05 Mart 2015

YEDİNCİ BÖLÜM ABDÜLHAMİT, MUSTAFA KEMAL VE ERBAKAN'IN MİLLİ TAVIRLARI CEMAAT’IN CILKI, ERDOĞAN’IN ÇARKI, ERBAKAN’IN FARKI




YEDİNCİ BÖLÜM 
ABDÜLHAMİT, MUSTAFA KEMAL 
VE 
ERBAKAN'IN MİLLİ TAVIRLARI
CEMAAT’IN CILKI, ERDOĞAN’IN ÇARKI, ERBAKAN’IN FARKI
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Barzani’ye biat sunmaya ve
Irak’tan koparılan Kürdistan’a fiili resmiyet kazandırmaya yönelik Erbil ziyaretinde:
“PKK ile girişilen barış süreci için, Kürtlerin tatmin, Türklerin ise ikna
edilmesi” gerektiğini söylüyor ve baklayı ağzından çıkarıyordu. Böylece birçoğu Sabataist-Mason
kökenli ve resmen KCK’li, gerisi de Cemaatçi ve İslamcı geçinen AKP hizmetçisi olan “Akil Adam”ların ne
maksatla oluşturulduğunu da itiraf ediyordu.
Nafiz Can Paker kim oluyordu?
Doğu Anadolu Bölgesi Akil Adamlar heyeti başkanı Nafiz Can Paker 1942 İstanbul doğumludur.
Mesleği makine mühendisi, yönetici ve sivil toplumcudur. Can Paker, sırasıyla Robert Koleji, Berlin Teknik
Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Columbia Üniversitesi'nde okumuş, Yıldız Üniversitesi ve Columbia
Üniversitesi'nde lisansüstü ve doktora talebesi olmuştur.
TÜSİAD, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, TESEV gibi genellikle Sabataist (Yahudi dönmeleri)nin
güdümündeki ve Masonların denetimindeki birçok sivil toplum kuruluşunun yönetiminde yer alıyordu.. Robert
Kolej Mütevelli Heyeti, Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti, ENKA Okulları Danışma Kurulu üyeliği gibi
görevler üstleniyordu. Ayrıca Yahudi spekülatör George Soros tarafından kurulan Açık Toplum Enstitüsü
Türkiye Danışma Kurulu üyeleri arasında bulunuyor ve danışma kurulu başkanlığı yapıyordu.
Can Paker uzun yıllardır politika ile ilgileniyor, bir dönem Deniz Baykal’ın danışmanlık görevini de
üsleniyordu. Politik olarak liberal-demokrat çizgide olduğu biliniyordu. Can Paker; Sabataist ailelerin kurduğu
Şişli Terakki Lisesi Yönetim Kurulu üyesi olan kuzeni Lütfü Paker’in kız kardeşi Mihriban Paker ile evli
bulunuyordu. Mehmet Barlas'ın gazeteci eşi Mecbure Canan Barlas’ın ağabeyi oluyordu. Ayrıca Sabancı
Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyeliği yapıyordu.
Can Peker’in de içinde bulunduğu TÜSİAD’çılar Erbakan’ın demokratik seçimler
ve usullerle kurduğu Refah-Yol’u yıkmaya çalışıyordu
TÜSİAD'ın o süreçteki çıkışı siyaset ve ekonomi dünyasına bomba gibi düşüyor, Refah-Yol'a
eleştiri oklarını yönelten rantiyeci ve faizci iş dünyası adeta tek ses oluyordu. TÜSİAD'ın Refah-Yol’a
karşı çıkışı, siyaset ve ekonomi dünyasını karıştırırken, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği de bu çıkışı
aratmayacak bir açıklamaya hazırlanıyordu. Yalım Erez'in eski kalesi TOBB'un İstanbul'da yapılacak
Müşterek Konsey Toplantısı büyük önem taşıyordu. Bakanlıktan istifa eden DYP'li milletvekili Yalım
Erez'in de katılacağı toplantıda TOBB Başkanı Fuat Miras ve Konsey Başkanları ile Oda Başkanları
özellikle Refah-Yol’dan kurtulma çarelerine yoğunlaşıyordu. Bu arada TOBB Başkanı Fuat Miras'ın
konuşmasının önemli mesajlar içereceği bekleniyordu. Toplantının aynı zamanda Ankara'da 24
Mayıs'ta yapılacak olan Mali Genel Kurul'a da bir hazırlık niteliği taşıdığı belirtiliyordu.
TÜSİAD Erbakan’a karşı 5’li Çete’nin ruhuydu, Can Peker Lejyonuydu!
TÜSİAD’ın “28 Şubat’ta 5’li çete içinde değildik” iddiasına cevap veren eski MÜSİAD Başkanı ve yeni
AKP yandaşı Ömer Bolat “TÜSİAD, 5’li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki güçtü, ruhunun içindeydi”
diyor ve can alıcı sorular yönetiyordu. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner’in hükümete yönelik ‘buyurganlık’
142
sözlerinin ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetini devirmek
için faaliyet gösteren 5’li çetede TÜSİAD’ın da bulunduğunu açıklaması ile başlayan polemikte, TÜSİAD
cephesinden ‘Biz 5’li çetede değildik’ açıklaması geliyordu. 28 Şubat döneminde MÜSİAD’ın Genel
Sekreterlik görevini yürüten Ömer Bolat ise “TÜSİAD, 5’li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki
güçtü, ruhunun içindeydi. Refah-Yol’u düşürüp, sonra da ekonomik buhrandan faiz vurgunu yaptılar.
TÜSİAD’ın yüzde 98’i Refah-Yol’u düşürmek için 5’li çete ile çalıştı” diyerek, TÜSİAD’ın 5’li çetedeki
rolünü şöyle anlatıyordu:
“O günleri, çok iyi hatırlıyorum. MÜSİAD’da genel sekterdim. TÜSİAD, Refah-Yol’dan mutsuz,
düşürülmesinden memnun bir pozisyondaydı. Bu, kamuoyuna verdiği görüşlerde yer alıyordu. Ama
kendini 5’li çete olarak tanımlayan o zamanki TİSK, TESK, TOBB, TÜRK-İŞ ve DİSK başkanlarından
oluşan masada yer almadılar. Almadılar ama çok da iyi biliniyor ki Refah Yol hükümetinin ikinci altı
ayında başlayan 28 Şubatçıların çalışmasında TÜSİAD’a bağlı sermaye grupları sahne aldı. Bunu
kamuoyu gayet yakından biliyor. TÜSİAD, 5’li çete ile fotoğraf vermedi ama arkasındaki güçtü,
ruhunun içindeydi. Hükümeti devirmek için demeçler birbirini kovalıyordu. Hükümetin yanlış yolda
olduğu, irticanın güçlendiği gibi politik demeçler veriyorlardı. 5’li çetenin tüm açıklamalarına paralel
bir seyir izledi TÜSİAD. 5’li çetenin içinde olmayıp, onlara destek verme konusunda bir taktikleri vardı
bunu da çok iyi icra ettiler. Büyük sermaye grupları ve bankalar TÜSİAD’a bağlı idi. Onlar faiz
lobisinin üyesiydi. Refah-Yol’dan sonra, Türkiye büyük bir ekonomik enkaza dönüştü. Bunun
kaymağını da TÜSİAD’a bağlı olan büyük sermaye grupları faiz ile yediler. Refah-Yol’u düşürüp, sonra
da ekonomik buhrandan faiz vurgunu yaptılar. TÜSİAD’ın yüzde 98’i Refah-Yol’u düşürmek için 5’li
çete ile çalıştı ve Erbakan karşıtı mitinglerin finansmanını sağladı.”
Erdoğan 28 Şubat’ın ve TÜSİAD’ın hedeflerine hizmet ediyordu!
Başbakan Erdoğan 28 Şubat 2012 Meclis Grup konuşmasında kademeli eğitime
karşı çıkan TÜSİAD'ı çok sert sözlerle eleştiriyor ve "TÜSİAD geçmişte bir İmam
Hatip Raporu hazırlattı. Hazırlayanın ismini vermek istemiyorum. İmam Hatip
Okullarının orta kısımları bu rapordan sonra kapatıldı." Diye çıkışıyordu. Hayret aynı
TÜSİAD’çılardan Can Peker bugün AKP’nin Akil Adamları Doğu Anadolu
başkanlığına getiriliyordu.
Kısa adı TÜSİAD olan Türkiye Sanayici ve işadamları Derneği'nin "Türkiye'de
Eğitim" raporu, eski Talim Terbiye Kurul başkanlarından ve Turgut Sunalp'in
Milliyetçi Demokrasi Partisi kurucularından Zekai Baloğlu tarafından hazırlanıyordu.
248 sayfalık, hiçbir masraftan kaçınılmadan yayınlanan raporun, en önemli özelliği,
İmam-Hatip Okullarının kökünü kurutmaya yönelik girişimleri oluyordu.
Raporu hazırlayıp yayınlayanlar, sanki geniş bir tartışmaya konu olsun diye bütün mizanseni
planlıyordu. Raporun kamuoyuna takdimi için Cumhurbaşkanı Demirel’in de davet edildiği bir toplantı
düzenleniyordu. Peki, rapor neyi söylüyordu? Sonradan TÜSİAD'cılar savunmaya geçip "Rapor sadece
İmam-Hatip konusunu işlemiyordu" demelerine rağmen, raporun iskeletini "Eğitimde Birlik" konusu
çerçevesinde İmam-Hatipler konusu oluşturuyordu. Raporun başından sonuna İmam-Hatip konusu
serpiştirilmişti.(s.9,s.117,s.132,s.175) Raporda işlenen tez, yeni, orijinal değildi, bir süredir belirli merkezler
aynı temayı işliyordu. Hatta konu, Amerikan raporlarına geçmişti. Ana başlıklar halinde şunlar söyleniyordu:
• İmam-Hatiplerin sayısı, Türkiye'deki din adamı ihtiyacından fazladır.
• İmam-Hatiplerin genel öğretim kurumu haline dönüşmesi sakıncalıdır.
• İmam-Hatip mezunları, meslekî alana değil, her üniversiteye yönelmekte ve buralarda bir
İmam-Hatipli birikimi oluşmaktadır.
143
• Din eğitimi kaynaklı kişilerin devletin değişik kademelerinde yönetici olarak yer alması, laik
yönetim ilkesine aykırıdır.
• İmam-Hatiplerin sayılarının artması ve her üniversiteye gidebilmeleri, eğitimde birlik ilkesini
bozmaktadır.
Raporda bu tespitlerin peşinden, bunlara uygun teklifler geliyordu. Tekliflerin özü, İmam-Hatip
neslinin kökünü kazımaya yönelikti ve şunlar isteniyordu:
• İmam-Hatiplerin okul ve öğrenci sayısı "din görevlisi ihtiyacı"na göre sınırlandırılmalıdır.
• İmam-Hatip mezunları sadece ilahiyat Fakültelerine alınmalı ve diğer fakültelere girmeleri
yasaklanmalıdır.
• Halkın İmam-Hatip binası ve Kur'an Kursu yapımının sınırlandırılması ve buralara yönelik
yardımların doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı'na yapılması şarttır. Şu anda yapılan binaların da Milli
Eğitim Bakanlığına devri sağlanmalıdır.
• İmam-Hatip liselerinin orta kısımları kapatılmalı, bu okullara 8 yıllık İlk Öğretim Okullarından
sonra öğrenci alınmalıdır
• Kur'an Kurslarının gündüzlü kurslar haline dönüştürülmesi ve 8 yıllık temel eğitime gitmeyen
öğrencilerin bu kurslara alınmaması lazımdır.
• Yatılı Kur'an Kurslarının öğrenci yurdu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığına devri
şarttır.
• Yönetim ve Öğretim personelinin laik eğitimden gelen kişilere verilmesi, yani eğitim ve
öğretim kademelerinde görevli bulunan imam-Hatip çıkışlı yöneticilerin değiştirilmesi lazımdır.
İşte en temel insan haklarından sayılan din eğitimine ve İslam’ı öğreten İmam
Hatiplere böylesine kindar olan TÜSİAD’çılar bugün AKP iktidarıyla ve bir zamanlar
kendilerini eleştiren Recep Erdoğan’la birlikte “PKK ile uzlaşma sürecini ve
Güneydoğu’muzda Özerk Kürdistan oluşturma girişimlerini” birlikte yürütüyor ve
TÜSİAD’çı ve TESEV’ci Can Peker, Akil Adamlar’ın Doğu heyeti başkanı seçiliyordu.
Bu çoğu Sabataist (Yahudi Dönmeleri)nin, İslam Dinine ve Erbakan hareketine derin
kinleriyle bilinen kesimlerin şimdi Kürt açılımını hararetle desteklemeleri elbette kafa
karıştırıyordu.
28 Şubatçı Paşalar TÜSİAD’ın ve ABD’li Yahudi odakların suç ortağı
yapılıyordu!
Ertuğrul Özkök 28 Şubat'ın onuncu yıldönümünde, 28 Şubat 2007'de kaleme aldığı "İmzam hâlâ aynı
yerde" başlıklı yazısında "Belki onuncu kez yazıyorum. 28 Şubat sürecinde yazdığım her yazının altındaki
imzam aynen duruyor" diyen, "28 Şubat, Türkiye demokrasisinin gerçek bir balans ayarıdır" sözüyle ilkel bir
darbeyi "demokrasiye balans ayarı" olarak pazarlarken yüzü zerre kadar kızarmıyordu.65
Bundan beş sene önce "Bugün 28 Şubat'ın 10'uncu yıldönümü... 28 Şubat'ta devletin çeşitli
kademelerinde görev yapmış kişilerde müthiş bir 'pişmanlık' havası var. Yer gök 'itirafçı' dolmuş. O günlerde
kraldan fazla kralcılık yapanlar, şimdi eski kralların üzerinde trampet çalıyor. Eğlenceli bir karakter
resmigeçidi seyrediyoruz. Bu yaygaraya bakınca şöyle bir hisse kapılıyorum. Galiba 28 Şubat'ı destekleyen
tek ben kaldım" diyen Özkök, 28 Şubat'ın 15'inci yıldönümünde, Mehmet Ali Birand'ın "Son Darbe: 28 Şubat"
belgeseli vesilesiyle çeşitli itiraflarda bulunuyor, pişmanlık havasında olmasa da Özkök de itirafçı olmuş gibi
davranıyor, böylece "1000 sene sürecek" denilen 28 Şubat, 15'nci senesinde son destekçisini de yitirmiş
oluyordu. Destekçilerini kaybetse de 28 Şubat’ın toplumun önemli bir kesiminde açtığı derin yaralar hala
kanıyordu ve 28 Şubat’ın en acı meyvesi AKP iktidarı oluyordu!
65 http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6031196.asp?yazarid=10&gid=61
144
28 Şubat Süreci'nin arkasındaki Sabataist-Mason Cunta’nın ve TÜSİAD’çıların, kabaca birkaç
hedefi vardı: Bir, Refah-Yol iktidarıyla geçici olarak ellerinden kaçırdıkları sömürü saltanatını geri
almak... İki, Susurluk'ta meydana gelen kazayla ortaya çıkan, kendilerinin de parçası oldukları devlet
içindeki kirliliği, karanlık ilişkileri örtbas edip saklamak. Üç, Refah-Yol Hükümeti döneminde devletin
kasasında toplanan paraları kendi kasalarına aktarmak... (Detaylara girilirse, sürecin arkasındaki güç
olan TÜSiAD ve ona destek verenlerin başka kazançları olduğu da görülecektir şüphesiz).
Etkisi hala da atlatılamayan ekonomideki kırılganlık 28 Şubat'ın mirasıdır. Hükümetlerin IMF’den 1 (bir)
milyar dolar borç alabilmek için ecel terleri döktükleri bir dönemde, Erbakan Hoca’nın HAVUZ SİSTEMİ ve
milli projelerle rantiye hortumlarını kesip halkı huzura kavuşturduğu Refah-Yol iktidarını düşürenler milletin
100 (yüz) milyar dolardan fazla parasını hortumladılar. 28 Şubat Süreci'nin devam ettiği 2001'deki ekonomik
krizdeki kaybı da hesaba katarsak, 28 Şubat'ın millete maliyeti 500 milyar dolardan fazladır.
28 Şubat Süreci'nde Başbakanlığa Atanan M. Yılmaz ilk icraatıyla TÜSiAD'a
diyet borcunu ödüyordu.
Refah-Yol'un yıkılmasından sonra Birinci 28 Şubat Hükümeti'ni kurma görevi verilen Mesut
Yılmaz, başbakanlık koltuğuna oturmadan soluğu İstanbul'da, "Benim medya organlarım İslamcı
koalisyon hükümetine karşı savaş verdi" diyen Aydın Doğan’ın huzurunda almış (Doğan, Yılmaz'ı
pijamayla karşılamıştı). 30 Haziran 1997'de başbakanlık koltuğuna oturan Yılmaz, 12 Temmuz 1997'de
çıkarttığı bir kararname ile Havuz Sistemi'ni kaldırarak ve borçlanma faizlerini yüzde 70'lerden yüzde
130'lara çıkartarak kendisine başbakanlık hediye eden TÜSİAD’a diyet borcunu ödemiş olmaktaydı.
(her iki düzenlemenin de "İrtica" ile ilgili olmadığına dikkatinizi çekerim)!
Mesut Yılmaz'ın, Ankara'da, yanı başındaki Genelkurmay Karargâhı yerine İstanbul'a, TÜSİAD'ı
temsilen Aydın Doğan'ın ayağına gitmesi; generaller yerine işadamlarının işine gelecek
düzenlemelerle işe başlaması, 28 Şubat'ın arkasındaki gücün asker değil TÜSİAD olduğunu, onları da
ABD Yahudi Lobilerinin doldurduğunu açıkça gösteriyordu. Askerler, ülke güvenliğini sağlamak için
kendilerine emanet edilen güçten/silahtan ve kullanılmaya elverişli yapılarından dolayı tetikçi olarak
kullanılıyordu. Çoğu TÜSİAD üyesi işadamı, 28 Şubat’ın kudretli birçok generallerini daha sonra,
hortumlama operasyonlarını engelsiz bir şekilde halletmek için, içini boşaltmayı planladıkları
bankaların yönetim kurulu üyeliklerine getiriliyordu. Yani TÜSİAD, cuntacı Paşaları 28 Şubat
Süreci'nde sivil hükümete ve halka karşı suç ortağı olarak kullanmakla kalmıyor, hortumlamayı
planladığı bankalarda "bekçi başı" olarak da yararlanılıyordu.66
Erdoğan’ın Kürt açılımı, aslında TÜSİAD’ın bir atılımıydı! Kürtçeyi resmi eğitim
dili, Güneydoğu’ya özerklik”i ilk defa Can Peker’lerin TÜSİAD’ı ve TESEV’i
raporlaştırmıştı:
Türk Sanayici ve İşadamları Derneği 40. kuruluş yıldönümünde, derneğin tarihine geçecek bir toplantı
yapıyordu. Gerek eski başkanlardan Cem Boyner'in “İnsan onuru ve insan hakları Türkiye'nin
bölünmesinden, devletten daha değerlidir. Türkiye'de İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca okul
var, ama Kürtçe okul yok” diye özetleyebileceğimiz çıkışı, gerekse kamuoyuyla paylaşılan yeni anayasa
raporu dernek açısından bu “tarihi” nitelikte bulunuyordu. 22 akademisyen ve kanaat önderinin Prof. Ergun
Özbudun ve Prof. Turgut Tarhanlı'nın eş koordinatörlüğünde yaptıkları yuvarlak masa toplantılarının sonucu
olarak açıklanan rapor, yeni anayasa sürecinde temel ilkeler ve hedefler bağlamında bir dizi öneri içeriyordu.
2007 yılında AKP'nin isteği üzerine bir anayasa taslağı hazırlayan ekibin de başında bulunan Prof. Özbudun,
neden TÜSİAD için yapılan çalışmada daha “radikal” bir yaklaşım sergilediklerini yanıtlıyordu.
PKK ve BDP'nin talepleri açısından da önemli bir metin sayılıyordu
66 cevdet@cevdet.net
145
TÜSİAD'ın “Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantılar Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel boyutu”
başlığı altında yayımlanan metin Türkiye’yi bölme anayasası sürecinde ciddi bir tartışma zemini oluşturuyor,
BDP'nin de Kürt sorununun çözümü için telaffuz ettiği önerileri önemli ölçüde karşılıyor, bu bağlamda
“demokratik özerklik” talebine kayıtsız kalınmadığı gözleniyordu.
İşte TÜSİAD raporu şu ana başlıklardan oluşuyordu:
• Türk milletine ve milliyetçiliğe atıf yapılmamalıdır.
• Yeni anayasa devlet odaklı değil birey ve insan odaklı bir felsefeyle kaleme alınmalıdır.
• Yeni anayasa milliyetçiliğe vurgu yapmamalı, çoğulcu bir felsefeye sahip olmalı ve farklı
kimliklere hak temelli yaklaşmalıdır.
• Vatandaşlık tanımlamasında “Türklük” kavramına yer verilmeden vatandaşlık bağı devletle
birey arasındaki anayasal bir ilişki olarak tanımlanmalıdır.
• Anayasa’da "Türk Milleti" veya milliyetçiliğe atıf yapan ifadeler ve etnik çağrışımı olan
deyimler çıkarılmalıdır.
• Genelkurmay Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmalıdır.
• Yüksek komuta kademesinde atamalar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin göstereceği belli sayıda
aday arasından sivil otorite tarafından yapılmalıdır.
• Yüksek Askeri Şûra'nın sadece ihraçlara ilişkin kararları değil, bütün kararları yargı
denetimine açılmalıdır.
• Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalı, yeniden yapılandırılmalıdır.
Cumhurbaşkanlığı'nın sembolik bir makam olması gerektiğinden hareketle kurul başbakanın
başkanlığında toplanmalıdır.
• Cumhurbaşkanı yetkileri sınırlandırılmalıdır.
• Milletvekilleri ve bazı kamu görevlilerine başörtüsü takma imkânı sağlanmalıdır.
• Yeni anayasa başörtüsü ile ilgili görüş ayrılıklarının çözüme kavuşturulmasında bir fırsat
olarak değerlendirilmelidir. Üniversite öğrencilerinin, milletvekillerinin, öğretim üyelerinin ve belli
kurallar dâhilinde, kamu görevlilerinin başörtüsü kullanmalarına engel bir gerekçe bulunmamaktadır.
Bununla birlikte hâkim, polis, savcı, asker gibi devletin egemenlik yetkisini doğrudan kullanan ve
tarafsızlığın öne çıktığı meslekleri icra eden kamu görevlilerinin; çocukların etkiye açık olmaları
nedeniyle okul öncesi eğitim, ilk ve orta öğretimde görev yapan eğitimcilerin; reşit olmamaları
sebebiyle üniversite öncesi eğitim alan öğrencilerin din veya inancı belli eden simgeler taşıması
uygun sayılmamaktadır.
• Siyasi partiler şeriatı (İslami kuralları) ve faşist, ırkçılığı savunamamalıdır!
• Diyanet'te temsil edilmeyenler paralel kuruluşlar oluşturulmalıdır!
• Zorunlu din kültürü ve ahlak dersi kaldırılmalıdır!
• Nüfus kâğıtlarında din hanesi bulunmamalıdır.
• Cemaatler tüzel kişilik kazanmalıdır.
• Atatürk'e saygı sunulmalı, ama ideolojik referans yapılmamalıdır!
• Demokratik özerkliği' kolaylaştıran bölgesel idareler kurulmalıdır.
• Üniter devlet esnetilerek bölgeli (federatif) yapı tartışılmalıdır.
• Ana dilinde eğitim ve öğrenim tedbirleri alınmalıdır!
• (Kürtlere ve başka kökenlere) Kolektif kültürel haklar tanınmalıdır!
• Eşcinsellere de ayrım yapılmamalıdır!
• Memura grev ve bireylere vicdani ret hakkı sağlanmalı (mecburi askerlik kaldırılmalıdır)
MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli TÜSİAD’ın bir zamanlar şiddetle karşı
146
çıktıkları başörtüsü istismarı hakkındaki raporuna ilişkin yazılı basın açıklaması
yapıyordu:
TÜSİAD isimli kuruluşun başörtüsü sorununun çözümü için başlatılan siyasi süreç hakkındaki
değerlendirmelerini içeren 30 Ocak 2008 tarihli açıklaması kendileri bakımından vicdanlarını
temizleme telaşı olarak görülmelidir. Söz konusu kuruluşun Türkiye’nin milli çıkarlarını ve milli
birliğini ilgilendiren konulardaki duruşu herkesin malumudur. Son on yıl içinde bu kuruluşun
demokratikleşme ve Avrupa Birliği normları adına savunduğu görüşler, bu konuda hazırladığı ve
sahip çıktığı raporlarda ifadesini bulmuştur. Avrupa Birliği’nin dayatmalarının haklılığını Türk
kamuoyuna anlatmayı kendisine misyon edinen bu kuruluşun Kıbrıs, Rum Patrikhanesi’nin statüsü,
Heybeliada papaz okulu, cemaat vakıfları, Türk milli kimliği, Türkiye’de azınlık hakları, Kürtçe eğitim,
ve Türklük değerlerine hakaret edilmesinin önünü açacak yasal düzenlemeler konularında nerede
durduğu kamuoyu sicilinde kayıtlıdır. Aynı kuruluşun AKP’nin son beş buçuk yıldır izlediği ve bugün
Türkiye’yi bir bataklığa sürükleyen ekonomik politikalarının en hararetli destekçisi olduğu;
Türkiye’nin bölünme modelleri ve parçalanma reçetelerinin çağdaşlaşma adına misyonerliğini
yaptığı; Avrupa Birliği hayal yolculuğunda AKP’ye koltuk değneği olmayı içine sindirebildiği ve 22
Temmuz seçimlerinden önce, şimdi şikâyet ettiği sözde ekonomik ve siyasi istikrarın sürmesi
gerekçesiyle AKP’yi desteklediğini açıkça ilan ederek taraf olduğu da bilinen bir gerçektir. Bu
gerçekler karşısında, bu kuruluşun “Türkiye’nin Atatürk’ün çağdaş medeniyet seviyesine erişme
hedefinin gereği olan, batı normlarını esas alan demokratikleşme sürecinden” dem vurması, sadece
tebessümle karşılanabilecektir. Ülkenin ve milletin bekasını şahsi ve kurumsal çıkar hesaplarının
üstünde ve önünde tutmak erdemini gösterebilen herkes için Türkiye’nin ortak milli ve manevi
değerleri etrafında birleşmek bir vatanseverlik borcudur. Bu alandaki sicili bilinenlerin, bu değerlerle
ilişkisi sadece cüzdanlarıyla sınırlı olanların milliyetçilikten, demokrasi üslubu ve sicilinden
bahsetmeleri sapla samanı karıştırmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Geçmişlerinin,
bugünlerine ve sözlerine kefil olması, kişiler için olduğu gibi kurum ve kuruluşlar için de
vazgeçilmeyecek bir ahlaki zorunluluk ve şaşmaz bir ciddiyet ve inandırıcılık terazisidir.67
67 31.Ocak.2008
147
IMF PALAVRASININ ASLI:
ERBAKAN YAPTI, ERDOĞAN SATTI!
