdeki silahları, Yemen gümrüğü bir dakikada X-ray
cihazında nasıl buldu?22 Evet Türkiye’den Yemen’e gönderilen kolilerden tam 2700 silah çıkıyordu ve
Gümrük bakanlığı kurbağaları bile güldüren mazeretler sıralıyordu?
Türkiye Nereye Sürükleniyordu?
“Şu bir gerçektir ki; küresel elitler (Siyonist sermaye lobileri) ve onların devamlılığını sağlayan ‘üst
sınıf’ halk kesimleri ve masonik şebeke; bu ikili sarmal yapının devamını sağlamak için pek çok yol
geliştirmiştir. Tepede yer alan “elit kesim”, aile bazında gizli saltanatlarını sürdüren Yahudi sermaye
baronları ve hemen altında oluşturdukları “üst sınıf” vasıtasıyla diğer halk katmanlarını sömüren ve
demokratik köleleştiren, bir sistemi meydana getirmişlerdir. Bu sistem içerisinde ‘elit kesim’, asırlar
boyunca hiç değişmeden bugünlere gelirken, birinci dereceden ona hizmet eden ‘üst sınıf’; belli
aralıklarla, zaman ve mekan şartlarına uygun; kısaca duruma göre değişim göstermiştir.
Bugün dünya nüfusunun ancak ‘on binde birini’ temsil eden bu iki kesim mensupları, dünya
servetinin yüzde doksanından fazlasına sahiptir. Tüm ülkelerde yatırımları vardır ve tüm dünya ülkelerinin
iktidar ve muhalefetleri de dâhil olmak üzere bu kesimlerin kontrolündedir. Çoğu kimsece bir ‘komplo teorisi’
22 Taraf / Mehmet Baransu
63
olarak algılanan bu tanım o kadar gerçektir ki; tersini savunanların ‘komplo teorisyeni’ olma olasılığı
matematiksel olarak daha yüksektir.
Yani gerçek o kadar yalın ve ortadadır ki; bu kadar açık olan bir şeyin doğru olabileceğine, medya
marifetiyle körletilen ve kirletilen insan aklı onay vermemektedir ve zaten vahâmet de buradan gelmektedir.
‘Hadi canım sen de’ciler, yani basit ve basmakalıp düşünenler her zaman halkın büyük çoğunluğunu teşkil
etmiştir ve bundan sonra da böyle gidecektir!.. Ta ki, işin ucu kendi cebine dokununcaya kadar.. ki bu
şartlarda ve bu iktidarlarla bu da mümkün görünmemektedir; zira bu sınıflar, ‘sosyal patlamaları’ bile kendi
çıkarlarıyla özdeşleştirmeyi sanat haline getirmişlerdir…
Siyonist merkezler, kendi çıkarlarına hizmet eden, politikacıları, yazarları, bürokratları; ‘iyi
insan’, ‘sosyal sorumluluk taşıyan âkil insan’ ve de ‘büyük din âlimi’ (ruhbani) sıfatlarıyla beslemekte
ve reklam etmektedir. Yurtiçi veya yurtdışından örnek vermeye, isim zikretmeye gerek olmadan
kısaca şöyle açabiliriz; bugün dünyanın hangi ülkesini ele alırsanız alın, medya kuruluşları milyar
dolarlık birer dev konumundadır ve sokaktaki insan bile şu konuda hem fikirdir; bu servetlerin
ardında ‘kirli para’ vardır.
Bugün ülkemizde hem medya kuruluşu sahibi, hem de; madencilik, inşaat veya başka işlerle meşgul,
devletten ihale alan işadamları bulunmaktadır. Ve bu insanların yanında çalışan ve halkın büyük bir
kesiminden teveccüh gören gazeteci ve yazarlar da hazırdır. Madenci bir medya sahibinin yanında yıllarca
çevreci duyarlılığıyla yazan-çizen bir gazeteci-yazar hayal edin ve bu yazarın her gün köşesinden ağaç
kesen köylüleri eleştirdiğini düşünün ve aynı zamanda işi gereği dönümlerce ormanı katleden patronundan
aldığı milyon dolarları düşünün!..
Nobel ödülü almak için memleketini ve insanlarını bir kalemde silip atanları düşünün!
Milyarlarca yıllık bir döngü içerisinde sefil bir ‘yetmiş yıl’ yaşamak için, hayatı boyunca yalan
söyleyen, ikili oynayan politikacıları düşünün!..
Koskoca bir kıta Afrika’yı ‘hayvanat bahçesi’ zanneden ve belgesel izlediğinde kültür elçisi
olduğunu zanneden milyonları düşünün!..
Eğitim kurumları ele geçirilmiş, sağlıkları ticarî bir meta haline sokulmuş, paraları bankalarca
hortumlanmış, gelecekleri çalınmış milyarların sahte mutluluk oyunlarını düşünün!..
İnsanlar, olaylar ve kendileri arasında kurgulanan senaryonun farkına vardığında, pek
çok sorun kendiliğinden hallolacaktır.
Şimdi gelelim ‘Gezi Parkı’ olaylarına! Aklı başında olanlarca malumdur ki; AVM yapılması
ve ağaç katliamına karşı gelişen bu olayların temelinde yatan asıl sebep ve zamanlama, Erdoğan’ın ABD
dönüşüne denk getirilen bir gözdağı olayıdır! Benim açımdan, vatanseverlerin hesapta olmayan
müdahalesi, birilerinin planını aksatmıştır; ortada dış müdahale ve yönlendirme ile başlayan, ajan
provokatör kaynayan ve ancak ‘milli güçlerin’ de içine dahil olduğu karışık bir durum vardır.
Acaba küresel güçler “son kullanma tarihi” dolan Erdoğan’ın ipini çekme kararı mı almıştır.
Yoksa dindar halkı etrafında toparlayıp onu parlatmaya ve Türkiye aleyhine çok daha tehlikeli işleri
yaptırmaya mı çalışmaktadır? Aslında Türkiye’nin hırçınlığıyla, hırslarıyla, hastalığıyla kontrolden
çıkmış bir kişi tarafından yönetilmesi elbette sakıncalıdır. Belki de Erdoğan gözden çıkarılmıştır ve bu
nedenle niceleri şimdi göze girmeye çalışmaktadır. Şu an ülkemizde yaşanan bu manzaradır. Gelelim
Taksim’de gösterilere devam eden farklı insan gruplarına.. Öncelikle vatansever insanların ve ülkemizin
geleceği ile ilgili endişe duyanların, ikinci günden itibaren olayların içinde ve iyi niyetle yer alanların
varlığı unutulmamalıdır. Hedefsiz, plansız, programsız ve lidersiz olmalarına rağmen bizim
insanımızın isterse neler başarabileceğinin açık bir kanıtıdır.
Çeşitlilik oldukça fazla; aşırı sol gruplar, sağcı gruplar, romantik gruplar, vesaire.. ve her türlü
insanî tepkiyi ‘iç eden’ ayrılıkçı, Kürtçü, Apocu gruplar!.. Hepsinin böyle bir imkânı kullanmaları, kendi
propagandalarını yapmaları gayet normal; burada dikkat edilmesi gereken asıl gruplar, yukarıda bahsettiğim
‘romantik gruplar’dır! Yeni dünya düzeninin temsilcisi olan bu gruplar, bence geleceğin en büyük
64
tehlikesidir! Açalım:
Hemen hepsi prestijli okullarda okumuş ya da okumaktadır, batıcı olan tüm değerleri
sorgulamadan savunmayı ilericilik ya da çağdaşlık olarak ele almakta ve yönlerini ona göre
ayarlamaktadır. Giyim kuşamları yerinde ve bakımlıdır, en az bir yabancı dile hâkim ve özgürlüklerine
düşkün insanlardır. Pop ya da rock müzik favorileridir; gitara olan düşkünlükleri ortak yanlarıdır.
Bunlar bulundukları toplumun değer yargılarına karşı çıkmayı, eski gelenekleri çağdışı algılamayı
ilericilik sanmaktadır.
Çevrecidirler; ancak, okudukları okulların sahiplerinden daha sonra çalıştıkları şirketlere kadar, ‘en
çok satanlar’ listesinden alıp okudukları kitaplara ve düzenli makalelerini okudukları köşe yazarlarına kadar;
aslında düşmanı oldukları sisteme hizmet ettiklerinin farkında bile olmayan zavallılardır. Hepsi isyan
şarkılarına hayrandır, lâkin karşı oldukları sistemin sahiplerinin sponsorluğunda düzenlenen
festivallerde eğlenmekten de geri durmayan gruplardır. Bunlar dün polisle çatışır, bugün çiçek dağıtır. Ve
tabii polisler de şaşkındır.
Polis eleştirisi yaparken kendi üzerine alınan ‘polis’ dostlarımız için de şunu belirtmeliyim ki; bizim
eleştirimiz dünya çapında yer alan ‘polis teşkilatlarına’dır; yoksa birey olarak hiçbir polis memuru ile bir
sorunumuz yoktur! Ancak şu bir gerçektir ki; sistemin koruyucusu bu teşkilatın öncelikli görevi; büyük
hırsızların güvenliğini sağlayıp, küçük hırsızları adalete teslim etmektir. Bu aşamadan sonra adalet
sistemini de sorgularsak eğer; onların görevi de büyük hırsızları göz ardı edip, küçükleri hapse
tıkmaktır; yani diyeceğim o ki; sistemin içerisinde, sistemin araçlarıyla çalışanlar birey olarak değil
ama teşkilat olarak maalesef zulüm ve sömürü çarkının aracıdır.
Yine ülkemiz açısından ele alacak olursak; şehitlerimiz beşer-onar gelirken konserlerine
devam edenler, TV programlarının yayınında sakınca görmeyenler, Erdoğan’ın annesi hayatını
kaybedince yayınlarını kesiyorsa.. Daha kanları kurumamış Reyhanlı kurbanları için yine konserlerine
devam eden, tiyatrolarına devam edenler, sözde üç ağaç için konser iptalleri yapıyor, tiyatrolarının
kapılarını kapıyorsa eğer… Bu Millet aptal değil! bunları görüyor, izliyor ve hafızasına not düşüyor!..
Atatürk Orman Çiftliği talan edilirken gıkı çıkmayanların Gezi Parkı tiyatrosunun en orta yerinde
piknik yaparken fotoğraf çektirmeleri iyice sırıtmakta ve ayarlarını ortaya koymaktadır. Çevre katili, silah
kaçakçısı bir medya patronundan milyon dolarlar alıp, gazetesinde çevrecilik içeren yazılar yazanları artık bu
millet tanımaktadır. ‘Ahlak’ ve ‘vicdan’ın olmadığı, yani İslam’ın bulunmadığı bir yerde; önce insan olmaz!
adam olmaz! akıl olmaz! haysiyet olmaz! Ve dolayısıyla; çevrecilik, aktivistlik, kadın özgürlükleri, hayvan
sevgileri de olmaz!
İşte şu an insanlığın içinde bulunduğu en büyük aldatmaca budur, ve asıl sorun buradan
kaynaklanmaktadır. Sistemin izin verdiği noktaya kadar başkaldıranların ya da direnişe katılanların
aslında gerçek ‘direniş’çilerin önünü tıkıyor olmasıdır!.. Siyonizmin güdümündeki Kapitalist ve sömürgeci
sistem, tüm dünya devletlerini sarmalına almış ve dünya çapındaki tüm ‘İyilik hareketleri’nin içine sızmış
durumdadır!.. İşte bu yüzden ‘direniş’ yaptığını zannedenler; aslında bir senaryoda figüranlık
yaptıklarını çok sonradan anlayacaktır.
İlla da ‘aykırı’ mı olmak istiyorsunuz; fazla bakınmanıza gerek yok; dünyanın gelmiş geçmiş en ‘aykırı’
adamlarından sayılan ‘Mustafa Kemal Atatürk’ gibi davranın ve İşgale başkaldırın! (Müslüman milletinizi
yanınıza) Emperyalizmi karşınıza alın!..23
Bunlar Dindar Müslüman mı, yoksa “İstismarcı Süslüman mı?”
