05 Mart 2015

ALTINCI BÖLÜM DARBELER Mİ, YOKSA “DEMOKRASİ DEREBEYLİĞİ” Mİ DAHA TAHRİPKÂRDI?


ALTINCI BÖLÜM 
DARBELER Mİ, 
YOKSA 
“DEMOKRASİ DEREBEYLİĞİ” Mİ
DAHA TAHRİPKÂRDI?
Süper güç denilen karanlık merkezlerle, gizli ve kirli ilişkilere girişen siyasi
figürlerden cemaat rehberlerine hiç kimse, artık çelişkilerden kurtulamıyor,
çırpındıkça daha çok batıyordu. Şimdi Mısır’da, Mursi’ye yönelik askeri darbeye
güya karşı çıkıyor gibi davranan Fetullah Gülen, 28 Şubat tertibinde Erbakan’a
yönelik postmodern darbeye niye arka çıktığını; “28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin
yerleşmesini de hızlandırdı”51 sözleriyle savunmaya çalışıyordu. Yani ABD Yahudi
Lobilerinin tezgâhı ve yerli maşaların katkısıyla Erbakan’ın devrilmesini ve yerine
AKP iktidarını getirilmesini ve adım adım ertelenen Sevr’in yürütülmesini
“Türkiye’ye demokrasinin yerleşmesi” olarak gösteriyordu. Zaman yazarı İbrahim
Öztürk “Musaddık, Nasır, Mursi (II) yazısında (11 Temmuz 2013) Fetullah Gülen’in
demokrasisinden neyi anlamak gerektiğini şöyle ifade ve itiraf ediyordu:
“Oysa (Mısır ve Mursi) AK Parti’yi biraz incelese şunları görecekti. AK Parti
siyaseten geçmişten (yani Milli Görüş çizgisinden tamamen) koptuğunu ilan etti. AB
üyelik sürecini ve reformları derinleştirdi. Kemal Derviş imzalı IMF programına tam
uygunluk sergiledi. Bu meyanda Mursi gibi herhangi bir şeyi millileştirmek bir yana,
10 senedir birçok şeyi radikal bir şekilde satmaktan çekinmedi ve içeride yabancı
sermaye ağırlıklı bir yapılanmaya yöneldi. Mursi kıstırıldığı kapanın farkına varıp, dış
desteği derinleştirmek (yani Yahudi Lobilerinin gözüne girmek) üzere, kontrollü
liberal politikalara ağırlık verip, esas olarak tam katılımcı bir sivil anayasa yapmaya
gayret etmeliydi. Zamana ihtiyacı vardı ama acele etti. Akıl hocaları da kendisini
yanlış yönlendirdi. Biz yaşananları haklı görmüyor ve temenni etmiyoruz. Ama reel
dünya bunu gösteriyor” (Yani Siyonist Lobilere ve ABD’ye boyun eğmek gerekiyor).
“Hatırlayınız, İran Başbakanı Musaddık’ın 70 yaşlarında başına gelenler ibret vericiydi. Yaptığı
en radikal iş İran petrollerini millileştirmek idi. ABD-İngiltere el ele vererek, para ile finanse edilen
sokak gösterileri, İran Şahı’nın işbirliği ile İran ordusunu da devreye sokarak kendisini iktidardan
düşürmüşlerdi. Yerine gelen kukla başbakanın yaptığı iş petrolü yine İngilizlere terk etmek oldu.
Oyun bitti.”
Yani askeri darbeleri asıl dünyaya hükmeden güçler tezgâhlıyor, işlerine
gelmeyen milli iktidarları onlar devre dışı bırakıyor ve işbirlikçi yönetimleri
demokratik hilelerle onlar işbaşına getiriyordu. Bu itirafı Fethullahçı bir Zaman
yazarının yapması önem arzediyor ve AKP’nin Milli Görüş’e hıyanet ve siyonizme
hizmet karşılığı öne çıkarıldığını deşifre ediyordu.
Bu işbirlikçi iktidarlar eliyle, halkı oyalamak ve avutmak için verilen bir takım sahte özgürlük ve haklar;
yol, hastane ve köprü gibi imkânlar ve sosyal yardım sadakaları, aslında “toplumu Siyonist
sermayenin küresel dünya düzenine demokrat köleler haline getirme” amaçlı hile ve
hıyanet operasyonları oluyordu. Hz. Musa’nın Firavun’a: “Bana karşı lütuf gibi göstermeye çalıştığın ve
şimdi minnet edip başıma kaktığın (sarayında besleyip yetiştirmek gibi) şeyler, aslında (mensubu
olduğum) İsrailoğullarını köleleştirmeye (ve uyumlu kulların haline getirmeye çalışmandan) dolayıdır”
(Şuara: 22) yanıtı, zalim güçlerin ve işbirlikçilerin şeytani niyetlerini ve gerçek mahiyetlerini ortaya
koyuyordu.
Rahmetli Erbakan Hocamız’ın:
“Demokrasi; halkın kendi kendisini yönetmesi, yani; milli çıkarları
51 08.07.2013, HabarX
109
istikametinde, kendi huzur ve hürriyeti için, kendi özgür iradesiyle istediği idarecileri
seçmesidir. Ama “demukratur” ise; dış güçlerin, medya manipülesiyle, Masonik
teşkilatlar ve sivil oluşumlar marifetiyle halkı yönlendirip, işbirlikçi hükümetleri
iktidara getirmesi, yani “halkın yönetime alet edilmesidir.” Sözleri bu karanlık çağın
belki de en önemli tespiti ve “kurtuluş”un en gerekli reçetesi oluyordu. Refah-Yol gibi
Cumhuriyet Türkiyesinin en demokratik, en milli ve en verimli hükümetini devirmek üzere
girişilen ve ABD Yahudi lobilerince tertiplenen 28 Şubat darbesi, Çevik Bir gibi asker
paşalardan Fetullah Gülen gibi sivil maşalara kadar, figüranların kendilerine verilen rolleri
oynadığı “demokratur” sisteminin nasıl yürüdüğünü bütün çıplaklığıyla gözler önüne
seriyordu.
Şimdilerde demokratur putunun yılmaz pazarlayıcılarından Zaman yazarı Mümtazer Türköne bir
zamanlar postmodern darbeyi meşrulaştırmak için Erbakan Hoca'nın sözüm ona 28 Şubat kararlarını
imzaladığını ispatlamaya uğraşıyordu. Üstelik bir de kendi ayıbına Milli Gazete'yi ortak etmeye, şahit
göstermeye kalkışıyordu. Bu safsatalara inanmayanlar Refah Partisi'nin yayın organı olan Milli Gazete'ye
baksınlarmış. Mesela 14 Mart 1997 tarihli Milli Gazete'nin "Her konuda tam mutabakat" manşetini
okuyacaklarmış!? Oysa Milli Gazete’nin o nüshasında Başbakan Erbakan’ın, Bakanlar Kurulu toplantısı
öncesinde MGK kararlarının Anayasal sürecine ilişkin teknik-hukuki bilgileri aktarılıyordu. Anayasa gereği
Bakanlar Kurulu'nun gündeminin 1. maddesinin MGK kararlarının müzakeresi olduğunu açıklıyordu. Aslında
manşet, hükümet üzerine yoğunlaştırılmak istenen psikolojik savaşa karşı Bakanlar Kurulu'nun mutabakatına
vurgu yapmak istiyordu. Her şeye rağmen birlik ve beraberlik vurgusu yapılıyordu. Başbakan Erbakan'ın
açıklamaları da, Milli Gazete'nin bakış açısı da, psikolojik teknikler ve kaba baskılarla kabinenin DYP
kanadının ayartılıp, Hükümette çatlak oluşturmaya dönük uğraşlara karşı bir mesaj vermeyi amaçlıyordu.
Yoksa Fetullahçı ve Amerikancı Türköne, 28 Şubat itiraflarının, deşifre olan sırların ve pişmanlıkların
Erbakan'ı bir kez daha haklı çıkarmasından mı rahatsız oluyordu? Çünkü yazının son cümlesi bile, derin bir
husumet kokuyordu.
Zaman yazarı Şahin Alpay gerçekleri çarpıtıyor ve “şecaat arz ederken
seciyesini kusuyordu”!
“TSK'nın harekete geçmesinde, RP liderinin ve sözcülerinin provokatif, tahrik edici söz ve
davranışları önemli rol oynuyordu. Erbakan'ın başında olduğu RP, demokrasinin çoğunluk yönetimi
ilkesine bağlıydı, otoriter laiklik uygulamalarını da haklı olarak eleştiriyordu. Ama oy almak için çirkin
bir din istismarı yapıyor; RP'ye oy vermeyenlerin Müslüman sayılamayacağı temasını işliyordu. Geniş
toplum kesimleri temel hak ve özgürlüklere saygı konusunda RP'ye güvenmiyordu. Bu güvensizlik
dindar kitleler arasında da yaygındı ve endişeyle izleniyordu. Sanıyorum, dindar kesimin başlıca
temsilcilerinden Fethullah Gülen'in dahi Erbakan'ı istifaya çağırmasının esas nedeni buydu.
Muhtemelen Gülen, Erbakan ve arkadaşlarının Kemalist militaristleri tahrik edici, provokatif söz ve
davranışlarının dindar insanlara büyük sıkıntılar yaşatacağını görüyordu. Nitekim öyle oldu. Gülen'in
kendisi de 28 Şubat sürecinde ABD'ye göçmek gereğini duydu; hakkında açılan uydurma davaların
hepsinde aklandığı halde hâlâ orada Amerika’da yaşıyordu. RP'nin yanlışlarını ben de görüyordum.
Yazılarımda önce RP'nin hazır olmadığı hükümet sorumluluğunu almasına, sonra da kapatılmasına
karşı çıkıyordum.”52
Bu sözler, hem Fetullahçıların 28 Şubat’taki darbe şakşakçılığının ve demokrasi
sahtekârlığının bir itirafıydı; hem de Amerikan uşaklığının ilanıydı! Çünkü 28
Şubat’ta “Şeriat geliyor, irtica hortluyor” diye yaygara koparanların amacı “darbeyi
meşrulaştırma” ve “perde arkasındaki ABD Yahudi Lobilerini” saklayıp aklamaktı.
Fetullahçı İhsan Dağı’nın sahtekârlığı sırıtıyordu!
52 Şahin Alpay / 06 Mart 2012 / Zaman
110
“28 Şubat darbecileri yargılansın. İyi de, peki; sinikleri, ezikleri ve korkakları ne
yapalım? Onları da en azından biraz tanısak…”53 şeklinde horozlanan İhsan Dağı tam bir
Fetullahçı yaklaşımıyla, uyuz ve ucuz kahramanlık taslıyor ve tabi “kahredici bir
aşağılık kompleksi ve suçluluk psikolojisiyle” vicdanını rahatlatmak istiyordu.
Zaman yazarı ve Fetullah yalakası İhsan Dağı’nın muğlâk ve yuvarlak ifadelerle
geçiştirdiği ve dile getirmediği gerçek şuydu:
“ABD Yahudi Lobilerince ve yerli asker-sivil işbirlikçilerce Erbakan’a karşı
girişilen 28 Şubat hıyanetinde, darbecileri arka çıkıp alkışlayan ve Hoca’yı suçlayıp
sataşan “sinik, ezik ve korkak” tiplerin başında “FETULLAH GÜLEN geliyordu!
Çünkü o süreçte televizyon ve gazetelerde Erbakan aleyhine darbecilerin keyfine
demeçler patlıyordu. Erbakan’ı karalamaya, Amerika’nın asker ve sivil kuklalarını
parlatmaya uğraşıyordu!”
Bugün “demokrasi havarisi ve hoşgörü perisi” kesilen Fetullah Gülen ve
yardakçıları 28 Şubat sürecinde, İslam düşmanı darbecilerin şakşakçılığını yapıyor;
Gâvurlara, Firavunlara ve Karunlara gösterilen “hoşgörü”yü, Erbakan’dan
esirgiyordu! Bir de kalkıp hiç utanmadan ve yüzleri kızarmadan “mağdur edebiyatı
ve darbe karşıtlığı” rolleri oynanıyordu. O dönemin sivil darbe derebeyi Mason
Süleyman Demirel’le Fetullah Gülen’in samimi dostluğu ne çabuk unutuluyordu?
“Türkiye parçalansa, devlet paçavra olsa bile, yine de asker karışmasın”
demek, ahmaklıktan da öte bir alçaklığı yansıtıyordu!
a) Bugün Türkiye’mizde 10 parti, 10 mezhep, 10 meşrep, 10 köken kaynaşıp
birleşmiştir, ama hepsi tek MİLLET’tir.
b) Ordu da işte bu milletin bir kesimidir, yani kendisidir.
c) Adam öldürmek en büyük vebaldir, cinayettir, bir insanı haksız yere
katletmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir. Ama çok istisnai ve zaruri durumlarda
idam cezası da verilebilir ve saldırgan düşmanları veya terörist isyancıları bertaraf
etmek gerekebilir.
Şimdi soralım:
1- Asker de bu milletin bir kesimi olduğuna göre; ülke bölünmeye giderse, milli
birlik ve dirlik tehlikeye düşerse, devlet ve düzen dejenere edilirse ve sivil yönetim
ve yetkililer de:
 Ya acziyet ve zafiyetinden, ya hıyanet ve işbirliğinden dolayı, ciddi ve
tehlikeyi giderici tedbirleri geciktirirse; O zaman hala “Ordu müdahaleye
kalkışmasın, gerekirse demokrasi hatırına ülke parçalansın” diye beklenir miydi?
2- Dış güçler ve işbirlikçi hain çevreler –şimdiki gibi Kürt-Türk düşmanlığıgeçmişteki
gibi Alevi-Sünni kamplaşması, sağcı-solcu kapışması, dindar-laik
kutuplaşması başlatıp bir iç savaş çıkarırsa, buna rağmen demokrasi hatırına, yine
de “Ordu bu işe bulaşmasın, gerekirse millet yıllarca birbirini boğazlasın; can, mal
ve namus emniyeti, din ve düşünce hürriyeti ayaklar altına alınsın” diye beklenir
miydi?
3- 31 Mart isyanı ne kadar haksız ve ahlaksız ise; 19 Mayıs ve sonrası Kurtuluş
savaşı kıyamı da o denli lazım ve şanlı değil miydi?
Siyonistlerin güdümündeki AB ve ABD’ye göre “İRAN nükleer silaha sahip
olmamalıymış, eğer olursa Türkiye'de nükleer silah yapmaya kalkışırmış. Bu ise
İsrail için çok büyük tehdit ve tehlike anlamındaymış.” Hemen belirtelim ki İsrail
53 06 Mart 2012 / Zaman
111
öncelikle bu küstahlığını ABD’den cesaret alarak sergiliyordu. Buna rağmen AKP
NATO’nun Füze Kalkanı Projesi’nin bir ayağının Türkiye’ye konuşlandırılmasına izin
veriyordu. Yani; Türkiye düşmanı İsrail’in güvenliği için oluşturulan bir projeye
destek vermiş oluyordu. Yapılan açıklamalarda; “Füze Kalkanı Projesi’nin NATO’nun
bir uygulaması olduğu, İsrail ise NATO üyesi olmadığı için bu projenin toplayacağı
bilgilerden yararlanamayacağı” ileri sürülüyordu. Oysa İsrail NATO’nun resmi üyesi
değildi ama NATO İsrail’i korumak için kurulmuştu. NATO’nun ağası Amerika’ydı ve
ABD her durumda İsrail’i koruma ve kollama görevini sürdüreceğini defalarca
açıklıyordu. Öyle ise DEMOKRASİ; ABD ve İsrail’e hizmetkarlığı, kendi halkımızın
isteği ve desteği ile yapma cambazlığının kılıfı oluyordu!?
Fetullah Gülen, ilgili açıklamasında “bazen askeri müdahalenin kaçınılmaz
olduğunu” da itiraf ediyordu:
“12 Eylül dönemini de çok iyi biliyorum. Devlet memuruydum, vaaz-u nasihat
ediyordum. Herkes belli bir hevesin zebunu Türkiye’yi bir yere çekmek istiyordu. Ve
çekilmiş de olabilirdi 12 Eylül’de. Türkiye bir ejderin ağzına atılmış olabilirdi. Şimdi
biz Asya’daki o devletler gibi perişan, derbeder, yıkık-dökük Rusya’nın vesayetinde
bir hale gelebilirdik. Bu açıdan askeri müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, bütün
bütün isabetsizdir demek doğru değildir. Ama acaba demokrasi içinde askeri güç o
dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi? Terörü bertaraf
edemez miydi?” Bununla beraber belki 12 Eylül’le gemi azıya almış bir komünizmin
durdurulması, korkunç bir anarşiye muvakkaten (geçici) dahi olsa dur denmesi söz
konusu olunca, bütün bütün onu da mahkûm etmek bana yakışıksız geliyor. Darbe
kötüdür, bununla beraber her kötü şeyin içinde iyi bir yanı vardır. Cami avlularında
bile o gün komünist gençler tarafından tehdit ediliyorduk. Türkiye’nin bir maceraya
sürüklenme ihtimali vardı. Komünizmin kendi içinde çözüldüğü bir dönemde
komünizmin ağına düşecektik. Bu ülkeyi seven herkes gibi darbeyi beğenmemekle
birlikte darbecilerin günahlarına kefaret olabilecek, millet adına yararlı bir şey
nazarıyla baktım. Yeraltı faaliyetleri olmasın diye mekteplere ahlak, din dersleri
koydular. Bunu ben bir takdir hissiyle ifade ederim. Cumhuriyet hükümetleri içinde
kendi tarihi dinamiklerine bu kadar eğilen olmadı. Hatta niyetleri halis ise ahirette
büyük mükâfat ihsan edebilir.”54
Evet, Sn. Fethullah Gülen’in itiraf ettiği gibi, örneğin 12 Eylül olmasaymış:
a) Türkiye komünizm canavarının ağzına atılıp Rusya’nın peyki (uydusu)
olabilirmiş..
b) Türkiye anarşi ve terör yüzünden parçalanabilirmiş…
c) İhtilal hükümetleri okullarda din derslerini mecbur hale getirip milletin
manevi değerlerine hizmet edebilirmiş..
d) Cumhuriyet hükümetleri içinde tarihi dinamiklerimize en çok saygıyı ve sahip
çıkmayı bir askeri darbe dönemi yapabilirmiş…
Fetullah Gülen’in kutsal prensip gibi sahip çıktığı demokratik açılım, Türkiye’yi
ve bölge ülkelerini dinamitliyordu.
Suriye PKK'sı Kürdistan bayrağı asıyordu! Suriye'de AKP Türkiye'sinin planlarını altüst eden
sıcak gelişmeler yaşanıyor, PKK'nın Suriye kolu PYD sınıra bayrağını çekiyordu. Suriye'nin Haseki
kentine bağlı Rasulayn İlçesi'nde şiddetli çatışmaların ardından kontrolü ele geçiren PKK'nın bu
ülkedeki kolu olan PYD, Türkiye sınırına 100 metre uzaklıktaki binada asılı olan Özgür Suriye Ordusu
54 ANKA
112
bayrağını indirerek, yerine kendi bayrağını asıyordu.