Bütün ekonomistler AKP’nin 2002 yılında Türkiye’nin Toplam borcunu 129,5 milyar dolar olarak
devraldığını, ama bunu 10 yılda 340 milyar dolara çıkardığını söylüyordu. Bu rakamlar elbette
korkunç bir gidişata işaret ediyor ve Türkiye’nin dış borca esir edildiğini gösteriyordu. Ancak bu
tespitler bile acı gerçeği tam yansıtmıyordu. Rahmetli Erbakan Hoca, AKP iktidarının, bütün
Cumhuriyet hükümetlerinin yaptığı 170 milyar dolarlık dış borcu 8 yılda 580 milyar dolara çıkardığını,
resmi rakamlar ve evraklarla ortaya koyuyordu. Aynı artış hızı oranıyla Türkiye’nin toplam dış borcu
bugün 746 milyar dolara ulaşıyordu. Bunun 315 milyar dolarını, devletin kefil olduğu ve çoğu kez
genel bütçeden ödemek zorunda kaldığı özel sektör borçları oluşturuyordu.
Türkiye, Haim Nahum planı gereği borca esir ediliyordu!
Resmi verilere göre, 2012 sonu itibarıyla 532 milyar lira olan merkezi yönetim brüt borç stoku,
Nisan sonu itibarıyla 540,4 milyar lira oluyordu. Hazine Müsteşarlığı, merkezi yönetim brüt borç stoku
verilerini açıklıyor, buna göre, merkezi yönetim brüt borç stoku, Nisan ayı sonu itibarıyla 540,4 milyar
lira olarak gerçekleşiyordu. Borç stokunun 393,6 milyar lira tutarındaki kısmı Türk lirası cinsi, 146,8
milyar lira tutarındaki kısmı döviz cinsi borçlardan oluşuyordu. Merkezi yönetim brüt borç stoku,
2012 sonu itibarıyla 532 milyar lira olmuştu. 2011 yılı sonunda 518 milyar 350,2 milyon lira olan
merkezi yönetim brüt borç stoku, 2012 yılında %2,63 ve 13 milyar 650,1 milyon lira artarak 532 milyar
liraya ulaşıyordu.
Malum bu özelleştirme furyası son 10 yıldır fırtınalar estiriyordu. Bu özelleştirmelerin içinde hiç
şüphesiz en ilginci Petrol Ofisi oluyordu. Şirketi satın alan Doğan Grubu bizzat satın alan borçlu
şirketi, satın aldığı şirketle birleştirip finansman yükünü devletin vergisiyle karşılıyordu. Yani Petrol
Ofisi özelleştirilmesi devletin vergisiyle devletin şirketini satın almanın ilginç bir hikâyesi oluyordu.
Ama ben size daha ilginç bir özelleştirmeden bahsedip kamu borçlarının özelleştirmesini
anlatacağım: 2002 yılını kapatırken kamunun çoğu iç borç ve kalanı dış borç olmak üzere toplam 185
milyar dolar (brüt) borcu bulunuyordu. Aradan 10 yıl geçti ve kamunun borçları 340 milyar dolara
ulaşıyordu. Kamunun brüt borç stoku artarken aslında kamunun varlıklarının daha fazla artması
gerekiyordu. Devletin net borçları azalırken özel sektörün durumu ne olmuş? 10 yıl önce dış borcu
107 milyar dolar olan bankalar ve reel sektörün 2012 sonunda borcu 329 milyar dolara yükseliyordu.
Böylece ülke olarak borç stokumuzun toplam 292 milyar dolardan 640 milyar dolara yükseldiğini
görüyoruz. Devletin borç artışı %67, ama özel sektörün borç artışı %207’yi buluyordu. Üstelik bu
tespitleri AKP yandaşı ve Star yazarı İbrahim Kahveci yapıyordu.
AKP 2002’de 170 milyar dolar devraldığı dış borcu 11 yılda tam 746 milyar dolara çıkarıyordu.
Bunun 431 milyar doları devletin, 315 milyar doları ise devletin kefaletiyle özel şirketlerin aldığı
borçlardan oluşuyordu.
IMF’ye olan borcun ödenmesiyle övünen AKP Hükümeti, halktan gerçekleri saklıyor. IMF’den
kullanılan kredilerin yüzde 93’ü AKP’ye yararken dış borçlar ise tam 4,2 kat artarak rekor kırıyordu.
Türkiye’nin IMF ile imzaladığı son stand-by anlaşması uyarınca kullandığı kredinin son taksiti ödeniyordu.
IMF’ye borcunu, dış borçların tamamı olarak gösteren AKP Hükümeti ve medya ise, bunu bir başarı olarak
halka yansıtıyordu. Uzmanlar, Türkiye’nin 431 milyar dolara yaklaşan toplam dış borcu içerisinde IMF
borcunun ‘devede kulak’ olduğunu söylüyordu. AKP’li yıllarda katlanarak artan dış borç yükünün altında ise,
başta bankalar olmak üzere özel sektör bulunuyordu. Üstelik 315 milyar dolarlık bu borcun üçte biri (105
milyar dolar) kamuya ait bulunuyordu.
Asıl borç yabancı Siyonist bankalardan alınıyordu!
Hazine’nin verilerine göre, 2002’de AKP iktidara geldiğinde, IMF’ye olan borç da dâhil, Türkiye’nin
148
toplam dış borcu 170 milyar dolardı. Geçen 10 yılda Türkiye’nin dış borcu 3 kat artarak 431 milyar dolara
çıkmıştı. Alacaklılar ise JP Morgan, Citibank, Bank Of America, Deutsche Bank yani, yabancı Siyonist
bankalardı.
IMF’nin kaymağını AKP yiyordu
Türkiye, IMF ile 56 yıla varan ilişkileri süresince toplam 19 stand-by anlaşması imzaladı. Yani
Türkiye daha önce de IMF’den borç alıp ödeme yapmıştı. Anlaşmalar uyarınca kullanılan kredilerin
toplamı ise 49.8 milyar dolardı. ‘IMF’ye borcu ödedik’ diye övünen AKP, IMF’nin kaymağını en çok
yiyen hükümet konumundaydı. Kullanılan 49.8 milyar dolar kredinin yüzde 93’ü AKP’ye yaramıştı.
Buna göre; 1999, 2002 ve 2005’te imzalanan anlaşmalar sonucu kullanılan kredilerin toplamı 46.4
milyar doları bulmaktaydı. Anlaşmalar sonucu uygulanan ‘acı reçeteler’, AKP’nin kendi başarısı diye
sunduğu, mali kesimi sağlamlaştırmıştı. Fakat özelleştirmelerle kâr eden KİT’ler yok pahasına
yabancılara satılmıştı. AKP döneminde IMF’ye 22 milyar dolarlık borç ödemesi yapılırken bunun
karşılığında tam 38 milyar dolarlık kamu malı elden çıkarılmıştı.
Borçlar özelleştirmelerle kapatılıyordu
Türkiye’nin IMF’ye borçlarının büyük kısmının 2001 krizi sonrasında alındığını unutmamak lazımdı.
“Alınan borçların tutarı 20 milyar dolar civarındaydı. Bu daha sonra bütçeden hem belli harcamalar kısılarak
hem de özelleştirmelerden elde edilen gelirler kullanılarak kapatıldı. Ama hükümet IMF’ye borçları dış
borçların tamamı olarak göstererek kamuoyunu yanıltmıştır. IMF’ye borçlar devede kulaktır. Başbakan bu
IMF’ye ödenen kısmı, borçların sıfırlanması gibi takdim ederek köylü kurnazlığı yapmaktadır. IMF’nin
sermayesine Türkiye’den yapılacak katkı da ahım şahım bir katkı sanılmamalıdır. Bu konuda yine esas
borusu ötecek olanlar Siyonist bankalar ve küresel sermaye baronlarıdır. Çin, Brezilya gibi ülkeler de IMF’ye
güçleri oranında sermaye koyarak söz sahibi olmaktadırlar. Türkiye dışarıdan bakıldığında orta boy ülkelerin
içinde en kırılgan, en borçlu ve dışa en muhtaç ülke durumundadır. Türkiye’nin döviz varlıkları döviz
yükümlülüklerinin çok altında kalmakta ve döviz açığı milli gelirin yüzde 52-53’ünü bulmaktadır. Son taksit
ödemesiyle birlikte IMF’ye (Uluslararası Para Fonu: UPF), borcumuz bitiyor(muş)! Palavrasıyla toplum
aldatılmaktadır. 1944 Bretton Woods Konferansı doğumlu UPF’nin görevi, makroekonomik dengeleri
gözetmek, döviz kurlarının değişmesine nezaret etmek gibi teknik alanlardan oluşan kötü polis rolü
oynamaktadır. İyi polis de tek yumurta ikizi Dünya Bankası (DB) olmaktadır. UPF+DB = Borçlular
Hapishanesi konumundadır.
Bu arada güdümlü iktidarlara mutabık veya muhalif ekonomistlerin gizledikleri
veya bilmedikleri bir gerçek vardı: IMF’yi kredi veren bir bankaymış gibi sanmaları
yanlıştı veya kasıtlı bir saptırmacaydı. Çünkü IMF bir banka değil; Siyonist Yahudi
bankaların diğer ülkeler ve özel sektörlere verdikleri kredileri, faizleriyle birlikte
ödemedikleri takdirde, askeri güç kullanmak dâhil, ABD’nin bu borçları zorla tahsil
etmesini garantileyen Amerikan devleti adına kefalet veren ve bunun karşılığı ayrıca
komisyon ödenen bir ARACI KURUM olmaktaydı. Bazı nispeten düşük miktardaki
borçları doğrudan sağlaması, IMF’nin ikinci sınıf işlevlerinden sayılırdı. AKP 10 yılda
aldığı yüz milyarlarca dolarlık faizli krediyi ve yabancılara peşkeş çektiği
özelleştirme gelirlerini nerelere harcadığının hesabını vermekten sürekli
kaçınmaktaydı.
Eski Ekonomi Bakanlarından Ufuk Söylemez, Türkiye’yi IMF’ye en çok borçlandıran iki ismin Eski
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş ve Başbakan Tayyip Erdoğan olduğunu söylüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bugüne tüm dış borçlarını ve taahhütlerini aksatmadan geri
ödediğini belirten Söylemez, “AKP iktidarı IMF’ye Türkiye’yi muhtaç ederek 2005 yılında 10 milyar dolar
borçlanmıştır. Bunu geri ödediği için neredeyse milli bayram ilan edecek bir şamata yapıyorlar” diyerek
durumu özetliyordu.
Erbakan yapıyor, Erdoğan satıyordu!
149
IMF’nin borcu, fabrikalarımız, limanlarımız, stratejik kurumlarımız satılarak ödeniyordu!
İktidar böbürlenerek; IMF’ye borç kalmadığını açıklıyordu. Oysa on yıllık tablo ödemenin
özelleştirmeyle yapıldığını ortaya koyuyordu. Resmi rakamlara göre Türkiye’nin 10 yıl önce IMF’ye
23.5 milyar dolar borcu bulunuyordu. Türkiye’nin özel sektör dâhil o yılki toplam dış borcu da 130
milyara yaklaşıyordu. AKP, iktidarının ilk yılından itibaren özelleştirmeye hız veriyor Cumhuriyet dönemi
boyunca yapılan kamuya ait başta sanayi olmak üzere tüm tesisleri arka arkaya satışa çıkarıyordu.
Bunların çoğu, iktidara yakın yerli ve yabancı sermaye tarafından yok pahasına kapışılıyordu.
AKP iktidarının 10 yıllık döneminde Türkiye’nin dış borcu, 2012 sonu itibariyle 340 milyar dolara yükseliyor,
aslında büyük miktarı da gizleniyordu.
38 milyar dolarlık gelir nereye gidiyordu?
Bu borcun 101 milyar dolarlık kısmının kamuya, 7 milyar dolarının Merkez Bankası’na, 217 milyar dolarının
da özel sektöre ait olduğu açıklanıyordu. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın kayıtlarına göre, bu dönemde
aralarında Türk Telekom, TEKEL, SEKA, PETKİM, TÜPRAŞ ve Erdemir gibi sanayi tesisleri, limanların
tamamı, 195 kamu tesisiyle 2 bin 629 adet arsa, bina ve lojman sessizce peşkeş çekiliyordu. Kamuya ait
bu varlıkların satışından 38 milyar 84 milyon dolarlık gelir elde ediliyor ve milletin ödediği vergilerle yapılan
tesislerin satışından elde edilen gelir, IMF’ye olan 23.5 milyar dolarlık borcu kapatmaya yetiyordu. Artan kısmıyla
da bütçe açıkları finanse ediliyordu.
Hangi yıl hangi tesisler satılıyordu?
YIL 2003
KAYSERİ’deki Taksan, Bolu Gerede’deki Gerkonsan, SEKA’nın Balıkesir, Afyon, Kastamonu, Aksu ve
Çaycuma işletmeleriyle Taşucu tersane alanı, TEKEL’in kaya tuzu tesisleri, Çeşme, Kuşadası, Trabzon ve
Dikili limanları, Sümer Holding’in Merinos Halı Markası ve Adıyaman İşletmesi, Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nun
Sakarya işletmesi, İş Bankası C, Arçelik, Tofaş, Ünye Çimento ve Türkiye Kalkınma Bankası’na ait
kamunun elindeki hisselerle 277 adet taşınmaz, 103 arsa ve 90 adet lojman; hepsi sadece 187 milyon
87 bin 941 dolara satıldı.
YIL 2004
TEKEL’in alkollü içkiler bölümü, Eskişehir Doğalgaz Şirketi (Esgaz), Artvin Murgul ile Kastamonu Küre’de
bakır madeni çıkarıp işleyen Eti Bakır, Sivas ve Malatya’daki Divriği Hekimhan Maden İşletmeleri, Bursa
Doğalgaz Şirketi (Bursagaz), Amasya Şeker Fabrikası, Kütahya Tavşanlı’daki Eti Gümüş, Elazığ’daki Eti
Krom, Antalya’daki Eti Elektrometalurji işletmeleri, Çayeli Bakır İşletmeleri, Kütahya Şeker Fabrikası, Türkiye
Gübre Sanayi şirketine ait Gemlik ve İstanbul’daki fabrikaları ile Kütahya Gübre Varlıkları ve Şanlıurfa depoları
arazisi, Sümer Holding’in Malatya, Bakırköy ve Diyarbakır işletmeleri, SEKA’nın Karacasu, Ardanuç ve
Akkuş işletmeleriyle Ankara Alım Satım Müdürlüğü binası, EBÜAŞ’ın Samsun Soğuk Hava Deposu, Manisa
Kombinası ve arsası, Sümer Holding’e ait Ortadoğu Teknopark şirketi, Çanakkale Deri, Malatya ve Tümosan
işletmeleri, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri’ne ait Kalkınma Bankası hisseleri, TEKEL’in Tuzluca ve Sekili tuzlaları,
Bursa İnelgöl’deki Kibrit Fabrikası, Kadadeniz Bakır İşletmeleri’nin Samsun İşletmesi, Türkiye
Denizcilik İşletmeleri’ne ait Ankara ve Samsun feribotları, THY’nin 126 milyon dolarlık hissesi ile 375 adet taşınmaz
ve lojman; toptan 1 milyar 282 milyon 842 bin 130 dolara satıldı.
YIL 2005
TÜRK Telekom, TEKEL’in sigara bölümü, İstanbul Ataköy Turizm, Ataköy Otelcilik, Ataköy Marina ve
Yat İşletmeleri, Konya Seydişehir’deki Eti Alüminyum Fabrikası, Kıbrıs Türk Hava Yolları şirketi, Adapazarı
Şeker Fabrikası, Türkiye Deniz İşletmeleri’nin Karadeniz ve Turan Emeksiz gemileri ile şehir hatları hizmetleri
ve gemileri, TEKEL’in Kristal Tuz Rafinerisi ile Kağızman Tuzlası, Sümer Holding’in İstanbul İmar Şirketi,
Beykoz İşletmesi, makina ve teçhizatları, Türkiye Gübre Sanayi’nin Samsun Gübre Fabrikası ve Ordu Fatsa
ile Tekirdağ depoları, DSİ, Bayındırlık Bakanlığı ve Karayolları’nın Kayseri Erciyes’teki sosyal tesisleri, Sümer
Holding’in Aselsan’daki hissesi, Sarıkamış ve Tercan işletmeleri, Yeşilova Halı ve Battaniye Fabrikası,
Emekli Sandığı’nın Kuşadası Tatil Köyü ile İstanbul Hilton Oteli, THY’nin USAŞ’taki hissesi, TOPRAŞ ve
150
PETKİM’deki kamu hisselerinin bir bölümüyle 120 taşınmaz ile 41 adet arsa; sadece 8 milyar 222
milyon 240 bin 231 dolara satıldı.
YIL 2006
TÜPRAŞ, Erdemir, Başak Sigorta ve Başak Emeklilik, TEKEL’in Kayacık, Yavşan ve Kaldırım tuzlaları,
TEKEL’in ikiz kuleler olarak bilinen Ankara Başmüdürlük Binası ve Bodrum tesisleri, Emekli Sandığı’nın başkentteki
Büyük Ankara Oteli ve Kızılay Emek İşhanı, İzmir’deki Büyük Efes Oteli, İstanbul’daki Büyük Tarabya
Oteli, Türkiye Denizcilik İşletmeleri’nin Yakıt-2 gemisi, Çanakkale Şehir Hatları Hizmetleriyle 9 gemisi,
THY’ye ait kamu hisselerinin bir bölümüyle 350 adet daire, arsa ve taşınmaz; tamamı, 8 milyar 96
milyon 165 bin 459 dolara satıldı.
YIL 2007
TCDİ- Deveci Maden Sahası İşletme Hakkı, TCDD Mersin Limanı, KGM İstanbul Levent Arsası, Sümer
Holding- BUMAS, Araç Muayene İstasyonunun 1.-2. bölgesi, Emekli Sandığı Mülkiyeti Bursa Çelik Palas
Otel, Türkiye Halk Bankası, 245 adet daire, arsa ve taşınmaz; kökten 4 milyar 258 milyon 629 bin
659 dolara satıldı.
YIL 2008
Petkim Petrokimya Holding A.Ş., Sümer Holding NİTRO-MAK Makine Kimya Nitro Nobel Kimya Sanayi
A.Ş.’nin yüzde 33.5 hissesi, Tekel ve Sigara Sanayii İşletmeleri ve Ticareti A.Ş., Ankara Doğal Elektrik
Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin 9 santrali, Tekel ve Sigara Sanayi İşletmeleri’ne ait Pipo ve Nargile Markaları,
Türk Telekomünikasyon ve 196 adet daire, arsa ve taşınmaz; 6 milyar 297 milyon 123
bin 974 dolara satıldı.
YIL 2009
TEDAŞ Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş., TEDAŞ Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş., TEKEL Kastamonu Jüt
İpliği Fab. Makine ve techizatı, TEDAŞ Konya Meram Elektrik Dağıtım A.Ş. ve 140 adet daire, arsa ve taşınmaz;
kelepir olarak 2 milyar 274 milyon 985 bin 159 dolara satıldı.
YIL 2010
TCDD’nin Samsun ve Bandırma limanları, TEKEL’in Çamaltı ve Ayvalık tuzlaları, Eskişehir Osmangazi,
Çamlıbel, Uludağ, Çoruh, Yeşilırmak ve Fırat elektrik dağıtım şirketleri, Sümer Holding’in Antalya Barit ve
Mersin Taşucu işletmeleriyle 205 adet daire, arsa ve taşınmaz; yekünü 3 milyar 085 milyon 479 bin
135 dolara satıldı.
YIL 2011
Bayburt, Çemişgezek, Girlevik, Bünyan, Çamardı, Pınarbaşı, Sızır, İznik, Dereköy, İnegöl, Cerrah,
Mustafakemalpaşa, Suuçtu, Çağ Çağ, Otluca, Uludere, Adilcevaz, Ahlat, Malazgirt, Varto, Değirmendere,
Karaçay, Kuzuculu, Turunçova, Finike, Kayadibi, Besni, Derne, Erkenek, Kernek ve Kovada 1-2 akarsu santralleri,
İskenderun Limanı, Trakya Elektrik Dağıtım şirketiyle 195 adet daire, arsa ve taşınmaz; bütünüyle
1 milyar 358 milyon 418 bin 129 dolara satıldı.
YIL 2012
ASELSAN’ın yüzde 77 hissesi, PETKİM’in yüzde 10 hissesi, Kayseri Elektrik’in yüzde 20 hissesi, Beykoz’daki
iskele ve rıhtım, Halk Bankası’nın yüzde 24 hissesiyle 192 adet daire, arsa ve taşınmaz; 3 milyar
20 milyon 692 bin 249 dolara satıldı.
Yıl 2013 Sonunda Galataport da gidiyordu!
Karaköy’den Tophane’ye uzanan 1,2 kilometrelik sahil şeridini kapsayan İstanbul Salıpazarı Liman
sahasının ihalesi 16 Mayıs 2013’te yapılıyordu. Galataport olarak bilinen liman sahasının 30 yıllık işletmesini
702 milyon dolarlık en yüksek teklifi veren Doğuş Holding kazanıyordu. 2005 yılında yapılan ve iptal edilen
ihalede ise verilen en yüksek teklif 3,5 milyar avro olmuştu. Doğuş Grubu CEO’su Hüsnü Akhan, ihale
sonrası yaptığı açıklamada, taksitli ödeme seçeneğini tercih edeceklerini söylüyor, ayrıca yapacakları yatırım
tutarının 350-400 milyon dolar seviyesinde olacağını bildiriyordu. Galataport projesinin Karaköy rıhtımından
başlayıp, Mimar Sinan Üniversitesi’ne kadar olan bölgede inşa edilmesi planlanıyor. Denize yapılacak olan
151
11 bin 867 metrekareyi kapsayacak projede, 127 bin 811 metrekare yapılaşma ve 99 bin 256 metrekare
inşaat planlanıyordu. Bu alanlarda alışveriş merkezleri, oteller ve limanların inşa edilmesi düşünülüyordu.
Daha önce İsraillilere satılmıştı
Galataport 2005 yılında İsrailli işadamı Sami Ofer’e 3,5 milyar Avroya satılıyor, ancak Ofer’in
kazandığı ihale bir sene sonra Danıştay tarafından iptal ediliyordu. Kamuoyunda tartışmalara neden olan ilk
ihale Galataport’un işletme hakkını 49 yıllığına devredilmesini öngörüyordu. Şimdi ise dolaylı yollardan yine
aynı odakların eline geçiyordu.
Obama ile Barzanistan’ın finansmanı görüşülüyordu!
Barzani’nin Türkiye ve diğer ülkelerle yaptığı petrol anlaşmaları ise Irak Anayasasına aykırı olduğu için
uluslararası anlaşmaların ihlal edilmesi anlamına geliyordu! ABD’de gerçekleştireceği temaslarla ilgili basına
bilgi veren Başbakan Tayyip Erdoğan önemli bir konuya açıklık getiriyordu. Erdoğan, ABD’ye hareket
etmeden önce yaptığı açıklamada ABD’li petrol devi Exxon’la petrol aramak için Kuzey Irak yönetimiyle
anlaşma yapıldığını ve ABD seyahatinde yapacağı Obama görüşmesinde, bu konunun olgunlaşacağını
bildiriyordu. Erdoğan’ın ziyaret öncesi bu konuda açıklama yapması sürpriz olarak karşılanıyordu. Irak
Merkezi Hükümeti ise, anayasada yeraltı kaynaklarının denetiminin kendilerinde olduğunu belirterek Barzani
yönetiminin uluslararası şirketlerle petrol anlaşması yapmasına karşı çıkıyordu. Barzani yönetimi ile anlaşma
yapan şirketlerle Irak Merkezi Hükümeti ile yapılan anlaşmaları fesheden Maliki yönetimi, ülkeleri de Irak
Anayasasını ihlal etmemeleri konusunda uyarıyordu.
Maliki yönetimi AKP Hükümetinin Barzani ile ilişkilerinden rahatsızlık duyuyordu. AKP Hükümetinin
Barzani yönetimine ayrı devlet muamelesi yaptığını kaydeden Irak Merkezi Hükümeti, “Kerkük ve petrol”
konusunda da tepki gösteriyordu. Türk şirketlerinin Barzani bölgesi ile petrol anlaşması yapmasından ve
çıkarılan petrolü Türkiye üzerinden dünyaya pazarlama çalışmalarından rahatsızlığını açıkça dile getiren
Maliki yönetimi, Türkiye’yi uluslararası hukuk kurallarını ihlal etmekle de suçluyordu. AKP’nin izlediği
Ortadoğu politikası Suriye’den sonra Irak’la da gerilimi arttırırken, İran’ın da bu gerilime doğrudan dâhil
olmasının an meselesi olduğu ifade ediliyordu.
Açılım ve 2. İsrail’in finansmanı
AKP Hükümetinin ABD kılavuzluğunda Abdullah Öcalan’la sürdürdüğü açılım sürecinde de
petrol konusu en önemli maddelerden biri oluyordu. Bölgede çıkarılan petrol ve doğal gazın Irak
Merkezi Hükümetinin kontrolü dışında Türkiye üzerinden dünyaya pazarlanması hedefleniyordu.
Bölgede çıkan ve çıkarılacak olan petrol ve doğalgazın bu şekilde dünyaya pazarlanması halinde
Barzani yönetimine orta vadede yılda 50 milyar dolardan fazla gelir sağlayacağına dikkat çeken
uzmanlar, bunun da kurulacak (Kürdistan) 2. İsrail’in finansmanı için kullanılacağını belirtiyordu.
Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde çıkarılan petrolün denetiminin de PYD’nin elinde olduğunu
kaydeden bölge uzmanları, planın büyük çaplı hazırlandığını, AKP Hükümetinin de bu planın bir
parçası olarak davrandığını, “Öcalanlı açılım”ın da bu çerçevede ele alınması gerektiğini belirtiyordu.
Türkiye’nin oyunu büyük riskler taşıyordu!
Öte yandan Financial Times gazetesinde yayınlanan başmakalede, Türkiye’nin Kuzey Irak’la vardığı
enerji anlaşmasının olası riskleri ve getirileri değerlendirildi. Makalede şu görüşlere yer veriliyordu: “Petrol
hisseleri alabilmek için Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürtlerin yerel yönetimiyle Türkiye’nin bir anlaşmaya
varmış olması, ülkenin PKK’yla başlatılan yakınlaşma sürecine denk bir ekonomik politika izlediğini gözler
önüne seriyordu. Türk liderler Kuzey Irak’ı Türkiye’nin ekonomisinin doğal uzantısı olarak gördüklerini
saklamıyordu. Ama en önemlisi Ankara, bilfiil ekonomik ve siyasi bağımsızlığa yaklaşan Irak Kürdistan
Federe Bölgesi’yle ilişkilerini kuvvetlendiriyordu. Ama bu, Bağdat’ı uzaklaştırırken parçalanma isteyenlerin
elini güçlendiriyordu. Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Yönetimi’yle bir anlaşmaya varmasının Irak Başbakanı Nuri
el-Maliki’yi İran’a yaklaştıracağına kesin gözüyle bakılıyordu. Türkiye büyük bir oyun oynuyordu. Ama Irak’a
Amerika’nın girmesinden beri Osmanlı döneminde parçası olan bölgenin çözüldüğü göz önünde
bulundurulduğunda bu oyun büyük riskler de taşıyordu.”
