05 Mart 2015

BEŞİNCİ BÖLÜM FETULLAH HOCA NİYE ERDOĞAN’A HAKARET YAĞDIRMIŞTI?


BEŞİNCİ BÖLÜM
FETULLAH HOCA NİYE ERDOĞAN’A HAKARET YAĞDIRMIŞTI?
AKP ile cemaat arasında, özellikle başkanlık sistemi ve çözüm süreci konusunda yaşanan gerilim
Gülen'in kendi sitelerinde yayımlanan konuşmasıyla doruğa çıkıyordu. ABD’de yaşayan emekli vaiz Fetullah
Gülen son dönemdeki hükümet-cemaat tartışmaları ve cemaate yönelik eleştirilere sert tepki gösteriyordu.
“Bazen kuvvet insanı küstahlaştırabilir” diyen Gülen, “Mümin bile olsa ahlaken firavun olur. Sıfatları
itibarıyla firavun olur. Bazen nimetlerin sağanak sağanak başına yağması da insanı böyle
nemrutlaştırır, firavunlaştırır” şeklinde konuşuyor ve dolaylı olarak Sn. Recep T. Erdoğan’a yükleniyordu.
Sn. Gülen Samanyolu TV’de yayımlanan video kaydında, kuvvetin ve iktidar yetkisinin insanı
küstahlaştırabileceğini belirtirken “Yani sıradan bir insan hasbelkader gelip, şöyle böyle konjonktürel
olarak bir yerde bazı imkânları elde edebilir, dümene oturabilir. Dümene oturduktan sonra artık
götürdüğü o vasıtanın içindeki insanların hiçbirinin hukukuna riayet etmez. Hep tepeden bakar
onlara. Hep itab eder, ‘Yerinizde oturun’ der. Adamlar; ‘Az şurada dursanız da namaz eda etsek,
burada biraz dinlensek”, deseler, hemen ‘Kesin sesinizi. Siz anlamazsınız o işleri. Ben ne dersem o
olur falan’ der” diyerek Başbakan’ı hedef aldığı sırıtan sözlerle ağır tenkitler yöneltiyordu.
Gülen, elde edilen imkânlardan ve iktidardan kaynaklanan küstahlaşmanın yalnızca “kâfirlerle” sınırlı
olmadığını anlatırken şunları söylüyordu: “Hatta mümin bile olsa ahlaken firavun olur. Sıfatları itibarıyla
firavun olur. Bazen nimetlerin sağanak sağanak başına yağması da insanı böyle Nemrutlaştırır,
Firavunlaştırır. İnsan gaflete dalar. Hazreti Pir’in ‘Yirmi Üçüncü Söz’de ifade ettiği gibi yer içer, yan
gelir, bilmem neler gibi kulağı üzerine yatar.”
Fetullah Gülen, hıncını ve hırsını alamayıp: “Dediğim dedik kafası insanı, şirazeden çıkarır.
Ahmak bir güruhun hiç olmayacak şeyleri bile alkışlaması onu şımartıp şirazeden çıkarır. Halbuki
takdir edilecek şeylerin yanında tenkit edilecek şeyler, belki sorgulanacak şeyler de vardır, onları bile
alkışlayan (ahmak) insanlar yine bağışlayın, onu küstahlaştırır. Bunlar küstahlaşma yollarıdır. “Allah
bazen küçük insanlara büyük işler yaptırır. Nimetleriyle onları serfiraz kılar” sözleriyle tenkitlerini
tahkire vardırıyordu.
Sonunda Fetullah Gülen iyice zıvanadan çıkıyor ve içini dışına vuruyordu: “Kıskançlığa giriyorlar,
hasede düşüyorlar; cemaat diyorlar, hareket diyorlar, hizmet diyorlar, oturup kalkıyor Batılıların
İslamfobisi yaşadığı gibi, bir cemaat fobisi yaşıyor ve yaşatıyorlar” diyen Gülen, “Ah keşke bilseler;
(bütün bunları) cemaat yapmıyor, hareket yapmıyor, hizmet yapmıyor; (hepsini) Allah yapıyor (celle
celaluhu)” deyip çıkıyordu.
Hürriyet’ten Taha Akyol Şunları Yazıyordu:
“Sayın Bülent Arınç’ın ABD’de Fetullah Gülen’e gitmesi, ‘Gelmişken bir uğrayayım’ ziyareti
değildi. Hatta Arınç’ın Amerika’ya gidişindeki asli sebebin Gülen’le görüşmek olduğunu
düşünüyorum. Çünkü ABD’deki resmi görüşmelerde Sayın Arınç’ın görev alanıyla ilgili konular yoktu.
Başbakan’ın “Bana vekaleten ziyaret etti” diye açıklaması da, Arınç’ın Gülen’le görüşmek için gittiğini
göstermiyor mu?
Bu görüşme için somut sebepler de mevcuttu: Cemaatle iktidar arasındaki gerginliğe ilişkin
yaygın söylentiler ve yaklaşan seçimler gibi genel konulardan başka, Hoca efendi “siyasi gücün
insanı kibirli hale getirmesini” eleştiren sert bir konuşma yapmıştı; isim vermemişti ama Samanyolu
TV’de yayınlandığında talebelerinin de aklına gelen isim Erdoğan olmuştu.
Bülent Arınç, Gülen’le görüşmeyi Başbakan’a kendisinin önerdiğini söylüyor. Doğrudur. Arınç
duygulu ve saygılı bir insandır. Mizacı çatışma ve öfkeye değil, “musalaha”ya (barış) yatkındır.
Sanıyorum Erdoğan da ilişkilerdeki gerginliği tırmandırmak yerine, görüşerek bir yumuşama
83
sağlamak istedi. Herhalde Gülen’le böyle bir görüşme için en uygun isim Bülent Arınç’tı; hem siyasi
ağırlığı bakımından hem insanlara tepeden bakmayan, sıcak, içten mizacı sebebiyle. Neler konuştuğu
konusundaki sorulara da Arınç TRT Türk’te bu mizacına uygun cevaplar verdi. Sevgi ve saygısını
anlattı... Arınç’a göre Gülen’in şöyle bir uyarısı olmuş: “Başbakan’ın şahsına karşı çok büyük duaları
var ve çok seviyor. Ancak üslup konusunda bazı konulara dikkat etmemizi söylüyor...” Doğrudur,
fakat ben Gülen’in sadece “üslup” uyarısı yaptığını sanmıyorum.
Basına Baskı Meselesi
Hoca efendi başka neler söylemiş olabilir? Bu konuda (Fetullah Gülen’e bağlı) Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı’nın 17 Nisan tarihli “Basın Özgürlüğü” bildirisi bize bir fikir verebilir. Bu metni eminim,
Hoca efendi görüp onaylamıştır. Bildiride basın özgürlüğü savunuluyor, “siyasi aktörlerin medya
üzerine baskı yapmaları, medya sahiplerinin ticari çıkarlarını ön planda tutarak bu baskıyla uyumlu
bir tavır içine girmeleri” eleştiriliyordu:
Otoriterleşme Eğilimi
Cemaat çevresindeki gazete, dergi ve TV’lerde başkanlık sistemine yöneltilen eleştirilerin
yoğunluğu dikkatinizi çekiyor mu? Akademik değerde eleştirel yazılar yayınlanıyor. Gerçekten,
AKP’nin önerdiği “bize göre başkanlık”, Çankaya’ya çıkacak olan Erdoğan’a olabildiğince çok yetki
vermek amacıyla hazırlanmış bir metin izlenimi veriyor. Martin Lipset’in ifade ettiği bir tür tabiat
kanununu hatırlıyorum: “İktidar süresi uzadıkça daha çok güç eğiliminin artması!...” Gülen sistem
konularına girdi mi, bilmiyorum. Ama iktidardaki otoriterleşme eğiliminin toplumun geniş
kesimlerinde tedirginlik yarattığı bir gerçektir. Sistem konularına girmemişse bile bu yönde bir şeyler
söylemiş olabilir.”30
Şimdi Fetullah Gülen’in en son vartasından başlayalım. “Cemaat adına yapılan ve
bazılarınca ve tabii Başbakan Erdoğan taraftarlarınca kıskanılan bütün hizmetleri bizzat
Allah yapıyormuş!?”
Şayet Sn. Gülen “Allah” diyerek haşa, cemaatle ilgili girişim ve gelişmelerin
arkasındaki Amerika’yı ve Siyonist Yahudi odaklarını kastediyorsa, bu gizli ve kirli bir
gerçeğin itirafıdır…
Yok eğer: “Ilımlı İslam safsatasıyla yüce dinimizin yozlaştırılması, hizmet nesli diye,
Protestan Müslüman ve Siyonist kafalı insan tipinin hazırlanması, Şeriat ahkamını gereksiz
ve geçersiz sayan, emperyalizmle uyumlu bir şeytani anlayışın yaygınlaştırılması, açtıkları
okullar vasıtasıyla yeryüzünde kapitalist sömürü sisteminin devamına katkı sağlanması”
gibi hizmet kılıflı hıyanetlerin, bizzat Allah tarafından yapıldığını kastediyorsa, bu çok açık
bir iftiradır ve kendi suçlarını Allah’ın sırtına yıkma çabasıdır.
Belki de Fetullah Gülen, “bütün bu hizmetleri Allah’ın vekili, kefili, temsilcisi, yani
beklenen halifesi ve Mesihi sıfatıyla ben yürütüyorum” demeye çalışmaktadır. Zaten
kendisini böyle yüksek ve seçkin bir makamın sahibi görmezse, Amerika’ya gidince
kendisiyle görüşmeyeceği bildirilen ve bu ziyaretin aleyhinde kullanılacağını tahmin ettiği
için buna cesaret edemeyen Başbakanı hedef alarak:
“Sıradan bir insan…”
“Büyük işlere getirilen, küçük adam…”
“Onun her yaptığını alkışlayan ahmak bir güruh…”
“Yer içer doyar, hayvan gibi yan yatar…”
“İktidar havasıyla gurura kapılmış ve küstahlaşmış Firavun, Nemrut…” gibi ağır
30 Hürriyet / Taha Akyol / 24 05 2013 / Fetullah Gülen Arınç’a ne dedi?
84
hakaretlerle saldırmazdı… Üstelik orta eğitimi bile zar zor dışarıdan tamamlamış, Üstat
Bediüzzaman’ın Risale-i Nur külliyatını çokça okuyup, cerbezei lisaniyesiyle kendi malı gibi
aktarmaya başlamış, yarım yamalak bir medrese tahsiliyle bilgiçlik satmayı başarmış
manevi görevli havalarıyla “Haçlı Papalık Misyonunun hürmetkâr bir hizmetkârı ve Siyonist
odakların sığıntı bir kahramanı” olup çıkmış bir zatın, Erdoğan’ın şahsında tenkit ettiği ve
aşırı tepki gösterdiği bütün olumsuz sıfatlar, herkesten önce kendisinde toplanmamış
mıydı?
Hatta korku ve kuşkularından dolayı Üstat Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerini ağzına almak ve
yazılarında hayırla anmak yerine “Hazreti Pir…” gibi Mevlana’yı da, Gavsi Azamı da, başka zatları da
hatıra getirecek yuvarlak tanımlar kullanmaktaydı.
On satırlık bir açıklamaya yirmi tane ağır hakaret sığdıran sığ bir kişinin, bir de kalkıp
hoşgörüden, engin gönülden bahsetmesi ne denli yakışmaktaydı?
Başbakan Erdoğan’ın, yurdumuza, Milli çıkarlarımıza, kahraman ordumuza, dini
duyarlılıklarımıza, ahlaki ve ailevi yapımıza yönelik bunca tahribatlarına ses çıkarmayan Fetullah
Gülen’in, sırf kendi şahsına ve camiasına biraz soğuk davranması yüzünden bu denli öfkelenip
köpürmesi nasıl bir ruh halini yansıtmaktaydı?
Sn. Gülen’in, bol bol reklamı yapılan ve öyle sanılan velayet ve sekinet makamına tam tezat teşkil
eden bu çiğ ve çirkin tavrını görünce, Elazığ ulemasından Rahmetullah Hacı Tevfik Efendinin şu sözlerini
hatırlamıştık. Bağlılardan birisi gelip: “Efendi hamdolsun ki hizmetiniz sayesinde nefsimi islah edip, artık
insanların hürmetiyle hakaretini bir görür vaziyete eriştim” deyince, O zat kendisine dönüp: “Durduk
yerde sağa sola sataşan kuduruktur, herkesin ikram ve iltifatı karşısında mütevazı ve mütevekkil rolü
oynamak ise kolay ve ucuzdur. Ancak kuyruğuna bastıkları ve enaniyet damarını kabarttıkları zaman
hakiki ayarın ve ahlakın belli olur!”
Şiir:
Nefsi emarededir, sanır makamı rıza
Az gururu incinse, hemen verir arıza
Teslim tevekkül ehli, kâmil insan rolüyle
En bayağı laflarla, başlıyor taarruza
Ve ey Aziz okurlarım! Unutmayınız, dış güçler ve emperyalist merkezler, güdümlerindeki partilerin, sivil
organizelerin ve bunların başındaki kişilerin kendi kontrollerinden çıkacak ve şımarıp kafa tutacak kadar
güçlenmelerine fırsat vermemek için bunları birbiriyle boğuşturmakta ve kapıştırmaktaydı. Yani bunların
atışmaları bile dış odakların kışkırtmasıylaydı.
‘Ilımlı İslâm’ emperyalizme uyumlu Müslüman yetiştirmeyi amaçlıyordu.
Avrupa’da ve Amerika’da Müslümanlara yönelik her geçen gün artan ırkçı saldırılara ve İslâm
ülkelerine yapılan işgallere rağmen Obama “Savaşımız İslâm’la değil” diyebiliyordu. Bir taraftan
Müslümanlara katliam ve soykırım uygulanırken, neredeyse bütün İslâm toprakları sömürülürken güya
İslâm’la savaşmadığını iddia eden çelişkinin tek açıklaması: Ilımlı İslâm projesine hız veriliyordu.
Siyonist güdümlü Batı, Ilımlı İslâm projesiyle Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed (sav)’in sünnetine
bağlı İslâm ümmetini radikal ilan edip marjinalleştirirken kendilerine benzetmeye çalıştıkları “meşrebi geniş”
ılımlı İslamcı bir nesil hedefliyordu. 11 Eylül saldırılarıyla birlikte İslâm’a ve Müslüman ülkelere karşı gizli
savaşını açıkça sürdürme kararı alan ve İslâm topraklarına saldıran ABD, bir yandan da gerçek
Müslümanları radikal gösterip, muharref dinlere benzer şekilde tahribe uğramış ve yumuşatılmış batıl bir
İslâm anlayışı yaymaya çalışıyordu. On yıllardır kültürel olarak yürütülen şeytani kampanyanın son
aşamasına gelinmiş görünüyordu. Önce nesiller şuursuzlaştırılıyor, İslâm’dan uzaklaştırılıyor ve insanları
85
kolayca ikna edecek ortam oluşturuluyordu. Neticede kendi dinini en iyi şekilde yaşamaya gayret eden
insanlar İslâm topraklarında bile yine ılımlı Müslümanlarca ‘radikal’ ilan edilmeye başlanıyordu. Şimdi
şeytanın son planı “gerçek Müslümanları dışla, İslâm’ı tıraşla” oluyordu. ABD’ye İslâm’a ve Müslümanlara 13
yıldır açıkça sürdürdükleri Haçlı seferine rağmen “Bizim savaşımız İslâm’la değil” diyen Obama, “ABD, El
Kaide, Taliban ve onlarla bağlantılı güçlerle savaş halinde” diyerek hedef saptırıyordu. Oysa “Azrail’i gösterip
hastalığa razı etmek” cinsinden, bu radikal ve katı şeriatçıları kışkırtıp toplumları ılımlı İslam’a razı etmek
isteyenler de kendileri oluyordu.
Kennedy’i bile dışlayan Siyonist odaklar, niye Fetullah Gülen’e sahip
çıkıyordu?
Almanya’da Yahudilerce çıkarılan bir kitapta ABD eski Başkanı John F. Kennedy’nin gizli bir Hitler
hayranı olduğunu ileri sürülüyordu. Kennedy’nin Hitler Almanyası’nı üç kez ziyaret ettiği söyleniyordu.
Almanya’da “John F. Kennedy- Almanlar Arasında’ adıyla çıkan yeni bir kitapta ABD eski Başkanı
Kennedy’nin Nazilerden etkilendiği ve Hitler hayranı olduğu ileri sürülüyordu. Eski Başkanın İkinci Dünya
Savaşı öncesi Almanya gezisinden bahseden kitap, Kennedy’nin gezi sırasında tuttuğu günlük yazılarına ve
mektuplara yer veriyordu. Savaş öncesi Almanya’yı üç kez ziyaret eden Kennedy ülkeyi, “Faşizm Almanya
için doğru bir seçenek olabilir. Komünizmle karşılaştırdığımızda faşizmin ne kötülüğü var? Almanlar iyi
insanlar. Bu yüzden örgütlenerek kendilerini korumaya çalışıyorlar” sözleriyle anlattığı ileri sürülüyordu.
