WILSON'IN PATRONLARINA VERDİĞİ BİR BAŞKA HEDİYE: FEDERAL RESERVE KANUNU
"Bu kanun yeryüzünde dev bir
tröstün kurulmasına neden olacaktır...
Kanun sayesinde bu tröst istediği
şekilde ekonomiyi yönlendirebilecektir."
- Kongre üyesi Charles Lindberg'in, 22 Aralık
1913'de, Federal Reserve Kanunu
Kongre'de görüşülürken
yaptığı konuşmadan
Wilson'ın Yahudi önde gelenlerine verdiği hizmetleri konu edinmişken, Amerikan ekonomik sisteminin en önemli unsurlarından olan Federal Reserve sistemine değinmeden geçmek olmaz. Yahudi sermayedarların ABD'deki kesin ekonomik egemenliğini sembolize eden Federal Reserve Kanunu, 1913 yılında Kongre'den sağlanan politik destek sonucunda yasallaştı. Bu tarihi kanunu hazırlayan (ve az önce "Siyonist" özelliklerinden söz ettiğimiz) Paul Warburg, başta ABD Başkanı Woodrow Wilson olmak üzere, Virginia'dan Carter Glass ve Oklahoma'dan Robert Owen gibi güçlü politikacıları kullandı. Amerikalı yazar Eustace Mullins, kanunun kabul edilişini şöyle anlatıyor:
Federal Reserve Kanunu'nun hukuksal olarak geçerli kılmak için bankacılar 1912'de ABD Başkanı Woodrow Wilson'ı seçtiler... Federal Reserve Kanunu, Glass-Owen Beyannamesi olarak Kongre'de yasallaştı. Owen'a, Federal Reserve Kanunu'nu Kongre'den geçirmesini emreden Paul Warburg, ise Bernard Baruch ve diğer finansörlerle birlikte akşam yemeği yiyerek başarısını kutladı.47
Bu şekilde, Amerika'da politik olarak serbest merkez bankaları sistemini savunan kitaplar yazan Warburg, Federal Reserve Kanunu'yla Amerikan Merkez Bankasının özelleştirilmesini sağlamıştı. Böylece federal fonların idaresi devletin denetiminden alınarak, bağımsız 'Federal Reserve Bankaları'nın kontrolüne bırakıldı. Kanun, ABD'yi Federal Reserve Bank adı verilen birer merkez bankasına sahip 12 bölgeye ayırdı. Bu 12 Reserve bankası birbirinden bağımsızdı ve o günden bu yana Washington'daki Federal Reserve Board adı verilen federal örgüt tarafından yönetildi ve denetlendi. Meydan Larousse, kanunun işlevini şöyle özetliyor: "Federal Reserve bankaları, federal hazinede bırakılmış altın mevduatı belgelerine dayanarak veya federal hazineye ait değerler karşılığında rehnedilmiş banknotlar çıkarır. Başlıca görevleri banka kredileri hacmini kontrol yoluyla ekonominin emrine verilen ödeme olanakları toplamını ayarlamaktır."
Bu kanunla birlikte Amerikan sermayesinin toplandığı 12 Federal Reserve bankasının yani ekonominin en önemli karar merkezinin denetimi, Paul Warburg'un kurucusu olduğu Federal Reserve Board örgütüne bırakılmış olundu. Kısa bir süre sonra bölgesel merkez bankalarının kontrolünü eline geçiren Warburglar, federal merkez bankalarının hisselerini bazı özel bankalar arasında paylaştırdı. Bu şekilde Amerikan merkez bankalarının yani para basma işleminin kontrolü Kongre'den alınarak özel bankaların, daha doğrusu Yahudi finansörlerin eline bırakıldı. Eustace Mullins, The Secrets of the Federal Reserve adlı kitabında, Federal Reserve sistemi sayesinde Amerika'nın da gizli bir "kontrollü ekonomi" düzenine geçtiğini ve böylece Albay House'un Yahudi patronlarından aldığı ekonomik totaliterizm hayalinin gerçekleştiğini söylüyor.48
Federal Reserve Kanunu ile birlikte, bir grup ayrıcalıklı insan, para basma yetkisini ustaca kullanarak inanılmaz karlar elde etti. Federal Reserve patronları 1913'ten beri para veya kredi olarak milyonlarca dolar oluşturdular ve bunu faizle hükümete ve halka borç olarak verdiler. Böylelikle dünyanın en büyük ülkesi, aynı zamanda dünyanın en borçlu ülkesi konumuna geldi. Amerika'nın düzen-karşıtı yayın organı The Spotlight, Federal Reserve sisteminin etkilerini şöyle anlatıyor:
Federal Hükümet, vergilerle halktan aldığından daha fazlasını harcar ve bu yüzden para ihtiyacı doğar. Parası olmadığı ve de Kongre para basma yetkisini devrettiği için hükümet özel bir kuruluş olan Federal Reserve'e başvurur. Bankacılar ancak hükümetin geri ödemesi koşuluyla para verir; ve tabi ki faizle! Böylece Kongre, Hazine Bakanlığına belirtilen miktarda devlet tahvili bastırır ve bunu daha sonra Federal Reserve Bankacılarına iletir. Federal Reserve basım parasını öder ve değiş tokuşu hükümetle gerçekleştirir.Hükümet böylece halkı borca sokar, faizi de onlar ödeyecektir. Bunun gibi binlerce anlaşma yapılmıştır; böylece 1980'e kadar ABD Hükümeti, Federal Reserve bankacılarına 1 trilyon dolardan fazla borçludur. Halk ise yılda 100 milyar dolar faizini öder, anaparayı ödemek ise zaten mümkün değildir.49
İşte Başkan Wilson'ın, kendisine akılhocalığı yapan Yahudi finansörlere hediye ettiği sistem buydu. Amerikan ekonomisi, bu sayede Warburg, Rockefeller, Schiff gibi Yahudi bankerlerin denetimine geçmişti. Federal Reserve'ün ilk büyük icraatı ise, Amerika'nın I. Dünya Savaşı'na girmesini desteklemek ve finanse etmek oldu. Ve önce de değindiğimiz gibi, Amerika'nın savaşa girmesi demek, Amerikan yayılmacılığının da doğması demekti.
CFR'nin ve Amerikan Yayılmacılığını
Ardındaki Yahudi Etkisi
Federal Reserve'e böyle kısaca değindikten sonra, biz yine konumuza, CFR'ye dönelim...
Az önce de belirttiğimiz gibi CFR Yahudi finansörlerce kurdurulmuştu. CFR'nin kuruluşunda böylesine belirgin bir Yahudi etkisi olması, kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır. Yahudi önde gelenleri, Amerikan yayılmacılığına öncülük edecek ve kurulduğu tarihten sonra da Amerikan dış politikasına büyük etki yapacak olan böyle bir kuruluşun oluşumuna acaba neden öncülük etmişlerdir?
Bu noktada akla, "bu doğal bir şey, tarih boyunca sermaye sahipleri politikayı etkilemişlerdir" gibi bir açıklama gelebilir. Olaya böyle bakıldığında da Amerika'daki pek çok sosyalistin yaptığı gibi CFR bir "burjuva örgütü" olarak tanımlanabilir, "yüksek sermayenin politika üzerindeki denetim mekanizması" olarak yorumlanabilir.
Ama burada konuyu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken önemli bir nokta var. Çünkü CFR'yi kurduran finansörlerin "Yahudi olma" gibi ortak bir özellikleri vardır. Daha da önemlisi, hepsi "Yahudi oluşlarına" çok önem veren, bu nedenle Amerika'daki, hatta dünyadaki sayısız Yahudi örgütüne destek olan kişilerdir. İsrail Devleti'nin ilk aşaması olan Filistin'e Yahudi göçü projesinin en önemli destekçileri de aynı kişilerdir. Evlenirken hep "ırk-arasında" eş seçimi yapmaları bile, sözkonusu sermayedarların önemli bir "ırk bilinci"ne (daha doğrusu saplantısına) sahip olduklarını gösteriyor.
Dolayısıyla, bu kişilerin Amerikan politikasını yalnızca kendi kişisel ekonomik çıkarları için yönlendirmek istediklerini düşünmek eksik bir değerlendirme olacaktır. Sahip oldukları güçlü "ırk bilinci", mutlaka CFR'yi kurdurmalarında önemli rol oynamış olmalıdır. Amerikan dış politikasını herhangi bir "Yahudi olmayan" Amerikalı sermayedardan farklı olarak kendi kişisel çıkarlarının da ötesinde, Yahudi ırkının çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istemiş olmalıdırlar.
Olayı daha geniş bir açıdan incelediğimizde ise, sözkonusu açıklama daha da kesinlik kazanmaktadır. Amerika'nın, başından beri Yahudi önde gelenleri tarafından Mesih Planı için kullanışlı bir aygıt olarak düşünüldüğünü, Kabalacı Kolomb'un kıtayı, "Yahudiler için iyi bir yer" olması niyetiyle "keşfettiğini" hatırlarsak, ABD'nin misyonunu daha iyi anlayabiliriz. Yahudi önde gelenlerinin, Mesih Planı için kullanabilmek amacıyla, ülkeyi en başından beri kontrol altına almaya çalıştıklarını, bu nedenle masonluğu kendi elleriyle Yeni Dünya'ya getirdiklerini göz önünde bulundurduğumuzda, ya da Püritenlerin ülkeye nasıl "judaizer" misyonunu yüklediğini hatırladığımızda, Amerika için biçilen işlevi daha açık bir şekilde görebiliriz. (Bkz. 1. bölüm)
ABD, başından beri, Yahudi önde gelenlerinin denetimi altında olacak dünya-hakimi bir güç şeklinde tasarlanmıştır. Amerika'yı dış müdahaleye, yayılmacılığa zorlayanların da yoğun olarak Yahudiler, ya da onlarla "ittifak" içindeki masonlardan oluşması bunun önemli bir göstergesidir. Önceki sayfalarda Amerika'yı ilk kez emperyal bir güç haline getiren İspanya savaşının Yahudi medyası tarafından kışkırtıldığına değinmiştik. Amerika'nın I. Dünya Savaşı'na girişi de Wilson'ın akılhocaları, yani Yahudiler aracılığıyla olmuştur. Amerikalı gazeteci Andrew I. Killgore da, Amerika'nın I. Dünya Savaşı'na girmesindeki Yahudi etkisine dikkat çekiyor. Killgore'un yazdığına göre, Dünya Siyonist Örgütü liderleri, İngiliz hükümetini Siyonizme destek veren Balfour Deklarasyonu'nu yayınlaması için zorlarken, deklarasyon yayınlandığında kendilerinin de Amerikalı soydaşları aracılığıyla ABD'yi İngiltere'nin yanında savaşa sokacakları sözünü vermiş ve gerçekten de İngiltere'yi bu konuda ikna etmişlerdi.50
Olayı bu çerçeve içinde değerlendirdiğimizde, CFR'deki belirgin Yahudi etkisi çok daha anlamlı hale gelmektedir. Çünkü Mesih Planı, Mesih gelmeden önce de, dünyada Yahudi-kontrollü bir sistemin belli ölçüde kurulmasını öngörmektedir. Kabalacılar'ın kehanetleri yorumlayış şekli, Mesih'in gelişinden önce, pek çok sonuca "insan eliyle" varılacağı yönündedir. Dolayısıyla inanışa göre Yahudilerin Mesih gelmeden de belirli bir egemenlik kurmaları gerekmektedir; Mesih'in bu hazır düzenin kontrolünü ele alacağı ve "metafizik" katkılarla egemenliği daha da sağlamlaştıracağı beklenmektedir. (Bkz. "Giriş" bölümü)
Kabalacıların yorumu böyleyken, dünyadaki en büyük politik ve askeri gücü olan ABD'nin "ırk bilinci" yüksek Yahudiler tarafından oluşturulan kurumlar aracılığıyla yönetiliyor olmasını bir tesadüf olarak yorumlamak akılcı gözükmemektedir. Görünen, Amerika'nın, Mesih Planı'ndaki önemli misyonunu CFR gibi kurumlar sayesinde yerine getirdiğidir.