Taksim gezi parkı sloganlarıyla ilgili AB’nin ve ABD’nin kınama ve uyarı açıklamalarını da doğru
okumak gerekiyordu. Yoksa Sn. Erdoğan’ın son yararlanma tarihi mi yaklaşıyordu? Günümüzün en büyük
yanılgısı, Halkın iktidarları kendilerinin seçtiklerini sanmalarıydı. Oysa Rahmetli Erbakan’ın tabiriyle,
Demokratur Demokrasisi; dış güçlerin tayin ettiği yöneticileri halka onaylatma tezgâhıydı. Hatta bugün Recep
23 http://www.edebiyatgazetesi.com/2013/06/10/bu-ne-tur-bir-gerzekliktir-cem-yagcioglu
65
T. Erdoğan’ı alkışlayan ve her tavrına keramet uyduran kurmaylarının, daha önce Rahmetli Özal’ı, Erbakan’ı
ve Türkeş’i övdükleri unutulmamalıydı.
11 yaşındaki masum çocuğu köprüden atacak kadar vahşileşen… Gencecik bir komiseri çelme takıp
yüksekten düşürerek ölümüne sevinenlere mi yanarsın. Irak ve Suriye’deki katliamları görmezden gelip,
Taksim olayları nedeniyle Türkiye’yi suçlayan Avrupa ve Amerika’ya sitem eden Fetullah Gülen’in
serzenişine mi yanarsın? Yahu ABD Irak’ı işgal ederken, oraya barış getirecek diye alkışlayan ve arka çıkan
siz olmadınız mı? Şu sitem ettiğiniz AB’ye girmeyi huzur ve kurtuluşun ilk şartı saymadınız mı? Fikren ve
fiilen gavura yanaşmanın adını diyalog, dini ve milli gayretleri körleştirmenin adına hoşgörü koymadınız mı?
Haşa Allah’ın hangi kararı katıydı, Resulüllahın hangi kuralı ve hangi uygulaması kabaydı da siz onu
ılımlaştırıp yumuşattınız?
Karl Marx: “Filozoflar dünyayı yorumlayan kişilerdir. Ama asıl marifet onu değiştirmektir”
diyordu.
Che Guavera: “Bazen gerçekçi olmak, imkânsız görüneni denemektir” diyordu.
Erbakan ise: “Ya Siyonizmin hükmettiği; her yönden insanlığı esir alıp yönlendirdiği bu dünyayı
değiştireceksiniz, veya değil ülkenize bir köye bile hükmedemezsiniz” diyordu
Ve “Allah bu aziz millete; “artık tükendi, bitti, sonu geldi” zannedilen
durumlarda bile hiç beklenmedik çıkışlar yapıp tarihin yönünü değiştirme
yeteneği vermiştir” diyerek yeni ve yakın bir dönüşümün müjdesini veriyordu.
66
GEZİCİLERİN HALTI, AKP’NİN RANTI!
Türkiye; bazı tepki ve taleplerin istismarıyla kışkırtılan Gezi isyanları ve Recep
Bey’in kahramanca bastırmasıyla meşgul edilirken:
a) PKK Şırnak Cizre’de anarşistlerden “Asayiş Birimleri” oluşturup resmi geçit
yaptırıyor, fiilen denetimlere başlıyor ve devletin hâkimiyet sembolü karakollar
basılıyor ve baskıya boğun eğen hükümet bir çoğunu kaldırıyordu.
b) ABD Hatay üzerinden Suriye’ye asker taşıyor ve TSK sonu belirsiz bir savaşa
itiliyordu.
Dindar ve muhafazakâr bilinen kasabaya yeni bir savcı atanıyor… Kasaba
esnafı onu ağırlamak ve alışageldikleri rüşvet olayına aracılık yapmak üzere, hâkim
beyle birlikte bir bahçeye davet ediyor ve el altından rakı da içiriliyor. Kafası
dumanlanan hâkim, yeni gelen savcıya: “İyi ki buraya atandın. Yolumuzu bulacak
ve kazları yolunacak daha iyi bir yer bulamazdın. Çünkü buranın halkı bolca
halt işliyor, bizler de doyunca rantını yiyoruz” deyince kasaba eşrafı bozuluyor.
Bunu fark eden hâkim: “Yahu yalan mı, sizler ya bir keçi zararı, ya bir ağaç dalı
veya bir çocuk kavgası yüzünden, biri birinizi hiç yere öldürüyorsunuz.
Ardından ölen taraf “Aman daha ağır ceza ver” diye, bir teneke bal
getiriyorsunuz. Öldüren taraf “Aman az bir cezaya çarptır” diye bir teneke yağ
getiriyorsunuz. Siz o haltları işlemezseniz, biz bu rantları nasıl yiyeceğiz?”
deyince herkes hak vermek zorunda kalıyor…
Şimdi bu Taksim eylemcilerinin; başörtülülere saldırmaları, içki şişelerini
öne çıkarmaları, soyunup bikini ile şov yapmaları, sağa sola sataşıp yakıp
yıkmaları ve hele cami içindeki saygısızlıkları gibi haltları da, haliyle AKP’nin oy
rantını arttırıyordu. Yanlış anlaşılmasın, gençlerin camiye sığınmaları değil, mabed
içindeki hakaret kasıtlı tavırları canımızı sıkıyordu. Yoksa camiler aslında bütün
mağdurların ve mazlumların sığınağı olması gerekiyordu. Tabi bu arada başbakana
ve iktidara yönelik haklı tepki ve taleplerin ve milli hassasiyet sahiplerinin gayretleri
de boşa çıkarılıyordu. Bu tahribatların ülkeye maliyeti 100 trilyonu aşıyordu. Yurt
çapında toplam 6 ölü, 8 bin 822 yaralı vardı; 59 kişinin durumu ağırdı. 11 kişi gözünü
kaybediyor, 1 kişinin dalağı alınıyordu. Protestocular arasına katılıp “ben de
çapulcuyum!” diye pankart açan ve Recep Erdoğan’ın “bu olayların arkasında
faiz lobiler var” palavrasını haklı çıkaran Cem Boyner Mustafa Koç’la beraber
bundan birkaç gün sonra başbakanın Kürdistan açılımına destek vermek
üzere TÜSİAD’ın Cizre toplantısına katlıyordu. Ama bu danışıklı dövüşü
maalesef ne Geziciler, ne de “eziciler” asla fark etmiyordu.
Financial Times gazetesinin 12 Haziran tarihli başyazısı ‘Erdoğan’ın inatçılığı mirasını
riske atıyor’ başlığını taşıyordu. Yanına da: ‘Başbakan’ın davranışları, Türkiye’nin
bölgesel güç imajını bozuyor’ alt başlığı ekleniyordu. Başyazının şu bölümleri dikkat çekiyordu:
“…(Erdoğan) on yıl sürdürdüğü “başbakanlıktan güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığına
kayma ve 10 yıl boyunca cumhurbaşkanlığı makamında oturma” ihtirasları yanında,
bugüne kadar elde ettiği önemli başarıları da riske atmaktadır. Türkiye’nin reformcu
bir bölgesel güç olarak imajı paramparçadır ve AB ile sıkıntılı ilişkisi ise daha da
büyük tehlike altındadır. Her türlü tehlikeye açık kısa vadeli kapital ve zor kazanılmış
ekonomik istikrar, eğer Başbakan, kim olduğu belli olmayan spekülatörler ve
67
sermaye gruplarına çatmaya devam ettiği takdirde buharlaşıp kaybolacaktır.” Bu
sözlerin Erdoğan’ı hizaya getirme ve haddini bildirme tehditleri olduğu sırıtıyordu.
Zaten Başbakan’ın da çok iyi bildiği ve onların sayesinde bu noktalara geldiği;
Dış güçler ve faiz lobileri, Taksim’de başlatılan ve Türkiye çapında yaygınlaştırılan
eylemleri:
1- Recep T. Erdoğan’a haddini hatırlatıp hizaya sokmak
2- “Federatif Kürdistan”dan sonra şimdi de Sivas, Tokat, Malatya, Erzincan,
Tunceli ve Elazığ’ı kapsayan “Özerk Alevistan’a” meşruiyet kazandıracak kanunları
ve yeni anayasayı yapmak hususunda, tedirginliği artan dindar halkın desteğini
sağlamak
3- Suriye’ye, hem de tüm sorumlulukları ve tehlikeli sonuçları Türkiye’ye ait
olmak üzere, bir askeri müdahale için iktidara cesaret kazandırmak amacıyla
tezgâhlanıyordu. Zaten İran Fars Haber Ajansı 23 Haziran Pazar günü 57 ABD özel
subayını taşıyan C-100 tipi kargo uçağının Hatay’a iniş yaptığını, Suriye’deki
muhalefetin komutasını üstlenecek bu subayların teçhizatıyla birlikte Suriye’ye
taşındığını duyuruyordu.
ABD’nin tavrı her şeyi açıklıyordu!
Gezi Parkı eylemleri henüz daha ısınma sürecindeyken önce ABD Ankara Büyükelçisi Francis
Ricciardone konuşmuştu. Olaylar büyüyünce, devreye Beyaz Saray açıklaması giriyordu. Provokasyon şehir
şehir gezmeye başlayınca da bu sefer Türkiye’yi ikinci adresi yapan John Kerry akıl veriyordu. Son olarak da
‘kipasıyla meşhur’ Başkan Yardımcısı Yahudi Joe Biden tehditlere başlıyordu. Joe Biden Başbakan
Yardımcısı Ali Babacan’ın da hazır bulunduğu bir ortamda çok ilginç cümleler kullanıyor, çok tartışılacak,
spekülatif kavramların altına imza atıyordu. Peki, ABD’nin Başkan Obama’dan sonra en güçlü ismi Biden,
neler söylüyor ve bu söyledikleri ne anlama geliyordu:
Joe Biden “Türk halkı kendi geleceklerinin yazarları olacaktır. Ancak şunu bilmeliler ki, Türkiye,
Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılını kutlarken, ABD de bu geleceğin daha güvenli, refah ve
demokratik olmasına yardım etmek için bir müttefik ve dost olarak yardıma hazırdır” diyordu.
Peki, ne demek istiyordu: “AKP Hükümeti 11 yıldır ne dediysek yaptı. Bu Hükümet Amerikan
çıkarlarına yönelik hemen her adıma destek sağladı. Bölgede âdeta ABD’nin jandarması gibi
davrandı. Medeniyetler İttifakı dedik sahip çıktı. Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) dedik, Eşbaşkanlığına
yanaştı, Irak’ı işgal ettik, sesini çıkarmayarak hatta ‘bölgede daha fazla kalmalısın” diyerek işimizi
kolaylaştırdı. Libya’yı tahrip ederken yanımızda yer aldı. Bölgedeki vazgeçilmez müttefikimiz İsrail’in
savunmasında başrol oynayan Malatya Kürecik’te radar sistemini kuralım dedik, Erdoğan kılıf
hazırladı. Hülâsa, Amerika ne talep ettiyse AKP iktidarı fazlasıyla yaptı. Ancak, şimdi durum
değişiyor. Biz, AKP’den alacağımızı aldık. ABD şimdi farklı ufuklara yelken açmak zorunda. Biz nasıl
ki yeri geldi darbeci hükümetlerle de rahat çalıştıysak AKP sonrası için de hazırız. Bütün bu kapsam
dâhilinde vazgeçemeyeceğimiz tek husus var; ABD çıkarlarıdır…”
Joe Biden: “Türkiye’deki olaylar, ABD de dâhil dünya genelinde endişelere yol açtı. ABD, ortaya çıkan
sonuca karşı kayıtsızmış gibi görünemez, çünkü biz, açık toplumlara, siyasi sistemler ve ekonomilere,
demokratik kurumlara sahip olan ve evrensel insan haklarına sıkı sıkıya bağlı olan ülkelerin, gelişeceğine ve
21’inci yüzyılın en güçlü ülkeleri olacağına inanıyoruz” diyordu.