Uzmanlar sınırda kurulan PKK devletini yorumluyordu:
PKK’nın, eylemlerine başladığı 1984’ten beri amaçladığı dört parçalı bir Kürdistan’ın kurulmasında
yeni bir perde yaşandığı belirtiliyordu. PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin Türkiye sınırındaki Rasulayn’ı ele
geçirmesini değerlendiren emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, “PYD’nin hamlesi yeni bir devletin ilk
adımıdır” diyordu. Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner de, “Suriye’de bir
PKK devleti oluşturmak istendiğini” itiraf ediyordu.
Laçiner, PYD’nin son günlerdeki girişiminin Türkiye’deki çözüm sürecine
etkileri konusunda ise şu ifadeleri kullanıyordu:
“Çözüm süreci diye toplum aldatılıyor. PKK’da öyle bir irade söz konusu değil. Başından beri
hiç olmadı. PKK’nın tek bir hedefi var, ayrı bir devlet oluşturabilmek, daha sonra Suriye, Türkiye ve
Irak’taki bu yapıları birleştirmek. Buna da sadece ve sadece silahla ulaşacağını düşünüyor. PKK,
yönteminden de, hedefinden de vazgeçmiş değil. Çözüm sürecine taktik olarak bakıyor. Zaman
kazanmak olarak bakıyor. Onun ötesinde, bırakılan bir tek silah yoktur. Türkiye’den çekilen kuvvetler,
daha önce zaten çekilmişti. Bu süreçten önce zaten bin 500 civarında PKK’lı Türkiye’den çekilip
Suriye’ye kaydırılmıştı. Onun ötesinde sınır dışına çıkma da mevcut değil.”
Kandil’den T.C.ye tehdit yağdırıyordu!
PKK'nın yeni tepe ismi Cemil Bayık, AKP hükümetine 'son uyarıyı' yapıyor ve bu açıklama çok kritik
gelişmelerin sinyalini veriyordu. Kandil yönetimi AKP hükümetini adeta tehdit eden bir açıklama yapıyordu.
'Son uyarı' denilen açıklama PKK'nın yeni elebaşı Cemil Bayık'ın imzasını taşıyordu. KCK Yürütme Konseyi
Eşbaşkanlığı imzasıyla yayınlanan açıklamada çözüm sürecinin ikinci aşamasının 1 Haziran'dan itibaren
geçerli olduğu belirtilerek şu tehdit savruluyordu;
“Biz hareket olarak son kez AKP hükümetini uyarıyoruz. Tüm halkımız ve kamuoyu tarafından
belirttiğimiz konularda en kısa zamanda somut adımların atılmaması halinde, sürecin
ilerlemeyeceğini ve bundan da AKP hükümetinin sorumlu olacağının bilinmesini istiyoruz”.
Erbakan Hoca, Hak’ka dayandığı ve Kur’an’a tercümanlık yaptığı için hep haklı
çıkıyordu:
“Siyonist Yahudi sermayesi, öylesine şeytani bir sömürü düzeni kurmuşlardı
ki; yeryüzündeki 6 milyar insanın her birisi, her yıl bu ırkçı emperyalizme fert başına
1200 dolar “dünyada yaşama rüşveti” vermek zorunda bırakılıyor. Ve öyle bir sinsi
sömürü sistemi kurmuşlar ki, kimse bu kadar rüşveti Yahudi’ye nasıl verdiğinin
farkında bile olmuyor. Böylece her yıl Rockefeller’in başkanlığını yaptığı bu 300
Yahudi ailesinin tekelindeki uluslararası şirketlere tam 7 trilyon dolar akıyor.
Siyonist Gizli Dünya Devleti, ayrıca
1- Yeşil kâğıt tahviliyle 5 trilyon
2- Sarı kâğıt tahviliyle 5 trilyon
3- Beyaz kâğıt tahviliyle 5 trilyon
Olmak üzere, bu “üç kâğıtçılık”la ayrıca ülkeleri her yıl 15 trilyon dolar daha
sömürüyor.
Bugün herhangi bir seyahate hatta Hac ve Umre ziyaretine gitmeye kalkışandan
bile, uçakla gidiyorsa, IATA mecburiyetiyle bilet parasının yüzde 10’unu, gemi ile
gitmek istiyorsa Loyd vasıtasıyla yüzde 9’unu, herhangi bir ülkeye para transferi
etmeye çalışsa yüzde birini yine Yahudi’ye rüşvet vermek zorunda bırakılıyor.
Bugün insanlık, dünyanın herhangi bir ülkesinde, hangi malı alırsanız alın
fiyatının üçte birini Yahudi’ye dolaylı faiz ve vergi rüşveti olarak ödemek
mecburiyetinin farkında bile olmuyor.
Türkiye’de ve diğer ülkelerde şu anda, üretilen zirai ve sınaî malın tam 9-10 katı
113
fazla, karşılıksız para basılıp piyasada dolaşıyor. Siyonist merkezler istediği anda
doların ve yerli paraların değerini düşürüp-yükselterek dünya piyasalarından
trilyonlar devşiriyor.
Büyük krizleri de aynı sömürü odakları tezgâhlayıp, böylece iflasa
sürükledikleri Milli kuruluşları satın alıyor ve tüm dünyayı köleleştiriyor.” diyen
Erbakan, dışa vuran sivilcelere değil, içerideki kanser hücrelerine dikkat çekiyordu;
pansuman ve uyuşturucu tedbirler yerine gerçekçi çözümler öneriyordu.
Gizli Dünya Devleti, ekonomileri ve hükümetleri bir bir ele geçiriyordu!
Dünyada sessiz ve gizli bir küresel darbe yaşanıyordu!
İtalya ve Yunanistan'da yaşanan ekonomik krizle ortaya çıkan tablo küresel güçlerin yani Siyonist
merkezlerin maskesini bir kez daha ortaya çıkarmıştı. Dünyayı yöneten egemen güçler arasında sıkça adı
geçen, Bilderberg, CFR, Trilateral Komisyon, Goldman Sachs gibi uluslararası Siyonist kuruluşların adı
Avrupa'da yaşanan krizle yeniden tartışılmaya başlanmıştı.
Avrupa ülkelerini Siyonist Trilateral Komisyonun üyeleri yönetiyordu
Yunanistan yeni Başbakanı Lukas Papadimos'un dünyayı yöneten egemen güçlerden Trilateral
Komisyonu'nun üyesi olduğu anlaşılmıştı. Aynı zamanda İtalya'da başlayan krizin ardından Başbakan
koltuğuna oturan Mario Monti'nin de aynı kuruluşun üyesi olması, şüpheleri arttırmıştı. Estonya
Devlet Başkanlığı görevini yürüten Toomas Hendrik İlves bu komisyonun üyeleri arasındaydı.
Avrupa'da yaşanan ekonomik kriz ülkelerin bağımsızlığını tehdit ederken, halen Dünya Bankası
Başkanı olan Robert B. Zoellick de Trilateral Komisyonu üyesi olması, kafaları iyice karıştırmıştı. Bu
teknokratların bir diğer özellikleri ABD'nin en güçlü yatırım bankalarından olan Goldman Sachs da
çalışmış olmalarıydı. Ve yeri gelmişken hatırlatalım ki, şimdi AKP politikalarının mimarı Kemal Derviş
ve AKP Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de aynı Masonik odakların çıraklarıydı.
Küresel sermaye başbakan atıyordu!
Aslında her şeyin perde arkasındaki bir elden dizayn edildiği çok açıktı. Yunanistan'da
Papandreu hükümeti, Meclis’de çoğunluğu oluşturmasına rağmen, bir hafta içinde yıkılmıştı. Yeni
hükümeti ise parlamento dışından biri olan Papdimos’a kurdurmuşlardı. İtalya’da da adı skandallara
karışan Berlusconi, her şeye rağmen güvenoyu alıp yeni hükümeti açıkladıktan kısa bir süre sonra,
nedeni hala bilinmeyen bir sebeple istifa ettirilip uzaklaştırılmıştı. İtalya’da tek adam konumunda olan
Berlusconi'nin güvenoyu aldıktan sonra neden istifa ettiği ise hala bir sırdı. Berlusconi'nin istifasının
ardından İtalya'da kurulan hükümetin başında da tıpkı Yunanistan’da olduğu gibi, meclis dışından
biri olan Mario Motti bulunmaktaydı.
Motti’nin Goldman Sachs ilişkisi niye gizleniyordu?
Motti, Başbakan olmadan önce ABD'nin en güçlü yatırım bankalarından Yahudi sermayeli Goldman
Sachs'da danışma kurulu üyeliği yapmıştı. Goldman Sachs'ın adı Yunanistan’da yaşanan ekonomik krizle
sıkça anılmıştı. Yeni Başbakan Papadimos'un Goldman Sachs ile olan yakın ilişkisi de konuşulmaktaydı.
Avrupa Merkez Bankası'nın yeni müdürü Mario Draghi de Goldman Sachs'ın Avrupa Başkan Yardımcılığı
yaptığı unutulmamalıydı. Küresel sermaye ekonomik gidişatını beğenmedikleri ülkelere kendi çalışanlarını
atayarak, denetimi altına alıyorlardı. Bir nevi borç verdikleri paraları kurtarmak ve güven altına almak
istiyorlardı. Bu durumda o ülkelerin ne kadar bağımsız olduğu da böylece anlaşılmaktaydı.
Ekonomik politikalar Siyonist merkezlerce belirleniyordu!
"Kemal Derviş zamanında "15 günde 15 yasa" çıkarılmıştı. Kim için çıkarıldı bu yasalar? Biraz daha
gerilere gidin, Nihat Erim Hükümetini hatırlayan" diyen Doç. Dr. Aziz Konukman Avrupa'da yaşanan bu
durumu "Artık burjuva demokrasisi, krizlerde acil çözüm üretemiyor. Siyasi partiler de bir çıkış yolu
bulamıyor. Uluslararası kuruluşlar da çözüm olarak teknokratlar atıyor. Daha çok, uluslararası finans
kuruluşlarında, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarda çalışmış, bu kuruluşlar tarafından kredibilitesi
yüksek kişiler seçiliyor. Bu kuruluşlara güven telkin etmeleri önemli. Ülkelerin ekonomik politikaları
114
artık ulusal bir düzeyde belirlenmiyor. Ulusal ekonomik politikaları IMF politikalarına uygun olmak
zorundadır. 2008 yılında Türkiye IMF ile masaya oturmadı IMF ile yolları ayırdı, ama IMF politikalarıyla
yolları ayırmadı. IMF'siz IMF politikaları devam ediyor. Yunanistan'da durum daha da kötüye gidebilir.
Yeni kurulan teknokrat hükümetinin de uzun soluklu olacağı şüpheli. Bu yüzden Yunanistan için
Duyun-ü Umumiye'nin gelmesi gündemde" şeklinde konuşmaktaydı.
Her şey dünyadaki Siyonist planların bir parçası oluyordu!
Gazeteci-Yazar Atilla Akar da "Öncelikle belirtmeliyim ki dünyada bu tarz olaylar "Tesadüfen"
olmuyor. Bu tip kişilerde o görevlere "Kendiliğinden" gelmiyorlar. Her şey dünyadaki bir "Ağ"ın, belli
planların bir parçasıdır. Bu ağ ve onun ekonomik uzantıları önce bir yerde "Kriz" çıkartıyor sonra
oraya "Kriz çözücü" olarak yine kendi adamlarını atıyor. Sonra da topluma dönüp "Maalesef çıkacak
krizi öngöremedik" yalanını söylüyorlar. Çark böyle dönüyor. O kadar ki son "Teknokrat hükümetler"
olayında açıkça "Demokrasinin inkârı" yaşandı. Böyle olması da çok normaldir. Çünkü dünyanın
hiçbir yerinde ülkeyi gerçekte o toplumun fertleri ve kendi hükümetleri yönetmiyor. Kâğıt üzerinde
göstermelik bir demokrasi var. Dolayısıyla son olaylarda "Malumun ilanı" olmuştur. Bir anlamda iyi
de olmuştur. Maskeler atılmıştır. Şimdi Yunanistan Başbakanı Lucas Papadimos ve İtalya Başbakanı
Mario Motti'nin Trilateral Komisyon üyesi çıkmaları "Milli irade" dışında başka iradelerin "Memurları"
olduklarını gösterir. Bunlar bu ağın "Mutemet kişilikler"idirler. Bu yüzden Üçlü Komisyon üyesi
çıkmaları şaşırtıcı olmamalı. Tersi olsaydı şaşırırdım!" diyerek Erbakan Hoca’nın 50 yıl
boyunca anlattığı gerçekleri haykırmaktaydı.
Dünyadaki sömürü ekonomisini Yahudiler yönlendiriyordu!
Küresel sermayenin önemli aktörlerinden birisi olan Goldman Sachs'ın eski çalışanları arasında ABD
eski Başkanlarından Clinton döneminin Hazine Bakanı Robert Rubin ve Bush döneminin Hazine Bakanı
Henry Paulson gibi isimlerin yanı sıra, Kanada Bankası'nın 2008'den beri başkanlığını yapan Mark Carney,
Avrupa Merkez Bankası Başkanı Mario Draghi ve İtalya'nın "teknokrat" Başbakanı Mario Monti gibi
ünlü isimler de yer alıyordu. Ayrıca, Nijerya eski Finans Bakanı Olusegun Olutoyin Aganga, New York Fed
Başkanı William C. Dudley, İtalya eski Başbakanı ve 1999-2004 yılları arasında Avrupa Komisyonu
Başkanlığı yapmış olan Romano Prodi ve Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick gibi isimler de Siyonist
Yahudi kuruluşu Goldman Sachs'ın ne kadar etkili olduğunu gösteriyordu.55
Şerafettin Elçi’nin MİT itirafı her şeyi açıklıyordu!
Vefat eden BDP Milletvekili Şerafettin Elçi: “Şu anda Kürt sorununa en akıllı ve en yapıcı
yaklaşan MİT’tir. İstanbul Emniyetinden polis şeflerinin görevden alınması üzerine, KCK
operasyonlarının bıçak gibi kesilmesi dikkat çekicidir”56 diyordu. Bunun anlamı “özerk
Kürdistan’ın kurulması ve federatif ayrışmanın sağlanması için, MİT’le Batılı güçler
aynı istikamette ve birlikte çalışıyordu!” Egemen Bağış İngiltere’de: “Eğer barış
görüşmelerinden bir sonuç alınmazsa, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması seçeneği de gündeme
gelebilir” diyerek Milli Türkiye’nin niyetini, Siyonist merkezlere şikâyet ve deşifre ediyor ve
tedbir almaya yönlendiriliyordu.
Mısır Gibi Sorunların Çaresi: Ne Darbe Devrimciliği; Ne
Demokrasi Derebeyliği!
Mısır’da Müslümanlara yönelik korkunç bir katliam yaşanmakta, zulmeden darbe rejimi
de, İhvanı Müslimin’in temsil ettiği mazlum ve mağdur kesimler de, maalesef aynı Siyonist
senaryolara alet edildiklerinin farkına varamamaktadır. Büyük İsrail hevesindeki tüm
Siyonist merkezler, dış güçler ve onların işbirlikçileri, Mısır’ın parçalanması için mutlaka bir
iç savaşın çıkarılmasını amaçlamıştır. Nasıl olsa; İhvan’ın ve karşıtlarının, ordu ve polis
55 Gökçen Göksal / Milli Gazete
56 Cüneyt Özdemir / 5N1K / CNN Türk / 05.03.2012
115
mensuplarının ve sivil halkın hepsi birbirini boğazlasa, bir tek Yahudi’nin burnu
kanamayacak, hiçbir gâvurun canı acımayacaktır.
Bu nedenle, askeri cuntanın saldırganlaşması kadar, Mursi taraftarlarının inatlaşması
da bizce ve özellikle bu süreçte sakıncalıdır. Bazen, sadece haklı olmak, çok vahim sonuçlar
ve sorumluluklar doğuracak eylemleri meşru kılmaya yeterli olmamaktadır. “Yol hakkı
bizimdir” diyerek, kırmızı ışıktan geçip son sürat üzerimize gelen tırın önüne, kalabalıklar
halinde atlamaktaki “haklılık” bize hiçbir şey kazandırmayacak, doğacak facianın yaralarını
saramayacaktır. Bunu: “Zulme teslim olmak ve haklarımızın gaspına tepkisiz kalmak”
şeklinde de anlamamalıdır. Ancak kurulan büyük tezgâhın farkına varmak ve Siyonist
senaryolara figüranlık yapmamak, kısaca öfkeyle kalkıp zararla oturmamak için elbette daha
dikkatli, tedbirli ve temkinli davranmak, yani bulanık suların durulmasını kollamak daha
akıllıcadır. Asla hatırımızdan çıkarmayalım ki; Siyonist odakların ve onların güdümündeki
Haçlı Batı’nın, öyle insani kuralları ve vicdani duyarlılıkları bulunmamaktadır. Onların
Siyonist hesapları ve emperyalist çıkarları dışında, hiçbir kutsal inancı yoktur. Bakınız, güya
İslam’ın ılımlısına razı olan ve sadece radikalizme karşı olduğunu sıkça açıklayan Barbar
batılılar (Amerika ve Avrupa), İşte Suriye’de, dünyanın dört bucağından topladıkları El-Kaide
militanlarına, hem de AKP iktidarının yardımıyla, her türlü silah, teçhizat ve teknoloji desteği
sağlamakta; ama her türlü baskı ve kışkırtmaya rağmen asla şiddete bulaşmayan İhvanı
Müslümin’i ise, tüm meşru ve demokratik tavrına ve siyasi seçimleri kazanmasına rağmen;
düşman ilan edip askeri darbelere davetiye çıkarmakta ve destek sağlamaktadır.
Aslında ta başından beri, Recep T. Erdoğan’ın Eşbaşkanı atandığı BOP gibi, ARAP
BAHARI’nın da bir Amerikan planı olduğunu söylediğimizde, bize karşı çıkanlar, sahnelenen
Siyonist senaryoları, daha yeni yeni anlamaya başlamışlardır. ABD, Mısır’da, katılım oranı
sadece %42 olan bir seçimde, oyların %51’ini alarak Mursi’ye Cumhurbaşkanlığı yolunu
açmış ve “İhvanı Müslimin’i iktidarda başarısız kılmak ve umut olmaktan çıkarmak”
amacıyla bu fırsatı tanımıştır. Ve yeni anayasa halkın sadece %19’unun katılımıyla
onaylanmıştır. Belki gerçek demokrasiye imkân verilse İhvan daha fazla oy alacaktı. Ama,
böylesine sakat ve sakıncalı sonuçlarla İhvan’ı iktidara taşımaları, onları hazırlıksız
yakalayıp yıpratmayı amaçlamıştı. Rahmetli Erbakan Hoca’nın da, aynı şeytani maksatlarla
iktidar olmasına ve Refah-Yol’u kurmasına razı olduklarını, Hocamız Aytunç Altındal’a bizzat
kendileri açıklamıştı. Ne var ki Rahmetli Hoca, bütün bu tuzaklara hazırlıklıydı, ekonomik ve
sosyal alanda büyük başarılara imza attı, havuz sistemiyle faiz lobilerinin sömürü
hortumlarını kıstı, tarihi D-8 atılımıyla yeni bir dünyanın temellerini attı. Dış güçlere ve
işbirlikçi hainlere, klasik irtica yaygaraları dışında, hiçbir mazeret bırakmadı. İktidardan
ayrılırken de ordu-sivil çatışmasına yol açacak hiçbir taşkınlığa ve kardeş kavgasına kapı
aralamadı. Bugün, Mısır’da İhvanı Müslimin’in ve Mursi’nin izlemesi gereken bu akıllı ve
hayırlı tavırdır. Hatta Erbakan’ın mağduriyetini istismar eden AKP ve Erdoğan’ın, bu derece
yüksek oy oranıyla iktidara ulaşması, Erbakan’ın Refah-Yol dönemindeki icraatlarına halk
nezdinde duyulan güvenin ve Ona sahiplenmenin bir yansımasıydı. Ve burada sıcak
koltuğunda oturup kendilerini “Haydi direnin, hakkınızı yedirmeyin!” diye kışkırtıp ucuz
kahramanlık taslayanların, Mısır’daki darbeyi tertip ve teşvik eden ve destek veren ABD ve
AB’nin işbirlikçileri olduğunu unutmamaları lazımdı.