CFR'nin 'Rockefeller Bağlantısı'
Üstteki yorumların ardından açıklık getirilmesi gereken bir nokta vardır: CFR, üstte değindiğimiz Yahudi finansörler tarafından oluşturulmuştur, ancak, CFR'nin denetimi, ilerleyen yıllarda bir başka büyük sermayedarın, Rockefeller ailesinin eline geçmiştir. Bunun nedenine az sonra değineceğiz, önce kısa bir şekilde Rockefeller ve CFR ilişkisine göz atalım.
Dan Smoot, CFR'nin güç ve etkisinin kurulduğu yıldan sonra istikrarlı bir biçimde arttığını bildiriyor. Örgütün tarihindeki dönem noktasını ise, 1927 yılı olarak belirliyor. Çünkü 1927 yılında, CFR'yi finanse eden sermayedarların arasına çok önemli bir isim daha katılıyor. Sonradan CFR'nin en büyük finansörü ve dolayısıyla arkasındaki asıl güç haline gelecek olan isim, ünlü "petrol kralı" Rockefeller ailesi.
1929 yılında CFR, Rockefeller'ın verdiği para ile, bugünkü adresine taşınıyor: The Harold Pratt House, 58 East 68th Street, New York City. 1930'lu yıllardan sonra Rockefellerlar, CFR'ye iyice hakim oluyorlar. 1939 yılında, Konsey'in Dışişleri Bakanlığı için araştırma ve tavsiyeler yapması için bir anlaşma yapılıyor. Rockefeller Vakfı, bu çalışmaların giderlerini üstlenmeyi kararlaştırıyor. O tarihten sonra da Rockefellerlar, CFR'nin en büyük maddi destekçisi oluyorlar. 1940-1945 yılları arasında Rockefellerlar'ın Konsey'e akıttığı para 300 bin doları aşıyor. (O yıllarda Konsey'in başkanlığına getirilen Isaiah Bowman'ın Yahudi oluşu da dikkat çekici.)
1945 yılında San Francisco'da Konsey'in gücünü belgeleyen önemli bir gelişme yaşanıyor. Birleşmiş Milletler toplantısına katılan ABD delegasyonundaki 40'ın üzerindeki isim CFR üyeleri arasından seçiliyor. CFR üyelerinin en etkini ise Nelson A. Rockefeller...
Siyasi gözlemciler, 1945'ten sonraki ABD politikasının kesin olarak CFR egemenliğinde düzenlendiği konusunda birleşiyorlar. CFR'nin egemenliğinin Rockefellerlar'ın elinde olduğu konusunda da. Rockefeller'ın CFR üzerindeki denetimi, Amerika'da çokça yazılıp-çizilmiş bir konudur. Öyle ki bugün bazı Amerikalı yazarlar, CFR'yi "Rockefeller ailesinin politik kurumu" olarak tarif ederler. Örneğin, Collier Peter ve David Horowitz adlı iki yazarın yayınladığı The Rockefellers: An American Dynasty (Rockefellerlar: Bir Amerikan Hanedanı) adlı kitapta, Rockefellerlar-CFR ilişkisi şöyle dile getiriliyor:
Rockefeller'lar anlıyorlar ki, finans gücü, politik güç kazanmaya temel olabiliyor. Sonra da politik güç, finans gücünü besliyor. Böylece CFR yani Dış İlişkiler Konseyi kuruluyor. David Rockefeller ilerleyen yıllarda başkan oluyor... Konseyin, bin altı yüz üyesi bulunuyor. Yüksek finans çevreleri, üniversiteler, politika, ticaret, basın ve televizyon çevrelerinden... Çoğu ünlü kişiler. Az tanınanlar bile, en güçlü kişilerden seçilmiş.
Konsey, kuruluşundan sonraki ilk elli yılda, gizli kalmayı istiyor ve kalıyor. 1972 yılında bu sır perdesi, Profesör W. C. Skousen'in 'bestseller' (en çok satan) kitabıyla, biraz aralanıyor. Ayrıca, New York Times ve New Yorker'da iki yazı yayınlanıyor. Buna göre CFR, ABD'nin iç ve dış ilişkilerinde yıllardan beri ' devletüstü' bir rol oynuyor. Dış yardımlardan NATO'ya kadar, her işe parmağını sokuyor.
Rockefeller'ın CFR üzerindeki denetimi yalnızca Konsey'e akıttıkları dev boyuttaki para ile sınırlı kalmıyor. Rockefellerlar, paranın verdiği güçle, kurumun başına kendi "adam"larını atıyorlar. CFR'nin uzun yıllar başkanlığını yapan John McCloy'un Rockefeller Vakfı'nın yöneticisi ve Rockefeller ailesinin de özel avukatı olması bunun bir örneği. Rockefeller Vakfı'nda hizmet eden John Foster Dulles, Henry Kissinger, Cyrus Vance gibi isimlerin CFR'nin önde gelen üyeleri ve de ABD Dışişleri Bakanları olmaları da, ailenin CFR ve ABD dış politikası üzerindeki etkisinin bir göstergesi.
Rockefellarlar'ın Gerçek Kimliği
Bütün bu bilgilerin ardından, CFR'yi kurduran Yahudi bankerlerin, nasıl olup da kuruluşu Rockefellerlar'ın denetimine bıraktıkları, kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Acaba bu Yahudi bankerler, CFR üzerindeki denetimlerini kaybedip, Amerikan dış politikasını yönlendirmek için en uygun aygıt olan kurumu, Rockefeller ailesine mi "kaptırmış"lardır? Yoksa CFR üzerindeki Yahudi kontrolü hiç sona ermemiş, yalnızca bir şekil değişikliği mi yaşanmıştır?
Bunu anlamak için Rockefeller ailesinin kimliğini incelemekte yarar var.
Rockefeller ailesini incelediğimizde, resmen "Protestan" olduğunu görüyoruz. Ama bu Protestanlığın "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) misyonunu bolca taşıyan bir tür olduğu da açık bir gerçek. Çünkü Rockefellerlar, Yahudilerle hep son derece ilgi çekici bir ilişki içinde olmuşlar.
John D. Rockefeller, bunun yanısıra, İngiliz mandası döneminde Kudüs'te "Filistin Arkeoloji Müzesi"ni kurdurmuştu. Müze, tarih boyunca Yahudi ulusunun gelişimini konu ediniyor, Yahudi kahramanlarının heykellerini içeriyordu. Rockefeller'ın kurulması için iki milyon dolar verdiği müze, daha sonra Rockefeller Museum adıyla anılageldi...52
Rockefeller ailesinin İsrail sempatisi Washington'da da kendini gösteriyor. Batı Virginia'dan Demokrat Parti Senatörü olan John D. IV (Jay) Rockefeller, Senato'da İsrail'in en sadık dostlarından biri olarak tanınıyor. Yalnızca 1993 yılı içinde, İsrail'i ilgilendiren altı oylamanın altısına da İsrail lehinde oy veren Jay Rockefeller, "İsrail taraftarı olma yüzdesi" (% Pro-Israel) sıralamasında "% 100 İsrail yanlısı" olarak başta geliyor...53
Fransız yazar Georges Virebeau, Mais Qui Gouverne L'Amerique (Amerika'yı Kim Yönetiyor) adlı kitabında David Rockefeller'ın Who's Who in the World'un yazdığına göre Chicago Üniversitesi'ndeyken İbrani tanrı bilimi (teoloji) derslerini takip ettiğini not ediyor...54
Tüm bu bilgiler, ortaya ilginç bir tablo ve de önemli bir soru çıkarmaktadır: Acaba Rockefeller ailesi, neden Yahudilere karşı böyle ilginç bir sempatinin sahibidir? Bu yalnızca Amerikan Protestanlığındaki klasik "Yahudi sempatizanlığı"nın bir devamı mıdır? Yoksa Rockefellerlar'ın, daha da önemli bir bağlantısı mı vardır?
Evet, böyle bir bağlantı vardır. Rockefellerlar'ın Yahudilerle olan bu ilginç ilişkilerinin kökeninde, kendilerinin de Yahudi asıllı olmaları yatmaktadır:
Garry Allen The Rockefeller File adlı kitabının 19. sayfasına düştüğü dipnotta, Malcom Sten'in The Grandees:America's Sephardic Elite kitabından yaptığı alıntıyla bir gerçeği ortaya koymaktadır ki, Rockefellerlar Sefarad Yahudilerindendir. Aile Arap topraklarında yüzlerce petrol şirketini kontrol altında tutmaktayken, Nelson Rockefeller New York'taki organize Yahudilerin en samimi dostudur. Zaten onların desteğini almamış olsaydı, (nüfusunun % 25'ini Yahudilerin oluşturduğu kentte) dört defa üstüste vali seçilemezdi.55
Kısacası, Rockefellerlar, Protestan bir görünüm altında gerçek kimliklerini koruyan bir "Yahudi dönmesi" hanedandır. Dolayısıyla, CFR'nin "yöneticisi" durumdaki Rockefellerlar, CFR'yi kurduran Yahudi bankerlerle bu tür bir "ırk bağı" ile bağlıdır.
Bu tablodan karşımıza çıkan sonuç, CFR'nin aşamalı olarak Rockefeller egemenliğine bırakılmasının, örgütün Yahudi-güdümlü olmaktan çıktığı gibi bir anlam kesinlikle taşımadığıdır. Tam tersine, örgütün "açık Yahudi" olan sermayedarlar yerine, "gizli Yahudi" olan bir başka sermayedar tarafından yönetiliyor olması, planlı ve bilinçli bir kamuflaj izlenimi vermektedir. Anlaşılan, CFR'nin, açıkça hepsi Yahudi olan sermayedarlarca finanse edilmesinin dikkat ve tepki çekeceği düşünülmüş ve örgüt, daha örtülü bir Yahudi güdümü altına alınmıştır.
Rothschild'ın Desteğiyle Doğan Rockefeller İmparatorluğu
Rockefeller'ın gerçek kimliğinin yanısıra, bu hanedanın nasıl ABD'nin bir numaralı ekonomik gücü haline geldiğini incelediğimizde de ilginç bir tabloyla karşılaşıyoruz. Çünkü Rockefeller gücü, başta Yahudi sermayedarlar arasındaki hiyerarşinin en üstünde oturan Rothschildlar olmak üzere, büyük Yahudi sermayedarların olağanüstü desteği ile oluşturulmuş durumda.