Bu sözler: “Biz ve bizimle birlikte hareket eden global sistem her zaman olduğu gibi şimdi de
istersek ortalığı karıştırabiliyoruz. Şunu unutmayın; Türkiye’deki siyasal-ekonomik istikrar bıçak
sırtında ve buna biz karar veriyoruz. Taksim Gezi Parkı gösterileri de bir kez daha ortaya koydu ki;
bağımsız bir ülke değilsiniz, öyle sanıp aldanıyorsunuz. Vahşi kapitalizmin ve Siyonizm’in bölgedeki
çıkarları neyi gerektiriyorsa o oluyor” anlamına geliyordu.
Joe Biden: “Zamanı geldiğinde, Türkiye ile ticari ilişkilerimizi bir sonraki adıma taşıyabileceğiz”
68
diyordu. Yani “Türkiye’nin İsrail çıkarlarını ne derece koruyup kolladığına bakıp ona göre karar
vereceğiz” demeye getiriyordu.
Joe Biden: “Türkiye, Kürt sorununda, Rum Ortodoks Patrikhanesi’yle ilgili konuda ve diğer
meselelerin çözümü yolunda önemli adımlar atmaya istekli olduğuna dair cesaret verici sinyaller
veriyor. Ermenistan ve Kıbrıs ile ilgili sorunlarda da benzer vizyon ve ilerlemeyi görmeyi umuyoruz”
diyordu.
Bununla: “Türkiye öncelikle ve bizim istediğimiz şekilde Heybeliada Ruhban Okulu’nu
açmalıdır. Ayrıca Ermenistan ve Kıbrıs’la ilgili konularda da bizim arzu ettiğimiz biçimde
davranılmalıdır” mesajı veriyordu.
Joe Biden: “Tarihin en güçlü ittifakı olan NATO’nun üyeleriyiz. Kolektif savunmaya yönelik
bağlılığımız çok önemli, bu durum Türkiye’nin Suriye sınırına yerleştirilen patriot füze bataryalarında
kendini göstermiştir. Ancak birçok bakımdan dünya değişti ve bugün ilişkilerimiz sadece savunma
alanından ibaret olmanın çok ötesindedir. Uzun zamandır askeri müttefikiz, ancak bugün durum
bundan fazlasını gerektirmektedir” diyordu. Bu ifadeler: “Türkiye Suriye meselesinde bizden daha fazla
bir şey beklemesin. Suriye’ye kendisi girsin ve ABD İsrail hatırına sıkıntılara göğüs gersin” manasını
içeriyordu.
ABD İncirlik’teki atom bombalarını yeniliyordu!
Tam bu süreçte ABD Başkanı Barack Obama, aralarında Türkiye’nin de
bulunduğu beş NATO müttefiki ülkede bulunan taktik nükleer bombaların
yenilenmesi amacıyla 2014 bütçe tasarısında 537 milyon dolar tahsis ediyordu. New
York Times gazetesi, “editörler kurulu” imzasıyla yayımladığı başyazısında, ABD’nin
Avrupa’da 180 kadar B61 tipi nükleer bomba bulundurduğunu, “soğuk savaş
döküntüsü” bu bombaların Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye’de konuşlu
olduğunu yazıyordu. Obama’nın bombaların modernizasyonu amacıyla 2014 bütçe
tasarısına da 537 milyon dolar koyduğu hatırlatılıyor ve uzmanlar, bombaların
yenilenmesi programının maliyetinin hesaplanan 4 milyar doları aşarak 10 milyar
dolara ulaşacağını bekliyordu.
İncirlik’te 90 atom bombası “yakın bir savaş” için mi hazırlanıyordu?
Amerikan nükleer bombalarının nerelerde olduğu daha önce WikiLeaks’ten sızan belgelerle ortaya
çıkmıştı. Belgelerde ABD’nin Avrupa’da bıraktığı 200 civarında taktik nükleer silahın çoğunun Türkiye,
Belçika, Hollanda ve Almanya’da bulunduğu belirtiliyordu. Belgelere göre, Adana’daki İncirlik Üssü’nde
ABD’ye ait 90 nükleer başlık bulunuyordu. CIA’ya yakınlığı ile bilinen Washington Enstitüsü’nün yayınladığı
Richard Outzen imzalı bir raporda, Türkiye’de konuşlanmış Amerikan nükleer bombaları harita üzerinde tam
liste olarak gösteriliyordu. (Raporun aslı: www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/Policy
Note12.pdf) Rapora göre, İzmit, Balıkesir, Eskişehir, Konya, Ankara, Malatya ve Erzurum’da ABD’nin nükleer
silah depoları bulunuyordu. Raporda nükleer bombaların sayısı belirtilmezken, Turgut Özal dönemi ABDNATO-
Türkiye ilişkilerinde en iyi dönem olarak anlatılıyor, AKP dönemi de bu ilişkilerin tavan yaptığı dönem
olarak gösteriliyordu.
Başbakan ABD’nin atom bombalarına neden itiraz etmiyordu?
Pakistan gezisi sırasında nükleer silah sahibi ülkelere sert tepki gösteren Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın, ABD’nin Türkiye’deki nükleer silahlarına itiraz etmediği gibi, yenilemesine de tavır almadığı
gözleniyordu. Erdoğan, Pakistan’da Kaid-i Azam Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, “Kitle imha silahı
hangi ülkelerin elinde? Kitle imha silahını elinde bulunduran gelişmiş ülkeler, gelişmekte bulunan
ülkelerde bulunmasını istemiyorlar. Sadece kendilerinde olmasını istiyorlar. ‘Bende olur, başkasında
olmaz’ diyorlar. İşte bunun hesabını sormalıyız. Bunun dayanışması içinde olmak durumundayız.
Hayatımızda bir kez öleceğiz. Her gün bin kez ölmektense, bir kez ölmek daha hayırlıdır” diye hava
atıyordu.
69
Gezi Parkı tantanası “Petrol sömürge yasasını” unutturuyordu!
Gezi Parkı eylemlerinin yoğun trafiği altında Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylanarak yürürlüğe
konulan Türk Petrol Kanunu’ndaki devlet hissesinin 8’de 1’i yani yüzde 12,5’lik oranı diğer ülkelerle
kıyaslanınca yeni yasanın bir kapitülasyon değil sömürge yasası olduğu ortaya çıkıyordu! Meclis’te kabul
edilerek yasallaşan Türk Petrol Kanunu’nda devlet hissesinin yüzde 12,5 oranında olması akıllara, “civar
ülkelerdeki oranın ne olduğu?” sorusunu getiriyordu. Gezi Parkı olayları devam ederken hiç ülke gündemine
taşımayarak ve tartışılmayarak geçen Türk Petrol Kanunu’nun yabancı şirketleri Türkiye’ye çekmek için
uygulanan oranlar kafaları karıştırıyordu. Yeni Türk Petrol Kanunu ile Türkiye’nin yer altı petrol rezervlerinin
yabancı şirketlere açılması ile yabancı şirketlerin önümüzdeki günlerde Türkiye’ye akın edeceği biliniyordu.
Yabancı şirketlere verilen haklar ve ayrıcalıklar ile TPAO’nun özelleştirilmesinin önünü açmasına yönelik
maddeler de dikkat çekiyordu.
Ancak, Türkiye’nin yabancı şirketlere tanıdığı hakların diğer ülkelerde ne olduğuna ilişkin
yaptığımız araştırmalar sonucunda devlet hakkının sadece yüzde 12,5 olması çok düşük bir rakam
olarak gözüküyordu. Yabancı şirketin devlete ödeyeceği vergiler de buna dâhil edilince Türkiye’nin
bir yabancı şirketin petrol çıkarmasından elde edeceği gelir yüzde 30 düzeyinde kalıyordu. Hal böyle
olunca petrol üreticisi ülkeler ve işgallerle uğraşan Irak ve Libya’ya baktığımızda Türkiye’nin
oranlarının çok düşük olduğu ortaya çıkıyordu. Irak’ta şirketin maliyetleri ve devlete ödeyeceği
vergiler dışında devletin hakkı yüzde 20 iken bu oran Libya’da yüzde 15’i geçiyordu. Vergiler de dâhil
edilince bu oranlar Irak’ta yüzde 50’lere çıkarken Libya’da ise yüzde 45’ler seviyesinde seyrediyordu.
Yeni Kanuna göre Türkiye petrollerinde imtiyaz sahibi kılınan yabancı (çoğu Yahudi ortaklı) şirketler
Kuzey Irak’ta yaptığı petrol antlaşmaları gereği çıkaracağı petrolün yüzde 85’inde hak sahibi
oluyordu. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne de çıkardığı petrolün yüzde 15’lik kısmını bırakıyordu.
Ekonomi sağlam temeller üzerinde mi oturuyor, yoksa bataklık üzerinde mi?.. Siyonist Bernanke’nin
bir cümlesi faiz ve doları uçuruyor, borsayı çökertiyordu!
Üretim yerine borçlanarak ve sıcak paraya mahkûm olarak işleyen işbirlikçi
düzenin foyası ortaya çıkıyordu. Hükümet tarafından hemen her fırsatta çok sağlam
temellere sahip olduğu propagandasıyla şişirilen ekonomi, ABD Merkez Bankası
Başkanı’nın açıklamalarının ardından allak bullak oluyordu. Tabir-i caizse FED
Başkanı hapşırınca AKP ekonomisi zatürre oluyordu!
Ekonomiyi sadece mali piyasalardan ibaret gören ve yaşanan ekonomik durgunluğu
vatandaştan saklamaya çalışan hükümetin ekonomi balonu ciddi bir sınavda sönüyordu. Üretim
yerine yabancı kaynaklardan borçlanmaya endekslenen ekonomi, mali piyasalardaki çalkantıyla
sarsılıyor, pamuk ipliğine bağlı olan ekonomik dengeler, Taksim Gezi Parkı olayları sırasında kırmızı
alarm vermeye başlıyor, ancak bu durum hükümetin her zamanki hedef saptırmasıyla “Faiz lobisinin
işi” diyerek geçiştirilmeye çalışılıyordu. FED Başkanı Bernanke’nin açıklaması ise mali piyasaları
tepe taklak ediyor, dolar tarihi rekorunu kırarken, avro sert yükseliyor ve hükümetin pek bir önem
verdiği borsa çakılıyor ve borçlanma ekonomisi çöküyordu.
ABD Merkez Bankası (FED) Başkanı Bernanke, piyasaları fonlamak anlamına gelen aylık 85 milyar
dolarlık tahvil alımlarını 2014’te bitireceklerini açıklayınca tüm dünyadaki mali piyasalar karışıyordu. ABD’nin
tahvil alımlarıyla Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere akın eden sıcak paranın yeniden ABD’ye dönecek
olması birçok ülke borsasının çakılmasına neden olurken, birinciliği yüzde 6.82 düşüşle Borsa İstanbul
kapıyordu. Dolar, tarihi zirvesi olan 1.94 lira rakamını görürken, avro da 2.55’e kadar yükseliyordu. Ekonomik
büyümesini tamamen dış kaynaklara ve borçlanmaya bağlayan Türkiye, ABD’nin bu kararıyla yabancı
kaynak akışından da faydalanamıyordu.
Faiz lobisi öcü de Bilderberg cici mi oluyordu?
“2013 Haziran’ının başında yani Gezi olaylarının hemen öncesinde
gerçekleştirilen Bilderberg toplantılarına hükümeti temsilen Ali Babacan’ı gönderip
70
(üstelik “faiz lobisi” suçlamalarının göbeğine oturttuğu Koç ve Sabancı Holding’den
katılımcılarla birlikte), ondan sonra “dış mihraklar” şeklinde vaveyla koparmak
samimiyetten çok uzak görünüyordu. Hükümet yetkilileri, küresel siyaset ve
ekonominin önemli bir ayağını oluşturan ve “faiz lobisi” gibi bir öcünün küresel
ölçekte hamisi olan Bilderberg’i, yoksa Kanarya Sevenler Derneği mi sanıyordu?”
sorusu hala yanıtını arıyordu!..
Eski MİT’çi Eymür'e göre: Erdoğan'ın CIA bağlantıları ne anlama geliyordu?
“MİT’in en meşhur isimlerinden Mehmet Eymür, sontv sitesinde yazdığı “İki tatlı söz” başlıklı yazısında
Tayyip Erdoğan’a tavsiyelerde bulunurken önemli bilgiler de veriyordu.