Kennedy’nin 21 Ağustos 1937 tarihli yazısındaki “Aryan ırkı kesinlikle daha üstün görünüyor” notu dikkat
çekiyordu.
Şimdi soruyoruz: ABD’nin derin devleti sayılan Yahudi Lobileri, biraz olsun
Milli çıkarlarını ve Amerikan halkının rahatını düşündüğü ve Siyonist odaklarla
ters düştüğü için bir suikaste kurban edilen E. Devlet Başkanı John Kennedy’i
bile “Nazi hayranı” olmakla suçlayıp karalarken bu Mel’un merkezler, şu
Fetullah Gülen’i neyin karşılığında ve hangi kutsal (!) amaçlar uğrunda,
himayesine alıyor ve hizmet görünümlü hezimetlerine destek çıkıyordu?
Fetullah Gülen gibilerin “partiler üstü davranması ve siyasetten uzak durması” da tam bir
safsataydı ve sahte bir tavırdı. Çünkü boğazlarına kadar siyasete batmışlardı ve sadece Milli Görüş’ten uzak
kaçmışlardı.
Zeki Ceyhan ne güzel vurguluyordu:
Kimileri münafıklığını siyaset konusunda oldukça tarafsız(!) olduklarını söyleyerek gösteriyordu.
Bazıları da “partiler üstü” olduklarını vurguluyor, hatta bütün partilere “eşit uzaklıkta ya da eşit yakınlıkta”
olduklarını belirtenler çıkıyordu. Ve bu tiplerin özellikle eski Milli Görüşçülerden ve İslamcı kesimlerden
oldukları dikkat çekiyordu.
Oysa bir sosyal demokrat bütün partilere eşit yakınlıkta olduğunu söylemiyordu! Mesela bir liberal de
bütün partilere eşit yakınlıkta durduğunu iddia etmiyordu. Aynı şekilde bir komünist ve bir ateist te, böyle bir
iddianın arkasında durmuyordu. Herkes kendisine ve dünya görüşüne uygun gördüğü partiye yakın duruyor
ve ötekilerle arasına doğal olarak bir mesafe koyuyordu. Bize göre işin doğru olanı da buydu. Zaten bir
ateistin muhafazakâr bir parti ile kendi dünya görüşüne uygun bir parti arasında ayrım yapmaması anormal
bir durumdu. Aynı şekilde bir sosyal demokratın liberallere de aynı yakınlıkta olduğunu iddia etmesi de kuşku
doğururdu.
Evet, herkes kendi dünya görüşüne uygun bir siyasi partiye yakınlık duyuyor ötekiler ile arasına
mesafe koyuyordu. Sadece malum münafık tipler hala partiler üstü davranıyor, övünerek bütün partilere eşit
mesafede olduklarını iddia ediyor, ama AKP’ye ve ABD’ye hizmetten de geri durmuyordu. Çıkar dengeleri ve
demokrasi penceresinden baktığınız zaman bu söylem zararsız gibi görülüyordu. Ama inanç ve itikat
86
penceresinden baktığınız zaman bu söylem insanı oldukça tehlikeli konumlara taşıyordu. Çünkü bir insan
inanç ve itikatlarına ters şeyleri savunanlar ile inanç ve itikatlarına uygun davrananları nasıl aynı sepete
koyarak hepsine eşit mesafede durabiliyordu?
Biz böyle bir şey söylemekten ve böyle düşünmekten Rabbimize sığınıyoruz. Çünkü bize göre bütün
partilere eşit yakınlıkta olmak münafıklık oluyordu. Farklı düşüncelere saygı göstermek başka bir şeydir
onlara aynı yakınlıkta durmak başka bir şeydir! Biz Hakka ve Kur’an ahkâmına taraf Batıl’a ve barbar Batıya
karşıyız.
El azizcilerin derin bilgi kaynağı Ergün Diler’in saptırmaları:
El azizcilerin derin bilgi kaynağı Ergün Diler; “Över gibi görünüp sövmek, iltifat ediyor tavrıyla
iftira etmek” cinsinden, Hayri Kozakçıoğlu’nun vefatı bahanesiyle “İntihar mı, Cinayet mi?” diye bir
yazı hazırlıyor ve 28 Şubat mağduru Erbakan Hocayı savunup sahip çıkıyor havasıyla, onu töhmet
altına sokacak asılsız iddialar ortaya atıyordu. Önce yazdıklarını dikkatle okuyalım, sonra
yorumlarımıza kulak kabartalım.
“Kozakçıoğlu Amerika'dan döndüğü sırada, Anadolu'nun en güzel illerinden biri olan
KONYA'da Erbakan'a çok yakın bir isim VALİLİK yapmaktaydı. Birkaç yıl önce vefat eden bu isim
Erbakan Hoca'nın mali ve manevi her işini yakından bilirdi! Bir anlamda SIRDAŞIYDI! Vali ile Hoca'nın
dostluğu bitecek cinsten değildi! Ama bu dostluk başa bela olacaktı!
Çeşitli kaymakamlıklardan sonra Konya'ya vali olarak atanan BEYEFENDİ, tarifi olmayan bir
aşka yelken açtı. Evliydi! Ancak yine de aşka sırtını dönemiyordu! Aşık olduğu hanımefendi de keza
öyleydi! Beyefendi evli olduğu için aşklarını gizli saklı yaşamak zorundaydı. Hemen hemen kimseler
bunu bilmezdi. Bilenler de aşka saygıdan dillendirmezdi. Ama çok yerde göremediğimiz devlet orada
ortaya çıkmıştı! Vali birilerinin radarına girmişti! Birileri bir grup insanı KONYA'ya gönderdi! Görev
kutsaldı! Vali izlenecek ve belge oluşturulacaktı! Çok az sayıdaki bu insan günlerce uğraştıktan sonra
bir takım veriler elde etmeyi başardı! Bu belgeler bir şekilde rahmetli Kozakçıoğlu'nun eline geldi.
Görev veren o muydu bilmiyorum ama belgeler kendisine gelmişti! Amerika'ya eğitime giden diğer
insanlar arasında dolaştıktan sonra KOZMİK bir kasaya konuldu! Ta ki zamanı gelince kullanılmak
üzere... Yıllar yılları kovaladı. Erbakan, Başbakan koltuğuna oturdu! Ama Ankara'daki DERİN DEVLET
onu hiç mi hiç benimsemedi! Operasyon için geri sayım başlamıştı... Bir ayağı Londra'da, bir ayağı da
Washington'da olan ve 28 Şubat'ı yapan MUSEVİ BARONLAR düğmeye bastı. Saldırı üstüne saldırı
geldi. Ama en önemlisi yıllar önce Konya'da toplanan belgelerdi! (Erbakan) Yakın çalışma
arkadaşının can yakıcı bir şekilde ortaya çıkmasını istemiyordu! O zaman elde edilen veriler çok
önemli bir toplantıda önüne geldi.”31
Elazizcilerce “Milli Derin devletin” sözcüsü ve en güvenilir kaynaklarından
birisi sayılan ve sık sık kendisinden alıntı yapılan Takvim yazarı Ergün Diler:
1-Bir Müslüman’a, hem de ölüp gitmiş ve kendini savunamaz durumdaki bir insana “kendisi
evli olduğu halde, yine evli olan başka bir kadınla aşk hayatı yaşadığı, yani dinen ve hukuken zina
yaptığı” iddia ve iftirasında bulunmaktadır. Çünkü Kur’an’ı Kerim Nur suresi 11 ve 15 ayetleri bir
erkek ve kadına zina isnadında bulunup buna 4 şahit getiremeyenleri bu iddialarının iftira sayılacağı
ve en ağır cezaya çarpılacakları (ispatlanan zina yapana 100, ama 4 şahit getiremeyen iddialara 80
celde vurulacağı) buyrulmaktadır.
2-Ergün Diler sahtekârı böylesine ırz düşmanı ve uçkur bağımlısı olarak tanıttığı bir
adamla Erbakan Hoca’yı “çok samimi ve daimi bir dost” olarak gösterip, güya Erbakan’ı 28
Şubat’ın mağduru diye sahipleniyor tavrıyla aslında Hoca’yı “ahlaken düşük insanlarla
31 Takvim / Ergün Diler / 24 05 2013
87
dostluk kuran bir şahıs” gibi tanıtmaya çalışmaktadır.
3-Ve yine Ergün Diler, “Hoca’nın Refah-Yol iktidarını, bu aşağı ve bayağı ahlaklı vali dostunun
belgeli rezaletlerini ört bas etmek ve deşifre olmasını önlemek için mecburen bıraktığı” safsatasını
ortaya atmakta, yani Erbakan’ın kutsal davasını ve 40 yıldır tırnağıyla kazıyarak ulaştığı iktidar
fırsatını bir dostunun uçkur melanetini gizleme hatırına terk etmek zorunda kaldığı imajını
oluşturmaktadır.
4-Güya evli kadınlarla zina ilişkisi (pardon aşk) yaşayan ve Erbakan’ın çok yakın dostu
olan bu eski Konya Valisi aynı zamanda Hoca’nın mali işlerine, para transferlerine ve
manevi ilişkilerine de vakıf ve ortakmış!? Acaba, bu iddia ve iftiralar kadar, Erbakan Hoca’yı
töhmet altında bırakan başka bir karalama kumpası yapılır mıydı?
Sahi bu Ergün Diler, 28 Şubat sürecinde niye hiç ortaya çıkmamış ve Erbakan’ı
savunmamıştı?!
AKP’nin, başka talan ve tahribatlarını unutturup halkı avutmak için çıkardığı içki satışı
düzenlemesi bahanesiyle: “Bunların hocaları da böyleydi. 28 kere Hacca gitti. Ağzına
içki sürmezdi. Ama zimmetine para geçirdi.”32 diyerek Rahmetli Erbakan’a sataşan ve
gayzını kusan Yılmaz Özdil’le bu Ergün Diler’in ne farkı vardı? Erbakan Hoca’nın haksız ve
dayanaksız gerekçelerle ve alakasız mahkemelerce ve başta ABD-İsrail Yahudi Lobileri
bütün dış güçlerin teşvik tertibiyle karalanıp 28 Şubat tezgâhıyla Refah-Yol’un yıkıldığını ve
aynı odaklarca AKP ve Erdoğan’ın parlatılıp iktidara taşıdığını Yılmaz Özdil gibileri bilmiyor
olamazdı. Ama Erbakan bu piyonların ve patronlarının sömürü hortumlarını kopartmış,
gâvurluk damarlarını tıkamıştı… Atatürkçülüğü karı ile rakı arasına sıkıştıran, akıldan ve
adam gibi davranmaktan uzaklaşıp sarhoş olmayı kurtuluş sanan bu zavallı zırtolar, AKP’nin
değirmenine su taşımaktaydı.
32 26 Mayıs 2013 Hürriyet
88
Suriye Tuzağı ve Hükümet-Cemaat Kapışması:
“TENCERE DİBİN KARA, SENİNKİ ZİFT KATRAN!”
Rahmetli Erbakan Hoca, “AKP’nin güya bölge barışını sağlamak ve Filistinlileri huzura
kavuşturmak için Lübnan’a veya Gazze topraklarına Türk askeri yollamasının ve ucuz
kahramanlık palavraları sıkmasının asıl amacının, Hizbullah’ı ve Hamas’ı pasifize ederek
İsrail’in işini kolaylaştırmak” olduğu anlamında defalarca uyarılarda bulunmuşlardı. Ve
zaten AKP’nin özellikle Suriye konusundaki bütün girişimleri Hocayı haklı çıkarmıştı.
Hizbullah lideri Nasrallah’ın ve İran Meclis Başkanının yanlış ve yararsız açıklamaları da,
maalesef AKP’nin ve tabii İsrail’in işini kolaylaştırmaktaydı. Amman’da toplanan “Suriye’nin Dostları”
da ilk kez Hizbullah ve İran’ı hedef tahtasına koymuşlardı, ardından Lübnan’da mezhep çatışmaları
başlamıştı. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın gazetecilere söyledikleri bile, Hükümetin
tutarsızlığını ortaya koymaktaydı. Demirtaş, “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve onun bürokrasisi
Suriye’yi okuyamıyor. Bakan ‘Halep’i Şam’ı sokak sokak biliyorum’ diyor. Bilmiyor. Kürt’ün, Arap’ın,
Ermeni’nin duygusunu bilmiyor. Hakkâri’nin de Şam’ın da sokağını bilmiyor” diyerek tam bir Yahudi
ağzıyla konuşmaktaydı. Davutoğlu’nun Suriye muhalefetinde yer alan, radikal İslamcı El Nusra ile
ilgili olarak gazetecilere söyledikleri de çapsızlığının bir kanıtıydı. Kendilerinden sürekli söz etmenin
bu örgütleri büyüttüğünü savunan Davutoğlu, “Başta 500-600 kişilik kontrol edilebilecek bir grupken
bugün 5000-6000 kişi oldular” demiş ve El Nusra’nın terör örgütü ilan edilmesinin “faydadan çok
zarar getirdiğini” açıklamıştı. Bu garip savunmada en azından Suriye’deki Selefilerin ve Batı destekli
radikal şeriatcilerin nasıl arttığına dair bir itiraf vardı.
Sn. Erdoğan’a göre, Reyhanlı saldırısıyla birlikte artık Suriye'deki rejimin
iktidardan uzaklaştırılması bir 'siyasi pozisyon' meselesinin de ötesine geçmiş
bulunmakta ve askeri müdahale kaçınılmaz olmaktaydı.
Reyhanlı saldırısından Suriye rejimini sorumlu tutan Başbakan, kendisini ve hükümetini bağlayacak
cinsten bir de ‘taahhüt’te bulunmaktaydı: “... Bir gerçek var ki biz bu işin arkasındayız, takipçisiyiz,
sonuna kadar bu işi kovalayacağız. Ülkemiz üzerinde oynanan oyunların kaynaklarına şu an nüfuz
etme gayreti içindeyiz. Ona göre de bunun bedelini kendilerine ağır ödeteceğiz” diyerek meydan
okumaktaydı. Ancak Suriye’den hesap sormanın nasıl olacağını, ne zaman ve ne şekilde yapılacağını Sn.
Tayyip Erdoğan’ın da bilmediği açıktı. O sadece kulağına fısıldananları aktarmakta, havasını atmakta ve tabi
toplumun gazını almaktaydı.
Suriye rejimi ve Başşar Esad deneyimi, Tayyip Erdoğan için yeni bir döneklik macerası ve muazzam
bir ‘hayal kırıklığıydı’. Hatta bu yakınlık, eşlerine de sirayet edecek, bir ‘aile hukuku’ ve fikir dostluğu”
oluşturacak duygusal bir boyutlara taşınmıştı. “2005 sonbaharında Kuveyt-Yemen-İngiltere arasındaki
uzun yolculukta, uçakta Tayyip Erdoğan ile Başşar Esad ve Suriye rejimi üzerine konuşmuştuk. Refik
Hariri suikastı üzerine Birleşmiş Milletler tarafından kurulan ‘Uluslararası Mahkeme’nin savcısı Detlav
Mehlis, ön raporunu hazırlamış, Refik Hariri’nin kanına girenler arasında Başşar’ın kardeşi Mahir
Esad’ı, ablası Büşra’nın kocası General Asaf Şavkat’ı saptamıştı. ‘Cinayetin parmak izleri’, Şam’da
Başşar Esad’ın sarayına doğru uzanmaktaydı. Suriye’deki Şam rejimine tepkimin farkında olan
Başbakan, bana dönerek, dostu Başşar Esad’ı savunma içgüdüsüyle ve öfkeli bir ses tonuyla
‘Uluslararası Mahkeme’nin ‘yargısız infaz’ yaptığını vurgulamıştı. Velid Canbolat, o günlerde
sıkıntılıydı. Beyrut’taki konağında bana; babasının, Lübnan’ın 1976’da bir suikast sonucu öldürülen
dev siyaset adamı Kemal Canbolat’ın tabutu içinde uzanmış, ebedi uykusundaki bir fotoğrafını getirip
göstermiş ve aynı fotoğrafı Beyrut’ta görüştüğü Tayyip Erdoğan’a gösterdiğini, “Bu benim babam
sizin bölgede ağırlığınız var. Ağırlığınızı kullanın ve bölgede bu tür cinayetlerin yapılmasını önleyin”
dediğini, Suriye rejimini kastettiğini anlayan Erdoğan’ın kendisine: “Elinizde bu cinayetin Esad
tarafından işlendiğine dair bir kanıt var mı?” sorusunu yönelttiğini, o diyalogdan sonra görüşmenin
tadının kaçtığını anlatmıştı. Oysa Kemal Canbolat’ı, Başşar’ın babası, dönemin Suriye Devlet Başkanı
Hafız Esad’ın öldürttüğünü, Refik Hariri cinayetinin arkasında da Suriye rejiminin bulunduğunu
89
Lübnan ve Suriye’de sokaktaki çocuklar bile farkındaydı”33 diyen Cengiz Çandar, Sn. Erdoğan’ın
kahramanlığını mı, zavallılığını mı aktarmaktaydı?