Amerikalı yazar Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers (Dünya Düzeni: Gizli Yöneticilerimiz) adlı kitabınında Rockefellerlar'ın nasıl büyüdüğüne de değiniyor. Mullins, Rockefelerlar'ın, son iki yüzyılda Rothschildlar'la çok yakın ilişkiler içinde olduklarını ve Rockefeller servetinin oluşmasında Rothschildlar'ın büyük rolü olduğunu şöyle anlatıyor:
19. yüzyılın başlarında, House of Rothschild (Rothschild tröstü) ABD'de bazı yatırımlar yaptı ve kendisine bağlı bankalar kurdu. Rothschildlar'ın ABD'de kurduğu bu bankaların ilki, The City Bank adını taşıyordu. 1812'de New York'ta kurulan banka, daha sonra National City Bank adını aldı ve elli yıl boyunca da Moses Taylor tarafından yönetildi. Taylor 1882'de geride 70 milyon dolar bırakarak öldü ve yerine oğlu Percy geçti. Ertesi yıl, John D. Rockefeller'ın kardeşi William Rockefeller bankaya yüklü bir para yatırarak ortak oldu. 1891'de ise Rockefellerlar, Percy'i ikna ederek, onun yerine banka müdürlüğüne ortakları James Stillman'ın geçmesini sağladılar. James Stillman'ın da bir 'Londra bağlantısı' vardı; babası Don Carlos uzun yıllar Rothschildlar'a hizmet etmişti.56
Kısacası, Rotshchild'ın bankası, çok kolay bir biçimde Rockefellerlar'a devredilmişti. Mullins, bu işlemin, "merkezin", yani Rothschild'ın bilgisi ve izni dahilinde yapıldığını söylüyor. Yani Rothschild, isteyerek ve bilerek ABD'deki bankasının Rockefeller egemenliğine geçmesini sağlamıştı!...
Mullins, Rothschildlar'ın ve Warburg hanedanının sahip olduğu bir diğer Yahudi şirketi olan Kuhn Loeb'in, Rockefellerlar'a verdiği büyük desteği anlatmaya devam ediyor. Bu iki büyük finans devi, petrol ticaretindeki rakiplerini ekarte ederek tröst haline gelmeye çalışan gizli soydaşları Rockefeller'a büyük destek vermişlerdi:
Rockefeller İmparatorluğunu kuran John D. Rockefeller, 1882 yılında ülkedeki son rakip petrol şirketini de iflas ettirerek, Amerika'nın tüm petrol ticaretini tekeline aldı. Sahip olduğu Standart Oil Şirketi, Rockefeller'ı Amerika'nın Beyaz Saray dışındaki en güçlü adamı" yaptı. Ancak bu "yükseliş"in bir de perde arkası vardı. Gerçekte Sefarad kökenli bir Yahudi olan Rockefeller, aslında Rothschild ve Warburg gibi "soydaş"larının inanılmaz desteği ile bu güce ulaşmıştı... |
Sonraki yıllarda, Rothschild'ın sahip olduğu The National City Bank of Cleveland da, Rockefellar'a büyük bir destek verdi... John D. Rockefeller'ın başarısı, National City Bank of Cleveland'ın desteğini arkasına alarak petrol işindeki rakiplerini safdışı etmesiyle başladı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, ülkedeki demiryolu ve deniz ulaşımının büyük bölümünü elinde bulunduran Kuhn Loeb şirketi ise, John D. Rockefeller'ın petrol taşıma şirketine inanılmaz bir indirim uygulayarak, onun diğer petrol şirketlerini batırmasına destek oldu... Kısacası, bütün Rockefeller imparatorluğunun, asıl olarak Rotschildlar tarafından finanse edilip-desteklendiği söylenebilir.57
Yahudi "ırkdaş"larından aldığı bu büyük destek ve kayırmaların sonucunda, John D. Rockefeller, 1887 yılında ABD'deki tüm petrol ticaretini eline geçirerek, "tröst" haline geldi. Bunu engellemek için çıkarılan "anti-tröst" kanunları da işe yaramadı ve Rockefeller İmparatorluğu, 20. yüzyıla dünyanın petrol devi olarak girdi. Bugün de aynı durum devam etmekte, dünya petrol ticaretinin yarısından çoğu Rockefellerlar'ın sahip olduğu ve Standart Oil olarak bilinen beş petrol şirketince Exxon, Texaco, Socal, Gulf ve Mobil kontrol edilmektedir. (Diğer iki büyük petrol şirketinden Shell/Royal Dutch, Hollandalı Yahudi finansör William Deterding'e aittir. BP'nin hisselerinde de Yahudi finansörlerin büyük payı vardır.)
Sonuçta karşılaştığımız tablo, Rockefellerlar'ın, başta Rothschild imparatorluğu olmak üzere, Yahudi sermayedarlar tarafından çok özenli bir biçimde kayırılıp-desteklendiği ve ABD'nin ekonomik paylaşımında tam bir "ırk dayanışması" yaşanmış olduğudur.
"Açık" ırkdaşları tarafından büyütülen "gizli" Yahudi Rockefeller ailesinin CFR gibi bir kurumun denetimini üstlenmiş olması ise, az önce belirttiğimiz gibi, gerekli kamuflajı sağlamak ve Yahudi önde gelenlerinin ABD dış politikasındaki güdümünü daha az hissedilir hale getirmek içindir. CFR'yi yöneten hanedan, onu ilk kuranlar gibi sürekli sinagoglarda boy gösteren bir "açık" Yahudi olsaydı, kuşkusuz toplayacağı dikkat de çok daha fazla olurdu.
CFR'nin Gücü
Eustace Mullins, The World Order adlı kitabının başlarında, "bu kitapta adı geçen hemen her ünlü Amerikalı CFR üyesidir, bu yüzden her seferinde bunu tekrarlamayı gereksiz görüyorum" diyor. Gerçekten de CFR üyelerinin listesi, neredeyse Amerikan politikasının "Who's Who" (Kim Kimdir)i gibidir. Henry Kissinger'dan John McCloy'a, Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski'den Eisenhower'ın Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'a, CIA başkanı ve mason Allen Dulles'dan, Dean Acheson, George Kennan'a kadar pek çok ünlü isim, CFR üyesidir. Öyle ki, The Rockefeller Syndrome adlı kitabında Ferdinand Lundberg'in belirttiğine göre: "CFR ile bağlantısı olan insanlar Amerika pazarlarında mülkiyete sahip olanların neredeyse tümüdür."
Dan Smoot, Invisible Government (Görünmez Hükümet) adlı kitabında, kurumun ABD'nin dış politikalarının oluşumundaki büyük etkisini detaylı olarak anlatıyor. Buna göre CFR, yalnızca üst kademedeki yönetici elitleri bünyesine alıp yönlendirmekle kalmaz, dış politika ile kurumların büyük bölümünü kontrol eder. Amerika'da dış politika ile ilgili diğer pek çok dernek ve kurum da, CFR'nin denetimi altındadır. Amerikan dış politikasındaki büyük etkileri ile bilinen "think-tank"ler (politika üretme kurumları) ise gerçekte CFR'nin alt komisyonları niteliğindedir. Eustace Mullins, CFR ve think-tank'ler arasındaki ilişkiden şöyle söz ediyor:
John D. Rockefeller |
Shoup'un Imperial Brain Trust adlı kitabına göre 1969'da CFR'de Brookings Institution'dan 22 yönetici, RAND Corporation'dan 29, Hudson'dan 14, Middle East (Orta Doğu) Institute'dan 33 üye vardır. Ayrıca Rockefeller Foundation'ın 19 yöneticisinden 14'ü, Carnegie Endowment'ın 17'sinden 10'u, Ford Foundation'da
16'dan 7, Rockefeller Brothers Found'ın 11'inden 6'sı CFR üyesidir. Buna göre CFR bu vakıfların tümünü yönetmektedir. Akademik dünyada ise CFR Princeton Üniversitesi'nden 58, Chicago Üniversitesi'nden 69, Harvard'dan 30 üyeye sahiptir.58
Mullins'in de vurguladığı gibi, üniversiteler CFR'nin denetiminde olan kurumlar arasındadır. CFR, akademik çevrelerdeki üyeleri aracılığıyla dış politika konularında "standart"ları belirler. CFR'nin "resmi ideolojisi", üniversitelerde ders olarak okutulur. Kurum, yayınladığı çok sayıda kitapla Amerikan entellektüellerini "eğitir". Örneğin CFR'nin son yıllardaki yayınlarında sık sık sözünü ettiği "İslam tehlikesi", Amerikan bilincine ustalıkla yerleştirilmektedir. Kurumun yılda dört kez yayınladığı ve dünyanın en etkili yayın organı sayılan Foreign Affairs (Dış Olaylar) adlı dergi ise hem siyasi gündemi belirler hem de ABD politikasını. ABD dış politikasındaki köklü değişimlerin çoğu Foreign Affairs'te yayınlanarak yürürlülüğe konur. Örneğin, soğuk savaşın başında ABD'nin temel stratejisini belirleyen "containment plan" (Sovyetler'in yayılmasını önleme anlamında; Çevreleme Planı) CFR üyesi George Kennan tarafından Foreign Affairs'de yayınlandıktan sonra uygulamaya konmuştu. Son olarak uzun süre gündemde kalan, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması" adlı, gelecekte Batı ve İslam arasında bir çatışma öngören yazısı da aynı dergide yayınlanmıştı.
CFR basın üzerinde de büyük etkiye sahiptir. Kurum, basındaki üyeleri sayesinde, büyük gazeteleri bir sosyal kontrol mekanizması olarak kullanabilmektedir. Denetlediği kabul edilen basın organları arasında; New York Times, Washington Post, Time, Newsweek, Life, New York Post, New York Herald Tribune, gibi dev isimler sayılabilir.
Tüm bunların yanında CFR, aynı Chatham House gibi masonlukla da çok içli-dışlıdır. Her iki örgütün de önde gelen üyeleri, aynı zamanda ülkelerindeki mason localarına üyedirler. CFR'nin; Harry Truman, George Marshall, Dwight Eisenhower, Allen Dulles, John McCloy, Henry Kissinger, Lyndon Johnson, Dean Acheson, Gerald Ford gibi ünlü isimlerin yanında daha pek çok üyesi bir taraftan da locaların müdavimidirler.
Kısacası CFR, ya da "Dış İlişkiler Konseyi", Yahudi önde gelenlerinin "dünyaya egemen olma" hedefine ve bu hedefin sistematize edilmiş hali olan Mesih Planı'na uygun bir aygıt konumundadır. CFR'nin aldığı kararlar, Amerikan çıkarlarını, dolayısıyla da ülkedeki Yahudi sermayesini korumak doğrultusundadır. Vietnam savaşından, Latin Amerika müdahalelerine kadar pek çok dış politika kararı, CFR'nin Yahudi sermayesini koruma misyonuyla yakından ilgilidir. Konsey'in Ortadoğu politikası ise, elbette tümüyle İsrail çıkarlarının savunulmasına yöneliktir.