Eymür, “24 Temmuz 1999’da cezaevinden tahliye olan Erdoğan, 14 Ağustos 2001’de kurucuları
arasında olduğu AKP’nin Genel Başkanı seçildi. Erdoğan 2002 başında ABD’yi ziyaret etti ve
ABD’deki Türkiye masasına bakan şefler tarafından misafir edildi” diye yazıyordu.
Esasen, bu bilgiler özellikle Turan Yavuz, Yılmaz Polat, Savaş Süzal gibi Washington’da görev yapan
Türk gazeteciler ve ayrıca Tuncay Özkan tarafından da dile getiriliyordu. Fakat ilk defa Türk istihbaratında
önemli görevler yapmış bir kişi, Tayyip Erdoğan’ın CIA’nın Türkiye masası şefleri ile görüşmüş olduğunun
altını çiziyordu!
AKP’nin bir ABD projesi olduğunu, biz 26 Ağustos 2001 tarihinde belgesiyle ortaya koymuş, parti
programının bile CFR’den gönderildiğini ispatlamıştık. Erdoğan’ın dediği gibi “Türk Baharı”, 2002’de
başlamıştı. Erdoğan, daha Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı iken, ABD Büyükelçisi Morton Abramowitz ve
CIA’nın önemli şeflerinden Graham Fuller ile temasa geçmişti. Abdullah Gül de farklı kanallardan aynı
kişilerle devamlı temas halindeydi. Tayyip Erdoğan, Amerika’nın Adana Konsolosu Elizabeth Shelton,
ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Caroline Hagins, ABD Büyükelçilik Müsteşarı Silwer Lawrens ve CIA
görevlisi Kenny Bob ile de görüşüyordu! Tayyip Erdoğan’ın hapisten çıktıktan sonra, 2002’de ABD’de
kimlerle görüştüğünü, rahmetli Turan Yavuz, “Çuvallayan İttifak” kitabında tek tek açıklıyordu. Aynı bilgilere
Merdan Yanardağ da 2007 yılında çıkan “Bir ABD projesi olarak AKP” adlı kitabında yer veriyordu.
Turan Yavuz’a göre; Cüneyd Zapsu, Erdoğan’ın temaslarını “çizmeli adam” lakabıyla tanınan
Grenville Byford adındaki arkadaşı kanalıyla sağlıyordu. Byford’un eşi Orit Gadiesh, İsrailli bir
generalin kızı ve ayrıca Simon Peres’in baldızı ve danışmanı oluyordu. Daha 17 yaşındayken İsrail
Genelkurmay Başkanı’nın askeri istihbarat biriminde asistan olarak çalışma hayatına atılıyordu.
Erdoğan, Washington’a ayak bastığında Eymür’ün dediği gibi Türkiye uzmanları olan eski CIA yetkilisi
Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz ve Henry Barkey gibi uzmanlarla baş başa
yemeklerde buluşuyordu. Bunun yanı sıra, CIA’nın düşünce kuruluşu olarak anılan Rand Corporation,
aracılık kurumu Lehman Brothers, Amerikan Yahudi Kongresi ve Amerikan Yahudi Komitesi yetkilileri ile
görüşüyordu. Son olarak, Tayyip Erdoğan ve Cüneyd Zapsu, Richard Perle’ün Washington-Maryland
sınırındaki Chevy Chase Mahallesi’nde bulunan üç katlı evine de gidiyordu. Perle, Erdoğan’a, AKP’nin
iktidara gelmesi halinde, Ortadoğu’da Washington’un sorunlu olduğu birçok ülkeye “ılımlı İslam modeli” ile
“örnek” teşkil edeceğini ve Bush yönetiminin bu konuya çok önem verdiğini söylüyordu.
Mehmet Eymür, Erdoğan’ın yıldızının, asıl İstanbul’da sinagoglara saldıran teröristlere meydan
okuması ile parladığını, bu tutumu sayesinde 2004 yılında ABD Başkanı Bush ile görüşmeye gittiğinde sıcak
bir şekilde karşılandığını, ABD’de çok kuvvetli ve etkin bir topluluk olan “ABD Yahudi Teşkilatı”nın ona
“Yahudi Cesaret Madalyası” taktığını, ondan sonra Tayyip Erdoğan’ın yıldızının hızla parladığını yazıyordu.
Necmettin Erbakan da bu görüşteydi, AKP iktidarı için, “AKP’yi dış güçler kullanıyor. AKP,
Haim Nahum doktrininin taşeronudur” diyordu. Şimdi, Taksim yürüyüşleri bahanesiyle aynı Tayyip
Erdoğan’ın yıldızını parlatanlardan şikâyetçi olması, protestoları bu güçlerin organize ettiğini
açıklaması”24 acaba pişman olup artık Milli çizgiye kaydığını mı, yoksa ülkemize yeni
24 Arslan Bulut, Yeniçağ
71
ve daha tehlikeli tuzaklar tezgâhlandığını mı gösteriyordu?
Çünkü tam da Gezi provokasyonları sürecinde Siyonist İsrail’in gizli istihbarat
kuruluşu MOSSAD’ın başkanı Tamir Pardo’nun Türkiye’ye yaptığı gizli ziyaret
akıllarda soru işareti oluşturuyordu.
MOSSAD Başkanı Siyonist Pardo ve MİT müsteşarı Hakan Fidan arasında yapılan görüşmede
Gezi Parkı eylemlerinin de masaya yatırıldığı ve bu konu üzerinde değerlendirmeler yapıldığı iddia
ediliyordu. Üstelik MOSSAD Başkanı, Gezi olayları başladıktan bir hafta sonra geliyordu. 1948 yılında
Filistin topraklarını işgal ederek, Ortadoğu’nun bağrına zehirli bir hançer gibi saplanan Siyonist
İsrail’e hizmet eden gizli istihbarat servisi MOSSAD’ın kirli tarihinde Müslümanlara yönelik hazırlanan
ne tezgâhlar ve katliamlar biliniyordu. Hani Recep Bey, İsrail’e hava atıp duruyordu? Yoksa
Başbakan’ın İsrail’e yönelik kurusıkı blöfleri derin Türkiye-İsrail ilişkilerini halktan gizlemeyi mi
amaçlıyordu?
Terörist İsrail devletinin sözde kuruluş tarihi olan 1948’den bir yıl önce Tel Aviv’de kurulan
MOSSAD’ın İbranice’de açılımı ‘Özel Operasyonlar Enstitüsü’ anlamına geliyordu. MOSSAD, Filistin
topraklarına yaptığı hain saldırılarla kadın, çocuk, ihtiyar, hasta ayırmadan binlerce masumun üzerine
ölüm bombaları yağdıran işgalci İsrail’in varlığının devamı için her türlü ihanet planlarını devreye
sokmaktan çekinmiyordu. Onlara göre yaptıkları aşağılık katliamların, Müslümanlara verdikleri her
zararın nihai olarak tek amacı: İçinde Güneydoğu bölgemizin de yer aldığı Nil ve Fırat arasındaki
toprakların sahibi olmak yani Arz-ı Mevud-u kurmak oluyordu.
Öcalan’ın istediği konferansta “seçimden önce yeni anayasa” şartı
konuşuluyordu
Demokrasi ve barış Konferansı sonuç bildirgesinde, Meclis’te bulunan siyasi partilere, “iktidar ve
muhalefetiyle yasal reform girişimlerinin ve demokratikleşmenin hızlandırılması, yeni anayasa
çalışmalarının, seçimlerden önce sonuçlandırılması” çağrısı yapılıyordu. Abdullah Öcalan’ın, Ankara,
Diyarbakır, Brüksel ve Erbil’de düzenlenmesini istediği dört konferansın ilki Ankara’da yapılıyor, CHP Genel
Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Parti Meclisi Üyeleri Gülseren Onanç, Basın ve Propagandadan
Sorumlu Başkan Yardımcısı Ali Arif Özzeybek’in de katıldığı “Demokrasi ve Barış” adlı konferansın sonuç
bildirgesinde şu görüşlere yer veriliyordu:
Yeni anayasa diretmesi!
Çözümün yalnızca tek taraflı fedakârlıklarla sağlanamayacağını değerlendirerek, Meclis’te
bulunan siyasi partilere çağrı yapıyoruz. İktidar ve muhalefetiyle yasal reform adımlarının,
demokratikleşmenin hızlandırılması, yeni anayasa çalışmalarının seçimlerden önce
sonuçlandırılması, çözüm sürecinin ruhuna uygun bir çalışma temposunun, tarzının ve dilinin
parlamentoda geliştirilmesi gerektiğini belirtiyoruz.
Kesintisiz süreç garantisi!
Konferansımızın, müzakere sürecinin kesintisiz olarak sürdürülmesi için kararlı bir tutum ve
çaba içerisinde olacağını ilan ediyoruz.
Öcalan’a özgürlük talebi!
Abdullah Öcalan’ın “sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının” sağlanması ve toplumun çeşitli
kesimlerinden oluşan heyetlerle iletişim imkânlarının yaratılması gerektiğini belirtiyoruz. Halkların dil,
kültür, inanç ve kimlik haklarının evrensel olduğunu, bunların bir pazarlık konusu haline
getirilemeyeceğini ve bu hakların eşit yurttaş olmanın gereği sayıldığını bir kez daha vurguluyoruz.
“Soykırımla Yüzleşme” edepsizliği!
Gerçek bir barışın sağlanması için bugünden başlayarak geçmişe kadar uzanan tüm
katliamlarla, faili meçhullerle, kayıplarla, soykırımlarla yüzleşmenin vazgeçilmezliğinde birleşiyoruz
ve günümüzden geriye doğru, insanlığa karşı işlenmiş bütün suçları, zaman aşımı olmaksızın ortaya
çıkarmak ve adaleti tesis etmek için üzerimize düşen her şeyi yapacağımızı belirtiyoruz.
72
“Ortadoğu’ya Barış” tekerlemesi!
Barışın sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ve Suriye’de de gerçekleşmesi hedefinin Konferans
katılımcılarının ortak mücadele konusu olduğuna işaret ederken, Reyhanlı’da yaşanan katliamın barış
ihtiyacının ne kadar acil olduğunu gösterdiğini vurguluyoruz. (Yani İsrail’le uyumlu davranılmasını ve
Arz-ı Mev’ud (BOP) hedefine hizmet sunulmasını istiyoruz…)
Bildirgede ayrıca Akil İnsanlar ve Çözüm Komisyonunun olumlu, ama yetersiz bulunduğu
vurgulanıyordu. Ve zaten İmralı ziyaretinden dönen BDP heyeti: “Öcalan’ın; çözüm sürecinde birinci
aşamanın başarıyla geçilip şimdi ikinci aşamaya gelindiğini ve Türkiye halklarının (artık bir tek millet
yok) tüm demokratik haklarının verilmesi gerektiğini” söylediği açıklanıyordu. Yani açılım sürecini
Abdullah Öcalan üzerinden Dış odaklar yönetiyordu.
Bu arada, “efendim Kürdistan’a demokratik özerklik verilmekle Türkiye resmen
bölünmeyecek ve haritamız değişmeyecek” sözleri çok tehlikeli ve tahripçi bir yalanı
gizliyordu. Evet, “demokratik özerklik”le Güneydoğu’muz belki resmen bölünmüyor,
ama fikren ve fiilen kontrolümüzden çıkmaya başlıyordu. Aynen Kuzey Irak
Kürdistan’ı gibi, bütün genel sıkıntıları ve masrafları Türkiye Cumhuriyeti’nin
sırtında bırakılıyor, ama içişlerinde ve dışişlerinde bağımsız davranma yolu
açılıyordu. Yani “Nikahı Türkiye’nin boynunda, ama irtibatı ABD ve İsrail’in
koynunda” bir durum oluşturuluyordu!? Tam bu sırada Şırnak’ın Cizre İlçesinde
PKK asayiş birimleri oluşturup resmigeçit yaptırıyor ve denetimlere bile başlıyordu.
PKK’nın Kürdistan Polis Teşkilatı olan bu küstah girişim, hayret; ne yandaş ne de
laik medyada asla yer almıyor, ana muhalefetten hiçbir tepki gelmiyordu.