Başşar Esad’a verilen gereksiz ve ferasetsiz primler, bugün Türkiye’nin içine bombalı timler ve
günahsız insanların cenazeleri olarak dönüyorsa, herkesten önce Sn. Başbakan’ın sorgulanması
lazımdı. Erdoğan ve yandaşlarının ‘Esad’ın hızla devrilmesi’ konusundaki yanılgısından daha beteri
zalim Esad’ın hala zulüm saltanatına devam edebileceği üzerine hesap yapanların yanılgısıydı. Artık
Başşar Esad’ı ne Rusya ne de İran kurtarırdı. Belki sadece onun ömrünü uzatmak adına ‘tarihe
direnirken’ daha fazla masum insanın ölümüne ve giderek Suriye’nin geri dönülmez biçimde
bölünmesine katkı sağlanmaktaydı. Ancak “Türkiye, şimdiden ‘post-Suriye’ye hazır olmalı, ‘yeni
Ortadoğu’ tasarımına kafa yormalıdır” diyen hain tipler de ülkemizin bölünmesine ve Büyük İsrail
hedefine zemin hazırlamaktaydı. Kurtlar Vadisi dizisi “AB ve Rusya, Türkiye’nin tek başına Suriye’ye
giremeyeceğini göstermek istiyor; bu nedenle Suriye’ye girip Küresel güç olduğumuzu ispatlamamız
gerekiyor” palavrasıyla, ülkemizi Suriye batağına itiyordu.
Erdoğan’ı kimler evirip çeviriyordu?
Oysa Türkiye’nin adayı Prof. İhsanoğlu, 14 Haziran 2004’te ‘Alevi’ Esad ve ‘Şii’ İran’ın
desteğiyle İslam Konferansı Genel Sekreterliği’ne taşınmıştı. 13 Şubat 2006’da Hamas lideri ‘Sünni’
Halit Meşal Ankara’ya geldiğinde başta ABD olmak üzere Batılı başkentler ve tabii ki İsrail rol icabı
kıyameti koparmıştı. 31 Temmuz 2006’da birden İsrail Lübnan’a saldırmıştı. 33 gün süren savaş
sonrasında İsrail’i yenen ‘Şii’ Hizbullah’ın lideri Nasrallah Şii, Sünni hatta Hıristiyan herkes tarafından
sahip çıkılmış, ‘Sünni’ Türkiye’de ‘Şii’ Hizbullah’a çok büyük destek mitingleri yapılmıştı. 17 Eylül
2009’da İstanbul’da ‘Alevi’ Esad’ın onuruna verdiği iftar yemeğinde Başbakan Erdoğan “Onların
Schengen’i varsa bizim de Şamgen’imiz var” diye çıkışmış, o gün Şii ve Sünni Arap ve İslam
coğrafyasını müthiş bir heyecan ve sevinç kaplamıştı. Ve yine 15 Ekim 2009’da Bağdat’ta ‘Şii’ Nuri
Maliki ile 52 anlaşma imzalayan Erdoğan Arap ve İslam dünyasında yeni bir umut dalgasını
yaratmıştı. 28 Mart 2011’de bir kez daha Irak’a giden Başbakan özellikle Şiiler tarafından coşkuyla
karşılanmış ve Şii lider Sistani ile buluşmuşlardı. 16 Aralık 2010’da Halkalı’da düzenlenen Aşure
Günü’nde konuşan Başbakan Erdoğan “Gün dayanışma günüdür. Gün paylaşma günüdür.
Matemleri ortak olan milletin, geleceği de idealleri de, bu coğrafyada ortaktır. Biz birbirimizle
farklılık içinde iletişim kuramayız. Biz birbirimize semboller üzerinden konuşamayız, ayrı
gayrı gözlerle bakamayız. Biz nerede olursa olsun, yeni Kerbela’lar görmek istemiyor, yeni
ölümlerle sarsılmak istemiyoruz” demişti. Bu sözler Arap İslam medyasında manşet olmuş,
günlerce tartışılmıştı... Oysa 2005-2009’da başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgenin Amerikancı
yönetimleri Ankara’ya sıkça uğramaya başlamış ve Türkiye’yi ‘Şii’ İran’a karşı kurulmak istenen
‘Sünni İttifak’ın (daha doğrusu Amerikan kuklalığının) başına geçirmek için kışkırtmışlardı. Maalesef
Recep T. Erdoğan da bu tuzağa kapılmış ve şimdi Suriye’ye savaş açacak noktaya taşınmıştı.
Yeni Şafak’taki “Hizbullah'ın bittiği andır!” yazısında:
“2006 Temmuz ayında İsrail'e karşı 33 gün savaşan Hizbullah nerde? O günün Hizbullah
efsanesi, o günün Nasrallah'ı nerede? Lübnan'ın güneyi alev alev yanarken, İsrail'e karşı eşsiz bir
direniş sergiliyordu. Arap sokakları 'Hizbullah-Nasrallah' sloganları atıyordu. Arap rejimleri
neredeyse 'İsrail Hizbullah'ı bitirecek' diye sevinirken kitleler bu onurlu direnişe destek veriyordu.
Nasrallah bir kahramandı, direniş lideriydi, müthiş bir karizmaydı ve İsrail'in hesaplarını bozup
büyüsünü yok etmiş insandı. O günlerde Hizbullah sloganları atanlar, Nasrallah posterleri taşıyanlar
Şii-Sünni ayrımı yapmamıştı. Sünni ülkelerin sokaklarında, yönetimlere inat Nasrallah posterleri
dağıtılmış, müminler destek gösterileri için toplanmıştı. Çünkü onlar Lübnan'ı koruyorlardı, Lübnan
halkının özgürlüğünü koruyorlardı. İsrail yayılmacılığına karşı şaşırtıcı bir mücadele veriyorlardı.
Hiçbir şekilde mezhepsel davranmamışlardı. Kimse Hizbullah İran'a yakın diye de tavır almamıştı.
İran'ı sevmeyenler bile o coşkuyu yaşamıştı. Ama o Hizbullah bir zamanlar İsrail askeri gücünün
büyüsünü yok ettiği gibi, bugün Suriye konusundaki tavrıyla, kendi büyüsünü yok etmeye başlamıştı.
33 Radikal / 27 05 2013
90
İsrail'le savaşanlar artık silahları Müslümanlara doğrultmuş, İslam dünyasını karşısına almıştı”34
Şeklinde doğru tespitler yapan İbrahim Karagül, “karakolda doğru söyler, mahkemede yan
çizer” cinsinden bu doğruları başka yalan ve yanlışlara kılıf yapmaya çalışmaktaydı.
“Sanki Suriye işgal edilmiş gibi. Sanki ABD ya da Fransız orduları Suriye’yi ele geçirmiş gibi.
(Hizbullah cihat ilan etmekteydi.)
Diyen Sn. Karagül, Suriye Muhalefetini ABD, AB ve İsrail’in desteklediğini ve Suriye’yi bölmek
için bunlara silah ve strateji verdiğini gerçekten hala anlayamamış mıydı?
“Madem o kadar heveslisin, Irak işgalinden neden on binlerce insanı direniş saflarına gönderip
ABD’yi bu ülkeden atmadın?!” diye Hizbullah’a sitem eden Sn. Karagül’e soralım:
1- CIA-MOSSAD’ın yaptığı, hem de Suriye muhalefetinden elemanlar kullandığı sırıtan
Reyhanlı saldırısı üzerine Suriye’den hesap soracağını söyleyen Sn. Başbakan, acaba
Akdeniz’in açık sularında Mavi Marmara gemimize hücum edip, 9 insanımıza kıyan ve
Türkiye’ye resmen savaş ilanı sayılan küstah İsrail saldırısı karşısında niye böyle bir
müdahaleye hiç yanaşmamış ve hesap sormaya kalkışmamıştı?
2- ABD’nin Irak işgalinde, mücahitlerini oraya göndermeyen Hizbullah’ın mı vebali
daha ağırdı; yoksa Amerikan katillerinin sağ salim ve başarıyla görevlerini tamamlayıp
ülkelerine dönmeleri için dua eden, kahraman Başbakanımız Recep T. Erdoğan’ın tavrı mı?
3- Bir hafta öncesinde “Batılı güçlerin ve NATO askerlerinin Libya’da ne işi var?”
dediği ve doğru söylediği halde, hemen ardından fıtratı haline gelmiş bir döneklikle, NATO
güçleri ve Haçlı birlikleriyle beraber olup Libya’ya saldıran, on binlerce masum Müslüman’ın
katline ve Libya’nın tamamen tahribine yol açan Sn. Recep T. Erdoğan’ın ve sizler gibi
yalakalarının günahı niye hiç sorulmazdı? Katır değil, hangi Tır bu korkunç cinayetlerin ve
işbirlikçiliğinin vebalini taşırdı?
4- Hizbullah’ın ve İran’ın, sonunda İsrail’in ve ABD’nin işine yarayacak ve Suriye’nin
bölünmesine yol açacak yanlış tavırları ve zalim Esed’e körü körüne ve mezhep taassubu
görüntüsüyle arka çıkmaları; sizlerin aynı Siyonist senaryodaki ve BOP kapsamındaki
figüranlıklarınıza mazeret ve meşruiyet kazandırır mıydı? Oysa İsrail “YNET” haber sitesine
göre, Türkiye dâhil 17 ülkeden 15 bin asker Ürdün’de, Suriye’yi işgal provasına çoktan
başlamıştı.
5- “Herkesin yaptığının yanına kar kalacağı, özellikle zalim ama güçlü ülkelerin
kuyruğuna takılanların üste çıkacağı ve ganimetten pay alacağı” gibi nefsi ve şeytani bir
kanaatle “günü kurtarmayı gözü açıklık” sananların; Kur’an’ın ve Resulüllah’ın uyarılarını ve
Ezeli Kader programının hükmünü uygulayıp ilahi adalet ve intikamın mutlaka yerini
bulacağını hatırlatanlara bu denli kızmaları, bir suçluluk hırçınlığı mıydı, yoksa hidayet
kararması mıydı?
“İman edenlerin (ve biz de Müslümanız diyenlerin) Allah’ın ve Hak’tan inmiş olan
(Kur’an’ın) hatırlanması ve kalplerinin (İslami hüküm ve ölçülere uyma konusunda) saygı ve
korku ile yumuşaması zamanı hala gelmedi mi?”35 ayetinin ikazına, şu AKP’liler, kendilerini
hiç muhatap saymaz mıydı?
Reyhanlı katliamını kimler kurguluyordu?
Maalesef Türkiye haftalardır Reyhanlı saldırısının, perde arkasını ve asıl amacını anlamaya
çalışıyordu. Ancak, istihbarat birimlerinin medyaya servis ettiği bilgilerin yarattığı kafa karışıklığı bunu
engelliyordu. Bu korkunç patlamanın hemen ardından hükümet, MİT ve bu kurumlara yakın yazar ve
yorumcular “Reyhanlı’yı neden kurcalıyorsunuz? Suçlusu da sorumlusu da Suriye’dir” demeye
başlıyordu. MİT’in araç plakaları dâhil istihbaratı aldığına, Emniyet’e durumu günler öncesinden aktardığı,
ama bombanın Emniyet’in ihmali sonucu patladığı iddiaları dolaşıyor. MİT’e ait olduğu iddia edilen bir rapor
da iki gazeteye sızdırılıyordu. Bu sorular karşısında hükümetin ve MİT’in telaşı anlaşılabiliyordu, ancak
medyadaki kiralık kalemler niye hırçınlaşıyordu?
34 Yeni Şafak / 27 05 2013
35 Hadid Suresi: 16
91
“Önce MİT’e ait olduğu iddia edilen raporun MİT değil, Emniyet’e ait olduğu ortaya çıkıyordu.
MİT’in saldırıyı gerçekleştiren isimleri saldırıdan günler önce takibe aldığı, telefonlarını dinlediği
anlaşılıyordu. Emniyet’le bilgilerin patlamadan saatler önce kısmen paylaşıldığı görünüyordu. Basına
yansıtılan MİT raporunun, Reyhanlı’yı değil, yemleme amaçlı, saldırıyı gizlediği ortaya çıkıyordu”
tespitleri bir gerçeği yansıtıyordu ve yetkililerce hala yanıtlanmıyordu!
2003’teki, 15 Kasım saldırıları öncesi MİT ve Emniyet arasında yaşanan bu krizlerle, Reyhanlı
hadisesinin benzerliğine dikkat çekenler, bu olayın doğru yorumlanmasına yarayacak ipuçlarını veriyordu.
“Hatırlarsınız. 15 Kasım 2003 tarihinde bomba yüklü iki araç, Neve Şalom ve Beth İsrail
Sinagogu’na saldırmıştı. Patlamanın ardından 27 kişi hayattan koparılmıştı. Beş gün sonra bu kez 20
Kasım’da, İngiltere İstanbul Başkonsolosluğu’na ve HSBC Bankası’nın genel merkezine benzer
saldırı yapılmıştı, burada da 30 kişinin hayatı kararmıştı. İşte bu saldırılardan önce, İstanbul Emniyet
Müdürlüğü kendilerine gelen bir ihbar üzerine, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne
başvurmuşlardı. İhbarı gerekçe gösterip, şahıslarla ilgili mahkeme kararıyla dinleme talebinde
bulunmuşlardı. MİT, Emniyet’in bu talebini öğrenince, şahısları kendilerinin takip ettiğini belirtip,
DGM’den dinleme izni verilmemesini istemiş. DGM bunu uygun görmüş ve Emniyet’in talebine izin
çıkmamıştı. İşte MİT’in izliyoruz dediği o ekip, önce iki Sinagoga, beş gün sonra da konsolosluk ve
bankaya bomba yüklü araçlarla saldırmış ve 60’a yakın insanın canına kıymıştı. Bu saldırıdan yıllar
sonra da Balyoz bavulunda bir gerçek ortaya çıktı. Bir generale ait notta, saldırıdan sekiz ay önce
bombaların yüklendiği kimya fabrikasının ismi deftere yazılmıştı. Sekiz ay önceki yazılmış bu not
gizemini hep koruyacaktı. Bugün anlaşılıyor ki tıpkı 15 Kasım saldırılarında olduğu gibi MİT yine takip
ettiği, telefonlarını dinlediği ekibi kaçırmıştı. Kamuoyu artık 15-20 Kasım saldırılarının ne amaçla
yapıldığının farkındaydı. Reyhanlı’nın da benzer ekip tarafından, aynı nedenle yapılmış olma ihtimali
üzerinde durulmalıydı. Ergenekon sürecinde temizliğin yapılmadığı tek kurumun MİT olduğunu da
unutmamalıydı”36
Fetullahçıların yoğunlukta olduğu söylenen Emniyet İstihbaratı niye
tasfiye ediliyordu?
İşte tam bu kritik aşamada, Türkiye gündemi içki düzenlemesi ve siyasi polemiklerle
çalkalanırken istihbarat teşkilatında önemli tayinler yaşanıyordu. Emniyet İstihbarat Dairesi
Başkanı Ömer Altıparmak‘ın başka yere atanmasından sonra 2 başkan yardımcısı ve kilit
roldeki 8 şube müdürü de görevlerinden alınıyordu. Acaba Reyhanlı saldırılarındaki istihbarat
kopukluğunda ve koordinasyon zayıflığında, kasıtlı bir ihmalkârlık mı saptanıyordu? Böylece CIA
ve MOSSAD tezgâhına kolaylık mı sağlanıyordu? Böylece Ergenekon‘dan Balyoz’a, KCK’dan El
Kaide‘ye kadar kritik dosyaları takip eden tüm birimler tasfiye ediliyordu. Yerlerine 10 yıldır
istihbaratta çalışmamış polisler atanıyordu. İstihbarat organlarını temelden etkileyecek
yönetmelik değişikliğinin de hazırlandığı konuşuluyordu.
Bazıları: “Emniyet İstihbarat’ta yapılan bu operasyonla adeta son on yılın hafızasının
gittiğini, Ergenekon ve Balyoz yapılanmalarını deşifre eden İstihbarat Dairesi yetkililerinin
kızağa çekildiğini” söylüyordu. Çünkü; El Kaide ile mücadeleden sorumlu C şube müdürü,
istihbarata karşı koyma, teknik şube, bilgi işlem, bilişim suçlarıyla mücadele, personel ve
hukuk işlerinden sorumlu Ar-Ge şube müdürleri görevlerinden alınıyordu. Bu isimlerle
birlikte bu şube müdürlüklerinden sorumlu başkan yardımcıları da ani bir kararla
koltuklarını bırakıyordu. Türkiye’nin son yıllarına damga vuran ve çoğu doktoralı uzman
istihbarat müdürleri olan kadrolar ani bir kararla görevlerinden alınırken yerlerine ‘eski ekip’
olarak bilinen ve uzun yıllar önce istihbarattan ayrılan polisler getiriliyordu. Anlayacağınız
Güvenlik bürokrasisinde kelimenin tam anlamıyla şok yaşanıyordu. Başkent kulislerinde
ise; ‘tasfiyenin alt birimlere doğru devam edeceği’ konuşuluyordu.