152
Türkiye ‘Ekonomik NATO’ya yamanma peşinde koşuyordu!
Türkiye’nin, AB ile ABD arasında yapılacak olan TTYO anlaşmasından 20 milyar dolara yakın
zarar etmesi ve büyüme hızının da bundan yüzde 2.5 civarında olumsuz etkilenmesi bekleniyordu.
‘Ekonomik NATO’ olarak adlandırılan anlaşmanın dışında bırakılan Türkiye, ABD ile STA yaparak
buna dâhil olmak istiyordu. Erdoğan’ın, Obama ile yapacağı görüşmede de bu konu gündeme
taşınıyordu. Avrupa Birliği ile ABD arasında yapılacak olan ‘Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’
(TTYO) anlaşması bu ülkelerle ticaret yapan üçüncü ülkeleri olumsuz etkileyecekti. Türkiye’de
TTYO’dan zarar görmemek için bu anlaşmaya dâhil olmak istiyordu. ABD’de temaslarda bulunmak
üzere Washington’a giden Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çantasında TTYO ile ilgili dosyalar da
bulunuyordu. Anlaşmadan Türkiye’nin zarar görmemesi ve ABD ile bir serbest ticaret anlaşması
yapılması için 102 işadamı da Erdoğan’la birlikte ABD’ye gidiyordu. Yine heyette yer alan TÜSİAD
Başkanı Muharrem Yılmaz da eski adı TAFTA olan TTYO ile ilgili yaptığı bir konuşmada ‘’Vaktiyle
Başkan Clinton’un söylediği gibi ‘TAFTA, Ekonomik NATO’dur.’ TÜSİAD olarak 2013 yılı
çalışmalarında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’na Türkiye’nin eklemlenmesi konusunu tüm
boyutlarıyla ele almayı hedefliyoruz’’ diyordu.
Ama Türkiye TTYO’ya alınmıyordu!
Fakat Nisan ayı başında Türkiye’ye gelen Avrupa Komisyonu TTYO Baş Müzakerecisi Garcia
Bercero, katıldığı bir panelde Türkiye’nin bu anlaşmaya dâhil olmasının sağlıklı olmayacağını söylüyordu.
Türkiye’nin ABD ile ayrı bir serbest ticaret anlaşması yapmasının uygun olacağını belirten Bercero, bu
konuda ABD’de Türkiye için lobi yaptıklarını da ifade ediyordu. ABD kanadından ise, Türkiye ile ilişkilerin
stratejik önemine vurgu yapılırken ticari ilişkiler ve özellikle serbest ticaret anlaşması konusunda herhangi
olumlu bir sinyal bugüne kadar gelmiyordu.
Sonuç: Resmi rakamlara göre; 10 senede dış borç 130 milyar dolardan 337
milyar dolara çıkıyordu. Hükümete baksanız, Türkiye sadece IMF’ye borçluydu. Oysa
gerçek borç miktarı Erbakan’ın hesaplarına göre 746 milyar dolara ulaşıyordu ve
Türkiye borç batağında boğuluyordu!
Yani Hükümet, yeni bir göz boyaması ile Türkiye’nin “dağlar gibi” ağır borç
yükünün üstünü örtmeye çalışıyordu. Yıllık 50 milyar dolarlık cari açık, 53 milyar
liralık faiz ödemesi ve 337 milyar dolar olan dış borç görmezlikten gelinerek,
Türkiye’nin IMF’ye olan kredi borcunun son taksitinin ödenmesiyle ilgili olarak
kamuoyu ‘borçsuz bir ülke’ imajıyla kandırılıyordu. AKP hükümeti, ekonomideki
beceriksizliğini ve acı gerçekleri ucuz bir demagoji ile gizlemeye devam ediyordu.
Türkiye’nin IMF’ye olan kredi borcunun son taksitinin ödenmesi ile birlikte
kamuoyuna ve millete ‘borçsuz bir ülke’, ‘nereden nereye’ havası pompalanırken,
asıl gerçeklerin ise üzeri örtülüyordu. Resmi rakamlara göre AKP Hükümetinin iş
başına geldiği 2002 sonunda Türkiye’nin toplam 130 milyar dolar dış borcu
bulunurken, bu rakam 2012 sonu itibariyle 337 milyar dolara çıkmış bulunuyordu.
Yani 10 yıl içinde ülkenin dış borcu 2.5 kat artıyordu. Gelinen noktada dış borç
korkutucu boyutlara gelirken, AKP hükümetinin ülkenin sadece IMF’ye borcu varmış
gibi göstererek; ‘IMF’ye borcu sıfırladık hatta 5 milyar dolar borç vereceğiz’ şeklinde
bir mesaj vermesi tam bir saptırmaca oluyordu. Öncelikle ‘IMF’ye borcu sıfırladık’,
‘IMF ile borçsuz dönem’, ‘Türkiye ekonomisi bugün yeni bir döneme geçiyor’
şeklinde verilen mesajın gerçekte bir karşılığı yoktu. AKP hükümeti her konuda
olduğu üzere IMF’ye olan borçlar konusunda da ucuz bir politika güdüyordu.
Dış borçta Cumhuriyet rekoru!
Borçlar konusunda önemli olan dış borcun geldiği boyuttur. 2002 sonu ile 2012 sonu itibariyle
yani 10 yıllık sürede toplam borç nereden nereye geliyordu? Bu sorunun cevabı hükümetin bu
153
konuda başarısını veya başarısızlığını ortaya koyuyordu. Şunu da belirtmek gerekiyor, ekonomisi
sürekli cari açık veren bir ülkenin dış borcunun azaldığından bahsetmek büyük bir yalanı
yansıtıyordu. Türkiye uygulanan ekonomik politikalardan dolayı sürekli olarak yüksek cari açık veren
bir yapıdan bir türlü kurtulamıyordu. Yani bu açık sürekli dış borçlarla kapatılıyordu. Bu durum bile
IMF üzerinden kopartılmaya çalışılan iyimser havanın ne kadar aldatıcı olduğunu gösteriyordu.
Türkiye borcu IMF’den değil başka kaynaklardan buluyordu. Bu da hükümetin tercihinden değil
dünyada uygulanan parasal genişleme politikasından kaynaklanıyordu. ABD Merkez Bankası FED her
ay 85 milyar dolar karşılıksız para basarak piyasaya sürüyordu. ABD ve AB’nin, son olarak da
Japonya’nın krizden çıkmak için uyguladıkları bu parasal genişlemeden dolayı da IMF’nin varlığı bir
anlam ifade etmiyordu. IMF zaten bir aracı kefalet kurumuydu.
Bu durumu, ‘bizden öncekiler IMF’den borç alırdı, biz ödüyoruz’ şeklinde halka sunmak gerçeği
yansıtmadığı gibi konuya tam hâkim olmayan geniş halk kesiminin gözünü boyamaya çalışmaktan başka bir
amaç taşımıyordu. Türkiye’de IMF’ye borç ödemesinin yanında; ‘Ekonomisi cari fazla veren, dış borcu
azalan, üretimi artan, dış kaynaklara bağımlılığı azalan’ bir tablo olsaydı o zaman IMF’ye olan borçların
kapatılması bir başarı olarak görülebilirdi. Ancak Türkiye ekonomisi her yıl yüksek oranda cari açık vermeye
devam ederken, bütçesinde faiz ödemeleri için 50 milyar liranın üstünde ödenek ayırırken ve dış borcu
azalmadığı gibi sürekli arttığı bir dönemde tek başına IMF’ye borçların kapatılması bir anlam ifade etmediği
gibi buradaki acizliği ortaya koyuyordu.
154
RAHMETLİ ERBAKAN'I ÖNLEMEK İÇİN DİĞER İSLAMCI
HAREKETLERİN DESTEKLENİP ÖNE ÇIKARILMASI
Yıllardır dile getirdiğimiz ve dikkat çektiğimiz bir gerçek var:
Kendi sinsi sömürü saltanatlarını yıkacak, adil ve asil bir devrim yapacak beyin ve
becerinin sahibi Erbakan olduğunu fark eden Siyonist şeytanlar ve masonik maşalar: Milli
Görüşü etkisiz kılmak ve desteksiz bırakmak üzere:
a- Diğer “dindar ve muhafazakâr” partileri cilalayıp parlatmaya başladılar.
b- O güne kadar “gerici ve tehlikeli” gördükleri bazı İslami hizmet ve hareketleri
gündemine alıp öne çıkardılar.
c- Eski “Akıncı”lardan “şeriatçı”lardan birkaç kişiyi ayartıp vitrine koydukları “İrancı,
Hizbullahçı, İBDACI” gibi Radikal İslamcı terör hareketlerini, Milli Görüşün bir uzantısı gibi
takdime çalıştılar.
d- Bunlar işlettikleri vahşet ve dehşet görüntüleriyle ürküttükleri toplumu; “Ilımlı
İslam”ın temsilcisi Fetullah Gülen’e ve AKP’ye yöneltmeyi başardılar.
e- Daha önce Özal hareketini de bu amaçla, yani Erbakan’dan kurtulmak hesabıyla ve
“O’nun bir devamı” propagandasıyla iktidara taşıyıp, ekonomik, sosyal ve siyasal büyük
tahribatlar yaptılar.
f- Milli Görüş partilerini parçalamak ve Erbakan’ı suçlu ve sorumlu konuma
düşürecek yanlışları yaptırmak üzere de, Hoca’nın yakın çevresine “kendilerine yatkın”
adamlarını soktular…
AKP’nin inkârcılık ve istismarcılığı!
İlk defa Mesut Yılmaz ve Cüneyt Ülsever’in kullandıkları ve daha sonra Erbakan Hocanın üzerine
attıkları: “İmam Hatipler Arka Bahçemizdir.” sözü için; bir zamanlar Milli Görüşçü olan bazı AKP’liler bu
iftirayı atanlara mecliste; “İspatlamayan şerefsizdir” diye çıkışmışlardı.
Ancak R.Tayyip Erdoğan Amerika’da Siyonist patronlarına yaranmak için Erbakan Hoca’yı kastederek,
“Biz İmam Hatipler arka bahçemizdir diyen zihniyetle yollarımızı ayırdık.” diyorlardı. Çünkü Erbakan’a
hıyanetin hatırına hükümet yapıldıklarını biliyorlardı. (Son zamanlarda tekrar “Erbakan’ın yolunda
olduklarını” söyleyip istismar etmekten utanmıyorlardı.)
Şimdi:
4 Eylül 2004 tarihli Hürriyette, Ertuğrul Özkök’ün:
“…Refah Partisi ve özellikle de Erbakan üslubuyla konuşmuyor… Erbakan ne kadar çatışmacı
ise, o, o kadar uzlaşmacı davranıyor…!” “Sizce Din mi daha önemli, yoksa Türklük mü? Soruma
“Türklüğe daha çok bağlı olduğu izlenimini veriyor…!” “Ben kendi payıma, onunla ilgili kanaatimi
oluşturmaya başladım!” O, Müslüman bir Rahip’tir!..?
Diye övdüğü Fetullah Gülen’in gerçek misyonu daha net ortaya çıkmaktaydı.
21–27 Ekim 2004 tarihli Tempo’ya bir açıklama yapan Aytunç Altındal’ın: “Papa, 1998 Şubat ayında
“Kilisenin gizli evlatları” anlamına gelen “in prectore” tarzıyla, 20 tane gizli kardinal atadı. Bu
kardinallerin 18 tanesinin kim olduğu tespit edilip biliniyor. Ancak, birisi Çin’de, diğeri çok önemli bir
Ortadoğu İslam ülkesinde bulunan iki “sinsi Kardinal” gizli tutuluyor!..” diyerek dikkatleri çektiği şahıs
acaba kim olmaktaydı?
Ve bir ABD’li Siyonist profesörle birlikte M. Hakan Yavuz’un hazırladıkları ve reklâmını yaptıkları
155
kitapta:
“Kapitalizm ve Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre, Türk Burjuvazisini güçlendirmek için, İslamiyet’in
bu amaçla yeniden yorumlanması hareketi.!? “Veya, yeni bir Türk Protestanlaşması ve Türk
Siyonizmi.!?” Olarak tarif ve tavsif edilen Fetullah Gülenciliğin ne olduğunu gelin bizzat patronlarından ve
pazarlamacılarından dinleyelim.
İşte Erbakan Hareketini yolundan alıkoymak ve yozlaştırmak ve toplumun teveccühünü başka
noktalara toplamak üzere beslenen ve desteklenen Fetullah Gülen’in gerçek niyetini, tiynetini ve mahiyetini;
Amerika’daki Georgetow Üniversitesi Profesörü, Hıristiyan-İslam kaynaşması Vakfı Müdürü ve Dinlerarası
Diyalog ve ılımlı İslam organizatörü, Siyonist John L. Esposıto ile Fetullahçı M. Hakan Yavuz’un birlikte
yazdığı “Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi” kitabından bizzat kendi tespitlerinden öğrenelim:
Kamusal Alanın özelleştirilmesi: Desekülerizasyon süreci
“Özal’ın Neo-liberal ekonomik politikaları ve siyasal liberalleşme, Türkiye’de gelişen yeni medya
teknolojileriyle birlikte Türkiye’de karmaşık bir dini “piyasa”nın doğmasına yol açtı. Bu genişleyen dini
piyasada, Nakşibendi kolları, Nur hareketi ve siyasal bakımdan Necmettin Erbakan’ın aktif Milli Görüş
hareketi, İslam’ın “gerçek” anlamı ve doğru “eylem” konusunda rekabet ettiler. Liberalleşmenin ana
etkenlerinden birisi; kamusal alanlarda İslam’ın aynı anda çoğunculaşması ve gelişimi oldu. Tıpkı diğer
piyasalar gibi, dini piyasa da çeşitli alıcılar ve potansiyel müşterilerine hizmet etmeyi amaçlayan firmalardan
oluşuyordu. Bu piyasanın açılması, dini alanın dönüşümünü ve çoğunculaşmasını ve en önemlisi de dini
deyim ve ağların; ekonomi, medya ve hayır işleri gibi yaşamın diğer alanlarına da yayılmasını sağladı.
Fethullah Gülen’in Nur hareketi bu siyasal ve ekonomik liberalleşmeden en fazla yararlanan hareket oldu.
Türkiye’nin en etkili Müslüman liderlerinden birisi olan Gülen, kapsamlı ve geniş bir eğitim sistemi kurmak
için Said Nursi’nin fikirlerinden yararlandı.”68 (Fetullahçı yazar bu tespitleriyle; dini hizmetlerin menfaat
şebekesine dönüştüğünü itiraf ederken, kasıtlı olarak Milli Görüşü de aynı kategoriye koyuyordu.)
Üçüncü Dönem: Baskı ve Zorla Liberalleşme
“Gülen Hareketinin üçüncü dönemi ordunun 28 Şubat 1997 tarihindeki yumuşak darbesi ile başladı ve
bu döneme hem dışsal baskı hem de içsel açılma damgasını vurdu. Kemalizm’in kendi kendini
görevlendirmiş muhafızları olan Türk Ordusu generallerinin amacı; “Köktendinci” Müslümanların devleti ele
geçirmesini önlemek için, bağımsız İslami sosyal ve kültürel ifade kaynaklarının hemen hemen hepsini
yasaklamaktı. Refah/Fazilet Patisi’ni yasakladılar, İmam-Hatip liselerini sınırladılar, yeni cami inşasını büyük
ölçüde kısıtladılar, yüksek öğretim kurumlarında başörtüsü giyilmesini yasaklayan bir kılık kıyafet yönetmeliği
uygulamaya koydular, seçilmiş belediye başkanlarını İçişleri Bakanlığı emriyle görevden aldılar ve
tutukladılar. Gülen, Refah Partisi’ne yönelik bu askeri darbeyi kamuoyu önünde haklı bulduğunu
açıkladı ve ülkedeki barışçı Sünni İslami grupların baskı altına alınmasına karşı çıkmadı. Demokrasi
ve insan hakları sorunları konusunda çok tutarlı davranmadı ve kendi grubu çıkarlarını bir bütün
olarak sivil toplumun haklarının önüne koyarak hareketine dokunulmazlık sağlamayı amaçladı”69
“Gülen’in gurubu küreselleşmeye, Erbakan’ın Saadet Partisi gibi siyasal motivasyonlu İslamcı’lardan
daha çok uyum sağlamış ve daha iyi örgütlemiştir.”70 (Bu sözler, Fetullahçıların Siyonist sermaye
hâkimiyetine nasıl teslim olduklarının bir ifadesidir.)
“Fetullah Gülen: “İslam Birliği maceracı bir yaklaşımdır ve zaman kaybıdır!” kanaatindedir. Bu
görüş diğer Türk İslamcılar’ın İslam âlemine ilişkin görüşleriyle keskin bir zıtlık içindedir. İslam ümmeti,
genellikle Türk-İslamcı söylemde sürekli bir tema olup, Türk İslamcılar’ın İslam âleminin liderleri olduğu
68 Sh:31
69 Sh: 83
70 Sh: 87
156
duygusunu yansıtır. Türkiye’nin ilk İslami eğilimli Başbakanı Necmettin Erbakan, Türkler
dışındaki Müslümanlar ile yakın ilişkiler kurma girişimleriyle tanınır. 1997 yılında Türkiye,
İran, Mısır, Nijerya, Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya’yı kapsayan Gelişmekte
Olan Sekiz (D–8) grubunu başlattı. Onun İslam dünyasını temsil eden ülke seçimi tuhaftı;
çünkü hiçbir Türk ülkeyi kapsamıyordu. Bu yönüyle çok eleştirildi. D–8 genel olarak
Erbakan’ın ve aynı zamanda Türk Siyasal İslamı’nın İslam âlemi anlayışını yansıtmakta ve
bu dünyada Türkiye’nin liderliği umutlarını ateşlemektedir. Ama Gülen İslam âleminin
tamamen farklı bir yorumunu benimsemekte ve Türkiye’nin liderlik rolü oynayabileceği
bölgenin sınırlarını gerçekçi biçimde çizmektedir. D-8’i iyimser olarak görmedi ve bunu
Erbakan’ın kendi seçmenine gönderdiği ucuz bir mesaj olarak değerlendirdi. Gülen’e göre:
“bu gibi inisiy+atifler oldukça maceracı ve riskli oldukları için boşuna zaman kaybıdır.
Bunun yerine İslam’ın farklı Türk yorumuna dayalı olarak Türkçe konuşan dünyada bir
liderliği savunmaktadır. Bu tartışma İslam’ın milliyetçi yorumları kabul etmemesine karşın, yine de Türk
sosyo-kültürel ortamına dayalı bir Türk-İslamı’ndan söz etmenin mümkün olduğu iddiasındadır.” Ancak
Gülen’in milliyetçiliğinin tamamen etnik kökene dayanmadığı da vurgulanmalıdır. Gülen, Kürt sorunu
konusundaki ısrarlı suskunluğunu sürdürmekle birlikte, milliyetçilik tanımından Boşnaklar, Arnavutlar ve hatta
Kürtler gibi Türk olmayan Müslümanları dışlamamaktadır. (Yazar bu sözleriyle; a- Hem Fetullah Gülen’in
bir İslam Birliği hedefi olmadığını açıkça vurgularken b- Hem de; Erbakan’ın, dış baskılara maruz
kalmasınlar diye D-8’lere almadığı Türkî Cumhuriyetleri dışladığı havasını vermekte ve tabi gerçeği
çarpıtmaktadır.) “Ancak Gülen cemaati Türk azınlıkları kapsayan her türlü faaliyetten titizlikle kaçınarak, bu
gibi korkuları dağıtmayı başarmaktadır. Ama İran’a gelindiğinde farklı bir strateji izlenmektedir. Bu da
Gülen’in bu ülkeden uzak durma arzusunu ortaya koymaktadır. Bu gönüllü uzak duruş Gülen’in İran’ın hem
Türk devleti hem de ABD’nin hegemonyası altındaki uluslar arası sistem için bir rahatsızlık kaynağı
olduğunun bilincinde olmasına bağlanabilir. Türkiye’deki Kemalist çevreler Gülen’i, kökleri Şia İslami
geleneğinde bulunan bir uygulama olan takiyye yapmakla suçlamaktadır. Gülen’in modern görünümünün
ardında bir gizli Humeyni bulunduğuna inanmaktadır. Onların bu suçlamaları Gülen’in tavrını etkilemiş
olabilir. O’nun İran konusundaki tavrı aynı zamanda dünyanın birçok bölgesindeki faaliyetlerine, kendisinin
de hayati önem taşıdığını düşündüğü ABD’nin onayını almak maksadını taşıyan bir girişim de olabilir. Fakat
İran’a karşı olan bütün bu görüş ve beyanları taktik icabı ise, o zaman Gülen bundan çok rahatsız olmuş
görünmemektedir. Bir başka deyişle onun stratejik mantığı maksatsız değildir. Türk Milliyetçi ve bazen de
İslami retoriği sıklıkla İran’ı tek öfke kaynağı olarak seçer. Gülen’in sınır milliyetçisi kimliğini yansıtan şekilde,
İran anlayışı derin bir şekilde Türk ve İslam tarihindeki tarihi ve dini çatışmalara uzanmaktadır ve hareketin
mensupları tarafından yoğun bir şekilde içselleştirilmiştir: İran hakkında (dikkatli olmamız gereken) iki şey
vardır. Birincisi; din ve İslam devrimi namına bir fanatik İslam ve mezhebi ihraç etme teşebbüsüdür. Bunlar
kendi mezhepleri ve yorumlarını gerçek dinin önüne koyuyorlar. Eğer Şii değilseniz, hiçbir şey değilsiniz.
İkincisi; Hz. Ali sevgisi yalnızca kendi mantıklarını haklı çıkarmaya yönelik bir bahane. Aslında onları bir
arada tutan Hz. Ali sevgisi değil, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer nefretidir. Kendi batıl inançlarını bir dini temele
dayandırmak için Hz. Ali’yi suistimal ediyorlar.71
İran etkisi ve tehdidi Gülen’in Ortadoğu ve Orta Asya hakkındaki söylemlerinin sürekli temalarındandır.
Bütün bölgeye yönelik bir güvenlik tehdidi olarak gördüğü İran’a en şiddetli eleştirilerini yöneltmektedir.
İran’ın D–8 grubunun kilit üyesi olmasına ve Erbakan hükümetinin milyarlarca dolarlık doğal gaz anlaşması
71 Sevindi 1997, 49
157
imzalayarak yakın ilişkileri güçlendirmek istemesine karşın, Gülen Türkiye’nin bu önemli komşusu hakkındaki
olumsuz düşüncelerini gizlemiyor. Onun İran’a ilişkin olumsuz görüşlerinin, bu ülkeyi bölgeye yönelik bir
tehdit olarak görmesinden kaynaklanıyor!72
Erbakan Yerine Gülen Parlatılmıştı!
Dini partiler –Refah Partisi ve onun halefleri- hakkındaki sosyal araştırmanın sınırlı kapsamı ve dar
odağı, Türkiye’deki hızla büyüyen milliyetçi İslam’ın özgün bir formunun ortaya çıkan gerçekliliklerine taze bir
bakışı önlemektedir. Bu odaklanma özellikle önde gelen bir İslami hareketin, “1990’ların başlarından bu
yana faaliyetlerini Türkiye dışına Orta Asya’nın Türkçe konuşan ülkelerine genişleten Gülen
Cemaati’nin artan etkisini ve etkinliğini gizledi. Refah Partisi’nin ve haleflerinin çağdaş Türkiye’deki
modern İslam’ın ana temsilcileri olarak indirgenmeci biçimde genelleştirilmesini reddederek, bu
bölümde Gülen cemaatinin bu temsil rolünü aslında nasıl yerine getirdiğini gösteriyorum. İlginç olanı
Türk Devleti’nin dini partileri ardı ardına yasaklaması ve hala iktidardaki çağdaş dini parti olan, Adalet ve
Kalkınma Partisi hakkındaki kuşkularını korumasına rağmen, Gülen hareketi hızlı yükseliş ve başarısını
yalnızca milli düzeyde değil, aynı zamanda uluslar arası düzeyde de sürdürdü. İslam’ın siyasal açılımından
genellikle sisteme adapte olma veya ona meydan okumada başarısız olmuş gibi görünürken, Gülen hareketi
etki alanını genişletmektedir.”73 (Yazar bu ifadeleriyle, Erbakan hareketi’nin dış güçler tarafından
yasaklanmaya çalışıldığını, Onun yerine Fetullah Gülen’in hazırlandığını açıkça dile getirmektedir.)
“Müceddid Fetullah!” İmajı
Sünen-i Ebu Davud’da yer alan “her asrın başında Allah bu ümmete dini tecdid edecek (yenileyecek,
yeniden canlandıracak, restore edecek) birisini gönderecektir” Hadisi genel olarak sahih kabul edilir. Bu
Hadise göre her asırda Allah ümmetinin din anlayışı ve pratiğini yenileyecek bir şahıs gönderecektir. Tecdid
misyonunu yüklenen kimse Müceddid olarak adlandırılır. Müceddidin işlevinin hem doğru dini bilgiyi ve pratiği
restore etmek hem de hataların reddi ve yok edilmesi olduğu konusunda yaygın bir uzlaşma vardır. Tecdidin
özü bu geleneksel anlayışta yatmaktadır: (Böylece: Hz. Peygambere ve Kur’anı Kerim’e inanmayan gâvurlar
her ne hikmetse tecdid hadisini delil gösterip Fetullah Gülen’i mehdi ilan ediyor.)74
Fetullah Gülen’in Yahudi İltifatı!
“Selçuklu ve Osmanlılar’ın Türk İslamı’na ve dini çoğulculuk uygulamasına atıfta bulunan Gülen şu
hususun altını çizer: “İslam âlemi Yahudiler ile ilişkilerde iyi bir geçmişe sahiptir: hemen hemen hiçbir
ayrımcılık, hiçbir toplu imha, temel insan haklarından yoksun bırakma ya da soykırım olmamıştır.
Aksine daima sıkıntılı zamanlarda Yahudilere kucak açılmıştır; tıpkı Osmanlı Devleti’nin Yahudilerin
Endülüs’ten sürülmesi zamanında olduğu gibi”75
Devletin belli birimleri ve bazı laik politikacılar, daha “radikal” İslami gruplara karşı Gülen’in
Türkiye’deki ve dışarıdaki faaliyetlerini desteklediler. Gülen, tıpkı cumhuriyet tarihindeki birçokları gibi,
meşruiyeti, otoriter bir devletin kendilerine bahşetmesini bekliyordu. 1999 yılı Nisan ayında yapılan
seçimlerden önce Türkiye’nin kıdemli liderleri olan zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve
Başbakanı Bülent Ecevit, Gülen’in faaliyetleri ve dünya görüşünü Refah/Fazilet Partisi tarafından temsil
edilen siyasal İslam’a karşı “istihkâm” olarak savundular.”76 (Yani sağcı S.Demirel ve solcu B.Ecevit eliyle
kendi sömürü düzenlerini yürüten Siyonist merkezler, Fetullah Gülen hareketini, Milli Görüşün önünü
kesmek üzere organize edip kullandılar)
Kur’an’ı İncilleştirme Çabaları!