CFR hakkında ilginç bazı yorum ve bilgileri de, gazeteci-yazar Fehmi Koru veriyor. Koru, aylık Dış Politika dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylüyor:
David Rockefeller, ABD'nin en güçlü adamı, New York'un göbeğindeki "Rockefeller Center"ın önünde. |
Amerika'da güç odağı farklıdır. Mesela bizim ülkemizde güç odağı Çankaya ve Başbakanlık'tır. Halbuki Amerika'da güç kaynağı Beyaz Saraydan'dan ve hatta başkandan çok daha başka şeylerdir. Ve onlar sistemi ayakta tutan kurum ve kuruluşlardır. Nedir bunlar? Lobiler bunların görünen uçlarıdır. Onların da arkasında odaklar vardır. Bunlardan biri Amerika'da bulunan dünyanın en büyük ve en etkili bankalarından bir kaçıdır. Yani bankalar bir güç odağıdır ve bunların hemen hepsinin sahibi de Yahudi asıllı süper zenginlerdir. Bu bankalar dünya alışverişini ve ticaret hacmini ellerinde tutarlar. Yüksek faizli kredileri, istedikleri maddi şartlarda ülkelere bunlar sağlarlar... ... 'Think thank'lerin en önemlisi 'Council on Foreign Relations' denilen bir kurumdur... 'Council on Foreign Relations', isminin tüm masumiyetine rağmen, en büyük güç odağıdır. Bu derneğin başkanı dünyaca ünlü Yahudi zengin David Rockefeller"dır. Yine meşhur CIA'nin istasyon şeflerinden Paul Henze ve ünlü stratejist Prof. Dr. Albert Wohlstetter bu derneğin onur üyeleridirler. Bu derneğin hem Cumhuriyetçi ve hem de Demokrat Parti'den üyeleri vardır. Eğer seçimi Cumhuriyetçi Parti kazanmışsa, yardımcıları da hep bu derneğin Cumhuriyetçi üyelerinden seçilir. Yok eğer Demokratlar seçimi kazanmışsa, yine bu derneğin demokrat üyeleri Beyaz Sarayda üst düzey görevlere getirilirler. Dışişleri Bakanlığı, Hazine Bakanlığı hep bu derneğin üyelerinden seçilirler. Yani ister Cumhuriyetçi olsun, ister Demokrat, ne olursa olsun bu derneğin üyeleridir işi götürenler. Parti rozetleri sadece sembolik birer ayırımdır. Zihniyet 'Council on Foreign Relations' zihniyetidir...
... Mesela bizdeki Cumhurbaşkanlarının veya Cumhurbaşkanı adaylarının mutlaka Amerika'ya giderek bu enstitülerin ve derneklerin birinde görünmek mecburiyeti vardır. Bizdeki hemen her Cumhurbaşkanı veya Başbakan, bir vesileyle Council on Foreign Relations'da ya bir konuşma yapmakla veya en azından orada bir toplantıya katılmakla, kendilerini onlara göstermek mecburiyetindedirler.
Kenan Evren bu Council on Foreign Relations'da bir konuşma yapmak ihtiyacını hissetmiştir. Cumhurbaşkanının bütün programlarına biz gazeteciler katılırken, hatta Yahudi lobisiyle Evren'in görüşmesini izlerken, hiçbir gazeteci arkadaşımız Evren'in bu dış politika derneğindeki konuşmasını izleyememiştir. İzleyemezdik, zira hepimize giriş yasaktı!...
Kısacası, CFR'nin gücü, yalnız ABD'nin değil, kimi zaman onun sistemine entegre olan başka ülkelerin politikalarını da denetlemektedir.
CFR'nin Yönettiği Soğuk Savaş Oyunu:
Sahte Amerikan-Sovyet Çatışması
2. bölümde, "Düzen'in masonik tarihi"ni incelerken, Avrupa ve dünya politikasındaki büyük gelişmelerin çoğunun masonlukla ilişkili olduğunu gördük. Mason örgütlenmesi ve Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak'ın sahip olduğu hedef ve çıkarların, pek çok politik ve sosyal gelişmedeki perde arkası faktör olduğunu keşfettik. Dini otoritenin politik ve sosyal hayattan dışlanması, monarşilerin yıkılması, ulus-devletlerin kurulması, ideolojilerin doğması gibi pek çok gelişmenin ardında, İttifak'ın planları yer alıyordu.
Burada, İttifak'ın dünya ölçeğinde gerçekleştirdiği bir başka olaya bakacağız; 20. yüzyılın kuşkusuz en büyük politik gerçeğis olan "Soğuk Savaş" oyununa. Soğuk Savaş, ABD ve Sovyetler Birliği arasında, kimilerine göre Ekim Devrimi'nde, kimilerine göre ise II. Dünya Savaşı'nın bitiminde başlayan ve 1980'lerin sonunda rafa kaldırılan düşmanlık dönemiydi. Hiçbir zaman iki süper güç arasındaki bir "topyekün savaş"a dönüşmedi ama Üçüncü Dünya coğrafyasındaki sınırlı savaşlarda kendini gösterdi.
Yüzyılın tüm politik dengelerini belirleyen bu büyük süreçte, acaba İttifak'ın rolü var mıydı? Varsa, ne boyuttaydı? İttifak, acaba "iki kutup"tan hangisinin tarafındaydı? Tarafsız, ya da "çift-taraflı" mıydı?...
Tüm bu soruların cevaplarını aramadan önce, Soğuk Savaş hakkındaki "resmi" tarihin biraz dışına çıkıp, bu büyük süreç hakkında öne sürülen farklı yorumları değerlendirmekte yarar var. Bu yorumların en önemlilerinden birini, New York Üniversitesi'nde görevli "seçkin sosyoloji profesörü" Immanuel Wallerstein yapıyor. Aydınlanma felsefesinin ve "Newtoniyen-Baconiyen" geleneğe bağlı Batı biliminin açıklarını yakalayan ve bu nedenle de Batı'nın az sayıdaki "farklı" düşünürlerinden biri olan Wallerstein, Soğuk Savaş'ı genel görüşten farklı yorumluyor. Wallerstein, söze, iki "kutup" arasındaki ideolojik paralelliği vurgulayarak giriyor:
1917... yirminci yüzyılın iki büyük ideologunun (Woodrow Wilson ve Lenin) dünya sahnesine çıktıkları uğraktı. Wilson Amerikanizmin, yahut 'dünyayı demokrasi için emin hale getirme' teklifinin propagandasını yapıyordu. Lenin ise Komünizmin, yahut işçi sınıfını her yerde evrensel olarak iktidara getirme teklifinin propagandasını yapıyordu. 1989'a kadar bu iki proje alternatif ve çatışan ideolojiler olarak sunuldular. Ama bu projeler, kamplardan her birinin kabule yanaştığından daha fazla ortak unsura sahiptiler. Aydınlanmanın mirasını paylaşıyor, insanlığın akıl ve bilinç yoluyla iyi toplumu inşa edebileceğine inanıyorlardı. Akılcı, bilinçli, kollektif karar-verme odağı olarak devletin, bu inşanın aleti olduğu inancını ve geleceğe ait seküler (dünyevi/din-dışı) bir vizyonu paylaşıyorlardı...59
Wallerstein'ın yazdıklarını, önceki bilgilerimiz ışığında şöyle okuyabiliriz: Her iki taraf da, İttifak'ın oluşturduğu Aydınlanmacı, seküler (din-dışı) geleneği benimsiyor ve yine İttifak'ın oluşturduğu ulus-devlet modelini kabulleniyordu. Her iki tarafın da ideolojisinin doğuşunda İttifak'ın büyük rolü olduğunu, mason localarının hem kapitalist hem de sosyalist kanadın içinde yer aldığını ve bu iki ideolojinin de İbrani dünya anlayışından ve Mesihi düşünceden etkilendiğini incelemiştik.
Wallerstein, üstteki analizinin ardından, "abartmaya ihtiyacımız yok şüphesiz. Amerikancılık ve Komünizm arasında... Pratikte olduğu kadar teoride de farklar vardı..." dedikten sonra, şu çarpıcı soruyu soruyor: "... Ancak, kampların kahramanları birbirlerinin düşmanı mıydılar?"
"Kampların kahramanları" arasındaki ilişkiye az sonra daha ayrıntılı inceleyeceğiz. Ama önce, Wallerstein'ın vurguladığı birkaç noktaya ve onun sözleriyle, "bu soğuk savaş çıkmazının askeri bileşenleri üzerinde odaklaştırılan muazzam kamu dikkati" sayesinde gizlenen "1945-1989 dengesinin altında yatan önemli siyasi-iktisadi anlaşma"ya değinelim. Wallerstein, "evrenselleştirici liberalizmin Wilsoniyen ve Leninci versiyonlarının mahrem ortaklığı" olarak ifade ettiği "ABD-SSCB danışıklı dövüşü"nün dayanaklarını şöyle açıklıyor:
ABD'nin SSCB'ye sunduğu, onun da kabulden mutluluk duyduğu şey, Doğu Avrupa'da bir Sovyet arka bahçesinin meydana getirilmesiydi: O sınırlar dahilinde kalmak şartıyla SSCB'nin siyasi, iktisadi ve kültürel kuralları koyabildiği bir 'chasse gardee'. Bu anlaşmanın her iki taraf için de avantajları çok büyüktü; aksi halde hiçbir zaman sürdürülemezdi. SSCB için üç temel kazanç vardı. Birincisi, SSCB'ye bu bölgeyi iktisaden sömürme, oradan ağır 'savaş tazminatları' alma imkanı veriyordu. İkincisi, ayağa kalkan bir Almanya'ya karşı SSCB'ye askeri bir kalkan sunuyordu. Üçüncü ve uzun vadede muhtemelen en önemlisi olarak, SSCB'ye Doğu Avrupa'da, Batı Avrupa'da ve dünyanın diğer bütün bölgelerinde devrimci sosyalist eğilimleri zapt-ü rapt altında tutma (hatta bastırma) imkanı veriyordu. Bu son çaba Avrupa'da, başka her yerden daha başarılı oldu. Stalin'in inşa ettiği haliyle Sovyet sistemi için, SSCB'nin Komünist söylemin tekelini elinde tutması ve Üçüncü Dünya'daki hiçbir 'maceracı' devrimin ABD ile özenle kurulan dengeyi bozmaması önemli görünüyordu.
Bu durum ABD'nin sözkonusu düzenlemedeki alaka ve çıkarını vuzuha kavuşturmaktadır. Hakikatte SSCB, Doğu Avrupa için ABD'nin bir altemperyal gücüydü ve bu hususta oldukça da randımanlıydı. 1948 tasfiyeleri, hala çevrede varlığını sürdüren tüm bağımsız, 'solcu' unsurları temizledi. ABD'nin avantajları bununla bitmiyordu. Dünya-ekonomisinin o anki iktisadi genişlemesi için Sovyet blokuna ihtiyaç yoktu. ABD, Batı Avrupa ile Japonya'nın iktisaden 'yeniden inşası' için elinden geleni yapıyordu. Bu bakımdan, o an için Sovyet blokunun büyük harcamalar gerektiren yükümlülüklerinden azade olmakla gayet mutluydu ve biliyordu ki daha sonra bu bölgeyi dünya-ekonominin meta zincirlerine geri çekmek sorun olmayacaktı.