Peki, bu durumun hangi gelişmelere yol açması bekleniyordu? Sorusunu cemaate yakın
Adem Yavuz Arslan şöyle yanıtlıyordu: Daha önce de ifade ettiğim gibi istihbarat dünyasında
36 Taraf / 27 05 2013 / Mehmet Baransu
92
bu çapta bir değişiklik ilk kez yaşanıyordu. Gelen isimlerin Ergenekon ve Balyoz gibi
Türkiye’nin arınma ve normalleşme sürecinde kritik öneme sahip davalara soğuk baktığı da
güvenlik bürokrasisinde bilinen bir durumdu. Bir başka dikkat çeken ortak özellikse (bu yeni
atananların) iktidardan çok muhalefetteki bir başka partiye kendilerini daha yakın
hissetmeleri konusuydu. PKK ile mücadelede kritik bir aşamadan geçildiği, Suriye’de
yaşanan gelişmeler nedeniyle istihbaratın daha da önemli hale geldiği bir süreçte bu radikal
değişikliklerin zafiyet oluşturması endişesi taşınıyordu”37
Şimdi Fetullah Gülen’in Recep T. Erdoğan’ı hedef aldığı sırıtan konuşmasında;
“Büyük işlere getirilen küçük adam…”
“Sıradan bir insan…”
“Sıfat olarak Firavunlaşan, Nemrutlaşan …”
“Ahmak bir güruhça her yaptığı alkışlanan…”
“İktidar havasıyla gurura kapılıp küstahlaşan…”
Sözleriyle niye hakaretler yağdırdığı daha iyi anlaşılıyordu. Ve tabii edep ve
erdem timsali (!) Bay Fetullah’ın Eredoğan’a yönelik sitem ve saldırıları,
dershane savaşlarıyla doruğa çıkıyordu. Ve tabi “Beyanü Lisan, aynıyla insan!”
deyimini de unutmamak gerekiyordu. Ve bu durum bize şu ayeti hatırlatıyordu:
“Yahudiler; “Hıristiyanlar (Hak ve hayır namına) hiçbir şey üzerinde değildir”
diyordu. Hıristiyanlar da: “Yahudiler hiçbir (hakikat üzerinde) değildir” diyordu” 38
Müfessirin güzel tespitiyle “Her ikisi de doğru söylüyordu. Çünkü hiç birisi hak ve hayır
üzerinde bulunmuyordu!”
Fetullahcı kadrolardan sürekli çelme yiyen, kendisinin yüzüne gülüp gerçekte Fetullah
Gülen’in talimatlarını yerine getiren resmi ve siyasi bürokratlardan kurtulmak isteyen Recep
T. Erdoğan bu sefer yine Milli Görüşçülere el atıyor, hala Saadetli insanlarla özel görüşmeler
gerçekleştiriyordu. Bu nedenle Saadet camiasına ve Avrupa Milli Görüş teşkilatına
adamlarını gönderip Erbakan ağzıyla konuşmalar yaptırıyor, Belçika’da IGMG kongresinde
Mustafa Kamalak’la Bekir Bozdağ’ı birlikte el kaldırtıyor ve bu sırıtan riyakârlıkla Milli
Görüş’ün sadıklarını kandırmaya ve davanın kökünü kurutmaya çalışıyordu. Oysa aynı
günlerde Başbakan’ın baş danışmanı Yalçın Akdoğan (Star 28.05.2013 - İslamcılık ve AKP)
AKP’nin Milli Görüş’ten tamamen ayrı ve farklı bir çizgide yol aldığını, İslamcılığın her
türlüsünü bırakıp AB’ye bütünleşmeye odaklandığını, Erbakan’ın palavra(!) ve programlarını
tamamen bıraktığını itiraf mahiyetinde sözler ediyordu. Yani Fetullahcıların kıskacından
kurtulmaya çalışan Erdoğan, bir yandan Milli Görüş tabanına sığınıyor, diğer taraftan
Siyonist odaklara sadakat mesajları gönderiyordu.
Temeli atılan 3. Boğaz köprüsüne “Yavuz Sultan Selim” isminin verilmesine “Aman AKP
hilafeti diriltiyor!” diye tepki koyan zavallılar, Recep Bey’in ve ona akıl verenlerin, Alevileri
kışkırtarak, Kürdistan’dan sonra şimdi de Sivas merkezli bir “Özerk Alevistan” oluşumuna, yani
Türkiye’nin parçalanmasının son aşamasına zemin hazırladığını bile fark edemiyordu. Evet, Milli
Çözüm Dergisi dışında halkımıza gerçekleri gösteren ve stratejik Milli bilgi üreten yayın organı da
görünmüyordu!
37 Bugün Gazetesi/ 27 05 2013
38 Bakara Suresi: 113
93
AKP DAĞITILACAK;
CHP+CEMAAT KOALİSYONU MU KURULACAKTI?
CIA-MAHAT (Cemaat) isyanı aylar öncesinden başlatıyordu!
Mahat; Osmanlıca, uzun yolculuktaki dinlenme mekânlarına ve mola duraklarına deniyordu. CIAMAHAT
ise burada “CIA karakolu” anlamında kullanılıyordu. AKP iktidarının PKK ile başlattığı ve dış
güçlerce ülkemizin parçalanmasının amaçlandığı sözde barış müzakerelerine KCK’lıların ve tüm PKK
militanlarının salıverilmesine destek veren Cemaat’in; Ergenekon ve Balyoz bahanesiyle mağdur edilen
komutanların bırakılmasına şiddetle karşı çıkmaları, bunların ayarını ve amacını ortaya koyuyordu. Hatta
yıllarca dağlarda PKK ile savaşmış komutanların ve kurmay subayların çoğuna, Ergenekon savcılarının
müebbet hapis istemesini değerlendiren ABD’nin Wall Street Journal Gazetesi, bunun “Fetullahçı Cemaatin
yani “CIA-MAHAT”ın Erdoğan’ın iktidarına bir rest çekmesi olarak okunması gerektiğini” yazıyordu.
Şemdin Sakık gibi bir kısmı PKK eşkıyası 31 gizli tanığın ifadeleriyle verilen bu ağır suçlama ve cezaların
aslında ABD’nin TSK’yı yıpratma ve etkisiz bırakma operasyonlarının bir parçası olduğu sırıtıyordu.
Cemaatin dili ve delili sayılan Önder Aytaç 17.03.2013 tarihli “Üstadı Azamlar: Çarpıştır, yücelt, kandır,
yut” yazısında:
“Önce KCK’lılar hızla tahliye edilecek, ardından sıra elbette Ergenekonculara gelecektir. Çözüm
adı verilen bu çözülme sürecinin rüşveti olarak ta, Erdoğan’a başkanlık verilecektir. Bu maksatla Sn.
Başbakan önce Camia ile (Fetullah Hoca’yla) çarpıştırılmış ve Firavunlaştırılır gibi övülüp
yüceltilmiştir. Dikkat edin önümüzdeki kısa süre içinde “Lider”le ilgili, bütün Türkiye’yi derinden
etkileyecek bir sağlık sorunu oluşabilir”39 diyerek, CIA adına Sn. Recep Erdoğan’a gözdağı veriyor;
oysa AKP iktidarını da, Cemaati de aynı Siyonist Lobilerin bir dengeleme ve dizginleme aracı olarak
kışkırttığını bilmiyordu. Aylar sonra başlayan, bütün ülkeye yayılan ve Erdoğan’ı sıkıştırmayı
amaçlayan Taksim isyanının hangi odaklarca tezgâhlandığı ve Fetullahçıların neden dolaylı destek
sağladığı da şimdi daha iyi anlaşılıyordu.
Olayları Cemaatçi polisler mi kışkırtıyordu?
Başbakan Erdoğan’la birlikte Afrika turunda olan Milliyet yazarı Nagehan Alçı, Gezi
Parkı eylemleriyle ilgili oldukça ilginç bir ihtimali gündeme taşıyordu. Nagehan Alçı,
“Emniyette tasfiye edilen ekiple bu görüntüler arasında bir bağlantı var mı?” diye soruyor
ve tasfiye olan cemaatçi polisleri kastettiği anlaşılıyordu. Eğer Milliyet yazarı Nagehan
Alçı’nın dediği doğruysa Gezi Parkı direnişi üzerinden AKP’yi eleştiren Cemaat, “tavşana
kaç, tazıya tut” mu diyordu? sorusu birçok gizemi ve gerçeği özünde barındırıyordu.
İletişim/algı/kriz yönetimi yapılamadığı için basit bir çevreci eylem iktidarı devirme girişimine
dönüşüyordu. Belediye ilk düğmeyi yanlış ilikliyor, Polisin ilk andaki orantısız müdahalesi olayları çığırından
çıkartıyordu. Bir şekilde hükümetle hesabı olan çevreler de fırsatı kaçırmadı. Süreci yatıştırmak yerine daha
da içinden çıkılmaz hale getirecek açıklamalar eklenince, işte bu korkunç bir tablo oluşuyordu. Neredeyse 80
ilde çeşitli büyüklüklerde 603 eylem yapılıyor ve Cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanıyordu. Yani sadece “dış
mihraklar, provokatörler” gibi gerekçelerle yaşanan hareketliliği açıklamak çok sağlıklı bulunmuyordu. Bu
çevrelerin önüne gelen fırsatı değerlendirmek isteyeceğini görmek gerekiyordu. Zaten yakılan 280 iş yeri,
207 özel araç, 103 polis aracı ve 11 AKP binası bunun delili. Olayların neden olduğu maddi zarar, can kaybı
ve negatif imaj da çabası” diyenler hala ikili oynuyordu
Kürdistan’dan sonra şimdi de ALEVİSTAN hazırlanıyordu!
“Yavuz Sultan Selim koydunuz” köprünün adını… İyi yaptınız, güzel yaptınız da… Şöyle bir sorun
var: Halkınız içinde kendilerine “Aleviyim” diyenler, bu padişahın kendilerini kılıçtan geçirdiğini düşünüyorlar.
Haklı ya da haksız, böyle bir algıları var. Ve bu algıları capcanlı, taptaze tutuyorlar. Üstelik, Ortadoğu’da
mezhep savaşı kabak gibi ortaya çıkmış durumda ve yönettiğiniz ülke de, öyle ya da böyle, bu savaşın tam
39 aytaç@haberx.com
94
göbeğine düşmüş durumda. Durum buyken... Az biraz dikkat, az biraz nezaket, az biraz incelik, az biraz
düşüncelilik, az biraz feraset gösterilemez mi?
Hem de tarihimiz Alevi’siyle Sünni’siyle üzerinde tam ittifak sağlayacağımız ulu kişilerle dopdolu iken...
- Mesela bir Yunus Emre var ki... Ayyaşı da sever pek onu, alnını secdeden kaldırmayanı da...
- Mesela bir Mevlana var ki... Sünni’si de adı geçtiğinde ceket ilikler, Alevi’si de...
- Mesela bir Ahmet Yesevi var ki... Herkesin gönlünü deler geçer...
- Mesela bir Sinan var ki... Takva sahibi Müslüman da hayrandır ona, dinle imanla hiç işim olmaz diyen
ateist de... Neyse... Saymakla bitmez.
Ama siz ne yaptınız? “Zaten ağzımızla kuş tutsak bile Aleviler bize oy vermez” diyerek... Onların
duyarlılıklarını zerre kadar hesaba katmayarak, “Güm” diye verdiniz köprüye “Yavuz Sultan Selim” adını...
Üstelik bu kararınızı Cumhur’un başına açıklattınız... Cumhur’un bir bölümünde baş gösterecek
hoşnutsuzluğu zerre kadar hesaba katmadınız... Hiç tartışmadan, kimseye sormadan, soruşturmadan... En
küçük bir yoklama yapma gereği bile duymadan...”40 şeklinde sızlananlar haklıydı. Ama bütün bunların
zaten Alevileri kışkırtıp, bazı olaylara kalkıştırıp, sonunda Sivas, Tokat, Malatya, Erzincan, Tunceli ve
Elazığ’ı kapsayan bir “ÖZERK ALEVİSTAN”ın alt yapısını oluşturmak üzere, kasıtlı ve planlı olarak
tezgâhlandığının kaç kişi farkındaydı?
Bakınız 3. köprüye “Yavuz” isminin verilmesine en çok karşı çıkanlardan Alevi Dedesi Prof.
İzzettin Doğan aynı zamanda halkı PKK ile uzlaşmaya razı etmek üzere seçilen akil adamlardandı.
Üstelik Yavuz Selim Han’ın 50 bin Alevi’yi katlettiği İran kaynaklı ve propaganda amaçlı bir kuyruklu
yalandı. Çünkü hem Yavuz’un böyle vahşeti işlemesi için hiçbir sebep bulunmamaktaydı. Hem O
tarihlerden bugüne bölgedeki kara ve demiryolu çalışmalarında, kanal kazılarında böylesine toplu
mezara rastlanmamıştı. Sadece Şah İsmail’in ajanlarının ve Osmanlıya karşı kışkırttığı eşkiyaların
disiplin altına alınması ve isyanların bastırılması lazımdı. Nasıl ki PKK ile mücadele, bütün Kürtleri
imha girişimi sayılamazdı. Ve nasıl ki Mustafa Kemal’in Dersim harekâtı bir alevi kıyımı olmayıp
yüzyılların birikimi bir sorunu halletme ve asıl bölge halkımızı çeteleşmiş derebeylerinin ve dedelerin
elinden huzur, hürriyet ve medeniyete kavuşturma operasyonlarıydı… Bunun gibi Yavuz’un ülkenin
emniyeti, Milli birlik ve dirliğin temini için aldığı tedbirlerde kasıtlı olarak çarpıtılıp abartılmaktaydı.
Görüyorsunuz Lozan’ın yürürlükten kaldırılması ve Sevr’in uygulanıp Türkiye’nin parçalanması için
Güneydoğu’da Kürdistan fiilen ve fikren kurulmuş, sadece anayasal ve yasal engellerin kaldırılması
kalmıştı.
Taksim’deki ağaçları koruma kahramanlığıyla, farklı illerde binlerce insanın sokaklara
salınması… Polisin PKK’lılara gösterdiği nezaketin yüzde birini bu insanlardan esirgeyip acımasızca
saldırması… Hatta bir Toma zırhlı aracının Gümüşsuyu Askeri Hastanesi önündeki manevra
sıkışıklığı nedeniyle bir polisin “gerekirse askeri bölgeye de biber gazı sıkarız!” küstahlığına karşı,
görevli astsubayın “O zaman biz de size haddinizi bildirecek bir şeyler atarız” çıkışında bulunması!?
Acaba bütün bunlar, son kullanma tarihi yaklaşan ve iktidar sarhoşluğuyla iyice şımaran AKP’yi
hizaya sokma, hatta parçalama senaryolarının bir parçası mıydı?
Çünkü dış güçler, kullanıp yıprattıkları kişi, parti ve hükümetleri işleri bitince çok ucuza
harcamaktan hiç sakınmazlardı. Tam böyle bir süreçte Fetullah Gülen’in, Erdoğan’ı hedef alan;
“Küçük ve düşük adam…” “Büyük işlere getirilen basit insan…” “Ahmak bir güruhça her yaptığı
alkışlandığı için şımaran…” “Yiyip içip doyan, hayvan gibi yan gelip yatan…” “İktidar sarhoşluğuyla
şımarıp küstahlaşan…” “Nefsi gururuna kapılıp Firavunlaşan ve Nemrutlaşan…” şeklindeki hakaretli
çıkışları da anlamlıydı. Belki de malum merkezler, AKP’deki cemaat yanlılarını ve ikbal hırslılarını
partiden ayırıp yeni oluşumla CHP koalisyonu kuracaklardı?
Cumhuriyet yazarı Leyla Tavşanoğlu’nun ABD’ye gidip Fetullah Gülen’le görüşmesi ve
cemaatin hizmetlerine övgüler dizmesi bu hazırlığın bir parçasıydı? “Olur mu canım?” demeyin, AKP
ile PKK ittifakına bile onca keramet ve meşruiyet kılıfları uydurup halka yutturanlar, yeni bir
40 Hürriyet / Ahmet Hakan / 31 05 2013
95
CHP+Cemaat koalisyonuna da dini mazeret ve hikmet fetvaları bulmakta zorlanmayacaklardı…
Erdoğan’ın giderek Esedlaştığından ve Taksim zorbalığından endişe duyan Fehmi Koru gibi yandaş
yazarların ufak ufak yan çizmeye başlamaları da dikkate alınmalıydı.
