İNSAN HAKLARI VE Hz. ALİ
BUNLARI NEREDEN ALDIN?
NE BİR TUTUCULUK NE DE MUTLAKIYET
SAVAŞ VE BARIŞ
BEŞ
BEŞ
Ali, insanların kavrayışlarındaki sorumluluk duygusunu ve aynı zamanda özgürlüğün anlamını genişletmeye baş vurmuştur. Bu güzel yöntemi ortaya çıkaran örnekler ise; Bir köy halkının nehir yatağını kazmak istemeleri durumunda aldığı tavırdır. Köy halkı köyün sorumlusundan karşılıksız olarak (suhra) çalıştırılmalarını istediler. Bunun üzerine Ali, karşılıksız olarak değil de ücretli biçimde çalıştırılmalarını, daha sonra da ücretin de, ırmağın da bütün özgürlükleriyle sorumluluk duygusu taşıyan ve iyilik yapıp yapmamakta özgür olanların işi olmasını istedi.
Sanki Ali, Fransız dahi Jean Jac Ruso'nun iki yüz yıl önce çizdiği şu onurlu duyguyu onlarca yüzyıl önce yaşıyordu; İnsana olan inancımız ve insanlığa olan bağlılığımız, yönlendirilen, pusmuş kişiyi uyanık bir insan yapan doğamızdaki en derin duyguları harekete geçirmektedir.
Ali'nin yasasına göre, serbest özgürlük kendini dizginleyip sorumluluk duygusuyla bağlamalıdır. Bu, kendisine zarar vermez tam tersi hem özgürlüğe hem de bireysel ve toplumsal çalışmaya yarar getirir. Onun için, sorumluluğu, belirgin biçimsel sınırlarıyla iyi çalışmaya yönlendiren itici güç olarak görmemiştir. Tam tersi özgürlüğün kendisini ve özgür insanları sorumlu kılmıştır. Bu sorumluğun kemiyetini özgürlüğün miktarıyla sınırlandırmıştır. Şayet sorumluluk doğma düşünceler, esir yürekler baskı altındaki duygular ve sınırlı kişiliklerde belirginleşemiyorsa, düşünceleri ve kişisel duyguları serbest bırakıp yararlı ve güçlendirici gıdayla besleyen özgürlüğün çerçevesi dışında belirginleşemeyeceğindendir.
Bu bakış açısıyla Ali, iktidarların toplumlarına daha çok iş için insanlar üzerinde dayatmış olduğu dar sınırları ve ağır zincirleri kaldırmış bulunmaktadır. Kendileri bir şey veremiyorlar çünkü özgür değildirler. Aynı şekilde verimi iyileştiren sorumluluk kendi görüşlerinden ve özgür, serbest duygularından kaynaklanmamaktadır, tersine iktidarın iradesine ve yöneticinin bir göz kırpmasına bağlıdır. Böylece güçleri kalmamakta takatları kesilmekte enerjileri doğru olmayan bir yola gitmektedir.
İmam sağlıklı toplumundaki bireyleri serbest, seçenek sahibi bizzat bu özgürlüğün kendilerini sorumluluk duygusuna ve üzerlerinde hak sahibi bir topluma bağlı olduklarını düşünmeye itecek şekilde bıraktıktan sonra bu realite temelinde yönetip teori üretmeye ve daha önce görüp ilerde de göreceğimiz gibi bunların ışığında mükafatlandırıp ceza vermeye, emir verip engellemeye, başladı.
* * *
Biz şimdi, Ali açısından özgürlük ve anlamları üzerindeki sözümüzü noktalarken, okuyucuyu, bu özgürlük üzerinde geniş biçimde söz edeceğimiz ileriki bölümleri beklemeye davet ediyoruz. Bu konuşmalarımız Ali'nin devrimi ile Büyük Fransız Devrimi arasındaki insanlığın ilkeleri konusunda söyleyeceğimiz sözümüzde olacaktır. Okuyucunun, Ali'nin eserlerinde bıraktığı yaşatılmaya değer gelişime davet eden derin devrimci düşüncelerini, seviyesini, ne vicdanın terörize edilmesi, ne de nefisin korkutulmasını kabullenen insanlıktan da güzel yüzü ve köklü iyiliği dışında başka şeyi kabul etmeyen özgürlük ruhu konusunda vardığı yeri görmesi temennisiyle...
BUNLARI NEREDEN ALDIN?
- Bu mal ne benim, ne de senindir.
- Hiç kimseye hakkından daha fazlasını veremeyiz.
- Egemenliğim altındakiler! zorlayarak mı zafer elde etmemi istiyorsunuz. Vallahi gökyüzünde bir yıldız diğerini izledikçe ben bunu yapmam.
Ali
- Talha ve Zubeyr: Bizim de ortak olmamız şartıyla sana biat ederiz.
- Ali: Hayır.
Ali çubuğun kabuğunu soyar gibi tekelcilerin soyduğu malları almaya başladı.
Özgürlüğün geniş anlamıyla Ali'nin hükümeti ve politikasındaki asaletin kaynağı olduğunu söylemiştik. Onun yanındaki özgürlük, vicdana ve sağduyuya bağlı olduğu kadar toplum bireylerinin birbirleriyle olan ilişkilerine bağlıdır. Ayrıca yardımlaşma ve kardeşlik yolunda ilerleyen insan, toplumsal ve bireysel yönleriyle özgür olmadıkça ilerleyemez. İnsanlığı çökerten artıklara sahip olan kişi özgür değildir. Haklarının bir kısmını -teorik kabul etse dahi- toplumun ihmal ettiği kişi özgür değildir.
Ali, toplumdaki ve bireydeki bu yapı uğruna dostları ve düşmanları karşısında haklı olmayan hiç bir arzunun egemenliği altına girmeyen ve hiçbir vaade kanıp onu yolundan alıkoyamayan ısrarlı ve azimli bir tutum takınmıştır. Bunun bazıları açısından çok ağır olduğunu iyi bildiğinden de şöyle diyordu:
Sorunumuz haddinden fazla zordur. Aynı biçimde bunun yönetenler açısından çok ağır olduğunu bildiğinden şöyle diyor: Hak yöneticiler açısından çok ağırdır... Her türlü hakkaniyet de ağırdır.
Ali Bin Ebi Talip açısından hakkaniyet; yöneticiler bakımından ister ağır olsun ister hafif yüreği ve vicdanı dışında hiç kimseden emir dinlemiyordu. Bunların ikisi de, sosyal adalete susamış olanları ihmal etmemesini emrediyordu. Yargılanan ile yargılayanın sorunlarını kolaylaştıracak yerde süründürecek şekilde gereksinim sahibi olmamalarını, içlerinin yanacağı ve boğazlarının kuruyacağı şekilde açlıktan çekmemelerini, yazın sıcağında gecenin soğuğunda yanmamalarını ya da kışın soğuğundaki soğuk rüzgarların kırbaçları altında titrememelerini emrediyordu. Aynı biçimde Yeryüzündeki zenginlikleri doymadan yiyip içen, çabasız ve emeksiz biçimde kamunun mallarını savuran zenginlere bırakmamasını emrediyordu. Bunlar fil gibi ekmediği bir bitkiyi yiyerek, ortaya çıkarmadığı bir suyu içerek emeksiz, çabasız bir gölgeden diğerinin altında oturarak dünyalarını yaşarlar.
Ali Bin Ebi Talip biat'tan önce ilan ettiği gibi toplum içerisinde egemen olanlar ile elit kesimin egemenlikteki yöntemine tahammül edemeyeceklerini, bu yöntemi savunmadaki sertliğini kaldıramayacaklarını doğru tahmin etmişti. Biat'tan sonra kendisinden bütün toplumun değil sadece kendilerinin olmasını istediler. O hakkın dışında birilerinin olmasını reddetti.
Talha ve Zübeyr yanına gelerek pazarlık etmeye başlayıp şöyle dediler: Bizim de ortak olmamız şartıyla sana biat ederiz. Hiç tereddüt etmeden Hayır dedi. Ondan ayrılarak daha sonra açıklayacağımız gibi ordularla üstüne geldiler. Ali, Talha ve Zübeyr'in etkinliklerini ve konumlarım en iyi bilenler arasındadır. Ancak Adalet...Egemenliğim altındakileri zorlayarak mı zafer elde etmemi istiyorsunuz, vallahi gece ile gündüz birbirini izledikçe gökyüzünde bir yıldız diğerini izledikçe ben bunu yapmam. Malı hakkı olmayan yere vermek israf ve tebzirdir. (26)
Ali'nin dediği gibi yemek doymuş olana verilmez. Onun çizgisine (Doktrinine) göre servette ister az ister çok olsun tekelcilik ve kamunun sömürülmesi (kullanılması), yönetimden yararlanmanın dışında olmazsa yasal değildir.
Ali, canilerin bazı suçlarını affedebilir, zalimlerin bazı zulümlerini affedebilir ancak tekelcilik ve halkın mallarının çalınmasını kesinlikle affetmez. Tekelci kesimin emekçilere, işçilere halka ekmek ve su konusunda yaptıkları zulmü affetmez. Zulüm İbn Ebi Talip'in yanında nasıl olursa olsun lanetlenmiştir. Ancak en çirkini güçlünün zayıfa, yöneticinin yönetilene, tekelcinin kamuya yaptığı zulümdür. Ali toplumda maddeci sınıfı ve rezilliklerini, cinayetlerini ortaya çıkaran böylesi zulme karşı müsamahakar davranmaz.
Ali'nin doktrininde bu gaspçı ve sömürücülere karşı gerekçesini ortaya çıkaran deliller yeterince çoktur. Nahj Al Balağa'yı ele aldığın zaman Ali'nin sömürü ve gasp üzerine sözlerindeki bu acıyı rahatlıkla görebilirsin. Her hutbesinde ve her makalesinde bunun üzerine konuşacak gibi oluyor. Bütün sözlerinde de gaspın bir suç ve sömürücünün kim olursa olsun cani olduğundan emin olduğuna dair belirtiler mevcuttur. Doğal yollar dışında mal toplamanın da sahibini bağlayan büyük sorumlulukları olduğuna dair belirtileri görmek mümkündür.
İşte Ali'nin mal biriktirenlerle ilgili olarak bir hutbesinde söyledikleri:.... biriktirdiği ve biriktirmesinde gözünü yumduğu (helal haram ayırımı yapmadığı) açığıyla, kuşkulusuyla mallan hatırlar, ki bunları toplamanın yükü onu hiç bırakmaz. Hiçbir sömürüye ya da tekelciliğe yer olmayan helal biriktirme konusunda ve onun sahibi ile ilgili Ali şöyle diyor: Helal kazanarak ölen, Allah'ın ondan razı olduğu biçimde ölmüştür.
Onun için Ali, geçmiş zaman içerisinde yükselmiş bütün tekelcilik, etkinlik sömürüsü ve malların çalınması gibi örnekleriyle ilgili aşağıdaki sözleri söylediği bütün zenginlerin kurduğu surları yıkmaya çalışmıştır. Ulusların içindeki zenginler nimet yerine ismi seçmişlerdir.