ABD'nin son avantajı SSCB için son avantajının kopyasıydı. Her bir ideolojik söylem diğerini besliyor ve hiçbiri diğeri olmadan makuliyet kazanmıyordu. Soğuk Savaş, Amerikanizm ve Leninizm adına, her bir tarafa kendi kampında sıkı bir düzen sağlama, evi uygun gördükleri tarzda temizleme ve gelecek nesillerin zihniyetlerini yönlendirme imkanını veriyordu.60
Wallerstein, tüm bu argümanının ardından, SSCB ve ABD'yi "sembiyotik" (ortak yaşar) olarak tanımlıyor. Gerçekten de bugün, Soğuk Savaş döneminin beyin-yıkayıcı propagandasından uzak bir değerlendirme ile, ABD ve SSCB arasındaki karşıtlığın gerçekte iki tarafın da çıkarına olduğu açıkça görülebilir. Her iki tarafın da, ilişkiler görünüşte ne kadar gerginleşirse gerginleşsin, neden ekonomik çıkarları ifade eden detant sürecinden ödün vermediği ve asla güç dengesini bozmadığı böylece daha iyi anlaşılmaktadır. İki taraf arasındaki gizli ekonomik işbirliğinin en çarpıcı örnekleri, Kanadalı siyaset bilimci Charles Levinson'ın yazdığı ünlü Votka-Cola adlı kitapta da ayrıntılı olarak anlatılır. Adenauer'ın bir açıklaması da bu konuda aydınlatıcıdır. Şöyle demiştir Batı Alman lideri: "ABD ve Sovyetler Birliği arasında bizim bilmediğimiz bazı anlaşmalar olduğu kanısındayım. Bu anlaşmalar Sovyetler Birliği'ne Amerika üzerinde ve bizim Amerika'yla olan ilişkilerimiz hakkında baskı yapma olanağı sağlıyor." 61 1955 Aralığında ise Mendès France, Paris'teki bir konferansta şunları söylemişti: "Dünyadaki iki büyük güç olan ABD ve Sovyetler Birliği arasında, bana inan ki, bizim sandığımızdan çok daha fazla görüşme oluyor; bizim çağrılmadığımız, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, haberdar bile olmadığımız görüşmeler. Ama o görüşmelerde bizi ilgilendiren çok önemli kararlar alınıyor."
Stalin'in Statükoyu Koruma Çabası: 'Tek Ülkede Sosyalizm'
Wallerstein'in argümanı, Sovyetler Birliği ile ABD arasında bir tür gizli anlaşma olduğunu ve her iki tarafın da Soğuk Savaş görüntüsü altında bu gizli anlaşmayı sürdürerek dünyayı paylaştıklarını öne sürmektedir. Sovyetler'in dış politikasını incelediğimizde, bu argümanın son derece doğru olduğuna dair güçlü işaretler bulabiliyoruz.
Eğer Amerikalılar ve Ruslar arasında bir tür "gizli anlaşma" yapılmışsa, bu anlaşma mutlaka iki süper güce de belirli bir yayılma alanı bırakmalıydı. Her iki taraf da, hangi ülkelerin kendi bloklarına dahil olacağına karar vermeli, bir sömürge paylaşımı yapmış olmalıydılar. Buna göre, ne ABD Sovyetler'e bırakılan yerlere elini uzatacaktı, ne de Sovyetler ABD'nin arka bahçesine göz dikecekti.
1924'de iktidara oturan ve kısa sürede tüm rakiplerini ortadan kaldırarak tarihin en güçlü diktatörlüklerinden birini kuran Stalin, bu anlaşmaya sadık kalmaya büyük özen gösterdi. Stalin'in ilk yaptığı şey, "nomenklatura"ya (Sovyet yönetici eliti) "tek ülkede sosyalizm" doktrinini kabul ettirmek olmuştu. Bu doktrin, Sovyetler Birliği'nin dünyanın tek sosyalist ülkesi olduğunu ilan ediyor ve başka bir sosyalist ülke de istemiyordu. Kısacası, Stalin, "devrim ihracı" yapmaya karşıydı. Bu, kuşkusuz, tüm dünyanın sosyalist olmasını öngören Marksist-Leninist ideolojiye aykırıydı. Bu nedenle ideolojiye daha bağlı olan Stalin muhalifleri, "sürekli devrim" teorisini savundular; buna göre Sovyetler hemen devrim ihracına başlamalı ve birbirini izleyen devrimlerle kısa sürede tüm dünyayı sosyalist yapmalıydı. Bu teorinin savunucuları, en başta Troçki olmak üzere, Stalin tarafından safdışı edildi.
Stalin, ABD ile Sovyetler arasındaki örtülü anlaşmayı bozmamaya ve dünyanın tek "sosyalist" ülkesi olarak kalmaya çabalıyordu. Bu nedenle başka ülkelerde sosyalistlerin iktidara gelmesini hiç istemedi. Çin'de Mao'yu değil, faşist Chiang Kai-Shek'i (sağda) desteklemesi de bu yüzdendi. |
Stalin, "tek ülkede sosyalizm" istiyordu, "sürekli devrim" değil... Çünkü tek ülkede sosyalizm, ABD'yle gizli işbirliği üzerine kurulmuş olan statükoyu değiştirmemek anlamına geliyordu. Bu yüzden Stalin, komünizmin başka ülkelere yayılmasını hiç istemedi. Hatta bu yüzden, Çin'de Mao'nun komünistlerine karşı savaşan ABD destekli faşist Chiang Kai-Shek ile 1945 yılında dostluk anlaşması bile imzalamıştı. Ancak Mao'nun "kır gerillaları" Chiang Kai-Shek'i devirdiklerinde, Stalin istemeye istemeye Kızıl Çin'e yakınlık göstermek zorunda kalmıştı.
Daha sonraki dönemde de hem Stalin, hem de Kruşçev, devrim ihracı yapmaktan kaçındılar. Bunun en açık örneği, Üçüncü Dünya'daki Ulusal Kurtuluş Mücadelelerine karşı takınılan tutumdu. Çoğunlukla Afrika'da yürütülen bu hareketler, Üçüncü Dünya halklarının sömürgeci yönetimlere karşı ayaklanmasıyla doğmuştu. Bu hareketler çoğu kez olumlu sonuç verdi ve bu sayede eski sömürgecilik devri kapandı; İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda, Belçika gibi sömürgeciler birer birer Üçüncü Dünya'dan çekildiler. II. Dünya Savaşı sonunda Afrika'da yalnızca üç tane bağımsız devlet varken, 1960'lardan itibaren hızla yeni devletler kuruldu.
Ancak ilginç olan Sovyetler Birliği'nin sözkonusu Ulusal Kurtuluş Mücadelelerine karşı olan tutumuydu. SSCB, Lenin'in "emperyalizm" teorisi gereğince, bu hareketleri desteklemek durumundaydılar; böylece koloniler özgürlüğe kavuşacak ve koloniler sayesinde yaşayan kapitalizm çökecekti. "Emperyalizm"e karşı savaştıklarını düşünen Üçüncü Dünya halklarının büyük bir bölümü de, doğal olarak Sovyetler'den yardım beklediler. Gelgelelim, Stalin ve Kruşçev'in izlediği politikalar hiç de bu yönde olmadı. Sovyetler Birliği, Ulusal Kurtuluş Mücadelelerine yalnızca sözlü (yani göstermelik) destek verdi; politik ve askeri destek vermekten özenle kaçındı.
Sovyetler'in bu garip tavrı, sosyalizme gerçekten inanan başka sosyalistleri çileden çıkarmıştı. Özellikle Çinliler, "gerçekten anti-Amerikan" oldukları 1970 öncesi dönemde, Sovyetler Birliği'nin tutumundaki anormalliği farketmişlerdi. Öyle ki Çin, ABD'ye karşı yumuşak tutumu nedeniyle SSCB'yi "tavizcilik"le suçlamış ve tüm "anti-emperyalist" edebiyatına rağmen, Üçüncü Dünyanın anti-emperyalist Ulusal Kurtuluş Mücadelelerine destek vermeyen SSCB'nin tavrını "ikiyüzlü" bulmuştu. Sarı ırkın sosyalistleri, yayılmacı karakteri nedeniyle, SSCB'yi, "sosyalist emperyalizm" uygulamakla suçlamışlardı. Çinliler, ayrıca Kruşçev'in "kapitalistlerle barış içinde birarada yaşayabiliriz" şeklindeki açıklamalarına ve Eisenhower'la görüşmeler yapmasına da çok kızmış, onu "düşmanla işbirliği" yapmakla suçlamışlardı.
Sovyetler Birliği, Ulusal Kurtuluş Mücadelelerine gerçek bir destek vermediği halde, yine de bu mücadeleleri kazanıp bağımsız olan yeni devletlere yanaşmayı ihmal etmiyordu. Bağımsızlık engellenemediğine göre, bu devletler en azından "bağımsız sol" haline gelmemeli, ABD-Sovyet gizli anlaşmasının kurduğu dünya sisteminde uygun bir yana dahil edilmeliydiler. Bu yeni bağımsız devletlerin Sovyet tarafına geçmesi ABD'yi de rahatsız etmiyordu. Hatta ABD kimi zaman bu işe yardımcı da oluyordu. Örneğin, Küba'daki Amerikan yanlısı Batista rejimini yıkan Castro, ilk başta Sovyet-yanlısı bir komünist değildi. Ancak "bağımsız sol"u temsil eden Castro'nun başa geçer geçmez ülke endüstrisini millileştirmeye başlaması ve Amerikan çıkarlarını çiğnemesi ABD'yi çok rahatsız etti. Bunun üzerine ABD Küba'ya ambargo koydu; Castro'nun yardımına koşan tek ülke ise Sovyetler Birliği'ydi. Castro'nun Sovyetler'in koruyucu kanatları altına girmekten başka çaresi kalmamıştı. Bu sayede, Küba, tehlikeli görülen "bağımsız sol" kategorisinden çıkartılarak, Sovyet kampına dahil edildi. Artık, dünya kamuoyunu gerçek bir Soğuk Savaş'ın yaşandığına inandırmak için gereken "şov"lar, Küba üzerinden yapılabilirdi, ünlü "füze krizi"nde olduğu gibi.
Sovyetler Birliği'nde kurulmuş olan rejim de sosyalist teoriye hiç uymuyordu. "Dürüst sosyalistler", Sovyet rejiminin, hiç de sosyalist ütopyada vaad edildiği gibi "işçilerin", "emekçilerin", "proleter"lerin kontrol ettiği özgür bir rejim olmadığını, tam tersine, klasik bir "burjuva diktatörlüğü" olduğunu söylüyorlardı. Buna Türkiye'de de işaret edenler vardı; Türk solunun önemli isimlerinden M. Ali Aybar, Leninist Parti Burjuva Modelinde Bir Örgüttür adlı kitabında, Sovyet rejiminin patronlarının aslında "kapitalist"lerden hiçbir ideolojik fark taşımadığını ayrıntılı olarak anlatmıştı.
Aynı samimiyetsizlik kuşkusuz ABD için de geçerliydi. Sözde "hür dünya"yı komünizm tehlikesine karşı koruduğunu iddia edip, demokrasi ve insan hakları havarisi kesilen ABD'nin yalnızca ve yalnızca kendi çıkarlarını düşündüğünü, ideolojik sloganlarının içi boş bir aldatmaca olduğunu, "istikrar" sağlamak için onyıllarca Üçüncü Dünya faşistlerini desteklediğini bugün artık bilmeyen yok.
