İNSAN HAKLARI VE Hz. ALİ
EGEMENLİK TOPLULUĞUNDUR
ÖZGÜRLÜK VE KAYNAKLARI
ÖZGÜRLÜK:
BİREY İLE TOPLUM ARASINDA
DÖRT
EGEMENLİK TOPLULUĞUNDUR
ÖZGÜRLÜK VE KAYNAKLARI
ÖZGÜRLÜK:
BİREY İLE TOPLUM ARASINDA
DÖRT
Yapım olmadan, topluma hizmet olmadan, devamlılığın nedenlerine bakmadan toplumsal yardımlaşmanın gerektirdiği biçimde bir düzenlemeye gitmeden oruç tutup tutmamanın hiçbir anlamı kalmıyor. Peygamber oruç ayında oruç tutmayarak insanlara hizmeti, oruç tutup yararlı işten uzak kalıp kendi başına olmaktan daha üstün gördü.
Ayrıca, peygamberin Aranızda kötü bir şeyi gören varsa eliyle, bunu yapamayan da diliyle, onu da yapamayan en azından kalbiyle değiştirsin, sözünden topluma ve insanlara yararlı olanın, kötülüğün yok edilmesi ile ilgili topluma ve kişiye yüklenen sorumluluğun zorunluluğu üzerine açık bir işaret değil midir.
Ayrıca, topluma herhangi biçimde hizmet edenin sevabının sürekli namaz kılıp ibadet edenden daha çok olduğunu belirten çok hadis mevcuttur. Peygamberin gözünde bir bilgin topluma yarar getiriyorsa ayın milyonlarca yıldızdan daha parlak olduğu gibi bir milyon ibadet edenden daha iyidir. Bilginin ibadet eden karşısındaki iyiliği Ayın milyonlarca yıldız karşısındaki durumu gibidir. Peygamber yeryüzündeki insanların yararının ortaya çıkartılmasında yaratıcı güç olarak akıl olduğundan peygamber örneği görülmemiş biçimde akla önem verirdi. Şöyle diyor: Bir saatlik düşünme bir yıllık ibadetten daha iyidir.
İslamiyet, bu çizgi içerisinde toplumun önemsenmesi, düzenlenmesi ve canlandırılması çizgisi içerisinde, insanların toprağa ve orada çalışarak iyiliklerinden yararlanması çizgisinde yürümüştür. Yeryüzündeki her şeyi sizin için yaratmıştır., Yeryüzünü bütün yaratıklar için yarattık., Kendisi yeryüzünü sizin için engin olarak yarattı her tarafında yürüyün ve rızkından yiyin. Ayrıca İslamiyet insanlara şükretmeyi Allah'a şükretmek isteyenin gireceği biricik kapı olarak görmüştür. İnsanları tanımayan Allah'ı tanımaz. Peygamber şöyle diyor: İnsanlara şükretmeyene Allah Şükretmez Peygamber, üretken çalışmayı büyük biçimde kutsamıştır. İşçiyi sadece yüceltip ona şükretmiyor, sevap vermiyor, bir de çok çalışmaktan şişen eli öpüp söyle diyor: Bu hem Allah'ın hem de peygamberinin sevdiği eldir.
Peygamberin üretken çalışmayı kutsadığıma dair en iyi örnek şu öyküdür:
Peygamberin sahabeleri, cüsseli, kuvvetli, sert kaslara sahip bir adamın yürümekte olduğunu gördüler. Bu gücünü ve sertliğini Allah uğruna cihada yöneltmiş olmasını temenni ederek şöyle söylediler: Keşke bu kuvveti Allah uğruna olsaydı. Bunun üzerine Peygamber şu bilge sözünü söyledi: İki yaşlı baba ve annesi için çıkıyor olsa yine Allah uğruna olurdu, yok eğer küçük çocukları var da onlar için çıkıyor olsa y ine Allah uğruna olurdu, şayet günahtan sakınmak amacıyla eşi için çıkıyor olsa yine Allah uğruna çıkmış olurdu. Hadis kitapları. Peygamberin emeği kutsayıp işçiyi onurlandıran birçok hadisinden söz etmektedir. Aralarında şunlar vardır: "Allah mümin ve profesyonel kulunu sever. " "Hiçbiriniz kendi elinin emeğinden daha lezzetli bir yemek yemiş değildir. "
Emeğin böylesi bir değeri, hatta böylesi bir kutsallığı olduğuna göre işçinin de yaptığını özenle yapması gerekir. Böyle yapması durumunda hem yararlanmış, hem de yararlandırmış ve toplum içerisindeki varlığının gerekçesini bulmuş olup Allah tarafından sevilip kendisine yaklaştırılmış olur. Muhammed şöyle diyor:Biriniz bir iş yapması durumunda, işine özenirse Allah onu sever.
* * *
İslamiyet'in, yeryüzünü üzerinde yürüyüp rızkından yiyip, verdiğinden yararlanmaları için kıldığını söylemiştik. Ancak yeryüzünün dolup taştığı bu vergisinin dağıtımı karşısındaki tutumu nedir? İnsanların bir kesimine ait olup diğerine yok mu? Yoksa emek, üretim ve gereksinime göre paylaştırılacak mı? Bu nimetler Kralların, Emirlerin, Zenginlerin, Gaspçıların tekelinde mi, yoksa toplumun sağlam yapısının üzerinde oturduğu ve adil olarak dağıttığı genel hak mıdır?
İslamiyet; topluluğa, emek temeli dışında hiçbirini aşağılamadan ve hiçbirini yüceltmeden mantıklı ve adil bir bakışla bakar. Toplumun onaylaması gereken her emeğin bir karşılığı vardır. İslamiyet'ten önceki toplumlarda olduğu gibi, ya da özel olarak Kurşi (15) toplumda, içindeki Emeviler'in diğer insanları sömürdüğü gibi doğru bir toplumda işçinin aç kalıp tembel, hileci ve azmışların zenginleşmesi mümkün değildir. Doğru toplumda işçinin emeğini heder edip, çalışmayanın yeryüzü zenginliklerini götürmesi mümkün değildir. Toplumda, gereksinim ve yoksulluğun bulunduğu sefanın karşılığında bu toplumun diğer yanında mutlaka yoksulluğun olacağını kavradığından İslamiyet bireylerinin büyük çoğunluğunun yoksul olduğu bir toplumda büyük bir ısrarla sefayı yasakladığını görüyoruz. Hiçbir insanın diğer bir insanı sömürme hakkı ve onuru olmayacağından, haddinden fazla sefa ve israfın da gereksinim içerisindeki bir toplumda bu sömürü olmadan olamayacağına göre, Peygamber, müsriflerin evlerini şeytan evi olarak adlandırmaktadır. İnsanları örten kafeslerden başka bir şey olarak görmemekteyim. Kuran'da ise, Yaşamı azgınlaşan nice köyü (16) helak ettik. O evleri onlardan sonra az yaşanır duruma geldi. Kuran başka bir yerde şu güzel ve garip güzelliğe sahip şu sözlerle onlara karşı savaş açmaktadır: Herhangi bir köyü helak etmek istediğimizde müsriflerine emir veririz, onlar bozguna uğratırlar söz de yerini bulur altını üstüne getiririz. Bir toplumda tekelcilik, sömürü, kesinti ve dalaverecilik adı altında toplanan sefillik ve zenginliğin, gereksinim ve bolluğun aynı yerde olmaması için İslamiyet bu sapmalara giden yolları yıkmaya çalışmaktadır. Peygamber bunlara karşı savaşmakta ve bunu günah konumuna sokmaktadır. Tekelcilik açısında da şöyle diyor: Bir şeyi tekelleştiren hatalıdır. Dalavere ve Kesinti konusunda da şu tehdidi savurarak şöyle diyor: Yeryüzünde bir şeye zulmeden yedi yer tarafından kuşatılır. Kesinti konusunda da: Bir Müslüman'ın malını haksız yere kesen Allah'ın gazabına uğrar. Diyor.
Sömürünün ise o günkü biçimi, faizdir. Her çeşidiyle faizdir. Kuran 'ı kerim şöyle diyor: Faizi kat, kat fazlasıyla almayın Başka bir yerde de şöyle diyor: Allah alım satımı helal faizi haram kılmıştır. İnsanın insana sömürüsünü getirdiğinden faizcileri tehdit ederek ısrar ediyor. Sosyal adalet de bunu gerektiriyor: İnsanın çabasından başka bir şeyi yoktur. Hilekarlık, çıkarların tekelleştirilmesi, toplum ölçütleri açısından maddeyi değer ve vergi açısından insana eşit ya da insandan üstün tutma olmasaydı büyük varlıklılar sınıfı nasıl oluşabilirdi. En büyük toplumsal cinayet ise; tekelcilerin ve yöneticilerin ikisi beraber halkı gasp etme ve çabalarını yeme günahlı biçimde yemeleridir. Mallarınızı aranızda haksız olarak yiyip bilerek yöneticileri gösterip aranızdaki bir grubu haksız olarak yemeyin.Peygamber şöyle diyor: Hiçbiriniz elinin emeğinden daha lezzetli bir yemek yememiştir. Zelzele Suresinde şöyle diyor: Zerre kadar şer işleyen onu görecektir... Herkes kazandığıyla ipoteklidir... Mal bakımından da, belirli bir kesimin elinde hapsedilip bu kesim arasında dolaşım yaparak çıkar ve çabaların bu kesim tarafından tekelleştirilmesi ve kamunun küçümsenip kulların boyunlarına tahakküm edilmesi olmamalıdır. Kuran, mal konusunda şöyle diyor: Aranızdaki zenginler arasında dolaşımı olmasın.
Kuran'da ve hadislerde mal, ilk etapta toplumun malıdır. Kişiler de bundan sadece gereksinimleri ya da uğruna olan çabaları kadar alabilirler. Onun için de İslamiyet'te bir kişi diğerlerinin çabalarını en az biçimde de olsa sömüremez. Aynı zamanda gereksinim duyduğundan fazlasını toplaması yasaklanmıştır. Peygamber bu iki temeli mali politikanın temeli olarak almıştır. Yaşamı ve sözleriyle bu doğrultuda izlemeleri gerekeni sahabelerine örneklemiştir. Örneğin:
Sahabeleri arasında peygamberin çok değer verdiği Rifa'a bin zeyd adında birisi vardı. Bir gazvede (17) öldürücü bir oka hedef oldu. Peygamberin yanına taziye için gelenler şöyle demeye başladı: Ne mutlu ona şehit olarak gitti. Bununla da peygamberi tatmin edip üzüntüsünü hafifletmek istiyorlardı. Ancak peygamberin şunları söylediğini duyunca Rifa'anın ölümünden sonra tatmin olup üzüntüsünün hafiflemediğini gördüler. Hayır, hayber gününde ganimetlerden almış olduğu mendil ateş olarak onu yakacakıtr.
Rifa'a şehit olarak ölmüştür. Buna rağmen peygambere göre günahkardır. Çünkü topluluğun malından bir şeyler almıştır. Bu mendili gizli olarak almaması gerekir. Topluluğun malının herkese tek tek dağıtılarak herkesin hakkını almasını beklemeliydi.