İşte böyle bir süreçte, Fetullah Gülen’in “Kürtlerin anadilde eğitim arzularının,
onlara bahşedilecek bir lütuf değil, doğuştan verilen bir temel insan hakkı
olduğunu” açıklaması da, ABD Yahudi Lobilerinin şeytani amacını yansıtıyordu ve
gerçekleri saptırıyordu. Çünkü bir toplumun anadilini konuşması ve çocuklarına
öğretip aktarması bir temel insan hakkıydı; ama Kürtçenin ikinci bir resmi eğitim dili
yapılması Türkiye’nin parçalanma aracıydı, bunun “temel insan hakkı” sayılması
yanlıştı ve böyle bir ihtiyaç da bulunmamaktaydı.
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerinde PKK/BDP’nin desteklediği
aday “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için” yardım istiyordu!
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası (DTSO) başkanlığı seçimleri için yapılan kampanyada “Büyük
Kürdistan” propagandası öne çıkıyordu. BDP ve DTK’nın desteklediği Yahudi asıllı Kürt aşiretlerinden Filiz
Bedirhanoğlu grubu tarafından asılan pankartlarda, “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için” destek
isteniyordu. Filiz Bedirhanoğlu grubu tarafından cadde ve sokaklara asılan afişlerde “Büyük Kürdistan”
vurgusu öne çıkıyor, afişlerde, “Kürdistan’ın dört parçasının ekonomik birliği için mavi listeyi
destekleyelim” ve “Talan edilen Kürdistan kaynaklarını yeniden inşa etmek için tüm yurtsever ve
demokratları, Diyarbakırlıları Ticaret ve Sanayi Odası seçimlerinde Mavi listeyi desteklemeye
çağırıyoruz” ifadeleri kullanılıyordu.
AKP ve BDP’lilerden sonra ‘açılım’a destek veren bir grup CHP’li vekil
Cemaat’in davetlisi olarak ABD’ye gidiyordu. Heyetin başında Gölge CIA olarak
bilinen Stratfor belgelerinde TR 705 olarak kodlanan Sezgin Tanrıkulu bulunuyordu.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ardından ABD’ye uçan DTK Eş Başkanı Ahmet Türk’ün yanı sıra CHP
Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu başkanlığında bir CHP heyetinin de ABD’ye gittiği ortaya
çıkıyordu. CHP heyetinin ABD’ye Fetullah Gülen cemaatine yakın kuruluşların düzenlediği Anadolu Kültürü
ve Yemek Festivali kapsamında davet edildikleri belirleniyordu. Başbakan Erdoğan’ın Amerika ziyaretinin
ardından Washington’a giden BDP’li Ahmet Türk ABD’de yetkililerle görüşüp talimat alıyordu. ABD
yönetiminden “açılım” sürecine destek isteyen Türk’ün Fetullah Gülen’le de görüşmeyi planladığı iddia
73
edilirken, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Gülen ziyaretine ilişkin, “Bir randevumuz yok. Bu konuda
kapalı, tutucu değiliz” diyordu.
AKP ve BDP’lilerin ABD’yi ziyaret trafiğini sürerken, açılım sürecine bir grup milletvekiliyle destek
bildirisine imza atan CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun da Gülen cemaatine yakın
kuruluşların davetlisi olarak ABD’de bulunması dikkat çekiyordu. CHP heyetinde Tanrıkulu’nun yanında
İstanbul Milletvekili Melda Onur ile Haydar Akar’ın da ABD’ye gittiği öğreniliyordu. Tanrıkulu’nun ABD’de
kimlerle görüştüğüne ilişkin bilgi verilmezken, heyetin ABD’ye CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun
onayıyla gittikleri ifade ediliyordu.
AKP ve BDP’liler de katılıyordu!
Gülen Cemaatine yakın kuruluşların organize ettiği Anadolu Kültürü ve Yemek Festivali açılışında
AKP’yi Gülşen Orhan, Fahrettin Poyraz, BDP’yi ise Altan Tan temsil ediyordu. Los Angeles’te düzenlenen
festivalin açılışında Amerikan Meclis Üyeleri Ed Royce, Michael Honda, Dana Rohrabacher, Joe Baca, Alan
Lowenthal da yer alıyordu. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise sponsor olarak festivale
Mehter takımı gönderiyordu.
Cemaatten ürken Başbakan TSK’yı niye takmıyordu?
Hatırlayınız Tayyip Erdoğan Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılması olayında Cemaat kadrolarını kastedip
“Devlet içinde devlet var” ifadesini kullanıyordu. Bu Tayyip Erdoğan “Odama böcek koyup beni
dinliyorlar” deyip yine o çevreyi ima ediyordu. Bu Tayyip Erdoğan Reyhanlı’daki bombalama olayı
istihbaratının gizlenmesi bağlamında yine Cemaat kadrolarını işaret ediyordu.
Hal bu iken aynı Tayyip Erdoğan, “Fetullah Gülen ile görüşülür mü” sorusuna, “Gökten ne yağar da yer
kabul etmez” şeklinde bir karşılık veriyorsa bunun okuması elbette muhabbet ve saygı değil tersine Gülen
Hareketinin caydırıcılığıdır. Çünkü Cemaat, ABD derin devleti olan Yahudi Lobilerince daha bir kollanmakta
ve kendilerine yakın bulunmaktadır. Tablo bu ise şöyle bir soru kaçınılmazdır:
F Tipi Cemaat gibi sadece devlet içinde kadroları olan bir sivil yapıdan ürken bir Başbakan
nasıl TSK gibi bir kurumu zerre takmıyor ve haklı taleplerini hesaba katmıyordu?
Bu sorunun cevabı Pentagon ile İsrail’in etkisinin yanı sıra Genelkurmay’ın mesela bir F tipi Cemaat
kadar bile Başbakan’ın nezdinde caydırıcılığının olmamasıdır ki bu fotoğrafı birileri Karargâhın işbirlikçiliği
şeklinde de okuyabilir...” diyen Sabahattin Önkibar kimleri niye kışkırtıyordu?
Emniyette Erdoğan Cemaat kapışması sürüyordu
İstihbarattan sonra sıra KOM’a geliyordu. Emniyet’teki kilit görevlerde yapılan değişiklikler,
iktidar içerisindeki tartışmayı daha da derinleştiriyordu. Ergenekon, Balyoz ve benzeri operasyonları
uygulayan birimlerden biri olan İstihbarat Dairesindeki tasfiye atamaların ardından, bir diğer kritik
birim olan Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı’nda da önemli
değişiklikler yapılacağı konuşuluyordu. Emniyet İstihbarat dairesi Başkanlığına Engin Dinç’in göreve
getirilmesinden sonra iki daire başkan yardımcısı ve 8’i üst düzey olmak üzere toplam 12 kişi
görevlerinden alınarak pasif görevlere atanıyordu. Daha sonra İstihbarat Daire Başkanlığı’nın
arkasından Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Dairesi üzerinde çalışıldığı bildiriliyordu.
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ve bağlı şubelerinde 2006 yılında yapılan
kadro operasyonuyla eski ekip tasfiye ediliyor, bu birim tertiplere uygun bir hale getiriliyordu. Daire
Cemaat’e yakın emniyetçilerin kontrolüne giriyordu. Şimdi daha önce tasfiye edilen eski ekibin,
yeniden kritik görevlere getirileceği ve “dizginleri ele alacağı” konuşuluyordu. Bu gelişmeler üzerine
F tipi medyadan tepki geliyor, Taraf ve Bugün gazeteleri Emniyet’teki tasfiye operasyonlarını birinci
sayfaya taşıyordu.
Ha sahi, bizleri sürekli “komploculuk”la suçlayanlar, Gezi olayları nedeniyle
Başbakan’ın ağzından düşürmediği “dış güçler ve faiz lobileri” ithamlarını nasıl
yorumluyordu? Bu sözler ciddiye mi alınıyordu, yoksa komplo teorisi mi
sayılıyordu?
74
CEMAAT VE İKTİDARIN ORTAK TAHRİBATLARI
Sözde çözüm süreci, PKK’yı özümseme sürecine dönüşüyordu. Başbakanın
palavraları aksine, PKK’lı teröristler silahlarıyla birlikte İran, Irak ve Suriye’ye çekiliyordu.
Murat Karayılan eşkıyasının açıklamalarından ve Batılı müttefiklerimizin tavırlarından,
PKK’nın teröristlikten çıkarılıp, meşruiyet ve resmiyet kazanmış bir “halk ordusu”na
dönüştürüleceği anlaşılıyordu. Böyle bir yapılanmanın, “istendiği anda ve oranda,
Türkiye ve komşu ülkeler aleyhine çok daha rahat kullanılacağı” gerçeğini nedense
hiç kimse gündeme getirmiyordu. Ve zaten AKP yalakası ve Yenişafak yazarı İbrahim
Karagül, “Kahramanlık taslarken hırsızlığını anlatan Kıpti” misali, 25 Nisan 2013 tarihli
“PKK’yı Kürt Petrolü Bitirdi” yazısında, Kuzey Irak petrollerini tamamen kontrol altına
almak isteyen güçlerin PKK’yı Türkiye dışına çıkarıp, yeniden yapılandırmaya
çalıştıklarını ağzından kaçırıyor, yani Erdoğan ve Öcalan’ın sadece bu sürece figüranlık
yaptıklarını dolaylı itiraf ediyordu.
Bilindiği gibi Güneydoğu’da 220 bin asker görev yapıyor, bu sayı son yıllarda 170 bine indiriliyordu.
İmralı müzakereleriyle birlikte durum değişiyor, asker mevcudu 130 bine düşürülüyordu. Türkiye’deki terörist
sayısı konusunda sağlıklı bir bilgi yoktu. Kışı topraklarımızda geçiren terörist sayısının bin 500 civarında
olduğu devlet yetkilileri tarafından belirtilirken, teröristlere göre ise bu sayı 800’ü bulmuyordu. Şimdi bunların
çekilip çekilmeyeceği, çekilirse nasıl çekileceği tartışılıyordu. Teröristler çekilse bile sınır ötesinde siyasi ve
askeri eğitimlerini sürdürecekleri belirtiliyordu. Çünkü, Kürt vatandaşlar için özerklik verilmesi halinde
bunlardan o bölgenin silahlı gücü olarak yararlanılacağı ve bunun için kendilerine maaş da bağlanacağı
konuşuluyordu..
Ayrıca bazı askeri uzmanlar teröristlerin bütün unsurlarıyla sınır ötesine
çekilmeyeceğini ve güvenlik güçlerinin giremediği bazı yerleri terk etmeyeceğini
söylüyordu. Böyle kritik önemdeki yerlere işler tersine gittiğinde yine ihtiyaçları olacağı
belirtiliyordu. Türkiye’den çekileceği söylenen 800 teröristten sadece çeşitli katliamlara
bulaşmış ve hakkında kesin yakalama emri çıkarılmış olan 300 PKK’lının yurt dışına
çıkacağı, diğer 500 kişinin ise silahlarıyla kendi evlerine dönmeye başladığı anlaşılıyordu.
Kandil Cumhuriyetinden(!) yapılan açıklamalar yalaka medyaya ve yandaşlara bayram havası
estiriyordu. Ancak konuklardan Hüseyin Kocabıyık çok ilginç bir ayrıntıyı dile getiriyor, Murat Karayılan’ın,
“Türkiye’deki Kürtler artık kimliksiz ve statüsüz yaşayamaz” dediğini aktarıyordu. Bu ayrıntı nedense
öteki konuşmacıların pek ilgisini çekmiyor, hatta Osman Can, “Benim önümdeki metinde böyle bir ifadeye
rastlamadım” diyerek topu taca atıyordu. Ve hayret Kandil’e gidip basın toplantısını izleyen gazetecilerin
hiçbirisi bu cümleden tek kelime bahsetmiyordu. Doğan Haber Ajansı’nın geçtiği tam metinde aynen şunlar
yer alıyordu:
“Kürt halkı özgürlük mücadelesiyle önemli bir düzeyi kazanmıştır. Kürt halkı, Türkiye’de
kimliksiz ve statüsüz yaşayamayacak bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. İmralı’da Öcalan’la Türkiye
arasında görüşmeler ve müzakere süreci yaşanmaktadır.”