Bu arada Mısır Ordusu içinde de, bu korkunç katliamlardan ve iç savaş çıkarılıp ülkenin
parçalanmasından ciddi rahatsızlık duyan ve kaos ortamından kurtulmak üzere hukuki ve ahlaki çıkış yolları
üzerinde kafa yoran milli tavırlı komutanların varlığı ve huzur hazırlığı konusundaki duyumlarımız da inşallah
doğrudur ve hayırlı sonuçlara vesile olacaktır. Güya antiemperyalist ve antisiyonist tavırlar takınan bizdeki
Darwinist ulusalcıların, ABD ve AB destekli askeri darbeye hararetle alkış tutmaları, en demokratik seçimler
116
sonucu iktidara gelen İhvan’ın indirilmesine ve binlerce masum insanın katledilmesine “oh be, dinciler
devrildi, dinsizler iktidara geldi” diye şebekvari çığlık atmaları, aslında nasıl bir Amerikan uşakları ve haçlı
Avrupa hayranları olduklarının ve ondan türediklerine inandıkları maymun soylarının açık bir ispatıydı.
Onların derin kinleri sadece İslam’aydı ve işte Mısır’daki Kıpti Hıristiyanlar ve Amerikan-İsrail maşası
paşalarla bunlar aynı saftaydı. Ve bu nedenledir ki, yüzde değil, anca binde birler seviyesini bir türlü
aşamazlardı ve Müslüman halkımızdan rağbet ve kıymet bulamazlardı. Mısır Savunma Bakanı Abdulfettah
El Sisi’nin düzenlediği basın toplantısında “Allah’ın razı olmadığının yanında olacağız, onlara destek
çıkacağız” gafları Allah’ın bunları şaşırtıp içyüzlerini ortaya koymasıydı.
Şeytan her taşın altındaydı ve Mısır’daki darbeyi ve arbedeyi de yine
Siyonistler hazırlamıştı!
Rahmetli Erbakan Hoca’mızın yıllar önce söylediği şu sözü, tarihin değiştiremediği gerçekleri
bir kez daha gün yüzüne çıkarmıştır: “Biz her taşın altında Yahudi var demiyoruz. Fakat
Yahudi’nin hiçbir taşın altını boş bırakmadığını da biliyoruz!”
1- Son iki ayda binlerce masum Müslümanın şehit edildiği Mısır trajedisinde asıl sorumluların,
vahşetin destekçisi ve müsebbibi olarak yine aynı karanlık odaklar olduğu anlaşılmıştı. Mısır’daki
ihanetin planlayıcısı, yine Ortadoğu’nun bağrına hançer gibi saplanan katil Siyonist İsrail çıkmıştı.
2- Başbakan Netanyahu, İsrail kabinesindeki bakanları, Mısır’daki katliamlara sessiz kalınması
konusunda uyarmıştı.
3- 2 Haziran 2011 seçimleri öncesinde, İsrail’de gerçekleşen bir panelde konuşan iki Siyonist
bu planı hatırlatmıştı. Siyonistler, İhvan’ın seçimleri kazanması halinde Sisi’ye yoğun baskı yaparak
Mursi’yi devirmek için bütün güçleriyle çalışacaklarına dair söz almıştı.
4- ABD’nin Mısır’a yaptığı 1.3 milyar dolarlık askeri ve 250 milyon dolarlık ekonomik yardımın
kesilme tehlikesini de yine İsrail devre dışı bırakmıştı.
5- İsrail Mısır arasındaki yakınlaşmanın, Mursi’nin devrilmesinin ardından daha da geliştiği
gözlerden kaçmamıştı. Sina yarımadasındaki gruplara karşı birlikte savaşan iki ordu arasında,
geçmişte de iyi olan ilişkiler son dönemde daha da artmıştı.
6- Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Gazze halkı üzerinde eskisi gibi baskı
kuramayan İsrail ise, işe Gazze’ye destek veren İhvan iktidarını devirmekle başlamıştı. Sisi’nin ilk
icraatı Refah Sınır Kapısı’nı kapatmak oldu...
7- 3 Temmuz darbesinin ardından İsrail’e yaranmak için her şeyi yapan Sisi komutasındaki
Mısır ordusu İsrail’in bölgedeki menfaatine olan her türlü adımı atmaktan geri kalmamıştı. Bölgedeki
ortak tatbikat bunun son örneğini oluşturmaktaydı.
8- İsrailli milletvekili Ayalet Shaked, Türkiye’nin Güneydoğu’sunu ve Kıbrıs’ı da içerisine alan
Arz-ı Mevud aşkını ilan eden twitinde, “Libya ufalanmıştır. Irak parçalanmıştır. Suriye’de iç
savaş yaşanmaktadır. İran kaçak nükleer bomba yapmaya çalışıyor, durdurulması lazımdır.
Mısır’da askeri darbe başarılmıştır. Artık bu toprakları teslim alma zamanıdır” ifadelerini
kullanmıştır.57
Mursi; tehlikeyi sezmekte, olumlu ve ılımlı tedbirler geliştirmekte
çok geç kalmıştı!
Mısır’ın devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, muhalefetin erken seçim önerisini reddetmişti.
Darbe öncesi İngiliz Guardian gazetesine demeç veren Mursi, anayasadan, düzenden sapılmasına kesinlikle
müsamaha göstermeyeceğini, istifasının kendisinden sonra geleceklerin meşruluğunu yok edeceğini ve
ülkeyi büyük bir kaosa sürükleyeceğini söylemişti. Özel medya kanallarının muhaliflerin gücünü abarttığına
işaret eden Mursi, şiddet olaylarının müsebbibi olarak hala eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e bağlı olan
yetkilileri göstermişti. Medyanın ufak tefek olayları büyüterek sanki tüm Mısır şiddet olaylarına sahne
57 20 Ağustos 2013; Milli Gazete
117
oluyormuş gibi yansıttığını belirten Mursi, olayların "derin devlet ve eski rejimden geriye kalanlar
tarafından koordine edildiğini" belirtmişti. Mübarek'e bağlı bazı kişilerin, Müslüman Kardeşler'deki
yandaşlarına saldırmaları için parayla adam tuttuklarını ifade eden Mursi, "Yolsuzluktan elde ettikleri
paraları var. Ve bu parayı şimdiki rejimi yıkmak ve eski rejimi yeniden iktidara taşımak için
kullanıyorlar. Parayı, saldırı düzenlemeleri için eşkıyalara dağıtıyorlar" demişti. Bazı ülkelerin bu
süreçte önemli rol oynadığına dikkati çeken Mursi, bu ülkelerin hangileri olduğunu ise söylememişti. "Her
devrimin düşmanı vardır. Bazı çevreler de Mısır halkının demokrasi sürecini engellemeye çalışıyor.
Bu kesinlikle kabul edilemez" diyen Mursi, kendisine önemli yetkiler tanıyan anayasa değişikliğinden
pişmanlık duyduğunu da ilk kez dile getirmişti. Mursi, muhaliflerin diktatörlük işareti olarak eleştirdiği
değişikliği kısa bir süre sonra iptal etmişti. Mursi, parlamentonun halihazırda boş olan alt kanadına milletvekili
seçimi tamamlandığında anayasal değişiklikleri ilk oturumda bizzat sunacağının sözünü vermişti. Mısır'da
müttefikleriyle laiklik yanlısı muhalifler arasında çıkan çatışmalarda en az 12 kişinin yaşamını yitirmesi,
yüzlerce kişinin de yaralanmasının ardından Başbakan Hişam Kandil, İçişleri bakanı Muhammed İbrahim,
Genelkurmay Başkanı General Abdülfettah el-Sisi ve diğer üst düzey yetkililerle toplantı üstüne toplantı
yapan Mursi, göstericilerin önünde toplandığı El-İttihadiye Sarayı'nı terk ederek Mısır'ın son Kralı Faruk'un
doğduğu Kubbe Sarayı'na geçmişti. Bu arada, Mısır'da Cumhurbaşkanı Mursi karşıtı göstericilerin, başkent
Kahire'nin Mukattam bölgesinde bulunan Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) Genel Merkez binasına
girdiği bildirilmişti.(AA) Bütün bu gelişmelere rağmen, Mursi, askerin ve muhalefetin tenkit ve
tekliflerine maalesef tansiyonu düşürücü ve uzlaşma umutlarını diriltici bir yanıt ve yaklaşım
verememişti.
Mısır olaylarını daha doğru değerlendirmek için iç dinamiklerini
bilmek lazımdı:
Mısır’da Siyasi Yapı:
Mısır’daki siyasi aktörleri ve denge faktörlerini aşağıdaki gibi tasnif edebiliriz:
1- Siyasi Partiler:
2- Dinî Hareketler:
a- Müslüman Kardeşler
b- İslami Cihad
c- Cemaat-i İslamî
d- Selefî Akımlar:
• Şer’i Cemiyet
• Sünnet Yanlıları Cemiyeti
• Tebliğ ve Davet Cemaati
• Kurumsallaşmamış Selefi oluşumlar
e- Tasavvufî Oluşumlar
3- Dini Kurumlar:
• Ezher Şeyhliği
• Mısır Müftülüğü
• Kıpti Patrikliği (Mısır halkının %11 kadarı Kıpti Hıristiyan’dır)
4- Parti Dışı Siyasi Platformlar:
• 6 Nisan Gençlik Hareketi
• Kifaye Hareketi
• Değişim İçin Ulusal Birlik
• Devrim Gençleri Koalisyonu
• Mısır İçin Demokratik İttifak
• Mısır Oluşumu
• Mısır Herkesin Üstündedir İttifakı
118
5- Toplumsal Kanaat Önderleri:
• Muhammed Bedı’ Abdulmecıd Samı
• Tarık El Bişri
• Saffet Hicazı
• Memduh Hamza
• Muhammed Hasaneyn Heykel
6- Yargı, Ordu Bürokrasisi ve Parlamento: (Yargı, Ordu, Mısır Halk Meclisi)
7- Sivil Toplum Kuruluşları:
• Meslek Sendikaları
• Sosyal Yardım Dernekleri
• İnsan Hakları Örgütleri
8- Medya Organları:
A- Resmi Televizyon Kanalları
B- Yarı Resmi Gazeteler:
• El Ahram Gazetesi
• El Ahbar El Yevm
• El Tahrir Matbuat ve Neşriyat Evi
C- Özel Televizyon Kanalları:
El Cezıre Haber Kanalı, Dream Kanalları Grubu, Orbıt Kanallar Grubu, El Mıhver Kanalı, El Hayat
Kanallar Grubu, On TV Kanalı, En Nas ve E’r Rahme Kanalları, Mısır 25 Kanalı
D- Özel Gazeteler:
El Vefd Gazetesi, Hürriyet ve Adalet Gazetesi, Onur Gazetesi, Nasırcı Arap Gazetesi, Bugün Mısırlı
Gazetesi, El Şuruk Gazetesi, Günlük Anayasal Gazete, Milletin Sesi Gazetesi
E- İnternet Siteleri:
Al Youm Al Sabı, Mısravı, Al Mısrıyyun, İhvan Online, Mısır’ın Penceresi Sitesi, Gözlem Şebekesi
Siyasi Partiler:
1907- 2011 döneminde kurulan ve varlıklarını devam ettiren partiler ile kurulmakta olan partileri
ideolojik, felsefi yaklaşımlarını göz önüne alarak, dört ana grupta sınıflandırabiliriz:
A- Dini Eğilimli Siyasi Partiler
B- Ulusalcı/Milliyetçi Eğilimli Siyasi Partiler
C- Liberal Eğilimli Siyasi Partiler
D- Sol/Sosyalist/Komünist Eğilimli Siyasi Partiler
A- Dini Eksenli Siyasi Partiler:
25 Ocak 2011’den sonra diktatör Mübarek yönetiminin yıkılması ile birlikte dini eksenli cemaat ve
hareketler, çok hızlı bir şekilde partileşmişlerdir. Partileri, Müslüman Kardeşler Hareketi, Selefi Hareket ve
diğer İslami hareketler olarak üç ana grupta toplayabiliriz. Bunların bir kısmı kurulmuş bir kısmı da kuruluş
aşamasındadır.
1- Müslüman Kardeşler Hareketi Zemininde Kurulan Partiler:
a) Hürriyet ve Adalet Partisi
Müslüman Kardeşler Hareketinin siyasi koludur. Örgütsel gücü ve siyasi tecrübesi diğer siyasi
hareketlerin tamamından daha fazladır. Başkanı Dr. Muhammed Mürsi’dir.
b) Adalet ve Kalkınma Partisi
Başkanı, Müslüman Kardeşlerin eski yöneticilerinden olan Halid el-Zaferani’dir. Türkiye’deki Adalet ve
Kalkınma Partisini kendisine model almıştır.
c) Uyanış Partisi
Başkanı, Müslüman Kardeşlerin eski yöneticilerinden İbrahim el-Zaferani’dir.
d) Mısır Akım Partisi
119
Başkanı, İslam Lütfü olup muhafazakâr demokrat bir partidir.
e) Vasat Partisi
2- Selefî Hareket Zemininde Partiler:
• Nur Partisi
• Islahat ve Uyanış Partisi
• Mısır Uyanış Partisi
• Köken Partisi
• Fazilet Partisi
• Islahat Partisi
3- Farklı İslami Anlayış ve Metotlara Sahip Partiler:
• Selamet ve Kalkınma Partisi (İslami Cihad)
• İnşa ve Kalkınma Partisi (Cemaat-i İslamî )
• İslami İşçi Partisi
B- Ulusalcı/Milliyetçi Partiler:
• Arap Demokrat Nasırcı Parti
C- Liberal Eğilimli Partiler:
• Özgür Mısırlılar Partisi
• Mısır Özgürlük Partisi
• Adalet Partisi
• Yarın Partisi
• Onur Partisi
• Demokratik Cephe Partisi
• Yeni Vefd (Delegasyon) Partisi
D- Sol/Sosyalist/Komünist Eğilimli Partiler:
a- İşçi Partisi
b- Sosyalist Güçler Cephesi
Sosyalist Güçler Cephesi ismini almış bu hareket, Halkçı Sosyalist İttifak Partisi, Mısır Sosyalist
Partisi, Sosyalist Mısır Partisi ve Devrimci Sosyalistler Hareketi’nden meydana gelmiştir.
c- Ulusal İlerlemeci Birleştirici Topluluk Partisi
d- Mısır Özgür Sosyalistler Partisi
e- Mısır Komünist partisi
“Çıkış yolu: Zulme ve İşbirlikçilere Karşı Birleşik Cephe Oluşturulmalıdır:
Müslüman Kardeşler Hareketi, şer ittifakını ve onun yerli işbirlikçilerini tasfiye edebilmek için
darbeye karşı başlattığı, Şiddete bulaşmayan sivil itaatsizlik direnişini, süreçten rahatsız olan ve de
olabilecek olan her kesimi içine dâhil edebileceği bir Birleşik Cephe Hareketi’ne dönüştürmek
zorundadır.”58 Doğru. Ancak bu direniş inatlaşmaya varmamalı, ordu millet çatışmasına veya
iç savaşa yol açacak tavır ve zıtlaşmalardan kesinlikle sakınmalıdır. Çünkü dış güçlerin
istedikleri zaten bu ortamı hazırlamak ve Mısır’ın parçalanmasını kolaylaştırmaktır. Bunun
için Müslüman Kardeşler hareketi, uzun vadeli bir yol haritası çizmek durumundadır. Bize
göre Mısır siyası yapısı ile ilgili duygusallıktan uzak derinlemesine bir çalışma yapılarak
kişiler, kurumlar, yapılar arasında uzlaşma ve ayrılma noktaları belirlenip ortak paydalar göz
önüne alınarak söz konusu aktörler, sürece katılmalıdır.
Müslüman Kardeşler Hareketi, Türkiye gibi ülkelerin tecrübelerinden yararlanmalı ve Adil
Düzen projeleri Mısır’a uyarlanmalıdır.
58 Milli Gazete / Burhaneddin Can
120
Mısır halkına çok hukuklu bir sistem teklifi yapılarak, herkesin kendi hukukunu yaşayacağı
ortak bir düzenin kurulabilmesi için Birleşik Cephe Hareketi’ne destek sağlanmalıdır. Mısır halkının
zalimlerin safında yer almaması için tebliğ mekanizması etkin bir şekilde devreye sokulmalıdır.
Mısır’daki Ehli Kitapla olan ilişki, 3/64 ve 29/46 ayetleri kapsamında ele alınmalıdır. Birleşik
Cephe Hareketinin etkili olabilmesi için ortak bir dil ve söylem geliştirilmeli ve kullanılmalıdır.
Batının fiili işbirlikçi kuklaları ve İslam düşmanları hariç Tahrir Meydanı eylemlerine katılanların
hiç biri, karşı safta görülmeyip kazanılması amaçlanmalıdır. Bu noktada Cuntacılar hariç tüm subay
ve erler kadrosu, kazanılması gerekenler olarak görülmeli, ona göre davranılmalıdır.
Müslüman Kardeşler Hareketi zemininde kurulan tüm partiler, tek bir çatı altında toplanmalıdır.
Süreç ilerledikçe, şer ittifakı, Müslüman Kardeşler Hareketi içerisinde ihtilaf çıkarmaya çalışacaktır.
Bu noktada gösterilecek zafiyet, yıkımdır, dikkatli olunmalıdır.
21. Asır Haçlı seferlerinin amacı, İslam coğrafyasının, dini, etnik ve mezhebi olarak parçalanıp
kontrol altına alınmasıdır. Siyonizm’in güdümündeki şer ittifakının Küresel kapsamdaki yeni
stratejisinin bu olduğu ve İslam’ın her çeşidini boğmaya çalışıldığı asla unutulmamalıdır.
Ve “Kâfirler (ve işbirlikçi münafık kesimler) birbirlerinin velileri (himayecileri ve destekçileri)dir.
Eğer siz birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana
gelecektir.” (8 Enfal 73) tespitleri üzerinde dikkatle durulmalıdır.
İhsanoğlu neden tepkilerin odağına alınmıştı?