İnsanlara yönelerek şöyle diyor: Osman'ın yaptığı her kesim ve Allah'ın malından verdiği her şey Beytülmal'a geri dönecektir. Hiçbir şey hakkaniyeti yok edemez. Bu malla evlenmiş de olsa ve değişik şehirlerde dağıtmış olsa dahi onu geri alırım. Adalet geniştir. Hakkaniyetten rahatsız olan için zorbalık daha dardır.
Bazı yöneticiler ve iktidar sahipleri adaletli davranıp emeksiz biçimde mükafat vermezler. Bir yakının, akrabanın iradesi, bir dost ya da sevilenin işareti doğrultusunda halkın malını israf etmezler. Ama bir yöneticinin kalkıp kendi dönemi dışındaki dönemde halkı zorbalığa iterek rahatlayanlardan hesap sorması, kendilerinin olmayan malları iade istemesi sorunlara, derin bakış açısına ve sosyal adalete olan inancının herkese nasip olmayacak şekilde kendisinde mevcut olduğuna işarettir. Sorunların hiçbir gizini gözden kaçırmayan ve içinde bulunduğu çağın, insanların örflerine teslim olmayan büyük bir aklın temeline dayandığının işaretidir. Birey topluma hizmet vermedikçe mükafatlandırılmayacağına göre, Osman'ın kızıyla evlenmesi bu türden bir hizmet ya da emek değilse Al Haris Bin Al Hakem, düğünü gününde halkın malından aldığı iki yüz bin dirhemi hakkedecek hangi hizmeti toplum uğruna yapmıştır.!?
Milyonlarca insanın bir kısmına dahi muhtaç olduğu kendilerinin ise hesapsız elde ettiği devlet malını almak için toplum uğruna hangi çabayı harcadılar? Her birisi (Zübeyr) nereden bin köleye ve bin cariyeye sahip olabiliyor. İslamiyet'te öncü olma öncelikleri varsa da, Ali'nin deyimiyle bu öncelik Allah'ındır. Dünya ise yaşam yeri olup yaşamda herkes eşittir. Mülklerini, mallarını, servetlerini, askerlerini ve tahakkümlerini genişletmesi için Osman'ın yakınları ve taraftarlarından halkın başına yönetici olarak gelen bu iyilik sahipleri nereden geldi? Bu yakın ve taraftarlar arasında rüşvetçi Muaviye, Al Hakem Bin Al As, Abdullah Bin Sa'd ve diğerleri mevcuttur.
Muaviye, Filistin ve Humus'u nereden kendi egemenliğine kattı, dört bir yerin askeri onun yönetimi altında toplandı?
Diğerleri, her devlette ve Mısır'da bulunan bu servetleri, evleri ve sarayları nereden getirdi?
Evet... Hey sen!
BUNLARI NEREDEN ALDIN?
Güneş ışığıyla arayacak olursak senin bütün çabanda kamu yararına hiçbir şey yokken bu sarayları ve malları nasıl elde ettin?
Yok bu malların eline geçişi üzerinden zaman geçtiyse; bu, eğrinin eğri kalması için bir gerekçe değil ve hiçbir şey hakkaniyeti yok edemez, Böylece, haksız verilmiş olan her kesim ve her türlü bununla evlenmiş de olsa, yeryüzünün değişik yerlerine dağıtılmış olsa dahi beytülmal'a iade edilir. Adalet, (ki geniştir) yararlanmış olanların başvurabileceği bu çerçevelerin hiçbirisiyle sınırlanamaz.
Ayrıca gözden geçirilmesi gereken bir başka sorun daha vardır: Ali, yakınlık yoluyla toprağa el konmasını ve çalınan mallardaki etkinliği hesaplıyordu. Çünkü şunu çok iyi biliyordu: Bu toprak bir servet kaynağı ve daha sonra mülk nedenidir. Bundan sonra da, buna el koyan yöneticiler, zenginler ve eşraflar bu toprağın hizmeti için kamuyu köleleştirecek ve bu toprağın zenginliklerini ortaya çıkaracaklardır. Bu toprak zenginliklerinin büyümesine ve diğerlerininkinin küçülmesine neden olacaktır. Daha sonra da büyük topraklar sahipleri dönüp küçük mülk sahiplerinden ellerindekini alacak ve halk içerisinde feodaller sınıfı ile haksızlığa uğramışlar sınıfı ortaya çıkacaktır. Ali şöyle diyor: Bir çalışma ya da yemeğinin sonuçlarını başkasına götüren bir köyün bütün insanlarıyla birlikte alınması için sende gözleri olmasın.
Geniş köy sahiplerinin, bunun uğruna ve daha sonra da bunun için etkinlik, iktidar ve insanları köleleştirenlerin kendisine gelişleri konusundaki tahmini doğru çıkmıştı. Dr. Taha Hüseyin Osman adlı kitabında Bir yandan çok büyük köyleri ve geniş toprakları, diğer yandan bunun içerisinde çalışan köle ve mevali'ler vardı.(21) Böylece İslamiyet'te, soy, mal çokluğu, zenginlik ve çok taraftarın bulunması ile elde aristokrasi sahibi bir bürokrat sınıf ortaya çıktı.
Ali'nin doktrinine göre mal ve toprakla bunların sonucunda ortaya çıkan zenginliklerde gereksinim ve emek haricinde hiç kimse diğerinden fazla paya sahip değildir. Bu gerçeği inkar eden de halkına ihanet etmiş olur ki, İmam'ın görüşüne göre, en büyük ihanet ulusa yapılan ihanettir Ulusa ihanet edenin, yeni halife konusunda ne bir görüşe sahip olması ne de tutumunun bir önemi olamaz. Onun için de kendisi bu ulusun haklarını korumaya azimlidir. Bin Ebi Talip bir şeye azmettiği zaman, etkin olanların ne tutumlarına bakar, ne de sözlerini dinler. Düşmanları ve ona karşı savaşanlarla birlikte kendisinin peşine düşmelerine de hiç aldırış etmez. Kendisi azimli hak ve konuşan adalettir. Peygamberin sahabelerinin, onunla birlikte savaşanların dahi bu konumlarından dolayı diğer insanlardan farklı bir öncelikleri olamaz: Ey insanlar! yarın aranızdaki mülk sahipleri, ırmak sahipleri, atlara binen ince şeylere sahip olanlardan bazılarını içinde bulundukları durumdan alı koyar hepinizin iyi bildiği haklarına geri getirirsem çıkıp Bin Ebi Talip haklarımızı elimizden aldı demesinler. Peygamberin dostlarından muhacir ya da ansarlardan hangisi çıkıp bu dostluğu sayesinde diğerlerinden farklı bir önceliği kendinde görmesin. Öncelik yarın Allah'ın yanındadır. Siz Allah'ın kullarısınız, Mal da Allah'ın malı olup aranızda eşit biçimde dağıtılır. Bu konuda hiç kimsenin diğeri üstünde bir önceliği söz konusu değildir.
Ali'nin kamu hakları bakımından insanlar arasındaki eşitliği sağlamak için başvurduğu yöntem budur. İlerde bütün ayrıntılarıyla açıklayacağımız gibi elit kesimin Bin Ebi Talip'i bırakıp Bin Ebi Süfyan'a sığınmalarının ana nedeni de bu olsa gerek. Ali hiçbir eşrafı yanındaki müşerreflerinden daha iyi görmedi; çünkü onun şeref ölçütleri yaşadığı zamanın ölçütleri değildir. Hiçbir Arap'ı bir Fars'tan daha üstün görmedi çünkü Ali'nin vicdanına göre yaratılış olarak insan insanın kardeşidir. İbni Hünd'ün yaptığı gibi oradaki başkanlara ve kabile reislerine yapmacık davranmadı ve ulusun malı bakımından kimseyi yanına yaklaştırmıyordu.
El Ester El Nah'i Ali'ye şöyle dedi: Biz Basra ahalisiyiz Basra ve Küfe ahalisiyle birlikte savaştık insanlar da bir şeyi gördü, ondan sonra da yarılarak birbirine düşman oldular, niyetleri zayıfladı, sayıları azaldı. Sen onlara adil davranıyorsun ve haktan yana tavır alıyor, eşraf ve kötü durumda olan arasında insaflı davranıyor, senin yanında eşrafın diğeri karşısında bir üstünlüğü yoktur. Hakkaniyet egemen olup adalet gerçekleşince senin yanındakilerden bir kısmı bunlardan rahatsız oldu, Muaviye'nin yaptıklarını görünce kendilerini ona sattılar. Bunların çoğunluğu hakkaniyeti bırakıp haksızlığı alıyor. Şayet mal harcayacak olursan insanların boyunları sana gelir, sana bağlanırlar ve sana sadık olurlar
Ali hemen şöyle cevap verdi: Bizim adalet konusunda yaptıklarımızla ilgili sözlerin üzerine Allah azze ve cell şöyle diyor: İyilik yapan kendisi için yapar kötülük yapan da yine kendisi için yapar, Rabbin kullarına karşı zalim değildir. Ben sözünü ettiklerin konusunda eksik davranmış olmaktan korkarım. Ancak hakkaniyetin onlar için ağır geldiği ve onun için bizi bıraktıkları ile ilgili söylediklerin üzerine; Allah, bir zorbalıktan dolayı bizden ayrılmadıklarını ve bizden ayrılıp adalete sığınmadıklarını çok iyi biliyor. Ama malların harcanıp adamların alınması ile ilgili söylediklerin konusunda ise, biz bir insana hakkından fazla mal veremeyiz.
Ali'nin bu durumdaki doktrinin özeti, zamanında Eşter'e söyledikleridir: Sakın ha, insanların eşit olduğu şeyi elimde tutayım deme. Genel haklar insanların eşit olduğu şeydir. Bin Ebi Talip de bunu kastediyor.
GEREKSİNİMİN KARŞILANMASI
- Hak bakımından benim yanımda eşitsiniz.
- Aç kalan her fakir bir zengini doyurmuştur.
- Fazlaca birikmiş her zenginliğin yanında mutlaka kayıp haklar gördüm
- Boğazı olan herkese yemek ve her tohuma bir yiyen bulunmalı
- Devlet ağırlıkları azalmadan nasihatleri tutmaz,
- En kötü çoban çobanlığını yaptığı sürüsü kötü olandır.
Ali
Ali'nin tavsiye ettiği, koruduğu ve korunmasıyla yönetimin anlamını sığdırdığı genel haklardır. Ayrıca, bunun ışığında birine el çektirip diğerini yerleştiriyor. Bu hakların anlamlarım geliştirip yaygınlaştırıyor. Bunun dışında ise, bütün bunların hepsi kamunun gereksinimlerinin karşılanması ve aralarından hiçbirinin aç kalıp insan onurunun küçük düşürülmemesi gibi sağlam bir çerçevede buluşuyor. Bu gereksinimin karşılanması için yasalarda yeterli şeyler yoksa dahi, yasaların bunu yapmayı normal görmesi gerekir. Ali'nin doktrinine göre, ibadetin insanı genel yaşamdan çekmemesi gerektiği, din ilişki demek olduğu, inanç sağlığının yaşam sağlığı olduğu gibi, yasa ve sistemler mutlaka herkesin maddi gereksinimlerini karşılamak üzere düzenlenmelidir. Herkesin gereksinimi karşılanmalıdır ki, insan kendini ve yaşamını hor görmemelidir. Halkın gereksiniminin karşılanması yasamacı ve yöneticinin görevi olup onun gönlünden gelen bir şey değildir. Halk açısından bu bir haktır bir istem değildir. Ali bu konu üzerinde öyle şiddetle durdu ki, adamlarına ve yöneticilerine bu hak ile dolu olmayan bir sözü, bir vasiyeti ya da bir talimatını bulmak zordur.