Sömürüp tekelleştirdikleri ister az ister çok olsun, İslamiyet'in sömürücü ve tekelciler karşısında almış olduğu bu tutumun önemine bakıp derin temellerine inecek olursak; İslamiyet'in yaşamın yüceliğini kurduğunu ve canlı olarak insanın, bir tek Tanrının yaratıp zapt ettiği varlığın ekseninde bulunduğunu kavrayabiliriz. İnsanı yaşamdaki hakkından ve yaşam nedenlerinden nasıl yoksun bırakabilir. Adi, aptal, can ve mal ticareti yapan çok tembel bir çete bundan mahrum bırakmaktadır.
Mal, peygamberin ona bakış açısından anlaşıldığı gibi; toplumsal varlık açısından yaşamın sınırlarını oluşturmaya yarayan bir araçtır. Evren, İnsana hava, ışık gibi hakkını kararlaştırdığı gibi bu havanın, ışığın vs. oluşumu sonucunda olan yeryüzü zenginliklerinden de hakkını kararlaştırmıştır. Bizzat evrenin oluşumunu kararlaştırmış olduğu bu haktan hasta bir toplumdaki önemsiz bir kuram sonucunda ne komşusu ne de vatandaşı onu mahrum kılabilir. Peygamber şöyle diyor:insanlar üç şeyde ortaktır: Ateş, su ve nebatat. Bu söze mantık çerçevesinde bakacak olursak, Peygamberin her tür yasa ve anayasadan daha derin, ezeli ve ebedi bir gerçeği kararlaştırdığını görürüz. Çünkü yaşamın yaşam içerisindeki hakkını ikrar ediyor. Bu söze zaman ve mekan çerçevesinde bakacak olursak, (Bunların ikisi de genel ilişkilerden kaynaklanmaktadır.) mal konusunda az ya da çok, önce herkesin çabasına göre ve daha sonra da gereksinimine göre payını alacağı açık bir sosyalizmi istediğini kavrayabiliriz. O eski Arap, sahra ortamında yaşamın temel zorunlulukları olması itibarıyla açıkça ateş, su ve nebatatı kamulaştırıyor. Bu toplumun ateş, su ve bitki dışında bir gereksinimi olacak olursa da, bu durumda malın zenginler arasında dolaşımını sevmiyor.
Kişinin hakkını alabilmesinin önünde ne soyu, ne yetişme tarzı, ne cinsiyeti, ne inancı ve ne de dini engel olarak durabilir. Her insan çabasının karşılığını alır bu insan nerede olursa olsun. Kişi ve toplum bütün haklar açısından iç içedir. Toplum kişinin iş fırsatı çabası, gücü ve gereksinimi çerçevesinde bir ücreti garantilemiş olduğunda insani anlam olarak çok mükemmel bir durum olup bu kişinin kendi rolünde topluluğa destek çıkması ve kişisel özgürlüğünü vatandaşlarına zarar vermeyecek şekilde şekillendirmesi görevini yüklemiştir. Topluluğun kişiye zulmetmemesi, kişinin de topluluğa ait olanı istediği gibi kullanmaması gerekir. Kendi kişisel çıkarlarını korumaktan daha az olmayacak şekilde topluluğun çıkarlarını koruma görevi var olup bundan sorumludur. Peygamber şöyle diyor: Hepiniz çobansınız ve her çoban kendi sürüsünden sorumludur. Ayrıca bireyin özgürlüğü hiçbir zaman topluluğa zarar vermesi demek değildir. Genel çıkarların sınırlamadığı kişisel özgürlüğün zararını peygamber çok iyi bir örnekle anlatmıştır: Bir topluluk gemiye bindi ve yerlerini paylaştı. Her birinin bir yeri oldu. Aralarından birisi kendi yerini baltayla delmeye başladı. Ne yapıyorsun? diye sordular. Cevap olarak bu benim yerim istediğimi yaparım dedi. Engellerlerse hem kendisi hem de onlar kurtulur. Serbest bırakırlarsa hem kendisi hem de onlar helak olur. Ayrıca bu birey topluluğun bir üyesi olması itibariyle ve genel durumu yükseltme katılım olarak bulunduğu her yerde kötülüğü engellemekle yükümlüdür: Aranızdan birisi kötülük görürse vs. (18) Peygamber, her gün yüce ahlakını vaazlarla değil insanları yaşayarak eğitmekten geçtiğine, insanlara rahmetin (acımanın) sözle değil pratikle olabileceğine dair örnekler verebildiğine göre; insanlardan ayrı olarak değil, küçük büyük onların içerisinde yaşayıp, onları dinleyerek, onlarla sohbet ederek gerçek yücelerin çizgisi doğrultusunda onlara hizmet etmektedir.
Ebu Hureyre'nin anlattığı öykülerden bir tanesinde, Peygamberle birlikte çarşıya çıktığını, bir satıcının yanına gidip Peygamber oradan ihtiyaçlarını aldıktan sonra ona helal kazancı istemesi, bir şeyi tekelleştirmemesi, kimseyi sömürmemesi başkasının olmayan bir şekilde yaşamaya hakkının olduğunu iddia etmemesini tavsiye etmeye başladığını söylüyor. Satıcı kendisi ile konuşanın Peygamber olduğunu bilmiyordu. Ebu Hureyre bunu söylediğinde tedirginleşti ve elini öpmeye kalkıştı. Muhammed elini şiddetle ondan çekerek şöyle dedi:
- Yoo... Fars'ların krallarına karşı yaptıklarını yapmayın el öpmek Allah'tan başkasına karşı küçüklüktür.
Ebu Hureyre peygamberin almış olduğu eşyaları taşımaya kalkıştığında da, Peygamber onu ikaz etti. Gülümseyerek şöyle dedi:
- Sen bırak. Bir şeyin sahibi onu taşımada diğerinden daha evladır.
Ancak kral ve imparatorlar açısından İslamiyet onlara kuşkuyla bakmakta, hatta toplumdan tamamıyla sürmektedir. Bozucu ve bozguncular kendileridir: Krallar bir köye girecek olursa köyü bozar en değerli ahalisini küçümsenmiş duruma getirir.
Kral ve sultanlarda Peygamberi en çok rahatsız eden şey boş görünüm ve anlamsız kibir ve kendilerini, özel sorunlarını kuşatan abartı şekilleri ve şaşalı görüntüleridir. Çünkü Peygamber, reel gördüğü her şeyi kutsadığı gibi bütün insanlardaki yaşama sıfatlarını kutsamaktaydı. Namuslu, faziletli yaşamın temel dayanaklarından birisi olarak pratikte ve sözdeki sadeliği görmekteydi. Sahabeleri oturmuşken gelmesi durumunda istemeyerek, Fars'ların krallarına yaptığı muameleyi bana karşı yapmayın anlamında şeyler söylüyordu. Kral ve sultanların hayallerini süsleyen abartı ve şaşaayı sevmediğini gösteren olaylardan birisi; Oğlu İbrahim öldüğünde tesadüfen güneş tutulmuştu. Bunun üzerine insanlar: Gökyüzü peygamberin oğluna üzüldü dediler Muhammed bunu duyduğunda insanları toplayarak şunları söyledi:
- Güneş ve Ay Allah'ın ayetlerinden iki ayettir (19) herhangi birisinin ölümüne tutulmaz.
Peygamber, abartı ve şaşaada gerçek yaşamın sadeliğine karşı bir düşmanlık bulunduğunu, abartı ve şaşaanın sevilmesi de yaşamla ve canlılarla aralarındaki canlı, doğal bağlarını koparmış kral ve sultanların sıfatlarından birisi olduğunu kavramış olarak insanlara, bizzat yaşamın ve içindeki her şeyiyle varolan evrenin iradesinden birisinin ölümüyle güneşin tutulamayacağı ve Ay'ın yok olmayacağı güzel sözleriyle hitap etmektedir.
Burada peygamberin yaşamı sade, güzel, resmiyetsiz ve problemsiz olarak ele alınması gerektiğine dair çağrısını hatırlıyoruz. Bunun konumuzla olan sıkı bağlantısından dolayı hatırlıyoruz; çünkü yaşamın bu şekilde ele alınması peygamberin istediği ve kurduğu İslamiyet'in temelidir. Konularının farklılıklarıyla birlikte İslamiyet'in bütün içeriğine dikkat edecek olan kişi, Hepsinin tek, derin ve kapsamlı bir kökten kaynaklandığını kavrayabilir. O da; sahteliğin olmadığı, gizin olmadığı sadeliktir, ya da yaşamda doğruluk olarak söylenebilir.
Halit Mehmet Halit bu yöntemi güzelce özetleyerek şöyle diyor:
Kendisi (Yani peygamber) herhangi birisini istemeyerek az bir şekilde yaralayacak olsaydı mutlaka onun da kendisini aynı şekilde yaralamasını isterdi.
Minber üzerinde güzel bir azametle durup onu dinleyen sahabelerine şunları söylüyor: Kimin sırtına vurduysam (Kırbaçladıysam) işte sırtım, aynısını yapsın, kimin malından bir şey aldıysam işte malım ondan alsın. Kendisi yaşamı boyunca kimsenin sırtını kırbaçlamamıştır. Ancak Muhammed yaşamla olan mutlak doğruluğu en iyi şekli, en sadık biçimi, içtenlik ve temizlikle uyguluyordu. Bütün yaşamında riyakarlık ya da zayıflık olmadığı gibi gurur ve kibirlilik de olmamıştır.
Eşiyle yarışır, kendi ayakkabısının tabanını eliyle diker, elbisesinin yamasını kendisi yapardı. Kendi hayvanını kendisi sağmış, ailesine hizmet etmiş, sahabeleriyle birlikte tuğlayı kaldırmış, açlığından karnına taş bağlamıştır.
Sahabeleriyle birlikte yola çıkacak olursa onun önünde yürümelerini söylemiştir. Otururlarken gelecek olursa hemen oradaki en son yerde otururdu. Özel bir ikram için onu çağıracak olurlarsa hemen kendilerine: Sizden ayrıcalıklı olmayı istemiyorum, derdi.
Yaşamda doğruluk budur (20).
Bu bölümde Peygamberle ilgili anlattığımız her şey bu gerçeğin bir onayıdır.
Yöneticileri, efendi, zalim, baskıcı ve profesyonel hırsız değil de, topluluğun hizmetçisi durumuna getirecek görev ve sorumlulukları vardır. Peygamber yaşam öyküsünde, bir valinin hediye kabul ettiğini ona bildirdiklerini söyler. Haberi inceleyince kendisine gelen haberin doğru olduğunu görür. Kızar, valiyi yanına çağırarak şöyle der:
- Senin olmayan bir şeyi haksız olarak nasıl alırsın?
Vali özür dileyerek şöyle cevap verdi:
- Bu hediyeydi ya Resulüllah...