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik'in ardından Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın da,
İslam İşbirliği Teşkilatı'na ve Teşkilatın Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu'na "darbeye sessiz kalıyor"
tepkileri tam bir şarlatanlıktı.
Erdoğan’la Gül’ün Çabalarına Yazıkmış!
Twitter üzerinden sert bir açıklama yapan Çelik, “İhsanoğlu’nun ne iş yaptığını bilen var mı? Bu
zat, darbeden sonra Mursi’yi suçlamıştı” diye yazmıştı. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam İşbirliği Teşkilatı
Genel Sekreteri seçilmesi için Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük
çaba harcadığını hatırlatan Çelik, “Hatırladıkça ‘yazık’ diyorum, İslam İşbirliği Teşkilatı, böyle günlerde
sesini yükseltmeyecek de ne zaman yükseltecek. Yoksa teşkilatta herkes parası kadar mı etkin?
Yoksa General Sisi'ye giden paralarla İİT'nın suskunluk kaynağı aynı mı? Danimarka'nın, Hollanda'nın
sesi İİT'ından daha gür çıkıyorsa bu ne iştir?" diye yakınmıştı.
İstifasını basıp oradan ayrılırmış!
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Mısır’daki zulüm karşısında sessiz kalmasını eleştiren bir diğer isim de
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’dı. Bozdağ bu kuruluşun kralların çıkarlarının değil İslam’ın teşkilatı
olduğunu söyledi ve gazetecilerin bir sorusu üzerine şunları açıklamıştı:
"Teşkilat Genel Sekreteri olsam, ‘Bu zulüm karşısında İslam ülkelerini işbirliğine davet
ediyorum’ derdim. İşbirliğine yanaşmazlarsa ‘Böylesi zulüm karşısında sessiz kalmasının
onursuzluğunu taşıyamam’ diye devam ederdim. İstifamı basar, oradan ayrılırdım."
İhsanoğlu’nun Hüseyin Çelik'e yanıtı da utandırıcıydı!
Eleştiriler üzerine Hürriyet'ten Uğur Ergan'a konuşan İhsanoğlu şunları aktarmıştı:
“Benim yaptığım açıklama, BM Güvenlik Konseyi'nin açıklamasının gerisinde değildir. Aynı
seviyededir. Bazı arkadaşlar bunun ötesinde ifadeler duymak, dinlemek istiyor olabilirler. Ben şahıs
olarak herkesten daha fazla şeyler söyleyebilirim. Ama müşterek bir mekanizmanın hareketini,
konsensüsünü aramak zorundayım. Genel Sekreter demek, teşkilat demek değildir. İİT'nin 3 yıllık
zirve dönem başkanı da Mısır'dır.”
"Bizim sicilimiz ortadadır" diyen Ekmeleddin İhsanoğlu, Libya katliamına ortak olan Erdoğan ve
121
yandaşlarını dolaylı olarak kınamıştı:
İhsanoğlu NTV’ye verdiği demeçte özetle şunları anlatmıştı:
“Mısır’da ölenler arasında benim de yakından tanıdığım insanlar var. Zamanında Libya'da
Kaddafi'ye karşı ne AB, ne Arap Ligi ne de BM Güvenlik Konseyi'nin ağzı açılırken, Kaddafi'ye karşı
ilk açıklamayı biz yaptık. Bizim sicilimizin ne olduğu ortadadır. Bunun farkında olmayanlar, farklı
kanaatler ortaya koyabiliyorlar” diyerek kendini haklı çıkarmaya çalışmıştı.
“Mursi’nin, yine dindar ve İhvan’a yakın diye propaganda edilen Sisi’yi ordunun başına nasıl
getirdiğini sormak gerekir” diye havalar atan ve önceleri alkışladığı Mursi’yi suçlamaya çalışan Mustafa
İslamoğlu’na göre bundan ders çıkarılması lazımdı: “Acılarımızdan ders almazsak bunları bir daha, bir
daha yaşarız. Sadece Mısır’da değil her yerde bir basiret kıtlığı görüyorum. Aklımızın yerine ağzımızı
koyma zaafımız, bizi perişan ediyor. Yani slogan atıyoruz. Müslümanlar olarak en büyük problemimiz
bu. Duygumuzun seli, aklımızı yok ediyor. Bu yüzen plan yok, strateji yok, ince düşünce yok. Bunun
yerine bağırma, slogan, görünme var. Ama bu varlar, o yokların yerini tutmuyor” diyenlerin hala
Adil Düzen dışında hiçbir ilmi proje ortaya koyamamış olmaları… Erbakan Hoca’nın: İslam
Birleşmiş Milletler Teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslam Savunma Paktı, İslam
Kültür ve Eğitim İşbirliği Kurumları gibi İslami ve insani programlarına hala sahip bile
çıkmamaları, bunların ayarını ortaya koymaktaydı.
Bu Şeytani girişimler zalimlerin aleyhine sonuçlanacak, Darbeciler ve
destekçileri pişman ve perişan olacaktı!
Örneğin Arap baharı Batı’ya farklılıkları bir arada barış içinde yaşatma yeteneğini ispatlamaya
çalışırken, Mursi tam ters cephedeki Selefîlerin “şeriat” taleplerini dengelemek zorunda kalmıştı. Mısır’da
İhvan’ın Tunus’ta Nahda’nın önüne bir yandan eski işbirlikçiler, bir yandan da Selefiler ayak bağı olmuşlardı.
Ama sonunda İhvan, darbe ile devrilirken Selefîler darbeye verdikleri destekle bu hıyanetin altında kalıp
boğulmuşlardı. Bizdeki eski İrancıları, sonradan Hizbullah diye ortaya çıkanlarla aynı tıynet ve zihniyete
sahip selefiler Mısır darbesi ile rezil olmuşlardı. Daha önce her dört kişiden birinin oylarını alan Selefîlerden
Mısır’da geriye hiçbir şey kalmamıştı. Suud ailesinin, yıllar boyu yatırım yaptıkları Selefî hareketi, darbecilere
destek vermek adına bozuk para gibi harcanmıştı.
“ABD başta olmak üzere Batı dünyası, Mısır’da ve Suriye’de olanlara, İsrail’in güvenliği
açısından yaklaşmaktadır. Ateş çemberi içinde kalan İsrail dahil olmak üzere bu kan deryasının hiç
kimseye hayrının olmayacağını kısa zamanda fark etmeleri lazımdır. Asıl ve öncelikli sorun bölgenin
aktörlerinin omzundadır. Suud monarşisinin ve Körfez emirliklerinin bu kadar pervasız ve aracısız
sahaya inmeleri ve ellerindeki bütün sermayeyi tüketmeleri, bir şeylerin sona yaklaştığını da
hatırlatmaktadır. Darbeciler aradan geçen bir buçuk aya rağmen, hâlâ Mısır’ı yönetebilir hale
gelemediler ve giderek bu umutlarını kaybediyorlar. İhvan, stratejik bir karar ile direnişten vazgeçse
bile artık darbecilerin Mısır’ı yönetemeyecekleri açıktır. Darbeciler ve destekçileri kaybederken, silahlı
gücün ve paranın İslâm dünyasında bir anlamı kalmamıştır. Hem darbecilerin silahı, hem de Arap
monarşileri kaybetmiş durumdadır”59 diyen Fetullahçı Mümtazer Türköne, sanki İsrail’in güvencesi ve
geleceği için ABD’ye yol göstermeye çalışmaktaydı.
Üstelik Amerika da geri adım atmaya başlamış ve “Mısır’a yapılan
yardımları gözden geçireceklerini” açıklamışlardı!
Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, Mısır'a yapılan yardımların gözden geçirildiğini açıklamak
zorunda kalmıştı. Ülkedeki eylemler dolayısıyla gönderilmesi planlanan F-16 uçakların ve 'Parlak Yıldız' adlı
ortak askeri tatbikatının iptal edildiğini hatırlatan Earnest olayların sürmesi durumunda yeni kararlar
59 20.08.2013 / Zaman
122
alınabileceğini de hatırlatmıştı. Mısır'da yaşanan olayları bir kez daha kınadıklarını dile getirirken, barışçıl
gösteri yapan birçok kişinin geçici hükümetin uyguladığı şiddete maruz kaldığını ifade eden Earnest, bu
durumun Başkan Obama tarafından da kınandığını vurgulamıştı. Geçici hükümetin insan haklarına saygı ve
demokratik sivil bir yönetime geçmek konusunda vaatlerini yerine getirmediğini ve kendilerini bu konuda
başarısız bulduklarını söyleyen Earnest, askeri rejim tarafından atılan adımların ABD ve tüm dünyada
kaygıları artırdığını aktarmıştı.
Amerika’nın hiçbir kuklasına sürekli sahip çıkmayacağı, yeterince kullandıktan veya
başını ağrıtmaya başladıktan sonra bunları çok ucuza harcayacağı ise zaten bilinip
durmaktaydı.
Bu arada Sisi Cuntasının, Mısır’daki Müslüman Kardeşler teşkilatını etkisizleştirmek amacıyla, İhvanı
yasadışı sayacak, siyasi ve sosyal hizmetlerini yasaklayacak bir yola başvurması ise, olayları tamamen
çığırından çıkaracak ve başlarına daha büyük belalar açacaktır.
Sina’da 25 Mısır polisine şüpheli infaz!
Mısır'da geçen ay darbe yapan ordunun Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketini yasadışı ilan
etmeyi tartıştığı bir dönemde, Sina Yarımadası'nda 25 polisin öldürülmesi, ordu içindeki hainlerle
İsrail’in işbirliği içinde bu katliamı yapıp İhvan’ın üzerine yıkmaya çalışacaklarını hatırlatmıştır.
Minibüsle silahsız olarak görevlerinden dönen polisler, Gazze Şeridi sınırındaki Refah kasabası
yakınlarında silahlı kişiler tarafından yere yatırılarak kafalarına kurşun sıkılmıştı. Gözlemciler,
katliamın İhvan'ı terörizmle irtibatlandırmak için kullanılabileceğini vurgulamıştı.
Erkeksen gereğini yapmalısın!
Başbakan Erdoğan, partisinin il başkanları toplantısında yaptığı konuşmada Mısır’da yaşanan
gelişmelerin arkasında İsrail’in varlığını ve buna dair bir belgeye de sahip olduklarını açıklamıştı. 2011 tarihli
bir panelde konuşan Fransız Yahudi’si Bernard Henri-Levy’nin sözlerine atıfta bulunan Başbakan
Erdoğan’dan beklenen, derhal harekete geçmesi ve icra makamında olması hasebiyle “gereğini yapmasıydı”.
Suriye’ye müdahale konusunda oldukça iştahlı ve aceleci davranan Erdoğan’ın, Suriye’den bin beter
katliamların yaşandığı Mısır cuntasına karşı sadece kurusıkı laf atıştırması da dikkatlerden kaçmamaktaydı.
Erdoğan, 2 Haziran 2011 tarihli ve şu andaki İsrail Adalet Bakanı Tzipi Livni’nin de katıldığı bir panelde
konuşan Fransız Yahudisi düşünür Bernard Henri-Levy’nin, Müslüman Kardeşler’in seçimleri kazanması
durumunda, “Demokrasi bunu istiyor diyemem, bırakalım seçim süreci işlesin diyemem” yorumuna
göndermede bulunarak Levy’nin, aynı konferansta Mısır’daki seçimleri Müslüman Kardeşler’in kazanması
durumunda tutumunun nasıl olacağı sorusuna, “Bu durumda orduyu göreve çağırırım” şeklindeki yanıtını
hatırlatmıştı. Şimdi Sn. Başbakan’ın yapması gerekenler şunlardı!
• Öncelikle Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan “BOP gömleğini” çıkarıp eşbaşkanlıktan istifa
etmelidir.
• American Jewish Committee (Amerikan Musevi Komitesi-AJC) tarafından verilmiş olan Üstün
Cesaret Ödülü’nü iade etmelidir.
• İsrail’in güvenliği için Türkiye’ye konuşlandırılan Kürecik radar üssünü kapatıp Patriotları geri
göndermelidir.
• Dış politikadaki önceliklerimizi ve angajmanlarımızı “İsrail tehdidi” merkezli olarak yeniden
düzenlemelidir.
• En azından Danimarka ve Hollanda kadar gayret ve cesaret gösterip büyükelçileri geri
çekmelidir.
• Özür mizanseni ile ustaca üstü örtülen ve tazminat seviyesine indirgenen Mavi Marmara
katliamının hesabı “laf kalabalığına” getirmeden soruluvermelidir.
123
Bir ülkeyi kamuoyu önünde terör devleti ilan ederken bir yandan da o ülkeyle her türlü ilişkiyi
sürdürmek, ahmaklık değilse kendi halkını aldatmaktır.
Yaman bir çelişki yaşanmaktadır.
Sayın Erdoğan'ın İsrail konusunda neler söylediği ortadadır. İsrail kendisinin en
önemli seçim kozlarındandır. Sıkıştığı anda İsrail'e yüklenip durumu kurtarmaktadır.
Halkının haklı İsrail karşıtlığını ustaca kullanan Erdoğan bir anlamda tribünlere oynayıp
İsrail’in işini kolaylaştırmaktadır. Gelin Mavi Marmara katliamının ayrıntılarını hatırlayalım:
1- İsrail resmen özür dileyecekti.
2- Mavi Marmara kurbanlarının yakınlarına tazminat ödenecekti.
3- Gazze'ye uygulanan ambargoya son verilecekti.
Şimdi madde madde "tüm şartlarımız koşulsuz kabul edildi" kandırmacasını deşifre
edelim.
• "İsrail özür diledi" diyorlar ancak ortada bu özre dair hiç bir yazılı belge
bulunmamaktaydı. Bir devlet başka bir devletten özür diliyorsa bunun kaydının olması
lazımdı.
• İkinci şartımız İsrail'in Mavi Marmara kurbanlarının ailelerine tazminat ödemesi
konusunda ince bir detay ortaya çıkmıştı. Zira İsrail davasını geri çekmeyene tazminata
yanaşmamıştı, bu da ikinci kandırmacaydı.
• Üçüncü kandırmaca ise "İsrail Gazze'ye ambargoyu gevşetecek" açıklamasıydı.
Çünkü İsrail Gazze'ye ambargoyu bırakın kaldırmayı daha da ağırlaştırmıştı. Obama,
Erdoğan ve Netanyahu arasında o meşhur telefon görüşmesinin gerçekleştirildiği gün
Gazzeli balıkçıların 6 mil olan denize açılma hakkı 3 mille sınırlandırılmıştı. Ne diyelim,
kandırılmaya doymayanlar utansın!
124
“SİYONİZM’İN; ÖCALAN’LA DA,
ERDOĞAN’LA DA İŞİ TAMAMLANMIŞTI!”
Haftalar ve aylar öncesinden, Milli Çözüm Dergisi’nin hem yazılarında hem de konferanslarında
ısrarla hatırlattığı: “PKK’nın, sözde Kürdistan’ın “öz savunma gücü” olarak yeniden
yapılandırıldığı, tüm Güneydoğu’nun yeni Afganistan’a çevrildiği ve uyuşturucu tarlalarının
hızla yaygınlaştırıldığı” şeklindeki uyarılarını, “AKP’nin çözüm sürecini karalama girişimleri
ve Ahmet Akgül’ün komplo teorileri” olarak yorumlayanların, Şırnak-Cizre’deki PKK
çapulcularının resmigeçit töreniyle ve Lice’deki karakol baskınıyla birden bire gözleri açılıyordu. Ve
hele AKP’nin ve Recep Bey’in sayesinde ve gaflet siyasetiyle Suriye’nin kuzeyinde güçlenen
ve özerklik ilan eden PYD’nin (Suriye PKK’sı) Esad muhalifi El Nusra ile çarpışıp sonunda
Türkiye sınır bölgesindeki bütün karakolları ele geçirmesi herkesi şaşkınlığa uğratıyordu.
Başbakan’ın, iktidar kurmaylarının, yandaş yazarların ve yalaka yorumcuların, “bütün bu
gelişmelere karşı çıkıyor tavırları” ise, sadece halkın havasını alıp tepkileri yumuşatmayı ve dış
güçlerin talimatıyla Apo’yla varılan pazarlık anlaşmasına psikolojik hazırlık yapmayı amaçlıyordu.
Oysa bir şey unutuluyordu; Malum ve mel’un odaklar, geçiş sürecinde yararlandıkları figürleri, hedefe
yaklaşıldığı dönemde terk edip harcıyor, şımarık ve burnu kabarık elemanların nazını çekmek
istemiyordu. Evet, “Siyonizm’in; Öcalan’la da, Erdoğan’la da artık işi bitmiş” görünüyordu.
Başbakan’ın “Biz bu sürece canımızı koyduk” diyerek dolaylı biat tazelediği odaklar kimseye
acımıyordu. Ve zaten Cenabı Hak “Cezaen vifaka” (Nebe: 26) ayetiyle, herkesi işlediği suçlar
cinsinden cezalandırıyordu. Ve ister inanın ister inanmayın, bu başlığın atılmasını, bir rüya
âleminde Rahmetli Erbakan Hocam istiyordu.
Bir süre önce Gezi Parkı olaylarındaki tavrı nedeniyle Başbakan Erdoğan ile tartışıp istifasını
verdiği, ancak Cumhurbaşkanı Gül’ün ricası üzerine vazgeçtiği ileri sürülen Başbakan Yardımcısı
Bülent Arınç bunları yalanlıyor, haberi veren gazeteci ise haberinin doğruluğunda ısrar ediyor ve Sn.
Arınç’ın böyle bir gelişmenin yaşanmadığı konusunda “yemin etmesini” istiyordu. Başbakan
Yardımcısı ise bir TV programında “Gazetecilikte ve siyasette yemin etmek gibi kavram var
mı?” diye sorup geçiştiriyordu. Yoksa Fetullahçılara, yani CIA-MAHAT’a daha yakın duran Bülent
Arınç, Yahudi Lobilerinin Erdoğan’dan vazgeçtiklerini sezdiği için mi böyle davranıyor, hatta
Bursa’da katıldığı sünnet şöleninde, Başbakan’ın “Evlenenlerden üç çocuk istemesi” ile dalga
geçiyordu?
Gözden çıkarılmamak için malum merkezlere bağlılık ve saygınlık mesajları mahiyetinde:
“Çözüm süreci AKP’nin kurulmasıyla başlayıp bu günlere gelmiştir ve yoluna devam edecektir”
diyen Sn. Recep T. Erdoğan bu sözleriyle: “AKP’nin çözüm bahanesiyle Türkiye’nin çözülmesine yol
açacak Siyonist projeleri uygulamak üzere iktidara getirilmiştir” gerçeğini de itiraf ediyordu. Çünkü
ABD, 1997 yılında AKP’nin açılımını andıran daha doğrusu kaynaklık yapan bir rapor hazırlıyordu. Siyonist
Yahudi stratejistlerden Graham Fuller ve Henry Barkey, o raporlarında: “Türkiye’de bir değişim
gerçekleştirmek ve askeri olmayan yöntemlerle çözüm üretmek için, cesaretli bir siyasi lider
gerekmektedir” vurgusu yapıyordu. Ve artık herkes biliyor ki “O cesaret madalyalı lider” Sn. Erdoğan
oluyordu.