Peki gerçekte her ikisi de "emperyalist" olan ve aralarındaki ideolojik farklılık sayesinde dünyanın rantını yıllar boyu paylaşan kendi ülkelerinden binlerce kilometre ötedeki bölgelerde çıkardıkları savaşlarla silah endüstrilerini sürekli besleyen ve "blok"larına dahil ettikleri ülkeleri ekonomik yönden sömüren bu iki süper gücün arasındaki "danışıklı dövüş" nasıl işliyordu? Bu iki can düşmanının arasındaki örtülü ilişkinin mekanizması neydi?
Konuya girerken, başlık olarak, "CFR'nin yönettiği Soğuk Savaş oyunu" demiştik. Şimdi, sözkonusu oyunun CFR (ya da daha yerinde bir ifadeyle, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulmuş olan İttifak) tarafından nasıl yönetildiğini inceleyebiliriz. Karşımıza çıkan ilk önemli aşama, 1917 Bolşevik, ya da öteki adıyla Ekim Devrimi'dir.
Ekim Devrimi ve Yahudiler
Önceki sayfalarda, CFR'nin kuruluşunu incelerken, bu kurumu oluşturanların, Schiff, Warburg, Kahn gibi Yahudi sermayedarlar olduğuna değinmiştik. Rothschild ve "adamı" Milner'ın ise Atlantik'in öteki yakasında Chatham House'u kurduğunu görmüştük. Bu Yahudi sermayedarlar, Batı emperyalizminin beyni haline gelecek kurumları var etmişlerdi.
Ne ilginç!... Aynı kişiler, Ekim Devrimi'ni ve onun efsanevi lideri Lenin'i de büyük bir finansal yardımla desteklediler. Wall Street'ten Bolşevikler'e milyonlara dolar aktı. Yalnızca Jacob Schiff'in Bolşevik Devrimi'nin gerçekleşmesi için 20 milyon dolar harcadığı hesaplanıyor. Yahudi sermayedarlar, politik yardımlarda da bulunmuşlar, Troçki'nin Kanada hapishanelerinden kurtulmasını sağlamışlardı. Eustace Mullins, "kimse bu büyük bankerlerin, komünistlerin gerçekleştirdiği anti-kapitalist devrimi destekleyeceklerine inanmazdı; ama olan tam da buydu" diyor.62
Kısacası, kapitalist blok ile SSCB'nin işbirliği, daha devrim öncesinde başlamıştı. Peki bu ilginç işbirliğinin mantığı neydi? Neden en büyük kapitalistler, anti-kapitalist bir devrimi desteklesinlerdi?...
Devrimi destekleyen bankerlerin "ırk bilinci" yüksek birer Yahudi olduklarını göz önünde bulundurarak Bolşevikleri incelediğimizde, bu sorunun cevabını bulabiliyoruz sanırız. Bolşevik Devrimi Çar'a karşı yapılıyordu, antisemit, yani Yahudi düşmanı politikalarıyla tanınan Çar'a karşı. Üstüne üstlük, Çarlık rejimi bir monarşiydi. Ancak monarşilerin yıkılması ile egemenliği ele alacağını düşünen İttifak'ın geleneksel düşmanıydı.
Peki acaba, Devrim, İttifak'ın bu amaçlarına uygun bir sonuç yarattı mı?... Kuşkusuz evet, bunu ilk olarak Lenin'in politikalarında görebiliyoruz. Lenin, başa geçer geçmez, kendisini finanse eden bankerlerin yeterince "ileri görüşlü" olduklarını ispatladı; Çar döneminde ülkedeki Yahudiler üzerine konmuş tüm yasak ve kısıtlamaları kaldırdı. Judaica'nın bildirdiğine göre, partide Yahudi sorunlarıyla ilgilenen özel bir bölüm açtırdı, İbranice öğrenimini destekledi, siyasi suçlu statüsündeki bir çok hahamı ve Siyonist militanı affetti ve serbest bıraktı. Siyonist hareketi de destekledi. Antisemitizm, Bolşeviklerce "karşı-devrimci" bir ideoloji olarak nitelendi.63
Belki Lenin'i Yahudiler konusunda böylesine olağandışı bir tutum izlemeye iten etken, Yahudi bankerlere olan minnet borcunun yanısıra, kendisinin de Yahudi asıllı olmasıydı. Bolşevik Devrim'in lideri baba tarafından Yahudiydi. Bolşeviklerin arasındaki Yahudilerin sayısı da oldukça dikkat çekiciydi.64
Amerikalı revizyonist tarihçi Mark Weber, bir makalesinde Bolşevik Devrimi'ndeki Yahudi etkisini akademik olarak incelemişti. Yahudilerin Rusya'daki nüfuslarının hiçbir zaman % 5'i aşmamış olmasına karşın Bolşevik Devrimi'nde rol oynayanların çok önemli bir çoğunluğunun Yahudi olmasının Sovyet ve Batı tarihçilerinin çoğunlukla görmezlikten geldikleri bir gerçek olduğunu söyleyen Weber, bu gerçeğin analiz edilmesi gerektiğini yazıyordu. Devrimin liderlerinin neredeyse tümü Yahudiydi. Kızılordu'yu yöneten "ikinci adam" Leon Troçki (Lev Bronstein); Bolşevik Partisi sekreteri ve Merkezi Yönetim Komitesi başkanı Yakov Sverdlov (Solomon); Komünist Enternasyonal (Komintern) başkanı Grigori Zinoviev (Radomyslsky); basın komiseri Karl Radek (Sobelsohn); dışişleri komiseri Maxim Litvinov (Wallach); Lev Kamanev (Rosenfeld) ve Moisei Uritsky, sözkonusu Yahudilerin en ünlüleriydiler. Mark Weber Lenin'de ilginç bir ifadesine de dikkat çekiyor. "Zeki bir Rus," demişti Lenin, "her zaman için ya bir Yahudidir ya da bir şekilde damarlarında Yahudi kanı dolaşmaktadır." 65
Lenin ve Bolşevik dostları, "resmi tarih"te bilinenden farklı olarak, Batı'nın en büyük bankerlerinden olağanüstü yardımlar görmüşlerdi. "Anti-kapitalist" görünümlü devrimi finanse eden dev Yahudi bankerlerle, Bolşevikler'i bağlayan nokta ise anti-semit Çar'a karşı girişilen mücadelenin İttifak'ın geleneksel çıkarları ile uyuşmasıydı. Kendisi de Yahudi asıllı olan Lenin'in gerçekleştirdiği devrim, Yahudi önde gelenleri açısından kuşkusuz çok olumlu bir gelişmeydi. Yanda, Yahudi sosyalist partisi Hashomer Ha-Zair'in yayınladığı bir poster: İbranice "Çok yaşa Ekim Devrimi!"... |
Weber'in aktardığına göre, İsrailli tarihçi Louis Rapoport, Yahudilerin Bolşevik Devrimi'ndeki olağanüstü rolünü vurgularken şöyle demişti:
Lenin'in ilk politbürosu Yahudi kökenli kişilerle doluydu. Lenin iktidarı boyunca, Yahudiler devrimin her aşamasında büyük rol oynadılar. Buna devrimin en kirli yönü (muhaliflerin yok edilmesi) de dahildi. Çok yüksek oranlarda Yahudi, Karşı-Devrim'le Savaş İçin Olağanüstü Komite'ye (Çeka) katıldı. Çeka tarafından infazları gerçekleştirilen 'karşı-devrimciler'in çoğu, Yahudi ajanlarca vurulmuştu.66
Çeka'nın içinde Yahudilerin oranı gerçekten de gözardı edilemeyecek kadar yüksekti. Örneğin Ukrayna'daki Çeka görevlilerinin % 80'i Yahudilerden oluşuyordu. Rusya doğumlu Yahudi yazar Sonya Margolina'nın bildirdiğine göre, Sovyet rejiminin ilk yıllarında milyonlarca kişiye mezar olan "Gulag" toplama kamplarında görevli olan yöneticilerin büyük bölümü Yahudiydi. Yine Margolina'nın yazdığına göre, ülkedeki kilise ve benzeri dini merkezlere karşı girişilen toplu yıkım işlemleri de büyük ölçüde Yahudi komünistlerce yürütülmüştü.67
Devrimcilerin uyguladığı bir başka şiddet örneği, Çar ailesinin topluca öldürülmesiydi. 1918'in 16 Temmuzunu 17'e bağlayan gece, bir grup Bolşevik, Rusya'nın son imparatoru Çar II. Nikola'yı ve karısı Çariçe Alexandra, dört kızı ve 14 yaşındaki küçük oğlu Çareviç Alexis'ten oluşan ailesini, uzun süredir tutuklu olarak bulundukları Ekaterinburg'taki küçük bir evde kurşuna dizdiler. Can çekişen iki kızın işi süngülerle bitirildi. Daha sonra açık araziye götürülerek bilinmeyen bir yere gömüldüler. Sovyet tarihçileri, onyıllarca bu olayın Lenin'in haberi olmadan yerel komünistlerce gerçekleştirildiğini, dolayısıyla Sovyet liderinin bu olay için suçlanamayacağını savundular. Ancak 1990 yılında Moskovalı tarihçi Edvard Radzinsky, Çar ailesinin Lenin'in emri ile kurşuna dizildiğini gösteren belgeleri gün ışığına çıkardı. Troçki ise anılarında Çar ailesinin katlinin, Lenin ve Sovyet hükümeti lideri Yakov Sverdlov tarafından verilen ortak bir karar olduğunu önceden yazmıştı.
Ve bu olayın son derece ilginç bir yanı vardı. Rus Çarı'nı öldürenlerin hiç biri Rus değil; Yahudiydi. İngiliz gazeteci Robert Wilton 1920 yılında yayınladığı bir kitabında Çar ailesinin öldürülmesi emrini Lenin'le birlikte veren Sverdlov'un Yahudi oluşuna dikkat çekmiş ve ayrıca Çar'ı kurşuna dizen Bolşeviklerin de Yahudi olduklarını yazmıştı. Evet, Çar ailesini kurşuna dizen Goloshchekin, Syromolotov, Safarov, Voikov ve Yurovsky adlı Bolşeviklerin ortak özelliği, istisnasız hepsinin Yahudi oluşlarıydı. Bu nedenle İngiliz gazeteci Robert Wilton, o sıralarda "Rus Çarı'nın Rus halkı tarafından değil, yabancı bir ulus tarafından ortadan kaldırıldığını" yazmıştı.68
Tüm bunlar bizlere, Bolşevik Devrimi'nin ardında Yahudi önde gelenlerinin büyük bir rolü olduğunu gösterir. Bu gerçek de, neden Batılı kapitalistlerin komünist devrimini desteklediklerini açıklamaktadır. Çünkü devrim, Yahudiliğin genel çıkarları adına, "antisemit" Çar'a karşı yapılmıştır ve bu devrimin uygulanışında hem sosyalist hem de kapitalist cepheden Yahudileri bir ulusal dayanışma içinde bulmak şaşırtıcı değildir.
Olayı biraz daha geniş bir açıdan yorumladığımızda ise, Ekim Devrimi'nin dünya egemenliği için sistemli bir Plan izleyen Yahudi önde gelenleri-masonluk İttifakı'nın bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz.
