SEKİZİNCİ BÖLÜM
Müslümanları oyalama peşindedir.
Müslümanların Reddedilmişlik Duyguları!
“Kemalist Türkiye, Müslümanlar için, özellikle de Araplar için, İslam'ın, Arap
dünyasının ve daha genelde İslam dünyasının Türklerle olan kadim bağlarının ve ortak
kültürlerinin tümüyle reddini temsil etmektedir. Daha da ötesinde Kemalist Türkiye, İslam'ın
bir din olarak aşağılanmasını, Türkiye'nin hızlıca saflarına katıldığı emperyalist güçlere
Arapları stratejik olarak terk etmesini ve büyümekte olan Batılı tehditlere karşı Türk gücüne
en çok ihtiyaç duyulan bir zamanda, Müslüman gücünün zayıf düşürülmesini temsil
etmektedir.”121 sözleriyle de bağımsızlık ve emperyalizme karşıtlık kavramı olan
Atatürkçülüğü, “Kemalist engel” şeklinde göstermektedir.
Siyonist Graham Fuller’e Göre: Erbakan'dan nasıl kurtulmalı?
28 Şubat darbesinin üzerinden 11 yıl geçti. Bu süreç zarfında Türkiye’yi siyasi, ekonomik ve
kültürel olarak çökerten darbeyle ilgili en çok ordu, medya, siyaset ve iş çevrelerinin rolü konuşuldu.
Darbeyi Amerika organize ediyor, Türkiye’deki uzantıları uyguluyor!
Kuşkusuz, yukarıda bahsi geçen kesimlerin post-modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat’ın
yürütülmesinde önemli pay sahibi oldukları artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Ancak,
madalyonun öteki yüzünde ise darbeyi yürütenleri kimlerin organize ettiğiyle ilgilidir. Milli Görüş
lideri Prof. Dr. Erbakan’ın sık sık vurgu yaptığı ’Refah-Yol’un yıkılması kararı Washington’da alındı’
sözlerini haklı çıkaracak olan aşağıdaki makaleyi siz milli çözüm okuyucularına aktarıyoruz.
Alan Makovsky bir bir anlatıyor
Makaleyi yazan Alan Makovksy, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ve istihbarat
birimlerinde çalışmış, hala neo-konservatif bir think-tank kuruluşunda çalışan önemli bir isim.
Makovsky, makalesinde Erbakan’ın ABD’nin menfaatlerine nasıl aykırı olduğundan, Erbakan’dan
kurtulmak için neler yapılması gerektiğine kadar bir dizi madde sıralıyor.
Erbakan, ABD tehdidini önceden haber veriyor
Makovsky’nin bu makalesi aynı zamanda Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı PKK’dan
Kıbrıs’a, İran’dan Irak’a karşı bir sürü sorunun cevabını içinde barındırıyor. Erbakan’ın daha o
dönemde dikkat çektiği ABD’nin Ortadoğu’daki planlarına, ancak 11 yıl sonra varabilmiş bir
Türkiye’nin, neden kendi menfaatlerini koruyan bir hükümete (Refah-Yol) karşı darbe yaptığı da bir
başka soru işareti olarak kalıyor.
Makovsky’nin ‘Erbakan İle Nasıl Mücadele Etmeli’ başlığıyla 1997’de ‘Amerikan Menfaatlerini
Korumak’ sloganını kullanan Middle East Quarterly dergisindeki yazısının tamamı aşağıda yer
almaktadır.”122
Erbakan ile nasıl mücadele etmemiz gerekiyor?
Alan Makovsky Washington Enstitüsü Yakın Doğu çalışmaları’nın üst düzey üyesidir.
Makovsky, uzun yıllar ABD Dışişleri Bakanlığı Güney Avrupa Yakın Doğu Şefi olan bir
Siyonist’tir.
Türkiye’nin yeni İslamcı Başbakanı Necmettin Erbakan kısa bir süre önce İran ile imzaladığı
23 milyar dolarlık gaz anlaşmasının ardından NewYork Times Gazetesi’nden Thomas Friedman
‘Türkiye’yi Kim Kaybetti?’ başlıklı bir makale yazdı. Gerçekte, Türkiye kaybedilmiş değil. Türkiye
hala laik, Batı yanlısı ve demokratik bir ülke. Bununla birlikte, İslamcıların eşi görülmemiş bir
şekilde güç sahnesinde görülmeleri Türkiye’nin kaybedilmemesini garantilemek için çok fazla şey
yapması gereken Amerikalılar için bir uyarı niteliği taşıyor.
Dış devamlılık, iç değişiklik
Erbakan, Aralık 1995 yılındaki genel seçimlerde oyların yüzde 21’ini alarak başbakanlığı
121 sh:65
122 Mehmet Nedim Aslan - habervaktim
187
kazandı ancak Erbakan’ın başbakan olması bir şans eseriydi.
Daha önemlisi, Erbakan ve partisinin gücüne rağmen, Türkiye’de hala dış politika ve güvenlik
alanlarındaki karar mercilerinde Batı yanlısı dinamikler egemen durumda. En önemli dış politika
kararları Milli Güvenlik Kurulu’nda alınıyor. Bu Kurul, 5 üst düzey askeri ve 5 üst düzey sivil
yöneticilerden oluşuyor. 1982 Anayasası’nın Milli Güvenlik Kurulu’na sadece tavsiye kararı verme
yetkisi tanımasına rağmen, bu kurulun aldığı kararlar neredeyse hiç değiştirilemez. Mevcut Milli
Güvenlik Kurulu üyeleri arasında tek İslamcı Erbakan. Süleyman Demirel ve Tansu Çiller’in laik
Doğruyol Partisi’nin diğer üç üyesi de askerle aynı şekilde Batı yanlısı ve laik bir politikadan yana.
Ancak şu ana kadar geleneksel Türk dış politikası yönünü korumuş vaziyette. Türkiye bir
NATO üyesi ve ABD ile olan güvenlik bağları sağlam duruyor. Erbakan başa gelmeden önce Çekiç
Güç’ü ve İsrail ile yapılmış tüm askeri anlaşmaları iptal edeceğini söyledi. Hükümete gelir gelmez,
Erbakan’ın en üst düzey dış politika danışmanı Abdullah Gül, İsrail ile en azından bundan sonra
herhangi bir askeri anlaşmanın olmayacağını belirtti. Erbakan hükümete geldiğinden beri çekiş
gücün süresi iki defa uzatılmış ama sonunda bölgeden uzaklaştırılmış ve İsrail ile üç askeri teknik
anlaşma imzalanmış. Kısacası, güvenlik ile ilgili konularda askeriyenin görüşleri hala hâkim
durumda. İki defa siyasi yasaklı duruma gelmiş olan Erbakan, askeriyenin Yahudi devletiyle
ilişkileri inşa etme kararlılığını da kabul etti.
MGK, Erbakan’ın kimlerle görüşeceğini, ne söyleyeceğini, nereye seyahat edeceğini kontrol
edemez.
Ancak Erbakan ve partisinin güçlerini gelecekte artırmak ve Batı karşıtı bazı politikalarını
uygulamak için iyimser sebepleri var. Refah Partisi’nin büyük gelirleri, organizasyonları ve sadık
üyeleri var ve en önemlisi 400 belediyede temiz yönetim ünü ile 1984’ten beri her seçimde arttırdığı
oyları, partiyi daha da güçlendiriyor. Daha fazlası, Refah Partisi çok rahat bir ortamda çalışmalarını
yapıyor. Refah Partisi’nin üyelerinin ve liderlerinin mezun olduğu İmam Hatiplere büyük bir ilgi var
ve insanlar kayıt için sıra bekliyor. Refah Partisi’nin popüler olmasının bir diğer nedeni ise,
ekonomik ve sosyal alanlarda laik politikacılarının uyguladığı yanlış politikalar, yolsuzluk ve mafya
ile bağlantılardır. Türklerin birçoğu Refah Partilileri dürüst ve azimli görürken, laik politikacıları
bencil ve kötü olarak görüyor. Eğer laik politikacılar daha iyi çalışmazlarsa, Batı yanlısı Türkiye
radikal bir şekilde yönünü çevirebilir. Bu sebeplerden dolayı Türkiye’nin sosyal ve politik trendi bu
ülkenin laik ve Batı yanlısı kalmasını isteyenlerin endişelerini haklı kılıyor.
Erbakan’ın dış politikası ürkütüyor!
Son çeyrek yüzyılda Erbakan ve partisi Amerika Birleşik Devletleri’ni emperyalist olmakla suçlayıp
NATO’nun Türkiye’yi sömürdüğünü dile getirdiler. Siyonizm’i ve Yahudi’leri kınayan Erbakan ve partisi,
Türkiye’nin Batı ile entegrasyonunu savunan Türkleri de taklitçi Batıcılar olarak nitelediler. Bunun yerine ise
Türkiye’nin İslam ülkeleriyle birlikte İslam NATO’su, İslam Serbest Pazarı ve İslam Birleşmiş Milletleri’ni
kurmasını istediler.
Erbakan hükümete geldiğinden beri söylemlerini biraz ılımlılaştırsa da, ana tercihlerinde herhangi bir
değişiklik olmamıştır. Başbakan olarak ilk ziyaretlerini Müslüman ülkelere gerçekleştiren Erbakan, İran ile
gaz anlaşması imzalamıştır. Erbakan’ın en önemli dış politika atağı en kalabalık 8 Müslüman ülkeyi bir araya
getirerek, bu ülkelerin ekonomik ve siyasi işbirliği yaparak G-7’ye karşı bir balans yapmasını amaçlamıştır.
Erbakan bu şekilde G-7 ve D-8’in yeniden bir araya gelerek ‘İKİNCİ YALTA’ konferansında yeni bir dünya
düzeni kurulmasını istemektedir. Müslüman dünyasıyla ilgili bu girişim ve önerilere karşılık, Erbakan henüz
Batı dünyasını ziyaret etmemiş ve Avrupa Birliği liderlerinin Dublin Zirvesi’ndeki davetini de reddetmiştir.
NATO’dan uzak bir politika izliyor!
Erbakan ülkesinin üye olduğu NATO’dan farklı bir politika sergilemektedir. Tartışmalı Libya seyahati
sırasında Erbakan, BM tarafından 1992’de uygulanmaya başlayan ambargoyu kınadı ve bu ambargonun
kaldırılmasını istedi. Erbakan Batı’nın Libya’yı terörist olarak göstermesini bir propaganda olarak niteledi ve
188
asıl terörizmi Amerika ve İsrail’in işlediğini ima etti. Erbakan Libya’nın 1986 Amerikan hava saldırısına
gönderme yaparak, Libya’nın terörizmden en çok çeken ülkelerden olduğunu söyledi. Erbakan, PKK’nın
öldürdüğü binlerce vatandaşına da işaret ederek, ülkesinin de son 20 yılda terörizmden en çok çeken
ülkelerden olduğunu dile getirdi. Erbakan bu tuhaf seyahatini Libya ile imzaladığı terörizme karşı ortak
çalışma anlaşmasıyla sonuçlandırdı.
Erbakan, ‘PKK’yı ABD destekliyor’ diyor
Batılı hükümetler ve medya Erbakan’ın bu açıklamalarını görmezden geldi. Sadece Türk basını çok az
bir şekilde sayfalarında yer verdi. Bunlar, Muammer Kaddafi’nin Kürt bağımsızlığını istemesinin gölgesinde
kaldı. Ankara şiddetli bir şekilde bir Kürt devletine karşı çıkıyor. Kendi sınırları ötesinde olsa bile. Batılılar,
Erbakan’ın açıklamalarına ve hareketlerini görmezden geliyor, bunun sebebi Erbakan’ın henüz Batı yanlısı
Türk dış politikasını değiştirememesinden kaynaklanıyor. Filistin Hamas örgütü ve Mısır Müslüman Kardeşler
teşkilatının üyelerinin 1996 yılındaki Refah Partisi kongresine davet edilmeleri ise görmezden gelindi.
Erbakan’ın Amerika ve İsrail karşıtı söyleminin başka örnekleri de var. Aralık (1996)’ta, Erbakan,
Amerika’yı Çekiç Güç’ü kullanarak Türkiye’nin Güneydoğusunda bir Kürt devleti kurmayı planladığını iddia
etti. Bu tür iddialar daha önce de başka Türk politikacılar tarafından dillendirildi ancak bir başbakan
düzeyinde ilk kez. Erbakan ayrıca İsrail’i Nil ve Fırat nehirleri arasında kalan tüm bölgeyi, Türkiye’yi de
kapsayan, işgal amacı taşımakla suçluyor. Refah Partili iki milletvekili bu görüşü İsrail elçisinin Hatay’ı ziyaret
etmesiyle birlikte daha da ileri götürdüler.
Amerikan menfaatlerine tehdit oluşturuyor!
MGK tarafından kontrol edilse bile Başbakan olarak Erbakan, Amerikan menfaatlerine ve Türk
Amerikan işbirliğine meydan okuyor. Erbakan’ın hükümette olması Amerikan ve Avrupa yönetimlerinin işini
zorlaştırıyor. Erbakan’ın komplocu yaklaşımı ve Batı karşıtı söylemleri, Türkiye’nin dostu olarak bilinen birçok
kişiyi de uzaklaştırıyor. Örneğin, birçok önemli Yahudi-Amerikan kuruluşları Türkiye’ye olan ziyaretlerini
ertelediler Erbakan’ın politikalarına duydukları kaygıdan dolayı.
Üçüncü olarak, Erbakan açık olarak İran, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan ve Filistin’deki
Müslüman teşkilatlara sempatiyle baktığını dile getirdi, ki bunlar önemli güvenlik riski taşıyor. MGK üyesi ve
başbakan olarak Erbakan NATO’nun ve ABD’nin gizli güvenlik belgelerine ya ulaşmış ya da ulaşmış olacak.
Erbakan’ın Dışişleri Bakanlığı diplomatları olmadan Iran, Suriye ve Irak temsilcileri ile sık sık görüşmesi bu
konuda endişe duyulması için önemli bir sebep. Erbakan, İran gezisinde Türkiye ve İran’ın savunma
sanayinde işbirliği yapmasını önermiş ve İran Devlet Başkanı Rafsanjani’ye Türkiye’nin üretiminde ortak
olduğu F-16 uçak fabrikasını gezdirmeyi söz vermiş. Askerler buna karşı.
Erbakan Amerikan çıkarlarına ters düşüyor!
Dördüncüsü ve en önemlisi, Erbakan bir ideolog olarak Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak
istiyor, bu ise Amerikan menfaatlerine tamamen ters bir politika. Erbakan, toplumu birçok yönde
dönüştürmeyi planlıyor ve bunu da dış politika uzmanlarının görmediği bir şekilde içerden yapıyor.
Mesela, Refahlı bakanlar üst düzey 400 bürokratı kendi parti sempatizanlarıyla değiştirmiştir. Refah
Partili yöneticilerin Dışişleri Bakanlığı’na lobi çalışmasında bulunarak dini okul mezunlarından da
diplomat alınması istediği bildiriliyor. Refah Partili bir milletvekili İmam Hatip mezunlarının askeri
akademiye kabul etmesini teklif etmiş ancak bu şimdilik askeriye tarafından reddedilmiştir. Refah
Partili Adalet Bakanlığı’nın yüksek hâkim ve savcıların görev yerlerinin değiştirilmesi için
uygulamaya başladığı rotasyona Türkiye Barolar Birliği karşı geldi ve bu karşı durma Bakanlığı
şimdilik vazgeçirdi. 1995’te Erbakan’ın parlamento grubu Anayasa’nın İslami düzenlemeler yasağına
ilişkin maddeyi kaldırmak için çalıştılar. Erbakan ve partisi koalisyon ortağı olmadan bir hükümet
kursalardı, İslami bir toplum oluşturmada amaçlarına daha çabuk ve kısa yoldan ulaşabilirlerdi.
Amerikalılar, çok az nadir görülebilecek bir şekilde müttefiki olan bir ülkenin başbakanının
Amerikan menfaatlerine zararlı olacak politikalarını nasıl ele alacakları ikilemiyle karşı karşıyalar.
Şimdiye kadar henüz bir kriz yok. Ancak söylendiği gibi, Erbakan dış politikayı kontrol etmiyor ve
189
Türk dış politikası şimdilik Batı yanlısı olarak devam ediyor. Bu yüzden Amerika büyük
değişikliklerden ziyade küçük ayarlamalar yapması gerekiyor.
Washington ikili bir politika uygulamalı: Uzun dönem Amerikan menfaatlerini ve
Türkiye’nin Amerikan dostlarını desteklemek, Erbakan ve destekçilerinden uzak durmak.
Böyle bir politika birkaç öğeden oluşur:
1. ABD dostlarına arka verilmesi: Asker dâhil Amerikan yanlısı Türkler, kamuoyuna Türkiye’nin
Amerika ile olan ikili bağlarının değerini göstermeli. Buna karşılık olarak Washington uzun vadeli ilişkilerini
etkileyen tüm konularda Türkiye’yi desteklemeli. Güvenlik bağları Türkiye ve Batı’yı birbirine bağımlı kılarken,
bu aynı zamanda Türkiye’nin Batı’dan yana durmasında etkili bir araç. Bu yüzden Amerika Türkiye’nin ABD
silahlarına ulaşabileceğine dair garantisine devam etmeli. Bu hususta, Clinton yönetimi samimi bir şekilde
Türkiye’nin silah satın alımına karşı ABD yönetimindeki muhalefetle yüzleşmeli. Son aylarda Türkiye’ye söz
verilen silahların iadesi bloke edilmiş durumda. Bunun sonucu olarak, Birçok Türk Washington’un Türkiye’ye
gizli silah ambargosu uyguladığını söylüyor. Bu iddia aynı zamanda 1975-1978 yılları arasındaki silah
ambargosunu hatırlatıyor (Türkiye’nin Kıbrıs müdahalesine gerekçe olarak) ve ABD’ye karşı olan
hoşnutsuzluğu da artırıyor. Erbakan’ın Refah Partisi’nin anti-Amerikancı duruşunu göz önünde
bulundurursak, siyaseten bu durumdan en çok Refah Partisi yararlanacaktır. Laik Türkler gizli olarak ABD’ye
Türkiye’yi Erbakan’ın eline bırakmaması için yalvarıyorlar.
2. Laikliğin desteklenmesi: Laiklik konusundaki kararsızlık Batı yanlısı sistemin içerisindeki
Amerikan dostlarını zayıf bırakıyor. Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Nicholas Burns, Erbakan’ın başa
gelmesinden kısa bir süre sonra gazetecilere yaptığı açıklamada, laikliğin Türkiye ve ABD’nin iyi ilişkilerinde
bir koşul olmadığını söyledi. Türk laikliğini hep önemsemiş olan ABD’nin bu önemli manevrası, içerdekilerin
söylediği gibi, bir yanlıştı. Bu bir Türk gazetecisinin sorusuna aceleyle verilmiş bir cevap olup, ABD’nin resmi
pozisyonunu yansıtmamaktadır. Daha da ötesi, daha sonraki Dışişleri Bakanlığı açıklamaları (o zamanki
ABD’nin BM Temsilcisi Madeleine Albright dâhil) Burns’un daha önceki açıklamasını geri çekerek
Washington’un Türkiye’nin laikliğine verdiği önemi belirttiler. Yine de Burns’un yorumu arkasında bir kalıntı
bıraktı ve O’nun açıklamaları İslami basında Amerika’nın Erbakan Hükümetine destek verdiğine dair kanıt
olarak gösterildi. Bazı Türk laikleri, ABD’nin Erbakan’a karşı yeterince sert tavır takınmadığından şikâyetçi.
3. “Erbakan’dan uzak dur” tavsiyesi: Amerikan yönetimi, Erbakan’ın siyasi kredisini artıracak
herhangi bir şeyden uzak durmalı ve resmiyetten öteye gitmemelidir. Özellikle Washington’a çağırmamalıdır.
Washington’un Türkiye’nin iç politikasını etkileme gücü sınırlı ancak Amerikan’ın onayı Türk politikacılar için
önemli. Bu yüzden Erbakan hükümete geldikten bir hafta sonra ABD elçisinin 4 Temmuz’da verdiği partiye
katıldı ve büyükelçi ile samimi fotoğraflar çektirdi. Eğer mümkünse, Amerikan yönetimi Erbakan ve
arkadaşlarından ziyade laik bakanlar ve yüksek bürokratlarla çalışmalı. Bazı hususlarda bu ABD’nin
Türkiye’ye karşı olan geleneksel politikasından farklı olarak daha az yardımcı olacağı anlamına gelebilir.