Zaman yazarı Yahudi asıllı Hıristiyan Joost Lagendijk Başbakan’ı Avrupa ile
korkutuyor “Erdoğan kavramalı ki, algılar önemlidir” diyordu!
Taksim Meydanı’nın çatışmalara sahne olduğu ilk günün ertesinde, cumartesi sabahı Hollanda
radyosunun bana yönelttiği ilk soru şu oldu: “Bu protestolar, daha önce Arap aleminde tanık
olduklarımız nev’inden bir Türk baharının başlangıcı olarak mı görülmeli?’’
Soru, gazetecinin Türkiye’ye bakmak için kullandığı çerçeveyi net biçimde yansıtıyordu ve bunda tek
başına değildi. Uluslararası medyanın tamamı aynı eğilimle dolup taşıyordu; ilk içgüdüsel tepkiyle Türkiye
2013, Mısır 2011’le ve Taksim, Tahrir’le kıyaslanıyordu. Bu yaklaşımın temel unsurları benzerliklere
dayandırılıyor, ama merkezi bir meydandaki protestocular ile onları çıkarmaya yönelik polis vahşeti gibi en
bariz olanların da ötesinde benzerlikler: İlk olarak, görevdeki hükümetin nüfusun büyük kesimi nezdinde
meşruiyetini kaybettiği, ikinci olarak, siyasi liderliğin yurttaşların çoğunun dert ve tasalarından kopuk bir tür
diktatörlüğe dönüştüğü algısı.
Burada asıl önemli olan, öncelikle bu paralelliklerin kurulabiliyor olması. Anlaşılan, yabancı
gözlemcilerin çoğu, Erdoğan’a, hiçbir şekilde eleştiriye tahammülü olmayan, toplumsal desteğini kaybetmiş
ve Mübarek gibi, bu yüzden yoğun sokak protestolarının hedefinde bir modern zaman sultanı olarak
bakmaya başlamış. Tekrarlıyorum, burada önemli olan gerçeklik değil, algı. İki yıl öncesine nazaran,
Erdoğan’ın Türkiye dışından nasıl görüldüğünde net bir kayma var: Erdoğan, ülkeye refah ve daha fazla
demokrasi getirmiş güçlü ve başarılı bir siyasi liderken, Türkiye toplumunun geri kalanına kendi muhafazakâr
değerleri ve yaşam biçimini dayatmaya çalışan otoriter bir siyasetçiye dönüştü”41
Fetullahçı Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin:
“Sayın Erdoğan; “Hatay’da bazı ihanet içinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları var. CHP’ye yakın bir
gazeteci bu karanlık ilişkilerin içinde yer aldı. 2 kez Şam’a giden CHP heyetine rehberlik yapan kişi, kaçırma
ve saldırı eylemlerinin planlamasını yapan kişinin ta kendisidir. CHP heyetlerini Lazkiye’ye götüren, orada
Esed’le yapılan görüşmelerde yer alan şahıs, Türkiye’deki karanlık eylemleri planlayan şahıstır. İfadeler,
fotoğraflar, tüm deliller şu anda yargının elindedir.” diyor.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun dedikleri de şunlar: “Ben şimdi merak ediyorum, MİT kime bağlı? Recep
Tayyip Erdoğan’a soruyorum MİT, Nisan ayından beri, bomba yüklü aracı takip ediyor mu etmiyor mu? MİT,
yetkilileri en son ne zaman uyardı? 9 Mayıs’ta… (Saldırı 11 Mayıs’ta oldu) Benim de bildiğim bir şeyler var.
MİT bir bakanlığa bağlı değil, doğrudan sana bağlı, sana bilgi veriliyor. Şimdi çıkmış ‘Efendim diyor,
istihbarat birimleri arasında bir koordinasyonsuzluk var…’ Sen yeni mi başbakan oldun?”
Mesele, kimin haklı kimin haksız olduğu değil. Siyasette yükselen bu tansiyon, içeriden ve dışarıdan
yapılacak pek çok provokasyona zemin hazırlayabilir. Sayın Erdoğan ve Sayın Kılıçdaroğlu arasındaki bu
söz düellosu, Cumhuriyet tarihi boyunca şahit olunan iktidar-muhalefet çekişmelerinin hiçbirine benzemiyor.
Dikkat edilirse, iki siyasi lider, Suriye üzerinden tartışıyorlar. Yani bir dış politika konusu, siyaseti Sünni-Alevi
ayrışması tehlikesi üzerinden etkiliyor, toplumu çok tehlikeli bir şekilde kutuplaştırma potansiyeli taşıyor.
Bu kutuplaşma tehlikesi, korkarım partilerin anayasa konusunda uzlaşamadıklarının ilanı ile daha da
büyüyecektir. Yeni sivil demokratik bir anayasa yapılması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok önemlidir.
Statükonun sona ermesi, vesayetin güç odaklarının etkisini kaybetmesi, sivil iradenin geçerli olması buna
bağlıdır. Türkiye’nin başına açılan Suriye gailesi, yeni anayasayı da engelleyen bir düğüme dönüşüyor.
Müdahale şartları oluşsun diye kendi jetimizi düşürmeyi, Yunanistan ile harp çıkarmayı düşünenler, fırsat
bilerek Suriye meselesini bu hale getirme oyunu oynuyor olamazlar mı? Kutuplaşma, gerilim ve yüksek
tansiyon, Türkiye’nin başına belaları davet eden bir tehlikeye dönüşebilir. Bunu kimse seyretmemelidir”42
şeklindeki endişeleri, yeni gelişim ve değişimlerin işareti olmasındı?
41 Zaman / 05 05 2013
42 Zaman / 29 05 2013
96
Erdoğan güç kirlenmesi mi yaşıyordu?
Bütün söz ve davranışlarıyla her istediğini yapabileceği, kimseyi dinlemek zorunda olmadığı mesajını
veren bir Başbakan var sahnede... Erdoğan’da anlaşılmaz olan, bir iç barış inisiyatifine öncülük ettiği bir
dönemde, bu barış sürecinin dostlarını olabildiğince birleştirme, düşmanlarını ise olabildiğince tecrit politikası
uygulaması gerekirken, bunun tam tersini yapıyor olması. Ankara'da AK Parti ve hükümetiyle işi olan
insanların neredeyse tamamının bir resmî, bir de özel görüşü var. Hasbihâl ederken otoriterleşme
eğiliminden, tek adam siyasetinden, dış politikanın yanlış yönetiminden şikâyet edenler, televizyona
çıktığında, gazeteye yazdığında, konferanslarda konuştuğunda ‘resmî görüşleri’ni anlatıyorlar.43
Olay şudur; İstanbul halkı, gençlerinin öncülüğünde, Tayyip Erdoğan'a "one
minute" diyor ve geri adım attırıyordu. Başbakan, 10 yılı aşkın iktidarı
süresince, ilk kez ve üstelik kendi şehrinde yenilgiye uğratılıyordu!
Tayyip Erdoğan, Rumeli Derneği toplantısında “inadım inat” bir konuşma yapmış, ama vücut dili
kendisini yalanlamıştı. Nutuk atarken kendisine egemen olan külhanbeyi balonu patlamış, “Karizmayı
çizdirmiş” olmanın travması vücut diline yansımıştı. Evet nereden baksanız, eğer 31 Mayıs 2013 ve sonrası
olayların bir kaybedeni varsa, o da Recep Tayyip Erdoğan’dı. Olaylar, birkaç ağaç yüzünden çıkmamış,
Başbakan Erdoğan’ın “ayyaşlar, sokak çapulcuları, aşırı uçların marjinal figüranları, şeklindeki
aşağılayıcı yaklaşımlarına bir tepki olarak patlamıştı. Yani bu itiraz ve isyan AKP’ye bile değil, Tayyip
Erdoğan’a karşıydı” tespitleri AKP’de önemli değişimlere hazırlık şeklinde okunmalıydı. Yani
Horlanmaktan, azarlanmaktan, yaşam tarzı dayatmasından bıkmış her kesimden şehirli gençler
toplanıp, Başbakan’a ‘one minute’ mesajı yollamıştı.
Kısaca on yıldır başbakanlık yapan ve doğal “iktidar doygunluğu ve yorgunluğu”nu, uzun iktidar
yıllarının yol açabileceği “kibir” ile halkın bir kesimine “hoyratlık” ve icap ederse “biber gazı gaddarlığı”
ile örtme yoluna sapan bir Tayyip Erdoğan’a, bu halkın onu birde kalkıp cumhurbaşkanı seçerek tahammül
göstereceğini sanmak yanlıştır. Onun, bu tavır ve tarzıyla, 10 yıl daha bu ülkeye “demokratik bir lider”
olarak hükmedebileceğini ummak ise daha da imkânsızdır”44 diyen Cengiz Çandar herhalde bir yerlerden
mesajı çoktan almıştı. Çünkü bu protestolar elbette kendiliğinden çıkmamıştı ve bazı odaklar en
azından AKP iktidarını, demokratik kılıflı federatif bölünme anayasasını bir an önce
çıkarmaya zorlamaktaydı. BDP’li Sırrı Süreyya Önder’in, Bülent Arınç ve Cumhurbaşkanı
tarafından kabulü de bu neticeye hazırlık amaçlıydı.
Gezi Direnişi Saptırılıyordu!
Gezi Parkı direnişinin en azından ilk aşamasında başarıya ulaşmış olmasından rahatsız olan çevreler
değişik iddia, argüman ve yorumlarla başarıyı karartmaya ve geçersiz kılmaya çalışmaları boşunadır. Gezi
Parkı isyanı “Çözüm sürecinin başarıya ulaşmasını istemeyenlerin tezgâhıdır” iddiası tutmamıştır. Bu
akıllara ziyan iddiayı en net bir şekilde Akil İnsanlar Heyeti Doğu Anadolu Bölgesi Grubu Başkanı, iş adamı
Can Paker, AA’ya verdiği özel mülakatta ortaya atmıştır. “Bu hareketi başlatan bir provokatif
organizasyondur. Süreci baltalamak için olma ihtimali çok yüksek” diyen Can Paker hedef
saptırmaktadır. Aynı zamanda TESEV’in de başkanı olan Paker’e sormak lazımdı, Çözüm sürecinin
vitrinlik isimlerinden biri hâline gelen BDP’li Sırrı Süreyya Önder ile simgeleşen bir direniş nasıl olur
da çözüm sürecine karşı tezgâhlanırdı?
“Eylem CHP’nin işi” diyerek toplum yanıltılıyordu!
Hükümet ve onu destekleyenler, CHP’yi bir tür kum torbası gibi kullandıkları için bu direnişi de CHP’ye
yükleyerek işin içinden sıyrılmak arzusundaydı. Üzerinde uzun boylu durmaya gerek olmayan bir iddiaydı.
Eğer CHP’nin böyle bir gücü olsaydı Türkiye’de siyasi harita çoktan değişmiş olacaktı.
Bunlar “Üç-beş çapulcunun işi” olamazdı!
“Başbakan direnişi önce yasa dışı örgütlere bağlamıştı, sonra daha çok “çapulcular”dan söz etmeye
başlamıştı. Medya ve sosyal medyada da, benzer bir şekilde çevreye, mala vb. verilen zararlar üzerinden
43 T 24 Bağımsız İnternet / Hasan Cemal
44 Radikal / 03 06 2013
97
aynı “çapulcu” söylemiyle direnişi değersizleştirmek istedikleri anlaşılmaktaydı. Muhakkak ki böylesine
geniş ve kendiliğinden bir hareket içinde yanlış işler yapanlar çıkardı, ama bunları tüm harekete mal etmekse
sadece bir çarpıtmaydı” sözleri doğrularla yanlışları harmanlayıp uzaktan kumandalı sinsi ve sistemli
manipülasyonları gizleme çabasıydı.
“Nasıl oluyor da, eylemler başlar başlamaz bazı sanatçı ve gazeteciler tam bir organizasyon
görüntüsü vererek harekete geçebiliyordu?
Nasıl oluyor da, olay Gezi Parkı boyutlarını hemen aşıp eylemler daha da yaygınlaşıp öncüler
daha da keskinleşebiliyordu?
Nasıl oluyor da, Taksim olayları başlar başlamaz, bazı Avrupa ülkelerinden (ve ABD’den)
birbirinin kopyası açıklamalar geliyor? Meydanlarda, sokaklarda bu kadar yabancı uyruklu kişi
organize olup 'savaş' veriyordu?
Nasıl oluyor da, yabancı istihbarat kuruluşları, lobiler, sermaye çevreleri eylemleri desteklemek
amacıyla Türkiye'ye karşı ortak bir saldırıya girişebiliyordu?
Nasıl oluyor da, yabancı fonlar, ajanslar, anormal sağlıksız raporlar yayınlayarak Türkiye
ekonomisini çökertmek için ciddi bir proje görünümü veren operasyon yapıyordu?
Artık olay, Gezi Parkı'nı da, siyasi muhalefeti de, AK Parti ve Tayyip Erdoğan karşıtlığını da
aşıyor, bir tür toplumsal sarsıntı ve güç kayması yaşatılmak isteniyordu” diyenler, Recep Bey’i
iktidara taşıyanların şimdi hizaya sokmaya çalıştıklarını ve belki de arabanın atlarını
değiştirme kararı aldıklarını hala fark etmiyor muydu?
Fetullahcı Abdülhamit Bilici dahi, Taksim isyanına “Türk Baharı”
diyenleri haklı çıkarıcı bir yaklaşım sergiliyordu!
“Taksim Gezi Parkı'ndaki ağaçların kaldırılarak yerine tarihi Topçu Kışlası görünümlü bina yapılmasına
karşı barışçıl bir eylemin, Türkiye'yi Tahrir benzeri görüntülerle dünya gündeminin ilk sırasına taşıyacak
sosyal bir patlamanın kıvılcımı olacağını kim tahmin edebilirdi. İstanbul'un her köşesinde bir kısmı tartışmalı
pek çok devasa inşaat projesi yapılırken, küçük bir parkın bunca kıyamete yol açması, sebep ile netice
arasındaki uyumsuzluk oranında herkes bu sosyal patlamanın nedenini anlamaya çalışıyor.
Ancak istihbarat servislerinin böyle bilgisi veya öngörüsü olsaydı, her halde yetkilileri uyarıp olayların
bu kadar tırmanmasını engellemiş olurlardı. Aksini, yani böyle bir bilgi olmasına rağmen ilgililerle
paylaşılmama ihtimalini düşünmek bile korkunç. Fas'a hareketinden önce Başbakan Erdoğan, olayın
ardındaki bağlantıların araştırıldığını söyledi ama bir şey çıkıp çıkmayacağı şimdilik meçhul. Hadisenin
arkasında böyle bir faktör varsa devlet mutlaka deşifre etmeli… Gezi Parkı hassasiyetine sadece sol ve
marjinal gruplar değil; Sibel Eraslan, Cihan Aktaş, Etyen Mahçupyan, Cemal Uşşak, Ahmet T. Alkan
gibi, bir kısmı Erdoğan'ın akiller heyetine seçtiği demokrat dindar isimler de destek vermesine
rağmen Topçu Kışlası'nda ısrar eden Başbakan'a bunu anlatmak mümkün olamadı. Çoğunluğunu her
kesimden vatandaşların oluşturduğu çevreci eylem, eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın dediği gibi
bir kuru pastayla tatlıya bağlanabilecek iken çığa dönüştü. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına
rağmen eylemcileri Taksim ve Gezi Parkı'na sokmama konusundaki gereksiz ısrar cumayı
cumartesiye bağlayan geceyi kabusa çevirdi.
Büyük tahribata yol açan ve ülkemizin dünyada yükselen olumlu imajını hayli tahrip eden bu
hadise, gerekli dersler çıkarılırsa fırsata dönüşebilir. Bu sayede iktidar, “ben yaptım oldu”
biçimindeki tavır ve demokrasiden sapma eğiliminin acı sonuçlarını; muhalefet, halkta biriken tepkiyi
siyasete taşımadaki yetersizliğini; medya, demokratik standartlardan ne kadar uzak olduğunu görüp
kendilerine çekidüzen verebilir. Kınanması gereken tüm tahrik ve tahribata rağmen şimdilik ciddi bir
can kaybı olmaması en büyük teselli.”45
Yine Fetullahcı İhsan Dağı “Erdoğan'ı seviyorsanız ona gerçekleri söyleyin” diye
uyarıyordu!
“Tabii ki mesele sadece Gezi Parkı meselesi değil. Park meselesinin tetiklediği, fakat özünde gittikçe
45 Zaman / 04 06 2013
98
otoriterleşen ve toplumsal mühendislik projeleriyle herkesi kendine benzetmeye girişen bir iktidara yönelik
tepki var. Tepkiyi büyüten, demokratikleşme beklerken iktidarın ‘kimlik inşası'na yönelmesi. Böyle bir
zeminde yeni anayasa yerine otoriter tınılar taşıyan başkanlık önerisi, çoğulculuk yerine çoğunluğun
kimliğini, yaşam biçimini ve ahlak anlayışını devlet gücüyle azınlığa dayatan bir yeni ‘toplum mühendisliği'
çıktı karşımıza.