Çarların, egemenlerin bütün kötülükleri içerisinde, halkı önemsememelerinden daha büyük bir kötülük görmeyen Ali'nin doktrininde; halkın gereksiniminin karşılanması yöneticinin ve yasamacının asıl görevi ve kamu hukukunun temel hakkıydı. Yöneticiler, halkın yeşil topraklardaki ve rahat yaşamdaki haklarını ihmal ediyorlardı. Onlara kötülük edip onları yoksullaştırmaya çalışıyorlardı. Bunun üzerine de şöyle diyor: Düşünün dağılmaları durumunda onların sahibi durumundaki Çar'lar ve yöneticiler onları geniş ufuktan, rahatlıktan ve yaşamın yeşilliğinden alıkoyup yoksulluğa, uçurumlara ve yaşamın kötülüklerinde miskin olarak bırakıyorlar.
Ali, halkın malına az ya da çok hıyanet etmeleri durumunda bu gibi yöneticileri en şiddetli cezalarla tehdit etmek zorunda kalıyordu. Birisi gelip bir adamının ya da yöneticisinin zora veya tekelleştirmeye başvurduğu haberini verirse şiddetli bir şekilde üzülüyor ve hemen haklı olma sinirliliği ve adalet coşkusuyla bazı adamlarına yönelerek şöyle diyor: Yeri silip süpürdüğünü, ayağının altındaki her şeyi alıp elinin altındakileri yediğini duydum. Gel bana hesap ver.
Bana hesap ver deyimine dikkatinizi çekerim. Bunun arkasında bulunan birçok anlam içerisinde insafa mutlak inanç mevcuttur. Uzatıp yorumlamaya ve ihmal etmeye hiç yer bırakmıyor. Bu inanç, anlık biçimde ezilen bir hak ile talep edilen bir hak arasında gidip gelen bir toplumun durumunu, ister gasp eden açısından ister gasp edilen açısından olsun böylesi bir şey sonucunda doğacak olan ahlaki çöküntüyü ve adaletin gerçekleştirilmesine olan tam inançla adamları nezdinde varsın ne yaratırsa yaratsın durumlarının hepsini bir araya getirerek sinirli bir şekilde ve istemeyerek kızan bir özetle bana hesap ver'de somutlaşmaktadır.
Şayet ona, adamlarından birisinin kamu mallarından elinde ne varsa yediği haberi gelirse acele biçimde peşinden adam göndererek şöyle diyor; Allah'a inan ve bu insanlara mallarını geri ver. Şayet bunu yapmaz da daha sonra Allah seni elime geçirirse senin için Allah'a sığınayım.(28) Vallahi Hasan ve Hüseyin senin yaptıklarını yapmış olsalardı yine onlara acımam, hiçbir istediklerini benden elde edemez ve onların yaptığı zulümdeki haksızlığı ortadan kaldırırım.
Ali, Sa'd adında birisini Ziyad Bin Ebiyhi'ye göndererek beytülmal'dan elinde ne varsa beytülmal'a iade etmesini emretti. Daha önce Ziyad'ın rahatlık içerisinde yaşadığı ve bunu zayıf, yoksul, dul ve yetimlere karşı kullandığı haberini almıştı. Onunla hiçbir alakası yokken faziletli olduğunu göstermeye çalışıyordu. Ulak, Ziyad'ın yanında iken ona ısrar etti, bunun üzerine Ziyad kibirlenip sertleşerek onu kırdı. Bunun üzerine Ali şunları ona yazdı:
Sa'd ona sövdüğünü sert ve kibirli biçimde karşı koyduğunu söyledi. Allah'ın Resulü (SAV) Kibir ve Yüceliğin Allah'a mahsus olduğunu söylemiş. Kim kibirlenirse Allah ona kızar. Ayrıca yemek çeşitlerini arttırdığını ve her gün süründüğünü söyledi. Allah için bir kaç gün oruç tutar yanındakilerden bazılarını verir, bir defalık yemeğini bir kaç defaya böler ya da yoksullara yedirirsen ne olur. Sen rahatlık içerisinde yaşarken bu malı miskin komşuna, zayıf yoksula, dula ve yetime karşı kullanırken sana doğru ve sadakat veren insanların mükafatlarını elde etmeyi mi düşünüyorsun. Bunun dışında sadıkların sözünü ağzından düşürmeyip kötülükler içinde olduğunu söyledi. Bunları yapıyorsan sen kendi kendine zulmetmiş bütün iyiliklerini vs. yok etmiş olursun.
Ali, her türlü baskıyı kaldırmaları için yöneticilerine emir vermeyi sürdürmektedir. Rüşvete karşı savaşmakta rüşveti yönetici ile yönetilen, hak sahibi ile hak arasındaki en çirkin, en adi ilişki olarak görmektedir. Bunu kabul eden yöneticileri rüşvet yiyenler olarak adlandırmaktadır. Daha sonra toplumun varacağı bozgunluk seviyesini ortaya koyarak bir emirin rüşvet aldığını duyarsa hemen omzunu şu sözlerle sarsmaktaydı. Senden önceki ataların insanlardan hakkı alıkoydular, onlarda satın almak zorunda kaldılar. Kötülüğe öncülük ettiler onlar da bunu izledi.
Yöneticilerden birisi bir ziyafete davet edilir de giderse; hemen Ali onu en kötü biçimde tenkit eder ve kınardı. Hakkaniyetin rüşvetsiz olarak kurulması gerekirken bir hakkaniyeti kurmak için mi ona rüşvet vererek davet ediyorlar? Yoksa hakkaniyet yerine haksızlığı yerleştirmek için mi? Bir yöneticiye bütün dünyanın egemenliğini verseler dahi bunu yapmamalı. Daha sonra zenginin davet edilip yoksul ve gereksinim sahibinin uzaklaştırıldığı bir davete nasıl katılır. Bu insanlar arasında ayırım yaratmaktır ve bazı vicdanları rahatsız eder ama Ali'nin kalbini kırar. Toplum sağlam biçime oturduktan birileri davet edilerek diğeri birileri davet edilmezse; bunda bir haksızlık söz konusu olmaz.
Bazıları İmam'ın yöneticilerden dakik bir şekilde hesap sormasını abartılı olarak görebilir. Ancak İmam'ın bunların maddi bütün gereksinimlerini karşıladığım ve bundan sonra hiçbir biçimde rüşvet almamaları ve ne pahasına olursa olsun zenginliklere bakmamaları gerektiğini öğütlediğini öğrenirlerse Ali'nin haklı olduğunu ve bu dakik hesaplaşmayı abartmadığını doğru bir çizgi izleyen ve belirli ölçütlere sahip bir aklın çalışması olduğunu görürler. Az da olsa bu görüntüden uzak kalanın gelecekteki tehlikesi daha büyüktür. Bu görüntüyü Ali'nin deyimiyle sınırlıyoruz, Osman'ın dönemine taşırmıyoruz. Ali devlet malından yöneticilere gereksinimlerini karşılayacak ve rüşvetten alıkoyacak kadarını verdi, öyleyse neden rüşvet alıyor? Ayrıca bu konu ile ilgili olarak ve Ali'nin yöneticilerin dikkatini çektiği zımni bir gerçek daha vardır. Bu da, egemenliği sırasında insanlardan bir öğle yemeği ya da akşam yemeği elde etmesine izin vermemektedir. Bu, iktidar aracılığıyla gerçekleşen bir kazanım ise hırsızlık ya da rüşvetin aynısıdır. Bir akşam yemeği ile rüşvetlendirilmesine izin verilmeyen kişinin bir kenti çalması ya da halktan rüşvet almasına hiç mi hiç izin verilmez.
Kötü olan yöneticilere bu kadar şiddetli davranmasına rağmen iyilik yapanları teşvik ediyor ve onlara mükafat veriyordu. İşte size, Bahreyn'deki adamı Ömer Bin Ebi Selma'yı alıp Muaviye'ye karşı seferinde eşlik etmesini istediğinde yerine Al-Nu'man Bin Aclen'i gönderirken ona söyledikleri: Seni hiç kınamadan ve elinin altındakilerden hiçbir şikayet olmadan Nu'man Bin Aclen'i Bahreyn'de senin yerine atadım. Yaşamıma yemin ederim ki, yöneticiliği iyi yaptın ve emaneti yerine getirdin. Hiçbir kuşku ya da kınama aklına gelmeden yanıma gel Şam ahalisinin zalimlerine gitmek istiyorum. Senin de benimle birlikte onların sorunlarını görmeni istiyorum. Sen düşmana karşı savaşanlar arasında gösterilenlerdensin. Allah seni ve bizleri haktan yana olup onunla adaleti gerçekleştirenlerden kılsın.
Yani, ulusa ihanet edip rüşvet almayanların gereksinimlerini karşılayacak malları mevcut olup müminlerin emiri onları yeterince teşvik etmektedir. Ancak ihanet edenleri önce sitem, sonra kınama, daha sonra görevden alma, daha da kötülük ederlerse görevden alıp hapisle cezalandırmıştır.
Bununla birlikte yöneticiler dışında gasp etmek, tekelleştirmek ve daha fazla zenginlik elde etmek isteyenler vardı. Malları biriktirip ellerinde tutanlar, topraklan ve köyleri elde edenler vardı. İmam, bunlara karşı hiç durmadan ve şiddetle savaştı. İçlerindeki şımarıklığa, doymazlığa ve sömürü sevgisine karşı savaşmaktadır. Kendileri ile çoğaltmak istedikleri mallar arasına bir set çekmeye çalışmaktaydı.
Ali, bütün konuşmalarında, pratiğinde ve çektiği sınırda gaspı yasaklamıştı. Tekelciliği de şiddetle yasaklayıp şöyle diyordu: Birçoğunun çıkarları ve satımları ellerinde tuttuğunu bil. Bu, kamunun zararı ve yöneticinin ayıbı demektir. Onun için tekelciliği engelle. Daha sonra ekleyerek şöyle devam ediyor: Nasihatten sonra bir şeyi tekelleştiren olursa onu kınar ve fazlasına kaçmadan cezalandırır.