Mesela, Amerika, Refah Partisi’nin halkçı ve bütçeyi zorlayan politikalarını başarması için IMF’deki nüfuzunu
kullanmamalı. Ekonomik performans Türkiye’de hükümetlerin yumuşak karnıdır, birçok ülkede olduğu gibi.
Refah Partisi’ne hiçbir şekilde ne uluslararası ekonomi kuruluşlarından yardım yapılmasına izin verilmeli ne
de halkı memnun edecek politikaların başarıya ulaşmasına.
4. Erbakan’ın söylemine sert cevap verilmesi: Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Burns Erbakan
hükümetinin ilk haftalarında Washington’un Erbakan’ın hareketlerini ve söylemlerini dinleyeceğini ve
izleyeceğini söyledi. Bir bakıma Washington şimdiye kadar bunu yaptı. Örneğin, Washington Erbakan’ın
Libya gezisini eleştirdi ancak Erbakan’ın ABD’ye yönelik terörizm suçlamalarına ve Kaddafi ile birlikte
terörizme karşı yapacakları planlara karşı sessiz kaldı. Bu yaklaşım Türkiye’de geri tepti, çünkü Türkler
Kaddafi’yi sevmiyor ancak başbakanlarının Tripoli’yi ziyaret etmesini de destekliyorlar. (Erbakan’ın bu
ziyareti Libya ile olan dostluktan ziyade bu ülkenin Türk şirketlerine olan borçlarını ödemesi için yapılmış bir
çaba olarak görülüyor) Washington Erbakan’ın ‘ABD, PKK’ya destek veriyor’ iddialarına da cevap vermedi.
Washington bunları kesin bir şekilde yalanlayarak özür istemeliydi. Belli ki, Washington Erbakan ile sürekli
190
bir söylem muharebesine girmek istemiyor. Ancak, bunları kabul eder görüntüsü vermemek için ABD
Erbakan’ın daha kötü suçlamalarını görmezlikten gelemez. İki yönlü bir politikayı bu şekilde uygulamak basit
olmayacak. Washington Erbakan’a soğuk olacağı için Türkiye’nin uzun vadeli menfaatlerine zarar vermeyi
istememeli. Türkiye’ye yapılacak gerekli yardımlar kaçınılmaz olarak Erbakan’ın politik saygınlığını
artıracaktır. Washington Türk Başbakanı’na fırsat kollayıp sözlü olarak hakaret etmemeli, ancak uygun
olduğunda sert bir şekilde cevap vermeli. Bu politika çok ince bir şekilde ve duruma bağlı olarak uygulanmalı.
Erbakan Hükümeti gerekli ekonomik önlemleri aldığında, IMF yardımı için ABD desteği uygun olur.
Erbakan’ın Ağustos 1996’da İran’a yaptığı ziyaret esnasında imzaladığı 23 milyar dolarlık gaz anlaşması,
enerji alanında sıkıntı çeken Türkiye’de geniş bir destek buldu. Bu yüzden Türkiye’ye karşı olası bir yaptırım
(İran ve Libya yaptırımlarına bağlı olarak) geri teper ve anti-Amerikancı duyguları artırır. Bu da Erbakan’ın
avantajına olurdu.
5. Türkiye’nin öneminin belirtilmesi: Türkiye’nin ABD menfaatleri için olan stratejik önemi aşikâr.
Türkiye NATO’da ve Irak’ın kuzeyini gözetleyen Kuzey Keşif Gücü’nde başat bir role sahip ve Boşnak ve
Hırvat Federasyonu’nun ordusunun eğitiminde rol alıyor. Orta Asya’da Tahran ve Moskova’dan farklı olarak
daha ılımlı bir politika izliyor. Arap-İsrail barış girişimini destekleyen Türkiye aynı zamanda terörizmi
destekleyen komşu üç ülkeye karşı bir savunma hattı görevi görüyor. Türkiye aynı zamanda Müslüman Orta
Doğu’daki tek demokrasi ve bu yüzden Amerikan desteği daha aleni ve güçlü bir şekilde üst düzey
Amerikalılarca dile getirilmeli
6. Anlaşılır bir politika geliştir ve tutarlı bir şekilde uygula” prensibi: Soğuk savaş bittiğinden beri
Amerika 8 yıldır Türkiye’ye karşı değişken bir politika izlemektedir. Neredeyse Dışişleri Bakanlığı’nın Avrupa
ilişkilerinden sorumlu her yeni yardımcısı yeni bir politika uyguluyor. Türkiye önceleri Sovyetlerin yıkılmasıyla
stratejik önemini kaybetmiş olarak görüldü. O zamanlar Kuveyt krizi Türkiye’nin yeniden önemli stratejik bir
servet olarak görülmesine neden oldu. İnsan hakları Clinton yönetiminin başlangıcından 1995’e kadar en
önemli konu olarak gündemde kaldı. Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke Türkiye’yi Avrasya’daki
Amerikan menfaatlerinin merkezinde düşündüğü zaman, insan haklarının önemli olmasına rağmen, bunun
Türkiye ile ABD ilişkilerine zarar verilmesine izin verilmeyeceğini vurguladı. Holbrooke’un 1996’da ayrılması
ilişkilerde bir duraklama meydana getirdi, bu aynı zamanda Erbakan’ın sunmuş olduğu belirsizliklerden de
kaynaklandı. Sadece Holbrooke’ın kısa süren görevinde Ankara, Washington’un küresel stratejilerinde
kendisine ne derece önem verdiğine dair kesin bir kanaate sahipti. Holbrooke’un bu politikası aynı zamanda
bir model teşkil ediyor ve ABD buna geri dönmeli. Son yıllarda Washington Türkiye’ye karşı tutarlı ve
prensipli bir politikadan uzak hareket ediyor. Bu hususta, Erbakan dönemi belki Amerikalıların soğuk
savaştan beri ihmal ettikleri Türkiye’ye karşı daha tutarlı bir politika izlemeleri konusunda yararlı olabilir.123
Erbakan'ı şikâyet eden İlhan Selçuk sabataist ve Siyonist işbirlikçi miydi?
Selçuk'un Cheney'e AK Parti'den kurtulmak için mesaj gönderdiğinin ortaya çıkması, 28 Şubat
dönemindeki benzer bir uygulamayı hatırlattı. ABD istihbaratında çalışmış olan Makovsky Refah-Yol
Hükümeti döneminde 'Laik Türkler Erbakan'dan kurtulmak için bize yalvarıyorlar' diye yazmıştı.
Cumhuriyet gazetesi İmtiyaz Sahibi İlhan Selçuk’un AK Parti iktidarını Amerika’dan destekle
yıkmak için ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e adam gönderdiğinin ortaya çıkması, 28 Şubat
dönemindeki benzer bir durumu hatırlattı.
Zira, Türkiye’de ilk defa habervaktim’in yayınladığı Alan Makovsky’nin ‘Erbakan’dan Nasıl
Kurtulmalı?’ başlıklı makalesinde, ‘Laik Türkler gizli olarak ABD’ye Türkiye’yi Erbakan’ın eline
bırakmaması için yalvarıyorlar’ ifadeleri kullanılmıştı. Selçuk’un Cheney’e adam göndererek, AK Parti
ve Başbakan Erdoğan’ın yerine kimi düşündüğüne dair mesaj göndermesi, ‘Acaba 28 Şubat
döneminde de ‘Erbakan’dan kurtulmak için yalvaran Türkler’ denilenlerin başında da İlhan Selçuk mu
vardı?’ sorusunu çağrıştırdı.
123 Middle East Quarterly- Mart 1997 Alan Makovksy
191
Alan Makovsky 1997 yılında yazdığı makalede ABD’nin Erbakan Hükümeti’nden kurtulması için
‘Laik ve ABD dostları’ Türklerin desteklenmesi gerektiğini belirtmiş ve bir dizi madde sıralamıştı.124
124 08.04.2008 / habervaktim
192
MİLLİ MÜCADELENİN VE
MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN ORTAK AMACI
Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki en büyük başarısı, bizzat kumanda ettiği ve binlerce mekanize
araç ve son sistem ağır silahla donatılan, İngiliz, Fransız ve Amerikalılarca destek çıkılan Yunan ordusunu
yendiği SAKARYA Meydan Muharebesidir. Sakarya zaferi, kem talihimizi tersine çeviren tarihi bir dönüm
noktası yerindedir. Ve tabi Sakarya zaferi denilince akla Mustafa Kemal gelmektedir, çünkü Atatürk’le
Sakarya özdeşleşmiştir. Milli Haysiyet ve hassasiyetini yitirmiş ve Haçlı AB himayesine göz dikmiş demokrasi
densizlerinin “VATAN, MİLLET SAKARYA” tekerlemesiyle Milli mücadeleyi küçümseyip alay konusu edindiği
bir süreçte rahmetli Erbakan Hoca’nın çıkıp:
“Herhangi bir kimse: Malazgirt’te inanışın şahlanışını yaşamadan; Kosava’da,
Niğbolu’da bir kılıç olup parlamadan; Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u feth etmeden;
Sultan Fatih olup atını denize sürmeden; Kanuni olup, şanlı ordularıyla Avrupa’nın
içine yürümeden; Seyyit Çavuş olup, 250 kiloluk mermiyi “ya Allah!” diyerek top
namlusuna sürmeden; Bir insan, SAKARYA’NIN SİPERLERİNE GİRMEDEN; ve
Kıbrıs’ta düşman tahkimatının arasından geçmeden, Milli Görüşün ne olduğunu
anlayamaz.” Sözleri,
a. Hem Sakarya Meydan Muharebesinin tarihimizin en önemli zaferlerinden birisi olduğunu
belirtmektedir.
b. Bu şanlı mücadelenin, tamamen Milli ve şerefli olduğunu vurgulayıp övmektedir.
c. Ve tabii dolayısıyla, Sakarya zaferinin komutanı Mustafa Kemal Atatürk’ü de sahiplenip Milli
Görüş’e dâhil etmektedir
Çünkü Erbakan Kurtuluş Savaşı’nı, Milletimizin bin yıllık mayasını oluşturan Milli Görüş’ün yeni bir
şahlanışı olarak değerlendirmektedir.
Erbakan Hocamızın sıkça ve açıkça Atatürk’ten bahsetmemesi:
Atatürk’e mal edilen, ama aslında Milli Mücadelenin hedefleri ve Mustafa Kemal’in düşünceleriyle
tamamen çelişen KEMALİZM uydurmasını kabulleniyor görünmek istemediği
Ve oldukça ucuzlayan ve uyuz kesimlerce sıkça başvurulan Atatürk istismarcılığına tenezzül
etmediği içindir.
Erbakan Hoca’nın Sultan Alparslan örneği ile başlaması da boşuna değildir.
Sultan Alparslan Allah’ın rızasından ve halkların huzurundan başka bir şey düşünmeyen bir mücahit
olarak katbekat üstün Bizans ordusunu hezimete uğrattığı Malazgirt zaferinden sonra;
1- Romen Diojen’i bağışlıyor ve ağırlıyor.
2- Maiyetiyle birlikte Bizans tahtına dönmesine yardımcı oluyor.
3- Böylece kendisine minnet duygusuyla bağladığı Romen Diojen’in yerine başka birinin imparator
olmasına fırsat vermiyor.
4- Romen Diojen’in kızlarından birini kendi oğluna nikâhlayarak, onlarla akrabalık kuruyor ve barışı
garantiye alıyor.
5- Bizans’ın her yıl Selçuklulara 400 bin altın vergi vermelerini şart koşuyor.
6- Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun resmen Selçuklulara bırakılmasını ve böylece tüm Anadolu
kapılarının Müslüman Türklere açılmasını sağlıyor
7- Romen Diojen’in sağ salim Kostantin’e (İstanbul’a) dönmesi için yanına kattığı bilge ve derviş
kişilerden oluşan mücahit birliği vasıtasıyla, İslam’ın adalet, merhamet ve bereket sistemini Bizans’ın
tahakkümündeki farklı, din ve kökenden insanlara tebliğ ediyordu.
Bütün bu gerçeklere rağmen:
1- Hala Atatürk’ü kendilerinden gösterip istismar etmek ve sırtından geçinmek
193
isteyen Siyonist Yahudi ve masonların düdüğünü çalan ve Mustafa Kemal’i dinsizlik ve
dönmelikle suçlayan İslamcı densizler vardır. Bunlar İbranice “im shahar Atzmautenu”
kitabının yazarı Yahudi Ben-Avi’nin (1961 Telaviv. Sh.213-223) teki asılsız ve kasıtlı
uydurmalarını doğru saymakta, hatta iddialarına delil olarak sunmaktadır.
Bu densizlere sormak lazımdır:
Peki, Müslüman ve Hıristiyan birçok ülkedeki, kendi öz adamları olan, ama o topluma
milli kahraman olarak tanıtılan devlet başkanı, başbakan ve bakanlarının Yahudi aslını
özenle gizleyen Siyonistler, Mustafa Kemal’in kendilerinden olduğu yalanını niye uydurup
açığa vurmuşlardı?
2- Hala Milli Görüşçü geçinen ve bunca tahribatın taşeronu olan BOP eşbaşkanı
Recep T. Erdoğan’ı Erbakan’ın danışıklı devamı olarak gösteren dengesizlerin acaba şu
soruya bir cevapları var mıdır?
Yahudi asıllı ve ittihatçı bir mason saydıkları Mustafa Kemal, Libya’yı, Siyonist
destekli İtalyan işgalinden kurtarmak için bin türlü mihnet ve meşakkatle ta oralara gidip,
Şeyh Sunisi’lerle birlikte göğüs göğse ve ölümüne savaşmıştı. Şimdi Müslüman Libya’yı
barbar batılılara karşı savunan ve bu uğurda hayatını ve rahatını hiçe sayan Atatürk hain
ve kâfir ise, peki bugün NATO ile beraber Libya’nın tamamen harap ve talan edilmesine ve
57 (elli yedi) bin insanın katledilmesine önayak olan Bay Recep T. Erdoğan hangi sıfata
layıktı?
3- Bu arada, hala Atatürk’ü imansız ve Kur’an’sız gösteren ve uydurdukları “İslamsız
Kemalizm” safsatasıyla kendi dinsizliklerini yürütmeyi gayret eden ve bir başörtülü görünce
kuyruk altına diken batırılmış gibi huysuzlanıp köpüren ve tamamını toplasan bir kasaba
doldurmaya bile yetmeyen, ama cırtlak sesleriyle ortalığı velveleye verip aydınlanmacı
geçinen bu bataklık ve karanlık kurbağalarına sesleniyoruz:
İzmir’de düzenlenen Atatürk’ün 73. ölüm yıldönümü törenlerine katılan başörtülü bir
hanım vatandaşımıza:
“Buradan defolup gitmeni istiyorum. Sizin karşı devrimin gerici unsurları olduğunuzu
biliyorum.” Diye sataşan ve saçmalayan bu seviyesiz, soğuk ve milletten kopuk tavrınızla
Atatürk’e en büyük kötülüğü yapıyorsunuz, hatta anlaşılıyor ki bu kara kampanyayı kasıtlı
olarak, yani Atatürk’ten nefret edilsin diye yürütüyorsunuz!
Oysa T.C. Devleti iman ve maneviyat temeli üzerine kurulmuş sağlam bir
devlettir.
Bazıları: "Bunca yiyicilere rağmen bu devlet yıkılmıyor, bu millet çökmüyor" diye hayret ediyorlar.
Hiç hayret etmesinler, devletin temel taşı sağlamdır. Bu sağlamlığın kaynağı ise inançtır. İsterseniz delillerini
arz edeyim:
TBMM, 20 Ocak 1921 tarihinde "Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu"nu çıkarmıştır. Bu, Ankara'daki rejimin
ilk anayasasıdır. Bu metnin 7'nci maddesinde TBMM'nin hakları ve vazifeleri sayılırken ilk başta "Ahkam-ı
Şer'iyyenin tenfizi" ifadesi yer almaktadır. Bunun mânâsı TBMM Kur’an hükümlerinin yerine
getirilmesiyle yükümlüdür, demektir. Bu da göstermektedir ki, Mustafa Kemal’in başkanı olduğu ilk
Meclis iman ve İslam üzerine kurulu bir Meclis konumundadır.
Ele aldığımız 7'nci maddenin son bölümünde denilmektedir ki:
"Kavânin ve nizâmat tanziminde muâmelât-ı nâsa efrak ve ihtiyâcât-ı zamana evfak ahkâm-ı
fıkhıyye ve hukukiyye ile âdâb ve muâmelât esas ittihaz kılınır." Bu cümlenin mânâsı şudur: Kanun ve
tüzük yapılırken İslâm fıkhının hükümleri esas alınacaktır. (Resmi Gazete, 1-7 Şubat 1921)
TBMM, 29.10.1923'te "Teşkilât-ı Esasiyye Kanunu'nun Bazı Mevaddının Tavzihan Tâdiline (yani bazı
maddelerin açıklanıp düzeltilmesine) Dair Kanun'u çıkartmıştır. Bu kanunun 2'nci maddesi şöyledir:
"Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâm'dır. Resmi Lisanı Türkçe'dir" (Kanun No:364) 20.04.1924'te
194
çıkarılan 491 numaralı Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun 2'nci maddesi aynen şöyledir:
Madde:2- Türkiye devletinin dini, Din-i İslâm'dır; resmi dili Türkçe'dir; makarrı (başkenti) Ankara
şehridir."
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, devletimizin temeli inanç ve maneviyat üzerine atılmıştır. Buna rağmen
1928'de, o günün dehşet havası Siyonist dış güçlerin kışkırtması ve yerli masonik işbirlikçilerin baskısı içinde
"Teşilât-ı Esasiyye Kanunu"nda bir değişiklik yapılmış, 2'nci maddeden "devletin Dini, din-i İslâm'dır"
ifadesi kaldırılmıştır. (Resmi Gazete:14.04.1928)
05.02.1937 tarihinde ve Mustafa Kemal’in şaibeli hastalığının yoğunlaştığı ve devlet işleriyle
uğraşamadığı bir süreçte 3115 sayılı kanun ile anayasanın 2'nci maddesi bu defa şu şekilde değiştirilmiştir.
"Madde:2- Türkiye devleti Cumhuriyeti, milliyetçi, halkcı, devletci, lâik ve inkılâpçıdır. Resmi dili
Türkçe'dir, makarrı Ankara şehridir."
Biraz düşünürsek şu neticelere ulaşmış olacağız. Cumhuriyet 1923'ten 1928'e kadar beş sene
müddetle resmen İslâm devletidir. 1928'den 1937'ye kadar bu durum fiilen devam etmiştir. M. Kemal'in çok
ağır hastalığı nedeniyle devlet işleriyle yakından ilgilenemediği ölümünden bir yıldan az zaman öncesi İsmet
İnönü’yü güdümüne alan masonlar ve sabataist cunta tarafından anayasaya girmiştir. Dolayısıyla konulan o
maddeler ne devletin, ne de milletin ilkeleri değildir. Bu maddeler, memleketi dikta rejimiyle idare eden
CHP'nin ve arkasındaki masonik şebekenin 6 okundan ibarettir.
Aziz milletimiz 14 Mayıs 1950'deki seçimlerde CHP iktidarını alaşağı etmiştir. Ancak 1961 Anayasası
da bir darbe ve ihtilâl hükümetinin baskısıyla ve düzmece bir referandumla yürürlüğe girmiştir.
Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanlığı 15 yıl sürmüştür. (1923-1938) Bunun 14 yıla yakın bir zamanında
anayasada lâiklik ilkesi diye bir ilke mevcut değildir. Kimse M. Kemal'den ziyade Kemalistlik taslamasın.”125
Şimdi: “Mavi Marmara baskını ile eş zamanlı İskenderun’daki deniz üssüne saldıran PKK bu süreçte
bir dizi eylem gerçekleştirdi. Daha sonra İsrail Türkiye ile özür ve tazminat konusunda görüşmelere
başlayınca eylemsizlik kararı aldı, uzun süre eylem yapmadı.
PKK, sürecin seçimlere denk gelmesini bu amacını kamufle etmek için kullandıysa da eylemlerin İsrail
ile müzakerelere endeksli bir seyir izlediğini uzmanlar gözlemleyebilmektedir. İsrail Türkiye ile
müzakerelerinde muhataplarının tutumuna göre PKK’ya eylem yaptırarak mesajlarını vermek istemektedir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açıklamasına göre bu süreçte özür dileme konusunda Türkiye ile 4
kez anlaşmaya varıldığı halde İsrail her defasında caydı, verdiği sözünü yerine getirmedi… Palmer
Komisyonunun Mavi Marmara raporunu açıklaması üzerine Türkiye-İsrail ilişkileri koptu, PKK da eylemlerini
yeniden başlattı ve tırmandırarak devam ettiriyor!