Başbakan, muhalif görüş belirten veya hükümeti protesto eden herkesi ‘marjinal' olmakla itham
ederken, asıl kendisinin artık ne kadar ‘merkez'i temsil ettiğini sorgulamalıdır. Söylem ve siyasetiyle Erdoğan
‘merkez'den uzaklaşmaya başlamıştır. Muhaliflere karşı ‘onun yüz bin topladığı yerde ben 1 milyon insan
toplarım' veya ‘biz yüzde elliyi evlerinde zorla tutuyoruz' sözleri bir ‘merkez partisi' liderinin söyleyeceği sözler
değildir. Ne parti ne de lideri 2002 ve özellikle de 2007 sonrası inşa ettiği ‘merkez' kimliği muhafaza ediyor.
27 Nisan günlerinde Menderes, Özal ve Erdoğan'ı aynı paranteze alıp ‘demokrasinin yıldızları' ilan eden
görüntünün bugün maalesef bir karşılığı yok”46 sözleri Erdoğan’ın Fetullah Gülen ve Yahudi
Lobilerince gözden çıkarıldığının kanıtıydı.
Gezi Parkı eylemleri ilk başladığında Başbakan Erdoğan “biz kararımızı verdik, kimse de
değiştirtemez” diyerek kestirip atmıştı. Herhâlde az sayıdaki gencin başlattığı bu çevre eyleminin
büyük bir toplumsal patlamaya dönüşeceğini hiç hesaba katmamıştı. Haksız da sayılmazdı çünkü 10
yılı aşkın iktidarında AKP bir yandan başta TSK olmak üzere devlet içindeki eski iktidar odaklarını
büyük ölçüde tasfiye etmeyi başarmış, öte yandan her türlü toplumsal muhalefeti, sık sık devletin
şiddet tekeline başvurarak etkisiz kılmıştı. Bunun tek istisnası Kürt siyasal hareketidir ki onunla da
müzakere yoluna giderek bildiğimiz çözüm sürecini başlatmıştı. İşte bu ve saymadığımız diğer
örneklerden hareketle Başbakan son derece özgüvenli bir şekilde hareket etmiş ve “nasılsa bunu da
bastırırız” diye düşünmüş olmalıydı. Ama olmadı, siyasi iktidarın öngörüsü tutmadı. Aslında bu
patlamayı, onun aktörleri de dâhil olmak üzere kimse hesaplayamamıştı. Dolayısıyla hemen herkes
yarın ne olacağını kestiremiyor, önünü göremiyor durumdaydı.
Son 10 yılın en büyük krizi yaşanmaktaydı.
İçinden geçtiğimiz bu sürecin önemi, son 10 yılda siyasi istikrarın belki de ilk kez bu kadar risk
altında olmasıydı. Ancak Başbakan bu gerçeği ya görmüyor ya da görmek istemiyor gibi
davranmaktaydı. Bir yandan “herkesin başbakanıyım” deyip diğer yandan sokağa dökülen insanları
“aşırı uç”, “çapulcu” gibi yaftalarla aşağılaması, iç ve dış bazı (belirsiz) odakların basit birer piyonu
olarak göstermeye çalışması anlamsızdı. Onun bu yangına körükle giden tutumu, devlet içinde, başta
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere, ortamı yumuşatmak isteyen isimlerin çabalarını da büyük
ölçüde etkisiz kılmaktaydı”47 tespitleri hem haklıydı, hem de malum merkezlerin niyetini
yansıtmaktaydı.
Allah imhal eder, ama ihmal etmezdi; yani zalimlere ve hainlere mühlet ve fırsat verir,
ama ilahi adaleti mutlaka bir gün tecelli ederdi.
“İşte böylece, biz onların her birini kendi günahlarıyla yakalayıverdik ve işledikleri
hıyanet ve melanet cinsinden bir akıbete uğratıverdik” (Ankebut: 40) ayeti, AKP’nin ve
Recep Bey’in Erbakan’a ve Milli Görüş davasına yaptıkları cinsten bir akıbetle
devrileceklerini göstermekteydi.
Öcalan’a, Numan Kurtulmuş’un adını kim fısıldıyordu?
Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile görüşmesinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan
Kurtulmuş’un da bulunmasını ilk değerlendiren gazeteci Savaş Süzal’dı. “Erdoğan, Beyaz Saray’a, hiç de
alakası olmamakla birlikte, 4 AKP Genel Başkan Yardımcısını almıştı. Sanki Erdoğan, kendisinden
sonraki veliahdı patrona takdim ediyor gibi davranmıştı. Verilen yemek ve yapılan konuşmalar bana
göre sanki Erdoğan’ın jübilesini andırmaktaydı” diyen Süzal önemli bir ayrıntıyı yakalamıştı.
Hatırlarsanız, Ruşen Çakır, “Ankara’da bir şey daha öğrendim: Yeni anayasada en temel
46 Zaman / 04 06 2013
47 Vatan / Ruşen Çakır / 04 06 2013
99
sıkıntının Kürt sorunu nedeniyle yaşanacağını, 4 partili ortak komisyonun bu konuda
uzlaşamayacağını düşünen Öcalan şöyle bir pratik çözüm önerisi geliştirmiş: ‘Anayasanın Kürt
sorunuyla ilgili bölümlerini, iktidar partisine son kongre öncesi katılmış olan ve yönetime giren iki
isim, Numan Kurtulmuş ile Anayasa Mahkemesi eski raportörü Osman Can kaleme alsın” diye
yazmıştı... Numan Kurtulmuş, AKP’ye katıldıktan sonra “Yeni Türkiye” demeye başlamıştı... Bilindiği gibi,
Graham Fuller’in kitabının adı da, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” olduğu unutulmamalıydı...
Acaba Abdullah Öcalan’ın Numan Kurtulmuş’u önermesi bir siyasi keramet mi sayılmalıydı, yoksa MİT
Müsteşarı veya ondan önce CIA mensupları ile görüşürken mi bu yönde bilgi alınmıştı? diye soran Arslan
Bulut, Milli Çözüm Dergisi’nin daha önce dikkat çektiği bir konuya parmak basmıştı.
Washington Yakındoğu Araştırmalar Enstitüsü’nden Soner Çağaptay, ‘Foreign Affairs’ web sitesinde
yayınladığı ilginç makalede, Suriye’deki müzmin iç savaşın ABD ile Türkiye’yi birbirine daha da
yakınlaştırabileceği fikrini paylaşmıştı. Çağaptay’a göre, Türkiye’nin, Suriye’deki gelişmeler üzerinde
belirleyici olabilecek “yumuşak güce” de, Esed rejimini devirecek yahut komşudaki çatışmaların sıçrayıp
yayılmasından ülkeyi tümüyle koruyacak askerî birikime de sahip olmadığı apaçık ortada idi. Ankara, yazarın
belirttiği üzere, “Türkiye’nin, bu sorunlu bölgede güvenliğini ve süre giden ekonomik başarısını korumak için
NATO ve ABD’ye ihtiyacı olduğu” gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Zaman yazarı Joost Lagendijk’e göre,
“Çoğu Türk bu rahatsız edici hakikati inkâr etse de, Çağaptay kesinlikle haklı idi. Onu ilgilendiren ise onun bu
savının, AB-Türkiye ilişkileri için de geçerli olup olmadığıydı? Başka deyişle: Suriye savaşı, Ankara ile
Brüksel’i de birbirine daha yakınlaştırır mıydı? Çünkü; Türkiye, Suriye’de güvenli bölgeler kurulmasına
Avrupa’nın desteğini alamamıştı ve Brüksel uçuşa yasak bölge kurulması için ABD’ye baskı uygulamaya
yanaşmamıştı” Bu nedenle Türkiye AB’nin Suriye planlarına taşeronluk yaparak Avrupa’nın güvenini
kazanmalıydı…
Suriye politikalarının başarısızlığı Davutoğlu’na mı fatura ediliyordu?
Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu bazı gazetecilerle bilgilendirme toplantısı yapmıştı. Katılanların
yazdıklarına göre Davutoğlu Suriye sürecinde olup biteni uzun uzun anlatmıştı.
Fakat bu yazıların satır aralarından edindiğim izlenimlere göre Davutoğlu ‘tereddütlü’, ‘daha çok ikna
çabasında olan bir akademisyen’, 'işin nereye varacağını kendisinin de bilmediği bir ruh hali içinde’ ve
‘sıkıntılı’ bir profil çizmiş.
Kuşkusuz izlenen Suriye politikasının verdiği tahribatı en fazla hissedenlerin başında Davutoğlu
geliyor. Bunu hepimiz görüyor, gözlemliyoruz. Ne yapacağını bilmez bir durumda, çırpındıkça batıyor.
Oluşturduğu politikalar istediği sonucu vermiyor. “En iyi ben biliyorum” dediği bir alanda ciddi bir başarısızlık
yaşıyor. Peki geldiğimiz tablo AKP kadroları arasında nasıl değerlendiriliyor? Daha birkaç yıl öncesine kadar
Tayyip Erdoğan sonrası genel başkan adayları arasında adı geçen Davutoğlu’nun AKP grubundaki ağırlığı
ve saygınlığı da giderek azalıyor.
“İşte son zamanlarda bunun araştırmasını yaptım ve ilginç bir tabloyla karşılaştım. İlk
edindiğim izlenim Ahmet Davutoğlu’na karşı AKP grubunda inanılmaz bir öfke bulunuyor. Suriye
politikasının geldiği noktanın esas sorumlusu olarak Ahmet Davutoğlu görülüyor. Çünkü Ahmet
Davutoğlu dışişleri bakanı olduğu ilk günlerden itibaren kendisine yöneltilen her eleştiriyi ve her
endişeyi “siz karışmayın ben bu işleri çok iyi bilirim” tutumu ile hesaba katmadığı için suçlu ve
sorumlu tutuluyor” diyen Levent Gültekin, parti içi huzursuzluklara ayna tutmaktaydı.
Suriye’den önce Türkiye parçalanmaya çalışılıyordu!
Başbakan Erdoğan “Suriye’den gelenlerin Esed zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığındığını, bizim
kardeşimiz olduklarını” söyledikten sonra “muhaliflerin yakında Esad’ı indireceklerini umduğunu” da defalarca
vurgulamıştı. Ancak Esad’ın indirilmesinin çok kolay olmayacağını ABD ziyaretinde anlamış ve Reyhanlı
patlamalarından bile Muhalefeti sorumlu tutmaya başlamıştı. Alınan haberlere göre Güneydoğu’da üzerinde
“Kürdistan” yazan tişörtler satılmaya başlanmıştı. Kürt sorunu adı verilen terör sorununun çözümü,
Kürdistan’a zemin hazırlanması mıydı? “Ayırımcılık olmasın, Kürtlerin varlığı tanınsın, ana dilde eğitim
yapılsın” sözlerinin aslında varmak istediği nokta ayrı bir devlet kurmak mıydı? BDP’nin, Öcalan’ın
100
açıklamalarından böyle olduğu seziliyordu ama demek ki artık açıkça ortaya konulmaktaydı. Demek ki
“çözüm süreci” denilen girişimlerin asıl amacı ortaya çıkmaktaydı. Kardeşlerin birlikteliği neden aynı ülkede,
aynı haklara sahip olarak birlikte yaşamak varken, “Kürdistan’ın kurulması” şartına bağlanmaktaydı?
Güneydoğu Uyuşturucu çiftliğine çevrilmiş bulunuyordu!
“Hatta Hasan Cemal'in 'çekilme günlüğü' de olmasa PKK'lıların sınır dışına çıktıkları nerdeyse fark
edilmiyordu. Tabii ki medyanın konuşmaması ilgili kurumların gündeminde olmadığı anlamına gelmiyordu.
Güvenlik bürokrasisi süreci çok yakından takip ediyordu. PKK'lıların her hareketi mercek altında. Telsiz
trafiklerine göre kırsalda bir hareketlenme yaşanıyordu. Yerel kaynaklardan edindiğim izlenimlere göre
PKK'lılar çekilme/terk etme işini çok ciddi yürütüyordu. Neredeyse insansız hava araçlarına, termal
kameralara ve diğer istihbarat kaynaklarına takılan bir görüntü bulunmuyordu. (Fetullahçı yazara göre, bu
PKK’lılar hepsi görünmez oluyor ve hiç radarlara yakalanmıyordu!?) Yani PKK'lılar girdikleri gibi yine
görünmeden gidiyordu. Şüpheci yaklaşıp 'acaba çekilme göstermelik mi' sorusunun peşine takılmak da
mümkün. Ancak başkente ulaşan raporlar 'çekilmenin hızlı olduğu ve neredeyse yüzde 80'ler oranında bir
rakama ulaşıldığı' yönünde. Ancak hem Kandil'den yapılan hem de yerel siyasetçilerden gelen açıklamalarda
'acaba süreç bozulur mu' ya da 'eğer olmazsa' havası görülüyordu. Nitekim BDP teşkilatları bölgede
yapılmakta olan karakol inşaatlarını engellemeye çalışıyordu. Geçtiğimiz günlerde Kırıkdağ bölgesindeki bir
inşaatın temelleri tahrip ediliyor, ardından Dağlıca yakınlarındaki bir üs bölgesine taciz ateşi açılıyordu.
Bölgede bugünlerde en çok konuşulan konulardan biri de uyuşturucu tarlaları oluyordu. Başta
Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu'nun birçok yerinde ciddi bir uyuşturucu üretimi yapılıyordu. Sadece
Diyarbakır kırsalında 5 bin dönüm Hint keneviri ekildiği biliniyordu. İşin garibi 'çözüm sürecindeyiz operasyon
olmaz' deyip bu yıl daha fazla Hint keneviri ekilmiş bulunuyordu. Özellikle Lice, Kulp, Eğil, Hazro ve Silvan
kırsalı neredeyse yemyeşil kenevir tarlalarıyla doluydu. Yani PKK'nın çekilmesiyle işler bitmiyor, ortada
devasa rakamlara ulaşan bir kara para dolaşıyordu. Örgüt her ne kadar uyuşturucu ticareti ile işim yok dese
de PKK'nın esrar tarlalarından çok ciddi gelir elde ediyordu. Örgüte üretim, imalat ve ticaret için ayrı
komisyonlar ödeniyordu” diyen Fetullahcı Adem yavuz Arslan, Milli Çözüm’ün yıllardır yazdıklarını teyid
ediyordu.
İşte Açılım ve Barış palavraları bu sonuçları doğuruyordu:
Hasan Cemal’in anlattığına göre, Murat Karayılan itiraf ediyor ve meydan okuyordu: Evet, Kuzey
Irak’tan sonra şimdi de Kuzey Suriye Kürt bölgesi oluşuyordu! Murat Karayılan, çekiliş sonrasını “Henüz
güçlerimizi dağıtma noktasında değiliz. Önce eğitim görecekler. Neden geldiler? Bu sürecin anlamı nedir?
Güçlerimizi ideolojik olarak eğitmeden bir arada tutamayız” diyerek çekilme palavralarının daha büyük
tetiklemelere hazırlık olduğunu açıklıyordu.
Karayılan’a soruyorum; “Kuzey Irak’tan sonra, şimdi de Kuzey Suriye mi oluştu?” Hiç duraksamadan
“Evet oluştu” yanıtını verip devam ediyordu: “Altı üstü 2 bin gerilla çekiliyor! Oysa bizim bütün gerillalarımızı
elde tutacak ve hedeflenen amaçlarımızı gerçek kılacak çalışmaları sürdürmemiz gerekiyor”
PYD'nin silahlı gücü 10 bini aşıyordu!