Toprakların ele geçirilip köylerin feodalleştirilmesi ile ilgili olarak akıllının aklına ve yöneticinin şerefine işaret edecek bir görüşe sahipti. Daha önce de buna işaret ettik. Zaten sömürünün her türlüsü bir nevi gasp etme ve tekelciliktir. İmam bu konularda hiç müsamaha etmezdi. Nahj Al Balağa'nın değişik yerlerinde bulunan bu konu ile ilgili sözleri çoktur. Bu kitabın değişik bölümlerinde sözü edildiği gibi İmam bunlarla malların birikmesine ve servetlerin artmasına yol açan araçları yok etmeye çalışıyordu. Çünkü bu mal ve servetler birilerinin ellerinde toparlanıp sadece zenginler arasında dolaşmaya başlıyordu ve toplumun diğer kesimlerine yetişmiyordu.
Hiç emek harcamadan ya da hiçbir yeteneği gerektirmeyen bu çeşit mal biriktirmeyi sağlıklı bir toplum açısından istememiştir. Uzun erimli olarak bu durum, tembel, iş yapmayan ve yoksul kesimlerin sırtından yaşayan bir sınıfın, diğer bir yandan da hiçbir yemek ya da giyimde emeli olmayan çalışıp çabalayıp emek harcayan ikinci bir sınıfın yaratılmasına neden olur. Daha sonra da kaçınılmaz şekilde toplumun ve bireyin ahlaki bakımdan çökmesine yol açar. Böylece yoksullar zenginlerin, emekçiler tembellerin ve iş yapmayanların kurbanları durumundadırlar. Ahlak ise, her iki kesimin kurbanı oluyor. Toplum da yıkılan bir bina durumuna geliyor. İmam, çağındaki bazı durumları niteleyerek şöyle diyor: Emek harcayıp kaybeden, çaba harcayıp zarar eden birisidir. Öyle bir çağa geldiniz ki, iyilik çok zor; kötülük ise bol olarak geliyor. Şeytan da insanları yok etmeye doymuyor. İnsanlara şöyle bir göz at: Yoksulluk içinde kıvranan, ya da Allah'ın nimetlerini zorla değiştiren zenginden Allah uğruna bencilliği bolluk olarak gören bencilden başka bir şey görebiliyor musun? iyiliksever, doğru, özgür ve müsamahakar insanlarınız nerede? Kazançlarına dalmış olanlar nerede? Yaşam çizgilerinde örnek olabilenler nerede?
Evet Ali, düşüncesinin doğruluğu, yaratılışının (Fıtrat) sağlamlığı ve yüce ahlakı sayesinde insanların gereksinimlerini karşılamayı hedeflemeyen hiçbir sistemin önemli olmadığını kavramıştı. Toplum kesimleri arasındaki anlamsız farklılıkları yok etmeyen her yasa değersiz ve anlamsızdır.
Toplum içinde değişik insan kesimlerinin kendi kendilerine Eşraf ve efendi yakıştırması yapıp alçakça ve adice halkın haklarını, rızkını ve malını soyanlara av olarak sunacak toplumları yaratan sosyal yasalar da alçak ve adi yasalardır. Azgınlık ise, (Ali'nin dediğine göre) adi bir sınırdır ne içindekileri koruyabilir ne de ona sığınanları durdurabilir.
Azgınlık, içindekileri koruyamadığı ve ona sığınanları engelleyemediği için, böylesi bir durumda toplum parçalanmış olur: İster haklan çiğnenenler açısından ister hakları gasp edenler bakımından yıkılmış olur.
* * *
Halkın gereksiniminin karşılanması için olumlu çaba bundan sonra başlayabilir ki; bunun da iki temel dayanağı mevcuttur.
Birincisi; Mallar, topraklar, köyler ve bütün servet kaynakları toplumun malı olup bütün bireylere çalışma fırsatı yaratıldıktan sonra gereksinim ve hakkına göre bireylere dağıtılır. Hiç kimse genel çıkarları gözetmeden bireysel iradesine göre davranamaz. Ayrıca toplulukla yardımlaşmamak bu bireyin çıkarma da gelmez. Çünkü kendisi topluluğa veriyor ve ondan alıyor. Aldığı da verdiğinden fazladır. Ali şöyle diyor: Aşiretine karşı elini sıkı tutanın kendisi onlardan, tek eli sıkı tutmuştur ama onlardan ona karşı birçok el sıkı tutulacaktır.
Devletin adilane, ayakta bu politikayı en dikkatli biçimde uygulaması gerekir. Halk tek vücut gibidir. Devlet geri kalmadan ayırımsız bir şekilde bütün organlarını hakkettiği gibi gözetlemelidir. Onun için de devlet, kardan ve sermayeden mutlaka bir sınırı olmayan toplumun çıkarları çerçevesinde artıp ya da azalan belirli bir oran alır. Topluluğun sağlıklı kalması, onurunun ve yaşam nedenlerinin korunması için gereksinim duyulursa hiç tereddüt edilmeden kardan, sermayeden, topraktan ve mallardan büyük oranlar alınır.
İkincisi, yaşamın ve ekonomik gelişmenin temeli olan yeryüzünün yapısına bakmak. İktidardakiler, devletin harç (vergi) almadaki yasal (Meşru) hakkını elde etmeğe çalıştıkları gibi yeryüzünü yapılandırmaya bakmalıdırlar. Yapılandırma olmadan harcın (vergi) kendisini bizzat (sonuç itibariyle topluluğun mülküdür) elde etmek mümkün değildir. Yeryüzünde yapılandırma olmadan topluluktan vergileri toplamaya çalışan iktidar sahibi adi, şaşkın, ülkeyi yıkmaya çalışan, insanları yok etmeye çalışan, egemenlikteki sorununu küçümseyendir. Yeryüzü kendi kendine, bir yönetici ya da Emir'in şaşkınlık ve alçaklığıyla zenginlik ve kibir sahibi olanların içinde barındığı saraylarla yapılandıralamaz. Çalışanların çabalarıyla ve içindeki bütün insanların zenginliğiyle olur.
Halkın kendi ekonomik durumunu, kendisini yönetenleri ve egemenleri beğenmemesi durumunda harç (vergi) alınmasını şiddetle yasaklamaktadır. Toplum kuralları, insanlık temelleri ve ahlak ölçütlerinin hepsi, halkın devlete olan vergisini isteyerek vermesini devletin zorla almaması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece yöneticiler kamudan almadan önce onların durumlarım iyileştirmeye çalışsınlar Harç konusunda Ali, yöneticilerine (adamlarına) şöyle demektedir: Harç toplarken hiçbir zaman insanların kışlık ya da yazlık elbiselerini, ya da yedikleri bir rızkı, veyahut iş yaptıkları bir hayvanı sattırmayın. Bir dirhem yerine kimseye bir kırbaç dahi atmayın. Bir dirhem uğruna ayağa dahi kaldırmayın. Harç için onların hiçbir şeyini sattırmayın. Bizim sorunumuz onların gönülleri kadarını almaktır. Ayrıca şöyle diyor: Harç sorunu insanları ıslah edecek şekilde olmalıdır. Harcın ıslahı ve onların ıslahı ile herkes ıslah olacaktır Onlar ıslah olmadan da hiç kimse ıslah olmaz.
Yeryüzüne ve yeryüzünün yapılandırılması ile bozgunu arasındaki gidiş gelişlere bu bakış açısı işçinin ve köylünün iyileştirilmesiyle devletin iyileştirilmesi gerektiği konusundaki bu bakış açısı çok doğru ve dikkatli bir bakıştır ki, uzun çağlar geçmesine karşın sosyal ve ekonomik bilimler tarafından bugün desteklenmektedir.
Yeryüzünü yapılandırarak halkın iyiliklerini ortaya çıkarıp bireyleri ve toplulukları nasıl güvenceye alabilir? Ali, bunun için çağdaş bilimlerin de kabul ettiği kurallar arasında olan genel bir kural koydu.
Eskiden, bazı düşünürler, yeryüzünün yapılandırılmasını, kölelerin, esirlerin ve zayıfların zorla çalıştırılmasıyla gerçekleşeceğini öngördü. Adaletli davranmaları durumunda da çalışanlara ücretlerini verirler. Ayrıca daha büyük bir ücret de, bu düşünürlerin kurallarına göre hiç çaba harcamadan elinde toprağı bulundurana, yücelik, şeref ve saygı sahibi efendiler, zenginler, boş aristokrasiye sahip olanlar geniş bozgunları elinde bulunduranlar ve diğer bütün tembellere verilmektedir.
Bu yasalar insanın ve emeğin değerini düşürmüştür. Eski ve yeni tarihte yöneticiler ve taraftarları, kölelik yasalarının (hatta toplu katliam yasalarının denilebilir) izni ile insanların sefaletinden ve emekçilerin emeğinden yararlanmışlardır. Bu ilkel, toplumsal düşünce tarzının sonucunda yönetici ve kahinler birbirine destek oldu ve birbiriyle yardımlaşarak bazen vatan adına bazen de taptıkları tanrı adına toplulukların kanını emdiler. İşte çizdiğimiz bu durumun bir tablosunu İngiliz tarih bilimcisi Wils'ten aktaralım. Şöyle diyor: Kahinler insanları, ektikleri ve içinde çalıştıkları toprakların kendilerine ait olmadığına, tapınaklardaki tanrılara ait olduğuna tanrıların bunu yöneticilere verdiğine yöneticilerin de onların hizmetindekilerden istediklerine verebileceklerine ikna ediyorlardı.
İnsan günden güne ektiği tarla parçasının kendisine ait olmadığını ortaya çıkardı. Tanrı bunun sahibiydi. Ürününden tanrıya bir ceza yatırması gerekirdi. Veyahut tanrı bunu yöneticiye hibe etti, yönetici de istediği kadar vergi tahakkuk ettirebilir. Ya da yönetici bunu bir görevliye verdi, normal insanın efendisi de o görevli. Tanrı, yönetici ya da efendinin yapması gereken bir iş olabilir ve normal insanın içinde çalıştığı toprak parçasını bırakıp efendisine çalışmak zorundadır. Hiçbir zaman içinde çalıştığı toprak parçasının ne dereceye kadar kendisinin mülkiyetinde olduğunu düşünmedikçe ve bunu açığa çıkaramadıkça normal insanın hiçbir sorunu, hiçbir yaşam hakkı ya da topraktan alacağı hiçbir şey yoktur. (29)
Arap tarihinde Ali'den sonra da yöneticinin toprağı, malları, mülkleri eline alarak tanrısal hak efsanesine sığınan, (yani bu kendi haklarıdır istediklerine verirler istediklerine vermezler hiç kimsede onlara itiraz edemez çünkü toprak tanrının mülkü olup kendileri de tanrının yeryüzündeki temsilcileri olduğuna göre onların mülküdür.) sayısız örnekler mevcuttur.
Ancak, Ali Bin Ebi Talip'in zihninde, sorunların en iyi şekliyle bir tablosu çizilir. Toprağın içinde çalışanın mülkü olduğunu kavrar içinde çalışanların gereksinimiyle dengenin bozulduğunu ve getirişinin ondan yararlananlara gittiğini görür. Onların emeklerinin yöneticilerin boğazına, zenginlerin karnına, yöneticilerin keselerine ve tekelcilerin ceplerine gittiğini görünce dengeyi ihmal ettiklerini, böylece durumlarının kötüye gittiğini bunun da doğal olduğunu görür. Emeklerinin çocuklarına, daha sonra kamu çıkarlarına gerçekten sahip çıkan devlet hazinesine gittiğini görünce daha fazla çalışırlar durumları iyileşir ve onlarla birlikte devletin de iyileşeceğini gözler.