72 Sh: 227
73 Sh: 231
74 Sh: 267
75 Sh: 273
76 Sh: 84
158
Fetullah Gülen:“Kur’an’da bazı Yahudi ve Hıristiyanlar’ın “hakikate” karşı inatçılık ve düşmanlığı ifade
etmek üzere kullanılan tarzın her çağdaki bütün Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kullanılması gerektiğini
belirten bir hüküm olmadığını savunmaktadır: “Yahudi ve Hıristiyanları kınayan ve azarlayan ayetler ya Hz.
Muhammed’in ya da kendi peygamberlerinin devrinde yaşamış bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır”77
(Yani Fetullah Gülen, bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların iyi niyetli ve Müslümanlara merhametli
olduklarını, bu nedenlerle Kur’an’daki hükümlere muhatap kılınmayacaklarını savunmaktadır.)
“1997 yılında vakıf bir uluslar arası medeniyetler arası kongre düzenleyerek, hoşgörü ve kültürlerarası
işbirliği temalarını vurguladı. 1998 yılında Gülen Vatikan’da Papa ile, daha sonra da Kudüs’te Hahambaşı ile
buluştu. Vakfın genel sekreteri Cemal Uşşak: “radikaller ve fanatiklerden tepkiler vardı, ama ılımlılığı
destekleyen insanların çoğunluğu onu tebrik etti”. Nisan 2000’de vakfın kültürlerarası Diyalog Platformu
Şanlıurfa ve İstanbul’da “İbrahim: Bir ümit sembolü ve Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında
Diyalogda birleştirici bağ” başlıklı bir uluslar arası sempozyum düzenledi.”78
“Hareketin okulları birçok ülkede neredeyse tek Türk varlığıdır. Bu gerçek Türk entelijensiyası
tarafından teyit edilmektedir. Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar vakfı Müdürü ve Türkiye’nin eski Londra
Büyükelçisi (meşhur mason) Özdem Sanberk, bu okullara yönelik liberal demokratik Türk seçkin yaklaşımını
şu şekilde özetlemektedir: “stratejik ifadeyle, bu okullar devlet tarafından desteklenmesi gereken bir şeydir;
çünkü bu ülkelerde bir Türk varlığına sahip oluyorsunuz”. Hareketin bu okulları kurmasına kadar, Türkiye’de
devlet, fikir üreten kurumlar, araştırma merkezleri ve akademisyenler, teorik olarak bile olsa, böyle bir uluslar
arası projeden hiç söz etmemişlerdir.”79
“Ayrıca siyasal spektrumun sol tarafında da bir değişim gerçekleşmiştir. Demokratik Solcu Başbakan
Bülent Ecevit (1999–2002) Gülen ve faaliyetlerini destekliyordu. Çeşitli zamanlarda bu faaliyetleri övdü. 2000
yılında İsviçre, Davos’ta Dünya Ekonomik Formu’nda yaptığı konuşmada, dünyanın her yerindeki Gülen
okullarının Türk Kültürüne nasıl katkıda bulunduğunu vurguladı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı temsilcilerini
makamında kabulünde, bu okullara olan desteğini bir kez daha tekrarladı. Çünkü o bu okulların Türk
kültürünü altı yüz yıllık Osmanlı Devleti’nin başaramadığı ölçüde yaymakta olduğuna inanıyordu.
Hoşgörü ve karşılıklı anlayış atmosferi aynı zamanda cumhuriyet’in kurucu partisi Cumhuriyet Halk
Partisi’ni de etkiledi. Bu parti son zamanlarda bir değişim geçirdi. 1999 seçimlerinde ağır bir hezimete
uğradıktan sonra, Deniz Baykal parti genel başkanlığından ayrılmıştı.”80
İşte Gâvurun tespiti: “Fethullah Gülen Yirmi birinci yüzyılın başında doğan ve önem kazanmakta olan
ifade biçiminin önemli örneklerindendir. Gülen (modernite söylemleri içinde çerçevelenen tanımlamaların eski
anlayışına göre) ne “köktendinci” ne de “sekülerist”tir ve onun duruşu: “küresel yerelleşme” ve
“dinisekülerleşme” bağlamında, statükoyu aşan bir düşüncedir.81 (Yani Fetullah Gülen, dünyayı
köleleştirmek ve İslami şuuru körleştirmek isteyen, Siyonizmin Ilımlı İslam şubesidir.)
“Ancak yirminci yüzyılın sonuna gelindiğine, büyük çatışmaların farklı, ayrı “medeniyetler” arasında
olmadığı aşikâr hale gelmiştir. Bu çatışmalar küreselleşen geleceklerin, daha geleneksel modern sekülerizm
bağlamında, küreselleşen katı kökten dincilikler bağlamında veya çok kültürlü, çoğulcu, birbiriyle bağlantılı
toplumlar bağlamında ele alınan, farklı düşünceleri arasındaydı. Bu gibi çatışmalar zekice bir ifadeyle
“küreselleşmeler çatışması” olarak adlandırılmaktadır.
Küreselleşmenin çatışan görüşleri içinde, Fethullah Gülen küreselleşmiş çok kültürlü çoğulculuk İslami
söyleminin gelişiminde önemli bir güçtür. Ondan ilham alanların eğitim faaliyetlerinin etkinliğinin de gösterdiği
77 Sh:279
78 Sh:281
79 Sh:286
80 Sh:276
81 Sh:296
159
gibi, onun görüşü modern ile posmodern, küresel ile yerel arasında köprüler kurmaktır ve Müslümanlar ile
gayrimüslimlerin geleceğine yönelik görüşleri şekillendiren çağdaş tartışmalarda önemli bir etkiye sahiptir.”82
(Yazara göre, Fetullahçılık; Müslümanlıkla masonluğu birbirlerine bağlayan bir köprü gibidir.)
“Gülen “yeni ortaya çıkan, modern zevkleri içselleştirmiş Türk burjuvazisinin arzuları ve beklentilerini
dile getirmektedir. Tıpkı Katoliklik içinde Protestanlık’ın Avrupa burjuvazisinin yardımıyla doğması gibi, Gülen
hareketi de Ortodoks İslamı’ndan doğmaktadır”83 (Evet, Fetullah’ı çok iyi tanıyan ve reklamını yapan
Amerikalı yazara göre: Protestanlık nasıl, Klasik-Katolik anlayıştan ayrılıp, Siyonizm’le uyumlu hale
getirilmişse, Fetullahçıların Ilımlı İslamı da, mevcut ehli sünnet anlayışından uzaklaşıp, zengin ve
saygın bir tabakanın, şeriat ve muamelatı dışlayan sadece sözde itikat ve hoşgörü esaslarına sahip
çıkan yeni bir din konumundadır.)
Yanlış Hesaplar
“Bir zamanların süper gücü Rusya’nın yaralarını sarmakla meşgul olduğuna ve zaten bir Çeçen
sorununu bile çözemeyecek kadar güçsüz kaldığına inanılıyordu. O artık dünya üzerinde belirleyici hatta
etkileyici konumda bile değil.” zannediliyordu!
ABD’nin en büyük açmazı, yani tek belirleyici konumunda olması, onun gücü olarak algılanıyordu.
İstediği yere askeri müdahalede bulunuyor, istediği yerde iktidarları belirliyor ama kimse onu engellemeye
çalışmıyordu. Rusya’nın burnunun dibinde, Kafkaslar’da, etkin hale geliyor, Rusya, yandaşlarını bölgeden
geri çekmekle yetiniyordu!...
Irak savaşını bahane ederek yerleşmek istediği Türkiye’ye, bu defa doğrudan ve kılıfsız başvuruyor,
Karadeniz’de üs ve Anadolu’da hava gücü bulundurmak istediğini söylüyordu. Gerekçesi yok ama sorarsanız
“uluslararası teröre karşı bir tedbir olduğunu” söylüyordu. Ama böyle bir gücün aslında kime karşı
hazırlandığını herkes biliyordu.
Hazırlıkları ve davranışları büyük bir stratejik konuşlanmayla açıklanabilecek düzeyde olmasına
rağmen açıklamalarında bunu “terörizmle mücadele” olarak sunuyordu... Geçmişte büyük bir askeri güç olan
Doğu bloğu ve ideolojik hasım olan komünizm gibi büyük tehditlere odaklaşan halkını ve dünya kamuoyunun
büyük bir kısmını, bugün ufacık düşmanlara karşı birleşmeye çağırıyor ve gülünç duruma düşüyordu! Avrupa
ise, kendi işleriyle meşgul görünüyor, yüzüne konan bir sineği kovalamak için yapılan el hareketlerine benzer
tepkilerin ötesinde ciddi bir direniş gözlenmiyordu.
Düşmanın ne kadar gerekli ve yararlı olduğu, onsuz bir yaşamın ne kadar sıkıntılı olduğunu daha iyi
anlayan ABD düşmansızlığın acıları içinde kıvranıyor ve çöken Komünizmin yerine düşman olarak İslam’ı
seçiyordu. Acaba daha büyük bir terörist saldırı olur da politikalarımızı meşrulaştırır mı diye bekleniyor, yeni
savaşlar ve terör saldırıları tertipleniyordu!
“Ancak bu derin sessizliğin ve tepkisizliğin arkasında: Güçsüzlük, çaresizlik ve tam bir teslimiyetin
olduğunu düşünenler ciddi biçimde yanılıyordu. Bu tavır, hesaplı bir politikanın uygulanmasına benziyor;
ABD-İsrail ittifakının saldırısına karşı hiçbir direnç göstermemek; bilinçli bir geri çekilme manevrasını
andırıyordu. Rusya, tarih boyunca uyguladığı stratejiyi tekrarlıyor. Moskova’nın varoşlarına kadar
gelinmesine izin veriyor, kış gelince karşı taarruza geçmeyi planlıyor” gibi geliyordu!... İslami ruh ve şuurla
bilenip hazırlanan Rusya ve Güney Amerika’yı da yanına alan Türkiye merkezli tarihi bir devrim ve değişim
bekleniyordu.
Evet, şu anda ABD için bir kış hazırlanıyordu. Bütün dünyadaki barışçı ve demokrat Amerikalı imajı
yerini zalim, işgalci ve çıkarcı bir imaja bırakıyordu. Çaresiz insanların maruz kaldığı kötü muameleler, önce
korku ve telaşa kapılma, ama daha sonra savunma içgüdüsü oluşturuyordu.
82 Sh: 298
83 Sh:77
160
Bu arada: “sadece halkların tepkisinin yetmeyeceği, bu tepkiyi örgütleyecek bir aklın bulunması
ve bunun güçle desteklenmesinin gerektiği” söylenecektir. Evet doğrudur ve bize göre bunlar vardır ve
zaten bugünkü stratejiyi izleyen de odur!?
“ABD yönetiminin planları başlangıçta kendisi açısından doğru gibi görünüyordu. Ama ihmal
ettiği şey, başkalarının nasıl tepki vereceği idi ve bu derin sessizlik onun bütün hesaplarını alt üst
etti. Bu yolun yanlış olduğunu artık onlar da görüyor ve kesinlikle değiştirilmesi gerekiyor!
Değişmemesi ve bu saldırgan politikada ısrar edilmesi ise yeni ve bambaşka bir dünyanın kurulması
anlamına geliyor. Bundan sonraki her Alternatif hem Türkiye’nin katkısına muhtaçtır hem de onu
derinden etkiler.”
Diyen Mahir Kaynak’ın84 ve George Soros gibi para babalarının uyarıları bile, artık Amerika’yı
kurtarmaya yeteceğe benzemiyordu! Graham Fuller Siyonist’i bile Amerika’dan kaçıp Kanada’ya
yerleşiyordu! Uzeyr Garih’in, ölmeden önce: “İsrail’in hayat şansı; Amerika ve Avrupa’nın desteğine
değil; Türkiye ve Rusya ile iyi geçinmesine ve bunların kendi yanında görünmesine bağlıdır!” sözleri
şimdi daha iyi anlaşılıyordu!
84 Star / 30.05.2004
161
AÇILIM SENARYOLARINA
ERBAKAN’I BULAŞTIRMA SAHTEKÂRLIĞI
1860 yılında Suriye’den Alanya’ya kaçan Kripto Sebatay Ahmet Neşşar’ın
(Denizli Milletvekili Ahmet Uğur Neşşar’ın Dedeleri mi?) Kızı Raziye’nin,
Bergama dönmelerine gelin gitmesiyle doğan kızı Sevdiye Hanım’ın nesi
olduğunu, Bülent Arınç’a sormak lazımdı. Bu Bergama Yahudileri, İsrail
Büyükelçisi Levi’nin ve CHP Manisa Milletvekili Mason Şahin Mengü’nün de
ortak akrabaları mıydı!? Ve Sn. Bülent Arınç’ın oğlunun düğününe İsrail
Büyükelçisi Levi’nin şeref konuğu gibi katılması, acaba derin bir akrabalık bağı
mıydı, yoksa sadece siyasi bir gönül yakınlığı mıydı?
Erdoğan’ın açılım safsatasına meşruiyet kazandırmak için “Erbakan’ın da Apo ile
görüşmeler yaptığı” iddiaları tam bir sahtekârlıktı.
KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık ağzıyla şu yalanlar yayılıyordu:
“Bundan önce iki kere geri çekilme kararı aldık. İlki, Erbakan iktidara geldiğinde, yani 1996’da
oldu. Erbakan, Kürt meselesi çözülmeden Türkiye’nin ilerleyemeyeceğini ve çok önemli sorunlarla
karşılaşacağını çok iyi görmüş ve kavramıştı. Bu meselenin mutlaka çözülmesi gerektiğine
inanıyordu. Ama bir yandan da korkuyordu. Çünkü o güne kadar kim Kürt sorununu çözmek
istediyse, bunu hayatıyla ödemişti. Erbakan, mutlaka bir şeyler yapmak istiyordu.
Erbakan, Suriye devleti üzerinden üç tane mektup gönderdi. Biz de, aynı şekilde Suriye devleti
üzerinden Erbakan’a cevaben mektup gönderdik. Bu girişimi çeşitli güçler fark ettiler ve engellemek
için harekete geçtiler. 1996’da 6 Mayıs’ta Şam’da Öcalan’ı imha etmek için patlatılan o büyük
bombanın esas nedeni buydu. Süreci sabote etmek, savaşı daha da derinleştirmek, amaç buydu.
28 Şubat’ın bir nedeni de bu muydu?
Elbette, bir nedeni değil, esas nedeni buydu. Burada birçok güç var. Bizim mücadelemiz
üzerinden siyaset yapan, bundan çıkar elde etmek isteyen birçok güç var. Bunlar önlemek istediler
çözüm girişimini. O zaman şunu tartıştık. Madem Erbakan sorunu çözmek istiyor, bu çok önemli. O
zaman, silahlı güçlerimizi Türkiye sınırlarının dışına çıkarmayı çok ciddi olarak tartıştık. Böylece
Erbakan’ın eli güçlenebilir, daha cesur adımlar atabilir, diye düşündük. Ama ne uluslararası alanda
çözümden yana güçler vardı, ne de Türkiye toplumunda. Bu şartlarda bizim tek yanlı bir şekilde
mesafe almamız mümkün görünmedi bize. Geri çekilme kararını bu nedenle uygulayamadık”85
Böylece eli kanlı terörist başlarının sözleri tarihi kanıt ve hukuki tanık
muamelesi görüyordu!
İsmail Nacar’ın Sapla Samanı Karıştırması ve Gerçeği Saptırması:
Bir zamanlar koyu ülkücü olan ve Gladyonun gizli güdümünde olduğu, sonradan
anlaşılan “Milliyetçi komando” teşkilatını kuran; üniversite tarih bölümünde okumuş, ama
İslami konulara da ilgi duymuş birisi olan; haklı olduğu yanları bulunsa da, tasavvuf ve
tarikat gerçeğine kökten düşmanlığının altında Malatya’da yaşayıp ölen rahmetli Sait
Çekmegil’in etkisi sırıtan; ve bazı merkezlerin kendisine bilgi sızdırıp “reklam ajansı” gibi
kullandıkları anlaşılan; çok sığ ve sınırlı dini bilgisine rağmen, alimlik ve bilgiçlik havası
atan İSMAİL NACAR, bir TV kanalına çıkarılıp (Fatih Altaylı’ya) şunları söylüyordu:
“Sağ veya sol, her iktidar ABD’ye yaranmak ve yaslanmak ihtiyacını duymuştu. Ama
85 Vatan / 14 08 2013
162
Erbakan’da bu yoktu…” (Zaten bu milli, haysiyetli ve cesaretli tavrı yüzünden hedef tahtasına
konmuştu.)
“PKK’yı tasfiyeye ABD’nin karar verdiği anlaşılıyordu. Ve bu konuda AKP’ye destek veriyordu.”
(Doğru, çünkü PKK siyasallaştırılıp, kandilden Meclise taşınıyordu. Ve 2. İsrail olacak Büyük
Kürdistan projesinde, BOP Eş başkanı olarak Recep Bey ve ekibi, taşeron olarak kullanılıyordu)
Ve İsmail Nacar:
“AKP çok akıllı bir dış politika izliyor, içte ve dışta hayranlık kazanıyor” diyerek açıkça AKP
yalakalığı ve tabi siyonizmin propagandasını yapıyordu.
Sn. Nacar, bütün bu girişlerden ve “rüşveti kelam” cinsinden sözlerinden sonra asıl
içindekini kusuyor ve Erbakan Hoca'yı “Abdullah Öcalan’la görüşme imkânları arayan
Başbakan” olarak göstermek için:
• Yanlışlarla doğruları harmanlıyor.
• Kendi yorumlarını yaşanmış gibi aktarıyor.
• Hayallerle hakikatleri karıştırıyordu.
“Bizi alıp Başbakan’a (Erbakan Hoca’ya) götürdüler. Biz; ordu, MİT ve diğer ilgili devlet
kurumlarıyla ve koalisyon ortağı (Tansu Çiller Hanımla) konuşup ortak bir karar alınmış olarak,
benden: “Öcalan’la devlet arasında aracı olmamın isteneceğini” beklerken, Erbakan dönüp:
“Madem gelmişsin, onlarla görüşürsen söyle, derhal silahı bırakıp teslim olsunlar, yoksa çok
pişman ve perişan olacaklar!” anlamında şeyler söyleyince, şaşırıp kaldım..”
İtirafıyla İsmail Nacar; Başbakan Erbakan’ın ve devlet organlarının, “APO’ya özel elçi sıfatıyla ve
gayrı resmi özel arabulucu rolüyle” kendisinin muhatap olacağını umarken… Veya malum merkezler, onu
bu yönde doldurup kurgulamışken... Erbakan Hoca’nın böylesine ferasetli ve haysiyetli tarzı ve devlet
adamlığı tavrı karşısında hayal kırıklığına uğruyor ve haddini hatırlıyordu. Yani Hoca, dış güçlerin ve işbirlikçi
çevrelerin hazırladığı basit ve fasit senaryoları, böyle bir manevrayla boşa çıkarıyordu!..
Şimdi aşağıdaki şu değerli ve derinlikli tespitleri bir kere daha okumamız gerekiyordu.
“Bir zamanlar bizim mahallenin en suya sabuna dokunmayan tutucu, içe kapanık, tutuk Risale-i nur
geleneğinden gelen badem bıyıklı Müslüman yazarlarımız şimdilerde en kopuk en demokrat, en Amerikancı
ve İsrailci yazarlarıyla birlikte, aynı masa etrafında duruyorlar. Bizim mahallenin entelektüel, şair, yazar ve
sınırlı çevresi olan İslamcı dostlarımız, şimdi AB ve ABD uğruna kavgacı oldular. Onlar, takvadan hiç ödün
vermezlerken, şimdi şaraplarla, zinacılarla bir masa etrafında, bir gazete ortamında, bir panelde, bir ekranda
her türlü zırvalarına katlanabiliyorlar.
Bizim mahallenin; o saf, temiz her kötülükten ürken, kul hakkına riayet eden, gerektiğinde parka ve
postal giyen, halkın içinden gelen genç kuşağı şimdilerde Mercedes arabalar yetmedi, Audiler, Jeeplerle fink
atmaktalar. Bizim mahallenin radikalleri ki, onlar, siyaseti şirk sayar, Milli Görüş'e hakaretle bakan
yöneticilerini ve taraftarlarını küfürle suçlarken şimdi en Amerikancılarla kol kola yan yanalar! Siyaseti bir
ucundan yakalayarak bir yere tutunma çabasındalar.
Bir zamanlar; İsrail propagandacısı ve Amerikancı gazetelerin satır aralarında gezinerek onların
hıyanet ve rezaletlerini deşifre edenler, bugün kendileri o gazetelerin şeytani rolünü üstlenmiş bulunuyorlar!
Bırakın satır aralarını, köşe bucak her yerde, alttan alta İsrail uşaklığı ve Amerikancılık yapmaktalar. Eski
Amerikancılarla yeni Amerikancıların göstermelik meydan savaşında toz dumanı birbirine karışmış, göz gözü
görmüyor. Kimi gazetelerimiz bir zamanlar Ariel Şaron'un kanlı vampir dişlerini her gün gözlerimizin içine
sokarlarken, aynı zulme devam eden İsrail yöneticilerinin gülümseyen yüzlerini göstermekten çekinmiyorlar.
Kur'an'dan ayetlerle, Siyonizmi ve İsrail emperyalizmini hatırlatanı, onları açıklayan ve halkımızı coşturup
163
peşlerinden koşturan çığırtkanların çocukları bugün onlara hizmet sunuyorlar”86
Refah Partisi eski milletvekili Fethullah Erbaş’ın çarpıtmaları:
“Kürt açılımı”nın ilk kez kendi partileri döneminde başlatıldığını belirten, bu kapsamda RP
Genel Başkanı Necmettin Erbakan Hoca’nın “aracılar vasıtasıyla Abdullah Öcalan’la görüştüğünü”
söyleyen Fetullah Erbaş yanlış konuşmakta, Erbakan’ı karalamak için fırsat kollayan bazıları da bu
konuyu çarpıtmaktadır.
PKK tarafından kaçırılan 8 askeri kurtarmak için 1996’da milletvekiliyken Zap’a giden Fetullah
Erbaş’ın, Erbil’den yayın yapan Aknews ile İstanbul’da yaptığı söyleşide “ilk gayelerinin askerleri
ailelerine kavuşturmak olduğunu, ardından “diyalog süreci başlatıp örgütü dağdan indirmeyi
hedeflediklerini” söylemesi ve;
“Biz, iktidara geldiğimiz ilk yılda açılımı planladık. Şimdiki iktidar yedi yıldır iktidarda ve yedi yıl
sonra bu işe eğiliyor. Biz Doğru Yol Partisi (DYP) ile koalisyon yapmıştık. Hoca (Necmettin Erbakan)
bir sene Başbakanlık yaptı ve düşürüldü. Hoca’nın birtakım planları vardı. Suriye’yle görüşüldü.
Aracılar vasıtasıyla Öcalan’la görüşmeler de oldu. Öcalan önce makuldü. Sonra ne baskı gördü
bilmiyorum, geri adım attı” şeklindeki sözleri de tamamen asılsızdı ve AKP’ye yaranmak ve meşruiyet
kazandırmak amaçlı uydurduğu sırıtmaktaydı.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca Altınoluk’taki Cuma sonrası selamlaşma
sohbetinde; “Kürt açılımındaki asıl amacın Türkiye'yi İsrail'in vilayeti yapmak olduğunu”
vurgulamıştı.
AKP hükümetinin Kürt açılımını, İsrail'in oyunu olarak değerlendirip, Kürt açılımındaki asıl amacın
Türkiye'yi İsrail'in vilayeti yapmak olduğunu, bütün memleket evlatlarının da bu konuda uyanık olması
gerektiği çağrısını yapmıştı. Hükümetin de bu oyuna geldiğini belirten Erbakan, “Bunlarda yeterli devlet
tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk takımı. Avrupa'nın oyununa geliyorlar” diye uyarmıştı. Türkiye'nin
çok kötü şartlar içine itildiğini, insanların ekonomik olarak zor günler geçirdiğini, siyaseten de bir çıkmazın
içine sürüklendiğini, hükümetin dış güçlerin oyununa geldiğini ve Haim Nahum Doktrini'nin hayata
geçirildiğini şöyle anlatmıştı:
“Siyonistler diyor ki: Türkiye'yi İsrail'e bin yıldan beri vilayet yapmayı başaramadık. 5 sene
cihan harbiyle uğraştırdık. Ardından 5 sene İstiklal Harbiyle yıprattık, gene bunları yıkamadık.
Öyleyse stratejimizi değiştiriyoruz. Türkiye'yi İsrail'e vilayet yapmak için harp yolunu bırakıp, zor,
pahalı, meşakkatli yol yerine, ekonomik ve kolay olan şu yolu seçiyorlar. Nedir bu? Türkiye'yi aç
bırakacağız, işsiz bırakacağız, borca esir edip batıracağız, dininden uzaklaştıracağız, kamplara
ayıracağız, sonra bunları birbiriyle çarpıştıracağız. Böylece güçsüz bırakıp İsrail'e vilayet yapacağız”
diyorlar. 80 senedir üzerimizde bu doktrin uygulanıyor. Bugün tatbik edilen politika budur. IMF,
Türkiye'yi aç bırakıyor, işsiz bırakıyor, borca esir ediyor. Öbür taraftan Avrupa Uyum Komisyonu da
bizi kendimizden uzaklaştırıyor ve bölüyor. Bunlarda yeterli devlet tecrübesi yok. Bunlar çoluk çocuk
takımı. Avrupa'nın gözüne girmek için “Efendim, Avrupa bizim şimdi Kürt meselesi diye bir
meselenin üzerinde çalışmamızı ve Sevr’e zemin hazırlamamızı istiyor” diyemiyorlar. Bunun yerine
kendilerini akıllı zannederek “Ahhh ey millet siz ana acısını bilmezsiniz. Ey millet, bu terörü tarihe
gömeceğiz” diye halkı aldatacağını sanıyorlar. Bana bak yaaa, sen ağzındaki baklayı çıkarsana. “İlle
Kürt meselesi diye, Türkiye'nin bölünmesini istiyorlar. Bu yolda çalışmamızı dayatıyorlar” gerçeğini
ortaya koysana! Bunlar dış güçlerin kışkırtması ve Haim Nahum planıdır. Türkiye'yi bölmek için
oynanan oyunlardır. Böyle Türk-Kürt diye, ayrım diye bir meselemiz yok. Kürt-Türk birbirimizin
kardeşiyiz. Tek bir milletiz, tek bir ümmetiz. Tarih boyunca da birbirimizle kardeş gibi yaşamışız.
86 Milli Gazete / Ali Haydar Haksal
164
Avrupalı bizi bölmek için böyle şeyleri çıkartmak istiyor, alet olmamak lazım. Bu sebepten bütün
memleket evlatlarının uyanık olması, dış güçlerin oyununa aldanmaması lazım. Yöneticilerin de
bilhassa onlara alet olmamaları lazım.”