PKK’nın bu son dönem eylemlerini Mavi Marmara baskını sonrası Türkiye-İsrail ilişkilerinin
seyrine endekslediğini iyice hissettirmesi; AKP iktidarına, özellikle Başbakan Erdoğan’a yönelik geri
adım attırma, caydırma, sindirme amaçlı yaptırım niteliği taşıdığını gizleme gereği duymadığını
gösteriyor.
Nitekim malum bazı çevreler Başbakan Erdoğan’ın İsrail ile restleşmesinin faturasının oldukça
ağır olacağı, terörün tırmanmasının bunun sadece bir örneği olduğu yolunda üstü kapalı tehdit etme,
uyarma çabaları içerisine girdiler.
Kaldı ki İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun açıklamalarına karşılık açıkça PKK’yı destekleyerek Türkiye’ye yönelik terörist
saldırılar yapmakla tehdit etti. TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise İsrail bildiğimiz bir konuda bize şantaj
yapmaya kalkışmasın diyerek PKK’yı zaten kullandığının bilindiğini açıkladı.
Bölücü terör örgütü PKK’nın bir Kürt kuruluşundan daha çok bir Yahudi kuruluşu olarak
hareket etmesi öylesine ya da konjonktürel değildir. Çünkü PKK’yı kuran, yöneten, uluslararası
destek ve himaye sağlayan İsrail’dir. PKK İsrail desteği olmadan bir gün bile ayakta duramaz.
125 Milli Gazete / Mevlüt Özcan / 29 10 2011
195
Daha önemlisi PKK, devlet içerisinde yuvalanan terör örgütü suçlaması ile yargılanmakta olan
Ergenekon tarafından kuruldu ve on yıllardır işbirliği halinde eylemler gerçekleştirdiler. Herhangi bir iddia
değil, PKK’nın MİT tarafından kurulduğu Ergenekon soruşturmasında yer alan bir husus olarak resmiyet
kazanmış bir konudur.
Ergenekon’un, soruşturulup yargılanan kişilerin niteliğine bakıldığında devletin en temel kurum ve
kuruluşları içerisinde yuvalanmış, yapılanmış bir suç örgütü olduğu, bu yüzden derin devlet diye söz edildiği
yargı sürecine yansıyan yadsınamaz son derece ciddi bir durumdur.
Bölücü terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanıp teslim edilmesi sırasında sarf ettiği
bilinen ben devletimin hizmetinde çalışmaya hazırım şeklindeki sözleri PKK’nın devletle arasında var olan
kadim ilişkinin bir ifadesinden ve hatırlatılmasından başka bir şey değildir.
Açıkçası, bölücü terör örgütü PKK’yı kuran Ergenekon derin devleti, İsrail’in Türkiye içerisindeki
uzantısı bir Siyonist yapılanmadır. Türkiye-İsrail ilişkilerinin Ergenekon Davasından etkilendiğini kim bilmez?
Ergenekon derin devleti ordu, MİT, emniyet, yargı, üniversiteler, medya, sivil toplum kuruluşları gibi
ülkenin en temel kurum ve kuruluşları içerisinde yapılandığına, Cumhuriyet’in kurucu iradesi ve resmi
ideolojisini temsil iddiasında bulunduğuna göre köklerinin çok daha derinlerde olduğu gerçekliği hiçbir şekilde
yadsınıp göz ardı edilemez.
“Biz Türkiye İsrail savaşını Erbakan’ın başlatacağını zannetmiştik, ama nasip
talebelerinin (AKP’nin) imiş”126 diyerek:
A- AKP iktidarını Erbakan’ın danışıklı devamı
B- Recep T. Erdoğan gibi Siyonist Yahudi lobilerinden madalyalı ve Türkiye dâhil 27 İslam ülkesini
parçalamayı planlayan BOP’un Eşbaşkanı ve Erbakan’ın deyimiyle “işbirlikçi” bir adamı, “İsrail’le savaşıp
İslam Âlemini kurtaracak bir dava kahramanı”
C- Atatürk’ü ise Sabataist cuntanın ve Yahudi odakların bir elemanı
D- Milli mücadeleyi ve Cumhuriyeti Dış güçlerin ve Dinsiz çevrelerin bir planı ve yutturmacası gibi
gösteren bu zavallılara en güzel yanıtı yine rahmetli Erbakan Hocamız vermekteydi:
Çünkü kendisine doğum günü sorulduğunda, hep Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümüne mutlaka atıf
yapardı. Hatta bu iki tarihi çatışmayı, espriyle karışık bir şekilde değerlendirerek, defalarca şu ifadeyi
kullanmıştı: “Doğum günüm için Türkiye’nin her yerinde bu kadar merasime ne gerek var? Ama şunu ifade
etmek isterim ki Cumhuriyet bayramında doğmak insanı memnun eden bir husustur. Cumhuriyetin kendisi de
bir doğuştur. Onunla birlikte doğmuş olmak bir sevinç kaynağıdır. İnşallah beraberce doğduğumuz
Cumhuriyetimizi lider ülke yapacağız, yeni bir dünya kuracağız ve bütün ülkelerin önüne geçireceğiz.”127
Doğrularla yanlışların, gerçeklerle çarpıtma yorumların harmanlandığı o yazının devamını
dikkat ve ibretle okuyalım:
“Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşına sokulup birçok cephede savaştırılan
Osmanlı Devleti çökertilip dağıtıldıktan sonra Başkent İstanbul dönemin süper gücü İngiltere’nin, Anadolu
illeri ise müttefiklerinin işgali altında iken; Ankara’yı merkez yapan İttihatçı askerler ve siyasetçiler tarafından
kuruldu.
İngiliz işgal kuvvetleri Başkent İstanbul’a girdiğinde iktidarda bulunan Almanya yanlısı İttihat ve Terakki
Partisi yöneticilerini bir denizaltıya doldurup bu ülkeye gönderdi. Ankara’da yeni devleti kuranlar ise İngiltere
yanlısı İttihat ve Terakki mensuplarıydı. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran İngiliz yanlısı İttihatçılar, İngilizler
tarafından Almanya’ya sürülen ittihatçıların yurda girişlerine daha sonra da izin vermediler!
Osmanlı Devleti İttihat ve Terakki Partisinin birçok darbe, suikast, baskın, yağma, talan, ihanet
hareketine muhatap olduğu ve iktidarı döneminde yok yere Birinci Dünya Savaşına sokularak tüm
cephelerde ağır yenilgiler aldığı için çok büyük tepkilere, ağır eleştirilere, suçlamalara maruz kalmış, telafisi
126 El-Aziz Gazetesi / Sayı: 676 / Türkiye İsrail’i köşeye sıkıştırdıkça terörü arttıran PKK, Kürt için değil, Yahudi için
savaşıyor. / 27 10 2011
127 Milli Gazete / 29 10 2011 - Sh:9
196
imkânsız bir itibarsızlığa, güvensizliğe uğramıştı. İttihatçılar, sergerde nitelemesi ile birlikte anılırlardı.
Bu yüzden Ankara’da yeni devleti kuran İngiliz yanlısı İttihatçılar, yıpranmış, itibarsızlaşmış, öfke ve
nefret duyulan İttihat ve Terakki Fırkası ismi yerine Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) ismi ile yeni
partiyi kurdular.
Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet döneminde birçok parti kurulmuştu. Cumhuriyet’i kuranlar ise tek partili
sisteme geçtiler. 1946 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti tek partili CHP iktidarı tarafından yönetildi.
1945’te Yatla Konferansında Birleşmiş Milletler Teşkilatı çatısı altında ABD ve SSCB liderliğinde iki
kutuplu bir dünya kuran Dünya Siyonizm’i; daha önce süper güç yaptığı Birinci, İkinci Dünya savaşlarının
galibi, üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğunu tasfiye edip güneşe hasret adasına
mahkûm etti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının asıl galibinin Siyonizm olduğu böylece gözler önüne
serildi…
Doğu Bloğu ülkeleri tek partili komünist, sosyalist demokratik rejimlerle yönetilirken, Batı Bloğu
ülkeleri ise içlerinde komünist ve sosyalist partilerin bulunduğu çok partili demokratik rejimlerle yönetildiler.
Her iki bloğun da vazgeçmediği demokratiklik sıfatı Siyonizm’in amaçlarına hizmet etmenin albenili
kılıfından başka bir şey değildi.
Siyonistlerin Yalta Konferansında aldığı kararlar çerçevesinde tek partili demokratik komünist
rejimlerin Sovyet tipi politbüro odağı, çok partili demokratik rejimlerin ise derin devlet yapısı tarafından
yönetilmesi öngörülüyordu.
Batı Bloğu içerisinde yer alan Türkiye de çok partili demokratik hayata geçmek durumundaydı. Bu
yüzden kurulmasına karar verilen Demokrat Parti, CHP’den ayrılan İttihatçı kadro tarafından kuruldu.
Açıkçası aynı zihniyetin iki partisi söz konusuydu.
Ne var ki İngiliz işgal yönetiminin iktidarda bulunan Almanya yanlısı İttihatçıları bu ülkeye sürgün
etmesi, İngiltere yanlısı İttihatçıların Cumhuriyet’i kurduktan sonra onları yurda sokmaması ile başlayan
Sabetayist unsurlar arasındaki iktidar kavgası giderek için için büyüdü…
Türkiye’ye sokulmayan İttihatçıların içerideki yanlıları başarısız İzmir Suikastını planladıkları için üstün
körü yargılanıp 19’u idam edilirken 150’si de sürgün edildi. CHP ile DP arasındaki iktidar mücadelesi bu
yüzden sürekli sertleşerek 27 Mayıs 1960 darbesine yol açtı.
Böylece Meşrutiyet’in ilanı ile iktidar olan İttihat ve Terakki Fırkası (Partisi), Osmanlı Devleti’nin
dağıtılmasında, Cumhuriyet’in kurulmasında, çok partili hayata geçilmesinde başrol oynayarak daima
belirleyici tek faktör oldu.
Peki, İttihat ve Terakki Fırkası kimler tarafından nasıl kuruldu?
İttihat ve Terakki Cemiyeti adıyla ilk önce gizli bir siyasi örgüt olarak Selanik’te ordu içerisinde
Sabetaist Yahudiler ve masonlar tarafından kurulan, başkent İstanbul, İzmir gibi birçok önemli merkezde
şubeler açarak faaliyetlerde bulunan oluşum Meşrutiyet’in ilanını sağlayarak iktidara geldi ve Osmanlı Devleti
yönetimini bütünüyle ele geçirdi… Türkiye Cumhuriyeti’ni de İttihatçılar kurdu.
1945’te Yalta Konferansı kararları gereğince Sabetayist, mason unsurlarla Ergenekon derin
devlet oluşumunu gerçekleştiren İttihat ve Terakki mensupları sırtını Dünya Siyonizm’ine dayayıp
ezici çoğunluğa sahip büyük Müslüman kitleyi paryalaştıran hile rejimi ve köle düzenini kurdular.
Büyük Müslüman kitleyi devletten, kamusal alandan ve siyasi, ekonomik, sosyal, toplumsal, kültürel
hayatın tüm sahalarından dışlayarak taşraya, kırsala, büyük şehir varoşlarına mahkûm eden hile rejimi ve
köle düzeni oluşturduğu statüko ile Türkiye’yi Sabetaist Yahudi Toplumu için tam bir çiftlik haline getirdi.
Bu durumun sürgit devam etmesi için de büyük Müslüman kitlenin cahil, yoksul bırakılması ve nüfus
planlaması diye doğum kontrolü yoluyla çoğalmasının engellenmesi gibi önlemlere ilaveten Türkiye,
sanayileşmesi, kalkınması, güçlenmesi bilinçli ve planlı şekilde engellenerek hep zayıf ve küçük kalıp ilelebet
azınlıkçı Sabetayist Toplum oligarşisi yönetimine mahkûm kalacak hale getirildi…
Erbakan, 19 Mayıs 1919’un 50. Yılında 1969 Genel Seçiminde Konya’dan bağımsız aday olarak
milletvekili seçildikten sonra 29 Ekim 1923’ün 50. Yıldönümünde parti olarak Millî Selamet ile ilk kez girdiği
197
1973 Genel Seçiminde 52 parlamenter çıkartarak TBMM’de güçlü bir grup kurdu.
Ardından ilki CHP ile kurulan art arda 3 koalisyon hükümetinde yer alan Erbakan liderliğindeki Millî
Selamet Partisi aralıksız 4 yıl boyunca iktidar ortağı oldu…
Ağır sanayi hamleleriyle, maddeten ve manen kalkınmış yeniden büyük Türkiye sloganları ile
Millî Görüş meşalesini tutuşturarak Müslüman Milletimizi 50 yıllık hipnotizmadan uyandıran Erbakan hile
rejimi ve köle düzeni büyüsünü bozdu…
Türkiye’nin artık azınlıkçı Sabetayist Yahudi oligarşisinin yönetiminde tutulamayacağını anlayan
Dünya Siyonizm’i tek çarenin Lozan anlaşması ile geçici süreliğine rafa kaldırılmış bulunan Sevr Anlaşmasını
yeniden masaya koyup Türkiye’yi bölmekten başka çare kalmadığını gördü.
Zaten 12 Mart 1971 Muhtırası sürecinde Dünya Siyonizm’inin kontrolünden çıkmaya başlayan
Türkiye’nin Sabetayist Yahudi oligarşisinin oluşturduğu hile rejimi ve köle düzeni tarafından yönetilmesi
tehlikeye girmiş ve bu yüzden büyük gelmeye başlayan ülkenin bölünmesine karar verilmişti…
23-24 Kasım 1974 günleri Sibirya’daki turistik Vladivostok kasabasında yapılan zirveye ABD
Başkanı Gerald Ford ve SSCB Lideri Leonid Brejnev katıldı. Resmi açıklamaya göre stratejik silahların
sınırlandırılması konusunda düzenlenen bu zirvede; sonrasındaki süreçte dünyada art arda yaşanan
gelişmelerden çok daha başka kararların alındığı anlaşıldı.
Vladivostok Zirvesi sonrasında dünyada art arda meydana gelen önemli gelişmeler şunlardı…
ABD yıllarca sürdürdüğü Vietnam savaşına son vererek bu ülkeyi SSCB’ye terk etti. SSCB ise
Mısır’dan çekilerek bu ülkeyi ABD’ye bıraktı. Böylece Vladivostok Zirvesinde Vietnam ile Mısır’ın iki süper
güç arasında takas edildiği anlaşıldı.
Peki, başka ne oldu? Pakistan sağ-sol kavgasına tutuşan Zülfikar Ali Butto ve Muciburrahman
tarafından bölündü. Doğuda Bangladeş diye bir yeni devlet meydana geldi. Böylece Pakistan’ın Vladivostok
Zirvesinde alınan kararlar gereği bölündüğü de anlaşılmış oldu. En büyük İslam ülkesi olan Pakistan bölünüp
birbirine düşman iki kardeş ülke haline getirilerek etkisizleştirildi.
Vladivostok Zirvesinde Türkiye için acaba nasıl bir karar alındı? diye merak edenler ise çok
geçmeden, Pakistan’daki Zülfikar Ali Butto ile Mucibburrahman arasında başlatılan sağ-sol siyasi kavgası
gibi çok şiddetli bir sağ-sol kavgasının da Demirel ile Ecevit arasında başladığına şahit oldular…
Ecevit-Demirel arasındaki muvazaalı siyasi kavgaya paralel sağ-sol örgütlerin başlattığı anarşi ülkeyi
bugünkü gibi kan gölüne çevirdi. 11 Eylül 1980 tarihine kadar devam edip 12 Eylül Sabahı ilan edilen askeri
darbe ile bıçak gibi kesilen sağ-sol anarşisi 5000 insanın ölümü, binlercesinin yaralanması, okulundan,
işinden, gücünden olması ile sonuçlandı.
Ancak siyasi strateji uzmanlarının asıl dikkat kesildiği husus kitlesel sağ-sol eylemlerinin, Sünni-Alevi
çatışmalarının, Fatsa, Sivas, Kahramanmaraş, Adana hattında yoğunlaşmasıydı. Özellikle bu güzergâhta
kurtarılmış bölgeler de oluşturulmuştu…
Belli ki bu kurtarılmış bölgeler genişletilerek birleştirilmek ve Sinop-Adana hattında bir kapalı koridor
halinde bir tampon şerit oluşturulmaya çalışılıyordu. Böylece Türkiye’nin doğusu ile batısı birbirinden
koparılıp fiilen ilişiği kesilerek bölünmesi isteniyordu!
ABD’de planlanan 12 Eylül 1980 darbesine Ecevit ve Demirel’in uzun süre sessiz kalıp zımnen destek
vermelerinden de anlaşılan o idi ki askeri yönetim sürecinde olayların artarak devamı ve bölünmenin kısa
sürede gerçekleştirileceği bekleniyordu.
Ancak öyle olmadı, 12 Eylül darbe yönetimi aldığı etkin tedbirlerle sağ-sol anarşiyi bıçakla kesilir gibi
bitirdi, ülke güllük gülistanlık oldu. Belli ki askeri yönetim, Vladivostok Zirvesinde Türkiye’ye ilişkin ABD ve
SSCB liderlerinin aldığı kararı ve uygulanan stratejiyi tespit etmiş ve etkin karşı önlemler alıyordu.
Hain emellerini gerçekleştiremeyenler 12 Eylül 1980 Darbesinin ABD’de planlandığını unutturarak
askerler yönetime el koymak için terörü örgütlediler diyecek kadar gerçekleri çarpıtıp milleti yanıltmaya
çalıştılar.
Oysa 12 Eylül yönetimi, Vladivostok Zirvesinde alınan karar doğrultusunda Türkiye’yi bölmeye yönelik
198
çıkartılan sağ-sol siyasi kavgada başrolleri paylaşan Demirel-Ecevit ikilisinin yol açtığı anarşiyi bitirerek bu
planı bozmuştu.
Vladivostok Zirvesinde Türkiye’ye ilişkin varılan anlaşma kuzey-güney ekseninde ülkeyi ortadan ikiye
bölmek, doğuda kalan parçasında SSCB uydusu Marksist-Leninist bir Kürt devleti, batıda kalan kısmında
ABD uydusu faşist bir ulusalcı Türk devletçiği bırakmayı ön görüyordu.
…Ve bu devletçiği Beyaz Türkler denilen Sabetaist Yahudi toplumu çiftlik gibi yönetecekti…
Bu plan sağ-sol anarşi ile gerçekleştirilemeyince ve üstelik 12 Eylül yönetimi sağ-sol siyaseti
üzerinden silindir gibi geçtikten sonra 4 eğilimi birleştirerek kurulan ANAP tek başına iktidar olup ülkeyi
yönetmeye başlayınca… Bu kez Marksist-Leninist ilkeler temelinde kurulan bölücü terör örgütü PKK ile bu
belirlenen amaca varılmaya çalışıldı.
Ecevit-Demirel ikilisinin Ergenekon derin devleti kontrolünde sağ-sol siyasi kavga ile Türkiye’yi
Vladivostok Zirvesinde alınan karar gereği bölmek üzere yaptıklarının muvazaa, yani danışıklı dövüş olduğu
ancak 28 Şubat 1997 post modern darbe sürecinde biri Cumhurbaşkanı diğeri Başbakan olarak nasıl
sarmaş dolaş oldukları görüldüğünde ancak adamakıllı fark edildi.
28 Şubat 1997 post modern darbe süreci tersyüz edilip, başta sermaye, medya ve siyaset
alanlarındaki destekçileri olmak üzere sivil toplum örgütlerindeki, askeri ve sivil bürokrasideki mensupları
tasfiye edildiğinde… Ardından Ergenekon soruşturması ve davası kapsamında 28 Şubat 1997 sürecine
destek veren çevrelerin yargı önüne çıkartılması ve yapılan tutuklamalar, Ergenekon derin devleti dışında
ikinci bir derin devletin de varlığını gözler önüne serdi.
El-Aziz Gazetesinin millî derin devlet dediği bu olgu; 9 Mart Cuntasını dağıtıp 12 Mart 1971
Muhtırasını verdiren, 12 Eylül 1980 Darbesini kontrolüne geçiren, 28 Şubat 1997 post modern darbe
sürecini tersyüz edip her sahadaki tüm mensuplarını tasfiye eden ve Ecevit tarafından kontrgerilla
diye nitelenen ordu içerisindeki bir yapılanmadır. Türkiye’deki bu ikinci derin devleti Erbakan kurdu.