Peygamberin cevabında yönetenle yönetilenin arasında rüşvet yolunu açabilecek yöntemi çok iyi kavrayan bir dahilik vardı. Somut biçiminde bir yanıtla karşılık vererek şöyle dedi:
- Herhangi biriniz evinde oturuyor olsa ve ona bir iş yüklemiyor olsaydık, kimse ona hediye getirir miydi?
Hediyeyi devlet hazinesine (Beytülmal) vermesini söyleyerek valiyi görevinden aldı.
Peygamber bu şekilde insanlara haklarını alırken rüşvet yolunu izlememelerini öğretti. Aynı şekilde yöneticiye insanlara karşı bu yolu izlememesini öğretti. İnsanların maaşlarında hiç bir hakkının olmadığını öğretti. Bir hırsız olsun diye değil, bir baba olsun diye insanları yönettiğini öğretti.
Böylece, iktidarını, bir hediye konusunda kullanan yönetici sınıfa karşı adalet intikamıyla göstermiştir. Artık, malların çalınıp çarpılması, servetlerin tekkeleştirilmesi, hakların çiğnenmesi ve insanlara zulmedilmesi konularında nasıl olabilirdi?...
İslamiyet'te yönetici, mutlaka seçilerek ve oybirliği ile gelirdi. İktidarını genel iradeden ve insanların yararına olanı korumaktan ve en iyisini yapmaktan alırdı. İslamiyet yöneticiye, uygun çözüm bilmediği bütün sorunları yönetilenlere danışarak çözmesini zorunlu kılıyor: Sorunlar (kendi aralarında danışarak) istişare ile çözülür. Malda, mülkiyette ve yasada yöneticinin hiçbir artı hakkı yoktur. Hatta kendisine tanınan hak insanların onurunu ve haklarını koruyabildiği ölçüde korunabilir.
Halkın yöneticiye karşı korunmasında İslamiyet bununla da yetinmemektedir. Ezilmiş ve zayıfları, onları ezen ve zulmedene karşı mücadeleye hazırlamaktadır. Kuran'da, ezilip, sömürülüp, hakları ellerinden alınıp, zulme uğrayanların bu zulmü kabul etmeleri ve ona karşı harekete geçmemeleri durumunda, baskı ve kötü muamelenin diğer çeşitlerine karşı sessiz kalmaları durumunda onları cezalandırmakla ikaz ederek kendi kendilerine zulmedenler olarak adlandırıyor.
Peygamber şöyle diyor: Zulmünden dolayı değil de başka bir şey için öldürülen şehittir.
Bir başka yerde de şöyle diyor: İnsanlar zalimi görür de ona karşı koymazlarsa Allah onları cezalandırır.
Ancak genel insanlık alanında ise, dini taassubun her türlüsüne karşı savaş açmaktadır. Dinde zorlama yoktur. Aynı biçimde ırkçı ve ulusal (Kabile) taassuba karşı da en şiddetli şekilde savaşmaktadır: İstese de istemese de insan insanın kardeşidir. Bütün insanlar onurlu kardeşlerdir. Ademoğullarını (İnsanları) onurlandırdık karada ve denizde taşıyarak en iyi şeylerden rızklarını verdik yarattığımız birçok şeyden daha üstün tuttuk.
Peygamber de insanlara hitap edecek olursa bütün insanlara, Arap'lara, Fars'lara, Kırmızılara, Beyazlara, Sarı ve Siyahlara hitap ederdi. Yardımlaşan, aralarında ulus ya da cins olarak ayrılıkları itibarıyla değil de, insanlık sıfatının, insanlık özünün ortak bulunması itibarıyla hitap ederdi. Hatta içindeki iyilik derecesine göre birini diğerinden evla duruma getiriyor ya da üstün tutuyor. Peygamber şöyle diyor:
İnsanlar! Tanrınız bir, babanız da birdir. Bir Arabın bir Fars'a, ya da bir Fars'ın bir Araba veyahut bir kırmızının bir beyaza ya da bir beyazın bir kırmızıya inanç dışında hiçbir üstünlüğü yoktur. Duyanlar bunu duymayanlara bildirsin.
İnancın, imanın, dine bağlılığının hepsini topluluğa hizmet çerçevesinde kılarken ne yücelik göstermişti. Sahibi bunu yararlı işten alıkoyunca da bütün anlamını yitirmektedir. Şöyle diyor: Komşuna iyi komşuluk yaparsan mümin olursun. Bütün mahlukat Allah'ın aileleridir. En sevdiği de ailesine en yararlı olanıdır. Din ilişkidir.
Adamın biri peygambere sorar: Hangi İslam daha hayırlıdır? Cevap olarak:
Tanıdığına da tanımadığına da yemek verip selam vermektir.
Peygamberin istediği şekliyle İslamiyet, insanların hizmetinde olmak ve onlara saygı göstermektir. Müslüman ya da gayri Müslüman, Arap ya da Fars, Kırmızı ya da Beyaz, tanıdık ya da tanımadık arasında bir ayırım yapmadan bunu yapmaktır. İnsanlık sıfatının kendisi bizzat insanı sevmeye yemeğini vermeye ve saygı göstermeye yeterlidir.
Ayette: İnsanları (Ademoğullarını) onurlandırdık.... Allah sadece Müslümanları değil bütün insanları onurlandırıyor. Bu bölümde sözünü ettiğimiz hadislerde de en iyi İslamiyet'in elini, yüreğini ve yüzünü bütün insanlara açmak ve onlara iyi komşuluk edip iyi ilişkilerde bulunmak ve onları sevmek olduğunu gördük.
Peygamberin, İslamiyet'in kazanmasını istediği anlamlardan insanlara hizmet, yardım ve bizzat yaşam için çalışmak ve hatta hayvanlar için çalışmak olduğunun örneklerini bizzat kendisi vermiştir. Bir defasında yakın dostlarına şu kısa öyküyü anlatmıştır: Fahişenin biri günün birinde giderken susuzluktan dili dışarı çıkmış bir köpek gördü. Ayakkabısını çıkarıp kuyuya sarkıtarak su doldurup köpeğe verdi. Allah onu affederek cennette aldı.
Peygamberin yaşam karşısında almış olduğu bu tutum ve bu şekilde kutsaması çok yücedir. Onun gözünde bir fahişe susuz olan bir hayvana su verdiği için Allah onu affederek cennete alıyor. Refa'a Bin Zeyd'in öyküsüne göre savaş alanında ölen bir mücahide bu fazileti uygun görmüyor.
Peygamber bir hadisinde bu anlam üzerinde ısrarla durarak şöyle diyor: - Kadının biri hapsedip aç susuz bıraktığı bir kedi yüzünden cehenneme girdi. Bir fahişe, köpeğe yardım ettiğinden dolayı cennete giriyor da bir kadın hapsedip serbest bırakmadığı ve aç susuz bıraktığı bir kediden dolayı cehenneme giriyorsa, halkın malını çalan, emekçi sınıfların emeğini sömüren tekelcilerin ve sömürücülerin durumu ne olabilir. İnsanları, büyüğünün küçüğünü yediği farklı sosyal ve ekonomik sınıflara, birbirinden nefret eden taifelere ve daha sonra birbiriyle savaşan cinslere bölüp herkesten farklı olarak kendine egemenliği öngörenlerin hali ne olacak.
Allah'ın yarattığı birçok şeyden üstün tuttuğu insan (Ademoğlu) kitlelerini köleleştirenlerin durumu ne olacak.
Kuran'da söylediği gibi birbiriyle (ilişki kurup) tanışmak için değişik halk ve kabile olarak yaratılmalarına rağmen başka bir ulusa saldırıp zenginliklerini çalıp, topraklarını işgal edip emeklerini heder eden bir ulusun durumu ne olacak.
Kuran ve hadisteki insanlığın yardımlaşmasının ana hatları bunlardır.
Müslüman yöneticiler ve egemenleri iki dönemde bunu çok dikkatli biçimde uygulayarak riayet ettikleri gibi yine iki dönemde en şiddetli biçimde çiğnediler. Uyguladıkları dönem, Peygamber dönemi ve ondan sonraki Ebu Bekr Al Sıddık, Ömer Bin Al-Hattab ve ondan sonraki Ali'nin halifeliği dönemidir. Çiğnedikleri dönem ise, Emevi yakınlarını yanına alıp onu örtü olarak kullanmalarına izin veren Osman Bin Affan dönemi ve Ali'den sonra gelen Şam ve Bağdat'taki Emevi ve Abbasi dönemidir. Bunun içinde de çok yüce bir kişiliğe sahip Ömer Bin Abdülaziz dönemi ve o çağlarda çok kısa süren ve bir şey yapmasına fırsat kalmayan acele geçmiş dönemler riayet edilen dönemlerdir.
* * *
İleriki araştırmalarımızda çok ilgileneceğimiz Osman Bin Affan, yönetimin ölçütleri kendisiyle birlikte eskiden olduğundan farklı bir şeye dönüştü. Emeviler, toprağı, malı ve insanları egemenliklerine geçirip kamu mallarını tekelleştirdiler. Üçüncü halife rahim ilişkilerini, halifeliğin insanlık içeriğini boşaltarak saf bir Emevi kralına yolu açacak kadar koruyordu. Daha sonra bunları ayrıntılarıyla ele alacağız.
Zaman geçtikten sonra, sebep ve hedef açısından devrimin bütün anlamlarım içeren bir halk devrimiydi sonucunda Ali Bin Ebi Talip sorunları devraldı. Ali Bin Ebi Talip, egemenliği nasıl kavradı ve onun sorunu neydi?
EGEMENLİK TOPLULUĞUNDUR
- Görüş Alışverişi (Meşveret) olmadan doğru bulunmaz.
- Ben sizlerden birisiyim, sizin haklarınız benim de haklarım, sizin görevleriniz benim de görevimdir.
- Büyük çoğunluğu izleyin, Allah topluluktan yanadır.
- İnsanların yürekleri liderlerinin hazinesidir. Adalet ya da zorbalıktan yana ne koyarsa onu bulurlar.
Ali.
- Kısa, önemli ve gerçek gibi basit ve hatta yürekten çıkma ruhun seslenişi gibi bir söz daha söyledi. Ne acayip şey, Halifelik dostluk akrabalıkla olur mu!
Daha önce sözünü ettiğimiz gibi halifelik İbn Ebi Talip'e gelmeden önce Bir Emevi Krallığına doğru gidiyordu. Veyahut gerçekten bir Emevi Krallığına dönüşmüştü. Egemen olanlar ve bakanlıklarda oturanlar. Soy, yetişme tarzı, yapmaya çalıştıkları mal, rüşvet ve pazarlıklar gibi şeylerden dolayı egemenliğin kendilerinin hakkı olduğuna alıştılar. Aynı biçimde hakkın haklarını, iyi ya da kötü olduğuna bakmadan bu egemenlerin iradelerine kalmış bir şey olarak gördüler. Ezilmiş kitleler ise, bunların gözünde kırbaçlanmak için soyulan ve yük kaldırmak için kullanılan kaldıraçlardan ibarettir.