Oysa Fetullah Erbaş 6.11.2006 tarih ve 622 sayılı Aksiyon Dergisindeki
Fatih Uğur’la röportajında Kuzey Irak’a Hoca’dan ve parti kurmaylarından
habersiz gittiğini açıklamıştı:
Soru: Erbakan'ın tavrı ne oldu bu durumda?
F. Erbaş: “O hadisede Hoca’nın hiçbir şeyi (bilgisi ve haberi) olmadı. Partide yönetici değil,
sadece milletvekiliydim. PKK ile görüşme partinin yıpranmasına sebep olacaktı. Hoca hiç bırakır mı
gideyim.”
Soru: Nasıl gittiniz o zaman?
F. Erbaş: “O sırada doğu bölgesinin sorumlusuydum. Şırnak'ta il başkanı seçimi vardı. Oraya
giderken aileler yine geldiler. Valla, dedim, ben Şırnak'a gideceğim, sizinle ilgilenemem. Onlar
benden önce gitmişler Şırnak'a. Basın da orada tabii.”
Soru: Bu arada Demirel'le ilginç bir telefon görüşmeniz var. Sonradan sizin için Demirel
gönderdi deniyor mesela?
F. Erbaş: “Demirel, belediye başkanlığımdan beri beni biliyor. Ama telefonla konuşacak kadar
samimiyetimiz yok. Telefonun düğmelerinden birine bastık: "Alo efendim." Tabii ahize dışarıya ses
veriyor. Yanlış basmışız. Demirel, ailelerden bahsediyor. "Gözlerinden öperim, ilgilenmişsin.
Teşekkür ederim." mealinde sözler söylüyor. Hava alanında milletvekilleri şahit oldu konuşmaya.
Hadise gelişince herkes, Erbaş'ı zaten Demirel görevlendirmişti, dedi.”
Soru: Erbakan Hoca ne dedi?
F. Erbaş: “O zaman Mustafa Kalemli Meclis başkanı, bana; derhal istifa edeceksin, dedi. Bir,
Türk parlamenterinin terör örgütüyle temasta olmasını biz kabul edemeyiz. Seninle aynı çatı altında
olmak istemeyiz.” İyi dedim, ses etmedim. Geldik partiye. Doğu milletvekilleri, batı vekilleri, hepsi
bana mesafeli duruyor. Aramızda duvar var sanki. Sadece Şevket Bey (Kazan) gelip beni yukarı
çıkardı ve bu zor durumdan kurtardı. Bana: “Kimseyle konuşmayacaksın. Beyanat
vermeyeceksin. Sen kötü bir şey yapmadın” dedi. Tabi Adalet Bakanı, moral verince, nefes
aldım.
Soru: Partili arkadaşlarınız ne diyor bu duruma?
F. Erbaş: “Grup toplantısında bir milletvekili çıktı kürsüye. “İçimizdeki Lawrence'lar böyle böyle
yapıyor. (Bekir Sobacı) demişti. 158 kişinin büyük kısmı sessizdi. İstifa baskıları geliyor. Kaçacak
delik arıyorum. Türkiye'den gideyim. Almanya ziyareti çıktı o arada. Çıktım gittim. On gün sonra
Fethullah Erbaş kaçtı diye yazı yazmış bir gazete.”
O gün bunları itiraf eden Fetullah Erbaş’ın bugün “Hoca Aracılar vasıtasıyla
Öcalan’la görüştü” demesi açıkça iftiradır ve kendi kendisini yalanlamadır. Bu arada
Şevket Kazan’ın sinsi niyetini ve gizli mahiyetini de açığa vurmaktadır.
Öcalan’la Erdoğan’ın Siyonist patronları aynıydı!
Abdullah Öcalan bir lafıyla PKK'yı ayağa kaldırdı. Türkiye'ye geri dönüşü başlattı. Kürt
açılımına ivme kazandırdı. Ayrıca Açılımda, gerçek patronun kim olduğunu herkese ispatladı.
“DTP'nin (O günkü BDP’nin) Erdoğan'a, Öcalan ile konuşulması gerektiğini” boşa söylemediğini
adeta ispat eder gibi davrandı. Şimdi ümitler arttı. "Acaba PKK gerçekten Kandil'i bırakacak mı?"
soruları giderek yaygınlaştı. Öcalan, "PKK benden sorulur ve benim dediğim olur. Son sözü ben
söylerim" demeyi başardı. DTP (yani BDP), Kürt açılımı konuşulurken kendilerinin değil asıl muhatap
165
olarak Abdullah Öcalan'ın alınması gerektiğini söylerken bazılarını kızdırmışlardı. Öcalan da sanki
partinin bu yaklaşımının çok doğru olduğunu göstermek ister gibi davrandı. Bir mesajıyla Kürt
açılımına önemli bir destek sağladı. Bu durum açıkça Öcalan’la Erdoğan’ın aynı odaklardan talimat
aldıklarını ortaya koymaktaydı.
AKP Hükümetinin DTP’ye (O günkü BDP’ye) verdiği garanti!?
Dolaylı, dolaysız, yazılı, sözlü, imzalı, mühürsüz, artık emin olduğumuz bir başka gerçek vardı: Apo ile
devletten birileri görüşüyordu ve bu milletten uzun zaman gizleniyordu. Hükümetten gelen açıklamalar ile
Apo'nun dağdakilere çağrısı üst üste düşüyor ve bundan bir sonuç çıkıyordu. Hükümet Kürt açılımını özünde
Apo ile birlikte yürütüyordu. DTP'nin (BDP’nin) arkasında Apo vardı. Hükümet, Apo ile DTP (BDP) üzerinden
konuşuyordu. Dağdakiler 2009’da Habur Kapısına gelmeden önce, İçişleri Bakanı Beşir Atalay DTP'ye
(BDP’ye) güvence veriyor: "Merak etmeyin, gelenler tutuklanmayacak" diyordu!? Bu tek başına bir
bakanın verdiği söz değil, devlet sözü oluyordu. Bu söz pratiğe geçiriliyor ve Terörle Mücadele Yasası
uygulanmıyordu. Yani: 1- Dört günlük gözaltı süresi kaldırılıyor. 2- Kolluk güçleri devreden çıkıyor, ifadeleri
doğrudan savcılar alıyordu.
Çok sayıda DTP yöneticisine göre onlara verilen diğer söz: "Gelenler pişmanlık yasasından
yararlanmayacak. Doğrudan serbest bırakılacak" deniyordu. Açılım planının bir sonraki aşaması için bir
DTP'li: "Gelenler serbest bırakılırsa, dağdan inişin daha hızlı olacağını" söylüyordu. Bu da DTP-İmralı-
Kandil üçgeninden hükümete verilen söz oluyordu.
Açılımın ilk adımları, PKK'lılara affın başlangıcıydı. Ya Kandil'deki lider kadrosu? Onlara da Norveç
siyasi sığınma hakkı tanıyacağına söz veriyordu. Bu da, açılıma AB sözü ve garantisi sayılmıştı. Yani işin
aslı, PKK’yı meşrulaştırma süreci yaşanmaktaydı.
Kandil’den gelenleri güya sorgulayıp serbest bırakan savcılar ve yargıçlar, gerçekten ilgili konulara ve
vicdani kanaatlerine göre karar verecek kadar bağımsız mıydı? Bunların bu yönde karar vereceklerini AKP
ve DTP yetkilileri, daha önceden nasıl biliyor ve biri birilerine garanti veriyorlardı? Yoksa hukuk ve
hukukçular, iktidarın ve etkili odakların “kitabına uydurma” araçları mıydı? Bu soruların yanıtlarını arayan ve
kafaları karışan halkımız haksız mıydı?
Patron dış güçler, Apo da AKP de piyondu!
1995 CIA raporunda: “Türkiye, dünya devletleri arasında en fazla çökme riskine sahip ülke”
gösteriliyordu. Nokta Dergisinin haberine göre:
“Türkiye’nin Güneydoğusundaki Kürt sorununun çözümü, ABD’nin önerdiği federalizmle
mümkündür” deniyordu. O sırada Paul Hanze, Türk basınına verdiği demeçlerde, “Sevr’in gereği
Türkiye’de federasyonlar oluşmasını” öneriyordu. 1996 yılında İngilizlerin meşhur futbol dergisi
World Soccer, Dünya Kupası Fikstürlerinde “Kürdistan Milli Takımına” yer veriyordu. Oysa böyle bir
ülke bulunmuyordu. Anadolu Ajansının haberine göre 2001 yılında Kuzey Irak’ta PKK ile ASALA gizli
bir görüşme yapıyordu. Ermeni teröristleri ASALA Başkanı Simon Zakaryan ve siyasi büro şefi
Vazgen Petrosyan temsil ediliyordu. ASALA’cılar PKK’nın Türkiye’ye yönelik saldırıları
durdurmalarından rahatsız olduklarını ve terörü yeniden başlatmamaları halinde bütün dünyada
yalnız ve yardımsız bırakılacaklarını söylüyordu.
APO, 2003 yılında avukatları aracılığıyla şu yol haritasını açıklıyordu:
1- Kürtçe yayın ve eğitime ve Kürt kimliğinin resmen tesciline yönelik demokratik adımların
atılması ve gerekli yasaların çıkarılması
2- Koruculuğun kaldırılması
3- Dağdakilerin ve sürgündekilerin dönüşüne imkân sağlanması
4- Kürtlerin ve PKK’nın demokratik ve siyasi haklarının tanınması
166
Yani bu açılımlar Siyonist mutfaklarda pişiriliyor, AKP’lilere sadece servis garsonluğu
düşüyordu. Ama siyasi rant geliri yani garsonluk bahşişi paylaşılamıyordu!
Otuz dört kişi dağdan inince, Amerikan taparlar bu başarıyı(!) bölüşemiyordu. Bir taraf "Bu doğrudan
doğruya AKP iktidarın başarısıdır" diye böbürlenirken öbür taraf "Hadi oradan bu bizzat Öcalan’ın
talimatıdır" diyordu! Yıllardır asgari müştereklerde bir türlü buluşamayan taraflar öyle anlaşılıyor ki bu defa
da başarının(!) kime ait olduğu konusunda fikir birliğine varamayarak yeniden birbirlerine düşmüş
görünüyordu.
İnsanların dağdan inmeye karar vermelerini, yanlışlık ve haksızlıklarını fark edip normal hayatlarına
devam etmelerini kuşkusuz herkes istiyordu. Ancak, otuz dört kişi dağdan inince olayı böylesine büyütüp,
hemen başarıya(!) sahip çıkma yarışına kalkışmak da mide bulandırıyordu. Özellikle de bunu iktidarın bir
başarısı(!) olarak takdim gayretkeşliği içine girenlerin tavrı bir aşağılık kompleksini yansıtıyordu. İmralı sakini
kimlerin dağdan ineceği konusunda adeta tek tek isim sayarken kalkıp "Bu doğrudan doğruya hükümetin
başarısıdır" demek ne kadar inandırıcı oluyordu?
Öcalan Hz.leri: "Falan, filan bir de şunlar dağdan insinler" diye emretmemiş olsaydı. PKK’lıların
Erdoğan’ın çağrısına uyacaklarını söylemek kargaları bile güldürüyordu.
Milli Gazete kaçkını, Tayyo yalakası ve Apo şakşakçısı Yeni Şafak yazarı Hakan
Albayrak, “Gelenleri pişman etmeyelim” yazısında şunları söylüyordu:
“Gerçekten olmuyor böyle. “Dağdan iniyorum, teslim oluyorum” diyen PKK'lıyı bile terörist
diye anmamak lazım. Hatta, bu barış sürecinde, dağdaki PKK'lılar hakkında konuşurken/yazarken bile
daha dikkatli bir dil kullanmak lazım. Barış istemiyor muyuz? Yeni bir sayfa açmak istemiyor muyuz?
İstiyorsak, bunu belli edelim. Gelenleri geldiklerine pişman etmeyelim. Gelmeyi düşünenleri
gelmekten vazgeçirmeyelim. Bugünlerde Türkiye yine büyük bir imtihandan geçiyor. Bu imtihanı hep
beraber başarıyla verebilirsek, dağlarda güller açacak inşaallah. Mahmur kampından gelen
vatandaşlarımıza ve barışa bir şans tanımak için dağdan inip teslim olma ferasetini, basiretini,
cesaretini gösteren PKK'lılara “Hoş geldiniz” diyorum. Yakınlarının, akrabalarının gözü aydın.”87
Peki, ey kalpleri karanlık, kalemleri kiralık sahtekârlar! Milli Çözüm Ekibini;
“Ergenekon Terör Örgütünün Dinci Kanadı” diye suçlayıp sataşırken niye hiç sıkılıp
sakınmıyordunuz?
Bülent Arınç’ın yılışık yaklaşımı
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, 2009 Ekim’inde Şırnak Valiliğini ziyaretinin
ardından Belediye Başkanı Ramazan Uysal'ı makamında ziyaret etmiş ve belediyeler arasında ayırım
yapmadığını ve DTP'li bir belediye başkanının da halkın seçtiği belediye başkanı olduğunu
söylemişti. Bülent Arınç, Türkiye'ye Irak’tan gelenler arasında bulunanlardan birinin macerasını
okuduğunda çok üzüldüğünü şöyle belirtmişti:
''Küçük çocuğu 1 yaşındayken ailesini terk edip dağa çıkan bir kadının hikayesi... Bunlar
Türkiye'de yaşandı. Artık yaşanmasın. Bütün arzumuz budur. Herkes çocuğuna kavuşsun. Herkes
evinde eşiyle, ailesiyle özgürlük içerisinde, huzur içerisinde, birlik, bütünlük içinde olsun. Amacımız
budur. Akan kan devam etmesin. Akan kan, gözyaşı dursun. Aynı dava, aynı çizgi yolunda birlikte
kardeş olarak bin yılımızı geçirdiğimiz insanımıza karşı elbette kucağımızı açmak zorundayız.
Çanakkale harbinde Diyarbakırlı Mehmet'in kolunda Manisalı Ahmet can vermişse ve bugün kucak
kucağa yatıyorsa, bu bizim bin yıllık, belki daha fazla birlikteliğimizin en önemli göstergesidir.''
Bakan Arınç, şu anda anayasanın bir veya iki maddesini bile değiştirmenin mümkün
olmadığını, bir anayasa değişikliğine karşı çıkıldığını, oysa anayasayı demokratik ve özgürlükçü bir
87 http://www.milligorusportal.com/newreply.php?do=newreply&noquote=1&p=337389#_ftn1
167
gözle elden geçirmek gerektiğini belirterek, şunları söylüyordu: ''Bunu biz yapamazsak başkası
yapacak. Bugün yapılmazsa yarın mutlaka yapılacak. Çünkü bu elbise maalesef artık bu Türkiye'yi
sıkıyor. İnsan elbisesinin içinde rahat etmek ister. Hep yasaklarla bu iş olmaz. Bütün demokratik
ülkelerde özgürlük esastır, yasaklar istisnaidir. Bizde yasaklar saymakla bitmiyor, özgürlük ara ki
bulasın. Böyle şey olmaz. Bunlar ileride olacak, mutlaka olması lazım. Şu gün geldiğimiz noktayı biri
10 sene evvel söylese, 'sen rüya mı görüyorsun kardeşim?” derlerdi. 20 sene evvel biri söylese, 'bu
adam aklını kaçırmış!” derlerdi.”
Evet, Bay Bülent Arınç, siz “Tek çare demokratik özerklik!” diyen DTP (BDP) ve Demokratik
Federalizm” hedefleyen PKK’nın Türkiye’yi parçalamasına taşeronluk yaptığınız için, hem aklınızı
hem ayarınızı kaçırmışsınız ve tabi sonuçlarına da katlanacaksınız! Kürt açılımına “ahlak ve şefkat”
katan Bay Bülent Arınç, 23 Ekim 2009 günü, katil İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabiy Levy’i bir saat
ağırlayarak, “Siyonist vahşetini gösteren Ayrılık dizisindeki bazı rahatsız edici sahnelerin TRT
tarafından makaslanacağı” vaadinde bulunmanız da Milli Görüş gömleğini soyunduktan sonraki
ayarınızı ve sahte kahramanlık damarınızı açığa vurmaktaydı. Çünkü Siyonist Gaby Levy “oldukça
tatmin olmuş ve memnun kalıp umduğunu fazlasıyla bulmuş” olarak yanınızdan ayrılmıştı.
1860 yılında Suriye’den Alanya’ya kaçan Kripto Sebatay Ahmet Neşşar’ın
(Denizli Milletvekili Ahmet uğur Neşşar’ın Dedeleri mi?) Kızı Raziye’nin,
Bergama dönmelerine gelin gitmesiyle doğan kızı Sevdiye Hanım’ın nesi
olduğunu, Bülent Arınç’a sormak lazımdı. Bu Bergama Yahudileri, İsrail
Büyükelçisi Levi’nin ve CHP Manisa Milletvekili Mason Şahin Mengü’nün de
ortak akrabaları mıydı!? Ve Sn. Bülent Arınç’ın oğlunun düğününe İsrail
Büyükelçisi Levi’nin şeref konuğu gibi katılması, acaba derin bir akrabalık bağı
mıydı, yoksa sadece siyasi bir gönül yakınlığı mıydı?88
Bütün bunlar bize şu ayeti hatırlatmıştı:
“(Münafıklar) Mü’minlerle karşılaştıkları zaman “iman ettik” (sizlere hizmet ve istikamet
üzerinizdeyiz) derler. (Ama) Şeytanlarıyla (Yahudi ve Hıristiyan patronlarıyla) baş başa kaldıklarında
ise; “Şüphesiz biz gerçekte sizinle beraberiz (ve emrinizdeyiz). Biz (o inançlı insanlarla, sadece) alay
ediyor (ve oyalıyoruz)derler” (Bakara: 14)
88 Bak: http://www.turkishnews.com / 11 08 2013
168
Abdülhamit, Atatürk ve Erbakan’ın Ortak Tarafları
Ve
ILIMLI İSLAMCILARIN ÇİFTE STANDARDI
PKK ile Barış Sürecini Vatan Gazetesine değerlendiren Marmara Bölgesi'nin
Akil İnsanlar Heyeti üyesi Zaman Yazarı Mustafa Armağan Abdullah Öcalan'ın İslam
söylemine değiniyordu. Dini söylemler konusunda Öcalan'ın samimi olup olmadığını
bilmediğini söyleyen Armağan “hangi siyasetçinin dini kullanmadığını?” sorup
Atatürk'ü örnek gösteriyor, yani samimiyetini sorguluyordu. Daha sonra Zaman
Gazetesinde:
“Balıkesir Zağanos Paşa Camiinde, bir çarşamba günü, önce Kemal Paşa’nın büyük bir cemaatle öğle
namazını kıldığı, ardından şehitlerin ruhlarına mevlit okunduğu, sonra ise şu konuşmayı yaptığı kesinlik
kazanıyordu.89 Gazi, Fatih Sultan Mehmed’in kayınpederi Zağanos Paşa’nın yaptırdığı camide bizzat
minbere çıkarak şu girişi yapmıştır:
“Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun.
Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakâyıkı (gerçekleri) tebliğe
memur ve resul olmuştur.”
Atatürk’ün devamında sarf ettiği şu cümle çok çok önemli: “Kanun-i Esasi cümlenizce malumdur ki,
Kur’an-ı Azimüşşan’daki nusûstur.” Yani Kemal Paşa: “Anayasamız Kur’an’daki emirlerdir
(naslar).” Açıkça ‘Anayasamız Kur’an’dır.’ diyordu. Ancak ufak bir sorun var: Bu bir hocaefendi üslubu ve
mantığında irad edilmiş olan hutbeyi veren kişi, (Mustafa Kemal Paşa) bir siyasetçi, hatta devlet başkanıdır.
Nitekim aynı camide bulunan Kazım Karabekir çıkışta O’nu böylesine yoğun bir dinî konuşma yaptığı için
eleştirmiş ve “Bu millet dini siyasete alet etmekten yeterince çekmedi mi Paşam?” diyerek tavrını
koymak ihtiyacını duymuştur. İyi de “Anayasamız Kur’an’dır.” diyen, hatta her ikisini de Allah yarattığı için
Kur’an ile tabiat (bilim) arasında bir çelişki olamayacağını söyleyen Gazi, sonradan Ezan’ı yasaklattığı gibi 1
Kasım 1937 günü Meclis’i açarken “Gökten indiği sanılan kitaplar” diye Kur’an’ın İlahi bir kitap olmadığını
söyleyebilmiştir. Bu çelişkiyi nasıl çözmeliyiz?90 diyen Mustafa Armağan iki konuyu çarpıtıyordu. Önce
Atatürk’ün “Kanun-i Esasi Kur’anı Azimüşşandaki Nusus’tur” sözlerini “Anayasamız Kur’an’daki
emirlerdir” şeklinde çevirmek ya bir cehaleti yansıtıyordu, ya da gerçekleri saptırıyordu. Çünkü
Kur’an-ı Kerim bir anayasa kitabı olmayıp, her çağın şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak
yapılacak anayasaların temel kaynaklarının başında geliyordu. Atatürk de bunu biliyor ve dile
getiriyordu. Çünkü “Anayasamız Kuran’dır” sözünün sloganik anlamı dışında ilmi bir karşılığı
bulunmuyordu. İkincisi Atatürk’ün 1937’de Meclisi açarken sarf ettiği “Gökten indiği sanılan kitaplar”
sözleri, hâşâ Kur’an’ı Kerim’i değil, maalesef Kuran’ı ve Resulüllah’ın prensip ve amaçlarını bırakıp,
asırlar önce, kendi çağının sorunları ve standartları çerçevesinde üretilen çözümleri ve yorumları
içeren fetva ve şeriat kitaplarını, bir nevi Kur’an yerine kaim kılanları, hatta muharref İncil ve Tevrat’ı
hedef alıyordu ve doğruydu.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 27 Temmuz 1937 tarihinde Hâkimiyet’i Milliye Gazetesi’nde yer alan
nutkunda “Filistin’e el sürülemez! Türkler mukaddes topraklarda yabancı hâkimiyetine tahammül
edemeyeceklerdir” dediği biliniyordu. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan evraka göre Dâhiliye
Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından saklanan 1937 tarihli belge, Mustafa Kemal Atatürk’ün
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir nutuktan bahsediliyordu. Nutkun Filistin ile alakalı bölümünde
“Arapların, Avrupa siyasetine nüfuz edemeyip, bu sözde istiklal kelimesine kanmaları ve bu hevesle
Arap memleketlerini Avrupa emperyalizminin esaretine sokmaları çok şayanı teessüftür” (Yani
89 Hakimiyet-i Milliye’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshası
90 28.04.2012, Zaman, “Anayasamız Kur’an’dır” Diyen Devlet Başkanı
169
Müslüman Arapların, Batılıların bağımsızlık vaatlerine aldanıp, emperyalizmin esiri olmaları, çok üzücü bir
olaydır) diyen Mustafa Kemal, “Filistin’in Arabistan’da vuku bulacak harekâtın merkezini teşkil ettiği takdirde,
buradaki Araplara yapılacak herhangi bir fenalığa Türklerin tahammül edemeyeceğini” ifade ve ikaz
etmekten çekinmiyordu.
Atatürk Filistin ve Kudüs’ü kastederek ‘Bu kutsal topraklar için kanımızı dökmeye daima
hazırız’ diye haykırıyordu!
Mustafa Kemal, Nutuk’un Filistin’le ilgili ilerleyen bölümlerinde daha sonra şu tarihi sözleri
kullanıyordu: “Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez.
Biz doğrusu maalesef birkaç sene Araplardan uzak kaldık. Fakat şimdi kendimize kâfi derecede
güvenip kudretimizi bildiğimiz için İslamiyet’in mukaddes yerlerinin Musevilerin ve Hıristiyanların
nüfuzunun altına girmesine mani olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa
emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz. Biz şimdiye kadar dinsiz ve
İslamiyet’e lakayt olmakla ittiham edildik. Fakat bu ittihamlara rağmen, Peygamber’in son arzusu
istikametinde; yani, mukaddes toprakların daima İslam hâkimiyetinde kalmasını temin için, hemen
bugün kanımızı dökmeğe hazırız. Cedlerimizin, Selahaddin idaresi altında, uğrunda Hıristiyanlarla
mücadele ettikleri toprakların yabancı hâkimiyet ve nüfuzunun tahtında bulunmasına müsaade
etmeyeceğimizi beyan edecek kadar bugün, Allah’ın inayeti ile kuvvetliyiz. Avrupa bu mukaddes
yerleri işgal ve temellük etmek için yapacağı ilk adımda, bütün İslam âleminin ayaklanıp icraata
geçeceğine şüphemiz yoktur.” Sözleriyle, gerekirse İslam dünyasını harekete geçirebileceğinin de işaretini
veriyordu.
Şimdi, 1937’de, yani aynı tarihlerde İslam’ın Kutsalı ve Hz. Peygamber’in
hatırası uğruna, Haçlı Emperyalistlerin Filistin’de kurmaya çalıştığı bir Siyonist İsrail
devletine asla izin vermeyeceğini söyleyen ve çıbanbaşı terör şebekesi İsrail’in
kuruluşunu 13 yıl geciktiren Mustafa Kemal herhalde “Gökten indiği sanılan
kitaplar” diye Kur’an-ı Kerim’i kastetmiyordu. Bugün pek çokların “devrin Mehdisi
ve beklenen Mesihi” gözüyle bakıp peşine takıldıkları Fetullah Gülen, bunca vahşet
ve cinayetlerine rağmen İsrail aleyhine tek bir laf bile edemezken, hatta Haçlı
Emperyalizmin ruhani kalesi Papalığın hizmetini şeref sayarken ve ABD Siyonist
Yahudi Lobilerinin yüksek himayesine sığınıp İslam’ı yozlaştırma ve şeriatsız bir din
uydurup Müslümanları Protestanlaştırma faaliyetleri yürütürken; lütfen Kur’an ve
iman ölçüsüyle ve vicdan terazisiyle söyleyin “1937’de, Filistin’de bir İsrail
kurdurmayacağını gerekirse kan akıtmaktan sakınmayacağını” söyleyen bir Atatürk nasıl
“Önceleri din istismarı yaptı, sonra dinsizliğe ve din tahribine başladı” ima ve ithamına layık
bulunuyordu?!
Akevler ekibinden, değerli kardeşim ve hemşehrim Harun Özdemir’in 2001’de yazdığı, Afet Ilgaz
Hanımefendinin de 2008’de köşesine taşıdığı “İki Kader İki Lider” kitabında Cumhuriyetin fikri hatta
fiili temellerinin Sultan Abdülhamit döneminde atıldığını, ama Mustafa Kemal eliyle ve cesaretle
uygulandığını, yani “devlet”te de “devrim”lerde de aslında bir devamlılık yaşandığını ve böylece
Milletimizin Müslüman kalarak Batılılaşmayı başardığını, ama bazı İslamcıların bu tabii ve tarihi
olguyu kabullenme olgunluğuna henüz ulaşamadığını ve maalesef kavramların kabuklarıyla
uğraştığını, çarpıcı tespitler ve akıcı tahlillerle ortaya koymaktadır. Harun Özdemir “Batılılaşma”yı;
Avrupa’nın gelişip güçlenmesine yol açan, aklı, mantığı ve bilimsel metotları kullanmak, zaten
İslam’dan onlara geçen doğal ve sosyal yasalara uygun davranmak ve Batının birikim ve
deneyiminden yararlanmak şeklinde anlayıp kullanmakta ve doğrusunu yapmaktadır.