Türkiye, aslında 40 yıllık Millî Görüş süreci boyunca Ergenekon derin devleti ile millî derin devlet
yapılanmalarının farklı şekillerde siyasi mücadelesine sahne oldu, milli derin devlet galip geldi.
Dünya Siyonizm’i tarafından oluşturulan, İsrail’in Türkiye içindeki uzantısı olarak faaliyet yapan
Ergenekon derin devletinin tasfiye sürecine sokulması PKK’nın önemini daha da arttırdı. İsrail, Türkiye
ile ilişkileri bozulmaya yüz tutup kopma noktasına gelince elindeki tek koz haline gelen PKK terör örgütünü
harekete geçirip olabildiğince etkili olmaya çalışıyor.
Aslında Türkiye ile İsrail arasının açılmasının tek bir nedeni var, o da bölücü PKK örgütünün yaptığı
terör eylemleridir. Filistin-Gazze sorunu, Türkiye’nin bölgesel dış destek almak amacıyla hesaplı olarak
gerekçe yaptığı siyasi nitelikli bahanesidir.
Eğer Başbakan Erdoğan hem de ABD’de yaptığı konuşmada açıkça İsrail ile gerekirse savaşırız
diyorsa bunun nedeni Filistin ya da Gazze olabilir mi; bu olacak şey midir?
Arap ülkeleri sessiz sedasız seyirci kalırken, hatta bizzat Filistin yönetimi topraklarının tamamına
yakınını işgal altında tutan İsrail ile barış yapmaya can atarken, Türkiye’nin Gazze yüzünden bir savaşı göze
almasının makul ve mantıklı bir yanı var mı?
Türkiye, topraklarını bölmeye yönelik terör eylemleri yapan PKK’dan desteğini ve uluslararası
himayesini çekmeye İsrail’i hiçbir şekilde ikna edemediği içindir ki tek çare olarak savaşmayı göze
almış bulunuyor. Bunun başka türlü hiçbir izahı olamaz.
Mavi Marmara organizasyonu ise Türkiye’nin İsrail ile savaşa PKK terörü nedeniyle değil, Gazze
ablukasını gerekçe yapmayı yeğlediği için gerçekleştirilmiştir. Yoksa Gazze’ye uyguladığı ablukayı yarmaya
yönelik İHH organizasyonuna İsrail’in caydırıcı olmak için çok sert bir karşılık vermesini beklememek
Türkiye’ye yakıştırılabilecek bir düşüncesizlik olamaz.
Doğrusunu söylemek gerekirse İsrail’in, özellikle Türkiye’de Ergenekon derin devlet
yapılanması tasfiye edilirken bölücü PKK terör örgütünden desteğini çekmesi beklenemez. İsrail
Türkiye’yi ne pahasına olursa olsun bölmek zorundadır. Yoksa bölgenin lideri küresel güç olma
199
yolunda dev adımlarla ilerleyen bir Türkiye karşısında hiçbir şekilde kendini güvende hissedemez.
Türkiye ise nihai hedefi topraklarını bölmek olan PKK terör örgütünden sürekli dayak yemeye daha
fazla tahammül edemeyeceği gibi bölünmesi halinde ayakta kalamayacağını ve varlığını sürdüremeyeceğini
iyi bilmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin de bölücü terör örgütü PKK nedeniyle İsrail ile savaşmayı göze alması
kaçınılmazdır.
Zaten Başbakan ağzından ABD’de yapılan açıklamada İsrail ile gerekirse savaşırız açıklaması
savaşı başlatmaktan çok farklı değildir. Aslında açıklama savaş sürecine girildiğinin bir ifadesi olarak
algılanmak durumundadır.
Günümüz dünyasında Türkiye gibi bir ülkenin üstelik de İsrail gibi bir devlete en yetkili ağızdan
gerekirse savaşırız açıklaması yapması hiçbir şekilde hafife alınabilecek bir durum değildir. Bu
saatten sonra Türkiye ve İsrail artık savaşmak zorundadırlar, buna tamamen mahkûmdurlar.
Peki, bu kaçınılmaz savaşı kim kazanır?
Bir olayların gidişatını, sonucunu tahmin edebilmek için başlama ve gelişme sürecini incelemek
gerekir. Nasıl ki fırlatılan bir mızrak havada iken nereye düşebileceği üç aşağı beş yukarı tahmin edilir…
Bunun gibi Türkiye ile İsrail ya da Dünya Siyonizm’i arasında çıkması kaçınılmaz hale gelen bu
savaşı kimin kazanacağına bir projeksiyon tutup tahmin edebilmek için bunu daha ilk günden itibaren
hedefine koyan Millî Görüş’ün 40 yıllık mücadelesinin seyir defterine bakmak gerekir…
Erbakan Millî Görüş hareketini bir başına başlatırken, daha ilk günde, gerçekleştireceği Yeniden
Büyük Türkiye ile Dünya Siyonizm’i ve İsrail’in küresel hegemonyasına son vererek Yeni Bir Dünya ve Adil
Düzen kurmayı hedeflediğini deklare etti.
Bu dobra meydan okuma karşısında Dünya Siyonizm’i, İsrail ve Türkiye’deki uzantısı hile rejimi ve
köle düzeni Erbakan’a, liderliğini yürüttüğü Millî Görüş partilerine karşı elinden geleni ardına bırakmadan
yapılabilecek her şeyi en etkili ve sofistik yol ve yöntemlerle yaptı.
Erbakan kendi ifadesi ile elindeki bir lira ile Dünya Siyonizm’inin sahip olduğu namütenahi para
karşısında zar atarken sürekli düşeş atmak zorunda olduğunu, bir kez bile düşeş atamaması halinde
tükenmek durumunda olduğunu bilerek kumar masasına oturmuştu…
Millî Görüş mücadelesi her seferinde imha hareketine maruz kaldığında yok edildi sanılırken, yeniden
farklı şekillerde ayağa kalkıp Siyonizm ile Türkiye’deki uzantısı hile rejimi ve köle düzeni karşısına dikildi…
Bu durumu, Millî Selamet Partisi Malatya eski milletvekili Turhan Akyol 12 Eylül 1980 sonrası kurulan
Refah Partisi döneminde şöyle ifade ediyordu: Erbakan tam bir çizgi film kahramanı gibi… Gözlerinizin
önünde üzerinden silindir geçip asfalta yapıştırıyor. Ardından bir de bakıyorsunuz ki ayağa kalkıp
yine karşısına dikilmiş!
Gerçekten, Erbakan’ın Siyonizm karşısında başlattığı Millî Görüş mücadelesi hep bu minvalde
sürdürüldü… Millî Görüş partileri sürekli kapatıldı… Erbakan ömrünün son günlerine varıncaya kadar
defalarca siyasi yasaklı kılındı… Tutuklandı, son ömründe mahkûm edildi. Partilerine fitne sokuldu, hepsi
içeriden bölündü, her defasında büyük parçası kopartılıp geriye küçük bir bölümü bırakıldı… İhanete
uğratıldı, vefasızlığa muhatap kılındı… Azıcık bir zarar verenlere bile oldukça büyük karşılıklar verildi…
Yapılabilecek her şey yapıldı, düşünülebilecek her yolla zarar verildi…
Ama dünyaya veda ederken Türkiye’nin en zirvelerinde onun siyasette kazandırıp yetiştirdiği talebeleri
vardı. Ondan kopartılanların kurdukları parti 9 yıldır tek başına iktidardaydı.
Tabutunun bir yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı, bir yanında Başbakanı tutup
taşıyordu… Resmi tören yapılmayan İstanbul’daki cenaze merasimine TBMM Başkanı, bakanlar, Vali, 1.
Ordu Komutanı, yüksek rütbeli subaylar ve devlet, hükümet, siyaset, bürokrasi mensupları bütünüyle katıldı.
Fatih Camiinde kılınan cenazesini Merkez Efendi Kabristanındaki aile mezarlığına kadar yüz binler
uğurladı…
Burada bir siyasi liderin çok görkemli cenaze töreninden söz ediyor değiliz… Tüm siyasi hayatı rejim
karşıtlığı ile geçmesine rağmen büyük bir inkılâp gerçekleştirdiğinin ölümü sırasında fark edilebildiğini,
200
ardından geçen bir yılı bile bulamayan kısa süreçte ise dünyada yol açtığı büyük inkılâbın anlaşılmaya
başlandığını… Açıkçası Erbakan’ın ta en başta deklare ettiği küresel vizyonunun gerçekleşmekte olduğunu
anlatmaya çalışıyoruz.
İşte, Millî Görüş mücadelesini ta baştan itibaren Dünya Siyonizm’i ile mücadeleye ve İsrail ile
savaşa yönelik dizayn eden Erbakan’ın gençliğinden itibaren siyasete kazandırıp yetiştirdiği
Başbakan Erdoğan bugün dünyanın tek süper gücü olan ABD merkezinde İsrail ile gerekirse
savaşırız diye meydan okuyor!
Erbakan’ın Dünya Siyonizm’i, İsrail ve içerideki uzantısı hile rejimi ve köle düzeni karşısında hiç
istisnasız hep düşeş attığını şimdi çok daha net görüyoruz. Bu kesinlikle tam bir mucizedir!
Erbakan’ın hayatta iken talebelerini yönetimine getirdiği Türkiye’nin İsrail ile kaçınılmaz hale
gelen savaşı kazanacağından şüphe edilmemelidir. Şüphe edenlerin aklına şaşmak gerekir.
Türkiye, Millî Görüş mücadelesi sürecinde yapılan bütün engellemelere, tökezletilmelere rağmen
sürekli gelişti, büyüdü, güçlendi, tirendi yükseldi, bölgenin lideri bir küresel güç haline geldi!
Dünya Siyonizm’i ve İsrail en güçlü döneminde ve Türkiye en zayıf durumda iken bile kum saati misali
güç ve imkânlar Millî Görüş doğrultusunda akmaya devam etti, hala da devam ediyor...
Dünya Siyonizm’i ve onun şımarık oğlanı İsrail’in, Türkiye karşısında gireceği bu mukadder savaşı
kaybedeceği kesindir.
İnanmayanlar, İsra Suresinin 4-5-6-7 sayı numaralı ayetlerinin meallerini okusunlar. Bu ayetler İsrail’in
başına gelecekleri 14 asır önceden bildirmiş bulunuyor…
Allah’ın vadinin gerçekleşeceğine inanmayanlar ise beklesinler…
Evet, Erbakan’ın Dünya Siyonizm’i ve İsrail’e yönelik 40 yıl önce fırlattığı Millî Görüş mızrağı hala
havada yol alıyor, nereye düşeceğini tahmin etmek zor değil…
Başka bir ifade ile Millî Görüş’ün 40 yıllık namaglûp mücadelesinin seyrine ve halen bulunduğu
noktaya bakıldığında nasıl sonuçlanacağına ilişkin bir tahminde bulunmak zor değil.
Erbakan, İsrail bağlamında, Kızılderili filminin bir sahnesini anlattıktan sonra Kızılderili şefin esir alınan
beyaz adam için sarf ettiği hiç boşuna çabalama gebereceksin sözlerini Mehmet Ali Birand ve Güneri
Civaoğlu’na yıllar önce verdiği televizyon söyleşilerinde tekrarlamıştı!
Ne var ki Türkiye-İsrail savaşını Erbakan’ın bizzat başlatacağını zannetmiştik, nasip talebelerinin
imiş!128 diyecek kadar, doğrularla yanlışları harmanlayarak ve AKP’ye yalakalık yapmak için
“Erdoğan’ı, Erbakan’ın takipcisi” şeklinde pohpohlayan zavallıların zırvaları da pek yakında boşa
çıkacaktır.
128 El – Aziz / sayı:676 / Yahudi İçin Savaşıyor /27 Eylül 2011
201
İslam Düşünceli, Müspet Milliyetçi
ve
ERBAKAN TAKİPÇİSİ OLMAK
Biz görüşlerimizi, gerçeklerimizi ve tarafgirliğimizi oluştururken, “Mutlak Doğru”ları
esas alarak ve “Mutlak Yanlış”lardan sakınarak hareket etmekteyiz.
“Doğru” ve “Yanlış” tespitinde ise şu beş değeri ölçü ediniriz:
1- Aklı Selim
2- Müsbet ilim
3- Tarihi deneyim ve birikim
4- Vicdani kanaat ve tatmin
5- İlahi Din (Kur’an’ın muhkem ayetleri ve Resulüllah’ın (SAV) sağlam sünneti)
İşte bu beş temel ölçünün ittifakla:
“Yararlı, hayırlı gerekli ve güzel” bulduğu şeyleri doğru; ve yine bu temel değer
birimlerinin ittifakla, “Kötü, zararlı ve çirkin” bulduğu şeyleri yanlış biliriz. Çünkü
Kur’ani kuralları dikkate almamak, imansızlık ve sapkınlık… Müsbet bilimi ve aklıselimi
hesaba katmamak, manyaklık ve mantıksızlık… Tarihi tecrübeleri ve vicdani kanaatleri
önemli saymamak ise ahmaklık ve insafsızlık alametidir.
Sağlam temellere ve vicdani kanaatimize göre düşünce ve davranış ürettiğimizden;
ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini, şahsi heveslerimizin üstünde gördüğümüzden; gizli,
kirli ve çetrefilli ilişkilere tevessül ve tenezzül etmediğimizden ve imtihan için
gönderildiğimiz bu dünyadan kalbi selim ve uhrevi sermaye ile göçmeyi en önemli gaye
edindiğimizden; özümüz mert, sözümüz net, hatta biraz serttir. İşte bu nedenle, Allah’ın izni
ve iradesi dışında, ABD’nin gizli servisleri, CIA destekli Cemaatin kalemşor tetikçileri,
AKP’nin kiralık hizmetçileri ile bir sivrisineğin bize zarar ve yararı eşittir.
Rabbim dilerse bir sivrisinek ısırmasıyla virüs kaptırıp öldürebilir ve yine dilerse
nükleer füzelerden ve suikast girişimlerinden kurtarabilir. İmanın en tabii neticesi (en üst
derecesi değil) olan bu tavrımızı idrak edemeyen iz’an ve iman fakirleri, bu basiret ve
cesaretimizin altındaki güç kaynağını merak etmekte ve nice tutarsız tahminler
yürütmektedir. İmani ve insani değerlerimiz ve milli ideallerimiz uğrunda, ne ağır cezalara
çarptırıldığımızı, defalarca tutuklanıp hapis yattığımızı, nice sürgünlere ve görevine son
verilmelere uğradığımızı ve hala her ay başka bir mahkeme kapısında dolaştırıldığımızı, yani
rahatlık ve ferahlık döşeğinde kuru kahramanlık edebiyatı yapmadığımızı da hatırlatmamız
gerekir.
Gelelim Milliyetçilik Meselesine:
Bir insanın kendi ırkını (kavmini, kabilesini, mensubiyetini, ailesini) sevmesi ve
sahiplenmesi fıtridir (yaratılış özelliklerindendir), güzeldir, gereklidir, değerlidir. Ve dinen de
caiz ve münasiptir. İnsanların kendi özel geleneklerini, örf ve adetlerini, dil ve kültürlerini
benimsemesi ve tercih etmesi tabiidir. Bu nedenle cemiyetteki Milliyetçilik, fertlerdeki nefis
gibidir. Her insana nefis, kendi benliğini oluşturmak, haklarına sahip çıkıp savunmak ve
saldırılara karşı kendisini korumak için verilmiştir ve gereklidir. Bu durum Türkler için
olduğu kadar Kürtler ve diğer kavimler için de geçerlidir. Ancak, şayet bu nefsi dizginlemez,
haksız ve ahlaksız isteklerine boyun eğersek, bu sefer bizim felaket ve rezalet sebebimizdir.
Bir toplumun, nefsi sayılan Milliyetçilik de böyledir; kendilerini başkalarından farklı ve
202
faziletli zannetmeye, dini, ilmi ve insani değerlerin üstünde görmeye yönelirse, işte bu
ırkçılık haline gelir ve tehlikelidir. Kaldı ki hiç kimsenin doğarken ailesini, kavim ve
kabilesini seçme hakkı kendisine verilmemiştir. Bu sadece Allah’ın bir tayini ve taksimidir.
Hâşâ bazılarını üstün ve ayrıcalıklı, bir kısmını da düşük ve aşağılık yaratmış olmasını
düşünmek bile, Allah’a iftira etmektir. İslam hiçbir beşeri ideolojinin ve ırkçılık felsefesinin
aksesuarı ve kafatasçı Türkçülüğün jelatinli pazarlama kılıfı değildir. İslam herkesten ve her
şeyden yücedir, her kavim ve her girişim İslam’a hizmet ettiği kadar kıymetlidir.
Ben Türk bir babadan ve Zaza bir anadan dünyaya geldim. Tarihe yön vermiş, büyük
medeniyetler meydana getirmiş ve 1300 yıldır, İslam’ın gönüllü bayraktarı olma şerefini hak
etmiş Türk kavminden olmayı, yüce Rabbimin takdiri kadar, taltifi de bildim. Haçlı Batılılar
nazarında, Türklükle İslam’ı mezcedip kaynaştıran ve aynı anlamda kullandıran aziz ceddime
layık olma gayretindeyim. Kur’an’a inanan, Müslüman olduğunu savunan hiç kimsenin,
bundan başka türlü düşüneceği kanaatinde değilim. Mustafa Kemal’in “Türk Milleti”
kavramıyla da, ırkçılık yaptığını değil, çok farklı kavim ve kesimlerden, İslam potasında
kaynaşmış bir toplumu amaçladığını bilmekteyim. Yani biz insanları kavimlerine,
kökenlerine, renklerine, dillerine ve kültürlerine göre değil, imanlarına, İslam’a bağlılıklarına,
güzel ahlaklarına, insanlık onurlarına, vatanına ve topluma yararlarına göre değerlendirip
önem veririz. Şimdi anayasadan “Türk Milleti” kavramını çıkarmaya yeltenenlerin de, “ılımlı
İslam” diye yüce dinimizi dejenere edip “Protestan Müslüman” tipi oluşturmak isteyenlerin
de hep aynı Siyonist güçlerce desteklendiğini görmekteyiz. Ama Moiz Kohen Yahudi
Hahamının Munis Tekinalp takma ismiyle yazdığı ve aziz milletimizi İslam’dan koparmak için
yaptığı TÜRKÇÜLÜK kafasıyla bu tahribatların önlenemeyeceğinin de bilincindeyiz.
Atatürk’ün Milliyetçilik Anlayışı
“Mustafa Kemal Paşa:
- Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim:
Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir,
yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (tamamından meydana gelmiş)
anasır-ı İslâmiyedir, samimî bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyet-i âliyenin temsil ettiği; hukukunu,
hayatını, şerefini kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-ı İslâm’a münhasır değildir.
Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye (çeşitli kökenlerden oluşan bir İslam topluluğuna) aittir.
Bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz. Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan
hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-i millîmiz İskenderun’un cenubundan geçer, şarka
doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-ı millîmiz budur dedik!
Hâlbuki Kerkük şimalinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz onları tefrik etmedik. Binaenaleyh
muhafaza ve müdafaası ile iştigal ettiğimiz millet bittabi bu unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı
İslâmiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı teşkil eden her bir unsur-ı İslâm bizim kardeşimiz ve menafii
tamamıyla müşterek olan vatandaşımızdır. Ve yine kabul ettiğimiz esasatın ilk satırlarında bu
muhtelif anasır-ı İslâmiye ki: Vatandaştırlar, yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ile
riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna; ırkî, ictimaî, coğrafî hukukuna daima
riayetkâr olduğunu tekrar te’yid ettik ve cümlemiz bugün samimiyetle kabul ettik.
(Milletimizi oluşturan bütün Müslüman unsurlar, birbirlerinin kökenine sosyal statüsüne ve coğrafi
bölgesine, her türlü hak ve hukuk ölçülerine karşılıklı saygılı ve sahip çıkıcı eşit vatandaşlardır)
Binaenaleyh menafiimiz müşterektir. (Bu nedenle, çıkarlarımız hak ve sorumluluklarımız ortaktır)
Tahsiline azmettiğimiz vahdet, yalnız Türk değil, yalnız Çerkes değil hepsinden memzuc bir unsur-ı
203
İslâm’dır. (Yani, oluşturmaya çalıştığımız milli birlik sadece Türklerden Çerkezlerden değil, bütün
Müslüman kökenlerden meydana gelip kaynaşmış bir İslam cemiyetidir) Bunun böyle telâkkisini
(bilinmesine) ve sui tefehhümata (kötü ve yanlış algılamalara) meydan verilmemesini rica ediyorum.