Buna ek olarak Osman'ın halifeliği, çoğunluğu Emevi'lerden oluşan bu egemenlere ya da sorunlara onlarla aynı gözle bakan taraftarlarına halifelik çerçevesindeki ülkelerde; Malın, rüşvetin, pazarlıkların kamunun yiyeceğini ellerinde tutanların serbest bırakılması, savaşan orduların parayla ya da vaatlerle satın alınması için fırsatlar yaratmıştır. Daha sonra da onlara destek verebilecekleri yakına alıp veremeyecek olanları uzaklaştırmak için fırsatlar doğurmuştur. Devlet, tarihin tanıklığıyla da Cahiliye döneminde olduğu gibi İslamiyet'te de aynı şey olarak kalan Emeviler'in paylaşım kurallarını yaşıyordu. Yönetimde, tekelcilik ve sömürüde onlara yer açıp devlet hazinesinin anahtarını, egemenlik kılıcını ve verdikleri arasında bütün halkı onların ellerindeymişçesine vermeyenlerin hepsine karşıydılar. Halk ise, onların gözünde mal gelmese dahi, genel iyiliğe inanmış, yöneticinin adaletine güvenmiş olacak ya da mürtet (21) olup diğer mürtet olanlarla birlikte adalet ve adaleti gerçekleştirenlere karşı pusuya yatmış Kralın öğrencileri daha hareket edecek olursa onlarla pazarlığa oturur ve kazanmaları durumunda destekler ya da yeni durumu bekleyip pazarlık eder ve onu destekler.
* * *
Halifelik İbn Ebi Talip'e Halkın isyan ettiği, adaleti ve kamuya olan eğilimi bakımından tanıdıkları İmamın şahsiyetinde halifeliği desteklemek uğruna ölmeye, ya da yol ne kadar zor olursa olsun ve bu uğurda ne kadar kurban verilirse verilsin cahiliye dönemindeki şanlarını mutlaka geri elde etmek isteyen Emevi unsurundaki krallığı abartılı biçimde destekleyecek duruma geldiği bir dönemde geçmişti. Kendisi ise, halifeliğin kendisine verilmesine pek önem vermiyordu. Ebu Bekir ve Ömer döneminde çok değerli katkılarda bulunmuştu. Osman döneminde de çok nasihatlerde bulunmuştu. Hakkaniyetin oturtulması dışında kendisine biat (22) edilmeyip onlara biat edilmesinden hiç bir zaman şikayet etmemiştir. Tarihten ve kendi sözlerinden olan tanıklıklardan da anlaşılacağı gibi halifeliği, kendisi istememiş, kendisini halifeliğe istemişlerdi. Hiçbir zaman halifeliğin kendisine verilmesi ya da alınmasına önem vermemiştir. Osman'ın öldürülmesinden sonra kendisine biat edilmek istendiğindeki konuşmasında şunları söyledi: Beni bırakın, başkasını seçin. Beni bırakırsanız ben herhangi biriniz gibi getirdiğiniz adamı dinler onun söylediğini yaparım. Ben sizin emrinizde olursam size emir olmamdan daha iyi.
O gün halifeliği kabul etmemişti. Çünkü kendisi onu bir biçime sokmak istiyor halk ise başka bir biçime. Ne kendisi onların istediği gibi nede onlar kendisinin istediği gibiydi. Çünkü kendisinin söylediği gibi: inatçı bir çağ, sert bir zaman iyilik yapan kötü sayılır, zalim olan da şiddetini artırır. Ayrıca, ufuklar karardı, yollar değişti, insanlar karanlıklarda çalışıyor, arzularına göre hareket ediyor. Duyar gibi ama sağırdırlar, konuşur gibi ama dilsizdirler, görür gibi ama kördürler. Görüşüldüğü zaman ne serbestçe doğruyu söyleyebiliyor, ne de zorluk anında güvenilir bir kardeş olabiliyorlar. Kendisinden de istediği gibi hareket edip istediğini yanına almasına tahammül etmeyecek, sürekli serzenişlerde bulunacaklar.
Osman'ın öldürülmesinden hemen sonra ve kendisinin halife olmadan önce herkes kendisine biat etmek için ısrar ederken İmamın yaşadığı gerçek böyleydi. Etkin olanlar ve elit kesim kendisinin istediği iyi yolda olmadıklarını görerek biati kabul edip etmeme konusunda tereddüt ediyordu. Ancak İbn Ebi Talip'i biati kabul etmeye götürecek birçok neden de vardı. Sosyal adalet bir tehlike ile karşı karşıyadır. İnsanlar arasında güçlü olan zayıf olanı yemektedir. Aralarından etkin olan ve yönetici olanların elleri insanların mallarına ve canlarına kastedecek şekilde serbest kaldı. Zengin olanlar ve elit kesim toprakların feodalleştirilmesi ve zenginliklerin tekelle ş tir ilip insanların yutulmasını istiyordu. Böylesi bir durumda. Peygamberin tabiri ile de az sonra bütün sorunlar Kureyş'ten Uğayleme'nin elinde kalacağı bir durumda yönetim merkezinden uzakta kalması mümkün müdür? Bu azınlık kesim çoğunluğu ve toplumu küçük düşürdü, Ali'nin gözünde iseAllah topluluktan yanadır. Böylece tahammül edemeyeceği bir yük getirse de, iyinin kötü sayıldığı bir dönemde bir iyi olarak biati kabul etmek kendisinin görevidir.
Ali şöyle diyor : Bu milletin en azgın ve alçaklarının Allah'ın malını kendilerine kullanması ve Allah'ın kullarını alet olarak kullanması, iyi olanlara savaş açıp kötü olanlardan yana taraf tutması beni üzüp korkutmaktadır.
Ali soyutlanmışlığın topluluğun hizmetinde olmaması durumunda ondan nefret ederdi. Kişi insanlara hizmet edebileceğini bildiği zaman kendini adar. Varlığının amacı toplum fertlerinin yardımlaşarak iyilik içerisinde yaşamasıdır. Ali, insanların İmamı (23) oldu. Ali'nin hükümetini ekonomik, mali, toplumsal politikasını kavrayabilmek için mutlaka tek olan özüne gitmemiz gerekir. O da; egemenliği kaynak ve amaç olarak nasıl kavradığıdır.
* * *
Ali Bin Ebi Talip'in gözünde egemenlik, Allah'ın insanlara verdiği ve egemenliğini kurup etkin ve akrabaların istediği gibi sürdürmesi için Allah'ın insanlara verdiği ve daha sonra Emevi'lerde Abbasi'lerde olduğu gibi ve bunun dışında Orta çağ Avrupa'sında Valiyi ya da Kralı Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak görüp onun iradesinin gökyüzünü yaratanın iradesinden geldiği ve dolayısıyla olabilir ya da olmayabilir diye bakılamayacağı gibi bir hak değildir. Tam tersine, onun gözünde, egemenlik topluluğundur. İyiliğine karşılık istediğine verir ve kötülüğüne ceza olarak istediğinden geri alır. Ali şöyle diyor: Sağlıcakla sana egemenliği vermek için anlaşırlarsa sorunlarına sahip çık, yok eğer kendi aralarında ayrılırlarsa onları bırak. Ayrıca şunları diyor: Bakın, Ben reddedersem siz de reddedin, ben sahip çıkarsam siz de kabul edin Hakkaniyet ve batıl, her birinin kendi taraftarı vardır.
Egemen olan kimsenin egemenliği, en uygun toplumsal yasaları uygulamasından kaynaklanmaktadır. Biat konuşmasında Ali şöyle diyor: İnsanlar!... Ben sizlerden birisiyim size ne düşerse bana da aynısı düşer, size ne olursa bana da aynısı olur. Bir başka konuşmasında da şöyle diyor: İnsanlar!... Ben Vallahi sizden istediğimi sizden önce ben yapmaz isem, sizden engellediğimi sizden önce ben kendimi alıkoymazsam yapmanızı istemeyeceğim.
Böylece de yönetici bizzat kendisi için sözü dinlenmez, tam tersine adaleti ve en iyi toplumsal yasaları uyguladığı için ona uyulur.
Ali Bin Ebi Talip'in gözünde egemenlik egemenin bolluğa varacağı ve zengin olacak şekilde malı alıp daha sonra yakınları, akrabaları, taraftarları arasında paylaşacağı bir kapı değildir. Egemenlik, egemen olan kimsenin insanlar arasında insaflı olacağı ve aralarında azami eşitlik nedenlerini kuracağı, beladan uzaklaştıracağı, çağının kaldıracağı kadar tekelcilik ve sömürüden alıkoyacağı ve egemen olan kimsenin bozguncuların ellerinde mahvolması pahasına da olsa haktan ayrılmayacağı, insanların vicdanlarını egemenin kendi ahlakında ve gidişatında sabit kurallara sahip olacak olan doğruya götüreceği bir kapı olmalıdır. Daha sonra Ali velayeti altındakilerden bazılarına şunları iletti: Egemenliğini mal elde edinecek ya da kendini tatmin edecek bir şey olarak görme, haksızlığın öldürülmesi ve hakkaniyetin yaşatılması olarak gör.
Ali'nin görüşüne göre egemenlik topluluğu azgın kesimden korumalıdır. Çünkü Allah topluluktan y anadır. Egemenlik ne dostluk ne de akrabalıkla olabilir. Bu mantıktan hareketle Ali, Halifeliğin mantığına şaşırarak bizzat gerçeğin kendisi gibi kısa, öz, basit ve bilgece hatta yürekten gelme bir deha pırıltısı olan şunları söylüyor: Garip!... Halifelik, dostluk ve akrabalıkla olur mu hiç!...
Egemenlik Bin Ebi Talip'in gözünde Şanın üzerinde yapılandırıldığı bir soy ya da iktidar koltuklarının kurulup insanları köleleştirmek için alet olarak kullanıldığı köklü bir onur değildir. Çünkü Mütevazılık gibi bir soy ve Bilim gibi bir onur yoktur. Ayrıca cömertlik akrabalıktan daha yakındır. Bunun dışında egemenlik; toplulukların kılıç, ateş, ekmeğinin alı konması ve kanın dökülmesine boyun eğecekleri ne maddi bir güçtür ne de, sevaplarını istediğinden veya cezalarından korktuğu için değil de, tam tersi ibadeti hakkettiği için Tanrısına ibadet eden bir İmam olan egemen kişi; toplulukları korkutarak ya da teşvik ederek boyun eğecekleri manevi bir güçtür. Egemenlik: İyilik doğrultusunda bireyin vicdanına, toplumun vicdanına ve insanlığın vicdanına bir yönelimdir. Egemenlik, görüp hüküm veren egemenin ya yaptıklarını onaylayan ya da ona hükmeden topluluğun aklına bir yöneliştir.
Egemenlik, sorunların rayına oturmasından sonra da görüş despotizmi demek değildir. Görüş alışverişi evladır. Topluluk, egemen olan kişinin belirli bir süre saklanması bizzat toplumun çıkarına olan şeyler haricinde kendilerinden habersiz olarak, hiçbir sırrı saklamamasını ya da hiçbir şeyi yapmamasını isteme konusunda her türlü hakka sahiptir.