Evet, Türkiye bir terör örgütünden öte, sanki PKK devletiyle pazarlık yapıyor ve yeni
Kürdistan’ın temel taşları döşeniyordu!
Türkiye PKK tarafından teslim alınmıştı!
PKK ile varılan çözüm mutabakatında çekilme süreci başlarken “ya sonrası?”na dair endişeler yerini
koruyordu. İktidarın terörü kökten yok edecek İslâmi çözümlere gözünü kapatması ise bu endişeleri
derinleştiriyordu. Oysa Türkler ve Kürtler emperyalistlere karşı her dönem ortak bir mücadele yürütüyordu.
İstiklâl Savaşımızın zorluklarını tüm bir millet omuz omuza yükleniyordu. Şu hususun altının kalın çizgilerle
çizilmesi gerekiyordu: “Terör sorununun çözümünde İslam referans alınmazsa süreç, Türkiye’yi çözüm
75
sürecinden çözülme sürecine götürüyordu. Zira ‘terör’, devlet dinden uzaklaştıkça artarak devam eden bir
olguydu.
Türkiye yıllardır teröre mahkûm bırakılmıştı. Bir yandan canlar yanmış, ocaklar sönmüş, analar
ağlamıştı. Öbür yandan ‘terör kartı’ Batılı sahte dostların elinde bir koz olarak Türkiye’ye karşı
kullanılmıştı. ‘Terör örgütü PKK ile görüşülüyor mu, görüşülmüyor mu’ polemikleri arasında
başlatılan süreçte yeni bir aşamaya varılmıştı. Sağlanabilmesi halinde terörün sona erecek olması,
elbette olumlu sayılmalıydı. Ama gerçek çözüme dair henüz hiçbir şey konuşulmazken şu sorular
hala yanıtını aramaktaydı:
1- Bugüne kadar terörü ve teröristleri destekleyip arka çıktıkları ve devamını sağladıkları bilinen
başta ABD, Avrupa ülkeleri ve İsrail neden aniden ‘U dönüşü’ yapmış ve barış sürecini alkışlamaya
başlamıştı?
2- Avrupa’nın bir yandan terörist olarak nitelediği örgütün, diğer yandan Avrupa’da faaliyet
yürütmesine göz yumması ve ardından da listeden çıkarılması ne anlam taşımaktaydı?
3- Avrupa Türkiye’ye antipati duyarken ve bu arada PKK’ya sempatiyle bakarken bu tavır
değişikliğinin altında ne yatmaktaydı?
4- Bu ülkelerin Türkiye’deki yeni konjonktürden ve yeni konseptten ne gibi çıkarları vardı?
5- Bu gelişmeler İsrail’in bölgedeki güvenliği için atılan adımların bir parçası mıydı?
6- Çözüm konuşulurken neden hiç kimse İslam kardeşliğini gündeme taşımamıştı?
7- Mısır, Libya, Suriye derken Irak’ta da birkaç gündür devam eden ‘Musul’ merkezli karışıklık
ve çatışma ortamı neyin habercisi, bu süreçle bir ilgisi var mıydı?
8- Avrupalı devletlerin PKK’yı nasıl algıladığı, bugüne kadar neden sempatiyle yaklaştığı,
Türkiye ile bundan sonrasında nasıl işbirliği yapılacağı sorularının cevabı aranmayacak mıydı?
9- Acaba Türkiye ile Avrupa’nın PKK sorununa bakışı ne kadar uyuşmaktaydı? Ne oldu da
PKK’yı ve terörü destekleyen ülkeler bir anda Türkiye sevdalısı olmuşlardı?25
“Öcalan’ı bırakın, silahları bırakalım” küstahlığı!
PKK’nın, teröristlerin Türkiye sınırlarının dışına çekilmesiyle ilgili açıklaması tam bir şov gösterisine
dönüşüyordu. PKK bayrakları ve Apo posterleri önünde rötarlı olarak açıklama yapan Murat Karayılan, silah
bırakmak için Apo’nun “özgür kalması” şartını ileri sürerken, çekilmenin 8 Mayıs’ta başlayacağını
lütfediyordu! PKK’nın çekilme kararını açıklayacağı basın toplantısını izlemek üzere gelen gazeteciler, Kandil
Belediyesi’nde toplanıyordu. Burada gazetecilere verilen yemekteki menüde tavuk, pilav, salata ve meşrubat
yer alıyordu. Verilen öğle yemeğinden sonra Kandil’in başka bir bölgesinde Murat Karayılan, silahlı
teröristlerin kendi ifadesiyle “Güney Kürdistan”a çekilmesiyle ilgili açıklamasını yapıyordu. Karayılan’ın
açıklamayı yaptığı çadırda, arka tarafta bulunan PKK bayrakları ve Apo posteri de dikkat çekiyordu. KCK’nın
sözde yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan, silahların bırakılması için terör örgütü elebaşısı Abdullah
Öcalan’ın “özgürleşmesini” şart koşarken, teröristlerin sınır dışına 8 Mayıs’tan itibaren çekileceğini
açıklıyordu. Terör örgütünün yöneticilerinin tam kadro katılarak “süreci” destekledikleri izlenimi verdikleri
basın toplantısının güvenliği PKK tarafından sağlanıyordu. Basın toplantısı, “civarda İnsansız Hava Araçları
olduğu” gerekçesiyle gecikmeli başlarken, basın mensuplarının cep telefonları da kapatılıyordu.
Tayyip Erdoğan, İstanbul’da yapılan Küresel Sahtecilik ve Korsanla Mücadele Kongresi’nde: “Terör,
büyük oranda kaçakçılıktan besleniyor... Doğu sınırlarımızdan ülkemize giren, batı sınırlarımızdan
çıkan kaçak insanların, özellikle yüklü miktarda uyuşturucunun, kara paranın, bunlarla birlikte sahte
ve korsan mamullerin, terörün kurduğu büyük bir şebeke yoluyla Avrupa’ya, ABD’ye ulaştığını tüm
delilleriyle, tüm belgeleriyle ortaya koyduk” diye gerçekçilik pozları takınılırken aynı saatlerde AKP’nin
hazırladığı “Suç Gelirlerinin Aklanması, Araştırılması ve El Konulması’na Dair Kanun Tasarısı”
Meclis’ten geri çekiliyordu. Ayrıca kara paranın yurda girerek aklanmasını sağlayacak “Varlık Barışı”
25 Adnan Öksüz, Milli Gazete
76
düzenlemesi de, CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın: “Erdoğan ile Öcalan arasındaki müzakere
sürecinin bir sonucu mu?” sorusu kafaları karıştırıyordu.
Bilindiği gibi eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, PKK’nın 60 milyar dolarlık bir varlığa
sahip olduğunu söylüyor ve bu varlığa el konulmasını sağlayacak yasanın çıkarılmasını
istiyordu. CHP Hatay Milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu da: “AKP ile PKK’nın kontrol ettiği 60
milyar doların serbest bırakılması pazarlıklarının” yapıldığını öne sürüyordu. Yani AKP
iktidarı ise PKK’nın parasına el konulabilmesini öngören yasayı geri çekiyor ve çıkaracağı
“Varlık Barışı” ile PKK’nın 60 milyar dolarını da aklamasına zemin hazırlamış oluyordu. AKP
iktidarı, seçimleri PKK’nın eroin parası ile ekonomiyi düzlüğe çıkararak mı kazanmak
istiyor? Nitekim Kürtçü yazarlardan Zülküf Azew, çözüm sürecinin Başbakan Tayyip
Erdoğan’ın başkanlık hayalini gerçekleştirmek için tasarlandığını vurguluyordu.”26
“Yakın bir gelecekte PKK, ABD ve Avrupa’nın terör örgütleri listesinden çıkarılacak!” diyenler
haklı çıkmıştı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) genel kurulda kabul ettiği raporla
PKK’yı terör örgütleri listesinden çıkarmış, raporda “PKK terörizmi” deyimi yerine “çatışma” sözcüğü
kullanılmıştı. Yakında ABD de benzer bir karar alacaktı. Böylece PKK ve KCK dahil olmak üzere Kürt
hareketinin tüm aktör ve yöneticilerinin özgür siyaset yapmalarının önündeki en büyük engel
kaldırılmış olacaktı. Zamanı geldiğinde İmralı’da tutulan Abdullah Öcalan’a özgürlük yolu açılacaktı.
Barış sürecinin son aşamasında ise Türkiye, üniter devlet yapısından vazgeçip, parçalanıp
federasyonlara ayrılacaktı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi raporunda “idari sistem”
değişikliğine yönelik ifadeler de yer almıştı. Raporda “ülkenin gelecekteki demokratik sistem ve
meclis şeklini Türkiye vatandaşları ve kurumları belirler” kaydı vardı. Bu cümlede “Türk halkı ve Türk
kurumları” ifadesinin BDP‘lilerin önergesiyle “Türkiye vatandaşları ve kurumları” olarak
değiştirilmesi de sinsi bir ayrıntıydı. Yapılan değişiklikle, yeni Anayasa’dan “Türk” ibaresinin
çıkarılmasının beklendiği mesajı açıktı.
Artık herkes biliyor ki, PKK ile müzakere sürecini Başbakan Erdoğan başlatmamıştı. Senaryo, küresel
güç tarafından yazılmıştı. Sadece uygulaması Başbakan’a ve Abdullah Öcalan’a bırakılmış, ikisi de sürecin
eş başkanı yapılmıştı. Hatırlayacaksınız Başbakan Erdoğan, Abdullah Öcalan’ın, “televizyondan 12 kanalı
seyretme ve her gün birer saat spor yapma izni karşılığında silahları bırakma kararı aldığını”
açıklamış, tabi kargalar bile kahkaha atmıştı. Başbakan’ın ABD Başkanı Obama ile yapacağı görüşmede bu
pembe diziye hangi yeni bölümlerin ekleneceği de yakında ortaya çıkacaktı. “Bakarsınız terör örgütü
listesinden çıkarılan PKK’nın, “özgürlük mücadelesi veren bir sivil toplum örgütü” olduğu açıklanır,
bu sürecin eş başkanları Erdoğan ve Öcalan da birlikte Nobel’e aday yapılırdı!” saptamaları ciddiye
alınmalı ve halkımızın önemli bir kesiminin haklı kuşkuları hesaba katılmalıydı.
PKK ile ateşkes palavraları ve sonuçları:
PKK terör örgütünün siyasi temsilcileri olarak bilinen BDP’nin TBMM’ye girmesiyle başlayan barıştırma
süreci; eski DYP Genel Başkanı olan ve geçmişte “PKK’ya karşı 1000 operasyon” yaptığını övünçle anlatan
ve Susurluk davasından aldığı 5 yıllık cezanın bir yılını yatıp hapisten çıkan Mehmet Ağar’ın “Dağda
savaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar” çağrısıyla başlamıştı. Ağar, bu tavsiyesinin yanında
Türkiye, Irak, Azerbaycan ve Gürcistan’dan oluşan bir ortak pazar sistemi oluşturulması çağrısı da yapmıştı.
Neler yaşandı?
Mart 1993: Öcalan, tek taraflı sözde ateşkes ilan ediyor, bununla terörist faaliyetlerle
ulaşamadığı hedefine legal yollardan ulaşmayı ve terörist imajı konusunda kamuoyunu yanıltmayı
hedefliyordu.
1998: Öcalan tek taraflı ateşkes başlatıyordu.
15 Şubat 1999’da Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle birlikte PKK, 6.
26 26 Nisan 2013, Yeniçağ, Arslan Bulut
77
Kongresinde savaş ilan ediyordu. Ancak Öcalan yurt içindeki silahlı elemanların eylemlere ara
vererek Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırlarının dışına çekilmesini istiyordu.
Haziran 2004: 1999 yılından 2004 yılına kadar şiddetin artıp ve azaldığı bir dönem yaşanıyordu.
Murat Karayılan’ın öncülüğünde toplanan örgüt, Öcalan’ın da desteğini alıyordu. Yeni oluşum, 1
Haziran itibarı ile ateşkesi bozduğunu açıklıyordu. Belirtilen tarihten önce başlayan terörist eylemler
bu tarihten sonra da giderek hız kazandı ve kırsal kesimden şehir merkezine doğru yayılıyordu.