(Alkışlar)” (Büyük Millet Meclisi zabıtları, 1 Mayıs 1920)
Mustafa Kemal Atatürk 01 Mayıs 1920’de TBMM’de yaptığı kısa ve tarihi konuşmasında
tam 7(yedi) defa, Aziz Milletimizin “Anasır-ı İslâmiye”den, yani Müslümanlık bağıyla
kaynaşan farklı kökenlerden meydana geldiğini ısrarla vurgulayarak, milliyetçilik
konusundaki temel dayanağını ortaya koymuşlardır. Bu nedenle bizim Moiz Kohen-Tekinalp
hahamından ve başka karanlık kafalardan, Milliyetçilik dersi almamıza, Atatürk ihtiyaç
bırakmamıştır. Elbette devletimizin; bu cennet ülkemizi fethedip bize vatan yapan,
Cumhuriyetimizi kuran ve halkımızın büyük çoğunluğunu oluşturan Türk sıfatıyla tanınması
ve anılması da doğaldır, bundan gocunanların marazlı maksatları vardır. Yurdumuza
“Türkiye” denilmesinden bile kıcık alan kancıkların, hiç ağızlarından “Kürdistan” kelimesini
düşürmemeleri, bunların bozuk niyetini ve tiyniyetini ortaya koymaktadır. Artık sağa-sola
kaytarmaya çalışmamalıdır: Ölçü İslam’sa ayet ve hadislerin buyrukları açıktır. Örnek
Atatürk’se işte, Meclis kürsüsünden aktardığı ve resmi zabıtlarda aynen saklanan kanaatleri
bunlardır. Bu konuda haksız, hatta ahlaksız bir tavırla bize sataşanların hiçbir ilmi ve vicdani
dayanakları bulunmamaktadır.
Türkleri ve Kürtleri kaynaştıran, imani ve tarihi bağlardır.
Müslüman Türk ve Kürt ittifakının ve tarihi kardeşlik irtibatının kahramanlarından biri olan Mevlana
İdrisi Bitlisi, Şeyh Hüsameddin Ali el-Bitlisi’nin oğlu olmaktadır. Şeyh Hüsameddin, dönemin âlim, yazar ve
mutasavvıflarındandır. Bu üstün vasıflarından dolayı Mevlana ünvanıyla anılmıştır. 1495 yılında Tebriz’de
vefat ettiği kayıtlıdır. Oğlu, Mevlana İdris-i Bitlisi’nin Diyarbakır’da doğduğu sanılmaktadır. 1452-1520 yılları
arasında yaşamıştır. Bitlisi 20 yıl boyunca Akkoyunluların sarayında görev yapmıştır. Şah İsmail,
Akkoyunluların hâkimiyetine son verince, Mevlana İdris İstanbul’a gidip, Sultan Beyazıt’ın maiyetine
sığınmıştır. Bitlisi bu dönemde en ünlü eseri olan Heşt Behişt’i (Sekiz Cennet) kaleme almıştır. Eser, sekiz
Osmanlı Sultanının hayatını anlatmaktadır.
Tarihi mektup
Bitlis Hükümdarı Şeref Han, 1597 yılında tamamladığı ve Kürt tarihinin yazılı en muteber metni olarak
kabul edilen Şerefname’de İdris-i Bitlisi için şu bilgileri aktarır:
“Emir Şeref’in babalarının ve atalarının mülkü olan Bedlis vilayetini gasp etmiş olan
Kızılbaşlar’dan geri almak konusundaki umudu gerçekleşmeyince ve bu iş bir süre geçince öte
yandan Sultan Selim Han’ın bütün İran ülkesini istila etmek niyetinde olduğunu öğrenince, bu
şartlardan yararlanmak için fırsatın elverişli olduğunu anladı. Doğruları araştırma yolunun atlısı,
başarı kervanın kaptanı, temel (Kur’ani) kanunların ve detay kuralların mütehassısı; kutsallık
medresesinin müderrisi, Bedlis Bilgininin oğlu düşünür İdris ve köklü Diyaeddin ailesine yücelik,
iyilik, ikbal ve devlet dileyenlerin seçkini Muhammed Ağa Kelhoki ile Al-i Osman Sarayına itaat ve
sadakatlerini ve tahtlarına bağlılıklarını sunmak konusunda anlaştı. Bunlar Kürdistan Beylerinden ve
hüküm sahiplerinden 20 kişiyi bu tedbirde kendilerine katıncaya kadar çalıştılar ve bir bağlılık ve itaat
mektubu yazarak düşünür Mevlana İdris’e ve Muhammed Ağa’ya verdiler, bunlar da bu mektubu yüce
eşiklere sunmak üzere İstanbul’a hareket ettiler”
Kardeşlik Anlaşması
Şah İsmail 1507 yılında Kürdistan’ın Harput (Elazığ), Diyarbekir, Bitlis gibi önemli şehirlerini işgal etti
ve kısa bir süre içinde Kürdistan’ın tamamı Safaviler’in eline geçti. Şah İsmail kendisine bağlılık sunmak için
204
Hoy şehrine giden 10 Kürt beyinin sekizini hapsetti. Diyarbakır valiliğine atadığı Kürt Muhammed Bey işgale
karşı direnişe geçen Cizre’yi yakıp yıktı, harabeye çevirdi. Şehrin Müslüman ve Hıristiyan halkını kılıçtan
geçirdi. İşte, Kürdistan Beylerinin, Osmanlılarla İttifak arayışı işte bu zulüm ve işgal ortamında gerçekleşti.
Şerefhan’a göre, Osmanlılarla İttifak kuran Kürt Beyleri, bölgeyi Şah İsmail belasından kurtarmak
üzere Osmanlı ordusuna katılmış ve statülerine tekrar kavuşmuşlardır. Şöyle ki;
Sultan Selim Tebriz’den döndükten sonra, 28 Kürt Beyini Amasya’da (1514) topladı ve onlarla bir
anlaşma imzalandı. Kürt tarihçi Mehmet Emin Zeki Bey’e göre bu anlaşmanın altı maddesi vardı. Buna göre,
Kürt Emirliklerinin yetkileri gözetilecek, emirlik babadan oğula geçecek, savaş sırasında Osmanlılar ve
Kürtler, ortak düşmanlara karşı birlikte hareket edecek ve bu bölgeler, Osmanlılara düzenli vergi ödeyecekti.
Bu anlaşma yaklaşık 320 yıl kadar aynen korundu ve taraflar arasında herhangi bir anlaşmazlık yaşanmadı.
Mustafa Kemal’in konuya yaklaşımı da 01 Mayıs 1920 meclis konuşmasından anlaşılmaktaydı.
Daha önce de belirtmiştik:
Günümüzde en yaygın şirk çeşitleri: Kürt ırkçılığı, Türk ırkçılığı ve Ilımlı
İslamcılıktır!..
Bugün PKK’nın ve terörist Öcalan’ın öncülüğünü yaptığı Kürtçülük hareketi, Kürtlere ayrı
devlet kurdurma hedefi ve hayali ve Kürtleri bin yıldır aynı inanç ve amaç etrafında kaynaşan Türk
kardeşlerinden koparma faaliyetleri ve Kürtleri İslam’dan çıkarıp Zerdüştlük gibi Batıl ve bozuk bir
putperestliğe çevirme gayretleri, bunların hepsi şirkin ve şekavetin tezahürleridir. İnsanın kendi
kavmini sevmesi, sahiplenmesi, yakınlık hissetmesi, yani müspet milliyetçilik elbette tabiidir, fıtridir,
caizdir ve güzeldir. Ama ırkını yüceltip kutsaması, başkalarından çok farklı ve ayrıcalıklı
yaratıldıklarına inanması; inkârcı ve barbar tavırlar da takınsa, kendi kavminden olanları hep haklı
çıkarması ve özellikle “Kavmiyetçiliği İslam kardeşliğinin üstünde tutması”, cahilliktir, fitneciliktir ve
şirktir. Hizbullah’ın yaptığı gibi, Kürt ırkçılığına İslamcılık sosu katılması da, bu durumu
değiştirmeyecektir. Bunun gibi, ırkçı, kafatasçı ve imtiyazcı bir yaklaşımla “Türkçülük” yapmak ta
temelsiz ve geçersizdir. Bu tür bir üstünlükçü Türkçülük asla Kürtçülüğün çaresi ve reçetesi
değildir, tam aksine tohumu ve gübresidir.
Ülkemizde ve aziz milletimiz üzerinde Türk ırkçılığının da, Kürt
ayrımcılığının da hep Yahudi dönmelerince başlatılmış olması ilginçtir.
Örneğin Munis (Kohen) Tekinalp Türkçülüğün kurucularındandır. Namı diğer “Moiz Cohen”
Osmanlı’nın Serez beldesinde bir hahamın oğlu olarak 1883’te doğmuşlardır. Selanik’te sıkı bir hahamlık
eğitimi almıştır. Koyu bir Sultan Abdülhamit düşmanıdır. Selanik’te çıkan Asır gazetesinde yazılar yazmış,
aynı gazetenin genel yayın yönetmenliğini yapmıştır.
İttihat ve Terakki Partisi’ne katılmış, 1907 yılında masonluk faaliyetlerine başlamıştır. 1909 yılında
Hamburg’da düzenlenen Dünya Siyonist Kongresi’ne Selanik delegesi olarak giden insandır. 1920 yılında
Hakimiyeti- Milliye gazetesinde “Kahrolsun Şeriat, Mustafa Kemal Paşa Türk Peygamberidir” diyecek
kadar küstahlaşmış, Hz. Ali’ye “Sen İlahsın!” diyen İbni Sebe Yahudisinin yerini almıştır.
Moiz Kohen’e göre, “Türkler İslam’ı bırakmalı ve eski Şaman inanışına dönüş yapmalıdır” Bunu
söylerken Yahudilerin de Türklerin İslam öncesi halini çok benimsediğini yazmıştır. Kohen’in “Kahrolsun
Şeriat” sözleri bugün daha cılız olsa da, yakın zamana kadar bazı katı ulusalcılar ve Kemalist takımınca
sıkça kullanılan bir slogandır. Bir de “Araplar bizi sırtımızdan hançerledi” bahanesiyle Türkçü Moiz Kohen
İslam düşmanlığına Arap karşıtlığı kılıfı sarmıştır. Kohen, Türkiye’de Arap düşmanlığı yaparken, meslektaşı
ve dindaşı ve İsmet İnönü’nün Lozan’daki özel danışmanı Yahudi Hahamı Haim Nahum da Mısır’da Arapları
Türklere karşı kışkırtmaktaydı.
Uzun yıllar Türk Dil Kurumu’nda çalışan “Türk Ruhu” kitabının yazarı, Ziya Gökalp’in akıl hocası ve
205
CHP kayıtlısı olan Munis Tekinalp, yani Moiz Kohen, 1956 yılında emekli olduktan sonra Fransa’nın
Nice şehrine yerleşince, her nedense “Öldüğümde sakın beni Türkiye’de defnetmeyin” vasiyetinde
bulunmuşlardı. 1961 yılında vasiyetine uygun bir şekilde Fransa’da (Gizli Yahudilerin gömüldüğü bir kilise
mezarlığına) bırakılmıştı.
Darwinist, Komünist, Leninist ve Maoist Türkçü İşçi Partisinin, aynen kendisi gibi
Darwinist Komünist, Leninist ve Maoist PKK (Kürtçü İşçi Partisinin) çaresi ve alternatifi olması
mümkün değildir. Mikroptan belki aşı yapılabilir, ama ilaç yapıldığı görülmemiştir. Bütün kâfirler ve
gizli hainler gibi korkak olduklarından açıkça İslam’a saldıramayıp kancıkça Türbana, Kur’an kursuna
ve Kur’an tefsiri Risale-i Nur’a sataşan; zalim ve dinsiz ideolojilerini rahat pazarlayamadıklarından
Kemalizm ve İslamiyet istismarına sığınan solcu görünümlü soysuzlara milletimiz asla itibar
etmemiştir, etmeyecektir. Bir yanda Türkçü geçinip, öte tarafta İslam’la özdeşleştiği için bin yıllık
Selçuklu ve Osmanlı’ya derin bir kin ve nefret besleyen, ama milyonlarca masumun ve Müslüman
Türk’ün katilleri olan Lenin, Stalin ve Mao gibi canilerin ismini zikir çekip dilinden düşürmeyen,
sürekli Ermeni hıyanetinden bahsedip, asıl onları da kışkırtan İttihatçı Mason Sabataistleri ve Yahudi
dönmesi “Pakradunileri” hiç gündeme getirmeyen… Bir zamanlar kol kola koyun koyuna dolaştıkları
ve aynı kirli ve şeytani zihniyetin mensubu oldukları halde, sadece “niye bizi değil de sizi öne çıkarıp
muhatap aldılar?” gibi bir kıskançlık rekabetiyle Apo ve PKK ile horoz kavgasına girişen… Faizci
Kapitalizmin de, ezici komünizmin de aynı Siyonist Yahudi sermayesinin dünya hâkimiyetine hizmet
sistemleri olduğu gerçeğini hala fark etmeyen köksüzlerin kötü niyetleri de kendi başlarına
geçecektir.
Şimdi Soralım:
Moiz Kohen (Munis Tekinalp) gibi Yahudi sapıkların, Şamanizm’e ve Siyonizm’e uyarladığı,
İslam düşmanlığına kılıf yapılan TÜRKÇÜLÜK ideolojisinin:
• Kendine özgü ekonomik esasları var mıdır, varsa nelerden oluşmaktadır?
Örneğin FAİZ uygulanacak mıdır, vergi nelerden ve hangi ölçülerle alınacaktır?
• Bu Türkçülüğün kendine ait Hukuk nizamı ve temel anayasa kuralları var
mıdır, varsa hangi kaidelere dayanmaktadır?
• Bu Türkçülüğün, ahlaki ve ailevi yapısında; içecek, yiyecek ve giyecek
konusunda, orijinal prensipleri var mıdır ve nerelerden kaynaklanır?
• Bu Türkçülüğün; siyaset (yönetim) kanunları ve devletin asli kurumları
hangi şartlara ve standartlara göre ayarlanmaktadır?
• Bu Türkçülüğün, eğitim ve öğretimin bütün aşamalarında gözetilecek
temel esasları ve programları var mıdır, neye göre belirlenmiş olacaktır?
İslam dışı kafatasçı Türk veya Kürt ırkçılarının bu sorulara verecekleri bir tek doğru ve
doyurucu yanıtları yoktur. Çünkü Türk, Kürt vb. sadece bir ırktır, kendilerine ait bazı gelenek
ve görenekleri dışında, özel ve orijinal hukuk nizamları ve sistem kavramları
bulunmamaktadır. Oysa, Avrupa’dan kopya edilen, barbar Batılı değerleri taklit yoluyla
şekillenen kurum ve kurallar esas alınarak, biraz Kapitalizm, biraz sosyalizm, biraz Osmanlı
geleneği karıştırılıp üzerine de biraz İslam sosu katılarak, maalesef Moiz Kohen (Munis
Tekinalp) gibi hain Yahudilerce uydurulan ve hiçbir ilmi temeli bulunmayan kuruntular
yerine, İslam’i değerler ve tarihi birikimlerle şekillenen müspet bir Milliyetçilik elbette daha
tutarlı ve kucaklayıcı olacaktır.
Şu AKP döneminde maalesef;
a- İslam Dinini istismar edip ılımlaştırma ve yozlaştırma girişimlerine hız verilmiştir.
206
b- Müsbet Türk Milliyetçiliğini ise inkâr edip, Milli duygu ve duyarlılıklarımızı
soysuzlaştırma yolu benimsenmiştir. Hatta Öyle ki “TC” den kıcık alan ve kaldırmaya çalışan
resmi ve sivil WC’ciler türemiştir. Bu ülkede Türkler, Kürtler, Çerkezler, Lazlar, Zazalar, Göçmenler ve
diğer kökenler; bunların hepsi ayrı kavim olabilir, ama aynı millettir. Resmi ve ortak dilleri Türkçedir,
Türkiye Cumhuriyeti hepimizin devletidir ve hepimizin ortak haysiyet ve hürriyet garantimizdir.
Hâlbuki başta Bediüzzaman gibi şahsiyetler, müspet Türk Milliyetçiliğine hürmet ve riayet
etmişlerdir. Yoğun bir medya manipülasyonu ile artık “Kürt”lerin özgürlüğünden, özerkliğinden, etnik
kimliğinden bahsetmek ve bunlara sahiplenmek; vicdani duyarlılık, Avrupai uygarlık ve insan
haklarına saygınlık sayılırken, maalesef “Türk” kelimesini ağzına almak, ırkçılık, çağdışılık ve
barbarlık gibi gösterilmektedir. Bunun gibi Alevilik de; ilericilik, hoş geçimlilik, aydın kişilik olarak
takdim ve takdir edilirken, Sünnilik ise gericilik, Emevicilik ve kökten dincilik diye tahkir edilmektedir.
Oysa her ikisi de aynı değerlerin, farklı tezahür ve renkleridir.
AKP yalakası ve Amerikan borazanı Mümtazer Türköne’nin; “Din eğitiminde devlet tekeli
kalkıyor”129 diye manşet atıp müjdelediği: “Anayasanın 24. maddesi: “Din ve ahlak eğitim ve öğretimi
devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.” kaydının, yeni hazırlanan anayasada yer almayacağını
bildirmesi de artık din eğitiminin, hem mecburi olmaktan çıkarılacağını hem de, din eğitiminin ABD
güdümlü cemaat ve tarikatlar elinde “Küresel Siyonist sömürü düzenine, dindar ve itaatkâr ılımlı
köleler yetiştirme” yolunun açılacağını haber vermektedir. Recep T. Erdoğan’ın ABD’de çekilen
ahlaksız film skandalına karşı Türkiye’deki tepkisizliği “Son on yıldır aşırılıkları törpülemeyi başardık.
Bir anlamda paratonerlik yaptık ve toplumun gazını aldık”130 sözleri tam bir itiraf gibiydi. Evet, Recep
T. Erdoğan ve Hükümetinin iktidara getiriliş gayelerinden birisi de: “Müslüman halkımızın ABD
emperyalizmine ve İsrail Siyonizm’ine karşı haklı duyarlılıklarını törpülemek, toplumun havasını
indirip layt ve uysal hale getirmekti.”
Osmanlıdan Günümüze Türklük Kavramı.
1- “Malumu ilam ahmaklıktır.” (Yani herkes tarafından ve açıkça bilinip belli olan şeyleri, tekrar
tekrar anlatıp açıklamak geri zekâlılıktır.) gerçeği doğrultusunda, zaten Oğuz nesli Kayı boyundan
oldukları dünya âlemce malum ve meşhur olan Osmanlılar, kuruluştan itibaren, ayrıca bir “Türk
Devleti” olduklarını vurgulamaya gerek görmemişlerdir.
2- Tebaası olan Rum, ermeni, Bulgar, Arap gibi kavimleri ürkütmemek için de, Osmanlılar bu
konuda tedbirli ve dikkatli hareket etmiştir.
3- Osmanlılar hamisi ve halifesi oldukları İslam dünyasına “ırkçı, ayrımcı ve kayırımcı”
davranmadığını göstermek için de “Türk”lüklerini sıklıkla öne sürmemişlerdir.
4- Ancak Türk asıllı olmayan, ülkelerini işgal eden ve kendilerini devşiren Osmanlı Türk’üne
karşı gizli kin besleyen bazı bürokrat ve komutanlar, zaman zaman Türkler ve Türkçe aleyhine
girişimlere yeltenmiş ve Osmanlının kendilerine sağladığı imkân ve fırsatları suiistimal ettikleri
gözlenmiştir.
5- Medreselerde ve edebiyat çevrelerinde Arapça ve Farsçaya ağırlık verilmesi ise, köklü medeniyet
birikimine ve hikmet eserlerine, tefsir ve hadis gibi İslami İlimlere kaynaklık etmeleri ve İslam âlemiyle rahat
irtibat kurabilecek diplomat ve bürokratları hazırlama nedeniyledir.
6- Ancak bütün Osmanlılar döneminde köy, kasaba ve şehir sakinleri hep Türkçe
konuşmuş; halk şairleri, tasavvuf erleri ve manevi terbiye öncüleri, saray kâtipleri ve
tarihçileri, Süleyman Çelebi gibi gezginler hep Türkçe konuşup yazmış ve Osmanlı Türkçesi
129 (16.09.2012 / Zaman
130 (17.09.2012 / Sabah / Okan Müderrisoğlu)
207
resmi dil olarak kabul edilmiştir. Üstelik, -hiçbir zorlama ve baskı olmaksızın -doğal bir
ihtiyaçla ve kendi arzularıyla, yerli, Rum, Ermeni, Yahudi toplulukları hatta fethedilen ve
Müslümanlığı seçen Balkan halklarının bir kısmı Türkçeyi öğrenmişlerdir.