Aynı şekilde topluluk kendi çıkarına olan her şey konusunda egemen olan kişiye görüşünü bildirmek için her tür hakka sahiptir. Egemen olan kişinin görevi de, kendi bilgisi dışında, aklına gelmeyen şeyler bu görüşler içerisinde mevcuttur diye bu görüş açılarını ele almaktır. Çünkü Ali'nin dediği gibi değişik görüş açılarını ele alan kişi yanlışlıkları tespit edebilir. Yanlışlıkları tespit edebilen kişi de, doğruyu bulabilir. Topluluğun görüşleri egemen olan kişinin egemenliğinde yararlanacağı ve topluluğun da egemenliği kabul etmede yararlanacağı bir zorunluluktur. Her halükarda pişman olmayacak bir şekilde sorunları çözer. Ali hiçbir yoruma yer vermeyecek şekilde bu gerçekleri kabullenmekte ve şöyle demektedir: Görüş alışverişi yapılmadan doğru olana varılmaz. Yapacağını muammada yapıp halktan gizli, bir şeyi elde etmeye çalışması egemen olan kişinin sıfatlarına hiç bir zaman sığmaz. Onun için de Ali insanlara yönelip kendi haklarından bir tanesi olan bunu açıklayarak şöyle der: Belirgin ve net bir ışığın ışığıyla aydınlanın.
İbn Ebi Talip'in inancına göre halifelik, insanlardan uzaklaşmak, halktan ayrılmak, kibre kapılmak, toplumla bireyin gereksinimleri esnasında ve genel durumlarda gözlerden ırak olmak demek değildir. Tam tersine egemen olan kişiyi insanlara yakınlaştırmak, onlara sevgisini ve alçakgönüllülüğünü göstermek için bir neden olup hiç bir özür ya da gerekçe kabul etmeyecek bir şekilde her şeyiyle onlara gitmesidir.
İnsanlar bu nedenlerden egemen olan kişiye kızacak olurlarsa, kendileri egemen olan kişinin sorunlarını önemsedikleri gibi mutlaka egemen olan kişi de onların sorunlarını önemsemesi gerekir. Çünkü kendisi onlardan yana tutumu onların kendisinden yana aldığı tutumun aynısı olmalıdır. Bununla ilgili olarak Ali şöyle diyor: İnsanların yürekleri liderlerinin hazinesidir. Adalet ya da zorbalıktan yana ne koyarsa onu bulurlar.
Egemenlik İbn Ebi Talip'in inancına göre tutuculuk değildir. Çünkü tutuculuk cömertlik, fazilet, hırçınlığı bırakmak, insanları korumak ve yeryüzünde bozgunculuktan uzaklaşmak uğruna olmadıktan sonra her zaman kınanmıştır.
Her halükarda egemenlik, Bin Ebi Talip'in inancına göre haklarında şunları söylediklerinin hakkı değildir: Egemen olmaları durumunda Kisre ve Kaysar'ın (24)yaptıklarını sizlere yaparlardı., Kurnaz ve gaddar insanlardır. Zulüm ve açlık getirenlerdir. , Rüşvet alanlardır. , Egemenliklerinde yemeği tok olanlara verenlerdir.
Onun için Ali egemenliği yalnız ve yalnız hakkaniyeti kurup haksızlığı yok etmek için kabul etmiştir. Yoksa yaşam onun için fark etmezdi.
Kendisi de, bu ve bunun gibi birçok nedenden dolayı insanlardan egemen olanlardan hesap sormalarını ve denetlemelerini istemekte ve kendilerine hizmetçi olmayan birisini egemen yapmamalarım, diledikleri zaman kızgınlıklarını ve memnuniyetlerini dile getirmelerini tavsiye ediyor ve şunları söylüyordu: Adi olanların egemenliği ele geçirmeleri durumunda, kızıp sinirlenmezseniz ; sürekli hor görülür, küçültülür ve hüsrana uğrarsınız. Zorbalık karşısında kızgınlığı adaletle karşı karşıya bilgece şöyle getirmektedir: İnsanları kızgınlık ve rıza göstermek bir araya getirebilir. Herhangi bir soruna rıza gösterirse onun içine girer, yok ona kızarsa da ondan çıkar.
Bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı da halifeliği kendisinden sonra hiç kimseye tavsiye etmemiştir. Çünkü sorun yalnız toplum tarafından çözülmelidir. Kendisinden oğlu Hasan'ı kendisinden sonra halife olarak atamasını istediklerinde, bunu kabul etmeyerek, yönetici ve egemen olan kişide bulunması gereken kerameti, genel özgürlükleri ve insanların istedikleri gibi sorunlarını çözme hakkını açıkça itirafına işaret eden şu sözleri söyledi: Ne size emir veririm ne de yapmanızı engellerim. Siz daha iyi bilirsiniz.
Oğlunu reddettilerse neden halife olarak bırakmaları için onlara emir verecek?...
Kendilerini memnun edecek şeyleri onda bulurlarsa da neden onları engelleyecek?...
Her iki durumda da kendi sorunlarını, gereksinimlerini ve toplumlarının sorunlarım daha iyi bilmezler mi?,..
Kendi istediklerini kendilerinin belirleme hakkı yalnızca onların değil mi?...
Topluluğun özgürlüğüne saygı gösterilmesi ve insanın kendi egemenliğini kendisinin belirlemesinin varacağı hedef budur. İnsanların özgürlüklerine saygı gösterilmesi konusunda Ali, büyük bir çoğunluk kendisini seçtikten sonra bazılarının kabul etmemesi inkar edilmesi anlamına gelmesine rağmen kendisini bile seçip seçmemeleri konusunda özgürlüklerini tanıdı.
Kendisi baskı ya da zorlama yoluyla gelebilecek her şeyi reddetmektedir. Bunlara örnek olarak kendisine biat etmeyi reddedenlerle aralarında geçenler mevcuttur. Kendisi ne şaşırdı ne de tedirginleşti, ne tiksindi ne de, topluluğun iradesine olan kötü etkisini gözünden uzak tuttu. Onun için bunların görüşlerine bağlı kalmalarına izin verdi. Kendisinin bireyin ve topluluğun aynı çerçevede olan haklarına bakışından hareketle kendilerinden insanları serbest bırakmalarını, istedi. Bunun ayrıntıları şöyleydi: Sa'd bin Ebi Vakkas görüşü alınacak birisi olmakla birlikte biat etmeyi reddetti. Ali'ye benden sana bir kötülük gelmez dedikten sonra onun istediği gibi tavır almasına izin verdi.
Bunların arasında Abdullah Bin Ömer de mevcuttur. Abdullah da biat etmeyi reddetti. Bunun üzerine bozgunculuk yapmayacağına dair birisinin buna kefil olmasını istedi. Kefil i. göstermeyi de reddedince Ali kendisine şunları söyledi: Küçüklüğünde de büyüklüğünde de seni hep kötü ahlaklı olarak tanıdım. Daha sonra da şöyle dedi: Bırakın ben ona kefil olurum. Biat etmeyi reddeden başkaları da vardı. Ali bunlara sadece tek şart olan büyük çoğunluğun iradesine kötülük edip bozgun yaratmamaları şartıyla istediklerini yapabileceklerini söyledi, fakat Devrimcilerden bir grup biat etmeyenleri zorla biat ettirmek istediklerinde, Ali bunu şiddetli biçimde reddetti. Biat konusundaki temel kuralı şu sözüyle dile getirdiği gerçeğe dayanıyordu: Kendi iradesiyle biat edeni kabul ederim. Biat etmeyeni de serbest bırakırım. Ali'nin hükümetinde bireyin özgürlüğü topluluğun özgürlüğüne zarar vermediği sürece garanti altına alınmıştır. Onun için de bu özgürlüğü Zubeyr Bin Al-Avvam, Talha Bin Ubeydullah, Muaviye Bin Ebi Sufyan tanımazken. Sa'd Bin Ebi Vakkas, Abdullah Bin Ömer ve diğerlerine tanıdı. İlk üç kişi kendilerine getireceği mal, şan ve egemenlik için iktidarı istiyorlardı. Onun için de bugün, yarın ve her zaman yeni halifeye karşı koyuyorlardı. Dolayısıyla da bozguna, safların bölünmesine ve insanların eşit olduğu şeyleri ellerinde tutmaya çalışıyorlardı. Ayrıca bunların bozgunu yaratabilecek askerleri ve malları mevcuttu. Ali de bunları kendi başlarına bırakmadı. İmam’a karşı büyük komplo başlığı altında imamın görüşünün doğruluğunu göstereceğiz.
Sonuçta egemenlik topluluğundur. Egemen olan kişinin çıkarı değil de topluluğun çıkarı olmadıkça zorla biat ettirmek söz konusu değildir. Bu da yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin söz ve eylem özgürlüğü konusundaki en değerli kavrayıştır. Böylesi bir durumda İbn Ebi Talip'in kendisinin halka bağlandığı gibi çevresindekilere de aynı şekilde topluma bağlaması en doğal olanıdır. İleride göreceğimiz gibi şiddetli biçimde onları denetlerdi. Kamu haklarını korumak için şiddetli biçimde onları sıkıştırırdı. Görev ve haklar bakımından kendi genel çizgisiyle iç içe olan, ve çağdaş ulusları en ileri yazarlarına uygun olan çok güzel bir adım attı. Bizzat yönetilenin kendisini yöneticinin en üst denetçisi ve yönteminin kaynağı olacak duruma getirmiştir. Birisini bir bölgede ya da bir şehirde yönetici olarak atayacak olursa insanlara okunmak üzere bin ant verirdi. Bu andı okuduktan sonra insanlar bunu kabul ederlerse bu ant insanlarla kendisi arasındaki bir antlaşma niteliği alır, ne topluluk bu antlaşmayı saptırabilir ne de yönetici az ya da çok bu antlaşmayı savsaklayabilir veyahut aykırı davranabilir. Şayet aykırı davranacak olursa Ali hemen bu yöneticiyi cezalandırarak anında bunu uygular.
ÖZGÜRLÜK VE KAYNAKLARI
- Allah seni özgür yaratmışken başkasına köle olma.
- Sorununu istediğin gibi çözmede özgürsün.
- Hiç bir şeyinizi zorla yapmayın.
- Bu konuda bana biat ettiler etmeselerdi yine başkalarından tiksinmeyeceğim gibi kendilerinden de tiksinmeyeceğim.
Ali.
Özgürlüğe olan bu köklü ve derin inancı, Ali'nin Hükümet, politika ve yönetiminin üzerine kurulduğu temellerde bulabilirsin. Kendisi de bunun ışığında biçti, topladı, emretti, engelledi, savaştı, barıştı, ayırdı, birleştirdi, insanlarla iç içe oldu, çocuklarına bunun ışığında davrandı ve Tanrısına ibadet etti. Özgürlüğe olan bakışı, evrene ve topluma olan genel bakışından kaynaklanmaktadır: Hareket içerisindeki bu varlığın ekseni en yüce iyilik yoludur.