Ali'nin görüşüne göre halkın bu konudaki rızası yöneticinin ve rejimin doğruluğunun biricik ölçütüdür. Baskı ve zor ise tedbirsizliktendir. Ali şöyle diyor:Yöneticilerin göz bebeği, ülkede adaletin gerçekleşmesi ve yönetilenlerin bağlılığının ortaya çıkmasıdır, Gönülleri rahat olmadıkça bağlılıkları ortaya çıkmaz, devletlerinin ağırlığı da hafiflemezse istedikleri yerine gelmez.
Yeryüzündeki her tür emeğin kutsallaştırılması, işsizliğin ve çalışmadan geri kalmanın olmadığı sağlıklı sınırları ortaya koyabilmek için Ali İnsanları birbirinden ayıracak temel şey emektir der. Ne miras olarak kalan soy, ne de yapmacık egemenliktir. Ayrıca herkes çalıştığıyla ödüllendirilir. Bunun üzerinde öyle durdu ki, hep çalışanın taraftarı; isteyenin, dilenenin ve çalışıp yararlanmayan ve toplumu yararlandırmayanın kınayıcısı olarak tanındı. Kardeşi Akil Bin Ebi Talip Beytülmal'dan emeksiz şekilde bir takım elbise istediğinde onu reddedip vermediği bilinmektedir. Ali'nin gözünde birisinin emeğine karşılık mükafatlandırmamaktan ve bir emekçinin çabasının bir sömürücünün boğazına gitmesinden, ne kadar az olursa olsun çalışanın emeğinin bir bölümünün kaybolması, özenle yapılmış bir çalışmanın büyük ve küçük diye ayırım yapılmasından daha adaletsiz bir şey yoktur.
Onun zamanında ne emeği kaybolmuş bir işçi ve ne zarar eden bir emekçi vardı. İnsan ve toplum yaşadıkça toplum ve insanlık yasalarının temelinde sürekli kalacak olan şu ölümsüz sözlere bir bak; Daha sonra herkese çalıştığını verin ve hiç kimsenin emeğini başkasına vererek kaybetmeyin. Emeğinin karşılığını vermeden bırakmayın. Hiçbir onur ne onun emeğiyle bir küçüğü yüceltmeni, ne de bir büyüğü küçültmeni istemez.
Ali, yeryüzünün yapılandırılması ve emeğin adaletli dağıtımını Sağlıklı bir toplumun temeli olarak görmüştür. Bir defasında bölgelerden birisinin yerlileri yanına gelerek kendilerinin yanında bir ırmağın bulunduğunu ve zamanla bu ırmağın yatağının dolduğunu, bunun yeniden açılmasının da bölgelerine çok yararlı olacağını söyleyerek kendisinden bölgelerindeki sorumluya söyleyip bu çalışan ırmağı açtırmak için kendilerini suhra (30) olarak çalıştırmak için emir vermesini istediler. Ali ırmak yatağının temizlenmesi düşüncesini kabul etti, ancak kendilerinin kendileri suhra çalıştırmayı kabul ettiklerini kendisi kabul etmedi. Kartaza Bin Ka'b adındaki orada bulunan adamına şöyle yazdı: Senin velayetin altındakilerden bazıları yanıma gelerek orada kapanmış bir ırmak yatağının bulunduğunu, şayet bu yatağı açar da ırmak yeniden akmaya başlarsa ülkelerinin yapılanacağını harçlarını (Vergilerini) rahatlıkla ödeyebileceklerini ve Müslümanlar içindeki bolluklarının artacağını, bu konuyu sana yazarak bu yatağı açtırman için kendilerini toplayıp takip etmeni istediler. Ancak hiç kimseyi istemediği hiçbir işe zorlamak istemem. Onları çağır ırmağın durumu anlattıkları gibiyse çalışmak isteyeni çalıştır. Irmak çalışanındır çalışmayanın değil Onların zayıf kalmaları yerine yapılanarak güçlenmeleri benim tercihimdir. Selamlar...
Ali'nin yasasına göre insanların kendileri isteseler dahi suhra yoktur. Çalışmak ana temel ve yasadır. Ali Çalışmak için emredildiniz der. Ancak ırmak için orada çalışanlardan başkasına bir hak söz konusu değildir. Ayrıca çalışmak istemeyenleri de zorla çalıştırmak olmaz. Kendi isteğiyle hiçbir zorlama olmadan çalışmak Ali Bin Ebi Talip'in her zaman üzerinde şiddetle durduğu bir sorundur. Bazen ona işaret ederek bazen de açıklayarak bunun üzerinde durmuştur. Çalışmayla ilgili her şeyin temeli durumuna gelen şu açık sözleri onun bu konudaki temel yasasıdır: Mutlaka arzu ile çalışın.
Çalışanın ve çalışmanın durumuyla ilgili bu derin görüşüyle Ali batılı düşünürleri bin yıldan fazla geçti. Ayrıca bu düşüncesini ince ve akılcı bir adalet temeli üzerine yerleştirdi. Kendisi yararlı olsa da insanları çalışmaya zorlamıyordu. Çünkü zorlamanın kendisi bizzat insanlığın değeriyle ters olup özel özgürlüğü kısıtlar ve zorlamayla şartları tamamlanmayan emeğe kötülük eder. Diğer yandan bu çalışmanın faydalarını sadece çalışanlara vererek onları çalışmaya itiyor:Irmak çalışanındır çalışmayanın değil. Dahası, bu bakış açısı yirminci yüzyılda doğru toplumsal teorilerin üzerine kurulu olduğu ana temellerden birisi değil tümüdür.
Herkes çalışmalıdır. Çalışmasının dışında hiç kimse ne küçülür ne de büyür. Her çalışana mükafatı verilir. Çalışmayan, şerefi ve büyüklüğü iddia eden kimse ne kadar da küçük olursa olsun emekçilerin emeğinden bir şey alamaz. Ali'nin dediği gibi de Allah birisini severse emin ve işinin ehlini (profesyonel olanı) sever.
Yararlı iş beraberinde mülkiyeti getirirse, bu mülkiyet kuşkusuz bireylerin hakkıdır. Ayrıca topluluğun çıkarlarıyla uyuşacak şekilde (tümü) kendilerinin malı olabilir. Şayet topluluğun çıkarı bu mülkiyetin sınırlandırılmasını gerektiriyorsa bunun tereddütsüz ve tartışmasız biçimde yapılması gerekir. Her tür mülkiyetin mutlaka topluluğa hizmet etmesi gerekir. Çünkü buradaki temel konu özel çıkarlar yanında kamu çıkarlarıdır. Mülkiyetin sınırları bu şekilde anlaşılırsa mal birikimi ve o toplum içerisinde sınıfların yaratılması engellenir.
Toplum içerisinde herhangi bir kusur ya da güçsüzlükten çalışamayacak durumda olanlar; çocuk, yetim ya da yaşlılık gibi durumda olanlar varsa, İmam ı Ali, bunların bugünkü Arap rejimlerde ihmal edildikleri gibi onurlu yaşamasını hiç göz ardı eder mi? Yoksa adil, sağlıklı adalet sahibi toplumların temel aldığı ölçütlere dayanan görüşe sahip bir insan gözüyle mi bakar? Topluluğun birey üzerinde haklan vardır. Aynı biçimde bireyin de topluluk üzerinde hakları vardır. Halk yardımlaşan, birbirine bağlı tek vücut olup içindeki her bireyin yaptığıyla mükafatlandırılır. Allah insanlara yaşamlarını paylaştırmıştır. Hiç kimse diğerinin yaşamını elinde bulunduramaz. Çocuk ve yaşlılar gibi, iş yapamayacak durumda olanların gereksinimleri topluluk tarafından karşılanmalıdır. Diğer insanlara karşı insaflı davrandığı gibi bunlara karşı da insaflı davranmalıdır. Bu bireyin topluluk üzerindeki haklarındandır ne minnet ne de şefkattir. Temel bir görev olup iyilik ya da hoşgörülülük değildir. Bu hakkaniyeti gerçekleştirmede doğrudan sorumlu olan da temsilcisi olan kişilerle bizzat devlettir. İmam ı Ali şöyle diyor: Toplum içerisindeki bu insanlar diğerlerinden daha da fazla insafa gereksinim duyanlardır. Güçsüz ve dermansız olan yetimleri, çalışamayacak durumdaki yaşlıları güvenceye al. Ali sosyal tedbirlerinin temellerindeki bu temele sosyal güvenlik adını vermese dahi bizler bu sosyal zorunluluğun kavranmasında, ve bunun iyilik severlerin bir iyiliği olmadığını, hırslı olanların göklerinden yağan bir yağmur olmadığını ve de, münafıkların bir tuzağı değil devletin görevleri arasında görmesinde batı düşünürlerinden binlerce yıl önde olduğunu görmüyor muyuz.
Yoksulluğu en büyük ölüm olarak, yoksulu kendi topraklarında yabancı olarak gören Ali, yoksulluğu ve açlığı yönetici açısından yalancı bir şefkat ya da minnetle, yönetilen açısından da boyun eğme, küçülme ya da miskinlikle de yok etmek istemiyor. Onun için bu gerçeği insan onurunun yüceltilmesi olarak görüyor ve şöyle diyor: Açlık boyun eğmekten daha iyidir. Kişinin onurlu biçimde hakkım elde etmesi gerekir. Çünkü Yoksulluğun en kötüsü nefis yoksulluğudur.
Halkın gereksiniminin karşılanması konusuna, Ali'nin bu kadar çok büyük önem vermesine karşılık Osman zamanında yönetici Eşrafların hiç bir ağırlık vermediği görülür. Bugün birçok Arap hükümetinin gerek küçük bir sorun oluşundan gerekse kendilerinin yüce politika dedikleri çok uğraş verdiklerinden bunu hiç önemsememektedirler.
Ancak bu basit şey Ali'nin yanında hiç de basit değildi. Çünkü Ali gerçek bir yüce idi. Yücelik ve basitlik ise sürekli bir arada bulunurlar. Demek istediğim şudur: Yiyecek ve eşyaların içinde satıldığı pazarın, tüccarların terazi ve ölçekle eline geçirip çaldıkları kamu parasının sorunları önemsenmemelidir. Bugün (Doğulu yöneticilerin bir çoğunun yanında önemsiz olan) tuz fiyatlarının yükselmesinin Fransız Devrimi ateşinin tutuşmasını hızlandıran nedenler arasında yer aldığını bilirsek kendilerinin basit gördükleri ve basit olmayan şeylerin soğuk yüce politikalarının önemini çok iyi kavrayabiliriz.