7- Ne var ki, 1800’lü yılların başında padişah olan Sultan 2. Mahmut: “Muhiti (çevreyi) kollarken
merkezin dağılacağını, başka kavimleri kucaklarken asli unsur olan Türklerin ihmale uğradığını” fark
edip, bazı tedbirlere yönelmiştir.
Osmanlı tarihinde “Türk” ve “Türklük” kavramları lehine ilk gelişme, Sultan 2. Mahmut zamanında,
1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve yerine o zaman “Mansure Askerleri” denilen ve doğrudan
doğruya Anadolu’nun Türk Müslüman halkına dayanacak olan ordunun kurulma girişimlerinde görülmektedir.
Bilindiği gibi Yeniçeri Ordusu genellikle devşirme, yani gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim halka dayanan bir
tabandan gelmekteydi. Haziran 1826 tarihinden itibaren ise artık ordu devşirme kökenden değil daha ziyade
Türklerden ve Türkleşmiş kavimlerden teşkil edilecektir.
8- Meşruiyet döneminde, Sultan Abdulhamit Han’ın kabul ettiği Kanun-i Esasi’de ise:
“Osmanlı tebaasının devlet kademelerinde görev alabilmeleri için resmi dil olan Türkçeyi bilme
şartı” getirilmiştir. (Madde:18)
Ayrıca Kanuni Esasi 68. maddesine (3. fıkra): Türkçe bilmeyenlerin mebus (Milletvekili)
seçilemeyeceği ve Mebus adaylarının Türkçe okuma yazma mecburiyeti eklenmiştir.
9- İttihat ve Terakki sürecinde:
a- Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibileri İslam kaynaklı Türk Milliyetçiliğini.
b- Ama diğerleri de, “ırkçılık ve kafatasçılık” ağırlıklı bir ulus kavmiyetçiliği benimsemişlerdir.
Bu arada Avrupa’da, İslam’dan mayalanan Türk milliyetçiliğine karşı ilk planlı ve kasıtlı
düşmanlık kampanyasını başlatanların ise, komünizmin fikir öncüleri sayılan Yahudi kökenli Engels
ve Marx olduğunu da hatırlamamız gerekir.
10- Mustafa Kemal ise Türk Milliyetçiliğini, ırkçı bir anlayış ve yaklaşımdan uzak,
kuşatıcı ve kucaklayıcı bir zihniyetle ve zaten fikren ve fiilen dünyada öyle bilinen haliyle
özümseyip resmileştirilmiştir. Ancak ondan sonraki süreçte, Türkçülük yeniden ittihatçıların
mason kanadı gibi, ırkçı ve dışlayıcı bir mecraya evrilmiştir.
11- Rahmetli Erbakan Hoca ise, Türkçülüğün diğer unsurları inkârcı, horlayıcı ve yok
sayıcı bir kavram olarak kullanılıp dayatıldığı ve dış güçlerin bu haksız uygulamayı istismar
edip özellikle Kürt kardeşlerimizi ve PKK’yi kışkırtıp azdırmaya çalıştığı bir ortamda: Milli
birlik ve dirliğimizin mayası ve kaynaştırıcı kimyası olan DİN kardeşliğini öne çıkarıp
önemsemiş; ama çok dikkatli ve rikkatli (merhametli) bir dille sık sık “Bin (1000) yıllık
kardeşliğimize” vurgu yaparak, Anadolu’muzun Malazgirt zaferiyle fethedip, Selçuklu ve
Osmanlı dönemleriyle Türklere vatan yapılmasına özellikle dikkat çekmiştir. Ve hele,
Erbakan Hoca’nın müsbet milliyetçiliği tahkir edici söz ve imalarına rastlamak mümkün
değildir. Ve zaten o devirdeki, dedesini bile gizlemek zorunda kalan bazı sahte Türkçüler ve
sabataist-mason ittihatçı döküntüler ve diğer siyasi aktörler içerisinde, yedi sülalesi özbeöz
Türk olan, belki de tek şahsiyettir. Ve tabii, hepsinden önemlisi Erbakan Hoca inançlı ve
kararlı bir mü’mindir ve bizi Millet yapan asıl kimyanın İslam Dini, Ehli Sünnet disiplini ve
ehli Beyt çizgisi olduğunun bilincindedir. Erbakan Hoca’nın Türklerin dışında; Kürtler, Rum
ve Ermeni nesiller, Kafkas ve Balkan kökenliler gibi değişik kavim ve kültürlerden, İslam
potasında kaynaşan, muhteşem Anadolu seramiğinin (mozaik değil!) bu mübarek ahengini
ve rengini bozacak söylem ve sloganlardan sakınması, Milli haysiyet ve hassasiyet
gereğidir. Kaldı ki, bir kişiyi önemli ve değerli kılan ve gerçek kimliğini oluşturan; Onun
208
kökeni ve mensubiyeti değil, İnsanlığı, inancı, amacı, ahlakı, ilmü irfanı ve yararlı çabaları
gibi şeylerdir.
12- Şu tarihi ve tescilli gerçekte asla unutulmasın ki, Müslüman olmayan veya
sonradan İslam’dan çıkan Türkler, Türklüklerini de, Türkçeyi de muhafaza edememişler
(istisnai örnekler dışında) başka kavimler ve kültürler içerisinde eriyip gitmişlerdir. Hatta
Ehli Sünnet istikametinden (Sünnilikten) koparılıp, geçmişte Şiilik, günümüzde Vehhabilik,
El-Kaide’cilik, İranlı Ali Şeriati’cilik gibi aykırı mezheplere kayan Türklerin bile, tarihte
Osmanlı Devletine, şimdi de Türkiye Cumhuriyetine düşman hale getirildikleri görülecektir.
Mustafa Kemal’in şimdi kaldırılmaya çalışılan Diyanet İşleri Başkanlığını kurarken, İslam’ın
ehli Sünnet çizgisini ve Maturidi’lik düşünce sistemini tercih etmesi boşuna değildir.
Toparlarsak:
“(İslam’ı ve Kur’ani esasları gereksiz ve geçersiz sayıp) İnkâr edenler (hangi kavim ve
görüşten olursa olsun onlar) birbirlerinin velileri (ve şeytani düşüncelerin
destekleyicileri)dir. (Ey Mü’minler) eğer siz böyle hareket etmez (Hak ve hayır üzerinde
birbirinizi desteklemezseniz) yeryüzünde (ve ülkenizde) fitne ve hezimet meydana gelecek
ve büyük bir fesatçılık ve bozgunculuk alıp yürüyecektir” (Enfal: 73)
Ayetinin yanında; tüm akli, ilmi, vicdani ve tarihi göstergelerin gereği olarak;
Milletimizin birlik ve dirliğine, Türkiye Cumhuriyeti Devletimizin güçlenerek devam
etmesine, varlığımızın ve ayakta kalmamızın sigortası olan silahlı Kuvvetlerimize yönelik
tahrip ve tertiplere karşı el ve gönül birliği yapmamız, kof saplantı ve safsatalar uğruna
inatlaşmayı bırakmamız, işte Milliyetçiliğin ta kendisidir.
Yahudi ve Hıristiyanlar, Budistler ve Moon’lar AKP iktidarı ve Fetullahcıların elebaşları
(iyi niyet taraftarları değil) hepsi birden, yukarıdaki ayetin belirttiği gibi, “faizci kapitalizmin
ve Siyonist emperyalizmin” hâkimiyeti için kenetleşip birbirlerini kolladıkları ve çok çirkin
bir din istismarı yaptıkları bir süreçte, bizlerin hala kof kuruntular, boş ve batıl kavramlar
için didişmemiz, dış güçlerin ve işbirlikçilerin ekmeğine yağ sürmek değil midir? Asıl
Milliyetçilik; Milleti, memleketi ve devleti uğrunda ve bu kurum ve kavramların oluşmasının
asıl mayası olan İslam odaklı ve herkesin temel insan haklarına saygılı yaklaşımlarla kendi
parti, dernek ve ideolojik taassubunu terk edebilmektir.
209
MİLLİ GÖRÜŞ'ÜN MARAZLI TAKIMI VE ERBAKAN'IN
TARİHİ ATILIMLARI
BAŞBAKANIN TUTARSIZLIKLARI VE İSLAM SÜFYANI
Yalan pek çok kötülüğün kılıfı ve nice zulmün kaynağı büyük bir günah olduğu
için dinimizde şiddetle yasaklanmış; hatta hadisi şeriflerde “Yalan konuşmak,
va’dinden caymak (sözünü tutmamak) ve emanete hıyanette bulunmak (yönetimle
ilgili görev ve yetkileri kötüye kullanmak), münafıklık sayılmıştır. Özellikle amirlerin,
âlimlerin ve ticaret ehlinin yalan söyleyip halkı avutması daha ağır bir suç olarak
haram kılınmış ve Hz. Peygamber Efendimiz “Bizi aldatan bizden değildir!”
buyurmuşlardır. “Öyle ise iğrenç bir pislik olan putlara (ve tağutlara tapınmaktan)
sakının ve yalan söz söylemekten de (kesinlikle) kaçının” (Hac: 30 son kısım)
ayetinde Cenabı Hak yalancılıkla puta tapıcılığı bir tutmuşlardır. Yalanı bir sığınma
aracı ve zorlukları kolaylaştırıcı sananları da Kur’an: “Ey iman edenler, Allah’tan
korkun (kendinize çeki düzen verin) ve (her konuda) doğru söz söyleyin. Ki (Allah)
amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlayıp (kötülüklerinizi gidersin)” (Ahzab:
70-71) şeklinde uyarmıştır.
Hz. Peygamber Efendimiz: “(Ey Resulüm!) Seninle birlikte (küfür ve kötülükten gerçekten) tövbe
edenlerle beraber, emrolunduğun gibi dosdoğru davranın. Ve (sakın) azıtıp (haddinizi aşmayın)” (Hud:
112) ayetinin geçtiği “Hud suresi beni sarsıp ihtiyarlattı!” buyurmuşlardır.
“Ey iman edenler, yapmayacağınız (ve tam aksine davranacağınız) şeyleri niçin söylersiniz?
(Böyle)Yapmayacağınız (ve üzerinde duramayacağınız) şeyi söylemeniz Allah katında onun gazabını
(artırmak) bakımından büyük bir suç ve sorumluluk teşkil etmektedir.” (Saff: 2-3) ayetlerinin ikazları
asla unutulmamalıdır.
Bütün bunlara rağmen, üstelik dindar bilinen Sn. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, her başı
sıkıştıkça yalana başvurması ve verdiği sözlerin tam aksine davranması kafaları karıştırmaktadır. Ve
yandaş yalakaları bile bu masiyetlere hikmet ve mazeret uydurmaktan bıkmışlardır.
İşte Erdoğan'ın bazı tutarsız beyanları!
Önce; “Terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, hiçbir zaman da oturmayacağız, biz buyuz.
Bunlarla görüştüğümüzü söyleyenler, bu alçakça iftirada bulunanlar şerefsizdir” buyurdu, sonra devlet ve
hükümet olarak terörist başıyla masaya oturuldu, hatta onun sekreteri ve posta eri gibi, Kandil’e mektupları
taşınır oldu.
Önce; TBMM tutanaklarına geçtiği şekilde; “benim milletimin dili tektir, o resmi dil Türkçedir” diye
konuştu; sonra “Ben ne tek dil dedim, ne tek din dedim, hiçbir yerde böyle bir ifadem yok, bunlar yalan
makinesi” sözleriyle geri adım atıp kendini savundu.
Önce; “NATO’nun ne işi var Libya’da? Böyle saçmalık olabilir mi yahu? Türkiye olarak biz bunun
karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez” diye duyurdu; sonra barbar Haçlılarla
bir olup Libya’yı vurdu ve AKP’nin resmi internet sitesinde yazdığı gibi: “NATO, Libya’nın Libyalılara ait
olduğunu tespit ve tescil için oraya gitmelidir” şeklinde bahaneler uyduruldu.
Önce; “NATO’dan Patriot talebimiz olmadı, iddialar tamamen asılsız, savunma icra konseyinin
başkanı benim, karar verici biziz, benim bundan haberimin olması lazım, benim böyle bir şeyden haberim
yok, herhalde sağır duymaz uydurur cinsinden bir haber” diyerek gazetecileri susturdu; ama sonrasında,
210
acaba hangi mahfiller Ona: “Türkiye NATO toprağıdır. Patriotlar Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş’a
yerleştirilecek” itiraflarını kusturdu?
Önce; Malatya Kürecik’teki füze kalkanının kontrolü için: “Komuta kesinlikle bize verilmeli, aksi
takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” diye hava atıp durdu; sonra, “Buranın komuta sisteminin
tamamıyla NATO’da olması gerektiğini söyledik” diyerek kendi aklınca herkesi uyuttu!
Önce; “Biz, geniş Ortadoğu projesinin eş başkanlarından bir tanesiyiz” “Şu anda Amerika’nın da
düşündüğü Büyük Ortadoğu Projesi var ya, genişletilmiş Ortadoğu projesi, yani bu proje içerisinde Diyarbakır
yıldız olabilir” diyerek işbirliğini ortaya koydu; sonra “Ellerine bir kâğıt almışlar dolaşıyorlar, Amerika’nın
projesidir diyorlar, bunu ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar” şeklinde hakaretler savurdu!.
Önce; Miting kürsüsünden “içerde sanal tehditler, dışarıda düşman ürettiler, milleti korkuttular,
Türkiye’nin üç tarafı denizle, dört tarafı düşmanla çevrili dediler, biz ne yaptık, bu anlayışı yıktık, Esad
kardeşimle oturduk, iki dost, iki kardeş olduk” şeklinde havalar savurdu. Sonra; “Suriye giderek artan bir
tehdit oluşturmaktadır, ülkemiz bu tehdidi her geçen gün biraz daha fazla ve yakından
hissetmektedir” şeklinde savaş çığırtkanlığı tutturdu!
Önce; “Demokratikleşme paketinde anadilde eğitimin önü açılıyor mu?” diye sorulunca, “hayır, yok,
özel okullarda da yok, neyi getirir götürür kimse düşünmüyor, biz ülkemizi bölecek konular üzerinde adım
atamayız, güzelim ülkemize yazık edersiniz, anadilde eğitimin önünü açarsanız, resmi dili zedelersiniz” diye
savuşturdu, sonra; “Özel okullarda farklı dil ve lehçelerde eğitimin önünü açıyoruz, özel kurs imkânı
getirmiştik, seçmeli ders olarak öğretilmesinin önünü açmıştık, şimdi de özel okullarda mümkün hale
getiriyoruz” diyerek milleti avuttu!..
Şimdi merak edip soruyoruz ve elbette doğru ve doyurucu yanıtlarını bekliyoruz:
1. Sn. Başbakan, bu oldukça hayati konularda, kasten ve bilerek yalan söylüyor ve halkımızı
avutup oyalamaya mı çalışıyordu?
2. Yoksa, önce samimiyetle konuşuyor, doğru söylüyor; ama sonradan haksız ve yanlış işler
yapmaya mecbur kalıyor ve geri adım atmak ve yalana sığınmak zorunda mı bırakılıyordu?
3. Sn. Başbakanın önceden ilgisi ve bilgisi bulunmayan, kendisinin imani ve vicdani
kanaatiyle de uyuşmayan; üstelik ülkemizin ve milletimizin aleyhine olan bir takım yanlış ve yararsız
kararları almaya ve önceki sözlerini yalayıp yalama olmaya mecbur ve mahkûm eden mahfiller ve
merkezler mi bulunuyordu?
4. Eğer bu sonuncusu doğru ise, Türkiye’yi gerçekte perde gerisinde kimler yönetiyordu ve
“Demokratik seçimler” bu gizli diktatörlüğe kılıf mı yapılıyordu?
İslam Kahramanı Sanılan “Deccali Süfyan”ın sıfatları!
İslamlar içinde merkez-i hükümet-i Hilafet olan Osmanlının varisi Türkiye’de ortaya çıkarak dindarlık
rolüyle din tahribatı yapan, ülkeyi Avrupa’ya, Milleti Hıristiyan ahlakına ve kurumlarına bağlamaya çalışan ve
siyasi şöhreti olan bir şahıstır. İslam düşmanlarının Müslüman ülkeleri işgal etmesine sebep ve destek
olacak ve bu karışıklıktan istifade ederek demokrasiyi kutsallaştırıp İslam’ın özünü bozacak ve
Müslümanların dini gayretini yozlaştıracaktır. Ayrıca şeytani zekâvetiyle birçok din adamını kendine
hizmet ettirip etrafında fetvacı olarak yararlanacak, Üniversite öğretim elemanlarına da dünyalık
imkânlar sağlayıp reklamını yaptıracaktır. (Bak: Şualar-585) Ama ne var ki akılları ve vicdanları kararmış
ve deccalın kendilerine sağladığı imkânlarla dünyaya dalmış yarı bilgin “Ulema-i Sû” (kötü ve menfaat
düşkünü ilim adamları) lakabını hak etmiş kimseler tarafından onun bu tahribatı “dine hizmet” olarak halka
anlatılır. Hatta bir kısım meddahlar onu “mehdi” olarak takdime çalışır. Hz. Ali (ra) İslam deccalına “Süfyan”
namını takmış ve kendisinden kaynaklanan bütün rivayetlerde bu İslam deccalına karşı ümmeti uyarmıştır.
İslam Deccal'inin (Süfyan) “eli delik olacak” yani israf ve borç ekonomisi uygulayacaktır.
Hz. Peygamber (SAV) Süfyan'ın tanınması için bazı alametlerini sıralamışlardır. Mesela hadiste; “âhir
zamanın mühim şahıslarından olan Süfyan'ın eli delinecek” buyrulmaktadır. Bu gibi rivayetlerde de yine
benzetme yapılmıştır. Çünkü atalarımız israf ile elinde mal durmayan kişiler için “filan adamın eli deliktir”
211
ifadesini kullanmışlardır. Demek “Süfyan” denilen o dehşetli şahıs, çok müsrif olacak ve insanları
israfa, (lüks yaşama ve faizli bankacılığa) teşvik edecektir. İsraf edenler de, onun (faizli banka kredisi
tuzağına ve ülke borç batağına) kapılacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v) ahir zamanda gelecek ümmetini,
onun tuzağından korumak için, bu özelliğini hatırlatmıştır. (Şualar, 583)
O Süfyan devlet imkânlarını kendi şahsına ve yandaşlarına kullandığı ve
kadrolaştığı için rivayetlerde “Ahir zamanda gelecek olan Süfyan’ın eli delik olacak” (Hâkim,
Müstedrek, 4:520; Aliyyu’l-Muttaki, Kenzu’l-Ummal, 11:125) şeklinde yorumlanmıştır.
Süfyan İslami bir hizmet ve hizip arasından ayrılıp ortaya çıkacaktır.
Rivayetlerde "Süfyani’nin Horasan taraflarından zuhur edeceği kayıtlıdır" Bediüzzaman bu
konuda şöyle bir açıklama yapmaktadır: "Bunun bir tevili şudur ki: Türkler, o rivayet zamanında Horasan
taraflarında bulunup daha Anadolu'yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle
Süfyanî Deccal’in onların içinde zuhur edeceğine işaret olunmaktadır” (5. Şua).
Başka bir hadiste geçen "Bütün şark ülkelerini dolaşacak." (Kıyamet Alametleri,168) cümlesi de
Süfyan fitnesinin ve öğretisinin bütün ümmete yayılacağına ve Onun bir kurtarıcı kahraman sanılacağına
işaret sayılmıştır.
Bediüzzaman bir hadisi açıklarken şunları anlatmıştır: “(Onun) başka padişahlar gibi; ya kuvvet ve
kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanatı olmadığı halde, (şeytani)
zekâvetiyle ve siyasî tecrübe ve desisesiyle o mevkii kazanır, hilekâr ve riyakâr tavrıyla çok âlimlerin
akıllarını teshir (etkileyip kendi hedefine hizmetçi) eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri
(öğretim üyelerini) kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden (Mecburi din dersine son
veren) maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır, demektir” (Şualar, s. 461)
Süfyan tiyniyetli kişiler; faizi yaygınlaştırdığı, zinayı ceza almaktan çıkardığı, domuzu kesimlik
hayvan saydığı, Kur’an’ın kısas (idam) hükmünü kaldırdığı, İslam birliğinin ve Adil Düzenin önünü
tıkamaya ve Haçlı Birliğine katılmaya çalıştığı halde, dünya çıkarını ve rahatını önceleyen kimselerce
İslam kahramanı sanılacak ve alkışlanacaktır. Oysa Süfyan’ın asıl amacı, Mehdiyet hareketini
dağıtmak, İslami şuuru dejenere edip bozmak ve dindarlık görüntüsüyle Müslümanları avutup
uyuşturmaktır.