Ve tabi hatırlatalım; o mel’un odaklar ve hazırladıkları raporlar, “Erbakan’ın mutlaka iktidardan
düşürülmesini, siyasetten silinmesini ve yerine Erdoğan gibi taklitlerin getirilmesini de” öngörüyordu.
Yani sağcı ve solcu tüm Erbakan ve Milli Görüş karşıtları, aynı zamanda Amerikan uşaklığı yapıyordu.
Lice'de karakola neden karşı çıkılıyordu?
Diyarbakır'ın Lice ilçesinde karakol inşaatını engellemek isteyen grupla güvenlik
güçleri arasında çatışma çıkıyor, ölenler ve yaralananlar oluyordu. Emniyet ve istihbarat
125
birimlerinin Lice olaylarıyla ilgili değerlendirmesi: “Yıllık 500 milyon doları geçen
uyuşturucu gelirinden vazgeçmek istemeyen PKK’nın, ilçede zehir tarlalarına
yapılan kararlı operasyonları önlemek amacıyla Licelileri kışkırttığı, bunun için de
‘yeni karakol inşaatı’ bahanesini kullandığı” şeklinde oluyordu.
Örgüt, ilçe halkını kullanarak uyuşturucu baskınlarının önüne geçmeyi hedefliyordu.
Çözüm sürecini fırsat bilen örgütün uyuşturucu kanadı, bölgeye binlerce ton Hint keneviri
ekiyor, bu rakam geçtiğimiz yıl ekilen rakamın çok üstüne çıkıyordu. Bu nedenle Lice
kırsalında 100-150, Dibek’te ise 40 PKK’lı uyuşturucu tarlalarını korumak için “sınır dışına
çekilmeme” kararı alıyordu. Elde edilen telsiz konuşmalarında “tarlaları korumaya alın,
ekim alanlarını çoğaltın” talimatı verildiği tespit ediliyordu.
Tam da bu sırada ABD Büyükelçisinin terör örgütünün iyice azdığı ve küstahlaştığı bir
süreçte Van, Hakkâri ve Batman’ı içine alan gezisi acaba hangi amaçla yapılıyordu? Bu zat
Büyükelçi değil, sanki bölge valisi gibi davranıyordu!
Kandil’den isyan çağrısı yapılıyordu!
PKK, Lice olaylarını daha da büyütmeyi amaçlıyordu. Kandil'den gelen son mesaj bu yönde olmuştu.
Halka sürekli çağrı yapılıyor ve kışkırtılıyordu. Karakol yapımlarını bahane eden PKK bölgeyi daha da
germenin çarelerini arıyordu. Kandil’den gelen açıklamada "her yerde demokratik-siyasi-meşru eylemleri
yaygınlaştırarak yükseltmeye çağırıyoruz" deniliyordu. Ayrıca Kandil çağrısında “bölgeye yapılan baraj
yatırımlarının durdurulması” isteniyordu.
Murat Karayılan'ın işaretiyle başlayan karakol eylemleriyle Lice'de fitili ateşlenen yeni oyunda PKK’nın
hükümeti baskı altına alma manevrası seziliyordu. KCK'dan gelen Lice açıklaması ise olayları daha da
yayma peşinde olduklarını gösteriyor, AKP hükümetine yönelik "güvensizlik" vurgusu yapılıyordu.
“Demokratik Çözüm Süreci’nin ikinci aşamasında adım atması gereken AKP iktidarı, özellikle
son günlerde yoğunlaşan saldırılarıyla kuşku ve güvensizlik yaratan bir tutum içerisine girmiştir.
Sürecin ruhuna denk düşen bir zihniyet ve pratik adımlar atmak yerine, hiçbir umut ve güven
vermeyen bir yaklaşım, tarz ve üslup içerisindedir." İfadeleri dikkat çekiyordu. Ayrıca:
"Demokratik Çözüm Süreci’nde yeni karakollar inşa etmek, barajların yapımına hız vermek ve
korucu sayısını arttırmak, haklı olarak çözümden yana olan tüm kesimlerde büyük kuşku ve kaygı
yaratmaktadır. AKP iktidarı gerçekten barış ve demokratik çözümden yana ise, yeni karakolların ve
barajların yapımı ile korucuların sayısının arttırılmasını derhal durdurmalıdır" deniyor; Kandil
açıklamasında Lice'deki protestoların devam edeceği sinyali veriliyor ve bölge halkına da eylemleri yayma
çağrısı şu sözlerle iletiliyordu:
"Başta Amed halkı olmak üzere tüm Kürdistan halkını, AKP iktidarının katliam düzeyine varan
saldırılarına karşı, her yerde demokratik-siyasi-meşru eylemleri yaygınlaştırarak yükseltmeye
çağırıyoruz."
İktidar halkı aldatmaya devam ediyordu!
Lice’de karakol basma girişimi ile ilgili olarak, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, “Ergenekon uzantıları,
ulusalcı ırkçılar Lice’den büyük oyuna destek çıkarmaya çalışıyor. Çözüm Süreci, savaş baronlarının,
bu ülkenin çocuklarının kanı üzerinden amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlerin fena halde canını
sıkıyor” diyerek gerçekleri saptırıyordu.
Diyarbakır Valisi ise “Güvenlik güçlerince bölgede son dönemde gerçekleştirilen başarılı
uyuşturucu operasyonlarını engellemek, huzur ve asayişin temini için bundan sonra bölgede
yapılacak benzeri çalışmaların önüne geçebilmek için söz konusu saldırı eyleminin planlandığı,
bahse konu uyuşturucu faaliyetlerinden büyük menfaatler sağlayan grupların, çözüm sürecinin
başlamasıyla elde ettikleri gelirlerin kaybedileceği korkusuyla süreci sabote etmek maksadıyla böyle
bir girişimde bulundukları değerlendirilmektedir” şeklinde açıklama yapıyordu.
Zaten uyuşturucu geliri ile beslenen PKK adına Murat Karayılan, BDP adına Selahattin Demirtaş da
126
karakol inşaatlarından rahatsız olduklarını bildiriyordu. Tayyip Erdoğan ise, “Yeni karakol yapmıyoruz, 9
karakolu kapattık” diyerek PKK ile varılan mutabakatı deşifre ediyordu.
Özerk Kürdistan’ın temelleri atılıyordu!
Maalesef Lice'deki silahlı protesto gösterileri, Taksim direnişçilerinin sönmekte olan umutlarını yeniden
kabartıyordu. Taksim'den Lice'ye "Dayan Lice" diye çağrılar yollanıyordu. Cumhuriyet Gazetesi de
"Gezi'den Lice'ye köprü" diye manşetler atıyordu.
Oysa Lice'de olup bitenlere "demokratik hak arama eylemi" diyebilmek için, densiz ve dinsiz olmak
gerekiyordu. Karakoldaki işçilerin çadırlarını yakmayı, onlara silahla, molotofkokteyliyle saldırmayı, köylüleri
eyleme katılmaya zorlamayı "demokratik direniş" gibi gösterenler sadece kendilerini kandırıyordu.
Türkiye Cumhuriyetinin geçmişte zayıf ve dayanaksız oldukları için çok eleştirdiğimiz bu karakolları
güçlendirmeye çalışmasından daha meşru ve doğru bir şey yoktu. Hele hele, birtakım kendini bilmezler daha
şimdiden "Öz Savunma Gücü" olarak ortada dolaşmaya, ona buna kimlik sormaya başlamışsa, bu
karakollar daha bir önem kazanıyordu.
PKK'nın Güneydoğu’da, özellikle de kırsalda bölgesel kolluk kuvveti gibi davranmaya
başladığına dair haberleri epeydir alınıyordu. Kendilerine “Öz Savunma Gücü” adını veren
bazılarının yol kesip kimlik kontrolü yaptıklarını, piknikte eğlenen bazı gençleri sorgulamaya
kalktıklarını, hatta dövüp arabalarını yaktıklarını, ormana giden köylülerin önünü kesip ağaç
kesme izninin bundan böyle PKK’dan alınacağını hatırlattıklarını daha önce de duymuştuk.
Cizre olayı yeni bir sinyal oldu. Anlaşılan o ki, bazıları silahların bırakılıp demokratik
siyasete geçilmesini, Kürt bölgesinin PKK'nın (ya da PKK artıklarının) hâkimiyet alanı haline
gelmesi; adı konulmamış bir "kurtarılmış bölge" yaratma fırsatı olarak anlıyordu.
Normalleşme sağlandıktan sonra da, PKK'nın bölgedeki prestijinden (ve aynı zamanda yıllar
yılı yarattığı korku ve panikten) yararlanarak özerk bir konum elde edebileceklerini sananlar
fiilen harekete geçiyordu” tespitleri gerçeği yansıtıyordu.
Dolmabahçe ve Gezi sırları niye saklanıyordu?
Gezi Parkı protestolarında tüm gözler Taksim’de olduğu için Dolmabahçe’de yaşananlar tam
anlamıyla dikkatlerden kaçıyordu. İşte birkaç not:
 İçki içildi-içilmedi tartışmasını bir kenara bırakıyorum. O gece camiye giren göstericilerin
cami kapısını tekmelediklerini, cami görevlisine, “Eğer kapıyı açmazsan, kıracağız” tehditlerini
savurduklarını, biliyor musunuz?
 O gece Dolmabahçe Sarayı’nda görevli polislerin, “polis” yazan tüm tabelaları
sakladıklarını, sabit olanlardan “polis” yazısını kazıdıklarını, resmi üniformalarını çıkardıklarını,
biliyor musunuz?
 En ilginç olanı da şu: O gece Dolmabahçe-Beşiktaş hattında gösteriler devam ederken,
meçhul kamyonlar o ağaçlı yola su, kumanya, ilaç kolileri, yardım paketleri bırakıp gözden
kaybolmuştu! Bu kamyonlar kime aitti, biliyor musunuz?60
MİT ile MOSSAD, hasım mı, hısım mı oluyordu?
Bu arada Taraf Gazetesi, MİT’e dünyada sadece Esad’ın El Muhaberat teşkilatında olan yetkileri
veren yeni kanun taslağının tam metnini yayımlıyordu. Malum, modern demokrasilerin hiçbirinde hiçbir
kurum, hem iç istihbarat hem dış istihbarat yetkilerini bünyesinde bulunduramıyor, mahkeme kararı olmadan
dinleme yapamıyor, soruşturma dosyalarını savcıdan başka hiçbir kurum göremiyordu. Ama tüm bu yetkiler
El Muhaberat gibi MİT’te toplanıyordu.
Ve yine, Van Güroymak’ta beş polis ve bir vatandaşın şehit olduğu patlayıcının MİT tarafından
PKK’ya verildiğine ilişkin haber ortalığı karıştırıyordu. Bununla ilgili MİT personeline dava açılıyor,
hapis talep ediliyor, ama MİT’çilerin yargılanma iznini Başbakan’a bağlanan yasa çıkınca, mahkeme
60 Adnan Öksüz, Milli Gazete
127
izin istiyor ve Başbakan da izin vermiyordu.
Hayret Star gazetesi, Yasin El Kadı’nın Türkiye’ye gizli bir ziyaret yaptığını ve Hakan Fidan’la
görüşmelere katıldığını, içinde Başbakan’ın korumaları ve Usame Kutub’un bulunduğu araçla kaza
yaptığını yazıyor, bu iddia jonturk.com’da yayınlanıyordu. Bildiğiniz gibi sıkı ulusalcılardan eski bir
gazetecinin sahibi olduğu bir site oluyordu. Star Gazetesi ABD tarafından Başbakan’ın gazetesi
olarak biliniyordu. Yasin El Kadı ise ABD tarafından 11 Eylül’ün finansörü olarak görülüyor ve
hakkında BM nezdinde yapılmış pek çok kısıtlama bulunuyordu. Ve şimdi bu haber Başbakan’ın
gazetesinde yer alıyor, üstelik de Kadı’nın Başbakan’ın korumasıyla aynı araçta olduğu söyleniyordu.
TSK İç Hizmet Kanunu 35. Madde’den daha fazla yetkiyi MİT’e veren Yeni Kanun
Taslağı her ne hikmetse, MOSSAD Başkanı Tamir Pardo’nun Türkiye’ye gelip MİT Başkanı
Hakan Fidan’la üç gün boyunca yaptığı gizli görüşmelerden sonra olgunlaşıyordu. Hem de
“İsrail Hakan Fidan’ın MİT Başkanlığından çok rahatsız oluyor” palavraları altında
bütün bunlar yürütülüyordu.
PKK'lıların yüzde kaçı çekiliyordu?
Bu konudaki iddialarımızı “asılsız ithamlar” sayanlar Başbakan'ın, "PKK'lıların yüzde 15'i çekildi"
açıklamasıyla sarsılıyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, İstanbul'daki Akil İnsanlar Heyeti
toplantısında yaptığı "PKK'lıların sadece yüzde 15'i çekildi" açıklamaları gündeme bomba gibi düşüyordu.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ise: "Basın yayın organlarında yer alan haberlere
baktığımızda sanki terör örgütü mensupları Türkiye topraklarını tamamen terk etmiş gibi bir algı var,
ama bu algı gerçeği yansıtmıyor. Bu süreç devam ediyor" şeklinde konuşuyordu.
BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da konuyu Diyarbakır ‘da değerlendiriyor:
"Bildiğimiz kadarıyla PKK'lıların yüzde 80'i belki daha fazlası yerlerini terk etmiş ve sınır hattına
doğru ilerliyorlar ne kadarı sınır hattını geçti ne kadarı hareket halinde bilemiyoruz ama çok büyük bir
kısmı yerlerini terk etmiş durumdalar" diyerek yeni yalanlar savuruyordu.
GKB Sn. Necdet Özel'e anlamlı bir mektup yazılıyordu!
Emekli Öğ. Kd. Alb. Candan Yıldızhan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e bir mektup
yazıyor bir suretini de Arslan Bulut’a gönderiyordu:
“Sayın ‘Özel’ Orgeneralim;
 Ülkemizin ve milletimizin bölünmez bütünlüğüne kast içinde olduğu her eylemi ve beyanı ile
açık olan terör örgütü tarafından 20 Haziran 2013 tarihinde Hakkâri ili Yüksekova ilçesi İkiyaka
Dağları’ndan Asayiş Kolordu Komutanınızın da içinde hazır bulunduğu komuta kontrol helikopterine
ateş açılmıştır. Ancak makamınızca bu durum karşısında kamuoyuna sadece; ‘kaçınma manevrası
yapılarak ateş bölgesinden süratle uzaklaşıldığı’ şeklinde bir açıklama ile yetinilmiş ve adeta
teröristlerden kaçıldığı beyan edilmiştir. Makamınızca bölücü teröristlere yönelik meşru müdafaa
hakkını kullanacak bir irade ve kararlılık sergilenememiştir.
 Kamuoyu, mevcut iktidarın icraatlarına yönelik demokratik (görünümlü kaotik N.H) eylemler
ve bunlara yönelik hükümetin sergilediği hukuk dışı tepkilerle meşgul olurken; bölücü terör örgütü ve
uzantısı oluşumlarca Güneydoğu Anadolu Bölgesi ‘Kuzey Kürdistan’ olarak ilan edilmiştir. Bu
doğrultuda Diyarbakır’da ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’ adı altında düzenlenen
konferansa ve bu konferansta alınan bölünme kararlarına makamınızca kör ve dilsiz kalınmak
suretiyle bir anlamda onay verilmiştir.
 Şırnak’ın Cizre ilçesinde bölücü teröristlerce ‘Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ adı
altında sözde ’asayiş’ birimleri oluşturulmasına; yol kesip, kimlik kontrolü yapmalarına kayıtsız
kalmak suretiyle, bölünmeyi realize ve sembolize eden bu girişimlere makamınızca daha etkin
tedbirler beklenmektedir.”61
61 01.07.2013, Yeniçağ (Not: O makama karşı münasip görmediğimiz bazı kelimeler yumuşatılmıştır. A.A.)
128
PKK, TC’ye tehditler savuruyordu!
Terör örgütü PKK lideri Öcalan’la başlatılan çözüm süreci çözülmeye doğru ilerlemeye devam
ediyordu. Güneydoğudan güvenlik güçlerinin çekilmesiyle bölgede adeta at koşturan PKK kirli faaliyetlerini
pervasızca sürdürüyordu. Çözüm süreci nedeniyle oluşturulan boşluktan faydalanan örgüt, şehir ve gençlik
yapılanmalarına ağırlık veriyor, bölgenin belli yerlerinde ‘asayiş’ birimleri oluşturmaya başlıyordu. Örgütün
kurduğu Yurtsever Demokratik Gençlik- Hareketi (YDG-H) askeri kurallara göre tören düzenleyip, diploma
veriyordu. YDG-H’nin faaliyetleri bununla da sınırlı kalmayıp halka içinde tehdit ifadelerinin yer aldığı bildiriler
de dağıtıyordu. Şırnak’ın Cizre ilçesinde evlere ‘Botan Halkına ve Yiğit Gençliğine’ başlığıyla dağıtılan
bildiride ‘Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış bizim savaş gerekçemizdir’ ifadeleri ise oldukça dikkat
çekiyordu.
“Bilindiği üzere özgürlük hareketimiz ve halkımız için tarihsel ve kritik günler yaşanmaktadır.
Kırk yılı aşkındır özgürlük hareketimiz ve halkımızın büyük bedellerle verdiği özgürlük mücadelesi
artık zaferin eşiğine dayanmıştır. Köleliğin en derinini yaşayan, duyguları, ruhu bedeni esir alınan,
soykırımların en vahşisine maruz bırakılan halkımız yeniden diriltilmiştir; özgür insanlık ailesinin bir
ferdi olmayı imkân dâhiline sokmuştur. Kuşkusuz bunda değerlerimizin yaratıcı mimarı önder Apo ve
kahraman şehitlerimiz belirleyici olmuştur. Önderliğimiz son on beş yılı zindanda kırk yıl boyunca
olağan üstü hamleler geliştirmiş adeta dönemin ve tarihin akışını değiştirmiştir. Önder Apo’nun
direniş hamlelerinin sonuncusu; gerillada büyük devrimci hamle başlatmış, zindanlarda eşi benzeri
görülmemiş bir direniş yaratmış ve halkı büyük serhildanlara (isyanlara) kaldırmıştır. Bu büyük
direniş karşısında çaresiz kalan sömürgeci barbar T.C., önderliğimize teslim olmak zorunda
kalmıştır. Ancak iktidar kibirli ve soykırımcı AKP; bu yenilmişliğini gizlemek için satın aldığı özel
savaş medyası ve onurlarını satan kalemşorlar tayfası üzerinden kendisini güçlü gösterme çabası
içerisindedir. Sanki yenilen özel paralı ordusu değil de özgürlük gerillasıymış gibi bir algı
yaratmak istemektedir. Hakeza önderliğimiz ve hareketimizin iyi niyetli demokratik çözümden yana
olan çabalarının sonucu ilan edilen ateşkes süreci medya üzerinden bir silah bırakma ve her şeyin
sonu olarak yansıtılmaktadır.”