Ali yüce politika sahibi değildi, ancak adil bir yönetim ve emin bir emek sahibiydi. Onun için her sabah bizzat kalkarak Kufe'nin pazarlarını dolaşır ve bizzat her pazarın insanlarını kontrol ederdi, alıp satanların durumunu bizzat görür muhalefet eden tüccarları kasap değil de insan olmaları için zorlardı. Başlarında durarak tekrarlamaları ya da çalmaları veyahut ölçeklerle oynayarak insanların hakkından az olsa bir şey almaları durumunda alacakları cezaları hatırlatır sonra onlara seslenerek şöyle derdi: Tüccarlar...... (31)
Ali vicdanı ve aklıyla insanların yaşam bakımından eşit olduğuna inanmıştı. Bu gerçeğin yaşamın zorunluluklarından birisi olduğuna, bireyin özgürlük yolunda ileri doğru iten bir yöntemin ve toplumun doğru yapılandırılmasının bir etkeni olduğuna inanmıştı. Bunun üzerine kendisi haklar bakımından eşitliği kanunlaştırdı. Bu kanun çerçevesinde de, gereksinim sahiplerinin kamu malı bakımından, İslamiyet'e önce katılanlardan daha öncelikli olduğunu kararlaştırdı. Gereksinimin bizzat kendisinin de hakkaniyet bakımından harcanan çabaya yararlı emeğe eşit olduğunu belirleyerek bu temel üzerine mal elde edip toprak sahibi olmanın gerekçesi olduğunu ortaya koydu.
Sürekli biçimde yönetimi altındakilere gereksinim sahiplerinden vergilerin tahsil edilmemesi, hacizlerin kaldırılması ve daha sonra da toprakların iyi mahsul elde etmeleri için bunlara yardımcı olmaları emirlerini içeren vasiyetleri peş peşe geliyordu. Ama aynı zamanda insanlar arasında eşitliği sağlamak için kamu hazinesi olan Beytülmal'ı zenginleştirmek için zenginlerden kat kat vergi alınmasını emrediyordu.
Bugün insan haklarının ilan edildiği bu çağda, mutlu ve biricik mutlu olan Doğudaki birçok hükümetin halk içerisindeki gereksinim sahipleri üzerine koyduğu vergi yükünü ve bunu zorunlu ihtiyaçlarından ve kanlarından tehdit ederek vaatler yağdırarak, hacizler çıkararak, vb. birçok firavuncu, (32) karakış ve saltanat yöntemleriyle gözleri önünde ellerindeki bir kaç mal parçasını sattırarak tahsil ettiğini görmemiz ne kadar da küçültüyor onları. Halbuki bu hükümetler yemek istediği bu halk hakkında da pek bir şey bilmiyor, hiçbir hakkını tanımıyor, ne şükranla anılacak çabalarım mükafatlandırmak için onların gereksinimlerini karşılıyor.
Buna karşılık İbn Ebi Talip'in onlarca çağ öncesinde kendi adamlarını bir hataya düşmemeleri için sürekli denetleyerek Harç toplarken hiçbir zaman insanların kışlık ya da yazlık elbiselerini, ya da yedikleri bir rızkı, veyahut iş yaptıkları bir hayvanı sattırmayın. Bir dirhem yerine kimseye bir kırbaç dahi atmayın. Bir dirhem uğruna ayağa dahi kaldırmayın. Harç için onların hiçbir şeyini sattırmayın. Bizim sorunumuz onların gönülleri kadarını almaktır, ve yeryüzünün yapılandırılmasına bakışın harç toplamak için olan bakışından daha önde olmalıdır, derken ne kadar büyüyor.
* * *
İmam ı Ali, toplumun sınıfsal yapısındaki büyük realiteyi kavradı ve o uzak çağlarda birçok yerde kendi döneminde ve vasiyetlerinde ele alıp ayrıntıladıktan sonra şu veciz sözlerle formüle etti: Her yoksulun açlığından bir zengin zevk sürmüştür.
Bugün adaletli sistemlerin üzerine kurulduğu gerçek budur. İnsanlar arasındaki maddi temelleri daha önce, İbn Ebi Talip tarafından onlarca çağ önce kavranmış, çağının izin verdiği temel ve esaslar çerçevesinde açıklanmıştır.
Bir defasında Lübnanlı yazar C. H. bana şöyle dedi: İnsanı gereksinim yoksulluk ve acılarından kurtarmak isteyen Avrupa ülkelerinin birindeydim. O ülkenin eğitim bakanlığına şöyle dedim: Sizin bugün belirginleştirmeye çalıştığınız toplumun sınıfsal yapısını biz Araplar bunu sizden bin küsur yıl önce kavramışız. Bunun üzerine Avrupalı bakan şöyle dedi: Nasıl oluyor diye sordu ben de; On küsur çağ önce Ali Bin Ebi Talip'in şöyle dediğini söyledim: fazlaca birikmiş her zenginliğin yanında mutlaka kayıp haklar gördüm Avrupalı bakan şöyle cevap verdi: Ancak biz sizden daha iyiyiz. Neden ve nasıl diye sordum. Cevabı şöyle oldu: Arap olan aranızdan birisi bu gerçeği onlarca çağ öncesinde keşfetmesine rağmen siz hala sosyal karanlıklar içerisindesiniz. Ancak biz bunu sizden önce uyguladık. Böylelikle siz bizlerden onlarca çağ geridesiniz.
Bu bölümü bitirmeden önce okuyucudan en sağlıklı ve çağdaş teorilerle, Alevi sosyal teoriyi karşılaştırmasını isteyerek anlattıklarımın hepsini toparlayayım:
Ali'nin sosyal felsefesini, toplumun yoksulluk, zenginlik, mali sınıfsallık bakımından görüşünün temelini oluşturan, daha sonra da kamunun gereksinimini karşılamak ve bütün insanlar açısından hak ve görevleri bakımından eşitliği istediği yasasının üzerine kurulduğu dokuz ana madde sayabiliriz. Bunlar:
Tekelciliği yasakla
Her yoksulun açlığından bir zengin zevk sürmüştür
Fazlaca birikmiş her zenginliğin yanında mutlaka kayıp haklar gördüm.
Yeryüzünün yapılandırılmasına bakışın harç toplamak için olan bakışından daha önde olmalıdır.
Hiç kimseyi sevmediği bir işe zorlayamam.
Yürekleri cennette vücutları işte.
Irmak zorlanmadan çalışanındır.
Herkese çalıştığını verin ve hiç kimsenin emeğini başkasına vererek kaybetmeyin.
Sakın ha, insanların eşit olduğu şeyi tekelleştirmeye kalkışma.
Şayet bu ibarelere dikkatlice bakarsan, insan haklarının korunduğu, insanlık özgürlüğünün en geniş ve en yüce anlamıyla korunduğu doğru inşa edilmiş her toplum yapısının derinliğindeki temeller olduğunu görürsün. Çağdaş sosyalist teorilerin üzerinde kurulduğu ve hiçbir biçimde ters düşmediği temellerdir.
Bundan ötesi de, tüm okurlarımız bu yüce aklı kutlamalıdır.
NE BİR TUTUCULUK NE DE MUTLAKIYET
- İnsanlar arasındaki kardeşlik bağı sadece insan sıfatıyla olursa bunda günah yoktur.
- Doğanın dogmatikliğinde dahi bulunmayan şeyleri bunlar nasıl oluyor da canlı konulara sokuyorlar. Ağırlık ve alan ölçülerinde hiç sınırlandırılamayan ya da sınıflandırılmaya kalkışılır veyahut sınırlandırılıra yaşamın yaşam olmayacağı ve insanın insan olmayacağı insana ve sürekli hareket içindeki, gelişim içerisindeki yaşama bir ölçü koyabiliyorlar
Ali bin Ebi Talip, sağlam yolda ilerlemeye devam ediyordu. İnsanın yaşam konusundaki onsuz tamamlanamayacak haklarının sınırlarım çiziyor. Belirli bir inançla sınırlanmayan, ya da zararlı herhangi bir ırkçı sınırla belirlenmeyen en geniş insanlık sınırlarım belirleyerek içerisindeki her şeyi serbestleştiriyor. Bununla maddi, ahlaki bütün değerleri ve her türlü elemanlarıyla birlikte insanlığı onurlandırmaktadır.
İbn Ebi Talip insanlara din ya da mezheple ilgili herhangi bir inancı dayatmak istemiyordu. İnsanın özünden ya da insanı çevresindeki özel ilişkilerinden doğan, değişik renk ve biçimlerde olabilen insanın iç yaşamına ve öz vicdanına hiçbir dayatmada bulunulmasını istemezdi. Kendisi, peygamberin halifesi, İslamiyet'in koruyucusu ve Müslümanların Emiri olmasına rağmen hiç kimseye Müslümanların din olarak inandıkları şeye inanmasını dayatmayı kesinlikle reddederdi. İnsanlar Allah'a istedikleri şekilde inanmalarında özgürdürler. Topluma zarar vermemesi şartıyla herkes istediği şekilde inançlarını biçimlendirmede özgürdür. Bütün insanlar Allah'ın ailesidir. Din ise, ilişkidir.
İmam-ı Ali'nin görüşüne göre insanın sıfatı, onun saygıdeğer, sevilen, korunan, kollanan olması ve hakkının yenmemesi için yeterlidir. Mısır'daki temsilcisine olan mektubunda şöyle diyor: Ellerindeki (33) ekmeği ellerinden alan yırtıcı aslan gibi olma. Onlar iki çeşittir: Ya senin din kardeşindir veyahut senin gibi bir ahlak sahibidir. Onun için de, Lütfundan Allah'ın sana vermesini isteğin gibi sen de onlara ver. Hiçbir zaman yaptığın bir lütuftan pişmanlık duyma ve verdiğin bir cezadan övünme.
İnanç bakımından senden az ya da çok farklı olsa bile senin sahip olduğun haklara kendisi de sahiptir. Bizzat dinin kendisi, seni kardeşlik bağlarıyla diğerlerine bağlama amacında değil mi? İnsanın sıfatlarının içerisinde yalnızca kardeşlik bağının varolması bile yeterli olup onun bir günahı yoktur.
Kendisi yaşam ve canlılarla ilgili görüşünü hiç bir zaman mutlaklaştırıp egemen kılmanı istememektedir. Yaşamın sınırları geniştir. Canlılarda bu geniş sınırlar içerisinde serbesttirler. Sana zarar vermediklerine göre neden kendi görüşünü bunların davranışları karşısında egemen kılacaksın. Yüce sandığın herhangi bir sorun belki de önemsiz bir şey olabilir. Sen bunu nereden bilesin? Hiç önemsemediğin bir başka sorun da, bilmen durumunda senden daha önemli olduğunu görebilirdin. İmam açık bir şekilde söylemektedir: Allah'ın kullarından hiçbirini küçük görmeyin. Sen bilmeden o insan bir veli de olabilir. Bu hikmet deyimini alıp uzaklara götürecek olursan, tutuculuk ve mutlakıyet karşısındaki tavrını görebilirsin.