Süfyanilerin desteklediği çetelerin ve terörist birliklerin, “insanları acımasızca katledecekleri,
öldürülen kimselerin karınlarını deşeceklerini” şeklindeki rivayetler; ABD’nin ve işbirlikçi
yönetimlerin kışkırttığı, Suriye Muhalefeti içindeki sapık Vehhabi-Selefi itikatlı El-Kaide militanlarının
vahşet ve rezaletlerini hatırlatmaktadır.
Süfyani’nin ortaya çıkışı birçok rivayette anlatılmış ve Melheme-i Kübra’nın (Tarihi büyük
hesaplaşmanın) zuhur alametlerinden olduğu vurgulanmıştır. Süfyani kuru kahramanlık adına savaş
çığırtkanlığı yapacak ve çok sayıda masum insanın kanının akıtılmasına sebep olacaktır. Irakta,
Libya’da ve Suriye’deki karışıklık ve katliamlarda barbar Batılı güçlere arka çıkacağı anlaşılmaktadır.
Süfyani’nin, Recep ayında ortaya çıkacağının, Irak ve Suriye’deki kanlı çatışmaları
kışkırtacağının bildirilmesi de önemli bir ayrıntıdır.
Bediüzzaman İstismarı ve gerçeklerin saptırılması!
Müminlerin birlik ve dirliğini, ümmetin vahdet ve şevketini temin edecek:
İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı
İslam Ortak Pazarı
İslam Dinarı
İslam Savunma Paktı,
Ve, ortak İslam bilimsel araştırma ve yardımlaşma programı
gibi oluşumların mutlaka gerekliliğini, bunların ayrıntılı plan ve projelerini dahi
bilmeyen kişi ve kesimlerin “İttihadı İslam” hevesleri ve “Türk İslam Birliği”
hedefleri, sadece hamasi ve hayali bir slogandır ve istismar amaçlıdır. Küfrün ve
212
zulmün, bütün dehşet ve vahşetiyle hâkimiyetine ve İslam âleminin perişaniyetine
rağmen, Bediüzzaman Hz.lerini hala “Beklenen Büyük Mehdi” sanma saflığı ve
saplantısı da, sadece kuru zan ve kuruntulardır. Hâlbuki zan ve kanaat başkadır,
hakikat ve vukuat (oluşan mevcut durum) başkadır.
“Onların (bu konuda doğru ve geçerli) hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zan ve tahminle
yalan-yanlış konuşup duruyorlar” (Zuhruf: 20) ayetinin uyarılarına kulak asmalıdır.
Bediüzzaman'ın eserlerinde yüzlerce sayfa içinde anlattığı bilgiler ve gerçekler,
Kendisinin Hz. Mehdi olmadığını delilleriyle birlikte ortaya koymaktadır. Buna
rağmen bazıları “Bediüzzaman’ın beklenen Mehdiyet vazifesini yapıp tamamladığını
ve dünyanın huzur ve refaha ulaştığını” söyleyecek kadar olayı çarpıtmaktadır.
Oysa:
1. Bediüzzaman “Hz. Mehdi'nin seyyidlerden çıkacağını; kendisinin ise seyyid değil Kürt
olduklarını” (Emirdağ Lâhikası, s. 266), (Tenvir, Şualar, s. 365) (Münazarat, s.84; Tarihçe-i Hayat, s.228;
Bediüzzaman ve Talebelerinin Mahkeme Müdafaları, s.18);
2. “Kendisinin Hz. Mehdi'nin bir öncü komutanı ve pişdarı (hazırlık yapıcısı) konumunda
bulunduklarını” (Barla Lâhikası, s. 162);
3. “Eserleri ve hizmetleri ile Hz. Mehdi'ye zemin hazırladığını” (Sikke-i Tasdik-ı Gaybî, s. 189);
4. “Hz. Mehdi'nin kendi yaşadığı dönemden bir asır sonra çıkacağını” (Kastamonu Lâhikası,
s.57)
5. “Hz. Mehdi geldiğinde kendisinin vefat etmiş olacağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 172)
6. “Kendisinin ve Risale-i Nur’un Mehdi sanılmasının bir hata ve karıştırmaya (iltibas)
sayıldığını” (Emirdağ Lahikası, s. 266) açıklayarak Mehdi olmadığını anlatmıştır.
7. “Hz. Mehdi'nin siyaset, saltanat ve diyanet aleminde üç büyük vazifeyi bir arada yerine
getirip” Adil bir Düzeni uygulayacağını (Şualar, s. 456), (Şualar, s. 590), (Emirdağ Lahikası, s. 259-260)
belirtmiştir; ancak kendisi bu üç görevi bir arada yapamamıştır ve hele Hz. Mehdiye ait olan SİYASET
(parti ile hizmet ve hükümet) işlerinden mümkün mertebe uzak kalmış, ama siyasete bulaştığı
dönemlerde ise; Sultan Abdülhamit Han’a istibdatla suçlayıp sataşmak, mason ve dönme hainlerin
güdümündeki İttihat ve Terakki Partisine arka çıkmak, “namaz kılmayan merduttur!” diye birilerini
şiddetle kınarken, hayatı boyunca bir Cuma namazına gittiği bile tespit edilememiş olan diğer
birilerini “İslam kahramanı” diye haddinden fazla yüceltip alkışlamak gibi hata ve tezatlardan da
kurtulamamıştır..
8. Üstat “Hz. Mehdi'nin “materyalizm, ateizm ve Darwinizm, Kominizm, Kapitalizm gibi temeli
Allah’ı inkar etme üzerine kurulmuş olan dinsiz akımları “tam anlamıyla” etkisiz hale getirerek
insanların imanını kurtaracağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9), (Emirdağ Lahikası, s. 259) söylemiştir;
ancak bu dinsiz akımların ortadan kalkması Bediüzzaman hayattayken “tam anlamıyla”
başarılamamıştır.
9. “Hz. Mehdi'nin, “Peygamberimiz (sav)’in halifesi ve tüm Müslümanların fikri ve fiili lideri”
ünvanını taşıyarak İslam ahlakının esaslarını yeniden canlandıracağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9),
açıklamıştır; ancak kendisi tüm inananların halifesi (dini ve dünyevi lideri) vasfını taşımamıştır.
10. “Hz. Mehdi'nin tüm dünyaya barış, adalet ve hakkaniyet sağlayacağını ve İslam alemi
üzerindeki zulmü kaldıracağını” (Emirdağ Lahikası, s. 259), (Mektubat, s. 411-412), (Mektubat, s. 440),
(Şualar, s. 456) bildirmiş; ancak bu durum Bediüzzaman hayattayken oluşmamıştır.
11. “Hz. Mehdi'nin ‘Müceddid-i Ekber’ yani ‘en büyük müceddid’ vasfını taşıyacağını” (Tılsımlar
Mecmuası, s. 168) bildirmiştir; ancak Bediüzzaman bu ünvana sahip olmamış, Kur’an ve Sünnet
kaynaklı ve asrımızın ihtiyaçlarını karşılayıcı, ilmi ve İslami bir düzen taslağı ortaya koymamıştır.
12. “Hz. Mehdi'nin tüm mezhepleri kaldıracağını ve “en büyük müçtehid” (ihtiyaç oluştuğunda
ayetlerden hüküm çıkaran büyük İslam alimi ve önderi) olarak içtihad yapacağını (Tılsımlar Mecmuası, s.
213
168), (Mektubat, s. 411-412) belirtmiştir; ancak Bediüzzaman mezhepleri kaldırmamış, amelde Şafi
mezhebine bağlı kalmıştır. (Emirdağ Lahikası, s. 38), (Büyük Tarihçe-İ Hayat, s.202), (Büyük Tarihçe-İ
Hayat, s. 206) (Emirdağ Lahikası, s.573)
13. “Hz. Mehdi'nin İslam Birliği’ni sağlayacağını” (Emirdağ Lahikası, s. 260) yazmıştır; ancak
Bediüzzaman yaşadığı dönemde tüm dünya Müslümanlarını ortak bir çatı altında toplayarak İslam
Birliği’ni kuramamıştır.
14. “Hz. Mehdi'nin, tüm İslam alimlerinin, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen seyyidlerin
ve tüm Müslümanların desteğini alacağını” (Emirdağ Lahikası, s. 260) açıklamıştır; ancak Bediüzzaman
yaşadığı dönemde böyle geniş bir kesimin desteğini bulamamıştır.
15. “Hz. Mehdi'nin “üç büyük vazifesini” yerine getirirken çok büyük bir maddi güç ve
hakimiyet sahibi olacağını” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, sf. 9) (ve orduyu arkasına alacağını) defalarca
vurgulamış; ancak Bediüzzaman böyle büyük bir maddi kuvvet ve hakimiyete kavuşamamıştır.
16. “Hz. Mehdi'nin Hıristiyanların samimi ve ruhani tabakasıyla irtibat ve ittifak yapacağını”
(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9) bildirmiştir; ancak Bediüzzaman’a böyle bir girişim nasip olmamıştır.
17. “Hz. Mehdi'nin Hz. İsa’yla birlikte namaz kılacaklarını” (Şualar, s. 493) belirtmiştir; ancak
Bediüzzaman yaşadığı süre içerisinde Hz. İsa'yla birlikte olmamış ve beraber namaz kılmamıştır.
18. “Hz. Mehdi'nin Kur’an ahkamını ve İslam ahlakını tüm dünyaya yerleştireceğini ve bütün
insanları doğru yola sevk edeceğini” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9) (Mektubat, s. 473) söylemiştir; ancak
Kur’an ahkamının ve İslam ahlakının dünya hakimiyetine Bediüzzaman hayattayken ulaşılamamıştır.
19. “Hz. Mehdi'nin, Hz. İsa ile birlikte Süfyaniyet ve Deccaliyet’in fikir sistemini ve zulüm
düzenini etkisiz hale getireceklerini” açıklamıştır; ancak Bediüzzaman Hz. İsa ile biraraya gelip
buluşmamış, Siyonist ve emrperyalist zalimlerin batıl düşünceleri ve barbar düzenleri yıkılıp ortadan
kaldırılamamıştır.
Bediüzzaman’ın sözleri açıktır; tüm bunların “batıni tefsir” adı altında farklı şekillerde
yorumlanması gerektiği mantığı, Bediüzzaman’ın beyanlarına aykırıdır.
Bir kimsenin Hz. Mehdi olabileceğinden bahsedebilmek için Bediüzzaman'ın yukarıda sayılan
sözlerindeki tüm özelliklerin “tek bir şahıs” üzerinde görülmesi lazımdır. Evet Bediüzzaman hayatını İman
esaslarının ve İslam ahlakının tebliğine adamış, bu doğrultuda çok büyük ve şerefli bir mücadele başlatmış
ve bu uğurda nice saldırı ve sıkıntılara katlanmış büyük bir zattır. Ancak Hz. Mehdi'nin haber verilen
özelliklerine sahip olmamış, dünya çapındaki büyük İnkilap ve iktidara ulaşamamıştır. Maalesef bu gerçek,
zaman zaman çeşitli şekillerde tevil edilmeye çalışılmakta; Bediüzzaman'ın sözlerine gerçek anlamlarının
dışında birtakım yorumlar eklenerek farklı düşünceler gündeme taşınmaktadır. Hatta bu yanlış bakış açısı o
dereceye varmaktadır ki, Bediüzzaman'a büyük bir sevgi ve saygı duyan kimseler dahi, Onun söylediklerinin
anlaşılabilmesi için “risalelerdeki ifadelerin yeterli olmayacağını” ortaya atmaktadır. Onun sözlerini,
yalnızca özel sırlara vakıf, özel tefsir gücü olan, özel yeteneklere ve hislere sahip bazı özel kişilerin “batıni
tefsir” yaparak anlayabileceği savunulmaktadır. Oysa bu gibi iddialar, böylesine değerli bir müceddidin
kaleme aldığı risalelerin tümünü şüpheli hale getirecek son derece tehlikeli safsatalardır.
“Bediüzzaman Hz. leri böyle bir tefsir anlayışına gidilecek olunursa, bunun nasıl suiistimale
açık hale geleceğini ve bu yolla risalelerde anlatılan hakikatlerin nasıl aslından uzaklaşıp
değişeceğini” şöyle hatırlatmıştır:
Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda hâşiyecikler (açıklamalar)
yazılsa daha münasiptir (uygundur). Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih
(düzeltme) lazım gelir. Hem SU-İ İSTİ’MALE KAPI AÇILIR, MUARIZLAR (bu durumdan) istifade (ve
istismar) ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik (hakikati araştırıp inceleyip bulan) müdakkik (inceden
inceye tetkik eden, en ufak gizli şeyleri bile görmeye çalışan) olmaz, YANLIŞ MANA VERİR, BİR KELİME
İLAVE EDER, EHEMMİYETLİ BİR HAKİKATI KAYBETMEYE SEBEB OLUR. Ben tashihatımda
(düzeltmelerimde) böyle zararlı ilaveleri çok gördüm... (Emirdağ Lâhikası Elyazma, s. 661)
214
Yaşadığı yüzyılın müceddidi olan böyle mübarek bir şahsın, tüm dünya Müslümanlarını yakından
ilgilendiren Mehdiyet konusundaki önemli açıklamalarının da batıni tefsir adı altında yanlış yorumlanması son
derece sakıncalıdır. Böyle bir bakış açısı, Risalelerin orijinal halinden uzaklaşmasına ve Müslümanların
yanlış yollara kaydırılmasına neden olacaktır.
215
Erbakan Devrimi Devam Ediyor:
TARİHİ DEVRAN YAKINDIR!
Erbakan herkesi, kendi ayarında ve diyarında idare ediyor, kabiliyet ve
kapasitesine göre değerlendiriyordu
Bazı etkili kanaat önderleriyle ve bürokraside yetkili dost şahsiyetlerle irtibat ve istişareler konusunda,
Hoca’nın kardeşi ve güvenilen kişi sıfatıyla önemli ve özel hizmetlerde kendisinden yararlanılan; ama parti
teşkilatlarında ve yan kuruluşlarda resmi görev verilmeyip, hususi ve samimi dairede tutulan Muhterem
Kemalettin Erbakan, “niçin vitrine çıkarılmadığı ve siyasi-resmi makamlardan uzak bırakıldığı?” sorusuna
şöyle ilginç, hatta bazılarını itici ve incitici bir yanıt vermişti:
Efendim, bugüne kadar en merkezde olmanıza rağmen isminiz hiç ön plana çıkmadı. Sizi birçok
Milli Görüşçü dahi simaen bile tanımaz bunun sebebi nedir?
“Çocukluğumuzda 1943 senesinde Fatih Camii’ne devama başladık. Fatih Camii’nde çok muhterem
bir zat var idi, Gümülcineli Mustafa Efendi, çok güzel menkıbeler anlatırdı. O menkıbelerden bir tanesi
sorunuza güzel bir cevap olacaktır sanırım.
“Bir gün Harun Reşid kardeşi (olarak bilinen, ama manevi nasihatçi olarak görevlendirildiği bilinmesin
diye mecnun rolü üstlenen Behlül Dana)ya, “sen de insanların içerisine gir ve bir takım vazifeler al”, diye
telkinde bulunmuş (manevi) kardeşi ise sürekli oyalayıp duruyormuş. Ancak Harun Reşid fazla sıkıştırınca,
kardeşi “peki o zaman, ben bir yerlere danışayım, sana öyle cevap vereyim” buyurmuş. Harun Reşid onu
takip ettirmiş, “gidin bakın bakalım kime danışacak” diye meraklanıyormuş. Kısa bir süre sonra kardeşi
Harun Reşid’in yanına gelmiş ve “ben danıştım, (resmi ve yetkili görev) kabul etmiyorum” deyince Harun
Reşid, takip ettirdiği için, “sen sadece tuvalete gittin geldin, başka yere uğramadın ki, kime danıştın” diye
sormuş… Manevi kardeşi (Behlül Dana): “tuvalete dökülenlere sordum ve şu cevabı aldım; insanların içine
girmeden çok kıymetli, çok lezzetli şeylerdik, ama insanların içine girip çıktıktan sonra bu hale geldik!?” Bu
nedenle vicdani ayarı ve ahlaki duyarlılıkları yozlaşmış insanların arasına karışır ve sorumluluk
alırsam bozulmaktan korkuyorum. O batakta temiz kalma kabiliyetini de kendimde göremiyorum”
yanıtını alan Harun Reşit, ona hak verip derin derin düşünmeye koyulmuş…”131
Ama Erbakan gibi seçkin şahsiyetler; nefsü emmaresinin ve bozuk sistemlerin
batağına kapılmış kalabalıkları, bu girdaptan kurtarıp yeniden huzur ve selamete çıkarmak
üzere o karanlık dehlizlere atılan, ama üzerine sıçratılan çamurlara rağmen özü tertemiz
berrak ve yüzü ak-pak kalan hidayet rehberi kılınmış insanlardır. Peki, milyonları etkileyip
hayra yönlendiren Erbakan kendi yakınlarına ve yıllarca yanında kalanlara niye tesir
edememiştir? İşte yanıtı Hoca’nın mıknatıs örneğinde gizlidir:
Erbakan Hocamız, bir gazeteciyle sohbet etmektedir. Konu Milli Görüş’te yaşanan fesatlıklarla ilgilidir.
Gazeteci, ayrılıkları savunur tarzda konuşunca şöyle bir diyalog gelişir:
Erbakan: Sen zeki çocuksun, seni severim biliyorsun.
Gazeteci: Sağ olun Hocam…
Erbakan: Ama bakıyorum da Siyonizm’in mıknatısı seni de kendine çekmeye başlamış.
Gazeteci: Hocam bir şey sorabilir miyim?
Erbakan: Tabii buyur?
Gazeteci: Bu Siyonizm’in mıknatısı nasıl bir mıknatıstır ki; taa Amerika’dan, İsrail’den bizi çekiyor da,
sizin mıknatıs bu kadar yakından çekemiyor.
Erbakan: Çünkü bizim mıknatıs tahtaları çekmez!
Sn. Kemalettin Erbakan Beyefendi, bu röportajına yansıttığı duygu ve saptamalarıyla, Hoca’nın
çevresini kuşatan yakın kadroların gerçek fıtratını ve fırsatçılığını, sevdiği ve önemsediği bazı kişileri
131 Bak: takvimhaber.com, Erkan İlyas Helvacı
216
niye bu tezgâhın dışında tutmaya çalıştığını da ortaya koymaktaydı. Hatta Rahmetli Hocamızın vefatı
öncesi hastanede, yoğun bakımda can çekiştiği bir süreçte, sağlığında parti mensuplarını ve sadık
dava hizmetkârlarını Erbakan’dan uzak tutmaya çalışan Oğuzhan Asiltürk ve Yasin Hatipoğlu gibi
kurmayların(!), doktorların ve yakınlarının bütün uyarılarına rağmen, her gün üç-beş heyeti, güya
teşkilat sorunlarını görüştürme bahanesiyle Hoca’nın yanına sokup saatlerce ve aşırı derecede nasıl
yorduklarını, sanki bir an evvel ölümünü hızlandırmak istiyor gibi davrandıklarını, Hocamızın da başgöz
işaretiyle bu işkenceye nasıl katlandığını ve usandığını aktaran küçük kardeşi Kemalettin Bey
“Bu azaptan ve hıyanet girdabından biran evvel kurtulması niyetiyle, ağabeyinin ölümünü temenni
edecek kadar vicdanının daraldığını” itiraf etmekten sakınmamıştı.
Erbakan, “Gerçek”lerin dili ve selametin (kurtuluş reçetesinin) delili oluyordu!
Dönemin Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi Albert Çernişev, Erbakan’dan “Adil Düzen’in” kendilerine
anlatılmasını rica ediyor, Hocamız ise Rusya’dan gelen Profesör, diplomat ve üst düzey bürokratlardan
oluşan bir heyete, üç ayrı bölüm halinde “Ekonomik, İlmi, Ahlaki ve Siyasi Adil Düzen Esaslarını” aktarıyordu.