Şimdi bunları daha iyi kavramak için Harun Özdemir’in önemli gördüğümüz bazı tespit ve tahlillerini
aktarmamız ve dikkatle okumamız lazımdır.
“Cumhuriyet, kayıp yılları demek mi?
170
“Bu çalışmanın başlangıcında ortaya konan varsayımlar, iki paradoksal durum yaratmıştır. Bunlardan
biri Mustafa Kemal’in II. Abdülhamid’i devirenler arasında yer alırken, bir süre sonra Abdülhamid’in siyasal
hedeflerinin takipçisi olarak Anadolu’da yeni devlet kurmayı düşünmesi paradoksudur. İkincisi ise
İslâmcıların Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumsal olarak oluştuğu siyasal ortamdan dışlanmaları; yani, siyaseten
yenilmeleri yanında, bir süre sonra en kazançlılar arasında inkişaf etmiş olmalarıdır. Bu iki paradoksu
varsayımlarımızla biz oluşturduğumuza göre, çözmek de bize düşmektedir” (Sh:17)
Osmanlının son döneminde “mücadele alanı olarak siyaseti ve matbuatı seçen İslâmcı aydınlar da
ulema gibi, İstiklâl Savaşı’nı desteklemişlerdir. Fakat, Meclis’te siyaset yapan İslâmcılar, kısa süre sonra
Mustafa Kemal ile görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Yeniliklere, eski muhalif tutumları ile karşı çıkmaları Mustafa
Kemal’le ters düşmeye yetmiştir. II. Abdülhamid’in muhalifi olan İslâmcılar, bir süre sonra Mustafa Kemal’e
de muhalefet etmeye başlamışlardır. Bu durum inkılâpların, İslâmcı bir muhalefetle karşılaşacağını,
dolayısıyla yeni Türkiye’nin İslâmcılarla birlikte hareket edilerek kurulamayacağı yargısını pekiştirmiştir. Her
ıslahat girişiminde Osmanlı’da karşılaşılan bu can sıkıcı durumdan, yeni devleti korumak gerekir düşüncesi
ile hareket eden Mustafa Kemal, doğal olarak İslâmcıları dışlamaya karar vermiştir. Yani klasik muhalif
tutumlarını sergileyerek eski durumun değişmesini istemeyen ve yeni gelişmelere eski fikirler ile çözüm
arayarak yeniliklere karşı çıkan İslâmcılar, kaybeden taraf olmuştur”
Mustafa Kemal Abdülhamid’in takipçisi miydi?
“Bizi bunu sormaya yönelten temel faktör, II. Abdülhamid’in reformları ve hatıralarıdır. Özellikle
Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayı’nda gözetim altında tutulduğu dönemde, Mustafa Kemal’in gözetim
sorumlularından yakın arkadaşı Salih Bozok’u ziyareti sırasında, Abdülhamid’in oğlu Abit ile kurduğu
dostluk ve ona verdiği hediyeler oldukça ilginçtir. Mustafa Kemal’in bu tutumu bizim Abdülhamid’e gönderilen
olumlu mesajlar olarak değerlendirmemize neden olmuştur. Çünkü bu yakınlık kurma girişimi, siyasi zekâsı
keskin iki kişi arasında mesaj niteliği taşıyacak kadar açık bir görüntü sergilemektedir.91
Abdülhamid’in uçan kuştan uzak tutulduğu, hakkında olumlu düşünceler taşıyanların cezalandırıldığı
olağanüstü bir dönemde, Mustafa Kemal’in Abit’e hediyeler vermesi, “Abdülhamid’in dikkatini çekme”
anlamı da taşımaktadır. Abdülhamid bunu mesaj olarak değerlendirir ve Mustafa Kemal’e değerli bir hediye
ile karşılık vermek ister. Fakat siyasi incelikleri çok iyi bilen Abdülhamid; yanlış anlaşılır, “Abdülhamidci!”
damgası yer ve zarar görür diye bundan vazgeçer. Fakat Mustafa Kemal Paşa’yı yakından görmek istediğini
Abit’e söyler. Bir gün Abit koşarak gelir ve Mustafa Kemal’i camdan gösterir. Abdülhamid yerinden kalkar,
cama yaklaşır ilerlemiş yaşında zor gören gözleri ile dikkatle bakar. Uzaktan yüzünü pek seçemez. Sırtındaki
pelerini ile görebildiği kadarını hatıralarına şöyle aktarır:
“Sıradan bir askere benzemiyordu, tehlikeli bir sükûneti vardı. Enver Paşa’nın kendisinden
neden çekindiğini o zaman anladım… Bunlar küçük şeyler! Çanakkale’de İngiltere, Fransa gibi iki
büyük devletin ordusunu ve donanmasını durdurdu, yüz geri ettirdi ya, bana da lazım olan odur!
Muvaffakiyeti için dua ettim”92 der. Abdülhamid hatıralarında Mustafa Kemal ile aralarında kalpten kalbe
bir yol oluştuğuna dikkat çekmektedir.
İkinci neden de şudur:
Abdülhamid’in 1917’de dünyada büyük yankılar uyandıran, Paris’te ve İstanbul’da yayımlanan siyasal
görüşlerine Mustafa Kemal’in ilgisiz kalması düşünülemezdi. Özellikle Mustafa Kemal’in, Abdülhamid’in
geleceğin Anadolu merkezli yeni devleti hakkındaki düşüncelerinden habersiz olması imkânsız gibidir. Onu
bu konularda bilgisiz göstermek doğru değildir. Mustafa Kemal, Abdülhamid iktidarının etkili muhaliflerinden
biridir. Buna rağmen bu iki şahsiyetin devletine ve milletine vermek istediği şekil, birbirine çok
91 Mesaj anlamı taşıyan hediyeleşmeler, Dünya Savaşı’nın ağır bir mağlubiyetle sonuçlanacağını gören bazı kişilerin,
Abdülhamid’i bir darbe ile tekrar padişahlığa getirmeyi gündeme getirdikleri dedikodularının konuşulduğu günlere
rastlaması ilginç soruları akla getirebilir. Fakat bu konudaki bilgilerimiz şu anda ancak bazı tahminler yürütmemize
yardımcı olabilecek kadardır.
92 Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Sadeleştirerek yayına hazırlayan İsmet Bozdağ, Kervan Yayınları, III. Baskı, İstanbul-
1975, s. 169-170; Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, Güven Yayınevi, İstanbul-1960, s.211
171
benzemektedir. Bunu kanıtlamak da kolaydır. Çünkü Abdülhamid’in icraatları ve “Siyasi Hatıralarım” adlı
notlarındaki düşünceleri ile Mustafa Kemal’in icraatları birbirine çok benzemektedir. Bütün bunlar, aralarında
hiçbir farkın olmadığı anlamına da gelmez. Fakat Abdülhamid’in, “hayatının son yıllarında başkentin
İstanbul’dan Konya’ya taşınabileceğini, kendisinin de Bursa’ya götürülebileceğini, dolayısı ile buna
hazırlıklı olması gerektiği” mesajını getiren Enver Paşa’ya gösterdiği tepkide, “saltanat”ın anlamını çoktan
yitirdiğini görmek mümkündür. Artık Abdülhamid’in tek ölçüsü vardır ve buna hizmet edenlere de dua
etmektedir: “Düşmanı durdurmak!93”
Evet, Mustafa Kemal, Abdülhamid iktidarının muhalifidir; fakat hedeflerinin
takipçisidir. Bu da bir paradoks değildir. (Sh: 19-20-21)
Abdülhamid ve Mustafa Kemal’in “Misakı Milli sınırlarına çekilme ve çekirdekleşip güçlenme
stratejileri: “Uygarlık mücadelesi verenler için kalkınma ve uygarlaşma, topraktan daha önemlidir. Bu
nedenle Mustafa Kemal, Lozan’da bir an önce barış olsun da kalkınma ve uygarlaşma mücadelesi başlasın
diye fazla toprak elde etmek için direnmemiştir. Benzer fırsatları Abdülhamid de kollamıştır, fakat
yakalayamamıştır. Hatıralarında “…Bize de hiç olmazsa on senelik bir sulh tanınsa Japonların o kadar
imrenilen ilerlemelerini biz de yapabilirdik”94 demektedir. Mustafa Kemal’in Avrupa Medeniyeti ile
aramızdaki farkı kapatmak için yaptığı fedakârlıkları anlamayanlar, onu daha fazla toprak elde edememekle
eleştirebilirler.
Mustafa Kemal, daha yüzbaşı iken İttihatçı kesimlere ve yönetimin üst kademelerindeki tanıdığı
sorumlu kişilere, Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan çekilmesini ve bu toprakları
yöre halklarına terk etmesini önermiştir. Devletin ancak Anadolu’ya çekilerek ve kavmi (ulusal)
niteliğe kavuşarak kendisini savunabileceği tezini ileri sürmüştür.
Oysa bu tez daha önce Abdülhamid tarafından gündeme getirilmiştir. İslâmcı siyasetçiler buna
tarih tezlerinde yer vermedikleri gibi Mustafa Kemal’i imparatorluğu küçülten politikaları savunduğu
için eleştirmişlerdir. Abdülhamid, gelişmelerin Osmanlı’yı böyle bir sona sürüklediğinin farkındadır.
Bu nedenle, Balkanlar’dan Anadolu’ya nüfus kaydırmaya başlamıştır bile. (Sh: 23)
Abdülhamid’in son aylardaki düşüncelerine bakarak, Mustafa Kemal’in İstiklâl Savaşı’ndan galip
çıkması ile iktidarı hak ettiğini, dolayısıyla Mustafa Kemal’i ve Türkiye Cumhuriyeti’ni onaylayabileceğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü Abdülhamid’in öncelikli şartı olan düşmanı kovmak, milli birliği sağlamak,
içeride ve dışarıda savaşları bitirmek ve milletin aslî unsuru olan Müslüman Türk nüfusa dayanmak
gibi konular, Mustafa Kemal tarafından eksiksiz bir şekilde yerine getirilmiştir. Bu nedenle Mustafa Kemal
devlet başkanıdır, iktidar da ancak onun hakkıdır.
“Türklük mü, Müslümanlık mı?” kısır çekişmesi!
“Mustafa Kemal, Türk milletinin İslâmiyet’i günü geldiğinde doğru anlama aşamasına
geleceğine ve İslâmiyet’le birlikte kalkınacağına inanmıştır. Bunu kendisi birçok kez açıklamıştır.
Mustafa Kemal’in öncelikli amacı Türkiye’deki Müslümanların nüfusunu artırmaktır. Bu nedenle hem
doğumu teşvik etmiştir, hem de çekildiğimiz topraklardaki Türkçe bilmeyen Müslümanları Türkiye’ye
kabul etmiştir. Örneğin Boşnaklar, Türkçe bilmemelerine rağmen, sırf Müslüman oldukları için
Türkiye’ye kabul edilmişlerdir. Böylece amaçlanan, Müslüman nüfusun arttırılması politikası, başarı
ile uygulanmıştır. Eğer Mustafa Kemal’in amacı Türkiye’nin İslâmsız Batılılaşması olsaydı, tam tersini
yapardı. Müslüman verir Hıristiyan alırdı. Bunlar açıkça göstermektedir ki, Mustafa Kemal’in
literatüründe “Türk”, “Müslüman” demektir.95 Türk nüfusun arttırılması ve Hıristiyanların
93 Abdülhamid’in hatıra defteri, İsmet Bozdağ, s. 169
94Abdülhamid, Siyasi Hatıralarım, s. 115; (1450’den 1900’e kadar Osmanlı Devleti her yüz yılının otuz yılını savaşla
geçirmiştir.)
95 1923 yılında ve daha sonraki yıllarda Türk uyruklu olmalarına rağmen Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlar gruplar
halinde tazminat bile ödenmeden kamu ve yarı kamu kuruluşlarındaki işlerinden çıkarılmış, yerlerine Türkler alınmıştır.
İşten çıkarılan gayrı Müslimler Türk uyrukluydu ve çalışma yasağı ise yabancıları için çıkarılmıştı. Uygulamayı yürüten
yetkililerin bu konudaki açıklamaları ise oldukça ilginçtir. “Türk, dini Müslüman olan kişidir.” Bilgi için bkz: Rıfat N. Bali,
Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İletişim Yay. İstanbul 2000, s. 209 vd
172
gönderilmesi, Türkiye’nin homojen olarak Müslümanlaştırılmak istendiğini kanıtlamaktadır. Bu,
tarihin hiçbir döneminde rastlanmayan bir durum yaratmıştır. Anadolu’da ilk kez bu kadar Müslüman
bir araya gelebilmiştir. Başlangıçta koyduğumuz varsayımları izleyerek bu konuya bir de II.
Abdülhamid açısından bakmamız gerekir. “Bu konuda acaba Mustafa Kemal, Abdülhamid’in ne kadar
takipçisi ne kadar muhalifidir?” (Sh: 53) sorusunun uygun ve doğru yanıtı; Mustafa Kemal
Abdülhamit’in siyaseten muhalifi ama fikren takipçisidir!
“Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri ve siyasi alt yapı hazırlayıcısı II. Abdülhamid, kurucu
mimarı ise Atatürk’tür” varsayımını tartışmaya ve araştırmaya açmakla çok hayırlı bir iş
yapmıştır.
“Anadolu merkezli yeni bir Müslüman Türk devletinin kurulması, tarihsel zorunlulukların (doğal ve
sosyal kanunların) bir sonucuydu ve II. Abdülhamid buna inanmaktaydı. Bu inancı nedeniyle gelecekte
kurulması muhtemel Müslüman Türk devleti için önemli altyapı çalışmaları yapmıştır. Bu nedenle II.
Abdülhamid’in Türkiye Cumhuriyeti’nin (fikri) mimarı varsayımı araştırmamızın konusu yapılmıştır.”
“İslâmcılar II. Abdülhamid’i anlamış olsalardı tarih başka türlü oluşacaktı. II. Abdülhamid
anlaşılmadığı içindir ki, sorunlar büyüyerek Cumhuriyeti de kapsayıcı bir hal almıştır. Oysa (Mehmet
Akif, Elmalı Hamdi Yazır, Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri gibi İslamcılar) II. Abdülhamid’i (doğru
anlayabilmiş ve) sahiplenmiş olsalardı Osmanlı’nın sonu bu denli dramatik olmazdı. Yine bu
İslâmcılar M. Kemal’i sahiplenebilselerdi Cumhuriyet de çok daha halkçı, demokratik, lâik ve liberal
olacaktı” tespitleri oldukça çarpıcıdır.
Harun Özdemir devrimlerle ilgili önemli analizler yapmaktadır:
(Osmanlıda) “1860’larda Arap alfabesinin revizyonu düşünülmüş ve birçok teklif ileri sürülmüş fakat
yöneticiler önerileri dinleyip sonra rafa kaldırmışlardır. Daha sonra Latin alfabesi gündeme taşınmış, onun
daha kolay okunup yazılabileceği öne sürülüp tartışılmıştır. Bu öneri başlangıçta çok tepki görmüş, fakat
Lâtin alfabesinin önemi kısa zamanda birçok kişi tarafından kavranmıştır. Ulemânın bu konuda yeniliğe açık
olamaması, yöneticileri ıslahat yapmaktan geri bırakmıştır. II. Abdülhamid bu tartışmanın içindedir (yenilik ve
değişim taraftarıdır)” Sultan Abdülhamid: “Yazımızı öğrenmek pek kolay değildir. Bu işi halkımıza
kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesini kabul etmek yerindedir, gereklidir. Her ne kadar bu
harflerle lisanımızdaki bazı sesleri vermek güçlüğü mevcut ise de bunu ayarlamak şüphesiz kabil
olabilir. Aklı başında hiç kimse öğrenmeye düşman olamaz. Ben de bütün dindaşlarımıza iyi ve
faydalı olan her yeniliği tanıtmak istiyorum” (Siyasi Hatıratım; 192, II. Abdülhamid) sözleriyle bunu açığa
vurmaktadır.
“Aradan geçen zaman Abdülhamid’i de, Mustafa Kemal’i de haklı çıkarmıştır.
Çünkü okur-yazar oranı yüzde 80’i geçen Türkiye’de artık İslâmcısı, milliyetçisi,
batıcısı ile tüm millet, Batı’yı anlamaya ve aşmaya çalışmaktadır.”
Abdülhamid Han, hatıralarında şu gerçeği vurgulamaktadır: “Padişah tebaasının ne düşündüğünü,
hangi şikâyetleri olduğunu, bir yandan valilerinden, kadılarından hükümet yoluyla öğrenir, bir
taraftan ülkenin dört bucağına serpilmiş tekkelerin şeyhlerinden, dervişlerinden haber toplar ve buna
göre ülkeyi idare ederdi. Ceddim Sultan II. Mahmud, buna gezginci dervişleri de ekleyerek istihbaratı
genişletmişti. Ben tahta çıktığım zaman durum buydu ve böylece devam ediyordu.”
“Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine
kadar çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olmazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat
teşkilatı kurmaya bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın “jurnalcilik” dediği teşkilat budur”
(Abdülhamid’in Hatıra Defteri, İsmet Bozdağ)
“Abdülhamid döneminde eski ile yeni, ikisi birden vardır. Her konuda olduğu gibi, istihbarat
konusunda da ikili yapı sürdürülmüştür” “Mustafa Kemal ise bir askerdir ve bir inkılâpçıdır. İnkılâpçı bir
asker için hem o hem bu, ikisi bir arada olamazdı. Bu nedenle vahdet-i kuvva, yani tek ordu; tek parti,
tevhid-i tedrisat, tek meslek odası, tek dil, tek istihbarat tercih edilmiştir. Bu bağlamda hem (asli misyon ve
173
fonksiyonunu yitirip yozlaşmaya başlayan) tarikatlar, hem “Yıldız Sarayı uzantısı” (istihbarat) bir
arada gitmeyeceğine göre ikisinden biri tasfiye olacaktı. Özellikle İstihbarat faaliyetlerinin yoğunluğu,
tarikatların nüfuz edemediği alanlara kaymışsa, Yıldız Sarayı uzantıları kalacak, tekke ve zaviyeler
tasfiye olacaktı.”
“Gerçekte şu ayrıntıyı belirtmek yararlı olacaktır. 6 Ocak 1927’de kurulan MAH (Teşkilat-ı Mahsusa),
Karakol Cemiyeti, Hamza ve Felah grubu, Âkîfîler, Askeri Polis Teşkilatı, Müdafaa-i Milliye’nin devamı
değildir. Ama MAH (Milli Emniyet Hizmeti) yeni bir anlayış ve kadroya dayansa da büyük ölçüde eskinin
devamıdır. Küçümsenmeyecek kadar bir kısmı da tarikatçılardan oluşturulmuştur.”
Osmanlıda farklı hizmet kurumları:
“Osmanlı devletinde tekke ve zaviyelerin tek fonksiyonu halkın dini inançlarına hitap etmek
sanılmamalıdır. Devletin yüce amaçlarına (milli birlik ve dirliğin sağlanmasına) hizmet etmek gibi
siyasi fonksiyonları da vardır. Tekkeler ve zaviyeler (ahlaki eğitim ve sosyal disiplin kurumları olma
yanında) bugünkü anlamda Osmanlı devletinin istihbarat kuruluşlarıydı. Bir devletin yapısında
istihbarat faaliyetleri ne kadar önemli ve gerekli idiyse, tekke ve zaviyeler de Osmanlı devleti için o
kadar önemliydi ve lazımdı”
“İslâmcılar Osmanlısız olunamayacağını düşünüyorlardı. Fakat (o dönem İslamcıları) Osmanlı
devletini Batı medeniyeti karşısında ayakta tutacak İslâmiyet’in ne olduğunu bilmiyorlardı. Sonunda
tarihin determinizmi, hükmünü icra etti; doğan, gelişen ve duraklayan Osmanlı devleti yıkıldı.”
“İslâmcılar, TC’nin kuruluşunda çok çalıştılar, canlarını ve mallarını verdiler. Ancak yeni devlet,
Osmanlı’nın yarım bıraktığı “batılılaşma”yı kararlılıkla tamamlamaya başlayınca devlete ters düştüler.
Devlet de onlara ters düştü. İslâmcılar batılılaşmanın Müslümanlar üzerinde yapacağı etkinin ne olacağını
önceden kestiremediklerinden Batılılaşmaya ve bu politikayı koşulsuz destekleyen devlete ters
düştüler.
T.C. Müslümanların Müslüman kalarak batılılaşabileceğine ve bundan büyük faydalar
sağlayabileceğine somut bir örnektir. T.C.’nin 75 yıl önce Osmanlıdan devraldığı, önce batılılaşmayı
tamamlama, sonra da batıyı aşma politikaları Müslümanlar üzerinde de olumlu sonuçlar vermiştir. Oysa
çözüm çok uzaklarda değildir, yanımızdadır. Bu nedenle ortaya çıkan büyük bir başarının başarısızlık
gibi tartışılması yanlıştır. Buna açıklık getirilmelidir.”
“İslâmcılar hâlâ batılılaştıklarının farkında olamamıştır. Namaz kıldıklarını düşünerek
batılılaşmadıklarını sanmaktadırlar. Oysa Osmanlının ve TC’nin “Müslüman kalınarak batılılaşma”
politikası sonunda, İslâmcıları da “Müslüman Batılı” yapmıştır. Fakat bu durum politik olarak İslâmcılar
tarafından deklare edilmemiştir. Oysa fiili durum budur.”
“Ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman batılılaşmayı “din değiştirmek” şeklinde
projelendirmemiştir.” Yanlış ve yıkıcı uygulamalar, dışarıdan ve Masonlarca tezgâhlanmıştır.
“İslâmcılar, hem birey hem cemaat olarak batılılaşmıştır. İslâmcılar (Milli Görüş gibi) Türkiye’nin
en örgütlü siyasi partisini kurabilecek kadar Batı medeniyetinin siyasal sistemine entegre olmuşlardır.”
Şu tespitler de oldukça önemli ve anlamlıdır:
“Avrupa kıtası batılılar için koca bir işçi deryası iken Türkiye’nin hiç hesaba katılmayan insanlarının
hem Türkiye’de hem de Avrupa’da müteşebbis olma mücadelesi vermesi batılıları hayrete hatta hasede
sürüklemektedir. Eğer Müslüman Türk milleti sadece Batılı olsaydı Türkler de bir batılı gibi işçi
doğacak, işçi öleceklerdi. Oysa Batılı, fakat Müslüman kaldığı için her fırsatta müteşebbis
olabilmektedir. Türkiye sık sık ekonomik operasyonlara mâruz kalmasına rağmen dinamik yapısını
kaybetmemektedir.”
“(.......) Araştırma standartları henüz Batılılarınki kadar gelişmemişse de Türkiye’nin hemen her ilinde
açılan üniversitelerde öğrencilerin önemli bir kısmı İslâmcı kız ve erkeklerden oluşmaktadır. Bu kadar
İslâmcı kadının yüksek öğrenim görmesi İslâm’ın 1400 yıllık tarihinde görülmemiştir. Bu Müslümanların
TC’nde Müslüman kalarak batılılaşmasıyla olmuştur.”
174
“Resim caiz midir?” tartışmalarından bütün dünyaya uydudan canlı radyo ve tv yayını yapan
sayısız kanalların Müslümanlar tarafından işletilmesine gelinmiştir. İslâmcı sanatçı, bilim adamı, politikacı
vaiz ve iş adamı, bu araçları Müslüman kalarak batılılaştıkları için kullanmaktadırlar ve bu sektörlere
yatırım yapmaktadırlar.”
“Batıcılar, milliyetçiler ve İslâmcılar arasındaki sorunlar varlığını bugün de korumaktadır. Taraflar
buluştukları ve geliştikleri zeminin “Müslüman kalarak batılılaşmak” projesi olduğunun farkında değildirler,
bunu göz ardı etmektedirler. Dolayısıyla İslâmcıların da, Batıcıların da, Milliyetçilerin de çatışmaları
maalesef uzlaşma ile sonuçlanamamaktadır. Abdülhamid Han’ın “Anadolu için iyi bir gelecek
hazırlanmıştır” sözünün, Mustafa Kemal ile anlam kazandığı hep gözlerden kaçmaktadır.”
Mustafa Armağan’ın eksik bıraktıkları ve saptırmaları!
Daha önce “Bizim Atatürk” kitabımızda bu konuları etraflıca ve tutarlı yorum ve
yaklaşımlarla yazmış, Türkiye Cumhuriyetinin Osmanlı devletinin varisi, onun Anadolu
Selçukilerinin meyvesi, Onun İran Selçukilerinin neticesi, Onun Hindistan-Afganistan Türk
İslam emirliklerinin etkisi olduğunu hatırlatmıştık. Kendi tarihimizi inkâr ve iftiranın bir
soysuzluk alameti, körü körüne tarihle avunup geçmişimize sığınmanın ve onların
yanlışlıklarından ders çıkarmamanın ise bir şuursuzluk hali olduğunu vurgulamıştık. Aziz
Milletimizin asıl mayasının ve kaynaştırıcı kimyasının ise İSLAM olduğunu ve şanlı, Kurtuluş
Savaşımızın bu inançla kazanılıp Cumhuriyetimizin bu mana ve maksatla kurulduğunu
anlatmıştık. Şimdi Zaman Gazetesinde farklı tarihlerdeki 3 ayrı yazısında, yakın tarihimizle
ilgili çok önemli tespit, tahlil ve tenkitler yapan, tarafımızdan kendisine ve gayretlerine saygı
duyulan Prof. Dr. Mustafa Armağan, birçok karanlık noktaların aydınlatılması, kasıtlı
saptırma ve çarpıtmaların açıklanması için bazı konuları gündeme taşırken, kafalarda yeni
sorular oluşturuyor ve bunlar daha başka kuşkulara yol açıyordu.
Sn. Mustafa Armağan Hoca’ya, yanıtlaması ve aydınlatması gereken soruları yöneltmeden
önce, söz konusu tespit ve tenkitleri, bir yardımcımızın özetlemesi ve kısmen sadeleştirmesiyle,
okurlarımıza aktarmamız gerekiyordu:
“Erzurum Kongre kararlarının aslına baktığımızda şaşırıyoruz. Meğer 1. madde şöyleymiş:
“Trabzon vilayeti ve Canik sancağıyla Şark vilayetleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Elaziz,
Bitlis vilayeti ve bu saha dâhilindeki bağımsız vilayetler, hiçbir sebep ve bahaneyle diğerlerinden ve
Osmanlı camiasından ayrılmak imkânı düşünülmeyen bir bütündür. Mutluluk ve felakete tam olarak
katılmayı kabul ve mukadderatı hakkında aynı amacı benimser. Bu bölgede yaşayan bütün Müslüman
unsurlar diğerlerine karşı fedakârlık hissiyle dolu ve ırkî ve sosyal durumlarına riayetkâr öz
kardeştirler.”