Kapitalist ya da Bolşevik olsun, ırk bilinci yerinde olan tüm Yahudileri Ekim Devrimi'nde birleştiren hedef Çar monarşisinin yıkılmasıydı. Yahudiler üzerinde kısıtlayıcı yasalar koyan Çar II. Nicholas, ortadan kaldırılması gereken bir süre önce Çar ailesi. Çar II. Nicholas'ın yanında Çariçe Alexandra; Çar'ın kızları (soldan sağa) Marie, Tatiana, Olga, Anastasia; küçük Çareviç Alexis. |
Stalin'in izlediği politika da bunu doğrulamaktadır. Stalin'in 30'lu yıllarda uygulamaya başladığı antisemit politikaların ise Yahudi önde gelenlerince uygulamaya konulan zorla Filistin'e göç ettirme programının bir parçası olduğunu ve antisemit görünümlü Stalin'in İsrail Devleti'nin kuruluşuna büyük destek verdiğini, Birinci Arap-İsrail Savaşı'nda, İsrailliler'e Çekoslovakya üzerinden silah yolladığını da daha önce incelemiştik.69
Stalin'in bu politikalarının yanısıra, ekonomik bazı kararlarında da İttifak'ın izlerini bulmak mümkündür. 1935'te Rusya'daki yabancı yatırımların hemen hepsini kamulaştıran Sovyet diktatörünün, Rockefeller imparatorluğuna bağlı petrol devi Standart Oil'e dokunmamış olması bunun bir örneğidir. Aynı şekilde, Sovyetler'de 1928-1932, 1933-1937, 1938-1942 yılları arasında uygulanan beşer yıllık ekonomik planların yine yoğun olarak Yahudi sermayeli New York bankalarınca finanse edilmiş olması, o yıllarda ülkede iş yapan Vacuum Oil, International Harvester, Guaranty Trust ve New York Life gibi şirketlerin Rockefeller ve ortaklarına ait olması da kuşkusuz bir rastlantı değildi. Tüm bu bilgileri aktaran Amerikalı tarihçi Eustace Mullins, hızlı "anti-komünist" görünümlü Amerikalılar'la, Sovyetler Birliği arasındaki örtülü ekonomik ilişkilerle ilgili çok daha uzun ve ayrıntılı dokümanlar da sunuyor.70
Soyvetler Birliği ile ABD arasındaki ekonomik işbirliği, Rockefeller ve benzeri Yahudi finans devlerinin şirketleri ile yürütülürken, politik işbirliği ise yine Rockefeller gölgesi altında, CFR tarafından planlanıyordu.
Franklin Delano Roosevelt'in Hikayesi
ABD'nin I. Dünya Savaşı'na girişi ve yayılmacı politikayı kesin olarak benimseyişi nasıl CFR ve onun arkasındaki Yahudi önde gelenleri tarafından sağlanmışsa, II. Dünya Savaşı'na girişi ve bu şekilde dünyanın en büyük gücü haline gelişi de yine CFR ve onun arkasındaki Yahudi önde gelenleri tarafından sağlandı. II. Dünya Savaşı öncesi CFR'nin ve Yahudilerin Washington'daki
en önemli dostu ise Başkan Franklin D. Roosevelt idi. Yahudi sermayedarların vazgeçilmez "taşeron"u ve CFR'nin önde gelen ismi Albay Mendell House, Roosevelt'in de politikalarını "danıştığı" isimdi. Eustace Mullins anlatıyor:
Albay House, Roosevelt'in 'New Deal' adlı programının arkasındaki en önemli isimlerin başında geliyordu. Roosevelt, House'ın etkisi altında kalan iki başkandan biriydi, diğeri Wilson. Roosevelt de zaten Wilson'ın House tarafından düzenlenen politikalarını sürdürdü, personel değişikliği dahi yapmadı. Ve Amerika'yı aynı Wilson gibi bir Dünya Savaşı'na soktu.
House'ın New York adlı apartmandaki dairesi, Roosevelt'in 65. cadde üzerindeki evinden yalnızca iki blok ötedeydi ve Albay, hemen hergün Başkan'ın evinde görülüyordu.71
Yalnızca bu ilişki bile, CFR'nin Roosevelt üzerindeki etkisini göstermek için yeterli olabilir. Mullins ayrıca Rockefeller-Roosevelt ilişkilerinden de söz ediyor ki, bunlar Başkan'ın bağlantıları hakkında yeterli fikir veriyor.
Roosevelt'in, Yahudi-güdümlü CFR'nin yanısıra, o dönemde Yahudi cemaati ve Siyonist hareket ile de çok içli-dışlı olması dikkat çekiciydi. Başkan, bu politikaları sayesinde Amerikalı Yahudilerden büyük destek almış ve büyük başarı ile kazandığı 1936 seçimlerinde, Yahudi oylarının % 90'ını toplamıştı. Roosevelt'in en yakın arkadaşlarından birisi ise Amerikalı Siyonist lider Haham Stephen Wise idi. Bunun yanısıra, Roosevelt, Beyaz Saray kadrolarına da çok sayıda Yahudi atamıştı. Hazine Bakanlığı'nın başına, CFR'yi kurduran Yahudi bankerlerden biri olan Henry Morgenthau'nun oğlu Henry Morgenthau Jr.'yi getirmişti. Yine ekonomik danışmanları arasında Felix Frankurter ve Benjamin V. Cohen gibi iki isim vardı. Bu nedenlerle 1929 ekonomik çöküntüsünün ardından başlattığı yeni ekonomik program "New Deal", siyasi rakiplerince "Jew Deal" olarak yorumlanmıştı. Şalom Roosevelt'ten söz ederken, "(daha önce) hiçbir başkan hükümet dairelerine o kadar Yahudi atamamıştı. Hiçbir başkanın çevresinde bu kadar Yahudi danışman yer almamıştı" diyor.72
Amerikalı yazar Peter Grose da, Israel in The Mind of America adlı kitabında, Roosevelt ile Siyonist hareket arasındaki yakın ilişkiye değiniyor. Grose, Roosevelt'i anlatırken, "Amerika'nın 32. Başkanı, Filistin'in Yahudilere verilmesi konusunda o denli hırslıydı ki, o dönemde Siyonist liderlerin açıklamalarından çok daha sert ve kesin konuşuyordu" diyor.73 Grose'un bildirdiğine göre, diğer pek çok Amerikan Başkanında olduğu gibi Roosevelt'te de, Amerikan Protestanlığının temel felsefesinden ve özellikle de Püriten geleneğinden (bkz. 1. bölüm) kaynaklanan bir "Yahudi sempatizanlığı" vardı. Bu nedenle Başkan Filistin'i Yahudilerin Vaadedilmiş Topraklar'ı olarak değerlendiriyordu:
Roosevelt'in konu hakkındaki vizyonu, çocukluk yıllarında aldığı Hıristiyan eğitimine dayanır. Okuduğu okuldaki (Groton's Endicott) öğretmeni Püriten kökenliydi ve Kutsal Kitap'taki kehanetlerin gerçekleşeceği düşüncesini öğrencilerine de özenle aktarıyordu. Bu kuşkusuz Başkan'ın konuya yaklaşımını etkilemiştir.74
Püritenlikten gelen bir "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) ruhuna sahip ve aynı zamanda Yahudilerle çok yakın ekonomik ve politik ilişkileri olan Başkan'ın, Filistin'e bakış açısı ise Siyonist önderlerden ve hahamlardan farklı değildi: Bölgeyi Yahudilere ait Vaadedilmiş Toprak olarak görüyor ve üstündeki Müslüman Arapların da her ne şekilde olursa olsun sürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Savaş yıllarında kabinesindeki Yahudi Bakan Morgenthau'ya şöyle demişti:
Yapmayı düşündüğüm şey şu: İlk önce Filistin'i kutsal bir ülke ilan edeceğim... Sonra Filistin'in etrafını dikenli tellerle çevirecek ve Arapları da dışarı atacağım... Her Arabı çıkardığımızda, onun yerine bir Yahudi yerleştireceğiz... Ama ekonomik yönden zayıf kalacak kadar Yahudinin gelmesine de gerek yok... Sonuçta doğal olarak ülkenin % 90'dan fazlası Yahudilerden oluşacak ve hükümeti de onlar yönetecek.75
33. Dereceden üstad bir mason, hatta Tapınakçı geleneğin açıkça devamı olan "Order of de Molay" adlı üst-locanın üyesi olan Roosevelt, aynı zamanda Siyonist liderlerden daha ateşli bir Siyonist'ti. "Filistin'i dikenli telle çevirip, içindeki Arapları dışarı atacağım, yerlerine de Yahudileri yeleştireceğim" diyordu. Başkan'ın bir başka özelliği ise ABD dış politikasını, CFR'nin ve Yahudi dostlarının isteklerine göre düzenlemesiydi. |
Roosevelt, CFR üyesi ve Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Edward Stettinius'a ise, "Filistin Yahudilerin olacak ve içinde tek bir Arap bile kalmayacak" güvencesini vermişti.76 Başkan, konumunu en iyi Polonyalı Yahudilerin temsilcisi olan Jan Karski'yi kabul ettiğindeki sözleriyle açıklamıştı: "Liderlerinize (Avrupalı Siyonist liderlere) söyleyin, Beyaz Saray'da bir dostları var." 77
Kısacası Roosevelt, Püriten misyonunu sürdüren bir "judaizer", Filistin'in Vaadedilmiş Toprak olduğuna inanan ve buradan Müslümanları atıp İsrail'i kurdurmak için yanıp-tutuşan bir "Siyonist" ve Yahudi önde gelenleri için Beyaz Saray'daki "iyi bir dost"tu.
Franklin D. Roosevelt'in tüm bu özelliklerini tamamlayan bir kimliği daha vardı; ABD'nin otuzikinci Başkanı, üst dereceli bir masondu. 1911'de New York'taki Holland Locası'da tekris edilen Roosevelt, 32. dereceye 28 Şubat 1929'da Albany Locası'nda ulaşmıştı. "Üstad" oluşundan dört yıl sonra, 1933'de Başkan olan Roosevelt, 1934'de bir başka önemli dereceye daha atlamış ve Tapınakçılar'ın Büyük Üstadı Jacques de Molay (bkz. 2. bölüm) adına kurulan "Order of de Molay" adlı üst-locaya kabul edilmişti.78 FDR, arkasındaki bu önemli gücün de desteğiyle, Amerikan tarihinde kimsenin ulaşamadığı bir rekor kırarak dört kez üstüste Başkan seçilmiştir.
Ancak İsrail'i kurdurmak, Roosevelt'e değil, Truman'a "nasip" oldu; yine de Roosevelt, "dost"larının kendinden beklediği bir başka önemli hizmeti yerine getirmişti. Yahudi önde gelenlerinin ve de dolayısıyla CFR'nin Beyaz Saray'daki "adam"ları olan Başkan, onların hedefine uygun olarak ABD'yi II. Dünya Savaşı'na savaşa sokmuştu.
ABD'nin CFR Denetiminde II. Dünya Savaşı'na Girişi
1940 yılında, Franklin D. Roosevelt, seçim kampanyasında ana tema olarak "ABD'yi savaşa sokmama" sloganını kullandı. Çünkü Amerikan halkının büyük bir bölümü hala "izolasyoncu" idi, yani ülkelerinin dış müdahalelerden kaçınmasını istiyorlardı. Ama, aynı seçim kampanyasında ülkeyi I. Dünya Savaşı'na sokmayacağı sözü veren Wilson gibi Roosevelt de ülkeyi II. Dünya Savaşı'na soktu.