“PKK'nın Suriye kolu” olarak bilinen PYD için Karayılan şu değerlendirmeyi yapıyordu: PYD’nin silahlı
güçleri 10 bini geçti. Kendi meclislerini kuruyorlar, kendi savunma güçlerini oluşturuyorlar. Farklı ve yeni bir
yapılanma gerçekleşiyor. Tabandan yukarı doğru bir yapılanma... O yüzden de Kuzey Irak’tan farklı bir
yapılanma yaşanıyor”48
48 Bak: Hasan Cemal /28 05 2013 / T24 Bağımsız İnternet Gazetesi
101
ABD’nin Mısır Üzerinden Türkiye Mesajları
RECEP BEY’İN VE GÜLEN’İN SON ÇIRPINIŞLARI
İktidarın ve Cemaat’in Mısır’daki askeri darbeyle ilgili tavırlarında çok açık bir terslik ve
samimiyetsizlik sırıtıyordu. Bu darbeyi bizzat ABD’nin planlayıp arka çıktığını Amerikan basını bile
itiraf ediyor, ama Ahmet Davutoğlu ABD Dış Bakanı John Kerry ile görüşüp durumu düzelteceğini
sanıyordu. Barack Obama buna darbe bile demiyor, ama kankası Recep Erdoğan demokrasi havarisi
kesiliyordu. Ne yazık ki bu horozlanmaların ardından AKP iktidarı, askeri darbe ile gelen yeni
Mısır yönetimi ile her türlü ilişkiyi devam ettirme kararı alıyor, yani Mursi’yi ve demokrasiyi
resmen satıyordu. Avrupa ülkeleri, İslamcı Hükümet devrildi diye bayram ediyor, ama AKP
kurmayları ve yalakaları hala AB’ye alınmak için çırpınıyordu.. Ve hele Fetullah Gülen, insana pes
dedirten bir çelişki ve pişkinlik sergiliyordu. Çünkü henüz bir yılını bile doldurmadan gerçekten
efsane hizmetler başaran ve dünya çapında atılımlar başlatan Erbakan Hükümetine karşı,
televizyonlara çıkıp aleyhte kampanya açan ve bir nevi darbeye davetiye çıkaran Fetullah Gülen şimdi
“Demokratik seçimle gelmiş Mursi’ye icraat yapma ve kendini kanıtlama fırsatı vermeden
“sen bunu başaramadın” demek haksızlıktır, halka saygısızlıktır. Çünkü insanın bir yılda
ağzını burnunu, sağını solunu tanıması bile imkânsızdır” anlamında laflar ediyor ve arka
çıkıyordu. Acaba Erbakan’a yaptıklarından pişmanlık duyup günah mı çıkarıyordu?
Yoksa….. Mısır’da iç savaş çıkmasını ve bu ülkenin parçalanmasını isteyen Yahudi
Lobilerinin özel ricasıyla İhvanı Müslimin’i kışkırtmak için mi böyle davranıyordu? Ve bu
bahane ile Mısır ordusu da iyice yıpratılıp, İsrail’in eli güçlendirilmek mi isteniyordu? Ve tam
da böyle bir süreçte Rusya’nın İngilizce yayın yapan resmi kanalı RT’ye konuşan güvenilir
bir kaynak, İsrail’in Suriye’nin Lazkiye askeri tesislerini vurmak için Türkiye’deki üsleri
kullandığını belirtiyordu! Yani malum merkezler Recep Beye: “Bizim istediklerimizi yap, ama
kendi istediğin gibi konuşup hava at!” demişler gibi davranılıyordu. Ve Sn. Erdoğan
Mursi’ye destek mitingini kendisi yapmaya cesaret edemiyor, bu işi Saadet partisine
bırakıyordu.
Önce Mısır’da sahnelenen oyun ne ilk, ne de son oluyordu. Ayrıca oynanan
oyunun gerçek adı “demokrasi” değil, “demokratur” oyunuydu.
Dünya sistemini elinde tutan ve asıl oyun kurucu olan Siyonizm’i, yaşadığımız çağda en iyi teşhis eden
Başbakan Erbakan, ahir ömründe en çok bu konu üzerinde dururdu. Hocamız: “demokrasi”; halkın kendi
kendisini yönetmesidir. “Demokratur” ise; halkın yönetime alet edilmesidir” diyordu. Uygulanmakta
olan yönetim biçiminin demokrasi değil, demokratur olduğunu misallerle açıklıyordu. Bu tanımı bilmeyenler
veya abartılı bir tarif olduğunu düşünenler ve de vaktiyle bu oyuna alet AKP’liler, şimdi Mısır’da yaşananlar
karşısında küçük dillerini yutmuş gibi görünüyordu.
Seçimle gelen (%52 oy oranıyla) bir Cumhurbaşkanının askeri darbeyle görevinden uzaklaştırılmasına
hepsi şaşırıyordu!.
Bir askeri darbenin havai fişeklerle kutlanmasına ve darbecilerin alkışlanmasına hayret ediliyordu!
AB ve ABD’li dostlarının Mısır’da gerçekleşen darbeye destek olmalarına, kendi
elleriyle şekillendirdikleri ve adına demokrasi dedikleri putlarını yemelerine ahmaklar sitem
ediyordu!
Batı ve Arap medyasında yer alan bir habere binaen, CIA'yı temsilen önemli bir yetkili, Katar
Emiri Hamed bin Halife Elsani ile bir araya geliyor ve saltanat koltuğunu veliahdı Tamim Bin Hamed
Bin Mavza'ya hemen terk etmesini ABD adına resmi olarak talep ediyordu. Ayrıca bu saltanat
transferi gerçekleşinceye kadar, Katar'ın hiç bir ülkeye ABD'nin izni olmadan herhangi bir mali
yatırım yapmama talimatını veriyordu. Ve aynı merkezlerin talimatıyla, Mısır’daki darbe yönetimine
102
milyarlar yağdırılıyordu.
ABD ve Batı Avrupa menşeli bazı stratejik araştırmalar merkezleri, bir ABD heyetinin Suudi
Arabistan’da bulunduğunu ve ölüm döşeğinde olan Suudi Kral Abdullah'tan sonraki dönem için
hazırlıklara önayak olduklarını söylüyordu. Nedense Fetullah Gülen hiç bu ülkelere niye demokrasi
gelmiyor? diye dert edinmiyordu. Üstelik Sn. Gülen %73’lük katılımla gerçekleşen İran
Cumhurbaşkanlığı seçimine hiç sahip çıkmıyordu! Bazı CHP’liler ve İşçi Partililer vicdanlarını
karartan bir İslam düşmanlığı ve şeytanlık damarıyla Mısır’daki askeri darbeyi alkışlarken neye ve
kime hizmet ediyorsa, bize göre, sözde demokrasiyi sahiplenmek görüntüsüyle, İhvanın bir iç savaşa
kışkırtılması da aynı merkezlere yarıyordu.
İslamcıların Mesihi Obama Siyonizm’e uşaklığı şeref sayıyordu!
Fetullah Gülen Hocanın ve Recep Erdoğan’ın hayran oldukları Başkan Obama Siyonizm’e toz
kondurmuyor ve her fırsatta Siyonizm’i öve öve bitiremiyordu. Aşağıda dikkatinize sunduğumuz satırlar
Obama’nın Beyaz Saray’da 2008’den beri kutlamayı adet haline getirdiği Pesah gecesinden alınma
sözlerden oluşuyordu. Bilmeyenler için hatırlatalım: Pesah Yahudilerin kutsal günlerinden biri sayılıyordu.
“Beyaz Saray’da beşinci seder” başlığı altında duyurulan haberde şöyle deniliyordu:
“ABD Başkanı Pesah’ın ilk gecesini ailesi, çalışanları ve arkadaşlarıyla bu sene Sara
Netanyahu’nun Michelle Obama’ya verdiği seder tabağıyla kutladı.” ABD Başkanı Obama Beyaz
Saray’da seder geleneğini 2008’den beri sürdürüyordu. Bu kutlamada ABD Başkanı Obama Pesah’ı şöyle
tanımlıyordu:
“Pesah; atalarımızın hayal ettiği, uğruna savaştığı ve sonunda kazandığı özgürlüğün
kutlamasıdır! Gerçek özgürlük hayali Siyonizm’de tam anlamını buluyor! Bu da İsrail Milli
marşında dile getirilen kendi topraklarında özgürce yaşama hakkıdır!”
Uzun yıllar Kahire’de kalmış olan Ali Özek’in hatıratında da konu ediliyor, Ramazan Yıldırım’ın kaleme
aldığı 'Medreseden Üniversiteye Ali Özek’ adlı çalışmada Ali Fuat Cebesoy’un Nasır devriminden sonraki
Mısır’a gelişindeki gözlemi aktarılıyordu. “1914 yılında Mısır Osmanlı’dan yani Anadolu’dan 50 yıl ileride
görülüyordu. Şimdi 1955 yılında ise Mısır Türkiye’den kırk sene ileride fakat ihtilal olalı üç yıl
oluyordu. Bu üç sene içerisinde bayağı bir gerileme var, fakat henüz tam olarak yüzeye
yansımamış…” Bunlar Ali Fuat Cebesoy’un gözlemi olarak aktarılıyordu. (Düşün yayıncılık, sh: 133).
Anlayacağınız, 1952 yılı sonrasında Mısır geriye giderken Türkiye ise çok partili sisteme geçerek ileriye
gidiyordu. Ve 1950’yi milat kabul edersek o zaman onlar bizden 50 yıl ileri iken şimdi Türkiye onlardan 50 yıl
ileri geçiyordu. Nasır devriminin maliyeti işte budur. Nasır, Kral Faruk’u yolsuzluk ve işbirlikçilik gerekçesiyle
deviriyor lakin kendisi kapalı rejimle buna tüy dikiyordu. Hatta Mısır ve Irak’ta kraliyetler yıkılmasaydı bu
ülkeler bugün bulundukları noktadan belki onlarca defa daha ileride ve müreffeh olacaklardı” diyenler
haklıydı.
“İslam dünyası bu krizde de bir kaç parçaya bölünmüştür. Bu bölünmede esas olan kriterler ise
karşımıza şu şekilde çıkmaktadır: 1. Suriye krizi, 2. Ekollerin, Mezheplerin mücadelesi, 3. Sürecin bazı
rejimleri tehdit etmesi, 4. Batı’nın, özellikle de ABD’nin sahteciliği, 5. Yeni Türkiye süreci ve bölgede
Müslüman Kardeşler ile birlikte yürütülen projeye duyulan tepki.
Oysa Mısır’daki süreç yeni bir demokrasi tanımı kadar, İslam coğrafyası ağırlıklı yeni siyasi
oluşumlara, ittifaklara, yeni haritalara ve güç mücadelesine gebe görünüyordu. Bu sınavın
sonucunda bazı ülkeler projeleriyle birlikte ya batacak ya da kazanacaktı. Kimlerine göre bu “Ilımlı
İslam Projesi” iken, kimilerine göre de “Büyük Arabistan”, “Yeni Osmanlı” ve “BOP”un devamıydı.
Bundan ötürü, Mısır’da yaşanan aslında bir “Büyük Projeler” (Grand Projects) mücadelesinin
yansımasıydı.
Kuşkusuz, burada en büyük darbeyi şimdilik AKP Türkiyesi yemiş gibi duruyordu. Mısır
üzerinden, yeni Türkiye’ye iç ve dış politika bağlamında çok önemli mesajlar veriliyordu. Türkiye’nin
bölgedeki ve hatta uluslararası arenadaki yalnızlığı ile ortaya konulan tepki, bu tespiti bir kez daha
103
geçerli kılıyordu. Bu yalnızlık, Mısır sacayağının sakata getirilmesiyle birlikte daha da derinleşeceğe
benziyordu. O yüzden Mısır’daki güç mücadelesinin seyri, Türkiye’nin bölge politikalarının geleceği
kadar, iç siyasetinin seyri açısından da büyük bir önem arz ediyordu.”49 tespitleri önemli gerçekleri
yansıtıyordu.
Başbakan Erdoğan Mısır üzerinden verilen mesajı alıyordu!
Mısır üzerinden Erdoğan’a verilen mesaj şuydu: “BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Ortak 1/1.
Maddesi: (Self Determinasyon): Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bunun
gereği olarak halklar, kendi siyasi statülerini serbestçe tayin edebilir; ekonomik, sosyal ve
siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilir” uyarınca, Kürtlere şimdilik kapalı özerklik, ileride
demokratik federatiflik yolunu açacak yeni Anayasa’yı ve açılımdaki 2. aşamayı hızlandırmazsanız;
Gezi gazilerini tekrar ve daha büyük çapta piyasaya çıkarır, gazını da artırıp, Tahrir benzeri sonuçları
başına sararız. Bu nedenle, iktidara getirilişinin özel şartlarına uyman konusunda son kez
uyarıyoruz!..”
Danışmanları vasıtasıyla bu mesajı alan Sn. Erdoğan aniden yeni anayasa çalışmalarına ve 2. açılım
hazırlıklarına hız veriyordu. Ve işte tam bu sırada Suriye Kürdistan’ı (PYD) özerklik ilan etmeye
hazırlanıyordu!
Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ı RP Beyoğlu ilçe başkanı olduğu süreçte sonradan ABD Ankara
Büyükelçisi olan Morton Abramowitz keşfediyor ve ileriki günler için önü adım adım açılıyordu. Tamamen
ABD tezgâhı olan 28 Şubat devrimiyle Erbakan tasfiye ediliyor, Erdoğan iktidara hazırlanıyordu.
Sonra BOP Eşbaşkanı yapılıyor, “ABD’nin Büyük Oyunu” adım adım sahneye konuyordu. NATO
toplantısında Türkiye’yi bölen haritalar ekranlara yansıtılıyor, bu haritanın gereği için düğmeye basılıyordu.
Erdoğan ağır davranınca onu ilk “keşfeden” Abramowitz, Erdoğan’a “Aşil topuğu” uyarısı yapıyor,
“Kürt sorunu Erdoğan’ın Aşil topuğudur” diyor, mesaj alınıyor, Erdoğan “Öcalanlı açılım” için harekete
geçiyordu.
Hatırlayınız:
• ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone AKP Genel Merkezi’ne gidiyor ve Başbakan Erdoğan’ın
danışmanı Yalçın Akdoğan’la uzun bir görüşme yapıyordu.
• Gezi ayaklanması nedeniyle Öcalan’a “bölücü başı”, “terörist başı” diyen Erdoğan, sonra bu sözlerini
kullanmayıp, hatta “barış elçisi” muamelesi yapıyordu.
• Ardından Francis Ricciardone Doğu ve Güneydoğu turuna çıkıyor ve “Bizim rolümüz şimdiye kadar
cesaret vermek, teşvik etmekti” diyordu.
• Derken ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin dışında 30 kişilik bir AKP heyeti de
Doğu seferine çıkıp 21 Batı ilinden 30 AKP milletvekili beş gün boyunca bölgede temaslarda bulunuyordu.
• ABD ve AKP’nin dışında TÜSİAD da bölgeye sevk ediliyor, Şırnak’ın Cizre ilçesinde
toplanma kararı alan TÜSİAD, AKP’nin Açılımı’na tam destek veriyordu. “Doğu ve
Güneydoğu Ekonomi ve Kalkınma Zirvesi: Cizre Buluşması” isimli toplantıya TÜSİAD tam
kadro katılıyordu. Haziran Ayaklanması nedeniyle Erdoğan’ın açıkça hedef aldığı Koç ve
Boyner de Cizre’de bulunuyordu.
• Öte yandan Erdoğan ile Obama telefon görüşmesi yapıyor, Hükümet sözcüsü Bülent Arınç ile Beyaz
Saray’ın açıklamasının toplamına bakılırsa, Obama hem Erdoğan’dan Gezi eylemlerindeki duruma dair bilgi
almış, hem de Suriye ve Açılım konularını görüşüyordu.
• BDP heyeti İmralı’ya gidiyor ve Öcalan’ın “İkinci Aşama’ya geçtik” mesajıyla dönüyordu.
• Hükümet kaynaklarına göre Öcalan’ın ilan ettiği “Açılımın İkinci Aşamasının” dört ayağı bulunuyordu:
1. Anadilde eğitim. 2. Avrupa Birliği Yerel Yönetimler Şartındaki şerhin kalkması. 3. Terörle Mücadele
Yasası, Türk Ceza Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nda düzenleme yapılması. 4. Eve Dönüş
49 Doç. Dr. Mehmet Seyfettin Erol
104
Yasası’nın kapsamının genişletilmesi.
• Tam bu süreçte ABD sadece AKP’yi, PKK’yi ve TÜSİAD’ı değil, Gülen Cemaatini de harekete
geçiriyordu. Kuzey Irak’ta yayın yapan Rudav’a konuşan Fetullah Gülen, “anadilde eğitime” açık destek
veriyordu.
Karayılan: “Öcalan 3. aşamada serbest kalacak!” diyordu.
PKK’nın iki numarası Murat Karayılan’ın Alman “Die Welt” gazetesine yaptığı açıklamada
“üçüncü aşamada Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılacağını” söylüyordu. Karayılan’ın Alman “Die
Welt” gazetesine yaptığı açıklamada AKP ile sürdürülen “Barış Süreci”nin herkesin özgürlüğüyle
sonuçlanacağını, buna Abdullah Öcalan’ın da dâhil olduğunu bildiriyordu. “Demokratik
Konfederalizm” istediklerini belirten Karayılan, Taksim Gezi Parkı ile başlayıp tüm ülkeye yayılan
ayaklanma ile ilgili olarak ta, “Tabii ki göstericiler arasında milliyetçiler ve ırkçılar var. Eğer onlara
karşı bir inisiyatif oluşmazsa eylemler o zaman yanlış yöne gidebilir” diyordu.