Gördüğünüz gibi Erzurum Kongresi adeta bir Türk-Kürt kardeşliği bildirisidir. Adeta bugünkü sorunların
konuşulduğu bir kardeşlik toplantısıyken bize içeriği boşaltılarak anlatılmış! Sözün özü şu: 1) Erzurum
Kongresi’nde hâlâ “Osmanlı camiası” hayattadır. 2) Kongrenin gayelerinden birisi, araları açılmak istenen
Kürtlerle Türkleri yeniden birbirine bağlamaktır. Üç maddecik bildiride en az üç mantık hatası yapan
saygıdeğer “300 aydınımız” Erzurum Kongresi’nin “milliyetçiliği”nin Türkler ve Kürtleri ve bütün “Müslüman
etnisiteleri” ayrılmaz bir bütün olarak gördüğünü unutmuş görünüyorlar. Üstelik Türklerin “kurucu ve egemen
millet” oldukları türünden bir ifadeyi de ne yazık ki bulamıyoruz. Peki, Erzurum Kongresi kararları Kürt-Türk
kardeşliği vurgusundan nasıl arındırıldı?
İnkılâp tarihini “belgesel gerçeklik”ten arındırma sahtekârlığı!
Sonraki hemen bütün yayınlar kararların orijinaline inme zahmetine katlanmadıkları için Nutuk’ta
yazılanları aktarmış ve Osmanlı’nın Müslüman unsurlarının, bu arada Türklerle Kürtlerin vurgulandığı kaydını
görmezden gelmişler. Oysa Nutuk’un 1927 tarihli Osmanlıca baskısının 38 ve 39. sayfalarında Gazi Paşa
Erzurum Kongresi’nin kararlarını aynen değil, “zaman ve çevrenin mecbur kıldığı bir takım ikinci derecede
önemli (tâlî) ve esasa ait olmayan (sûrî) düşünce ve kanaatleri ayıklayarak” aktardığını bizzat yazıyor. Yani
175
Nutuk’taki karar metinleri “aynen” değil, yorumlanarak ve kısaltılarak verildiği ve bu belirtildiği halde asıl
metin muamelesi görmesi yanlıştır, kasıtlı bir yanıltmacadır. Ancak bir husus gözden kaçıyor: Gazi bu
maddeyi zikrettikten sonra şunu yazıyor: “Beyanname madde 6. Nizamname madde 3’ün tafsilatı,
nizamname ve beyannamenin 1. maddeleri mütalaa ve tetkik buyurulsun.” Yani Atatürk, bu konunun
anlaşılması için, şu maddelerden inceleyin diyor. Öte yandan Atatürk Araştırma Merkezi’nin beş profesör ve
bir emekli albay’a yazdırdığı “Milli Mücadele Tarihi”nde o parantez içi not nedense kaldırılmış… Özetle
Nutuk, yakın tarihi 1927 şartlarına göre ayarlayan bir metindir ve tarihçilere düşen görev, bu son derece
önemli metni de dikkate alarak, ama gerekirse bazı eleştirme ve düzeltmelerde yaparak yeni bir inkılâp
tarihini yazmak olmalıdır.
Kur’an’ı yaşatmak için birlik çağrısı!
Bu arada 17 Haziran 1919’da toplanan Erzurum Vilayeti Kongresi’ne sunulan bir rapor, güncelliği
itibarıyla kayda değer bulunmaktadır. Rapora göre Doğu Anadolu’da Ermeniler, Avrupalılar ve “şahsî çıkar
sağlamak isteyen” bazı kimselerin ortaya attığı bölücü fikirlerin başında “Kürtlük-Türklük meselesi çıkarmak”
geliyor. Türklerle Kürtlerin birbirinden nefret etmesi isteniyordu. Nihayet Kürtlerle Türkleri birbirine düşürerek
Ermenilerin hâkimiyetleri sağlanmak isteniyordu. Raporda “Kürtlerin aslında Ermeni oldukları yönünde
propaganda yapıldığı” kaydediliyor ve bir milletin diğerlerinden din, karakter, âdet ve dille ayrıldığı
belirtiliyordu. Irk fikri reddediliyor ve Ermenilerin Hıristiyan, Kürtlerinse Müslüman oldukları üzerinde
duruluyordu. Karakter bakımından Kürtlerin Türklere Ermenilerden daha yakın oldukları bir grafikle
gösteriliyor. Varılan hüküm şuydu: “Türk ile Kürt arasında dinî ortaklıktan başka soy itibariyle de bir
bağın varlığını teslim etmek zaruridir.”
Erzurum Kongresi’nden bir ay kadar önce toplanan bu ön kongreye sunulan
raporda işlenenler sanki bugünden geçmişin dağlarına çarparak yankılanmış gibidir.
Beraberce şunları okuyoruz:
“Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk ile
Kürt’ün aynı tarih, aynı çıkar, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek imkânsızdır. Bu
kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu vilayetleri Türk’ü ile Kürt’ünü
ayırmak her ikisini de ölüme mahkûm etmek anlamını taşır. Bugün gözümüzü açarak
yaralarımızı öz elimizle sarmaya çalışır, dışarıdan gelen Kürtlük-Türklük gibi ayrıştırıcı
telkinlere kulak asmazsak hem memleketimizi kurtarır, hem de herkesin mutluluğunu
sağlayacak esasları hazırlarız.” Çünkü tarihî bir anda bulunuyoruz! “Duygusallığa kapılarak
düşmanlarımıza hizmet etmekten sakınma göreviyle mükellefiz. Elimizdeki bu son fırsatı
da kaybedersek tarihimizi aşağılanmayla kapatmış ve Hazret-i Kur’an’ı elimizle defnetmiş
oluruz. Hakkımızda çevrilen entrikaları, düşünülen felaketleri sonuçsuz bırakmak yalnız bir
şeye, Doğu vilayetleri Müslümanlarının ittihad (birlik) ve ittifakına bağlıdır.”96
Sivas Kongresi’nin ilk iki maddesi Erzurum Kongresi’nin hemen hemen aynıdır.
Öte yandan 6. madde de şaşırtıcı bir mesaj veriliyordu:
“Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihteki (30 Ekim 1918) sınırımız içinde kalıp ezici
Müslüman çoğunluğun oturduğu kültürel ve medenî üstünlüğü Müslümanlara ait bulunan toprak
birliğimizin bölünmesi planından tamamen feragat ederek bu topraklar üzerindeki tarihî, ırkî, dinî ve
coğrafî haklarımıza riayet edilmesini ve buna aykırı girişimlerin iptalini ve bu suretle hak ve adalete
dayalı bir karar alınmasını bekleriz.”
Derken Büyük Millet Meclisi’nin açılışından bir gün önce, 22 Nisan 1920 günü Heyet-i Temsiliye adına
Mustafa Kemal Paşa imzalı genelgeyle karşılaşırız. Genelge “Allah’ın lutfuyla” (“bimennihi’l-kerim”) diye
başlıyor ve Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü Ankara’da açılacağı belirtiliyordu. Hatta açılışın özellikle
Cuma gününe rastlatıldığı, bunun da o günün mübarekliğinden istifade etmek için yapıldığı, Cuma namazı
96 31 03 2013, Zaman
176
Hacı Bayram Camii’nde kılınarak “Kur’an ve namazın nurlarından (envâr) yararlanılacağı” ifade ediliyordu.
Namazdan sonra Peygamber Efendimiz’in (sav) sakallarını (“lihye-i saadet”) ve Sancağ-ı Şerif’i taşıyarak
Meclis’e varılacağı, ama içeri girilmeden önce dua okunacağı ve kurbanlar kesileceği belirtiliyordu.
23 Nisan 1920 böyle “Nurlu” şuurlu ve huzurluydu! Hatta o nurlu günün hatırasına hattat Hulusi
Efendiye iki talik tablo yazdırılıyordu. Birincisi ve daha fazla görüleni, “Hâkimiyet milletindir”
tablosudur. İkincisi ve neredeyse kayıp olanı ise “Ve emrühüm şûrâ beynehum” ayetidir ki
“Onların işleri aralarında istişare iledir”, anlamını taşıyordu. Ben bu levhanın Cumhuriyet’ten sonra
kaldırıldığını sanıyordum ama geçenlerde elime geçen bir kitaptan 1925 baharına kadar Meclis
salonunda asılı durduğunu öğreniyordum. Demek ki, 1925 yılına kadar Meclis’imize bir ayet
gözetmenlik yapabiliyormuş. Sonra ne mi oldu? Tabii ki müzeye kaldırıldı ve buna benzer fotoğraflar
yok edildi. Neden peki?97
Her nedense, 1925’te süreç değişiyordu!?
1925 yılı, öz kardeşliği, dinî atmosferi, nurları ortadan kaldıran, dinamitleyen bir sürecin başladığı
tarihtir de ondan. Belki de bugün son kırıntıları 1925 civarında ortadan kaldırılan o ruhu yeniden fark edip
zorla uzaklaştırıldığımız o çizgiye yeniden dönme vaktidir. Bu aynı zamanda tarihin de öz çizgisine dönme
anıdır. Sevgili Erol Göka’nın deyişiyle aklın mayalanması için zorunlu bir ara durak... Bu ara durağın değerini
iyi bilmemiz gerekiyordu.
Bir belge düşünün: Tam ortasından üç sayfası yırtılmış… Bir belge düşünün: Önemli yerleri kalemle
çizilip çıkarılmış, bazı kelimeleri karalanmış, bazıları değiştirilip yeniden yazılmış… Bir belge düşünün:
Orijinali temizlenerek itinayla yeniden kurgulanmış… Artık o kesilmiş, “düzeltilmiş”, temizlenmiş belgelere
güveniniz kalır mı? Amasya denilince hep ünlü Genelgesi’ni hatırlarız ama Amasya Mülakatı’ndan pek dem
vurulmaz. Oysa özellikle tartışmakta olduğumuz Türk-Kürt kardeşliğinin tarihin derinliklerine nasıl gömülmek
istendiğini gösteren çarpıcı bir örnek sunar 2 No’lu gizli Amasya Protokolü. Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa
Kemal Paşa ile İstanbul’da Bahriye Nazırı olan Salih Paşa arasında 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde Amasya’da
Tümen Komutanı Cemil Cahit Toydemir’in karargâh olarak kullandığı evde yapılan müzakereler dönemin
ruhunu anlamak bakımından son derece önemli. Damat Ferid Paşa 20 gün önce istifasını vermiş, Padişah
da Ali Rıza Paşa’ya kabineyi kurma görevi vermişti. Yeni kabinenin görevi, Kuva-yı Milliye ile ilişkileri tamir
etmekti.
Salih Paşa, hükümetten ne istediğini sordu Mustafa Kemal Paşa’ya. O da Barış Konferansı’na
kendilerinin de katılması gerektiğini söylüyor, adaylarının meclise girmesini, genel af ilan edilmesini,
kabinede Kuva-yı Milliye’ye karşı olanlara yer verilmemesini, dış politikada Sivas Kongresi kararlarına uygun
hareketin önemi, Bozkır ve Aznavur isyanlarının bastırılmasını istiyordu. Oldukça ılımlı bir havada geçen
görüşmeler sonunda ikisi gizli olmak üzere 5 protokol imzalandı (gizli 4. protokol ise imzasızdır). Hele bir 2.
Protokol var ki, ilk maddesi bizi bugün de yakından ilgilendiriyordu. Zira Kürt meselesine ciddi bir vurgu
yapıyordu. Önce orijinal metninde ne yazdığını okuyalım:
‘Kürtlerin serbestçe gelişmeleri için özel izin ve düzenlemeler!’ gerektiği belirtiliyordu.
“Beyannamenin birinci maddesinde Devlet-i Osmaniye’nin tasavvur ve kabul edilen hududu;
Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin camia-i Osmaniye’den ayrılması[nın]
imkânsızlığı izah edildikten sonra bu hududun en asgari taleb olmak üzere temin-i istihsali lüzumu
müştereken kabul edildi. Maahaza Kürtlerin serbesti-i inkişâflarını temin edecek vech ve surette
hukuk-i örfiye ve ictimâiyece mazhar-ı müsâedat olmaları dahi tervîc ve ecânib tarafından Kürtlerin
istiklali maksad-ı mahsusu altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun
şimdiden Kürtlerce malum olması tensib edildi.”
Erzurum ve Sivas kongrelerinde de Türk-Kürt kardeşliğine vurgu yapılmıştı ama “anâsır-ı İslamiye”
(Müslüman milletler) gibi üstü örtülü bir ifade kullanılmaya dikkat edilmişti. 2. Amasya Protokolü’nün ilk
97 07 04 2013, Zaman
177
maddesi bunu açmakta ve Osmanlı Devleti’nin tasavvur ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu
araziyi içerdiği, dolayısıyla Kürtlerin Osmanlı camiasından ayrılmasının imkânsız olduğu vurgulanmaktadır.
Bununla birlikte “Kürtlerin serbestçe gelişmelerini temin edecek şekilde, örfî ve sosyal hukukumuz
tarafından ayrıcalıklara (daha doğrusu özel destek ve düzenlemelere) mazhar olmaları teşvik edilecekti.
Ayrıca Türkler ve Kürtlerin yaşadığı topraklardan oluşan sınırın taviz verilebilecek son hat olduğu ve bu
toprakların kazanılması gerektiği üzerinde durulduktan sonra İngilizler kastedilerek, “yabancıların görünüşte
Kürtleri bağımsızlıklarına kavuşturacakları vaadiyle yaptıkları tezvirlerin önüne geçmek maksadıyla Türk-Kürt
ayrılmazlığının bölge halkına bildirilmesinin uygun düşeceği” belirtilmekteydi.
Kopuk üç yaprak nereye kaybolmuştu?
Prof. Dr. Şerafettin Turan, tam 7 ciltlik “Türk Devrim Tarihi”nde maddeyi ustaca budayarak şu hale
getirmiştir: “Kürtlerin Osmanlı topluluğundan ayrılmasına olanak yoktur. Ancak onlar görünüşte
kendilerine bağımsızlık verilmesi yolunda yabancıların giriştikleri hareketlere karşı uyarılmalıdır.”
Bakın, bir başka “prof.”, Bekir Sıtkı Baykal güya “Heyet-i Temsiliye Kararları” adı altında Türk Tarih
Kurumu’ndan bir kitapçık yayınlıyor. Sayfa 25’e de yukarıdaki maddenin baş tarafını yazıyor. Fakat “…kabul
edildi”den sonra bir yıldız koyarak şu notu düşüyor: “Defter, buradan itibaren üç yaprak kopuktur. Bu
yüzden tutanak, yine aynı arşivde bulunan orijinal metninden tamamlandı” deniyordu. Yani yalan
söylenerek okuyucu yanıltılıyordu. Böylece insanların bilincine bazı sorunların çarpmasına engel olunuyor ve
okuyucunun doğruyu araştırmasının önü kesiliyordu”.
Suna Kili, Enver Ziya Karal, Afet İnan ve diğer proflar da Amasya Mülakatı’nda gerçekte nelerin
görüşüldüğünü gizlemek için ellerinden geleni yapıyordu. Daha fenası, Mithat Sertoğlu gibi “üstad” kabul
edilen bir uzmanın “Belgelerle Türk Tarihi Dergisi”nde belgenin orijinalinden Kürtlere mazhar-ı müsaedat
(özel imkân ve fırsatlar tanıma izni) verileceğine dair kısmı fotoşopla temizletmiş olması, insanı
şaşırtıyordu”98
Şimdi AKP’nin akil Adamlarından Mustafa Armağan Hoca’ya ve aynı
konumda olanlara soralım:
1- Sizce Mustafa Kemal, aslında dinsiz bir insan (ve bazılarının yakıştırmasıyla
şeytani bir süfyan) olmakla beraber, netice alıncaya ve fırsat buluncaya kadar
Müslüman milletimizi ve din âlimlerimizi aldatıp kullanmak için mi, 1925’e kadar,
dine yatkın ve saygın bir tavır takınıyordu? 1925’lerdeki Şeyh Said isyanı gibi
ayaklanmaların, Atatürk’ün o bölgelere asker yığıp fiili durum oluşturulması talimat
ve ısrarına rağmen Kazım Karabekir Paşa’nın savsaklamasıyla Musul ve Kerkük’ün
elden çıkması olayları gibi, dış güçlerin planı ve propagandası sonucu din
istismarıyla halkı kışkırtma ve Türkiye Cumhuriyetini yıkma girişimlerinin payını da
hesaba katmak gerekmiyor muydu?
2- “AKP’nin başlattığı Kürt açılımı ve PKK ile Barış anlaşmalarının, gerçekten
Türk Kürt kardeşliğini sağlayıp kaynaştırmak yerine daha da ayrıştırmak; Birleşik
Kürdistan hayaline ve Büyük İsrail hedefine yaklaştırmak içindir!” şeklindeki
kuşkular, sizce tamamen haksız ve dayanaksız boş kuruntulardan mı
kaynaklanıyordu? Bize karşı 19 Haçlı seferiyle saldıran 20’ncisinde Irak’ı işgal edip
parçalayan ve şimdi Suriye’yi karıştıran şu emperyalist Batının ve Siyonist odakların
ve bu konudaki Kur’ani ve Nebevi uyarıların hiçbir anlamı ve önemi bulunmuyor
muydu?
3- “Atatürk’ten sonra uydurulan ve zorla uygulanan Kemalist Ulusalcılıkla,
şimdi ılımlı İslamcılığı, aynı sabataist ve masonik mahfillerin ve ABD Yahudi
Lobilerinin desteklemesi sizce ne anlama geliyordu? Ilımlı dindarlık diye Protestan
98 21 04 2013, Zaman
178
Müslümanlığı ve Siyonist İslamcılığı, Rahmani kesimler mi, Şeytani merkezler mi
istiyordu? Bu soruların yanıtı, kendi mantığımıza ve şahsi yorumlarımıza göre mi,
yoksa ilgili ayet ve hadislerin şaşmaz kurallarına göre mi veriliyordu?
4- Ilımlı İslamcıların, Dinlerarası diyalogcuların, örneğin Fetullahcıların Kur’an
ahkâmına ve Milli vicdana açıkça ters düşen “papalık misyonunun gönüllü
hizmetkârı ve sadık bir parçası olmaları” ve ABD Yahudi Lobilerince korunup destek
çıkılmaları gibi girişim ve işbirliklerine, bir takım hikmet ve kerametler uydurulduğu
gibi; Mustafa Kemal’in bazı aykırı tutum ve tavırlarına da, milli mecburiyetler ve
insani mazeretler bulup hayra yormak lazım gelmiyor mu? Çifte standartlı
davranmak bir ilim adamına ve hele manevi sorumluluk sahibi bir Müslümana
yakışıyor muydu? Sabataist cuntanın, masonik zındıka takımının, Siyonist ve
emperyalist dış odakların baskılarını ve Atatürk’ün onları oyalama zorunda
bırakıldığını da hesaba katmak gerekmiyor muydu?
5- Kur’an'a ve Resulüllah'a göre: Açıkça din inkârcılığı mı, yoksa münafıkça din
istismarcılığı ve İslam'ın yozlaştırılması mı daha tehlikeli ve tahripçi sayılıyordu?
6- Sultan Abdülhamit Han Hz.lerine şiddetle, hatta nefretle karşı çıkan Rahmetli
Mehmet Akif, Üstat Bediüzzaman ve Elmalılı Hamdi Yazır gibi zevatın, sonunda
Mustafa Kemal’le de ters düşmeleri ve sürtüşmeleri; karşılıklı bir anlama ve algılama
hatası mı, yoksa kısır bir muhalefet mantığı mı sayılıyordu? Veya, “Küllün
müyesserün lima hulike leh” yani; “her şey ve herkes ne için yaratılmışsa, ancak o
işe müyesser ve muvaffak kılınır” hadisi şerifinin işaret buyurduğu Ezeli kaderin
cilvesi mi işliyordu?
7- Erbakan Hoca; hem kendi halkımızın farklı kesimlerini, hem İslam âlemini,
hem de tüm mazlum ülkeleri, Kur’ani bir barış ve bereket düzeni etrafında
kucaklaştırmaya çalışırken, sürekli ona engel çıkaran din düşmanları ve çengel
takan İslamcı takımı şimdi AKP’nin PKK ile barış planını hararetle destekliyordu!
Acaba bu, akli ve vicdani bir olgunlaşmanın alameti mi oluyordu, yoksa Milli ve
manevi duyarlılıkların dumura uğradığını mı gösteriyordu?
8- Dinsiz ve anarşist PKK ile barışmaya can atanların, hala her fırsatta TSK’ya
karşı derin bir hınçla sataşmalarının altında ne yatıyordu ve sizce bu yaklaşım nasıl
bir ruh sefaletini yansıtıyordu?
179
ATATÜRKÇÜLÜK VE MİLLİ GÖRÜŞÇÜLÜK ÇOK MU AYKIRI?
Atatürk’ün ailesi ve yakınları:
O dönemler Balkanlar ve Yunanistan Osmanlı-Türk toprağıydı. Tarih: 6 Mayıs 1876. Yer:
Selanik. Bir Bulgar kızı, seviştiği tahsildar Emin Efendi ile evlenebilmek için Müslümanlığı kabul
ediyor. Bulgarlar bu durumu sindiremiyor. Tesettüre girmiş kızı, jandarmaların elinden zorla alıp,
kendilerine karşı koymayan çalışan 10 kadar Türk’ü de döverek, Amerika Konsolosluğu'na
götürülüyor. Olayı duyan Selanikli Müslümanlar, “kızın dini ve ırkı ne olursa olsun, mademki çarşaf
giymiştir. Bu kıyafette bir kadının çarşafını yırtılarak götürülmesi dine, millete, devlete hakarettir. Biz
bunu hazmedemeyiz” diyerek Saatli Camii'nde toplanıyor. Kızın ABD Konsolosluğu’nda olduğunu
öğrenince yabancı görevlilere hücum ediliyor. Alman konsolosu M. Abot ile Fransız Konsolosu M.
Mulin öldürülmesi olayı, bir anda uluslararası siyasal krize dönüşüyor.
Başkent İstanbul, Avrupa’nın büyük devletleri savaş gemilerinin Selanik limanına gelip gözdağı
vermesiyle, olayda adı geçen 53 Müslüman’ı ağır hapse, 6 kişiyi de idama mahkûm ediyor. Olayda
elebaşı olduğu iddia edilenlerden biri de kızıl sakallarından dolayı “Kızıl Hafız” diye bilinen Hafız
Ahmed ise, Atatürk’ün dedesi oluyor… Kızıl Hafız Ahmed, yedi yıl boyunca saklanacağı ve orada
öleceği Makedonya dağlarına kaçıyor. Selanik Evkaf (vakıflar) Dairesi’nde memur olan Ali Rıza
Efendi, babası Kızıl Hafız Ahmed’i arayan jandarmalar tarafından birkaç kez karakola götürülüyor.
Zübeyde Hanım kayınpederinin, dağa kaçması ve kocasının sürekli gözaltına alınmasını hep korkuyla
izliyor. Çünkü henüz çok genç yaşta yirmisinde bulunuyor.
Sarışın bir kız aranıyor!
Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım’ın ne zaman evlendikleri tam olarak bilinmiyor. Tahmini
olarak 1870’lerin başı zannediliyor. Rivayet odur ki: Ali Rıza Efendi bir gün rüyasında aksakallı nur
yüzlü bir pir ve yanında sarışın bir kız görüyor. Pir, kızı göstererek, “Bu senin kısmetindir” diye müjde
verip ortadan kayboluyor. Ali Rıza Efendi rüyasının etkisiyle ablası Nimeti’nin kızı Hatice’ye gidip,
“bana evlenmek için sarışın bir kız bulun” diyor. O devirde bütün Müslüman çevrelerinde adet olduğu
gibi görücüler sokaklara düşüyor. Sonunda Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa’nın kızı; kumrala
çalan sarışın, beyaz tenli, orta boylu, mavi gözlü, dalgalı kıvırcık saçlı Zübeyde’ye rastlanıyor. Annesi
Ayşe Hanım kızının evlenmesine karşı çıkmasına rağmen sonunda ikna ediliyor. Zübeyde Hanım, Ali
Rıza Efendi’nin ailesinin Yenikapı mahallesindeki evine gelin gidiyor. Ali Rıza Efendi, “Gülzar-ı
Cennetim Zübeydem” diye hitap ettiği karısını çok seviyor. Zübeyde Hanım Yenikapı’daki evde üç
çocuk dünya getiriyor: Ahmed, Ömer ve Fatma. Fatma daha yaşını dolduramadan ölüyor.
Baba asker oluyor!
Babası Hafız Ahmed’in Makedonya dağlarına gitmesinden birkaç ay sonra, Ali Rıza Efendi, Osmanlı-
Rusya savaşı nedeniyle Selanik’te kurulan Asakir-i Mülkiye’ye yani, yardımcı askerler birliğine katılıyor. 35
yaşındaydı; okur-yazar olduğu için geçici olarak üsteğmen rütbesi veriliyor. Askerliği yaklaşık iki yıl sürüyor;
Ayastefanos Anlaşması’ndan sonra askerliğe veda edip dönüyor. Askerlikten sonra Ali Rıza Efendi, Osmanlı-
Yunanistan sınırındaki Olimpos dağının ormanlarla kaplı eteklerinde bulunan gümrük kontrol noktasına
gümrük muhafaza memuru olarak tayin ediliyor.
Ege denizi kıyısında Papasköprüsü denilen bu ıssız yer, Selanik’e 120 km uzaklığındaydı ama kara
yolu gitmezdi. Yaşamak için uygun bir yer değildi; ne kasaba ne köydü; sadece görevlilerin ailelerinin kaldığı
derme çatma birkaç ev ve gümrük kontrol binasından ibaretti. Üstelik Olimpos dağı Rum eşkıyalarla doluydu
ve etrafı haraca kesmişlerdi.
Zübeyde Hanım iki çocuğuyla bu ıssız ve kasvetli yere gelmekten hiç hoşnut değildi. İkinci çocuğu
Ömer’i ilaçsızlık ve bakımsızlıktan burada kaybetti. Fatma’dan sonra Ömer’i de kaybeden Zübeyde Hanım’ı
bir korku saldı; “Ya Ahmed’ime de bir şey olursa?” Bu yüzden hep Selanik’e dönmek istedi.
Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrüğün bütün işleri kereste ihracatı üzerineydi. Ali Rıza Efendi,
180
görevi sırasında kereste tüccarıyla tanışıp arkadaşlığı ilerletti; sonunda memurluktan ayrılıp, kereste
tüccarları Cafer Efendi ile ortaklık kurup ticarete girdi. 3 lira maaş aldığı devlet memurluğundan sonra bu
ticaret Ali Rıza Efendi’ye para kazandırır hale gelmişti. Yoksulluk günleri geçmişti ve işte; bu nedenle
Selanik’e dönmek isteyen eşinden hep sabır beklemişti.
Zübeyde Hanım dindar bir kadındı. Beş vakit namaz kılıyordu. Yaşam gücünü hep dualardan alıyordu.