“Anavatanımız Kürdistan hala işgal altındadır!” küstahlığı sergileniyordu
Bölgede dağıtılan bildirinin devamında ‘Başta Kürdistan gençliği olmak üzere tüm halkımız
mücadele bayrağını radikal ve yüksek tutmada en ufak bir gevşeme yaşamamalıdır’ şeklindeki
ifadelerle halkı ayaklandırmaya çalıştığı görülüyor. Söz konusu bildiride yer alan ifadeler şöyle devam
ediyor, “Basında çokça işlenen barış tartışmaları halkımızda sürece karşı bir muğlaklık
yaratmaktadır. Oysaki bir barıştan bahsedebilmek için barışan tarafların eşit koşullarda olması
gerekmektedir. Lakin biz sömürgeci T.C ile eşit koşullara sahip değiliz. Anavatanımız Kürdistan hala
işgal altındadır, önderliğimiz ağır tecrit koşullarında İmralı ölüm çukurundadır. On binlere varan
yoldaşımız sömürgeciliğin esir kamplarında bulunmaktadır. Onun için başta Kürdistan gençliği olmak
üzere tüm halkımız mücadele bayrağını radikal ve yüksek tutmada en ufak bir gevşeme
yaşamamalıdır.”
“Askerlik yapılmaması” yönünde talimat veriliyordu!
Öcalan’ın devletle yaptığı görüşmeleri ile ilgili ifadelerin de yer aldığı bildiride ‘faşist’ rejimi
Kürdistan’dan söküp atılması gerektiği yönünde ifadeler de yer alıyordu. YDG-H’nin dağıttığı bildiride,
“Önder Apo’nun İmralı’da yürütmekte olduğu görüşmeler topyekûn direnme mücadelesinin bir
parçasıdır. Önderlik görüşme masasında Kürdistan kadını, gençliği ve halkının büyüttüğü
mücadeleden güç alacak ve adım adım özgürleşecektir. Onun için komutan Agit’in ruhuyla mücadele
alanlarına akmalı faşist zorba rejimi Kürdistan’dan söküp atmalıyız. Buna bağlı olarak artık halkımızın
sömürgeci rejimle olan zihni ve fiziki bağlarını koparması gerekiyor, bunların başında da sömürgeci
Türk devletinin ordusunda yapılan askerliktir.” deniyordu.
“T.C.’ye askerliği meşru gösterenler ajan ve işbirlikçi olarak görülmelidir” tehdidi
129
savruluyordu!
Kürt gençlerinin askerlik yapmaması yönünde çeşitli emirlerinde yağdırıldığı söz konusu bildiride,
“Yıllarca Türk devletinin sömürgeci çıkarlarına denk bir şekilde örgütlendirilmiş Türk ordusu
Kürdistan’da ise benzeri görülmemiş zulüm politikalarının pratik uygulayıcıları olmuştur. Kürdistan
ulusal kurtuluş mücadelesinin doğuşunda sömürgeci Türk ordusu hunharca bir saldırıya yönelmiştir.
Köylerin yakılması, küçük çocukların katledilmesi, kadınlara yönelik taciz ve tecavüz karakterli
saldırılar bunlara sadece birkaç örnektir. Askerlikle Kürt toplumunun bireyleri düzeni
içselleştirilmekte, aykırı yönleri törpülenmekte ve devletine ve üstüne (hâkim ulusuna) biat eden, köle
hale getirilen bir çizgiye çekilmektedir. Sömürgeciliğin en güçlü sızmalarından ve meşruiyet
araçlarından biri olan askerlik bundan sonra onurlu ve yurtsever Kürt gençliği ve aileleri tarafından
mahkûm edilmeli ve açıktan askerliğe giden, toplumuna ve değerlerine ihanet etmiş olarak teşhir
edilmelidir. Askerliği meşru gösterenler ajan ve işbirlikçi olarak görülmelidir. Artık hiç kimse
sömürgeciliğe ve işbirlikçiliğine karşı sessiz kalmamalıdır” şeklinde küstahlık kusuluyordu.
“Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış, bizim savaş gerekçemizdir” deniyordu!
Son zamanlarda barış güvercini olarak gösterilen örgütün gençlik yapılanmasının dağıttığı bildiride
‘Önder Apo’nun özgür olmadığı bir barış bizim savaş gerekçemizdir’ ibaresinde ne kadarda barışsever
olduğu net bir şekilde görülüyordu. Söz konusu bildiri “Gün hakilerden Hayri ve Kemallere ve şahadet
yıldönümünü yaşadığımız komutan AGİT’lerin Sara ve Akiflerin özgür vatan hayallerini
gerçekleştirme günüdür. Bu temelde gerillanın ilan ettiği ateşkes süreci bizlerde bir rehavet
duygusuyla ölçülerde liberalleşme yaklaşımları geliştirmemeli aksine çaresiz kalan T.C. Devletini
bütün kurum ve kuruluşlarıyla ordu ve polisiyle, memuru ve işbirlikçi ajanıyla Kürdistan’dan kovma
demokratik bağımsız özgür konfedere Kürdistan’ı kurma günüdür. Son olarak şu açık ve net olarak
bilinmelidir ki “Kürdistan’da sömürgeciliğin kökünü kurutmanın zamanı gelmiştir. Önder Apo’nun
özgür olmadığı bir barış bizim savaş gerekçemizdir” şeklindeki tehdit ifadeleriyle son buluyordu.
BDP'nin ana talebi; “Öcalan’a özgürlük” oluyordu!
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), çözüm süreciyle ilgili ikinci aşamadaki taleplerini
açıklıyordu. BDP’nin hükümetten adım atmasını istediği talepleri arasında cezaevlerindeki KCK’lıların
bırakılması, karakol, baraj ve HES yapımlarının durdurulması, anadilde eğitimin başlatılması ve
kullanılması, Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile koruculuğun kaldırılması ve seçim barajının
düşürülmesi yer alıyordu. BDP, böylece Siyonizm’in (dış güçlerin) kiralık tetikçisi gibi davranıyor yani
cesareti hıyanetinden kaynaklanıyordu.
BDP, ana taleplerinin ise terörist başı Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü olduğunu belirtiyordu. BDP, halkı
ve tüm ezilen ve yok sayılan(!) toplumsal kesimleri, demokratik mücadeleyi yükseltmek için iktidara;
‘Hükümet Adım At’ demeye çağırıyordu. Konuya ilişkin bir açıklama yapan BDP, ‘Hükümet Adım At’
kampanyasının hükümetin bu aşamada üzerine düşen sorumluluğu sürekli hatırlatacak, süreci akamete
uğratacak yaklaşımlardan uzak durmasını sağlayacak önemli bir hareket olacağını bildiriyordu. Her
zamankinden daha fazla demokratik ve sivil eylem ve aktivite geliştirilecek bir sürece girildiğini belirten BDP,
“Çatışmasızlığın kalıcılaşması ve barışın sürdürülebilir kılınması için her yerde, herkesle ‘Hükümet
Adım At’ denilmesini bekliyoruz. Kendi renkleri, talepleri ve duruşlarıyla tüm demokrasi ve özgürlük
güçlerini alanlarda iktidara ‘Hükümet Adım At’ demek için birlikte olmaya davet ediyoruz. Demokratik
çözüm hamlesinin, hükümetin yerine getirmesini istediği ana talep Sayın Abdullah Öcalan’ın
özgürlüğüdür“ ifadelerini kullanıyordu.
BDP’NİN Talepleri
BDP, ‘Hükümet Adım At’ diyeceği başlıkları da şöyle sıralıyordu:
 “Başta hasta tutsaklar olmak üzere tüm tutsaklar serbest bırakılsın
 Karakol, baraj ve HES yapımları kesin olarak durdurulsun
 Ekoloji tahribatı ve katliamı son bulsun
130
 Askeri yığınak hali son bulsun. Asker, polis, akrep, TOMA, panzer halkın içinden kışlalara
ve karakollara çekilsin
 Anadilde eğitim başlatılsın, anadilin kullanılması önündeki tüm engeller kaldırılsın
 TMK ve antidemokratik yasalar kaldırılsın
 Koruculuk kaldırılsın
 Seçim barajı düşürülsün
 Kadına karşı şiddete dönük gerekli tedbirler alınsın ve failler cezalandırılsın”
BDP’NİN Eylem Takvimi
BDP, 3 aylık ‘Demokratik Çözüm Hamlesi’nin ilk ayının planlamasını da açıklıyordu. 30 Haziran- 6
Temmuz arası kitlesel yürüyüşler başlatılacak. Diyarbakır, Adana, Mersin, Gaziantep, Van, Mardin,
Şanlıurfa, Şırnak, Muş, Ankara, Sivas, Hakkâri, Bitlis, Adıyaman, İstanbul, Batman, Ağrı, Siirt, Bingöl, Iğdır
illerinde eylemler yapılacak” deniyordu.
“Alevistan”ın temelleri Tekke ve Zaviyeler Kanunu değiştirilerek mi” atılıyordu?
Alevi açılımına yeni bir soluk getirmek isteyen Hükümet, cemevlerine ve dedelere yasal statü
kazandırmak için 88 yıllık Tekke ve Zaviyeler Kanununda değişikliğe hazırlanıyordu. Alevi Açılımı'nı devam
ettirmek isteyen hükümet, Alevilerle yapılan istişarelerden sonra yol haritası hazırlıyordu. İlk adımda,
cemevlerine ve Alevi inancının liderleri olan dedelere statü ve kamu yardımı yapılması hedefleniyordu.
Ancak bu gibi yerlerin ve ünvanların kullanımını yasaklayan Tekke ve Zaviyeler Kanunu' engelini kaldırmak
gerekiyordu. Bunun için de Cumhuriyetin inkılâpları arasında olan 88 yıllık Tekke ve Zaviyeler Kanunu'nun
değiştirilmesi planlanıyordu.
Mehmet Ali Berber'in Sabah gazetesinde yer alan haberine göre, yasal değişiklik ile "Alevi
dedelerine yasal statü ve maaş, cemevlerine de kamu yardımı ile yasal statü kazandırılması"
düşünülüyordu. 1925'te yürürlüğe giren tek maddelik kanun, cami dışında tüm tekke, dergâh ve
zaviyeyi kapatırken, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik gibi tüm unvanların
kullanımını yasaklıyordu. Şimdi yeni bir değişiklik ile bu yasak ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu.
Yasanın, Atatürk İnkılâbı olmasından ve sembolik anlam taşımasından dolayı önce toplumda
tartışılması planlanıyor, destek için muhalefetin ve özellikle CHP’nin kapısının çalınacağı ve Ekim
ayında yüksek bir mutabakat ile Meclis’e sunulacağı konuşuluyordu.
Evet, böylece resmen, fiilen ve alenen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelleri
dinamitlenirken; bir zamanlar Erbakan’ın milli, hamiyetli ve bereketli girişimlerine irtica
bahanesiyle hücum eden haysiyetliler(!) bugün nerede saklanıyordu?
131
AKP ve Cemaatle İlgli Tenkitlerimiz
MİLLİ VE MANEVİ MESULİYETİMİZ İCABIDIR
Hem karşılaştığımızda, hem telefon konuşmalarımızda:
 Hükümete ve Cemaate haksız yere saldırdığımızı ve hayırlı hizmetlerini hesaba katmadığımızı
 Milli Görüşçülükle Atatürkçülüğün asla uyuşmadığını ve bu nedenle gereksiz ve temelsiz
iddialara kalkıştığımızı
 “Adil Düzen”in, içi doldurulmamış sloganik bir söylem olduğunu, böylesi hamasi ve hayali
projelerle, reel bir sistem olan “Küresel Düzen”in karşısına çıkılamayacağını
 “Siyonizm’in yakında çökeceği ve Adil Düzen’in hâkimiyeti” konusunda insanları boşuna
umutlandırdığımızı
Hatırlatıp bizi uyaran, hatta yumuşak şekilde “fesatçılıkla” suçlayan dostuma, önce
hakkımızdaki duygu ve düşüncelerini açıkça paylaştığı ve “paylar gibi” davransa da, arkamızdan
konuşmadığı için, tebrik ve takdirlerimi sunuyorum. Ayrıca, bu konulardaki gerçeklerin
açıklanmasına vesile oldukları için de kendilerine teşekkür ediyorum.
Öncelikle bizi tenkit, hatta tahkir ettikleri hususlardaki kanaat ve gayretlerimizin, öyle
kendi kafamızdan ve kuruntularımızdan kaynaklanan “saplantı ve saptırmalar” olmayıp,
Kur’an-ı Kerim ayetlerinin ve Hadis-i Şeriflerin açık buyruklarına, geçmişteki ve
günümüzdeki ilim ve irfan erbabının beyanlarına dayandığını, Müslümanların ve insanlığın
ihtiyaçlarını karşılamayı ve bu zillet ve sefaletten kurtarmayı amaçladığını, özellikle
belirtmek istiyorum.
A- AKP Hükümeti ve Fetullah Gülen Hareketi ise, ettikleri hizmetler, verdikleri
hezimetlerin yanında hiç kalan oluşumlardır. Kur’an’ın günah-sevap kefesinde ve
vicdan terazisiyle tartıldığında korkunç tahribatları ortaya çıkmaktadır!
Cemaat:
 Sözde değil, ama fikren ve fiilen Kur’an’ın şeriat hükümlerini ve İslami adalet ölçülerini
gereksiz saymakta
 Haçlı emperyalistlere ve Siyonist Yahudilere yaranmak hatırına, Kelime-i Şehadet’in
“Muhammedün Resulüllah” rüknünü bile kaldırmakta
 “Dinler Arası Diyolog” safsatasıyla, batıl ve bozuk felsefelerle İslamiyet’i karıştırıp-barıştırıp
yozlaştırmakta
 ABD ve AB’nin Müslümanlara ve mazlum insanlığa yönelik işgal ve sömürülerine taşeronluk
yapmakta
 Zalim ve kâfir odakların cinayet ve rezaletlerine mazeret ve meşruiyet uydurmakta
 Cihat (Devlet ve hâkimiyet) ruhu köreltilip, küresel emperyalizmin dindar ve demokrat
gönüllüleri haline getirilmiş bir nesil hazırlamakta
 İslami temellere ve insani hedeflere odaklı saf ve sağlam hareketleri körletip
kısırlaştırmaktadır.
Bu Milli ve manevi tahribatlarını kesin belgelerle anlattığımız 900 sayfalık “Küresel Fesatçılık ve
Fetullahçılık” kitabımıza bir satır itiraz bile yapılamamıştır. Açtıkları mahkemeler de bizim lehimize
sonuçlanmıştır. Ve yine 1200 sayfalık “Cumhuriyet Türkiye’sinde Nifak Hareketleri” kitabımız,
bunların sapkınlık bataklığını ve karanlık bağlantılarını ortaya koymaktadır.
AKP ile Cemaat arasındaki çatışmayı anlatmak için, o malum şarkıyı şöyle
değiştirmek lazımdı:
“İkimiz bir CIA’nın
Güller açan dalıyız.
132
Sen şöhret, ben riyasete
Gönülden sevdalıyız….
ABD’nin teşvikiyle
Sen benimle, ben seninle
Aşk için dalaşmalıyız..”
M. Ali Birand’ın: 19 Haziran 2012 Hürriyet gazetesinde:
“Gülen ne yargıya, ne askere, ne de AKP’ye güvenmiyor?” yazısında:
"Askerin bir yolunu bulup kendisini tutuklatmasından, yargı tarafından da bir
daha kafasını kaldıramayacak ağırlıkta bir cezaya çarptırılmaktan korkuyor.. Ve tabi
AKP’nin kendisini kollayıp kurtarabileceğine inanıp güvenmiyor” tespitleri aslında çok
şeyi anlatmaktaydı.
Fetullah Gülen, “İsa Mesih”miş!?
“Bu kutlu işte her ülkeden insanlar işbirliği yapacak, tarihte emsali görülmedik şekilde Doğu
Batı bütünleşmesi sağlanacaktır. Bundan dolayı hadisi şeriflerde bu kutlu tekevvün (oluş ve doğuş)
Hz. İsa’ya atıfla MESİHİYET olarak ifade buyrulmaktadır. Kur’an elbette kendi asli dilinde okunacak,
fakat Kur’an asıl temsilini bir defa daha Türkçede bulacaktır. İşte Türkçe olimpiyatlarında tüten
mana bu Mesihi temsilin soluklarıdır” (18 Haziran 2012, Zaman, Mesihi Soluklar)
Bu sözleriyle Ali Ünal, Fetullah Gülen’in “Mesih”lik rolünü, yani ahir zamanda inmesi
müjdelenen Hz. İsa (AS) olduğunu, dolaylı şekilde vurgulamaya çalışmaktaydı. Ve tabi Başbakan
tarafından çağrı yapıldığı halde, Türkiye’ye dönememenin acizliği ve hasreti içinde çaresiz ağlamasını
bile, “Aziz”lik sayanlar, herhalde bu safsataya inanmaktaydı!?
Fetullah Gülen, Amerika’yı ve AKP iktidarını arkasına almasına rağmen, hangi
güçten korkmaktaydı?
Başbakan’ın “Türkiye’ye dön” çağrısına yanıt veren Fethullah Gülen, Türkiye'ye dönmeyeceğini
açıklamıştı. Konuşması sırasında zaman zaman gözyaşlarına hâkim olamayan Gülen, konuşmasını
tamamlayamamıştı.
Gülen, "Türkiye'ye geri dönecek misiniz?” sorusu üzerine şunları vurgulamıştı:
"Bunu hemen söyleyeyim: O, kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil; sayın Cumhurbaşkanının
da, açıktan açığa dedikleri oldu, bir vasıta ile bana söyledikleri de oldu. Ricâl-i devletten daha
başkaları da kendilerine yakışan o civanmertliği sergilediler; bugüne kadar ben defaatle duydum, o
arkadaşlardan yanıma gelenler de aynı şeyleri teklif ettiler; “Artık Türkiye’ye gelme zamanı değil mi?”
dediler. Şimdi, onlar bununla kendilerine düşeni, kendilerine yakışanı yapıyorlar. Ben de kanaat-i
âcizânemce bana yakışanı yapmam lazım. Şimdi onlar davet ederler, gel derler, normaldir.
.....(Ülkeye dönersem) bazı yakışıksız şeyler olabilir diye, ben hiçbir zaman “böyle başıma dert
açacağım” mülahazası yaşamadım.
.….Gittiğimde oraya, birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar
vermek suretiyle, idareyi zor durumda -yüzde bir ihtimalle- bırakacaklarsa şayet, Türkiye’deki olumlu
şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı;
ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dau’s-sıla deyip sıla sevdasıyla,
kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak, burnumun kemikleri sızladığı
anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak, yaşayacağım...
.….(Ne var ki) Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu
ederim. Bunu da benim vasiyetim sayın!.. Ama yaptığım şeylerde, düşüncelerimde, planlarımda,
gayretlerimde, milletime, ülkeme zerre kadar zarar gelmesine razı olamam. Yüzde bir ihtimalle de olsa
razı olamam ona. O talep eden arkadaşlarımız, devlet büyüklerimiz kusura bakmasınlar!.. Talep
etmeleri onların civanmertlikleri, ama benim bu mevzuda düşünmem de, onlara karşı, onların yaptığı
şeylere karşı saygımın gereği…"
133
Evet, bu sözlerin Türkçesi: Beni Türkiye’ye götürmeye ve sahiplenmeye, ne
Cumhurbaşkanı’nın, ne Başbakan’ın, ne de diğer büyük(!) devlet erkanının ve
maalesef ne de Amerika’nın gücü yeterli olmamaktadır!.?.