Bu özgürlüğün anlamları ise, toplumun fertlerinin birbirine bağlandığı ilişkilerden kaynaklandığı gibi vicdanlardan gelmektedir. Değişik yerlerde de dayanakları mevcut olup bunların bütünü bir arada olmadan ölçütleri tamamlanmaz. Aklın ve deneyimin vardığı sonuç budur. Aynı zamanda Bin Ebi Talip'in de vardığı sonuçtur bu.
Toplumun bireylerini birbirine bağlayan ilişkiler iki çeşittir: bireysel ve toplumsaldır. İmam, politikasıyla, yönetimi ve hükümetiyle insanlara onurlu bir yaşamı sağlayıp en iyi biçim ve anlamlarıyla özgürlüğü yaşayarak geniş ufuklarına uzanmak için olabilecek bütün fırsatları verdi.
İbn Ebi Talip'in bu alandaki ilk adımı. insanlara hakkaniyeti kurup haksızlığı yıkacağını kendilerinden yakınlığına, akrabalığına ya da bir karşılık bekleyerek topluluğa zarar verecek biçimde taraftarlık yapmalarına güvenerek herhangi bir bireysel reddetmeye ya da günaha başvurmamalarını ikaz etmiştir. Ayrıca halifelikten önce ve sonra sözde ve pratikte bu sorumluluğu ortaya koyan örnekler vermiştir. Ulusuna olumlu yönü gösteren bir çizgi göstermiş olup iyiliğe ve onun oluşum nedenleri üzerinde durulması gerektiğini gösterdi. Bir diğer çizgi olarak uzaktakine ve yakındakine karşı şiddete dayanan aralarından düşman ve kardeş olarak ayırımı yapan olumsuz çizgiyi gösterdi. Ayrıca bütün insanların kendisi hakkında bildikleri zühdü (25) ve alçak gönüllülüğünü ve bunlara bağlı olarak gereken her şeyi yerine getirdiğini biliyordu. Bütün bunlar, hakkaniyeti korumak, zayıfların duygu ve vicdanla korunarak üzerlerindeki zulmü kaldırması ve iyilik olsun diye değil de hakları olduğu için gerekenlerin dışındaki her şeyden insanın kendini soyutlaması uğruna olan çabasıdır. Kendine güveniyordu ve halk arasında arpa ekmeğini bulamayan varken yolun bal süzülen yere yönelmesini, halk arasında yamalı parçayı dahi bulamayan varken ipekli giyeceklere yönelmesini, müminlerin emirinin halkıyla birlikte zamanın zorluklarına katlanmadığının söylenmesini reddediyordu.
Ali, çağının; Yöneticilerinin kendilerini kurtaramadıkları soyuyla övünme zincirinden kendisini kurtarmıştı. Aynı zamanda, mülk, mal, şan, kibir ve yüceltilme arzularından kendini kurtarmıştı. Aklı selim, sosyal gereksinim ve insanlığın iyiliği doğrultusunda olmadığı müddetçe zordan kendini kurtarmıştı. Diğerlerinden farklı olarak yakınlarına ve sevenlerine bir şeyler vermekten kendini kurtardı. Düşmanı ve kendisini sevmeyenlere karşı kin beslemek ve intikam almaktan kendini kurtarmıştı. Vicdanını, inanmadığı hiçbir eylemi ya da istemediği bir söze davet etmemekten kurtarmıştı. Onun için o bir Yüce Vicdandı. Aynı zamanda vücudunu doğal bir zorunluluk olmayan her türlü yiyecek, içecek, giyecek ve barınaktan kurtardı. Bu doğal ve zorunlu ihtiyaç için Beytülmal'dan en azından diğer çalışanlar gibi dahi olsa hiç bir karşılık almıyordu. Gerçek olan öykülerine göre kendisi ve ailesine yiyecek bulabilmek için kılıcını, kalkanını ve eşyasını satmıştır. Bütün bunlara rağmen hakkaniyete zulüm edip haksızlıktan yana itebilecek rüşveti almalarına zorlanmamak için yanında çalışanlara ve valilerine elinden geldiği kadar vermeye çalışıyordu.
İmam bütün bu sorunlardan kendini kurtarmıştı. Dostuna ve düşmanına karşı adaleti uygulayabilmesi için her türlü bağdan sıyrılabilmişti. Bu durumunu kendisi şu sözleriyle dile getiriyor: Şehvetleri bırakan özgür olur.
İnancı ise; Özgürlerin inancıdır. İnanırlar ve inandıkları ışığında davranırlar. Ne gösteriş mevcut ne de dolambaçlık. Ne cezadan korktukları için ne bir sevap bekledikleri için.
İnsanlara özgürlüğün sağlanması, birinci derecede çalışarak gerçekleştirilebilir. İmam, yeryüzünde çalışan bir vücudu, cennetteki onurlu bir yüreğe benzetmiş ve iyiler için şunları söylemiştir. Yürekleri cennette, vücutları iştedir. Çalışmanın yararı da, çalışana çalıştığının karşılığını vermeye dayanır. İleride bunu daha geniş açıklayacağız.
Özgürlüğün ve çalışmanın yüceltilmesi için, hiç kimsenin hiçbir işe zorlanmaması şartını koydu. Derin vicdanı onayla birlikte olmayan hiçbir iş özgürlüğe ve ayrıca bizzat işin kendisine karşı bir darbe durumundadır. Şöyle diyor: Hiç kimseyi sevmediği bir işe zorlayamam. Topluluğa yararlı olan işe çağırıp bireysel özgürlüğün korunması üzerinde durmakla yetinmektedir. Çalışmanın sonuçları yalnız ve yalnız çalışana aittir. Gerekçesiz zorlamayı yasaklamaktadır. Irmak zorlanmadan çalışanındır.
Burada, bu alanda tehlikeli bir soruna dikkat çekmek gerekmektedir. İnsan o çağda özgürlük kelimesini ele alacak olursa, İmam ı Ali çizgisi dışında geniş ve genel bir anlamını bulamaz. Özgürlük kelimesi içerdiği her şeyle beraber o çağda köleliğe karşı olmak dışında bir anlama işaret etmez. Özgürlük köleliğin zıttı dır. Özgür kölenin zıttı dır. Ömer bin Al Hattab'ın şu meşhur sözünün gerçek anlamına bakacak olursak, Anneleri onları özgür doğurmuşken sizler ne zaman insanları köle yaptınız. Bu ibarenin, içinde söylendiği zamanın ve Ömer Bin Al Hattab'ı bunu söylemeye iten nedenlerin hepsinin şunun üzerinde birleştiğini görürüz: Ömer, özgür kelimesinden sadece alınıp satılan köleler dışındakileri kastetmektedir.
Özgür yaşam ve davranışta hak sahibi anlamına gelen özgür kelimesi Ömer Bin Al Hattab'ın bu sözünde geçen özgür kelimesi değildir. Buna başka bir şey daha ekleyelim Ömer, bu sözü insanları köleleştirenlere yönelmiş ve onlardan anneleri tarafından özgür doğanları köleleştirmemelerini istemektedir., Bu sözüyle kölelere yönelerek onları alıp satarak köleleştirenlere karşı hareketlenmelerini istememektedir. Böylece Ömer'in sözünde sorun efendilerin iradesine bağlı kalmış, nasihat onlara yöneltilmiş ve zayıf insanların köleleştirilmemesinin daha iyi olduğunu ortaya çıkarıyor.
Ancak Ali Bin Ebi Talip açısından sorun böyle değildir. Özgürlük anlayışı daha geniş ve daha kapsamlıdır. İlk başta onun açık sözüyle buna bir delil getirmek istiyoruz. Daha sonra sözleriyle, vasiyetiyle sözleşmeleriyle birçok yönünü ortaya koyan genel çizgisini ele alacağız. Daha önce sözünü ettiğimiz Ömer'in söylemine karşılık Ali şöyle diyor: Allah seni özgür yaratmışken sen başkasının kölesi olma. Ali'nin kendi kendisine güvenmesini istediklerine nasıl yöneldiğini bakınız. Özgürlüğün özünü ve anlamını ortaya koymaktadır. Varlığının temellerinden biri olan, evrenin doğası gereği özgür doğmuşken kendisi bu doğal hak temelinde hareket etmesi gereğine uyarmaktadır. Bununla, özgürlük hakkını elinden alacak veyahut kısacak her şeye karşı devrim tohumunu ekmektedir.
Okuyucu Ömer Bin Al Hattab'ın sözü ile Ali Bin Ebi Talip'in sözü arasındaki farkı basit sanmasın. Birincisi efendilere yönelerek kimseyi köleleştirmemelerini emrederken ikincisi bütün insanlara yönelerek kendilerinin özgür olduklarını bildirip sorunu onların iradelerine bırakmaktadır. İstedikleri zaman köleleştiren, istedikleri zaman da özgür bırakan efendilerin ellerine bırakmamaktadır. Aralarındaki fark bizce çok büyük olup ayrıntıları değil özü ele almakta olup İmam ile özgürlüğün derinliğini kavrayış şekline işaret etmektedir. Özgürlük bu sözüne göre; doğal kaynağından gelmektedir: kendilerinden bu özgürlüğü almak isteyen ya da vermek isteyenlere hiçbir görüş hakkı tanımadan gerçekten özgür olanların kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip özgür insanlardan gelmektedir.
Özgürlüğe olan bu yüce bakışın derinliğinden hareketle, Ali bu sözüyle özgürlüğün tamamıyla ana hatları, çizgileri ve anlamları hiç bir zorlama olmadan belirleyen iç yaşama bağlı bir vicdan işi olduğunu belirlemektedir. Çünkü ne kendiliğinden ne de dışarıdan gelmekte, içten gelmektedir. Böyle olduğuna göre, hiç kimse bu alanda zorlanamaz. Çünkü böylesi bir şey anlamsızdır ve hiç bir etkiye sahip değildir.
Dolayısıyla Ali ve Ömer'in iki sözü arasındaki fark, biçimsel değil köklü bir farktır. Birinde; Sorunları, kendilerini alıp satanların elinde bulunan özgür kişiler mevcuttur. Böylesi bir özgürlük bağımlı bir özgürlük olup böylesi kişiler de konuklandırılmış özgürlerdir. Bu özgürlük, biçimsel bir özgürlük olup doğal kaynağından gelmemekte, tam tersine sınırları vicdan ve kişiliğin dışında belirlenen bir özgürlüktür. Böylesi özgürler de, vicdanlarını bir yana bırakarak anlaşmalara bağlanmış özgürlerdir. Diğerinde ise; sorunları bizzat insan doğasına bağlı olan özgür kişiler mevcuttur. Bu özü ve kaynakları itibariyle özgür bir doğadır. Böylece özgürlük mutlak bir şey olup kabul ya da ret sınırları insanın iç yaşamı ve vicdanına bağlıdır. Buradaki özgür kişiler ikna ve olumluluk içerisinde kabul ya da reddi seçmekte özgürdür. Özgürlük bu ulvi anlamıyla devrimleri yaratıyor, uygarlıkları kuruyor ve insanlar arasındaki ilişkileri yardımlaşma ve iyilik temelinde kurup bireyleri ve toplulukları iyiliğe çekiyor. Çünkü bağlılık iki tarafı da ikna ve kabul içerisinde ise doğal bir bağlılık oluşur.