Ancak korktuğu oldu; son çocuğu Ahmed de vefat etti. Küçük çocuk sahil kenarındaki kumlukta açılan bir
mezara defnedildi. O gece çıkan fırtına denizde dev dalgalar meydana getirmişti. Kıyıları döven dalgalar
Ahmed’in minik cesedini yerinden çıkarmış, dağlardan inen aç çakallar kefen içindeki ufacık bedeni
paramparça etmişti. Sabah haberi öğrenip olay yerine koşan Zübeyde Hanım bu acılı manzarayı görünce
şoke olup oracıkta bayılıvermişti. Paşaköprüsü’nde yaşayan bir avuç insan Zübeyde Hanım’ı teselli etmek
için ellerinden geleni yapmış, ancak Ahmed’in ölümü sonrası yaşananlar Zübeyde Hanım’ın ruhsal dünyasını
derinden etkilemişti. Günler geçti; Zübeyde Hanım’ın gözünün önünden o korkunç manzara bir türlü
gitmemişti. Geceleri kâbus gördü sürekli. Üstelik hamileydi…
Ahmed’in ölümünden sonra Ali Rıza Efendi yine işinin başına döndü. Eve pek az uğruyor; günlerini işi
nedeniyle ormanda geçiriyordu. Bir an önce para biriktirip bu kasvetli yerden kendini ve karısını kurtarmak
istiyordu. Bu nedenle haraç isteyen Rum eşkıyaların tehditlerine bile aldırmıyordu. Kendi başına bir şey
geleceğinden korkmuyordu ama eşi için kaygı duyuyordu. Eşini güvenlikli bir yerde rahat doğum yapması
için Selanik’e götürmeyi uygun buluyordu. Artık ellerine iyi para geçiyordu; Ali Rıza Efendi, Ahmed Subaşı
Mahallesi’nde üç katlı pembe boyalı bir ev kiraladı. Üftade isimli siyahi bir kadını da yardımcı tuttu. Ve tekrar
işinin başına dönüp çalışmaya koyuldu.
Mustafa Doğuyor!
Zübeyde Hanım daha otuzuna gelmemişti. Ruhsal dünyası evlat acısı yaşayan tüm anneler gibi
alt üst olmuştu. Yetmezmiş gibi, birkaç hafta sonra kocası Ali Rıza Efendi’yi Rum eşkıyalar
kaçırıyordu. Ali Rıza Efendi yüksek bir fidye karşılığı özgürlüğüne kavuştu. Kereste ticaretini bıraktı.
Zaten Osmanlı jandarması da, “Rum eşkıyalar barınmasın” diye ormanı yakmak zorunda kalıyordu.
Tüm bu olaylar doğum tarihi yaklaşan Zübeyde Hanım’ın sinirleri allak bullak ediyordu. İyi
annelik yapamayacağından, yeni doğacak bebeğinin de öleceğinden korkuyordu. Elinden tespih,
dudaklarından dua eksik olmuyordu. Bütün duaları doğacak bebeğinin sağlığı içindi. Bebeğinin
kendisi gibi sarışın ve mavi gözlü olmasını istiyordu. Soranlara kız çocuğu istediğini söylüyordu ama
içten içe erkek evlat arzuluyordu.
Ve isteği oldu; tıpkı kendisi gibi sarışın mavi gözlü bir oğlu oldu… Ancak korkuları ve kapıldığı
vehimler sonucu oğlunu emziremiyordu, çünkü sütü kesiliyordu. Yeni doğan bebeğin yüz hatları tıpkı
babasıydı. Ali Rıza Efendi oğlunun kulağına eğilip adını fısıldadı; Mustafa! Mustafa; Ali Rıza
Efendi’nin daha minik bir bebek iken kaza sonucu beşikten düşüp ölen kardeşinin adıydı…”99
tespitleri tarihi gerçekleri yansıtmaktaydı. Ve işte bu ailesinin ve geçmişinin Atatürk’ün manevi
dünyasının oluşmasında önemli bir payı vardı. İşte Mustafa Kemal böylesine dindar ve asil bir
Müslüman Türk evladıydı.
Atatürk’ün Milli ve Manevi Yapısı
“Türkiye bir maymun değildir. Hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye ne Amerikanlaşacak ne
Batılılaşacaktır. O sadece özleşecek (milli ve manevi yapısına bağlı) kalacaktır.”100
"Memleketimizin hali, memleketimizin içtimai şeraiti dinî ve millî ananelerinin kuvveti
Rusya'daki komünizmin bizde tatbikine müsait olmadığı kanaatini teyit eder bir mahiyettedir."
"Bolşevizme gelince, onun bize nüfuz etmesini önleyen dinimiz, ananelerimiz ve sosyal
bünyemiz göz önüne alınırsa, bu doktrinin memleketimizde hiçbir şansı olmadığı anlaşılır. İçtimaî
nokta-i nazardan dinî kaidelerimiz bizi Bolşevikliği kabul etmekten alıkoymaktadır. Hatta, Türk milleti,
99 odatv.com / S. Yalçın
100 Hikmet Tanyu-Atatürk ve Türk Milliyetçiliği-sh:181
181
lüzumu halinde, ona karşı savaşmağa hazırdır.”101
“Sosyalist filan bizim anlayamayacağımız, karışık bir zihniyetin ifadesidir. Sosyalist, bilmem
nelist bilmiyoruz, vatan, millet, milliyetçilik biliyoruz.”102
İşte bu yüzden 12 Mart 1925’te Atatürk’ün “Aydınlık” ve “Orak Çekiç” adlı komünist ve Marxist dergileri
kapattığını görüyoruz.
Atatürk’ün Masonluk ve Siyonizm anlayışı:
“Biliyoruz ki, ırk, milliyet farkı olmaksızın masonluğa herkes girebilir. Orada herkes usulü dairesinde
masonluğun mukadderatına hâkim olabilecek mertebelere çıkabilir. Demek ki bir Rum, bir Yahudi, bir Ermeni
de böyle bir teşekkülün başına şef olarak geçebilecek ve Türk masonluğunu idare edecek… Hatta ne bileyim
bir Fransız bile, bir Yunanlı bile. Bütün bunlara göz yumacağız, masonluk milliyetçiliktir diyeceğiz öyle mi? Bu
nasıl olur? ve buna kim inanır?!”
“Nazarı dikkatimi celbeden cihetlerden birisi de; Türkiye’ye Protestan ve genç Hıristiyanlık
propagandası için gelen misyonerlerin mason olmasıdır. Elbette günün birinde Türk milleti ve onun hükümeti
bunların hesabını soracaktır. Herhalde yanlarına kâr kalmayacaktır.”103
“Masonluk Siyonist Yahudilerin elinde bir soygunculuk vasıtası olmuştur.”104
“Liberalizm sömürgelerde uygulanmış bir sistemdir! Hâlbuki biz sömürge değiliz ve olmayacağız.
Liberalizmi düşünmek inkılâbı inkâr etmektir.”105
Atatürk'ün Konya Türk Ocaklarında Konuşması: “Dinimizin Yozlaştırılması!”
“Zihniyeti zayıf, çürük, hastalıklı olan bir toplumun bütün çalışmaları boşunadır. İtiraf mecburiyetindeyiz
ki bütün İslâm Âleminin sosyal topluluklarında hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, doğudan
batıya kadar İslâm Memleketleri düşmanların ayakları allında çiğnenmiş, düşmanların esaret zincirine
geçmiştir.
Yine ilmen, fennen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni şekil alınca devleti, bütün
esaslarıyla kabullenmekte, sürdürmekte zorlanıyor. Daima uzun bir geçmişin kendi varlığında yaşadığını
görüyor. Daima yüzlerce yıllık medeniyetinin kendi sosyal bünyesinde kararlaştırdığı alışkanlığa, inançlarına
bağlı kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin
asıllarıyla kendinden var olan eski esasların birbirine karıştığını görüyoruz. Bu tabii kaide, İslâm'ı kabul eden
milletlerde de aynen meydana çıkıyordu. Kutsal İslâm dininin çok ulvî, çok değerli esas ve gerçeklerini bu
milletler olduğu gibi almamakta direndiler.
İslâmiyet'in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini
gösterememiş ve yüze çıkamamışsa da, biraz sonra İslâmiyet'in gerçeklerine sarılmaktan İslâm esaslarına
göre hareket etmekten çok, geçmişin mirası olan adet ve înançları, dine karıştırmaya başlamıştır. Bu yüzden
İslamiyet'e dâhil bir takım kâvimler, İslâm oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar.
Geçmişlerinin kötü ve batıl alışkanlıkları ve inançlarıyla İslâmiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek
İslâmiyet'ten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.
Bu İslâm kavimlerinin içinde, bizim memleketimiz olan Türkler, Milli gelenek ve görenekleri itibarıyla
sağlıksız düşüncelerden uzaktır, Türk toplumlarının gelenekleri gerçek İslâmiyet'e, uygun ve yakındı. Lakin
Türkler bulundukları yer yaşadıkları bölgeler itibarıyla bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans
milletleriyle temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas
ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden,
fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. Bu hâl kendilerinde bozukluk, cehl ve
insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden
birini bu nokta teşkil ediyor. Hz. Muhammed’i ve O'nun nasıl bir din müessisî ve dinî bir Devlet Reisi
101 Prof. F.K. Timurtaş-Türk Kültür Dergisi-Sayı 67-sh:14-1967
102 Mazhar-M.Kansu-c.2-sh:426-Erzurum’dan Ölümüne Atatürk’le
103 Milliyet-13 Ekim-1931-sh:1
104 Milliyet- 13 Ekim-1931-sh:2
105 Ahmet Hamdi Başay-Atatürk’le 3 ay-sh:20
182
olduğunu anlayabilmek için kendisinin bilhassa, askeri faaliyetlerini tetkik etmek lazımdır… Muhammed (sav)
adındaki büyük şahsiyet bizatihi mütehassıs, mütefekkir, müteşebbis ve muasırlarının en yükseği olduğunu
yaptığı işlerle ispat etmiş bir varlıktı.”106
Müslümanlık; Türk'ün Milli (fıtri ve tabii) Dinî ve Ruh Mayası!..
Münir Hayri Egeli’nin hatıralarında anlattığına göre Atatürk'ün huzurunda bulunanlardan birinin
"Türklerin milli dininin Şamanlık olduğunu" söylemesi üzerine Atatürk:
"Ahmak! Müslümanlık Türk'ün milli dinidir. Müslümanlığı Türkler yaymışlar ve Türkler
kendilerine göre en geniş manasıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir..." demiştir.107
“Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup
olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o
bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslâm'ın menfaatine uygunsa
kimseye sormayın; bu şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel
olmazdı, son din olmazdı.”108
“Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve
vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz”
“Allah'ın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade
çalışmağa mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre ilim ve
fen her türlü medeniyet buluşlarından azami derecede istifade etmek zaruridir. Hepimiz itirafa mecburuz ki,
bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.”
“Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da,
Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum.
Şuura aykırı ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye'ye bağımsızlığını veren bu
Asya milletinin içinde daha karışık, sun'i, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu,
cahiller, bu acizler sırası gelince, aydınlanacaktır. Onlar ışığa yaklaşmazlarsa, kendilerini yitirmiş ve
mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”
“Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler zamanın
yeniliklerine uymayı kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu
yapanların amacı İslamların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca
sanmayın hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.”
Allah'ın dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri, bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin,
varlık içinde yaşasın diye yaratılmıştır ve azami derecede faydalanabilmek için de, bütün
yaratıklardan esirgediği zekayı, aklı insanlara vermiştir” diye inanan ve konuşan bir önder elbette
milli şuurludur, elbette manevi huzurludur.. T.C. 54. Hükümetin Başbakanı Prof. Dr. Necmettin
Erbakan Hoca’nın; “Atatürk yaşasaydı elbette Milli Görüşçü olurdu” sözleri, yerden göğe kadar
haklıdır ve doğrudur.
Laiklik anlayışı
29 Ekim 1933. Atatürk Müslümanlığı şu sözlerle övüyor: “Müslümanlık gerek müsamahakârlık
gerek vicdani hürriyeti bakımından dünyadaki inanılan akidelerin prensip itibariyle en üstünüdür.”
“Müslümanlık, son 5-10 asır içinde hükümdarların Onu kendilerine iktidar vasıtası olarak kullanmak
istemeleri ve sözde din adamlarının imanlarını menfaatlerine feda ederek istenilen “fetva”ları vermeleri
yüzünden esas kuruluşundan o kadar ayrılmıştır ki Peygamber devirlerine ermiş olanlar yeniden dünyaya
gelseler bu hurafelerle dolu itikatları görünce, mutekitlerini müşrik sanacaklardır.”109
106 Tarih II. Orta Zamanlar-Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti-1933-sh:93
107 Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk
108 Atatürk’ün SDV-c.11-s.127-1923
109 Hikmet Tanyu-Atatürk Milliyetçiliği- Sh:169
183
“Bizim dinimiz makul ve en tabi bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabi
olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.
Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafazaya hakkı
yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde,
ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din
duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”110
“Din insanların gıdasıdır. Dinsiz adam boş bir eve benzer, insana hüzün verir. Mutlaka bir şeye
inanacağız. Bu dinlerin en sonuncusu elbette en mükemmelidir. İslâm dinî hepsinden üstündür.”111
"Hz. Muhammed Allah'ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan
yürüyor. Benim senin adın silinir, fakat sonsuza kadar O, ölümsüzdür.”112
Komünizmin ve Sovyetlerin dağılacağı öngörüsü ve tarihi uyarısı
Sovyetler birliği yıkılmadan tam 56 yıl önce Atatürk Sovyetlerin bir gün yıkılacağını bunun için oradaki
dili ve dini bir olan kardeşlerimizin olduğunu, İslâm dinine vurgu yaparak bu konuda hazırlıklı olmamız
gerektiğini belirtmiştir. İşte 29 Ekim 1933 yılında bu konuda söylediği sözler:
“Ülküler devlet tarafından açıklanmaz, milletçe yaşanır. Dil bir köprüdür! İnanç bir köprüdür! Tarih bir
köprüdür! Bugün Sovyetler birliği dostumuzdur. Komşumuzdur. Müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız
vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi tıpkı Avusturya-Macaristan
gibi parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler yarın avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni
bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir... Bu bizim dostumuzun idaresinde dili
bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü
susup beklemek değildir.
Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar. Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir
köprüdür… İnanç bir köprüdür... Tarih bir köprüdür... Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin
içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız
gerekir.“113
“Atatürk Yaşasaydı, Milli Görüşçü Olacaktı” (Prof. Dr. Necmettin Erbakan)
CIA Türkiye Masası eski şefi, ABD’deki Siyonist Yahudi Lobilerinin etkili ismi, Fetullahçıların ve
AKP iktidarının destekçisi Graham E. Fuller’in yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı (Timaş yy.
Mustafa Acar çevrisi) dikkatle okunduğunda, özet olarak iki ekolün tasfiye edilmesi gerektiğini, iki
oluşumun da sahiplenilmesini öğütlediği görülecektir.
Dolaylı ifade ve işaretlerle Türkiye’de tasfiye edilmesi gerektiğini, yani ülke ve bölge barışı
dediği kendi Siyonist ve emperyalist hedefleri ve hâkimiyetleri için tehlikeli gördükleri iki ekol:
1- Milli ve müstakil (bağımsız) düşünceye dayalı, AB içinde erimeye ve ABD’ye gizli
sömürgeciliğe kapalı olan KEMALİZM
2- Abdulhamit’in Pan-İslamist projelerini dirilten ve adım adım hayata geçiren ve böylece dünya
barışı ve demokrasi yarışı (dedikleri Amerikan-İsrail hegemonyası)nı tehdit eden ERBAKANİZM…
Siyonist CIA şefi Graham Fuller bu iki tehdit ve tehlikeye karşı panzehir olmak cinsinden iki
oluşumu ise umut ve kurtuluş gibi göstermektedir:
1- Çetin Altan ve oğulları gibi eski solcuların, Taha Akyol ve Nazlı ılıcak gibi eski sağcıların,
Fehmi Koru ve Mehmet Metiner gibi eski İslamcıların uydurup sahiplendiği ve Batı emperyalizmine
entegrasyonun hedeflendiği 2. Cumhuriyetçilik.. Ki Graham Fuller de kitabına bu nedenle: “Yeni
Türkiye Cumhuriyeti” ismini vermektedir.
2- Ilımlı, yani Siyonizm’e bağımlı İslam safsatasıyla yozlaştırılmış, adalet ve hâkimiyet esası
110 SDV-c.II-sh:108
111 A.N. Banoğlu-Nüktelerle Atatürk-sh:196
112 Atatürk Din ve Laiklik-sh:127
113 İsmet Bozdağ-Atatürk’ün Sofrası-1971-sh:26
184
kısırlaştırılmış bir din anlayışının simgesi ve sahte Yeni Osmanlı modelinin halifesi olarak gösterilen
Fetullah Gülen hareketi…
Graham Fuller, rakamları çarpıtarak, azaltıp çoğaltarak, Türkiye’deki Kürt ve Alevi
kesimi açıkça kışkırtıyor:
“Türkiye, İran, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi bölgedeki birçok ülkeye benzer şekilde, dini ve etnik
açıdan çeşitlilik arz eden bir yapı sergilemektedir. Dini açıdan Türkiye nüfusunun %99.8'i Müslüman’dır.
Mezhep açısından bakıldığında ise, güçlü bir cemaatsel kimlik duygusuna sahip hatırı sayılır (yüzde 30) bir
Alevi (heterodoks Şii) topluluk mevcuttur. Buna ilave olarak, Türkiye açıkça çoklu bir etnik yapıya sahiptir;
Ülkedeki en büyük etnik azınlık olan Kürtler, nüfusun yaklaşık %20'sini temsil etmekte ve Türkçe olmayan,
Farsça ile akraba bir dil konuşmaktadırlar. Kürt nüfus, Özellikle son yıllarda modern Türkiye Cumhuriyeti'nin
başına ciddi ayrılıkçılık ve kalkışma sorunları açmıştır; ancak Ankara, yavaş yavaş bu sorunları bilgece ele
almayı öğrenmeye başlamıştır.”
ABD İçin Türkiye'nin Önemi
Modern Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, Türkiye'nin seçkin egemenleri stratejik, kültürel,
ekonomik ve psikolojik nedenlerle kendilerini Batı ile özdeşleştirmişlerdir. Bu özdeşleştirme Ankara'nın
zamanla hem Avrupa ile hem de -Özellikle Sovyet tehdidinin yükselişiyle II. Dünya Savaşı'ndan sonra
Türkiye'nin jeopolitik önemini anlamış olan- ABD ile yakın askeri-stratejik ilişki kurmasına önayak olmuştur.
Doğu Akdeniz, Balkanlar, Mezopotamya, İran ve enerji zengini Kafkaslara komşu olan Türkiye, bir Akdeniz
ve Ege gücüdür ve İstanbul'u ortasından kesip geçerek Asya ile Avrupa'yı birbirinden ayıran, Rusya'nın
Karadeniz'den çıkışını engelleyen Boğazları kontrol etmektedir. Türkiye'nin yönelimi ve stratejik coğrafyası,
ülkenin NATO'ya üye olmasında ve Doğu Akdeniz ve Karadeniz bölgeleriyle ilgili Batılı stratejik planlara dâhil
olmasında etkili olmuştur.114
Ulusötesi Etnik Sorunlar
Kürt Sorunu
Osmanlı İmparatorluğu'nun çok etnik unsurlu yapısında "Kürt sorunu" diye bir soran yoktu. Ne var ki,
yeni milliyetçi Türkiye Cumhuriyeti'nin "Türk" adında tek bir etnik kategori yaratma kararlılığıyla, bir Kürt
problemi ortaya çıkmıştır. Bu sorun, bugün tek başına Türkiye'nin iç siyasi hayatı, güvenliği ve dış politikası
ile bölgedeki dış ilişkileri üzerinde en büyük etkiye sahip sorun durumundadır. Gerçekten de, yirminci yüzyılın
büyük bölümünde, Türkiye içinde yaşayan Kürtler etnik kimliklerinin resmen tanınması, bir dereceye kadar
kültürel Özerklik, ülkenin Kürt bölgesinde daha iyi ekonomik koşullar ve nihayet, basın ve eğitim alanında
Kürtçe'yi kullanma hakkı için uzun süren bir mücadele içinde olmuşlardır.
Kendi kimliklerini ileri sürmedikleri müddetçe Türkiye içinde Kürtler aleyhine formel bir ayrımcılık söz
konusu değildir. Orada herkes "Türk'tür. Bu, vatandaşlık açısından kuşkusuz doğrudur, ancak etnisite veya
kültür açısından doğru değildir.115
Kuzey Iraktaki Kürdistan öteki bütün Kürtler için geniş ve cazip bir alan haline getirir. Bu takdirde
Kürtler sınırın öte yakasına, Türkiye'ye bakacak ve karşılarında, etnik meselelerini çözmüş, ülke dışındaki
Kürtler açısından cazip bir ortak haline gelmiş ve nihayet, Avrupa'ya açılma imkânı olan demokratik bir devlet
göreceklerdir.
PKK Türkiye'ye dikkate değer şekilde meydan okumaktadır: Bütün Kürtlerin tek bir devlet çatısı altında
birleşmesini öngören Pan-Kürdist bir ideale sahip ilk ve tek Kürt hareketidir. Yerelciliğin,-ki her yerde Kürt
siyasetinin tarihsel kusurudur- kabileciliğin, hatta dilsel farklılıkların üzerine çıkabilen, uluslararasılaşmış,
reformist, seküler, solcu ve dolayısıyla da "modern''' bir harekettir. Teorik yönden parlak olmakla birlikte
Öcalan, hareket üzerinde katı bir Stalinist kontrol tarzı uygulamış, dolayısıyla PKK asla demokratik
olmamıştır. Ülkedeki Kürt liderliğin daha demokratik ve daha ılımlı ellere kaymasına rağmen başka yerlerdeki
Kürtler arasında da kayda değer bir duygusal desteğe sahip olan Öcalan bugün Türkiye'de müebbet hapis
114 sh:34
115 sh: 169
185
cezasına mahkûmdur.
Her ne kadar Kürt sorunu Türk siyasetinde, özellikle de orduda ve milliyetçi çevrelerde çalkantılı bir
mesele olmaya devam etse de acı gerçek şudur ki, Türkiye, kendi iç Kürt sorununa tatminkâr bir çözüm
bulmadan Irak, İran ve Suriye ile asla normal ve istikrarlı ilişkiler geliştiremeyecektir.116
Ankara, Saddam'ın devrilmesinden beri Amerika Birleşik Devletleri'nin de İsrail'in de Ankara'nın
terörizmle ilgili baş kaygısı olan PKK ile pek ilgilenmediklerinin farkındadır. Gerçekten de İsrail dünyadaki
Kürtlerin kötü durumuna her zaman biraz gizli bir sempati göstermiş, PKK'ya karşı Ankara ile işbirliğinden
kaçınmış, duruma esas itibariyle Türkiye'nin bir iç meselesi olarak bakmıştır.117 İtiraflarından sakınmamıştır.
Osmanlı’nın Meşruiyeti, Mirası ve Özeklik Hazırlığı
“Osmanlı İmparatorluğu'nun uzun ömürlülüğü büyük ölçüde Müslümanlar arasında sahip olduğu
meşruiyet sayesinde olmuştur. Yöneticilerin, sınırların ve imparatorlukların değiştiği bir çağda, Osmanlı
iktidarının Arap dünyasına yayılması göze batan bir etnik ton içermemiş, iktidarın yayılması, inanç adına
yapılmıştır. Kendilerinden önceki Selçuklu Türkleri gibi, Osmanlılar da hayır kurumları, eğitim teşekkülleri ve
İslami mahkemeler ile örülü yeni kentsel düzenler kurmuşlardır. Osmanlı askeri gücü İslam'ın yayılması,
şeriatın savunulması ve Müslüman topluluğun temel menfaatleriyle ilgilenme ortak amacına bağlı kalmıştır.
Genellikle mahalli seçkinler veya "ileri gelenler" arasından seçilen yerel idareciler, İstanbul'a karşı vergi
yükümlülüklerini yerine getirdikleri, temel asayişi sağladıkları ve Osmanlı Mahkemesi'nin temyiz gücünü
tanıdıkları sürece, kayda değer oranda özerkliğe sahip olmuştur.”118
“Pan-İslamist bir politika kavramının bizzat kendisi, bugün elbette ki modern Türkiye'nin Kemalist
ideolojisine ve seküler değerlerine son derece yabancı bir kavramdır; oysa tarih, Türkiye Cumhuriyetinin
kuruluşundan daha sadece bir on yıl öncesinde İstanbul'da Pan-İslamizm düşüncesinin ne kadar da yaygın
bir fikir olduğunu ortaya koymaktadır,
Her ne kadar Pan-İslamizm ideolojisinin çağdaş Türkiye tarafından dış politikaya asla temel
alınmayacağı neredeyse kesin ise de, realite şudur ki, bugün Müslüman dünya hâlâ bir lider arayışındadır.
Mevcut liderlik boşluğunun ışığı altında -bölgenin tamamında geniş itibara sahip tek bir lider ülkeye pek
rastlanmamaktadır- Türkiye giderek daha fazla itibar edilen, bağımsız ve başarılı bir Müslüman ses olarak
daha dikkatle dinlenmektedir. Türklerin birçoğunun böyle bir lider boşluğunu doldurma hevesi muhtemelen
ancak minimal düzeydedir; birçok Müslüman’ın Türkiye'yi bu rolü oynamaya çağırması da çok muhtemel
değildir. Ancak bu boşluk mevcut oldukça, Türkiye'nin eninde sonunda bölge üzerinde etkisini yaymaya en
ehil ve becerikli ülke olma ihtimali, diğer bir Müslüman ülkeninkinden çok daha fazladır. En hafifinden,
Türkler ve Araplar, yakın bir gelecekte, aralarında yüzyıllarca devam eden ama 1. Dünya Savaşı ile son
bulmuş olan verimli siyasi ve kültürel irtibat tecrübesine yeniden göz atma noktasına gelebilirler.”119
Hilafet Tuzağı
“Bugün bile Müslüman dünya, orta yerinde bir şampiyon görmemektedir. Halifeliğin devam
eden eksikliği, yirmi birinci yüzyılın İslami hareketlerinin çoğunda yeni yankı bulmuştur. Gerçekten
de bu eksikliğin İslam'ın bugünkü zayıflığının ve bölünmüşlüğünün üzerinde ciddi etkisi olduğu
birçok kişi tarafından kabul edilmektedir. Terörizmle Küresel Savaş'ın başlatılmasının ardından da,
bugün Müslümanlar arasında ciddi olarak yeni bir İslam karşıtı Batılı korkusu hüküm sürmektedir.
Sonuçta Hilafet, hâlâ anahtar bir sembol ve siyasi bir makam olup, etkileyici bir dini liderin -ki bunun
ille de gözlerinden ateş fışkıran bir radikal olması gerekmiyor- yükselişini beklemektedir. Bütün
bunlar Türklerin 1924’te verdiği kararın hayati önemini ortaya koymakta; Müslüman dünyanın
Türkiye'ye karşı geçmişteki, bugünkü ve gelecekteki tutumuyla ilgili ipuçları vermektedir.”120
sözleriyle bu Siyonist Fuller, ılımlı İslam safsatasıyla, emperyalizmin güdümündeki kukla bir halife ile
116 sh:174
117 sh:225
118 sh:55
119 sh :61
120 sh:65

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...