“İşte dünyayı, ancak bu sistem kurtarır!” diyerek, hayret ve memnuniyetini dile getiren Çernişev Erbakan’a
dönüp:
“Her sosyal ve ekonomik sistemin dayandığı bir kültür kökeni vardır. Bize anlattığınız ve hayran
kaldığımız bu ADİL DÜZEN hangi temellerden kaynaklanıp besleniyor?” diye sorunca, Hocamız:
“Bak Sovyetler dağılıyor, komünizm iflas ediyor. Şimdi siz neyi aramaya koyulmuşsunuz?”
deyince Çernişev:
“Biz hakikati, doğru olanı arıyoruz!” yanıtını veriyordu. Bunun üzerine Hocamız:
“Yüce Allah, bu muhteşem kâinatla beraber, mükemmel kanun ve nizamlar da yaratmıştır. İşte
bu ilahi doğal ve sosyal kuralların hepsi birden Hak’tır, gerçek ve gerekli olandır… Bizim Adil Düzen
programlarımız da bu mutlak doğrulara ve doğal kurallara dayanmaktadır” açıklamasını yapıyor,
Çernişev ve Rus bilim heyeti saygıyla karşılıyordu.
Ama bunun yanında Türkiye’de Prof. Dr. Necmettin Erbakan üzerine ilk ve tek doktora
tezini hazırlayan Dr. Işıl Arpacı Hanım Hoca’nın Milli pozisyonunu, tarihi vizyonunu, İslami
ve insani misyonunu bir tek röportajda çözebiliyordu:
Dr. Işıl Arpacı, 'Türk Siyasal Yaşamına Etkileri Bakımından İslamcılık ve Necmettin Erbakan' konulu
tezini, neden konu olarak Erbakan’ı seçtiğini, Erbakan’ı diğer liderlerden ayıran özellikleri, Erbakan’ı tanıma
ve tanışma sürecini, Erbakan’dan neler öğrendiğini, en çok hangi yönünden etkilendiğini, Erbakan’ın vefatını
ilk duyduğundaki duygu ve tepkilerini şöyle anlatıyordu:
Neden Erbakan?
Esasında Necmettin Erbakan’ı çalışma fikri, başlangıçta aklımda hiç olmayan bir şeydi. 2007 yılında
doktora tezi için belirlenen ilk konu, Necmettin Erbakan, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel’in karşılaştırmalı
incelenmesini kapsıyordu. Okumalar ve literatür araştırmasına yoğunlaşınca, Ecevit ve Demirel hakkında
yazılmış çok sayıda teze rağmen, Necmettin Erbakan’ı doğrudan konu alan bir tez olmadığını gördüm. Ek
olarak Erbakan’ın Demirel’den farklı olarak oluşturduğu bir dünya görüşünün olması, bu dünya görüşünün
Ecevit’in oluşturduğu siyasal duruştan da (ortanın solu örneğinde olduğu gibi) farklı olması ve hala yaşıyor
olması tek başına Erbakan’ı çalışmak için nesnel nedenlerim olarak belirdi. Öznel olarak da Necmettin
Erbakan, benim hiç tanımadığım bir dünyayı ve dünya görüşünü temsil ediyordu. Necmettin Erbakan’ı
benim için ilginç yapan; farklı sosyo-ekonomik-politik çevrelerden çok farklı insanlar için Erbakan’ın; ya akan
suları durduracak kadar çok sevilen bir lideri, ya da yağan yağmuru ondan bilecek kadar tepki uyandıran bir
siyasetçiyi temsil etmesiydi. Kimle konuşursanız konuşun, herkesin kafasında bir Erbakan profili var fakat
hepsi birbirinden farklı. Erbakan’ın kim olduğu, ne yapmak istediği, nereden gelip nereye gittiği, insanların
siyasal yelpazede kendini konumlandırdıkları yere göre değişen kocaman bir boşluk. Ancak daha önemlisi ve
benim için asıl merak uyandıran Erbakan’ın tüm parti kapatmalara, siyasi yasaklara rağmen inatla siyasette
kalabilmesi, kitleleri peşinden götürebilmesi ve elbette bunu nasıl becerebildiğiydi?
217
Tezden önce Erbakan hakkında; insanlara İslami bir yaşam biçimi dayatan, bunun için inatla yeni parti
kuran, yavaş konuşan bir siyasetçi olduğu gibi öznel yargılarım olduğunu belirtmeliyim. Hatta antipatik
bulduğumu bile söyleyebilirim. Tabii bunun en önemli nedeni, 28 Şubat sürecini herhangi bir zarar almadan
atlatmış, sistemle en ufak bir sıkıntı yaşamamış biri olmam. Önceki rastgele okumalarımda elime geçen ve
özellikle RP’nin yükselişe geçtiği döneme ilişkin çalışmaların da etkisini inkâr edemem. Hatta ilginç gelebilir,
Necmettin Erbakan’ı Noel babaya benzeten yabancı bir çalışmaya bile rastlamıştım. İtiraf etmeliyim ki,
geçmişe dönük en büyük hatam siyasal ezberlerimi bozmak konusundaki direncim oldu. Erbakan ile ilgili
okumaya başladıktan yaklaşık 7-8 ay kadar sonra, acı verici de olsa bu direncimi kırmayı becerdim.
Aslında Milli Görüş’ün içinde ya da yakınında olmayınca, Necmettin Erbakan’ı ve Milli Görüş’ü anlama
şansınız çok az oluyor. Toplumsal siyasette oluşan görünmez kutuplaşmayı çok daha iyi anlıyorsunuz ortada
durunca. Önemli boyutta diğerlerini anlamama üzerine kurulu bir kutuplaşma bu. Çok beylik bir cümle olacak
ama, toplum olarak siyasal aklımız ne yazık ki takım tutar gibi çalışıyor. Tabii böyle bir aklın yaratılmasında
medyanın katkılarını da yadsımamak gerekiyor. Eğer Erbakan’ı sadece basından takip ediyorsanız bile,
Erbakan hakkında olumlu bir geribildirim oluşturmanız çok zor. 28 Şubat sürecini bir yana bırakın,
çocuklarının düğünü hakkında yazılanlar, kayıp trilyon davası ve hatta yakınlarda Numan Kurtulmuş’un
Saadet Partisi’nden ayrılma sürecinde yazıp çizilenler bile insanların kafasında Erbakan ile ilgili negatif etki
yaratmak için yeterli. Umuyorum bir gün bir iletişimci çıkar ve basının Erbakan’ı neden ve nasıl manipüle
ettiğini inceler.
Kesin bir yargı olarak sunmak istemem fakat Erbakan ve Milli Görüş hakkında sunulan yaygın
düşüncenin siyasal konjonktürle ilgisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Özellikle vefatından sonra,
Erbakan ile ilgili estirilen pozitif rüzgârın, yine değişen siyasal konjonktürden bağımsız olduğunu düşünmek
çok zor.
Tezinizi hazırlarken teknik olarak tanıdığınız Erbakan hakkındaki düşünceleriniz?
Necmettin Erbakan’ı çalışmak, hele de benim gibi tamamen konunun dışında biriyseniz, dipsiz bir
kuyuya düşmekten farksız hale geliyor. Erbakan’ı anlamak için, Erbakan’ı okumak, dinlemek yetmiyor. Kendi
deyimiyle “kuş diliyle” konuşmak durumunda kalan bir lider Erbakan. Siyaset biliminde kullandığımız Batılı
literatüre ilişkin kavramlarla anlayamıyorsunuz, tanımlayamıyorsunuz Erbakan’ı. Zira tüm siyasal
yapılanmayı, söylemi, verdiği tepkileri, kullandığı kavramları İslam’ı referans alarak oluşturmuş; İslami
terminolojiyi siyasal alana büyük bir ustalıkla tercüme etmiş.
Bu açıdan, kısaca Necmettin Erbakan’ın yaptığına, genel kabul gören tanımlamanın aksine
siyasal İslamcılık demek yerine “İslami siyaset” demenin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bunu
iki nedene dayandırmak mümkün. İlk olarak ve teorik bağlamda Necmettin Erbakan’ın siyasal
uygulamalarının kökeni, İslam düşüncesinin Sünni kaynaklarından besleniyor. Parti
teşkilatlanmasından, yönetim biçimine, aldığı kararlara kadar her konuda referansı Sünni siyasal
anlayış. Bu yüzden siyasal tavrı çatışmacılıktan uzak. Burada Gümüşhanevi Dergahının, özellikle
Abdülaziz Bekkine ve M. Zahit Kotku’nun etkisini de görmek gerekiyor. İkinci olarak, ben teorik olarak
siyasal İslamcılık ya da siyasal İslam’ı, soğuk savaş sonrası Batılı siyaset tarafından üretilmiş yapay
bir kavram olarak değerlendiriyorum. Bir ön kabul olarak “modern dünya”nın siyasal gerekliliklerinin
dışında kalan fakat içeriği tam olarak belirlenmemiş, İslam’ı referans olan her tür düşünceyi
kapsayan ancak yöntemi en baştan şiddet ve terörle eşleştirilmiş, her tür Müslüman siyasal
eylemliliğini açıklamak üzere sunulan bir kavram bence siyasal İslamcılık.
Türk siyasal hayatında Necmettin Erbakan’ı en ayrıcalıklı kılan noktalardan biri de, yine İslam’ı
referans alan Milli Görüş’ü oluşturması, onu iktidara taşıması ve Milli Görüş’ün hala yaşıyor olması. Çok
partili yaşama geçildikten sonra bunun bir örneğine daha rastlamak çok zor. Her ne kadar dünyadaki İslamcı
düşünceyle bağlantısı kuruluyor ve onun bir parçası olarak düşünülüyor olsa da, Milli Görüş, bana göre,
Türkiye şartlarında biçimlenmiş özgün bir ideoloji.
Türkiye’de Necmettin Erbakan deyince akla gelen konulardan biri de laiklik. Sanıyorum Necmettin
218
Erbakan için, “Türkiye’de uygulanan laiklik anlayışına inanmıyordu” demek olağandışı ya da sıra dışı bir
tespit olmayacaktır. Her şeyden evvel Necmettin Erbakan’ın kendi tanımıyla bir laikliği var. Bu laiklik, devletin
dininin olup olmaması belirsiz olmakla birlikte kişilerin dini yaşamlarını her alanda; siyasal, toplumsal,
hukuksal… olarak özgürce yaşamasına ve buna devletin müdahale etmemesine dayanıyor. Aslında
Necmettin Erbakan’ı siyasette zora sokan şey, tam da bu noktada kendini gösteriyor: Devletin bireysel dini
yaşamı kontrol ve denetim altına alması, düzenlemesi, sınırlarını çizmesi. Dolayısıyla Necmettin Erbakan’ın
siyasal yaşamı boyunca karşısına çıkan şeyin aslında laiklik değil, en kabul edilen tanımıyla devletin din
üzerindeki iktidarı olduğunu ifade etmek mümkün.
Necmettin Erbakan’ın siyasal hayatta ayırt edici bir diğer özelliği, temsil ettiği kitleler üzerindeki etkisi.
Sadece iknaya dayanmayan farklı bir bağ var Necmettin Erbakan ile aralarında. Bunun sonucunu en iyi, zor
zamanlarda görüyorsunuz. Örneğin ne 12 Eylül öncesi ne de 28 Şubat sonrasında aşırılığını görmüyorsunuz
bu kitlelerin. Dolayısıyla burada iki şeyi çok net ifade edilebilir: İlk olarak Erbakan sadece bir siyasetçi değil,
bir lider, yol gösterici. Bunu hem siyasi hem de dini olarak okumak mümkün. İkinci olarak Erbakan temsil
ettiği kitlelerin taleplerini siyasal alana aktararak ve bu kitleleri görünür kılarak, onları oy deposu olarak gören
siyasetçilerden ayrılıyor. Bu nokta Türk siyasal hayatı için bence çok önemli. Çünkü böylelikle hem bu
kitleleri siyasal sistemin dışına çıkarmıyor, hem onların taleplerinin siyasal alanda karşılığını bulmaya
çalışıyor ve böylece onların devlet ve iktidara bakışını değiştiriyor, hem devletin vatandaşlarının taleplerine
karşı tolerans düzeyini yükseltiyor ve hepsinden önemlisi demokratik sistemin ve çoğulculuğun gelişimine
katkı sağlıyor.
Necmettin Erbakan’ı çalışmanın en keyifli tarafı ise zekası ve bunu hayata yansıtma biçimi. İnce zeka
gerektiren, nüktedan ve esprili bir söylemi var. Hep Necmettin Erbakan’ın siyasal düşüncelerinin
anlaşılmadığı söylenir, bence söylemleri için de geçerli bu ve yine bence Erbakan da bunun farkında olmuş
hep. Verdiği röportajlarda bunu daha yalın olarak görüyorsunuz.
Keskin bakışları vardı ve dakikalarca gözlerini kırpmadan gözlerimin içine baktı. Uzun süre konuştuk.
Ben sordum, o anlattı, bazen de kendisi yönlendirdi konuşmayı. Konuşurken, zekâsını daha iyi fark
ediyorsunuz. Bununla ilgili ilginç bir ayrıntıdır bence; kütüphanedeki kitapların yerini tek tek biliyordu.
Görüşmenin bence en etkileyici tarafı, 28 Şubat’ı anlatmasıydı. Herkesten dinleyebilirsiniz ya da
okuyabilirsiniz fakat 28 Şubat’ı Necmettin Erbakan’dan dinlemek, siyasal hayat çalışan biri için sanıyorum
muazzam bir kazanım.
Görüşme bittiğinde bundan sonra her ay görüşelim dedi. Beklemek zorunda kaldığım 2,5 yıl için içimin
nasıl sızladığını anlatamam.
Yüz yüze tanıştığınız Erbakan’la 3. ve 4. Sorudaki Erbakan arasında ne gibi farklılıklar
gördünüz?
Sanıyorum fark sadece bizim zihinlerimizde. Bir kurguladığımız Erbakan var bir de gerçek Erbakan.
Gerçek Erbakan’a ne kadar temas edebildim bilemiyorum ama en azından kafamda kurguladığım
Erbakan’dan vazgeçtim. Her şeyden önce Erbakan ve Milli Görüş hakkında yaratılan korkuların yersizliğini
görüyorsunuz tanıyınca. Ben Necmettin Erbakan’ı ve Milli Görüşü bir inanç mücadelesi olarak görüyorum.
“Ben inançlarıma uygun yaşamak ve yönetilmek istiyorum”un siyasal karşılığı da diyebilirsiniz buna.
Yıllarca inançları sorgulanmış, bunun için ötekileştirilmiş, onaylamadığı bir yaşam biçimini yaşamak için
baskılanmış insanların kimlik kazanma sürecini temsil ediyor Necmettin Erbakan. Fakat bu olumsuz
bilinçaltına rağmen, farklı olanı dışlamayan, sorgulamayan, baskı altına almayan bir yapısı var. Buna en
azından benim karşılaştığım muameleyi örnek gösterebilmem mümkün. Daha çok birlikte olabilme fırsatım
olsaydı, durum değişir miydi?, sanmıyorum. Dolayısıyla benim için Necmettin Erbakan hakkındaki belki de
en önemli fark noktası bu: “Korkmaya gerek yok!” (muş).
Bir başka açıdan benim için, Necmettin Erbakan’ın söylediği şeylere kendisinin ne kadar inandığı
önemli bir sorgulama konusu olmuştur. Yüz yüze görüşünce anlıyorsunuz ki; Necmettin Erbakan söylediği ve
yaptığı her şeye gerçekten inanıyor zaten bu nedenle karşısındakini ikna etmek gibi bir ihtiyaç hissetmiyor.
219
Dönüp dolaşıp mutlaka kendisiyle aynı noktaya varacağınıza inanarak anlatıyor.
Dışarıdan zekâsını ve nezaketini zaten izleyebiliyorsunuz Fakat bunların dışında aynı zamanda
sempatik ve duygusal bir insan olduğunu da görüyorsunuz. Bu da daha önce ifade ettiğim, insan olan
Erbakan’ın farkı sanırım.
Bir de bence en önemlisi, Erbakan’ın kafasındaki siyasal anlayışın temelini, Hak-Batıl
mücadelesinin oluşturması. Bu nedenle Erbakan, siyaset yaptığı alanı sadece Türkiye olarak
değil tüm dünya olarak değerlendiriyor. Dünyanın her neresinde hakla batılın mücadelesi
varsa, Erbakan kendisini hakkın temsilcisi olarak batıla karşı konumlandırıyor. Dolayısıyla
okuduğunuz, izlediğiniz ve sadece Türkiye’de siyaset yapan Erbakan’ın dışında, bir de
dünya için kafa yoran bir Erbakan var.
Erbakan’ın vefatını duyduğunuz anda neler hissettiniz?
İnanmadım. Kaç yerden teyit ettiğimi hatırlamıyorum. Sonrası kocaman bir boşluk duygusu… . Tezimi
teslim edeceğim güne kadar, 27 Şubat 2011’i yazmadım ben. Her ölüm üzücüdür fakat sanıyorum Necmettin
Erbakan’ın vefatı, verdiği üzüntü kadar ders verici de oldu. Vefatının üzerinden saatler geçmeden, siyasal
mirasını paylaşanlar, yaşarken ardından onca şey söyleyip sonra ona methiyeler dizenler… kızıyorsunuz.
Ama yine de 28 Şubat’tan bir gün önce vefat etmiş olması çok anlamlıdır bence ya da bu anlamı ben
yüklüyorum, bilemiyorum. Kocaman, mücadele dolu bir yaşama tanıklık ediyorsunuz. Buraya kadar
kızıyorsunuz, beğeniyorsunuz fakat en kötüsü o yaşamın bitişine de tanık olmak. Tarifi yok bunun.
Erbakan’da sizi en çok etkileyen özellik ne oldu?
Aslında akademik çalışma yaparken çalıştığınız konudan etkilenme lüksünüz yoktur zira bu çalışmaya
zarar verir. Fakat sanıyorum şimdi söylemenin bir zararı olmaz: tek kelimeyle mücadeleciliği. Tezi yazarken,
sürekli “ben olsam ne yapardım” diye sordum kendime. Çoğu zaman verdiğim yanıt, “bırakırdım” oldu.
Bıraksaydı, “Necmettin Erbakan” olur muydu? Sanırım hayır. Mücadeleciliği çok etkileyici, ben bunu sadece
kendi adına ve iktidar hırsı için yaptığını düşünmüyorum. Örneğin 12 Eylül’ün siyasi yasaklarının ardından
Ecevit’in yanına gidiyor, parti kurup siyasete geri dönmesini istiyor; son dönemlerinde, hastanede yatarken,
kendi hazırladığı seçim afişleri vardır. Ülkesine, insanlara ve oluşturduğu ideolojiye karşı hissettiği
sorumluluk duygusundan kaynaklanıyor bence mücadeleciliği. “Kenara çekilip sadece akil adam olmak” gibi
bir beklentiye karşılık, yapacağı şeylerin olduğuna inanması, çaba harcaması ve bunu son anına kadar hiç
bırakmaması…”132
Milli Çözüm Dergisi’nin yazılarından ve Erbakan’la ilgili yayınlarından etkilenen
Japonya’nın önemli bir düşünce kuruluşunun İstanbul temsilcisi Dergimizi arayıp görüşmek
ve Japonya’da konferans verdirmek istediklerini aktarmışlardı. Daha sonra Milli Görüş Lideri
Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı ve Erbakan’ın dünya siyasetine yön verici atılımlarını dikkatle
izleyen ülkelerin başında gelen Japonya’nın günlük 10 Milyon tirajlı YOMİURİ SHIMBUN
gazetesi 1997 yılından bu yana yayınladığı ‘’20. Yüzyıla Bakış’’ isimli yorum-Analiz dizisinde
Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın görüşlerine, yorumlarına ve bilgilerine yer
vermeyi kararlaştırmıştı.
Bizzat İstanbul Büro şefi Mr. Koji Sakurai tarafından yazılı olarak Erbakan Hocaya ulaştırılan röportaj
teklifi Erbakan tarafından kabul edildiğinde YOMİURİ SHIMBUM gazetesi İstanbul büro şefi yapacağı
söyleşiden dolayı oldukça mutluydu.
Koji Sakurai İslâm âleminde ve tüm dünya devletlerinde ilgiyle izlenen bir bilim ve siyaset adamının
fikirlerini, görüşlerini, yorum ve eleştirilerini Japon halkına ulaştırabilmenin heyecanıyla 05.09.2000 tarihinde
geldi Altınoluk Beldesine, Erbakan Hocanın yazlığına.
Günlük 10 Milyon tirajlı YUMİURİ SHIMBUM gazetesinin Röportaj teklifinde şu satırlar yer almaktaydı:
Ekselansları Necmettin Erbakan
132 4 Mart 2013, takvimhaber.com
|