Kardeşin hatalı ya da kötü bir yolda ise, onu hoş görüp affetmen gerekir. Bu hoşgörü ve affından da hiç pişmanlık duymamalısın. Ayrıca başkasının içindeki kötülüğü kendi içindeki kötülüğü atarak yok etmelisin. İnsanoğlunun inancı ne olursa olsun kendi kendisinin vasisi olmalıdır (34) diğer insanlarla ilişkileri kendi kendine istediğini başkaları için de isteyen ve kendine istemediğini başkasına da istemeyen ilişkisi içerisinde olmalıdır. Kendin için istediğin bir şeyi başkaları için iste kendin için istemediğin bir şeyi de başkaları için isteme kendin için uygun gördüğün şeyleri de diğer insanlar için uygun gör. Ayrıca gerçek mümin olanİyiliği iyilik olması dışında bir amaçla yapmaz. İyilik; Gerçek iyilik insanlar arasındaki adaleti sağlamak ve birbirlerinden ayırt etmemek. Ayrıca, Muhammet'in çizgisi doğrultusunda dünyayı algılayanla İsa'nın çizgisi doğrultusunda algılayan, ya da insanlık kerametim öne çıkaran diğer bütün çizgiler doğrultusunda algılayanlar arasında bir fark yoktur. Ali'ye göre kerameti elde etmek, araç ise: Herkes kendi aracını seçmede özgürdür.
Ali şöyle diyor: Allah'ın Resulü (SAV)in eşitlik konusunda sana yetecek kadarı vardı. Dünya her şeyiyle kendini ondan sakındı. Bütün nimetlerinden mahrum kalıp güzelliklerinden uzaktı. Meryem oğlu Isa için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Taş üstünde yatıyor, kalınları giyiyor en kötü yemekleri yiyordu. Katığı açlık, gece içerisindeki ışığı da ay ışığıydı. Onun gölgesi yeryüzünün doğusu ve batışıdır. Meyvesi ve Reyhan (35) yeryüzünün hayvanlara verdiği bitkilerdir. Onu alıkoyacak ne bir eşi, ne de onu üzecek bir çocuğu, ne de onu küçük düşürecek bir açgözlülüğü vardı. Onun aracı sadece ayakları ve hizmetçisi ellendir. Bir başka yerde de şöyle diyor: Onlar yeryüzünü yatak, toprağını döşek, suyunu da en tatlı şey olarak alıp Mesih gibi dünyayı ele aldılar. Muhammet peygamberler kardeştir. Değişik anneleri var ancak dinleri birdir, derken kavramış olduğu gerçeği Ali, Muhammed için şu sözü söylerken kavramıştı: Önceki peygamberlerin izlediği yolu izliyordu. Bu iki özdeyişte hiç bir yorum kabul etmeyecek şekilde; keramet, bütün insanları insanlık sıfatında toplandıkları gibi bir araya toplayabilmektir.
Ali'nin inancına göre, dini inanç özgürlüğü insan haklarından birisidir. Özgürlük bölünemeyeceğine göre, insan bir yandan özgür diğer yandan bağlı olamaz. Müslüman istese de istemese de Hıristiyan'ın kardeşidir. Çünkü istese de istemese de insan insanın kardeşidir. İmamın özgürlük anlayışına göre keramet, özgürlüğün temel ölçütüdür. Onurlu özgürlük kendisi açısından kutsal bir hak olarak görülmeseydi İsa'nın yolunu izleyenleri, Muhammed'in yolunu izleyenleri övdüğü gibi övmezdi. Daha önce Ali'nin zırhını çalıp satın aldığını iddia eden Hıristiyan'ın öyküsünü ve Ali'nin kendisine nasıl kendisiymiş gibi veyahut bir babanın evladı gibi muamelede bulunduğunu, olayın hakim önünde nasıl cereyan ettiğini ve Hıristiyan'ın İmam'ı kanı ve canıyla savunanlar arasında nasıl yer aldığını anlatmıştık.
Hicaz ve İrak'ın her tarafında, istemesi durumunda inancından vazgeçip insanlara zulüm yapana karşı insaflı davranışı anlatıldı. İnsanlar Ali'nin yeşil cüppesiyle gezerek Medine mescidinde söylediği şu lafları ciddi bir şekilde tekrarladığını gördü:
İncil'i izleyen herhangi bir kimseye eziyet edildiği zaman, bana eziyet edilmiş olur. Tarihimiz: Arap Tarihi, Ali'nin şu yüce sözünü en iyi sayfalarına yazmıştır: Bana fırsat verilseydi Tevrat'ı izleyenle Tevrat'ın hükümlerine göre, İncil'i izleyenlere incilin hükümlerine göre Kuranı izleyenlere Kuranın hükümlerine göre hükmeder ve her kitabı ayrı alarak Ali doğru söylüyor dedirttirirdim.
Ayrıca bak, Müslümanların Emiri Ma'kel Bin Kays'a ne diyor: Ma'kel elinden geldiği kadar Allah'a inan Kıble sahiplerinden (36) yana çekip diğerlerine zulmetme, kibirlenme Allah kibirlenenleri sevmez! Ali'nin Allah'a olan inancı, insanın insana zulüm yapmamasıyla az ya da çok kimseden yana çekmemekle sınırlandırdığını gördün mü? Ayrıca Müslüman olanları ve Müslüman olmayanları nasıl aynı kefeye koyduğunu ve hiçbir ayırım yapmadığım gördün mü? Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar arasındaki bu eşitliği Ali'nin yönetiminin neresine gidersek görebiliriz. Kendisi Müslümanların durumlarından söz edip insanların başındaki zulmün kaldırılmasını İslamiyet'in alınması gereken faziletlerinden birincisi olduğunu vurgulayarak şöyle der: Hakkaniyeti izleyip İslamiyet'in ışığında giderseniz ne bir Müslüman ne de bir söz verene (37) zulmedilir.
Süfyan Bin Avf Al-Asedi, Anbar şehrine saldırdığında neden geri çekilip haktan yana durmadıkları için sert çıktı. Müslüman ya da söz veren ayrımı yapmadan şehirdeki kardeşleri üzerinde bulunan zulmü defetmedikleri için onlara sert çıkarak şöyle diyor : Duyduğuma göre adam Müslüman olan ve Müslüman olmayan kadınlara giriyor namuslarını kirletiyor. Bütün bunlardan sonra bir Müslüman ölmüş olsaydı kınanacak bir şey kalmazdı.
Ya da Muhammed Bin Ebi Bekr'i Mısır'a vali olarak tayin ettiğinde ona şöyle yazıyordu: Zimmet ehline karşı adil davranmanı, Mazlumlara karşı insaflı, zalimlere karşı sert olmanı, insanları affetmeni ve elinden geldiği kadar iyilik yapmanı tavsiye ederim! Yakının uzaktakilerin ikisi hakkaniyet konusunda eşit olsun.
Zihninde insanların eşit kılınması düşüncesini sağlamlaştırmak için zimmet ehli konusunda dikkatini çektikten sonra bütün insanları affetmesini emretti.
Necran Hıristiyanlarına verdiği söz içerisinde şöyle diyor: Ne asimile edilirler, ne zulmedilirler ne de haklarından herhangi birisi eksilir!
Ali, Hıristiyan'ın diyetini Müslüman'ın diyetiyle bir tuttu. Ali'nin taassup konusundaki bu tutumu, Kapsamlı Varlığın Ruhu ile ilgili şunları söyleyen kişiliğinden kaynaklanmaktadır: Hiç kimse onu diğer kimseden alıkoyamaz, hiçbir ses diğer bir sesi unutturmaz.
Ali'nin yanında her insanın bir onuru vardır. Her sesi dinlerdi. Cahillerin tutuculuğuna ve eski çağlardaki bütün dinlere mensup insanların aptallığına rağmen, Ali ile ilgili bu gerçek zamanındaki ve zamanından sonraki dönemlerde Arap Hıristiyanları ona en bağlı ve onu en çok sevenler durumuna getirmiştir. İbn Ebi Al-Hadid Nahj'ın anlatımında buna işaret ederek şöyle demiştir: Zimmet ehlinin peygamberliği reddetmesine rağmen sevdiği bir insan için (yani Ali için) ne diyebilirim. vs.
Ali Müslüman olmayanlarla ilişkilerini şu sözü üzerinde kurmuştur: Malları bizim mallarımız, kanları da bizim kanlarımızdır. Kendisinden sonra da bunun sünnet olarak kalmasını istemiştir.
* * *
Ali'nin mantığına göre dini tutuculuk kınanmış, en derin şekilde inanıp en geniş ölçüde tuttuğu özgürlüğün en basit kurallarına ters düşmektedir. Kendi inancına inanmayanlara karşı olan bu tutumu ile orta çağlardaki Avrupalı İman edenlerin tutumunu karşılaştıracak olursak onların debelendikleri yerde kendisinin yüceldiğini görürüz. Bunda şaşırılacak bir şey yoktur. İman Ali'nin nezdinde İnsanlık temellerinden yaşama ve varlığa olan genel bakışından kaynaklanmaktadır. Diğer birçok kişide bu iman kulluk belirtilerinden birisidir. Daha sonra da bu adet haline gelmiştir. Ne insanlık asaleti ne de bir güzelliği içermektedir.
* * *
Biz bugün dinsel ya da mezhepsel tutuculuğa karşı savaş açalım, her halükarda dinsel tutuculuk artık bir şey değildir, bazı uluslar bunu daha tehlikeli ve daha zor bir tutuculukla değiştirdiler; Ulusal ya da ırkçı tutuculuk veyahut siyasi tutuculuk, insana karşı hiçbir hoşgörü, ondan hiçbir özür ya da bir af kabul etmemektedir. İçinde yeterince de tehlikeli etkiler, ahmaklıklar ve aptallıklar mevcuttur. Tutucu olan birisi, zımnen her tür hakkın sahibi olduğunu ve o olmadan hiçbir hakkın olamayacağım, kendi dünya görüşü dışında bir görüş olamayacağını, insan sorunlarıyla ilgili görüşlerinin de mutlak olduğunu ve hiçbir tadil kabul etmeyeceğini itiraf etmektedir. Bu ırkçı ya da siyasi tutucular bilip, bilmedikleri şekillerde mutlakıyete batmaktadırlar. Çizgi bakımından veyahut izlenen yol anlamında mutlakıyete batmak bir çeşit dogmatizm ve ölümdür. Canlı ve süregelen konularda doğanın durağanlığında dahi görülmeyen bir şekilde mutlakıyete nasıl düşebiliyorlar, yaşamın yaşam olmaktan çıktığı insanın insan olmaktan çıktığı herhangi bir şekilde sınırlandırılacak olursa anlamsızlaşan, sürekli hareket ve gelişim halinde olan, hiçbir şekilde sınırlandırılamayacak insana ve yaşama ağırlık ve alan ölçütleri gibi ona ölçüt koyabiliyorlar.