* * *
Ali'nin özgürlük anlayışı bu derin ve dakik anlamı taşıdığına göre özgürlüğün anlamı, çerçevesi, temelinde özel ve genel sorunları ele almak gerekecektir, insanların vicdanlarından, iç yaşamlarına, genel ilişkilerle ilgili her şeye kadar bu temelde ele alınacaktır. İnsan hakları da kuşkusuz biçimde bu temel üzerine kurulacaktır.
Ali Bin Ebi Talip'in kişiliği kendi içinde eksiksiz bir bütünlük arz ettiğine göre bütün yansımaları asil olan son hedef ve gayesinde bütünlük arz edecek şekilde birbiriyle yardımlaşma ve organizasyon içerisinde olduğuna göre neresine bakar ya da yönelirsen özgürlüğün bu anlamını orada bulmak mümkündür. Ancak anlamlarından birisi ya da eylemlerinden herhangi birisinin bu bütünle ya da özgürlük anlayışıyla olan bağını gözden kaçıracak olursan bunu yeniden gözden geçirerek bu şiddetli bağla karşı karşıya olduğunu görebilirsin.
Ali Bin Ebi Talip birbiriyle hiçbir zaman çelişmeyecek bir kişiliktir. Aynı biçimde karakter ve düşünsel olarak çelişkisiz bir yapıya sahiptir. İbn Ebi Talip'in bu önemli yönünü daha önce sözünü ettiğimiz nedenlerle oluşturduğumuz önümüzdeki bölümde ele alacağız.
Ali Bin Ebi Talip'in sözü ve eylemlerinin yukarıda açıkladığımız özgürlük anlayışına bağlamasını sağlayan harekete canlı bir delil istiyorsan, işte sana delil: Bilindiği gibi kadercilik teorisinin bütün doğu dinlerinde önemli bir yeri vardır. Eskilerin felsefelerinde ve tanrıcılık anlayışlarında derin köklere sahiptir. Buna bağlı olan ahlaki kurallar sonucunda bireylerin davranışlarında sınırlı da olsa belirgin bir ize sahiptir.
Yine bilindiği gibi ister İslamiyet'te, ister Hıristiyanlık ve diğer dinlerde özel ve genel, yakın ve uzak olayları bu teori ışığında tahlil eden ve yorumlayan birçok çizgi türemiştir. Olayların bu şekilde yorumlanması sonucunda ahlakta ve davranışlarda sebepçinin sorumluluğunu kaldırıp kadere yıkan özel çizgilerin ortaya çıkması da çok doğaldır.
Bu kaderci çizgilerin özünde, olayların özünü yalnızca kadere teslim eden bir anlayış bulunduğuna göre de seçme yeterliliğini gerektiren ve sonuçta seçileni sorumlu kılan özgürlüğün her türlü anlamını yok etmesi çok doğaldır.
Ali Bin Ebi Talip bizzat bu sorunla karşı karşıya kaldı. Ancak hangi yöntemle bunu karşıladı.
Acaba kader insanları yönlendiriyor (Eski felsefe ve çizgilere göre Kader Allah'ın elidir) diyerek yaşamın sorunlarıyla ilgili gözü önünde olan konularda görüşsüz kalıp olanlarda seçeneksiz mi kaldı?
Bunu söylemiş olsaydı kendi kendisiyle çelişir ve özgürlük konusunda söylediklerinin hiçbir önemi kalmazdı. Derin bir kökten kaynaklanmayan, belirli bir hedefi olmayan, ancak gelip geçici bir anı gibi gerçeği hatırlatan bir sözden öte hiçbir anlamı olmazdı.
Özgürlük konusundaki sözünün gördüğümüz gibi bir yeri olduğuna göre, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde insanın kader tarafından yönlendirildiğine şiddetle karşı çıkacaktır. Kadere de, olanaklarını görebilen, bilen, seçebilen ve kendini yönlendirebilen özgür insanın olanaklarından daha üstün olarak bakmayacaktır.
Peki ne dedi?
Şam yerlilerinden Sıffın savaşına katılan bir şeyhe şunları söyledi: Allah ilerlemeniz durumunda, makamınızda sevabınızı yücelterek hiçbir şeye zorlamadı.
Şamlı şöyle dedi: Kader ve kaza (Yargı) bizi sürükleyip davranışlarımızı belirlerken böylesi bir şey nasıl olabilir?
Bunun üzerine Ali Şöyle dedi: Yazıklar olsun sana Şamalıların kardeşi!.. Belki de zorunlu kader ve kesin bir yargı var diye zannediyorsun. Böyle olsaydı sevap ve ceza olmazdı. Ne bir suçluyu kınamak nede bir iyilik yapana şükretmek mümkündü. Ne iyilik yapanın kötülük yapandan daha fazla sevap hakkeder, ne de kötülük yapan iyilik yapandan fazla ceza hakkederdi.
Ayrıca şunları söyledi: Doğru söylüyorsan seni ödüllendirdik, yalan söylüyorsan cezalandırdık.
Doğru söyleyeni ödüllendirip yalan söyleyeni cezalandıran kişi de kaderci olamaz.
Ali'nin özgürlük anlayışı bu şekilde dakik ve derin bir anlayış olduğuna göre insan haklarının da bu temel üzerinde kurulması gerektiğini söylemiştik. Ali'nin insanlar arasındaki kurallarında bunu açık biçimde görmek mümkündür. Bireylere seçilip geri çekilme, söz ve eylem, onurlu yaşam haklarını kabul ederek hak ve sorumlulukları konusunda hepsini eşit olarak görüyor. Bu özgürlüğe de topluluğun çıkarlarının gerektirdiği sınırlar dışında hiç bir sınır koymuyor.
İmamın insanlar arasındaki öyküsüne daha önceki bölümlerde olduğu gibi ve sonraki bölümlerde açıklayacağımız gibi devam edecek olursak davranış ve kurallarında bu özgürlük anlayışına az ya da çok hiç biçimde ters düşmediğini görmekteyiz. Bu anlayışı genel haklan kurarken teori ve pratikte uyguladığını görüyoruz. Dostu ve düşmanına karşı eşit biçimde bunu uyguladı. Bu bölümün başında insanın istemediği bir şeyi yapmaya zorlanmaması ve hiç kimsenin karşılıksız biçimde çalıştırılmaması konusunda nasıl karar verdiğini görmüştük. Daha önceki bölümde de Kendisine biat etmeleri konusunda bazı insanları nasıl zorlamadığını ve hatalı olduklarından emin olmasına rağmen hatalarını sürdürmeleri için serbest bıraktığını görmüştük. İyisiyle kötüsüyle kendileri bu yolu seçtikten sonra hatalarını sürdürmeleri durumunda da, ne topluluğun çıkarına zarar verecek ne de genel haklara dokunamayacaklarından neden kendilerini zorlasın. Siz helali ve haramı benden daha iyi biliyorsunuz bildiğinizle yetinin. Al-Mağire Bin Şa'ba'ya seslenerek şöyle diyor: Kendi sorununu istediğin gibi çözmene izin verdim.
Bunlardan bir başka örnek daha: Habib Bin Müslüm Al-Fehri yanına gelerek şöyle dedi: İnsanların sorunlarını bırak, kendi kendilerine çözsünler. Ali şöyle dedi: Sana ne bu sorundan? Sen orada değilsin ve bu sorunun harcı değilsin. Bunun üzerine Habib ayağa kalkarak şöyle dedi: Vallahi beni sevmediğin bir yerde göreceksin.
Bu sözde birisinin bütün insanlar ve o çağın hepsi Ali Bin Ebi Talip'e düşman iken onu nasıl açıkça tehdit ettiği okuyucudan gizli değildir. Ancak Ali ne yaptı? Yapabilecekken, ona böylesi bir tehdidi savurdu diye emir verip onu öldürttü mü yoksa ona düşmanlık etme özgürlüğünü elinden alarak onu hapse mi attırdı?
Ne yaptı?
Bunların hiçbirini yapmadı. Tehdit sahibine bakarak adaletine güvenip diğerlerinin söz ve eylem hakkını kabul eden birisinin lehçesiyle şunları söyledi:Adamlarını ve atlılarını da göndersen senden ne çıkar. Üzerime gelirsen ben Allah'tan sana karşı bir şey gelsin istemem. Git ve elinden geleni yap.
Bunlara dostuna ve düşmanına ne kadar geniş ve hoşgörülü bir özgürlük tanıdığını anlatan diğer olayları da ekleyebiliriz. Bu olaylardan birinde bazı insanlar Hicaz ve Şam'dan Muaviye'ye katılmak üzere göç edenler vardı. Ali onları engelleyip alıkoymuyor ya da önlerine geçip kandırmıyordu. Kendi görüşüne göre onlar özgürdürler tahayyül ettikleri gibi yapar ve görebildikleri doğrultuda giderlerdi. Ali şöyle diyor:
Allah'ım geri dönen sevap kazansın, hatırlayan uyansın diye ben onlara doğru yolu gösterdim, uyarıp hatırlatarak onların başarılı olmalarına özen gösterdim. Kimse sözümü dinlemedi. Allah'ım bir daha onlara tekrar ediyorum...
Kendisi onlara doğru yolu göstererek hiç zorlamadan onları özgür bıraktı. Bu hakkı özgürce kullandılar. İsteyen doğru yola geldi, istemeyenin de önünde geniş ve düz bir Şam yolu mevcuttur. Orada Muaviye onu beklemekte olup ona istediğini vermektedir.
Medine'deki adamı Sehl Bin Hanif Al Ansan kendisine halkın bir kısmının Muaviye'ye katıldığını söylediğinde şöyle yazarak cevap verdi: Senin yanından bazı adamların Muaviye'ye gittiklerini öğrendim. Sayıları ve imkanları ne olursa olsun üzülme. Kendileri koştukları ve karşılaşacakları bir dünyanın insanıdırlar. Adaleti bildiler, gördüler, duydular, kavradılar ve yanımızda insanların hak konusunda eşit olduklarını biliyor olmalarına rağmen tercih ettiklerine kaçtılar. Uzaklaşıp ezilsinler!... Vallahi hiçbir zorbalıktan nefret etmeyecek ve hiçbir zaman adaleti görmeyecekler!
Ali'nin insanlara geniş özgürlüğü tanıdığına bir başka örnek ise, haricilere karşı olan yöntemidir. Haricilerden kendisinin yanında kalanlara iyi davranıyordu. Aralarından birisinin çıkmaya çalıştığını öğrendiğinde kalması için zorlamıyordu. Yakınlarından hiç kimsenin ona karsı çıkmasına razı olmuyordu. Diğer insanlarla eşit biçimde gölgeden kendilerine düşen payı veriyordu. İstedikleri yere gitmelerine fırsat veriyordu. Özgürlük ilişkilerinin temelidir. İnsanlar da diğer insanlara saldırı ve bozgun dışında sözleri ve pratikleriyle, birine bağlılıkları ya da diğerine düşmanlıklarıyla özgürdürler. Saldırı ve bozgun durumunda ise, acımasız biçimde sınırı koyuyordu.