Mayıs 2009: PKK tek taraflı olarak bir kez daha ateşkes başlatıyordu. Başbakan Erdoğan, bu
süreçte Ahmet Türk ile görüşüyor ve ardından 15 Ağustos 2009’da Öcalan 10 temel ilkeden oluşan
“Yol Haritasını” cezaevi idaresine teslim ediyordu. Ayrıca AKP’nin Kürt açılımı politikası
doğrultusunda 19 Ekim 2009 tarihinde 34 PKK’lı Türkiye’ye giriş yapıyor, bu doğrultuda KCK, 2
Kasım 2010 tarihinde PKK’nın eylemsizlik kararını 2011 genel seçimlerine kadar uzattığını
açıklıyordu. Ama 14 Temmuz 2011’de Diyarbakır Silvan’da PKK’lılar askerlere saldırıyor ve 13 asker
şehit oluyor, bu olay Oslo görüşmesi olarak adlandırılan görüşmeleri sona erdiriyordu. Başbakan
Erdoğan, TRT’de katıldığı bir programda Öcalan ile İmralı’da görüşüldüğü açıklamasını yapıyor ve
2013’ün ilk günlerinde, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın 2012’nin son günlerinde İmralı’da Öcalan’la
görüştüğü basına yansıyordu. Yeni Çözüm süreci olarak adlandırılan bu dönemde -3 Ocak 2013’te-
Ahmet Türk ve Ayla Akat, İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşüyordu.
İşte PKK’nın silah yığınağı:
Terör örgütü PKK’nın elinde ABD, Rusya, Çin ve Avrupa ülkelerine ait on binlerce silah bulunuyordu.
PKK’nın çekilmesi ile birlikte elindeki silahların ne olacağı da merak konusuydu. İşte PKK’nın izi sürülebilen
silahları ve menşeleri (Temmuz 2012)
Tip Miktarı Menşei
AK-47 Kalaşnikof 8,500 %71,6 SSCB,%14,7 Çin, %3,6 Macaristan, %3,6 Bulgaristan
Tüfekler 7,713 (1959 izi sürülebilir) %25,2 Rusya, %13,2 İngiltere, %19,4 ABD, %11 İsrail.
Roketatar 2,610 (713 izi sürülebilir) %40 İsrail %45 Rusya, %5,4 Irak, %2,5 Çin.
Tabanca 3,885 (2,208 izi sürülebilir) %21,9 Çekoslovakya, %20,2 İspanya, %19,8 İtalya
El Bombası 5,490 (636 izi sürülebilir) %72 Rusya, %19,8 ABD, %8 Almanya,
Mayınlar 21,568 (9,015 izi sürülebilir) %60,8 İtalya, %28,3 Rusya, %6,2 Almanya
AKP iktidarı Devleti ve Ülkeyi dinamitliyor, Fetullah Cemaati ise
Dinimizi ve manevi dinamiklerimizi tahrip ediyordu!
Fetullah Gülen’in onursal başkanlığını yürüttüğü RUMİ FORUM desteği ile George Mason Üniversitesi
Rumi Kültürlerarası Diyalog Kulübü’nün her yıl düzenli olarak organize ettiği ‘Diyalog ve Dostluk Yemeği’
üniversite öğrencileri ve akademisyenleri bir araya getiriyordu. Dinlerarası diyalogu sağlamak ve çok kültürlü
ortak yaşama katkıda bulunmak amacıyla düzenlenen yemeğin bu yılki sloganı ‘Mevlana’nın çok kültürlü
toplumlarda barış içinde yaşam formülü’ olarak belirleniyordu. Gerçekleşen programa, üniversite
personeli, akademisyenler ve çok sayıda öğrenci katılıyordu. Programın ana konuşmacısı George Mason
Üniversitesi Teoloji ve Güzel Sanatlar Departmanı Profesörü Dr. Ori Soltes, Mevlana’nın felsefesi ve
hayatı hakkında bir konuşma yapıyor, Rumi’nin Afganistan’da doğup, bir süre Bağdat’ta yaşadıktan
sonra Türkiye’ye göç ettiğini ifade ederek bu yönüyle birçok kültürden etkilendiğine dikkat çekiyordu.
Yani Mevlana’nın sadece İslam’ın değil, Hint inanışlarının, Yahudi ve Hıristiyanlığın da bir sentezi
olduğu şeklindeki safsata ve sapkınlığına kılıf hazırlıyordu.
Kendi çarpık fikirlerine şiirli destek uyduruyordu
Mevlana’nın inanç ve insan farklılıklarının bilincinde olduğuna vurgu yapan Yahudi Soltes, bu iddiasını
desteklemek için Mevlana’ya ait olmadığı bilinen: “Ne Hıristiyan, ne Musevi ne de Müslüman’ım, ne
78
Hindu, ne Budist, ne Sufi veya ne de Zen. Ne bir din ne de bir kültürel sistem. Ne Doğu’danım ne
Batı’dan, ne de denizden veya topraktan, ne et kemik ne de ruhum, ne hava, ne su, ne ateş ne de
toprağım. Yokum, ne bu ne de öteki dünyada, ne Âdem ve Havva’dan geldim ne de herhangi bir
yaratılış hikâyesinden. Yerim yersizdir, izsizliğin iziyim. Ne vücut ne de ruh! Ben sevgiliye aitim, iki
dünyayı bir gören ve o bir çağın ve bilgi, ilk, son, dış, iç, sadece nefes alan bir insan.” sözlerinden
oluşan ‘Son nefes’ adlı şiiri okuyordu.
Bu sözler kesinlikle Mevlana’ya ait bulunmuyordu.
Mevlana’ya ait olduğu iddia edilen şiiri Milli Gazete’ye değerlendiren Sosyolog-Yazar Ali Bulaç:
“Mevlana İslam tasavvufuna mensup bir zattır. Mevlana’nın referansı Kur’an ve sünnettir. Mesnevi
Kur’an ayetlerinin ve Hz. Peygamberin hadislerinin şiirsel bir dille anlatımıdır. Mevlana Mesnevi’nin
başında “Yaşadığım sürece Kur’an’ın kölesi, Hazret-i Muhammed’in ayağının tozuyum” diyerek
Kur’an’a ve sünnete olan bağlılığını ifade eder. “Ne Hıristiyan, ne Musevi ne de Müslüman’ım, ne
Hindu, ne Budist, ne Sufi veya ne de Zen.” dizelerinin yer aldığı şiir kesinlikle Mevlana’ya ait değil.
‘Postmodern Kaosta Kıble Arayışı’ kitabımda kaynaklarıyla beraber bu şiirin sözlerin Mevlana’ya ait
olmadığını sonradan Mevlana’ya izafe edildiğini yazdım. Üzerine basarak söylüyorum bu sözler
Mevlana’ya ait değil” değerlendirmesini yapıyor ama yazarı olduğu Zaman Gazetesinin ve Cemaatin bu din
tahribatına neden alet olduğu konusuna hiç değinmiyordu.
Cemaatin Uluslararası patronları ve yandaş piyonları Hz. Mevlana'nın ismini kullanarak
Peygamber Efendimize karşı alternatif bir figür oluşturmaya çalışıyor ve kirli emellerine
ulaşmak için her yolu deniyordu. Küresel güçler Mevlana’ya ait olmayan sözleri kullanarak
“Diyalog” ve “Hoşgörü” adı altında, şeriatsız bir Müslümanlık ve İslamsız bir tasavvuf için
her türlü hilekârlığa ve istismara başvuruyordu. Böylece Protestan Müslümanlık, Siyonist
İslamcılık ve şeriatsız bir tarikatçılık Mevlana üzerinden oluşturulmak isteniyordu.
Hümanizm adı altında şeriatsız bir Müslümanlık ve İslamsız bir tasavvuf uyduruluyordu. Bu
açıkça Mevlana’yı istismar edip İslam’ı yozlaştırmayı amaçlıyordu. Siyonist Haçlı Batı, İslam
dünyasını askeri olarak işgal ederek, ekonomik olarak da sömürüyordu. İslam dünyasında
haklı bir direniş başlıyordu. Bu direnişi körletmek İslam’ı ve Müslümanları pasifize etmek
için bu tip girişimlere başvuruluyordu. Oluşturulan Mevlana imajına göre, Mevlana’nın
şeriatla bir ilgisi yoktu, hümanist bir Yahudi Hıristiyan gibi düşünüyordu. Dolayısıyla
Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, ateist, kim olursa olsun herkese aynı gözle bakıyordu. Bu
Mevlana imgesi ne Mevlana’nın kendisiyle ne İslam’la ne de İslam tasavvufuyla bir alakası
bulunmuyordu. Bunlardan amaçlanan Peygamber Efendimiz’e alternatif bir imaj ve figür
üretip Yüce Dinimizi ve manevi dinamiklerimizi körletmek oluyordu.
Oysa şeriatsız İslam şeytanlık ve şarlatanlıktır. Elbette İslam dininin bir Şeriatı vardır. Bu Şeriat
Kur’an’dan, Sünnetten, icmâ-i ümmetten çıkartılmış hükümler ve kurallardır. Şeriat kutsaldır. “Ben
Müslümanım ama Şeriatı istemiyorum” demek saçmalıktır, sapkınlıktır. Namaz, oruç, zekât, hac hükümleri
Şeriattır. İslam’ın muamelatla ilgili hükümleri Şeriattır. Adalet, siyaset ve ukubat ile ilgili hükümleri de
Şeriattır.
Geçtiğimiz günlerde “Gel, ne olursan ol yine gel” diye bilinen sözün de Hz. Mevlana’ya ait olmadığı
da ortaya çıkıyordu. “Sevgi Medeniyetine Mevlana Çağrısı” başlığıyla çıkarılan Diyanet dergisinin Mayıs
sayısında yayınlanan makalelerde, “Ne olursan ol yine gel” sözünün Mevlana’ya değil, Ebu Said Ebu’l-
Hayr’a ait olduğu belirtiliyordu. Mevlevi zikirlerinin en önemli ritüellerinden olan “sema” da ne yazık ki son
yıllarda büyük bir dejenere ile karşı karşıya bulunuyordu. UNESCO Uygarlıklar arası Diyalog İhtisas Komitesi
işbirliğiyle 2007 yılında Aya İrini’de düzenlenen etkinlikte kilise ilahileriyle kadın semazenler birlikte gösteri
sunuyordu. “Mevlana’yı İslam’dan soyutlayarak dünya hümanizmine açma” çabasını sürdürenler, İslam
dairesi içinde yer alan Mevlana’yı, dinler arası garip bir figüre dönüştürmek için şeytani ve sinsi yoğun çaba
sarf ediyordu. 2011 yılında da Konya Büyükşehir Belediyesi Sema ekibi, Litvanya’nın başkenti Vilnuius’daki
79
St. Catherine Kilisesi’nde sema gösterisi yapmıştı. Ardından Fransız içki firması Don Perignon’un Esma
Sultan Yalısı’nda düzenlediği şampanyalı tanıtımda konuklar sema gösterisi eşliğinde kadeh tokuşturuyordu.
Böylelikle ilk defa alkol ve Mevlana yan yana gelmiş oluyordu.
Amaç toplumun ruh ve kültür kökünü zayıflatmaktı:
Mevlana üzerine çalışan Prof. Dr. Abdullah Özbek de Mevlana’nın istismar edilerek toplum
mühendisliği yapılmak istendiğine dikkat çekiyordu. Özbek “Mevlana kendisini, “Hz. Peygamber’in
ayağının tozu ve Kur’an’ın kölesi” olarak tanıtıyor. Bunun dışında bir tanıtım yapanları da, kesinlikle hoş
karşılamıyor! Mevlana’yı gündeme getirerek “hoşgörü muhabbeti” yapanlara, özellikle bu gerçeği
hatırlatmakta yarar vardır. Meseleye bütüncül olarak bakmak lazımdır. Mevlana büyük bir ummandır. Bazıları
kasıtlı olarak O’nun görüşlerini yanlış tanıtarak toplumu başka istikametlere yönlendirmek istiyor. Böylece
toplumun ruh ve kültür kökünü zayıflatmaya çalışılıyor” tespiti yapıyor ve uyarıyordu.