Tutuculuk bütün çeşitleriyle eski zamanların bazı insanlarının karakteri durumundaydı. Bu yüce İmam, dini tutuculukla savaşı bitirmeden dönüp tutuculuğun her çeşidine ve görüntüsüne karşı savaş açmaktaydı. Bir ulusun ya da bir bireyin tutuculuğunu güzel olan yaşamın bozuntuya uğratılması olarak görüyordu. Atalarla övünmeyi de bu tutuculuğun bir çeşidi olarak görüp onu hep kınıyordu. Çağındaki tutuculara bak nasıl hitap ediyor: Kötülüğü körükleyip dünyayı bozguna uğrattınız. Allah... Allah.. Kibirlik ve cahil övünç bunlar geçmiş zamanlarda insanları aldatan bozgunculuğu tırmandıran şeytanın ortağıdır. Aman ha... Aman sizlerden soylarına karşı kibirlenenler ve kendilerini yüce görenler (Yani diğer insanları küçük görüp onlara karşı tutucu olanlar) yarattığı ile ilgili Allah'a karşı gelenlere itaat edilmesin. Bunlar tutuculuğun temel direkleri ve bozgunculuğun esaslarıdır.
Irkçı ve ulusal tutuculuğu fesat, bozgunculuk ve yaşamın bozguna uğratılması olarak gördükten sonra fitne ile eş tutmakta ve bu çizgiyi her tür tutuculuğa uygulayarak günbegün daha da kökleşen bir kural koydu. Şöyle diyor: Baktım ki, bilginlerin hiçbiri hiçbir şey karşısında tutucu değil. Yalnız cahiller cehaletlerini örtmek için ya da ahmakları akıllarına uygun olduğu için onlarda tutuculuk gördüm.
Araştırmak isteyenler tutuculuğun anlamı ile ilgili istedikleri kadar araştırsınlar İbn Ebi Talip'in söylediği şu ikilemden başka bir şey bulamayacaklar: Tutucular ya cahilliklerinden veyahut ahmaklıklarından tutucu olurlar. Cehalet ve ahmaklığın ikisi de, bozgunculuk, fesat ve yaşamda kibri getirir. Bunlar da daha önce Ali'nin sözlerinde geçmektedir.
Böylece İbn Ebi Talip'in inancına göre her tür tutuculuk kınanmıştır. Fazilet, Adalet ve genel haklar için tutuculuk olmadıktan sonra... Mazlum sınıfların zenginliklerini çalıp tekelleştirenlere karşı bir tutuculuk olmadıktan sonra. Doğruluk, sadak ve sağduyunun egemenliği için bir tutuculuk olmadıktan sonra... Özgürlük ve insanlığın onuru için bir tutuculuk olmadıktan sonra... Kötülüğün tutucularından bütün yaratıkları korumak için bir tutuculuk olmadıktan sonra... İmam, Al-Kasia adlı hutbesinde şöyle diyor: Şayet tutuculuk olmazsa olmaz bir kuralsa, tutuculuğunuz iyi meziyet, sorunların iyi çözümü, arzulanan bir ahlakın, yüce şeylerin ve olumlu yaratımların tutucusu, iyiliği el üstünde tutmak, kötülükten vazgeçmek, insanlara karşı insaflı olmanın ve yeryüzünde bozgunculuktan uzak kalmanın tutuculuğu olsun.
Herhangi bir düşünceye ya da duruma karşı tutuculuğu reddeden zengin doğanın ilerleyişi ile ilgili en iyi örnek, ellerinden geldiği kadar onunla savaşan ve onu yok etmek isteyen Haricilerle ilgili vasiyetidir: Benden sonra Haricilerle savaşmayın. Hakkı isteyip de onu haksız çıkaran, haksızlığı isteyip onu elden eden gibidir.
İmam insanların mantığını tutuculuğun, tutucunun hata yapmayacağından başka bir şey olmadığını yerleştirmek için meşveret (Görüş alışverişini) emredip kendinden örnek vererek şöyle diyor: Hakkaniyeti söyleyeni ve adalet için görüş alışverişinde bulunanı bırakmayın. Ben hata yapmayacak değilim.
SAVAŞ VE BARIŞ
- İddia eden helak, iftira eden yok olmuştur.
- Kötülükte yenen yenilgiye uğramıştır.
- Saldırının kötü sonuçları yalnız insanlar içindir.
- Barış Ülkeye güvenlik getirir.
- Sözünü sürekli yerine getir. Vicdanına ihanet etme. Sözünden vazgeçip düşmanına kötülük yapma, iktidarını kan dökerek güçlendirme.
Ali
Bunun üzerine insanın insan üzerinde çok hakkı vardır. Bunların başında da sadakat ve ülfet bağının insanlar arasında, bir kökten gelen, tek yolda bulunan ve birbirinden fazla uzak hedefleri olmayan kardeş insanlar arasında, birey ve toplum olarak, ulus ve halk olarak güçlendirilmesi gelmektedir.
İnsanı yok eden savaşla birlikte özgürlüğün, rahatlığın, bulunan kuralların miras olarak kalan ve daha sonra ortaya konulan bütün çabaların, insanla ilgili hiçbir şeyin anlamı kalmamakta ve onu ele almak anlamsızlaşmaktadır. Ki bütün bunlar insan için varolmuştur.
İnsana hizmeti iddia edip onu barışa davet etmeyen her şey yalan ve kötüdür.
Yaşama hizmet etmeyi iddia edip sonra canlıları atların ayakları altında ve demir şarapnelleriyle ölüme iten her şey yalan ve sonuçsuzdur.
İnsan ve yaşamla ilgili bir görüş kardeş olan insanları kardeşliğe davet etmiyorsa, aciz ve anlamsızdır.
Irmaklar kan ırmaklarına dönüp, bahçeler sahraya dönüşüp dikenler bütün saraylarda ortaya çıktıktan sonra sözün, eylemin ve görüşün ne kadar aciz kaldığı o zaman görülebilir.
İnsan fırtınaya yakalanıp çöp gibi kaldırılarak onu yiyip bitiren bir savaşın ortasına atılır da bir hiç durumuna gelirse, yaşamın bütün güzellikleri ve umutları, anlamsızlaşır ve yok olursa, baykuşlar harabeleri arasına gelir de yerleşmeye çalışır ve kendine yer bulursa sözün, eylemin ve görüşün ne kadar aciz kaldığı o zaman görülebilir.
Savaş bir yıkım ise, barış tek kurtarıcıdır. Buna ek olarak barış, bir olan insanlığın evlatlarını yeteneklerini ve güçlerini hep birlikte kullanarak aşama aşama bir olan ortak umutlarım gerçekleştirebilecek duruma varmak için olan hedeflerine götüren bir hedeftir.
İbn Ebi Talip'in düşünceleri, tek köke birleşmiş gelişkin dallar gibi, barışın insan ve yaşam çevresinde onu her tür kötülükten koruyan büyük bir zırh olduğunu kavramaktaydı.
İbn Ebi Talip insanlara seslenerek şöyle diyor: Allah sizleri başıboş yaratmamıştır.
Allah insanları neden kendi mezhebinde yaratmıştır?
Bu soruya kendisi cevap vererek şöyle diyor: Allah sizleri kendi toprağında saygın ve diğer yaratıklar arasında güven olarak yaratmıştır. Dostluğunuzu kurup rızkı yayılarak onun kanatları arasında sizleri toplayıp zenginliklerini yaydı.
Ali'ye göre dostluk insanlar üzerindeki varlığın bir zenginliğidir. İbn Ebi Talip'in yüreğinde ve dilinde egemen olan büyük sevgi ve sıcaklıktan bir parça; Barış ve dostluktan söz ederken şöyle diyor: Allah gölgesinde yürüyüp ona sığındıkları dostluk bağını kurdu aralarında. Bu hiç kimsenin önemini bilmediği bir nimettir. Çünkü her değerden daha değerli ve her hatırdan daha önemlidir.
İnsanlar arasındaki barış bu nimetin özü olduğuna göre de, kardeş olan insanlar niçin düşman olup birbirlerinden nefret ediyorlar?
Ali'nin yüreğinden şunları eklemek istiyorum: Ey insanlar! Kendi kendini yok etmekte bulduğun nedir? Uyuduğun uykundan uyanmayacak mısın ?
Ali'nin yaşamındaki sözleri ve eylemleri düşmanlığı, kini, kavgayı hep kötülemekte barışı, kardeşliği ve dostluğu öne çıkarmaktadır. Barış için yardımlaşmayı emrederek onun için çalışmıştır. Çünkü barış Ülkenin güvenliğini getirir. Savaştan nefret edilmesini isteyerek ondan kendisi de nefret etmektedir. Çünkü savaş demek saldırganlık demektir ve kulların üzerindeki en kötü şey de saldırganlıktır. Çünkü saldırganlıkta kaybetmek her zaman gelecek olan kesin sonuçtur.Saldırganlık eken zarar biçer. Çünkü savaş insanlara facialar getirir: Hem kazanan, hem de kaybeden için getirir bu faciaları. Çünkü savaş insan onurunu yok eder. Akıl, vicdan, dostluk ve yaşamın değerini kazananın kişiliğinde görerek kaybedenin kişiliği açısından da hakaret, küçülme, kan ve yaşam kaybıdır. Ali'ye göre Kötülükle yenen yenilgiye uğrayandır. Savaş ve kan dökülmesinden daha kötüsü de yoktur.
Ali'nin yanındaki ana ilke, korkunç facialardan söz ederken İslamiyet'ten önce cahiliye kabilelerinin yanındaki savaş belirtileri durumunda olan saldırılardan söz etmesidir. Onun görüşüne göre, saldırılar, putlara tapmak ve kızların diri gömülmesi aynı özden kaynaklanmaktadır. Her halükarda bunlar yaşam ve insan gerçeğinin canililiğinin somutlaşmasıdır. Ki, cahillikten daha kötüsü olamaz. Ali şöyle diyor: Diri gömülen kızlarla, tapılan putlar ve gerçekleşen saldırılarla cahilliğin ortaya çıkmasıdır.
26) Tebzir, Mübezziri: Ölçüsüz ve gereksiz harcama.
27) Mevali: Sözlük anlamı itibariyle bağlı, ancak statü itibariyle o günkü Arabistan koşullarında köle olmayan ancak kimsesiz, yani aşiretsiz olan yoksul ve korunmaya muhtaç kişi olup onu korumak için nüfuz sahiplerine bağlı olmak zorunda olan toplum kesimidir.
28) Allah'a sığınmak: Öyle bir ceza vereceğim ki Allah senin yaptıklarından dolayı beni mazur görecek.
29) Buradan Başlamalı S. 26 Halit Mehmet Halit
30) Suhra: Karşılıksız, bedava olarak birilerini devlet işinde veyahut bir başka işte çalıştırmak.
31) Because. Bu kitabın 90 ncı sayfası.
32) Eski Mısır Kralları Firavunlarına nispeten.
33) Yani bütün insanların.
34) Kendisinden sorumlu olmalıdır.
35) Reyhan güzel koku anlamında olup güzel kokusu olarak anlaşılmalıdır.
36) Kıble Sahipleri: Müslümanlar kastediliyor.
37) Söz veren ya da zimmet ehli: Muahit, Müslümanların yönetiminde kalan yani zimmetinde sayılan kitap sahiplerine söylenen bir söz.