Ya da "birileri" bu işi Başkan'ı kullanarak başardı... Amerikalı yazar Dan Smoot, Roosevelt'in ABD'yi savaşa sokmasının ardında, CFR'nin yönlendirmesinin yattığını anlatıyor. Ve kamuoyunu savaşa ikna edebilmek için, CFR'nin Başkan'ı kullanarak bazı manevralar yaptığını bildiriyor:
Roosevelt'in, halkın farkedemeyeceği ama ülkeyi savaşa girmeye mecbur bırakacak bazı adımlar atması gerekiyordu. Öyle ki, bu adımlardan sonra, ülkenin klasik politikası olan 'dış krizlerden uzak durma'yı savunanlar, 'Nazi taraftarı', olmakla 'vatan hainliği' ile suçlanabilsin.Bu adımların atılmasından ise büyük ölçüde CFR sorumluydu.
"Savaşa doğru atılan bir büyük adım, Roosevelt'in Grönland'ı Amerikan etki alanında ilan etmesi oldu. CFR belgeleri, bu kararın doğrudan Konsey (CFR) tarafından alındığını gösteriyor... Bu arada yeni bir gelişme oldu; Almanya Danimarka'yı işgal etti. İşgalin ardından, ABD ile Grönland'ı elinde bulunduran Danimarka arasında, dev adanın korunması için bir işbirliği anlaşması imzalandı. Bu, Almanya'yı ABD'ye savaş açmaya zorlamak demekti. Ve Grönland anlaşmasından sekiz ay sonra Almanlar ABD'ye savaş açtılar.79
CFR'nin ABD'yi savaşa sokmak istemesi demek, Yahudi liderlerin Amerika'yı savaşa sokmak istemesi anlamına geliyordu. Nitekim Amerika'yı "yayılmaya" zorlayan gücün ardında büyük bir Yahudi faktörü olduğuna, savaş öncesi dönemdeki bazı Amerikan liderleri de dikkat çekiyorlardı. O dönemde "ulusal kahraman" olarak ünlenen ve "izolasyoncu" politikanın başta gelen savunucularından Charles A. Lindbergh, "Yahudilerin Amerika'yı savaşa girmeye zorlayan çok tehlikeli bir grup olduğunu' söylüyordu. Aynı konuyu, yine "izolasyoncu" politikanın savunucuları arasında yer alan iki senatör, Burton K. Wheeler ve Gerald Nye da gündeme getiriyor, Yahudi liderlerin Amerika'yı "yayılmacı" politika izlemeye zorladıklarını vurguluyorlardı.80
ABD'nin savaşa dahil olmasındaki en büyük etken ise bilindiği gibi Japonların Amerikan donanmasını ani bir baskınla vurduğu ünlü Pearl Harbor olayı oldu. İşin ilginç yanı, Pearl Harbor'ın CFR denetimindeki bir "tezgah" olmasıydı. Sonradan ortaya çıktığına göre, Amerikan yönetimi Japonlar'ın Pearl Harbor'a bir baskın yapacaklarını önceden öğrenmişti. Ancak bu eylemin ülkenin savaşa girmesi için aranan mazereti oluşturacağı düşüncesiyle hiçbir tedbir almamışlardı. Konuyu yıllar sonra ele alan Fransız Le Figaro dergisi şöyle yazıyordu:
Olay bir düzmece idi ancak bu uzun zaman bir sır olarak kaldı. Kim istedi, kim karar verdi anlaşılamadı, yüzyılın kalanına devasa etkiler yapacak o saldırıya... 50 sene sonra gerçek ortaya çıktı: Roosevelt biliyordu. Amerika Başkanı savaşa girmelerini kesinleştirmek için bile bile Japonların Hawai üssüne saldırmalarına göz yumdu... Pearl Harbor baskınına izin verilecekti. Çünkü böylece Amerika beklediği fırsatı yakalayacak, savaşa girebilecekti... Seçim yapılmıştı. Geniş risklere rağmen Amerika Silahlı Kuvvetleri'nin savaşa girmesi gerekiyordu. Böylece 6 Aralık'ı 7'sine bağlayan gecede Washington'da en üst mevkiden, baskını kimseye haber vermeden serbest bırakma kararı alınmıştı ve bu savaşı değiştirdi ve çok sonra zaferi getirdi. O gece Beyaz Saray'ın Başkan odasında olayın yönetmenleri, Japon baskınıyla ilgili ilk haberlerin gelmesini beklediler...81
Kuşkusuz Başkan'ı bu konuda yönlendiren ve Figaro'nun ifadesiyle "Beyaz Saray'ın Başkan odasında oturup, Japon baskını ile ilgili haberlerin gelmesini bekleyenler" CFR üyeleriydi. Başkan üzerinde büyük etkisi olan CFR, yani "Dış İlişkiler Konseyi", zaten öteden beri ABD'yi savaşa sokmak için uğraşan en büyük güçtü.
Amerika'yı Amerikan kamuoyuna rağmen savaşa sokabilmek için düzenlenen provokasyonlar Pearl Harbor'dan ibaret değildi. Amerikan gizli servisleri, Almanlar'ı ABD'ye savaş açmaya zorlayan provokasyonlar da gerçekleştirmişlerdi. William Stephenson'ın yönetimindeki SIS-Special Intelligence Section (Özel İstihbarat bölümü) ve William Donovan'ın yönetimindeki OSS-Office of Strategic Services (Stratejik Servis Ofisi) adlı Amerikan istihbarat örgütleri, Alman gemilerine karşı sabotajlar düzenliyor ve böylece Hitler'i Amerika'ya savaş ilan etmeye zorluyorlardı.82
CFR'nin, Amerika'yı savaşa sokma planına uygun olarak "tezgahladığı" ünlü Pearl Harbor baskını. |
Olayın daha da ilginç yanı ise Stephenson ve Donovan'ın bağlantılarıydı. Stephenson, Rockefellerlar'a çok yakındı, hatta SIS'in çalıştığı Rockefeller Center'daki merkez, bu istihbarat uzmanına özel olarak Rockefellerlar'ın isteği ile tahsis edilmişti. (Stephenson, o yıllarda İsrail istihbaratı ve Dünya Siyonist Örgütü lideri Chaim Weizmann ile de çok yakın ilişki içindeydi). Daha sonra CIA'ya dönüşecek olan OSS'yi yöneten Donovan ise Rothschildlar'ın pek çok özel işine bakmış, hatta onları temsilen Berlin'e Hitler'le görüşmeye gitmişti. Rockefeller hanedanı ile olan ilişkileri ise daha da gerilere dayanıyordu: 1915'te Rockefeller Vakfı tarafından Savaş Yardım Komisyonu'na seçilmişti. Ve her zaman "sadık bir Rockefeller hizmetlisi" olarak kalmıştı.83
Elbette Rockefeller demek CFR demekti; Donovan ve Stephenson gibi istihbarat uzmanlarının ülkeyi savaşa sokmak için yaptıkları provokasyonlar da CFR'nin planından başka bir şey değildi. CFR'nin, Amerika'nın savaşa girmesinde büyük etkisinin olduğu, Amerikalı pek çok yazar tarafından da vurgulanır.84
II. Dünya Savaşı'nın kuşkusuz en trajik olaylarından biri olan atom bombasının atılması da CFR'nin eliyle gerçekleştirilmişti. Atom bombasının Hiroşima ve Nagazaki'ye atılmasına karar veren Başkanlık komitesine CFR üyeleri hakimdi ve bu ölüm silahının kullanılması yönünde baskı yapanlar da onlar olmuşlardı.85
Amerika'nın savaşa girmesi, aynı zamanda Amerikan yayılmacılığının da doğması demekti. Uygulamaya konan plan, "CFR'nin Dünya Egemenliği Planı"ydı. Amerika'da, yıllardır süren "yayılmacı-izolasyoncu" çatışması sona ermiş ve Yeni Dünya'nın temsilcisi "yayılmaya" kesin olarak karar vermişti. Ama CFR, bu "dünya egemenliği" hedefine doğru yürürken bir yandan da ilginç bir şey yapıyor, Ekim Devrimi ile başlayan işbirliğini ısrarla sürdürüyordu.
47 Eustace Mullins, The World Order: A Study in the Hegemony of Parasitism, 1.b., Staunton: Ezra Pound Institute of Civilation, 1985, s. 71.
48 Amerikan ekonomik sistemi normalde en liberal, en kontrolsüz ekonomi olarak bilinir. Oysa, Eustace Mullins, The Secrets of the Federal Reserve adlı çok ses getiren hatta bir baskısı toplattırılıp yaktırılan kitabında, Federal Reserve sisteminin Amerika'ya sosyalist düzenlere benzer bir "planlı ekonomi" getirdiğini tutarlı delil ve göstergelerle anlatır. Çünkü Federal Reserve sistemi, merkez bankasının, yani ekonominin beyninin, halkın temsilcileri olan Kongre'nin denetiminden çıkarmakta ve yüksek sermayenin denetimindeki özerk bir kurula bırakmaktadır.
51 Peter Grose, Israel in the Mind of America: The Untold Story of America's 150-Year Fascination with the Idea of a Jewish State, and of the Complex Role Played by This Country and Its Leaders in the Creation of Modern Israel, 1.b., New York: Alfred A. Knopf Inc., 1983, s. 35.
55 David Musa Pidcock, Satanic Voices Ancient & Modern: A Surfeit of Blasphemy Including the Rushdie Report. From Edifice Complex to Occult Theocracy, Oldbrook: Musaqim, 1992, s. 74.
59 Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve Jeokültür: Değişmekte Olan Dünya-Sistem Üzerine Denemeler, Çev. Mustafa Özel, İstanbul: İz Yayıncılık, 1993, ss. 15-16.
62 1917 devriminin finansmanı ile ayrıntılı bilgi için, bkz. Bilim Araştırma Grubu, Yehova'nın Oğulları ve Masonlar: Yeni Dünya Düzeninin Gerçek Mimarları. 1.b. İstanbul: Araştırma Yayıncılık, Eylül 1993.
64 Lenin'in yarı yahudi oluşu, 3 Mayıs 1992 tarihli Şalom'un "Lenin'de Yahudi Kanı" başlıklı haberinde bildirilmişti. Lenin hakkında daha ayrıntılı bilgi için, bkz. Bilim Araştırma Grubu, Yehova'nın Oğulları ve Masonlar: Yeni Dünya Düzeninin Gerçek Mimarları. 1.b. İstanbul: Araştırma Yayıncılık, Eylül 1993.
65 Mark Weber, "Behind the Bolshevik Revolution and Russia's Early Soviet Regime", The Journal of Historical Review, Ocak/Şubat 1994.
69 Stalin için bkz. Bilim Araştırma Grubu, Yehova'nın Oğulları ve Masonlar: Yeni Dünya Düzeninin Gerçek Mimarları. 1.b. İstanbul: Araştırma Yayıncılık, Eylül 1993.
84 Amerikalı yazar Laurence H. Shoup, The Council on Foreign Relations and American Foreign Policy, CFR ve Amerikan Dış Politikası adlı kitabının Yeni Bir Dünya Düzeni'ni Şekillendirmek: CFR'nin Dünya Egemenliği Planı adlı bölümünde, ülkesinin II. Dünya Savaşı'na doğrudan CFR'nin yönetiminde girdiğini detaylı olarak anlatır.