El-Hirreyt Bin Raşit adında birisi kendisine gelerek kendisini imam olarak kabul etmeyeceğini, namaz kılmayacağını, emirlerine uymayacağını ve kendisinin üzerinde hiçbir hükmünün olmayacağını söyledi. Ali, onu gördüğünü yapmaya özgür bırakmaktan başka bir şey yapmadı. Daha sonra El-Hirreyt Bin Raşit bazı dostlarıyla birlikte ayrıldı. Ali yapabileceği bir durumdayken onların kalması için zorlayıp çıkmalarını yasaklamadı. Bu özgürlüğü kötüye kullanıp suçsuz insanlara saldırmaya ve yeryüzünde bozgunu kendilerine yol olarak seçince Ali, onlara yeryüzüne ve insanlara karşı daha insaflı olanları gönderdi.
Dehşet veren, Ali'nin bundan öte biçimde insanlara özgürlük tanımasıdır. İnsanlar arasındaki bu öyküsü ile özgürlüğün bir insani öz olup hiçbir biçimde erteleme ya da sapmaya mahal vermeyeceğine olan inancı arasındaki bütünlük dehşet verici bir bütünlüktür. En tehlikeli tutumlarda dahi yakınlarına karşı bu özgürlüğü tanımıştır. Yeryüzünü dolduran ve cümle istekleri arasında onun kanını da isteyen bozguncular ve mürtetlere karşı savaşımında bunu tanımıştır. Bütün ölçütler, dengeler ve adalet, hakkaniyet vicdanı buna karşı savaşı kaçınılmaz kıldığında Savaşta İbn Ebi Talip'e taraftar ve yardımcı lazımdı. Ancak bu taraftarların hiç birini savaşa ya da cihada zorlamadı. Elindeki egemenlik hakkından ve elindeki kuvvet ve iktidardan hareketle hiçbir yakınını ya da yabancıyı bozgunculara karşı savaşta yanında durmaları için zorlamadı.
Bu konularda hiçbir maddi ya da manevi zorlamaya başvurmadı. Her tür biçimiyle zorlama, Aleviliğin özgürlük ve koşullarına bakışıyla çelişmektedir. Topluma aklın mantığı ve elindeki gerekçelerle yöneliyordu. Yüreklere ve vicdanlara da elindeki delillerle yöneliyordu. Bundan sonrası arkasından gelen geliyor gelmeyen de gelmiyordu. Arkasından gelenlere rızasını göstererek ödüllendiriyor diğerlerine de daha fazla nasihat, ajitasyon ve vaazla gidiyordu. Buna rağmen olduğu yerde kalmak isteyen özgürce kalabiliyordu. Ali zorlamayı kabul etmez ve ona izin vermezdi. Hiç kimsenin inançsız ve öngörüsüz biçimde arkasından gitmesini istemezdi. Onun için de isteseydi ova ve dağlan adamla doldurabilecek durumdayken Cemel, Sıffın ve Haricilerle olan savaşlarında hiç kimseyi arkasından gitmeye zorlamadı.
Ali Bin Ebi Talip özgürlüğü özüyle kavramıştı. Bu kavrayışını da açıkça dile getirmişti. Özel ve genel ahlakta, insanların birbiriyle olan ilişkilerindeki güçlü yapısını bu temeller üzerinde kurmuştu. Yapıcı, yasamacı, komutan, yönetici ve vaiz olarak bunun gerekleri doğrultusunda çalıştı. İnsanların geniş özgürlük hakkına olan saygısına her gün bir başka örnek vermiştir. Ancak bu ün özgürlük anlayışının bizzat çizdiği bir sınır çerçevesindeydi. Bu sınır bazılarının özgürlüğün topluluğun özgürlüğüne zarar vermemesiydi.
ÖZGÜRLÜK: BİREY İLE TOPLUM ARASINDA
- İnsana olan inancımız ve insanlığa olan bağlılığımız emir altında pusmuşu uyanık bir insan yapmak için hoş olan doğamızdaki en derin iki şeylerdir.
Ruso
- Deniz dalgaları, çöl çiçeği ve gökteki kuşlar da öyledir. Evrendeki her şey özüyle, varoluş koşullarıyla özgürdür Bu özgürlüğün dışında hiçbir yasayı kabul etmez, yoksa işleyemez ve son bulurdu.
- Ali, çağdaşları nezdinde özgürlüğün manasını geliştirmeye çalıştı aynı zamanda sorumluluk duygusunu da geliştirmeye çalıştı.
Böylece, özgürlük; özü itibariyle İmamın çizgisi ve insanlarla aralarındaki yasasıyla garanti altındadır. Hiçbir zorlamayı kabul etmeyen güç olması itibarıyla insanlık vicdanı tarafından garanti edilmektedir. Az ya da çok hiçbir biçimde saldırıya uğraması mümkün olmayan doğanın yasaları tarafından garanti altına alınmaktadır. Özgürlüğü konusunda yerleşik olan doğa yasaları ve insanlık vicdanına bağlı olduğu kadarıyla doğru olabilen sosyal çalışma tarafından garanti altına alınmaktadır. Böylece insan özü itibariyle özgürdür: Özgür bir şekilde duyar, özgür bir şekilde düşünür, özgür bir şekilde konuşur ve özgür bir şekilde çalışır. Yok edilmesi istenmesinin dışında bu sınırdan ötesine zorlamak mümkün değildir.
Sen, asıl hedefi aydınlatma, sıcaklığı yayma olan güneş ışığını amacından alıkoymak ve ışınları ile amacını yok etmek dışında onu engelleyemezsin. Böylesi bir durumda da, onu helak eder ve ölüme götürürsün.
Rüzgarın gidişatını da amacından saptırmadan değiştiremezsin. Böylece onu yok etmiş olursun, helak eder ve ölüme götürürsün. Aynı biçimde Denizin dalgalarını, kır çiçeklerini ve gökyüzündeki kuşu durduramazsın. Evrendeki her şey özgürdür. Özüyle ve varlığının koşullarıyla özgürdür. Bu özgürlükten başka bir yasa kabullenemez. Yoksa helak olup sorunu biter.
Ali Bin Ebi Talip'in içindeki derinliklerde uzun uzadıya kavradığı özgürlük budur. İçinde kavradığı bu özgürlük doğrultusunda dili konuştu. Kavradığının ve dilinin doğrultusunda kendisinin haklı göreceği ve doğa yasalarının, insan amacının, toplum çıkarlarının haklı göreceği biçimde ilerlemeye başladı. Sözü ve eylemiyle bunun için çok şey öğrendik. Bu özgürlüğün koşulları doğrultusunda bireylerin hareketlerini nasıl yönlendirdiğini gördük. Ayrıca sosyal bir varlık olarak insanın özgürlüğünü ilgilendiren biricik temel sorunun gözünden kaçmadığını gördük. O da; Bireyin özgürlüğünü en geniş biçimde toplumun özgürlüğü, çıkarları ve varlığının amaçları çerçevesinde tanımasıdır.
Orta çağlardaki eski Yunan ve Avrupa düşünürlerinden bazılarının bireyin özgürlüğünü ele alırken toplumun özgürlüğünü ve çıkarlarını hiç göz önünde bulundurmadığını, bu düşünce doğrultusunda da bireyin toplumun dışına çıkarak toplumun haklarını eline aldığını savunduklarını görürken diğer yandan bazılarının toplumun çıkarlarını korurken bireyi ve onun haklarını hiç göz önünde' bulundurmadıklarını bunun sonucunda da vicdani baskıyı ve karşılıksız çalıştırmayı serbest kıldıklarını görmekteyiz. Ancak Ali Bin Ebi Talip'in bireyin özgürlüğüne ve toplumun çıkarlarına kapsamlı ve bütünsel bir bakışla baktığını görmekteyiz. Ne bunu görmezlikten geliyor, ne de öbürüne zarar veriyor. Tam tersi aralarında öylesi bir uygunluk yaratıyor ki birey özgürlüğünü tamamıyla kullanabiliyor. Topluluk bir araya gelmekten yararlanır duruma geliyor. Öyle ki, geniş ve rahat özgürlük çerçevesinde birey toplumun ve toplum bireyin oluyor. Toprak, mal ve sömürü sorunları üzerine olan sözümüzde bu konuyu bir daha ele alacağız.
Ali'nin, bireysel özgürlüğü toplumun ve toplum fertlerinin çıkarları çerçevesinde tutabilmek için olan derin görüşü onu, temel bir sosyal gerçeği ortaya çıkarmaya itti. Bu gerçek, toplum içerisindeki insanların özgürlük duygularının bu özgürlüğün özüne zarar vermeyecek şekilde, hatta ilkel bir yöntemle diğerlerine zarar verecek şekilde kullanılmasının yasaklanmasına yöneltilmesi gerektiğidir. Bireylerin özgürlüğü sınırsız başı boş bir özgürlük değildir. Tam tersi sorumluluk duygusuyla yüklenmiş bir özgürlüktür. Ali, bu sorumluluk duygusunun geniş özgürlük duygusuyla karşı karşıya gelmesini engelleyebilmek için eski bazı düşünür ve felsefecilerin yaptığı gibi özgürlük anlamında insanların sıkıştırılmasına yönelmemiş, görüşümüze göre, Ali Bin Ebi Talip'in kişiliğinin derinliğindeki toplumsal anlayış ve insanlığa işaret eden en değerli en yüce bir yönteme baş vurmuştur
(15) Kureyş ailesinin bulunduğu İslam öncesi toplum (Ç.N.)
(16) Kuran'daki bu adlandırma gençlikle yerleşim birimi olarak köy, kasaba, ya da şehir olabilir. (Ç.N.)
(17) Akın, ganimet toplamak için düşmana yapılan saldırı.
(18) Aranızdan birisi kötülük görürse ona karşı kılıcıyla savaşsın, yapamıyorsa eliyle, yapamıyorsa diliyle, yapamıyorsa kalbiyle, ve en azından imanıyla olan sözü kastedilmektedir.(Ç.N.)
(19) Ayet: Normal olarak Kuran'daki her cümleye Ayet dendiği gibi burhan anlamına da gelir.
(20) Muhammed ve Mesih (İsa) adlı eser S. 162-163
(21) Dönek
(22) Satmak ama oy vermek, onun emrine gireceklerine dair söz vermek anlamında kullanılmaktadır. İslam dininde bu söz sürekli orijinali olduğu gibi kullanıldığından burada da aslını kullanmak istedik.
(23) İmam dini bir terim olmakla birlikte öz olarak önderlikten kaynaklanmakta olup bu anlamda kullanılmıştır.
(24) Tarihte zulümleriyle tanınmış krallardır.
(25) Züht: Yalın ve sade yaşam tarzı olarak genellikle din adamlarının seçmiş olduğu bir yaşam tarzı olup bir nevi özel isim olduğu için Arapça'sını olduğu gibi kullandık.