“Eğer gösterilerde AKP oy kaybedip iktidara CHP ve MHP gelirse barış süreci durur
mu?” sorusuna da Karayılan: “Halk ve onun talepleri AKP tarafından ciddiye alınmıyor. Onların bu
hatasını CHP ve MHP değerlendirebilir. Türkiye’de gizli güçler var. Derin devlet var. Bu gruplar bize
de tedirginlik yaratıyor. Eğer bu oyuna parmaklarını sokarlarsa, o zaman süreç olumsuz etkilenebilir.
Bu nedenle AKP bakışını değiştirmelidir” ifadelerini kullanıyordu.
Günaydın, AKP yalakası Laçiner yeni uyanıyor ve:
“PKK, süreci güçlenme aracı olarak görüyor” itirafında bulunuyordu.
“İmralı süreci, barış süreci” gibi jelatinli kılıflarla PKK ile yapılan müzakereler gündeme kurban
gidiyordu. Hani PKK yurtdışına çıkacaktı, çekilirken de silah bırakacaktı” deniyordu? Ancak terör örgütü
yöneticileri silah bırakılmayacağını, verilen sözlerin tutulmadığını, sürecin savsaklandığını söyleyip ayak
sürüyordu. Hükümetten ise ses çıkmıyor, ileri sürülen çarpıcı ve sarsıcı iddiaları es geçiyordu.
Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, terör örgütü PKK'nın
süreci daha büyük bir çatışma ve güçlenme dönemi için araç olarak değerlendirdiğini söylüyordu. Örgütteki
son değişimle Öcalan'ın, gücü kendince dağıtarak örgüt yönetimindeki etkisini koruma, PKK'ya hâkim olma,
orayı yönetme arzusunda olduğunu dile getiren Laçiner, ikinci bir Habur riski bulunduğunu belirterek "PKK
batıdaki Taksim olaylarına benzer sokak olaylarıyla meseleyi farklı bir boyuta da getirebilir. PKK sokağa ve
kırsala hâkim olmaya çalışıyor." diyerek geçte olsa acı gerçekleri itiraf ediyordu.
PKK’nın “Dağdaki silahlı adam sayısında artış gözleniyordu!"
Örgütün, genel olarak tabloya bakıldığı zaman, süreci daha büyük bir çatışma için bir araç olarak, bir
güçlenme dönemi olarak değerlendirdiğini anlatan Sedat Laçiner, şöyle devam ediyordu: "Güçlenme
dönemi olarak değerlendiriyor ve bir taktik olarak görüyor. Kendilerince bir büyük son vuruş
yapabilecekleri ana kadar, güçlenme aracı ve fırsatı olarak değerlendiriyorlar. Dağda silahlı adam
sayısında artış var ve çatışmaya dönük hazırlıklar var. Son değişikliğe bakıldığı zaman burada
Öcalan'ın örgüt yönetimini, eşbaşkanlıkla çeşitli kişiler arasında paylaştırdığını görüyoruz. Karayılan'ı
askeri kanada kaydırdığını görüyoruz. Böyle gücü kendince dağıtarak örgüt yönetimindeki etkisini
sürdürme arzusu var bir oranda. PKK'ya hâkim olma, orayı yönetme arzusu var."
Gül ve Erdoğan “Dış Güçlerin ve Faiz Lobilerinin” Siyonist yapılanmasına
destek veriyordu!
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Siyonist
İlluminati’nin en önemli organlarından birinin (CFR’nin) Türkiye yapılanmasına onay
verdikleri ortaya çıkıyordu. Konunun daha iyi anlaşılması bakımından önce İlluminati
(Siyonizm’in Dünya Devleti) yapılanması hakkında çok kısa özet bir bilgi aktarmak
gerekiyordu.
Dünyayı kendilerine “bilge adamlar” adını veren, 10 seçkin Yahudi yönetiyordu. İlluminati’nin
şeytan şebekesi, dünyanın en güçlü baronlarından, yatırımcılarından, şirket başkanlarından ve siyasi
105
kodamanlarından oluşuyordu. “İç çember” denilen en tepedeki bu 10 kişiye bağlı 300 kişi ise onların
alt kadrosunda yer alıyor ve talimatlarını yerine getiriyordu. “İç çember” üyelerinin hepsi Dış İlişkiler
Konseyi, Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mason Locaları, Kafatası ve Kemik Tarikatı, Aspen
Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus Dei, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu,
Dünya Federalleri gibi Siyonist oluşumların üyesi oluyordu. Görüldüğü üzere Council on Foreign
Relations (CFR – Dış İlişkiler Konseyi) Siyonizm’in Gizli Dünya Devleti’nin en önemli
yapılanmalarından sayılıyordu. Ve gelelim CFR’nin Türkiye yapılanmasına…
CFR, AKP İktidarı sırasında Türkiye’de Global İlişkiler Forumu (GİF) adıyla örgütleniyor
ve GİF, CFR’nin “Konseyler Konseyi” olarak nitelendirdiği yapılanmanın Türkiye ayağı
olarak kuruluyordu. GİF (Türkiye’de Global İlişkiler Formu’nun) başında Rahmi Koç
bulunuyor, Forumun Yönetim Kurulu üyeleri şu isimlerden oluşuyordu:
Başkan: Rahmi M. Koç
Başkan Yardımcısı: Memduh Karakullukçu
Başkan Yardımcısı: Hanzade Doğan Boyner
Üyeler: Lucien Arkas, Aslı Başgöz, Hasan T. Çolakoğlu, Salim Dervişoğlu, Suzan Sabancı
Dinçer, Ali Doğramacı, Metin Fadıllıoğlu, Sönmez Köksal, Gülsün Sağlamer, Özdem Sanberk, Ferit
Şahenk, İlter Türkmen.
Ve bakın GİF’in Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç neler söylüyordu:
“Yaklaşık on iki senedir Council on Foreign Relations Uluslararası Danışma Kurulu’nda yer
almaktayım. Orada katıldığım toplantılarda gördüm ki, dünya globalleşip küçüldükçe milletlerin dış
politikaları daha fazla önem arz ediyor. Dış politika iç politikayı, o da ekonomiyi etkiliyor. Bu
politikalar belirlenirken büyük ve ekonomisi güçlü devletlerin dinamikleri hesaba katılmalı, aynı
zamanda bölgesel gelişmeler nazar-ı dikkate alınarak, komşuluk ilişkilerinde ikili menfaatler
gözetilmelidir. Rusya’nın başı çektiği komünist bloğun parçalanmasından sonra Amerikan dış
politikası dünyada daha önemli bir rol oynamaya başladı. Council on Foreign Relations gibi tamamen
bitaraf ve hükümetlere dış politika konusunda tavsiyeler veren, neşriyatlar yapan, toplantılar,
konuşmalar, seminerler düzenleyen bir kuruluşun faydasını yakinen gördüm. Yaşamın her
kademesinden, çeşitli alanlardan seçtiğimiz arkadaşlarla Global İlişkiler Forumu’nu kurduk. GIF’i
kurmadan evvel, Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu,
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Ali Babacan, Devlet Bakanı ve
Başmüzakereci Sayın Egemen Bağış ve Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Zafer Çağlayan ile konuyu
görüştük ve öncelikle onların icazetlerini aldık.”
Evet, Rahmi Koç bunları anlatıyor, yapılanmaya Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan
Erdoğan ile birlikte Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Egemen Bağış ve Zafer Çağlayan gibi
AKP’nin “ağır” toplarının da destek verdiği görülüyordu. CFR’nin kendi web sitesinde
bulunan ve yapılanma yaptığı ülkelerdeki kuruluşların adları şöyle sıralanıyordu:
(Founding Council of Councils Member Organizations)
Australia: Lowy Institute for International Policy
Brazil: Getulio Vargas Foundation (FGV)
Canada: Center for International Governance Innovation (CIGI)
China: Shanghai Institutes for International Studies (SIIS)
Mısır-Egypt: Al-Ahram Center for Political and Strategic Studies
France: French Institute of International Relations (IFRI)
Germany: German Institute for International and Security Affairs (SWP)
Israel: Institute for National Security Studies (INSS)
Japan: Genron NPO
Russia: Institute of Contemporary Development (INSOR)
106
South Korea: East Asia Institute (EAI)
Turkey: Global Relations Forum (GIF)50
Şimdi Gezi olayları bahanesiyle, Recep Bey’in horozlanıp hava attığı faiz lobisinden
Mustafa Koç ve Cem Boyner’in Kürdistan açılımı ve AKP’ye destek amacı için Cizre’ye niye
gittikleri daha iyi anlaşılıyordu!?
Eski Beyaz Saray milli güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski, The NationalInterest'e
ABD'nin Suriye politikasını ve Suriye merkezli son gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu:
“Afganistan’a gitme konusunda başkalarıyla birlikte istişarelerde bulunduğumuz zaman ben (o
zamanın savunma bakanı Donald) Rumsfeld’e tavsiyede bulundum. “Gidin, Taliban’ı yenin ve hemen
oradan ayrılın!” Sanırım şimdi Suriye’deki asıl problem, onun potansiyel olarak bölgeyi
istikrarsızlaştırıcı ve yaygınlaşıcı etkisi olmasıdır. Yani Ürdün, Lübnan, Irak ve İran’ı etkileyerek
büyük bir Sünni-Şii mezhep çatışması sonunda bizimle İran arasında büyük bir kapışmaya yol
açacaktır. Risklerin büyük, durumun da karmaşık ve karanlık olduğunu ve Amerikan gücüyle
Suriye’nin etkili bir şekilde kontrol altına alınabilmesi için durumun pek elverişli olmadığını
düşünüyorum. İsrail’in stratejik çıkarlarını, tüm bitişik komşularının istikrarsızlaştırılmasını
gerektirdiği” düşüncesine katılmıyorum. Bence bu, uzun dönemde İsrail’in felaketinin formülüdür.
Zira, eğer bu gerçekleşirse, bunun yan ürünü Amerika’nın bölgedeki nüfuzunun azalması olur, İsrail
tamamen kendi başına kalır. Bunun İsrail için, daha da önemlisi benim için iyi olacağını sanmıyorum.
Tahminim eninde sonunda bize halen Araplardan daha düşman olan bir ülkede büyük bir
bölgesel savaşa dâhil olacağız, bu bizim için bir felaket olabilir. Ama bu, dünya meseleleriyle ilgili
olarak gerçekten fazla bir şey bilmeyen sıradan Amerikalıların bütünüyle kavrayabileceği bir bakış
açısı değildir. Amerika aslında bilgi bakımından fakir ve dünya hakkında çok az malumatı olan saf
insanlar ve hayali duygular ülkesidir.”
İşte Siyonist Yahudi Stratejist Zbigniew Brzezinski’nin bahsettiği ve “Araplardan
daha tehlikeli düşman” olarak gösterdiği ülke Türkiye’dir, o bahsettiği bölgesel savaş yeri
de Hatay-Amik Ovası yöresidir ki hadisi şeriflerde de haber verildiği gibi Melheme-i Kübra
(Armegeddon) burada yaşanacak ve tabi İsrail’in ve ABD’nin hezimetiyle sonuçlanacaktır.
Recep T. Erdoğan’ı sıkıştırıp, Kürdistan’ı kurma ve Türk Ordusu’nu Suriye’ye sokup batağa
saplama planları bu nedenle hızlandırılmıştır.
Obama ve ABD yönetimi Mısır’da bitaraf olduklarını söylüyordu ama fiiliyatta ise açıkça darbeden
yana tavır alınıyordu. Darbeye darbe diyememek başka türlü nasıl izah edilebilir? Zaten ABD’de Mürsi
yönetimini de daha önce “ne dost ne de düşman” olarak tanımlıyordu. Muhammed Mürsi’nin devrilmesi
sürecinde AB ve ABD’nin maskesi iyice düşüyordu. Sisi’nin kalkıştığı 3 Temmuz Mısır darbesi, Nasır’ın 23
Temmuz 1952 tarihinde yaptığı darbe gibi Amerikan menşeli ve bir CIA darbesi oluyordu. Böylece Obama
yönetimi, özrü kabahatinden daha büyük bir duruma dönüşüyordu. Beyaz Saray Sözcüsü Jay Carney,
günlük basın brifinginde ABD’nin Mısır’daki gelişmelere neden darbe demediği sorusuna skandal bir cevap
veriyordu. “Bu, çok karmaşık ve zor bir durum. Başkan Obama, Mısır ordusu tarafından
Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin iktidardan uzaklaştırılması ve anayasanın askıya alınması
kararı hakkında derin kaygı duyduğumuzu ortaya koydu. Şunu da kabul etmek önemli; on
milyonlarca Mısırlı, Mursi’nin demokratik olmayan idaresinden dolayı meşru şikâyetlere sahip ve
bunun bir darbe olduğuna inanmıyor, yeni bir hükümet istiyor. Açık olmak gerekirse, bu kararın
(darbe olarak nitelendirme) beraberinde getireceği önemli neticeler var ve bu, olanlar hakkında farklı
görüşlere sahip milyonlarca Mısırlı için son derece önemli bir konu. Burada çok samimi olmak
istiyorum. Bu, karmaşık bir durum ve böyle bir karara varmada gereksiz bir şekilde çabucak hareket
etmek çıkarlarımıza uygun değil. Çünkü hedefimiz konusunda dikkatli olmaya ihtiyacımız var. Bu da
50 http://www.cfr.org/global-governance/cfr-convenes-council-councils-linking-leading-foreign-policy-institutes-aroundworld/
p27612
107
(hedefimiz) Mısır halkına demokrasiye geçişlerinde yardım etmek ve ulusal güvenlik çıkarlarımıza
bağlılığımızı sürdürmek. Mısır’a yardım programlarımızda ani değişikliğe gitmenin, ABD’nin en iyi
çıkarına uygun olmadığını düşünüyoruz” diye de sözlerine nokta koyuyordu. ABD sözcüsü demokrasiden
sapılması sürecini demokrasiye geçiş süreci olarak tanımlıyordu. Beyaz Saray Sözcüsü bir başka
konuşmasında ise katliam sorumlusu Mısır cuntasına ‘itidal’ tavsiye ederken Müslüman Kardeşlerin şiddet
çağrısını kınadıklarını söylüyordu. Böylece “Ak kara ortaya çıktı. Bundan sonra aldanmak isteyene
sözümüz yok!” diyen Mustafa Özcan, herhalde ABD ve AB’yi demokrasi havarisi ve can simidi gören AKP
ve Cemaat’i ima ediyordu.
Müslüman halka karşı kullanılmak üzere, ABD darbeci Mısır ordusuna F-16 savaş uçakları
gönderiyordu.
Mısır’da Cumhurbaşkanı Mursi’yi darbeyle görevden uzaklaştıran askerin, yönetimi gasp edişine
destek veren emperyalist ABD, şimdi de bu ülkeye 4 adet F-16 savaş uçağı göndereceğini açıklıyordu.
Barack Obama, Mısır’da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin darbeyle görevden uzaklaştırıldığı yönünde
bir açıklama yapmaktan kaçınıyordu, çünkü Obama’nın “darbe” kelimesini kullanması durumunda,
Washington’un Mısır’a yaptığı yıllık 1.5 milyar dolar askeri yardımı kesmesi gerekiyordu. Siyasi uzmanlar,
ABD’nin Mısır’ı “stratejik ortak” olarak gördüğünü ve İsrail’in çıkarına olacak şekilde bu ülkeye askeri yardımı
kesmeyi göze alamadığını belirtiyordu. Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamalarda da
ABD’nin silahlı güçler dâhil Mısır’a yapılan yardımı kesmesinin, ulusal güvenlik çıkarlarına uygun
olmayacağını vurguluyordu. Mursi yönetimindeki Mısır’ın İsrail ile ilişkilerinde tam bir işbirliği oluşmasını
bekleyen ABD’nin, sözde ‘askeri yardım’ için verilecek olan F-16’ları darbeden sonra vermesi ise büyük bir
soru işareti oluşturuyordu. Daha önce Recep T. Erdoğan’ı alkışlayıp ağırlayan ve altın madalyalar takan
petro-dolar zengini ülkeler de Mursi’nin görevden uzaklaştırılması sonrası Mısır için kesenin ağzını
açıyordu. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri, Kahire’ye toplam 16 milyar dolar
yardımda bulunma kararı alıyordu. Ve zaten AKP iktidarı da Mısır’daki yeni yönetimle her türlü
ilişkiyi sürdürme kararını açıklıyordu. Suudi Arabistan ve Kuveyt 5 milyar dolar, Birleşik Arap
Emirlikleri de 2 milyar dolar yardımda bulunacağını taahhüt ediyordu. Bütün bunların yanı sıra
Mısır’da halkın Mursi’ye destek gösterileri de devam ediyor, Adeviye meydanında toplanan Mursi
taraftarlarından bir kısmı pankart ve sloganlarla Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na yürümek istiyordu.
Güvenlik güçlerinin ikna etmesiyle 5 bin kişilik grup, buraya yürümekten vazgeçiyordu.
Bütün bu karanlık gelişmelerin, Mısır’ı bir iç savaşa sürüklenmesinden ve ülkenin
bölünmesinden endişe ediliyordu. 108
 



Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...