“HSYK’nin “haziran atamaları”nda 2 bin 335 savcı ve yargıç yer değiştirdi ve özel yetkileri alındı.
Ergenekon, Balyoz, Şike davasının savcıları, KCK davasının mahkeme başkanı, bir de Hrant Dink davasının
yargıcı başka görevlere atandı” diye “Cemaatin” huzuru kaçtı sananlar aldanmaktaydı.. Çünkü Ergenekon ve
Balyoz gibi iki önemli davanın iddianamesi zaten çoktan hazırlanmıştı.
Kimse AKP iktidarıyla Gülen cemaatinin birbirlerini boğazlayacaklarını ummasın. Çünkü her
ikisi de ABD patronlarının verdiği rolü oynamaktadır. Fetullahçıların tek sıkıntıları: “Bir darbe veya
beklenmedik milli bir hamle olursa ne yaparız?” korkularıdır! Çünkü Süleyman Demirel bile hâlâ
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyelerinin: “Bir askeri darbe olabilir mi?” sorusunu:
“Bilemem!” şeklinde yanıtlamaktadır. Defalarca yazdık, tekrar hatırlatalım: Fethullah Gülen, ABD’de
bu korkuyla yaşadığı için Türkiye’ye dönüş yapamamaktadır ve tabi ABD’nin de gücünü aşan bir
durum vardır!
“Uzun bir yolculuğun sonunda Cemaat bu noktalara taşındı.
Turgut Özal döneminde ivme kazandı, Süleyman Demirel’le doruğa ulaştı, Bülent Ecevit’in
başbakanlığında zirve yaptı. Hatta Gülen hareketini Necmettin Erbakan bile durduramadı” diyen
Hikmet Çetinkaya’nın bu sözleri, Erbakan Hoca’nın ABD ve işbirlikçilerince dışlandığının itirafıydı.
İşte bu Bay Fetullah Gülen yıllardır ABD’de yaşamaktadır. Kendisinin ve yakın çevresinin Pentagon,
CIA ve FBI’yla sıkı bir dostluk ilişkisi olduğunu artık bilmeyen kalmamıştır.
“Arizona Eyaleti Tucson kentinde bulunan (Davis Monthan Air Force Base) Hava Üssü’nde
açılan Sonoran Science Academy adlı okulda Fetullahçılar ortaokul ve lise eğitimi
yaptırmaktadır. Burası ABD Hava Kuvvetleri’nin en önemli üssü konumundadır. 6 bin asker 1700 sivil
görev yapmakta ve 13 bin emekli asker bu yörede oturmaktadır. Çok sayıda ABD savaş ve
bombardıman uçağı bu Davis Monthan’dan havalanarak Irak ve Afganistan savaşlarında
kullanılmaktadır. Ayrıca Gülen hareketinin ABD’nin 26 eyaletinde 131 sözleşmeli okulu
bulunmaktadır. Bu okullar Teksas’tan Kaliforniya eyaletine değin uzanmaktadır.”62
Şimdi akıl ve vicdan ehline şu soruyu sormak lazımdır: ABD mi F. Gülen’i
kullanmaktadır, Yoksa F. Gülen mi ABD’yi kullanmaktadır? Değil başka ülkelerden
gelen sığınmacıların, Amerikan vatandaşlarının bile girip çıkamadığı bu askeri
bölgelerde okul açtıran, Hocaefendinin kerameti mi olmaktaydı, yoksa Yahudi
Lobilerinin, ılımlı İslamcı hizmetkârlarına bir şefaatı mıydı?
AKP ise:
 Erbakan’ı etkisiz ve çaresiz bırakmak
 Milli Görüş’ün kökünü kurutmak
 Ama; “Milli Görüş’ün devamı ve Erbakan’ın adamları” kılıfıyla toplumu AKP’nin peşine takıp
oyalamak
 Siyasi ve ekonomik ihtiraslar uğruna tüm kutsalların pazarlanmasını ve sonunda Türkiye’nin
parçalanmasını sağlamak
 AB cenneti(!) hayali ve ABD’nin yüksek himayesi(!) uğruna bütün kurumlarımızın ve
kazanımlarımızın elimizden çıkmasını kolaylaştırmak
 Ve en beteri, toplumdaki Milli ve manevi duyarlılıkları törpüleyip, dünyacı ve neme lazımcı
kalabalıklar oluşturmak üzere boyunlarına cesaret (esaret) madalyası takan ve BOP’un eş kâhyalığına
atayan Yahudi Lobileri eliyle iktidara taşınmış ve iyice aşınıncaya kadar orada tutulmaya, sonra da
ANAP gibi tarihin çöplüğüne atılmaya hazırlanmışlardır.
62 Bak: Yılmaz Polat; 10 Nisan 2012, Yurt Gazete
134
Bu gerçekleri, belgeleriyle anlatan tam 7 kitabımıza bir cümle bile yanıt veremeyen ve inkâr edemeyen
AKP, sadece etkiledikleri hukuki girişimler ve hakaret gerekçesiyle on binlerce liralık tazminatlarla bizleri
susturmaya çalışmışlardır.
ABD’li Siyonist Lobilerin “Erbakan’dan kurtulmak ve Milli Görüş’ün kökünü kurutmak” üzere
tertiplediği 28 Şubat sürecinde, Pentagon maşası paşaların verdiği brifinglere katılıp onları ayakta
alkışlayanların (Bak: Mustafa Yılmaz / Kulis Ankara / Milli Gazete / 13 Haz. 2012) ve şimdi en ön
saflarında Cihat(!) yaptığı bir iktidarın samimiyetine inanmak, saflıktan çok öte bir ahmaklıktır.
Kendileri Kur’ani hükümlerin aslına inanmadıkları ve sürekli sataşıp savaş açtıkları halde
“Protestan Kur’an” diye kitap yazıp Fetullahcıların ve Ilımlı İslamcıların “ayetleri yozlaştırıp
kapitalizmle uyumlaştırmasına” sözde karşı çıkan Muammer Karabulut (Bak: Tanyeri Yayınları) ve
“Türkiye Kime Kalacak?” (Bak: Doğan Yayınları) diye, AKP’nin şahsında İslam’a ve Müslüman
halkımıza saldıran Osman Ulagay gibi Robert Koleji mensupları ve tüm ulusalcı takımı ise, AKP’nin
tahribatını kolaylaştırmaktan ve toplumu bunların kucağına atmaktan başka işe yaramazlardı ve zaten
bununla görevli insanlardı.
Milli Gazetemizin yaşı genç, ama başı dik ve bakışı dinç yazarlarımızdan Burak Kıllıoğlu’nun
(Allah feraset ve istikamette daim kılsın) şu tespitleri bunların tahribatını ne güzel anlatmaktadır:
Bilderberg ve Truva atı
Bilderberg Toplantıları, bir zamanlar, özellikle İslami kesimde büyük bir şüpheyle karşılanır,
sorgulanırdı. Katılanlardan gündem konularına ve sonrasında hangi değişikliklerin olacağına kadar her detay
araştırılır, dünyanın egemen güçlerinin Türkiye'deki uzantıları ve irtibatlı olduğu kimseler hakkında fikir
edinilmeye çalışılırdı. Elbette ki, bu toplantılara çağrılanların kariyerlerindeki yükseliş trendi de izlemeye
alınıyordu.
Tabii, devir değişti, bir zamanların dava ve ideal sevdalıları hedefe (hangi hedefse artık) giden her yolu
mubah saymaya ve sermayenin renginin olmadığına inanmaya başladılar ve bu gizli toplantılar da eskisi gibi
sorgulanmaz ve tartışılmaz oldu.
Hâlbuki dünyanın başına çorap ören sacayağında Trilateral Komisyon ve CFR ile birlikte diğer önemli
aktör halen Bilderberg yapılanmasıydı. Öyle olmasa, dünyanın en önemli siyasi ve ekonomik figüranları,
başka işleri yokmuş gibi her yıl toplanıp gizli gizli bir şeyleri konuşmazlardı. (Türkiye'den bu sene Bilderberg'e
katılanlardan Sayın Ali Babacan, bu senenin gündeminden ve özet de olsa konuşulanlardan bahsetse keşke)
Söylendiğine göre bu senenin gündem maddeleri Suriye meselesi ve müdahale hazırlığı Türkiye ve
Avrupa'daki ekonomik kriz ve çözüm yollarıymış.
Bu noktada, uluslararası arenada devamlı surette Türkiye ekonomisine yönelik haddinden fazla
övgüler içeren ifadeler, Türk ekonomisinin göz kamaştırdığından, krizdeki AB'ye örnek alınacağına (yani AB
ülkelerinin de Türkiye gibi, tamamen Yahudi sermayesinin kontrolüne sokulacağına) kadar birçok iltifatın
altındaki şeytanlık sırıtmaktaydı.
Bir yandan rüşveti kelam cinsinden ve niyeti pek de halis gibi gelmeyen övgüler, öte yanda da yapısal
sorunları (bütçe açığı, cari açık, tasarruf açığı) dağ gibi duran ve en ufak bir memur maaş zammında dahi
"Yunanistan gibi olmakla" karşı karşıya olan Türkiye ekonomisi manzarası, tam bir tezatlıktı. Türkiye'nin, Batı
tarafından (özellikle ABD) İslam dünyasının önüne siyasi manada "rol model" olarak konulmasının ardından,
anlaşılan sıra ekonomik manada da "rol model" olarak hazırlanmaktaydı. IMF içinde Türkiye'nin aktif bir rol
üstleneceğini böyle düşünmek lazımdı.
Aslında bu durum, Türkiye'nin neoliberal ekonomi politikalarına (Siyonist sermaye tezgâhına) kayıtsız
şartsız teslimiyetinin de ispatıydı. 1980'nin 24 Ocak Kararları ile başlayan sürecin zirvesine yaklaşılmıştı.
Batı'nın komünizm yerine düşman olarak hedef tahtasına İslam'ı koydukları ve buna göre NATO dâhil
kurumlarını yeni stratejilerle yapılandırdıkları yeni dönemin, "Truva atı" maalesef AKP Türkiye’si olmaktadır.
Bir zamanlar insanlığa hıyanetlerini ve Siyonizm’e hizmetlerini yazıp dillendirdikleri Bİllderberg'e, davet
edildikten sonra sesi soluğu kesilenler ise içi boş övgülerden sarhoş durumdadır. Bu arada, Dünya Ekonomik
135
Forumu'nun Türkiye ayağının bundan böyle geleneksel hale getirilmesi fikrini de, Türkiye'nin artan ekonomik
rol modelliğine bağlamak lazımdır.
Şimdi şayet; AKP ve Cemaat, çok stratejik tavizlerle, Siyonist güçleri oyalayıp, Dinimize,
Devletimize ve kutlu hedeflerimize yaklaşmak ve alt yapı hazırlamakla meşgul ise, bizim bu sert ve
mert ikaz ve itirazlarımız, malum odaklar nezdinde onların işini kolaylaştıracaktır. Yok, bu tespit ve
tenkitlerimiz doğru ise, tarihi bir hizmet yapılmakta, toplum uyarılmaktadır. Ve bütün bunlar suç ise,
bu suç bizim manevi mesuliyetimiz ve lezzetimizdir!
B- Atatürk’ün ise, zalim ideolojilerin ve dinsiz çevrelerin istismar aracı
olmaktan kurtarılması ve bu maksatla “Bizim Atatürk” kitabımızın yazılması, tarihi
bir adımdır!
Üstat Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin; 12. Şua, Denizli Mahkemesi Müdafaasında, Mustafa Kemal’i kast
ederek:
“Maksadım; O kumandan ya (eceli gelip) ölecek veya tebdil edilecek, ordu
(onun adına uydurulan Kemalizm) tahakkümünden kurtulacak demektir.”
Tespitlerindeki “Tebdil edilecek” yani, “Kemalizm adına uydurulan ve uygulanan batıl
ve barbar sistem ve düşünce değiştirilip düzeltilecek” sözlerini manevi bir işaret ve görev
sayarak; çok ciddi ve geniş bir araştırma yapıp, Atatürk’ü din düşmanı olarak gösteren ve Onun
gölgesinde zulüm düzenlerini yürütenlerin oyunlarını bozacak bu kitabı hazırlamakla bir çığır
açılmıştır. Bizim Atatürk kitabımızdan sonra, onlarca “Dindar Atatürk” konulu kitaplar piyasaya
çıkmış ve çoğu bizim kitabımızı kaynak gösterip alıntı yapmıştır.
Hâlbuki daha önce rahmetli Necip Fazıl Kısakürek, Atatürk’ün vefatından 6 gün sonra,
Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan çok çarpıcı ve sahip çıkıcı bir yazı kaleme almıştı ve O’nun
takipçileri sayılan İslamcı yazarlar, her nedense bu konuyu hiç gündeme taşımamıştı.
Necip Fazıl’ın Atatürk Değerlendirmesi:
Atatürk’ün vefatından sonra yurt içinde ve yurt dışında, hakkında binlerce yazı yayınlanmıştır.
Her biri kendi içinde değerlendirilmesi gereken yazılardan birisi de, Necip Fazıl Kısakürek’in,
Cumhuriyet Gazetesi’nde, 16 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün ölümünün ardından kaleme aldığı
yazıdır.
Necip Fazıl, Atatürk’ün vefatından dolayı duygularını şöyle anlatmıştır:
“Bütün dünyada ülke Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa
rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. Evinizdeki bir kahve
fincanının çatlaması, bize yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü
hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk. İçtimai ölüler arasında (Atatürk gibi), her
evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır.
Hiçbir Türk, kendi, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit
edemezdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile, böyle bir ihtirama(
saygınlığa ve ağırlığa) hedef olabilmiş hükümdar yoktur. Avrupa’nın, bize en yabancı
milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya
koşmuş olması gösteriyor ki, Garp (Batı), Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve
kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman’ın
ölüsü karşısında da, hiç bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir
yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır.
Atatürk’ün gözleri ile görmediği bu manzarayı, biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak; keskin bir
delalet (kesin ve net bir kanıt) halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz.
O, Türk’e, hem Türk’ü hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle
(kötümserlerle) büyük nikbinlerden(çok iyimserlerden) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi
karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde; aydınlık görenler de öldürücü şartlar
136
karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.
Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara
mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata erdirmeğe, nikbin
kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur.
Atatürk’ün ruhi maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O’nun yılmaz ve hezimet kabul
etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği (aşırı iyimserliği ve ümit beslemesi), başta ve sonda,
biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı.
Birinci vesika;
Bir millet için; esaret ve mahkûmiyet anının, bir vakıa (fiili durum) halinde teslim edildiği
hengâmede, bu vakıaya (milletimizin esir oluşuna) inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte
milleti de kendi ölümüne inandığı vakit bile o inanmadı. Bu, Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile
başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin (iyimserlik ve özgüvenin) tecellisidir.
İkinci vesika;
Milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken, yakınlarından itibaren bütün Türk
Milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa
kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine biran bile mümkün
gözü ile bakamıyordu. Bu da sonuncu tecelli.
Atatürk, başlangıçta Milleti’nin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik
tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı. Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir
kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için, Onu ikinci tecellide haksız bulamayacağız.
Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk vardır:
Zaman tasnifi ile bunlardan biri, düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer.
Biri ölüm hükmü giydirilmiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir barışla madde ve askerlik
planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, biran evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı
harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine asker,
öbürüne inkılâpçı Atatürk demek, hatıra gelecektir. Atatürk’ün iki iş merhalesini temsil eden cepheleri
arasında, bence mefkûreci ve hudutsuz şahsiyet; asker Atatürk’tedir. Asker sıfatı da Onu ifadeye
kifayetsizdir. Zira bu merhalede askerlik O’nun sadece aletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker
olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş iradesini temsil eden mefkürevi
insan olmak değeri. Bu değerle Atatürk, beşer tarihinde sayısı bir kaçı geçmeyen hakiki millet
kurtarıcılarından bir tanesidir.
İnkılâpçı Atatürk’e bütün talih ve salahiyetini asker Atatürk hazırladı. Garip bir tesadüf cilvesi
ile iki Atatürk’ten her biri ayrı isimler taşıyor. Mustafa Kemal ve Atatürk... İnkılâpçı Atatürk,
Tanzimat’tan beri Türk Cemiyeti’nin Avrupa medeniyet manzumesine (sistem ve silsilesine)
kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri, tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler
haline getirdi.
İkinci merhalenin Atatürk’ü, ıslahçılık tarihimizin en büyük çehresidir. Fakat ilk merhalenin
Atatürk’ü, aynı soydan hadiseler arasında, bütün beşer tarihinin en ulvi ifadesini taşıyacaktır.”
Rahmetli Necip Fazıl’ın, daha sonraları, bu kanaatlerinden dönüş yaptığına veya pişmanlığını
açıkladığına hiç rastlanmamıştı. Şimdi Necip Fazıl Atatürk’ü böylesine över ve yüceltirse “vardır bir
hikmeti”, ama Ahmet Akgül sahiplenir ve istismarcıların önünü keserse “sapkınlık alameti”
sayanların bu tavrı çifte standartçılık ve sahtekârlık sayılmaz mıydı? Veya en azından 16 Kasım 1938
tarihli Cumhuriyette Necip Fazıl’ın böyle bir yazı yazmadığını ispatlamaları lazımdı.
Süper yalaka İslamcı-İstismarcılardan STAR yazarı Ahmet Kekeç’in 12 Haziran 2012 “Cemaatin
Kalemleri” yazısında, “kahramanlık taslarken hırsızlığını açığa vuran Kıpti” misali:
“Cemaati kızdırırsak, arkasındaki odaklarca kara listeye alınacağız… AKP’nin yanlışlık ve
haksızlıklarını yazmaya kalkışsak, kapının önüne koyulacağız”
137
Gibi algılanmaya müsait örtülü itirafları da, bunların psikolojik perişanlığını yansıtmaktaydı.
Necmettin Erbakan Hocamız’ın Atatürk’le ilgili müspet tavrı:
10 Kasım 2010 tarihli Milli Gazetede, Aziz Hocamızın şu tarihi beyanatı çıkmıştı. Bu sözler öyle gizli
kapalı sohbet notları olmayıp, aleniyet ve resmiyet kazanmıştı. Ve böylece Milli Çözüm’ün yaklaşımına
destek çıkılmıştı.
Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, Mustafa Kemal Atatürk'ün vefatının 72.
yılı dolayısıyla yayınladığı mesaj, tarihi gerçekler ve talihli müjdeler içermekteydi:
Atatürk'ü Milli Mücadele'ye öncülük etmiş büyük bir komutan olarak nitelendiren Erbakan’ın, "Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, milletimizin bağımsızlık konusundaki vazgeçilmez kararlılığını arkasına alarak
Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş birisidir. Öncülük ettiği Milli Mücadele hareketi ile milletimizin esarete
asla boyun eğmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir." tespitleri oldukça anlamlı ve önemliydi.