İşte bir zamanlar ahlaksızlık ve hırsızlık merkezi Vatikan’a gidip Papa’nın elini öperek
“Haçlı-Emperyalist misyonunun tam teslimiyetçi bir hizmetçisi olduğu” anlamında
sözler veren, böylece “Dinlerarası Diyalog” kılıfıyla hangi gizli ve kirli ilişkilere bulaştığını
itiraf eden Fetullah Gülen ve Cemaatinin Hz. Mevlana istismarıyla nasıl bir din tahribatı
yaptıkları da ortaya çıkıyordu.
Bu diyalog kılıflı dejenerasyon dalgası Diyanet’i ve müftüleri de
kuşatıyordu!
Örneğin İstanbul Müftülüğü’nün çıkardığı “DİN ve HAYAT DERGİSİ”nde: (Sayı 16, Yıl 2012, Büyük
Boy 152 Sayfa)
• Birinci garabet, İstanbul Müftülüğü dergisinde Türkiye Hahambaşısı Genel Sekreteri Yusuf Altıntaş’ın
“Yahudilikte Ahiret Anlayışı” adlı makalesi yayınlanıyor (ve saf zihinler karıştırılıyordu).
• İkinci garabet Elpidophoros Lambriniadis isimli Rum Ortodoks papazının “Hıristiyanlıkta Gelecek
Hayat” adlı makalesi yer alıyor ve tam sayfa bir ikona resmi basılıyordu. Adı geçen papaz profesör ve
Doktor, Bursa Metropoliti, Heybeliada Aya Triada Manastırı başrahibi oluyordu. Aya Triada, Rumca’da Kutsal
Teslis anlamına geliyordu.
• Üçüncü garabet Müftülüğün dergisinde (S. 32) minyatür şeklinde kanatlı bir melek resmi çiziliyor,
ağzını elleriyle tuttuğu Sûr’a dayamış ve üflüyordu. Dergide başka resimler ve dini konulu minyatürler de
bulunuyor (ve mide bulandırıyordu).
Niçin yadırgadım? Çünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar İslam dininin hak din olduğuna
inanmıyordu. Hz. Peygamberimizin peygamberliğini kabul etmiyordu. Kur’an’ın kutsal kitap olduğunu
inkâr ediyordu. Biz Müslümanlar ise bütün peygamberlere inanırız. Allah’ın Tevrat ve İncil isminde iki
ilahi kitap yolladığına, lakin zamanla bunların tahrife uğradığına inanıyoruz.27
Diyalog davuluyla gâvurluk pazarlanıyordu!
Israrla pazarlanmaya çalışılan ve İslam ile diğer semavi dinleri aynı safta göstermeye uğraşan
“Diyalog” faaliyetleri, bu sefer de Kutlu Doğum programlarına uzanıyor, Antakya’daki Kutlu Doğum
etkinliği, inançları gereği Peygamber Efendimiz (SAV)’e inanmayan Musevi ve Hıristiyan temsilcilerin
de katılımıyla yozlaştırılıyordu.
Organizasyon Yahudi güdümlü “Kültürlerarası Diyalog” platformunca tertipleniyordu
Dinlerarası veya kültürlerarası diyalog sosuyla sunulsa da özünde yozlaşma amacına hizmet eden
“diyalog" faaliyetleri, bu kez Antakya “Kültürlerarası Diyalog” Platformu’nun organizasyonuyla yapılıyordu.
Halkın Peygamber (SAV) sevgisiyle yoğun bir teveccüh ettiği program Ortodoks Kilisesi, Protestan Kilisesi ve
Musevi Cemaati’nden de katılımlar kafaları karıştırıyordu. Organizasyonu düzenleyen platformun maksadına
uyan ve “diyalog” faaliyetinin gerçek niyetini belli eden bu durum, akıllara “acaba Hıristiyan ve Musevilerle
gerçekleştirilecek diyalogla Peygamber (SAV) sevgisi nasıl olup da aynı çatı alanda buluşabiliyor?”
27 Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 27 Nisan 2013
80
sorusunu getiriyordu. Antakya Kültürlerarası Diyalog Platformu Başkanı İsa Aydın, Kutlu Doğum programına
sadece Müslümanların değil diğer semavi din mensuplarının da “coşkuyla” iştirak ettiğini söylüyordu. Bilindiği
gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar, Hz. Peygamber Efendimiz’e (SAV) inanmıyordu. Bu durumda, nasıl olup da
Efendimiz’in (SAV) doğumlarının kutlandığı bir etkinlikte “coşku” ile yer alabildikleri merak konusu oluyordu.
“Dinlerarası Diyalog” faaliyetlerinin daha önce de ısrarla sürdürdüğü benzer tavır, bu etkinlikte de ortaya
çıkıyor ve “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz” ayetine muhalefet edercesine, belli odaklarca zoraki bir
“diyalog” tablosu çizilmeye uğraşılıyordu.
Tam böyle bir sırada AKP’nin AB Bakanı, ABD’nin Suriye’ye müdahale
etmesini istiyordu!
“Müslüman ülkeye gâvur daveti” bunların tıynet ve zihniyetini ortaya koyuyordu. Suriye’deki iç
karışıklığın ve Esad yönetiminin kan gölüne çevirdiği Müslüman Suriye halkı için çözümü, ABD’nin
ülkeyi işgal etmesinde gören AB Bakanı Egemen Bağış, ABD’yi alenen işgale davet ediyordu. Irak’a
“demokrasi götürüyoruz” diyerek yıllarca Müslüman kanı döken zalim ve kâfir işgalcileri Müslüman
bir ülkenin dindar(!) bakanı olan Bağış’a Irak’a götürülen demokrasiyi hatırlatmak gerekiyordu. AB
Bakanı ve Başmüzakareci Egemen Bağış, Washington’daki temasları kapsamında ABD Ticaret
Bakanı Vekili Rebecca Blank ile görüşüp, daha sonra da ABD’deki Türk çatı kuruluşlarından Türk
Amerikan Dernekleri Asamblesinin (ATAA) düzenlediği Türk Amerikan Ulusal Kongresinin,
resepsiyonuna katılıp, sonrasında konuşan Bağış, görüşmelerinde, Suriye’de Esad rejiminin
kimyasal silah kullandığı iddialarını da değerlendirdiklerini dile getirerek:
“ABD, yeni birtakım bulgularla Suriye’deki Esad rejiminin kimyasal silah kullandığını, bu
yüzden artık müdahalenin kaçınılmaz olduğuna yönelik tartışmaları yaşıyor. Bu konu gündeme
geldiğinde ben şöyle bir cevap verdim: Evet müdahale gerçekten kaçınılmazdır, ama kimyasal
silahlar olmasa bile kaçınılmazdır” sözleriyle ABD işgaline davetiye çıkarıyordu.
Papalık ve Hıristiyanlık haksızlık ve ahlaksızlık girdabında
çırpınmaktadır
Konunun uzmanı Prof. Dr. Aytunç Altındal’la yapılan bir röportajda, belgelerle aktarıldığına göre:
4 bin 450 papaz, 1950-2002 yılları arasında dinen “Delicta Graviora’ diye adlandırılan “erkek
çocuklarına cinsel taciz ve tecavüz” suçunu işlemiştir. Dahası; 2001 yılında Amerika’da bu konuda büyük bir
skandal yaşanmış… 6 papaz bu suçlamalar karşısında kilisenin onurunu kurtarmak için intihar etmiştir.
Avrupa’nın göbeği, Avusturya’da da kiliselerde ortaya çıkan cinsel taciz skandallarının patlak verdiği
merkezlerden birisidir. Son üç ay içinde kilise aleyhinde suçlamalar ve davalar şöyledir:
• Aşağı Avusturya Eyaletindeki kiliselerden 1000 kişinin,
• Voralberg Kilisesi’nden 850 kişinin,
• Tirol Kilisesi’nden 650 kişinin,
• Salzburg şehir merkezindeki kiliselerden ise 120 kişinin kiliseden ayrıldığı kayıtlara geçmiştir.
• Viyana Kilisesi ise rakam vermek istememiş, ama geçen yılın resmi rakamlarına göre 52 bin 216 kişi
kiliseyi terk etmiştir. Çocuklara yönelik cinsel taciz vakaları medyada geniş yer bulunca utancından kiliselere
kayıtlı bulunan 560 çalışan, işinden vazgeçmiştir. Yani Vatikan ve Hıristiyanlık “kaçan kurtuluyor!” denilecek
hale gelmiştir.28 Kilisenin yıllardır biriktirdiği dosyalar birer iddia değil, belge niteliğindedir ve bu belgeler
zaten deşifre edilmiştir. Peki, böylesine çirkin ve çetrefilli ilişkilerin kaynağı Vatikan’la ve
Siyonist sömürü odaklarıyla Dinlerarası Diyalog başlatan bir Fetullah Gülen ve Cemaati,
acaba rahmani sonuçlara mı, yoksa şeytani amaçlara mı alet olmaktadır? Sorusuna hala
yanıt verilmemiştir.
Vefasızlık ve vicdansızlık örneği!
Bu arada Sinan Erdem Kapalı Spor Salonunda yapılan, Başbakan Erdoğan’ın da
28 14 Şubat 2013, Milli Gazete
81
katıldığı İmam Hatip Mezunları buluşmasında, büyük bir kepazelik yaşanıyordu. Ömrü
boyunca Milli ve manevi kalkınma için çırpınan ve İmam Hatipler için ne fedakârlıklara
katlanan Milli Görüş Lideri Rahmetli Erbakan Hoca’nın “Bir Milletin asıl gücü, topundan,
tankından önce, inançlı ve kararlı gençliğidir” sözlerinin yazıldığı pankart, AKP’lilerin
uyarısı ve ÖNDER görevlilerinin zorbalığıyla indiriliyordu.29 Böylece vefasızlığın,
vicdansızlığın ve işbirlikçi vasıfsızlığın açık bir örneği sergileniyordu. Hala “AKP
Erbakan’ın temsilcisi, Milli Görüş’ün takipçisidir” diyenlerin utanması gerekiyordu.
Aşağıdaki ayeti kerimeler bu nankör ve nasipsiz tipleri ne güzel anlatıyordu:
“Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun
kökü (iman ve Kur’an üzre) sabit, dalı ise göktedir.”
“Rabbinin izniyle her zaman (tatlı ve yararlı) yemişini verir. Allah insanlar için (böyle) örnekler
verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler.”
“Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden (ve Kur’an
temelinden) koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkânı) kalmamıştır.”
“Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam (Resulüne biat ve sadakat) sözle
sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini (ve herkese hak ettiğini) yapar.”
“Allah'ın bu nimetini inkâra değiştirenleri (ve Hak davaya nankörlük edenleri) ve kendi topluluk
ve taraftarlarını, felaket düzenine ve diyarına konduranları görmedin mi?” (İbrahim Suresi:
24,25,26,27,28)
İnkâr edenler, resullerine dediler ki: "Muhakkak (ya) sizi kendi toprağımızdan süreceğiz veya
dinimize (ve batı düzenimize) geri döneceksiniz." Böylelikle Rableri kendilerine vahyetti ki: "Şüphesiz
biz, zulmedenleri helak edeceğiz.
"Ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz (Sadıkları zafere eriştirecek ve onlara
dünya hâkimiyetini vereceğiz). İşte bu, makamımdan saygı duyana ve tehdidimden korkana ait (bir
ayrıcalık ve müjdedir)." (İbrahim Suresi: 13,14)
“Gerçek şu ki, (zalimler ve hainler, müminlere ve İslami girişimlere karşı) onlar hileli
planlar kurdular (ve kuracaklardır). Oysa onların (şeytani) hile ve hazırlıkları, dağları
yerinden oynatacak (derecede nükleer silahlara ve teknolojik imkânlara dayanmış) olsa da,
Allah katında kesinlikle onları (boşa çıkaracak ve etkisiz kılacak) plan ve programlar vardır!”
(İbrahim: 46)
29 27 Nisan 2013, Milli Gazete 82
|