Milli Görüş Lideri, yaptığı yazılı açıklamada, Atatürk'ün "Muasır Medeniyet" hedefine ancak devleti ve
milletiyle bütünleşmiş, ekonomik gelişmesini sağlamış, insan hak ve özgürlüklerini gerçekleştirmiş bir Türkiye
ile ulaşılıp aşılabileceğini kaydetmişti.
İstiklal mücadelesinde Anadolu topraklarını işgal eden emperyalist ülkelerin bugün aynı planlarını çok
daha tehlikeli ve sinsi oyunlarla gerçekleştirmeye çalıştığını belirten Erbakan Hoca’nın:
"Milletimiz tıpkı Milli Mücadele günlerinde olduğu gibi bu sinsi planları boşa çıkaracak inanç,
azim ve kararlılığa sahip bulunmaktadır. Sahip olduğu tecrübe ile bu oyunları tekrar boşa
çıkaracaktır. Bizler tarih boyunca, dünyaya huzur ve saadet getirmiş bir ecdadın varisleri olmanın
onurunu ve sorumluluğunu taşımaktayız. “Yiğit düştüğü yerden kalkacak.”, Türkiye yeni ve adil bir
Medeniyet değişimine öncülük yapacaktır. Bugün dünyaya hâkim olan açlık, sefalet, kan ve
gözyaşına son verecek iradeyi yine milletimiz ortaya koyacaktır. 'Uydu değil, lider ülke' vizyonu
doğrultusunda önce Yeniden Büyük Türkiye, ardından Yeni Bir Dünya mutlaka kurulacaktır. Bu
vesileyle vefatının 72'nci yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, Milli Mücadele kahramanlarımızı ve bu
vatan için canını vermiş bütün şehitlerimizi rahmet ve şükranla anıyorum." Sözleri ise; kutlu ufukların
işareti ve mutlu yarınların müjdeleriydi.
Öyle ya;
Eğer Atatürk bağımsızlığımızın öncü komutanı, Milli kalkınmamızın mimarı, İslam inançlı ve Hz.
Muhammed (SAV) hayranı, ama din istismarına ve yobazlığa karşı, Lider ülke büyük Türkiye sevdalısı
ve Batı Medeniyetine ulaşmayı değil onu aşmayı hedef gösteren ender ve önder bir devlet adamı ise,
o halde Atatürkçülükle Milli Görüşçülük niye uyuşmasındı?
“Eğer Mustafa Kemal yaşasaydı, elbette Milli Görüşçü olacaktı” buyuran da Erbakan Hocamızdı.
Ve Atatürk’ün yıllardır gizlenen vasiyeti açıldığında, herkesin dudakları uçuklayacak ve Milli Çözüm’e
hayranlık duyulacaktı.
Mustafa Kemal’i tebdil ve tevil ederek hakkında hüsnü zanna yöneldiğin gibi, AKP hükümeti ve
Fetullah Gülen hareketiyle ilgili de, “onların Siyonist merkezlerle münasebetlerini ve bazı tavizlerini,
hayırlı hizmet ve hedeflere yaklaşmak için bir strateji ve taktik olarak” değerlendirmen gerekirken
niye şiddetle tenkit ediyorsun? Şeklindeki sorulara yanıtımız ise;
Atatürk vefat edip gitmiştir. O’nu kendi dinsizlik ideolojilerine alet etmek isteyenlere ve Onun
istismarıyla zulüm saltanatlarını sürdürenlere, bu fırsatı vermemek gerekir. Ama AKP yetkileri ve Cemaat
liderinin halen hayatları devam etmektedir ve zalim merkezlerle münasebetleri ve dış güçlerin destekleri açık
ve kesindir. Ve bu gidişin hangi sonuçları amaçladığı bizce belli değildir. “Hüküm zahire göredir; hıyanet
ve dalalet girişimlerine hüsnü zanla mukabeleye izin verilmemiştir.”
Şimdi Atatürk gibi bir şahsiyeti Sabataist sömürü sisteminin ve laiklik kılıflı dinsizlik
ideolojisinin istismar aleti olmaktan çekip (Bediüzzaman’ın tabiriyle, Kemalizm’i tebdil ve tevil ederek
değiştirip düzeltip) Milli ve Manevi gereklerimize ve gerçeklere uygun, yeniden yorumlamak eğer bir
suç ise; bu suç bizim sevabımız ve faziletimizdir!
138
“Biz Allah yolunda cihat ederken, (Haklı ve Hayırlı bildiğimiz gerçekleri söyleyip yazarken) hiç
kimsenin kınayıp-karalamasından çekinmeyen” (Maide: 54) Mü’minleriz. Ve Allah c.c. fazilet ve
ferasetini dilediğine vermektedir. (Maide: 54)
Kız kardeşi Makbule Hanımın; 10 Kasım 1938’de vefat edince, Dolmabahçe’de Atatürk’ün cenaze
namazının tamamen İslami emirlere göre kılınmasını istemiş… 1953’te Etnografya Müzesinden Anıtkabir’e
taşınırken, tabutun içerisine Arapça ayet ve dualar yazılı kâğıtlar yerleştirmiş… 8 Kasım 1952 tarihli
“Resimli 20 Asır” Dergisinde Gazeteci Kandemir’le yaptığı röportajda: “Artık yapayalnız kaldım, Allah’tan
başka hiç kimsem yok. Ömrüm Kur’an okumak ve ibadet yapmakla geçiyor. Bir de O’nun (Atatürk’ün)
sesi kulaklarımda çınlıyor” diye dertleşmiş olması (17 Haziran 2012, Mustafa Armağan, Zaman) bunların
inançlı ve dindar bir aileden geldiklerinin en açık kanıtıdır.
C- “Adil Düzen” ise, iddia ettiğiniz gibi “içi boş, sloganik söylemler” olmayıp;
tamamen ilmi, insani, İslami gerçekçi orijinal bir sistem konumundadır.
Adil Düzen “Doğru”ları esas alarak ve “Yanlış”lardan sakınılarak hazırlanmış ve ehliyetli bilim
adamları nezdinde defalarca tartışılıp olgunlaştırılmıştır; ve Onun dışında hiçbir yeterli ve tutarlı bir
proje, İslam âlimlerince henüz ortaya konulamamıştır. Bizim 600 sayfayı bulan, İngilizce ve Arapça
çevirileri de yapılan “Adil Bir Düzen ve Yeni Bir Dünya” kitabımız incelendiğinde, Erbakan
Hocamızın insanlığa tanıttığı bu sistemin ne muazzam ve muntazam bir ilmi hazırlık olduğu daha iyi
anlaşılacaktır.
“Doğru”ların ve “Yanlış”ların tespitinde ise beş temel ölçü esas alınmıştır; 1-Aklı
Selim, 2-Müspet İlim, 3-Tarihi Deneyim ve Birikim, 4-Vicdani Kanaat ve Tatmin, 5-İlahi Din.
İşte bu beş kıstasın, ittifakla “Yararlı, Hayırlı, İyi, Gerekli ve Güzel” gördükleri “Doğru”
sayılmış; ve yine bu beş temel ölçünün ittifakla “Kötü, Zararlı, Gereksiz, ve Çirkin” bulduğu
şeyler ise “Yanlış” sayılmıştır. Akıl ve vicdan sahibi hiç kimsenin bunlara karşı çıkması
imkânsızdır. Ancak “Aklıselimin, müspet bilimin, tarihi tecrübelerin ve vicdani kanaatlerin
“doğru, güzel ve gerekli” bulduğu şeyleri sırf İslam’da benimseyip öğütlüyor diye karşı
çıkmak ise, sadece şeytanlık damarı ve imansızlık tavrıdır.
D- Umut İmanın canıdır; Yeis ve karamsarlık ise, hem Allah’ın vaadine
itimatsızlıktır, hem de O’nun kudretine itiraz ve inkâr sayılmıştır!
Cenab-ı Hakkın mü’minlere vaat ettiği galibiyetin: Öyle büyük kalabalıklarla, oy çoğunluğu
kazanmış kukla iktidarlarla, klasik ve kuvvetli silahlarla değil; tam aksine azın azı bir sadıklar ekibi
eliyle ve şeytani cephede bulunmayan ve çok ucuza mal olan, ama düşman güçleri aciz ve çaresiz
bırakan teknoloji üstünlüğü ile gerçekleşeceğini şu ayeti kerimeler haber buyurmaktadır. Bu ayetler,
aynı zamanda zaferin sırlarını ve aşamalarını da anlatmaktadır.
1 - Nebiler, elçiler ve davetçiler, hırsla istese ve bütün gücüyle gayret etse de, insanların
büyük çoğunluğu iman etmeyecektir:
“Sen şiddetle arzu etsen (ve hırs göstersen) bile, insanların çoğu iman edecek değildir.”
(Yusuf: 103)
2 – Bu iman eden az kişilerin büyük kısmı ise; süper güçleri, şeyhlerini, hoca efendilerini ve
şefaatçilerini Allah’a ortak edip, şirke yönelecektir.
“Onların çoğu (imanlarına) şirk katmadan Allah’a iman etmeyecektir.” (Yusuf: 106)
3 – Davalarında sadık ve samimi çok cüzi bir ekibi, Allah zahiren büyük ve güçlü kalabalıklara
galip getirecektir.
“Gerçekten Allah’a (O’nun vadine ve müjdesine) kavuşacaklarını uman (sağlam) iman sahipleri,
dediler ki: Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle çok büyük kalabalıklara galip gelmiştir. Allah
(çoğunluğuna ve maddi yoğunluğuna güvenenlerle değil, Hakta ve cihatta) sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara: 249’ un son kısmı)
4 – Bu çok cüzi ekip bile gurura kapılıp kendi nefislerinden bir şey vehmetmesin diye, Cenab-ı
139
Hak, her asırdaki zalim ve azgın CALUT’ları, DAVUT’ları eliyle bertaraf etmektedir.
“Böylece, Allah’ın izniyle onları hezimete uğratıp yendiler. Davut Calut’u öldürünce (şaşkınlığa
kapılıp dağılıp gittiler)” (Bakara: 251)
Özel eğitimli FİL’lere binmiş, zırhlar giyinmiş, her türlü savaş tedbirlerini alıp gelmiş on binlerce
kişilik CALUT ordusuna karşı, Hz. DAVUT’un geliştirdiği ve karşı tarafın bilmediği SAPAN TAŞI
sayesinde, yani çok basit bir teknolojik yenilikle, kâfir ve zalim komutan, gözlerini delen sapan taşıyla
geberip yere serilmiş, Allah böylece elene-döküle bir avuç kalmış sabır ve sadakat ehline zafer
vermiştir. Bugün de, planlamasından yapım aşamasına, deneme safhasından seri üretim konumuna
kadar, tamamen kendi bilgisi ve gözetimi altında gerçekleştirilip, yakında şartlar olgunlaşınca İsrail
ve ABD güçlerini Ortadoğu’da hezimete uğratmak üzere, kahraman ordumuzun ilgili birimlerine
teslim ettiğini açıklayan Erbakan Hoca’nın, çok ucuza mal olan özel teknolojileri sayesinde, süper
güçlerin nükleer füzeleri, uçak gemileri ve tüm saldırı sistemleri, etkisiz hale getirilecektir.
5 – Vaad edilen bu zaferin vakti ise: Resullerin ve davetçilerin, toplumdaki ve etrafındaki
insanlardan artık umudunu kestikleri ve herkesçe yalanlanıp yalnız bırakıldıklarını hissettikleri bir
süreçte Allah’ın nusreti yetişecektir.
“Öyle ki elçiler (insanların gayret ve desteğinden) umutlarını kesip te, artık kesinlikle
yalanlandıklarını (anladıkları ve tamamen yalnız kaldıkları) kanaatine vardıkları bir sırada, nusretimiz
(ve zafer va’dimiz) onlara gelecektir.” (Yusuf: 110)
“Mü’min, Allah’ın ayetleri okunduğu ve hatırlatıldığı zaman, imanları ve umutları artan ve sade
Rabblerine tevekkül edip dayanan” insandır. (Enfal: 2)
Peki, Allah’ın ayetlerini duyunca itiraza kalkışan ve canları sıkılan kimseler, acaba nasıl
mahlûklardır?
Muteber hadislerde ve mutevatir haberlerde “Maddi kuvvet ve ekipçe çok zayıf olan Hz. İsa
Aleyhisselamın, zahiri güç ve desteği çok büyük olan DECCAL’i tek başına öldüreceği” yolundaki
rivayetler de yukarıdaki ayetlerin bildirdiklerine uygun düşmektedir. (Bak: Müslim Kitabül Fiten: 34)
Yeri gelmişken şu gerçekleri de vurgulayalım ki:
a) Hz. İsa AS.’ın Hz. Mehdi AS’a tabi olacakları ve birlikte birçok hizmetlerde ortaklaşa
çalışacakları
b) Hz. İsa’nın Hz. Mehdi’nin vefatından sonra, O’nun projelerini sahiplenip hedeflerine
ulaştıracağı
c) Hz. İsa AS’ın aynen Hz. Mehdi AS gibi sadık tabilerinin ve talebelerinin çok az bulunacağı
d) Siyonist Deccal’in, Hz. İsa eliyle katlolunup İsrail’in yıkılacağı
e) “Deccal’in Hz. İsa’yı görünce, tuzun suda erimesi gibi yok olacağı” şeklindeki hadislerin
(Müslim – Fiten bölümü – Tefsir-i ibni Mesud Sh. 243) işaretiyle, İsa Aleyhisselamın, Hz. Mehdi’nin
teknoloji harikalarını kullanarak Deccalizmin korkunç silah yığınaklarını çürütüp etkisiz bırakacağı
(Bak: Süneni İbni Mace C. 10 No: 32) sağlam kaynaklarda açıkça belirtilmektedir.
Şimdi, ey benim kardeşim! Eğer Rabbimizin hükmüne ve vaadine, Peygamberimizin haberlerine
ve İslam büyüklerinin müjdelerine inanmak, olayları bu doğrultuda yorumlamak ve bunlara uygun
davranmak bir suçsa; âlem şahit olsun ki, bu suç bizim şerefimiz ve izzetimizdir!
E- Oğuzhan ve Şevket Kazan ekibiyle ilgili tespit ve tenkitlerimize gelince:
Oğuzhan Asiltürk tanık sıfatı ile savcılıkta ifade veriyor; Erbakan ailesiyle ilgili
bütün tükürdüklerini yalıyordu!?
SP Genel İdare Kurulu üyesi Oğuzhan Asiltürk de 12 Nisan’da tanık sıfatıyla savcılıkta ifade veriyordu. Erbakan’ı
1954’ten bu yana tanıdığı için ailesini de yakından bildiğini belirten Asiltürk, Zeynep Erbakan’ın dilekçe verdiğinden
haberi olduğunu anlatıyordu. Çünkü zaten O’nu kendisi kışkırtıyordu. Zeynep Erbakan’ın dilekçesinin ardından Yüksek
İstişare Kurulu’nu toplayıp Mehmet Altınöz ile Fatih Erbakan’ı çağırdıklarını, Erbakan’ın gelmediğini, Altınöz’e ise yalıyı
sorduklarını belirten Asiltürk, “Kendisi ailesinin tasarrufları ile aldığını, zengin bir aileyi mensup olduğunu söyledi”
140
diyerek, aylarca “Erbakan cihat paralarını, mala çevirip üstüne tapuladı ve bunları çocuklarına miras bıraktı”
iddialarının birer iftira olduğunu böylece itiraf ediyordu.
Şirketlerin ve mal varlığının merhum Erbakan’a ait olduğu konusunda bilgisi olmadığını belirten Asiltürk, “Tam
tersine bu şirketlerin hissedarlarının kendilerine ait malları olduğunu biliyorum. Bu şirketlerin ortakları partimizin
faaliyetleri sırasında ihtiyaç duyulduğu zaman maddi yardımda bulunan insanlardır. Sürekli partiye yardım
ettikleri için Zeynep Erbakan tarafından bu husus yanlış değerlendirilmiş ve şirketlerin mallarının babasına ait
olduğu şeklinde bir kanaate varmıştır” (milliyet.com.tr 22 Mayıs 2012 ) diye konuşuyor, tam bir fesatçı ve fırsatçı
tavrıyla, aylarca Erbakan Hoca’nın ve çocuklarının töhmet altında kalmasına yol açan yalanlarından, savcı
huzurunda vazgeçiyor ve MİLLİ ÇÖZÜM DERGİSİ’nin haklılığı bir kez daha ispatlanıyordu. Bakalım yalancı ve
iftiracı Oğuzhan’ın yandaşları şimdi onun bu fitneliğine hangi mazeret ve kerametleri uydurmayı düşünüyordu?
Rahmetli Erbakan Hocamız gibi aziz ve tertemiz bir şahsiyete değil, sade ve sıradan bir kimseye ve ailesine bile
bu tür yalan isnatlarda bulunmanın ağır vebali ve kepazeliği ortada iken, şimdi zoru görünce kustuklarını
yalamaktan sakınmayan bir kişiye; hala rağbet ve hürmet edenlerin, onlardan daha bayağı duruma düştüğüne
tarih şahitlik ediyordu!63
Oğuzhan Asiltürk’ün: Milli Görüş’e ait tüm malvarlıklarını tek çatı altında
toplayıp kendi kontrolüne alma girişimi!
Oğuzhan Asiltürk’ün, bugüne kadar Milli Görüş partilerinden dördünün haksız bir şekilde kapatıldığını,
ancak bugünkü şartlar altında siyasi partilerin keyfi yorumlarla kapatılmasının mümkün görünmediğini ileri
sürüp: "Bu durumda il ve ilçelerimizde davanın malı olarak bazı kardeşlerimizin
üzerinde bulunan taşınmazların partiye ve ilgili kuruluşlara devredilmesi uygun
olacaktır"64 talimatları:
Kökünü kurutmaya ve Erbakan ismini unutturmaya çalıştığı Milli Görüş’e ait bütün mal
varlıklarını kendi güdümüne alma niyetini ve karanlık tıynetini yansıtmaktadır.
Son Sözüm:
Yazık be dostum! Demek madenin ham demirmiş ki, yaşlandıkça paslandın; Çünkü paralı yavşaklara
yaslandın. İmkan ve iktidar sahiplerine yağcılığa başladın!?
Ne demişti, Nevşehir’in sadık ve sağlam âlimlerinden, can dostum Ahmet Sürücü Hocam:
“Müslüman’ın olgunu, kocadıkça koç olur
Münafık’ın moruğu, kocadıkça hiç olur!”
Bu hikmet ve hakikat incisine bir halka da biz katalım:
“Milli Görüş sağlamı, çelikten de güç olur
Münafıklar hazzetmez, ne söylerse suç olur”
Evet dostum, bu İslami ve insani gerçekleri haykırmak, size göre suç ise, tam
aksine bizim kalbi ve Kur’ani zevkimizdir.
63Bak:http://gundem.milliyet.com.tr/babam-mallarini-ucuncu-kisilere-emanet-etmedi-
/gundem/gundemdetay/22.05.2012/1543244/default.htm
64 17 Haziran 2012, Milli Gazete 141
 


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...