CFR'DEN SOVYETLER'E BERLİN HEDİYESİ
Dan Smoot, CFR'yi konu edinen The Invisible Government adlı kitabında, Konsey'in ABD ile Sovyetler arasında bir takım "açıklaması zor" işbirlikleri oluşturduğunu anlatır. CFR'nin neden böyle bir şey yaptığını tam olarak çözemeyen Smoot, CFR'nin Amerikan çıkarlarını göz ardı eden ve bir "Dünya Devleti" oluşturmak uğruna ülkeyi yıkıma sürükleyen bir örgüt olduğu sonucuna varır. Ama şimdiye dek incelediğimiz bilgiler, bizlere CFR'nin neden böyle davrandığını çözme imkanı verecektir. Önce, Konsey'in, Smoot'a göre "açıklanması zor" olan bir kaç "örtülü işbirliği" operasyonuna göz atalım.
CFR'nin yönettiği Soğuk Savaş oyununun en ilginç manevralarından biri, II. Dünya Savaşı'nın sonunda gündeme gelen Berlin'in işgali tartışmalarında yaşandı. Kasım 1943'te, Roosevelt'in askeri danışmanları, kendisine Amerika'nın kolaylıkla Berlin'i işgal edebileceğini söylemişler ve Başkan da Berlin'in işgaline kesin olarak karar vermişti. Ancak 17 ay sonra, bunun tam tersi oldu. Savaşın son günlerinde, Amerikan 9. Ordusu hızla Berlin'e ilerliyordu. Alman başkentine yalnızca 20 mil kalmıştı. 9. Ordu, bir kaç saat içinde, hiçbir zayiat vermeden şehri ele geçirebilirdi. Ancak ne olduysa oldu ve General Eisenhower ordunun ilerleyişini birden kesti. Ordu günlerce Berlin'in dışında bekledi, ta ki Kızılordu gelip şehri işgal edinceye kadar. Böylece Amerikalılar, Berlin'in doğusunu ve etrafındaki büyük bölgeyi Sovyet kontrolüne bırakmış oldular.
Aynı ilginç şey, Çekoslovakya'da da yaşandı. General Patton'ın orduları hızla Çekoslovakya içinde ilerliyorlardı. Başkent Prag'a yalnızca 30 mil kalmıştı. Ancak yine General Eisenhower sürpriz bir emir verdi ve Patton'dan ilerleyişini durdurmasını istedi. Bir garip emir daha verdi Eisenhower; Amerikan orduları teslim olmak isteyen Alman askerlerini esir almayacak, ancak uzakta bekleteceklerdi. Bu sayede, Kızılordu gelip Alman askerlerini esir alacak ve dolayısıyla bölgeyi ele geçirecekti. Sovyet ordusu gelip Çekoslovak başkentini ele geçirdiklerinde ise Eisenhower, Patton'a geri çekilme emri verdi.
Bunlar kuşkusuz son derece ilginç gelişmelerdi. Amerika, Sovyetler'e açıkça "jest" yapmıştı. Bazı bölgeler bilinçli olarak Sovyet denetimine bırakılmıştı. Özellikle de Berlin çok önemliydi, çünkü Soğuk Savaş döneminde gündemi en çok meşgul eden konuların başında geldi.
Peki Amerika neden böyle garip bir şey yapmıştı?... Emirleri veren Eisenhower, daha sonraları bu kararlarda hiçbir rolünün olmadığını, yalnızca bir asker olarak kendisine verilen emirlere uyduğunu açıkladı (mantıklı olan da buydu). Emirleri veren ise doğrudan Başkan'dı, yani Franklin D. Roosevelt.
Peki Başkan bu kararı kendi başına mı vermişti?... Hayır. Tam tersine, Başkan bu karara bazı danışmanlarının büyük etkisi altında kalarak varmıştı. Konuyu inceleyen New York Times yazarı Arthur Krock, 1961 yılında, yıllardır merak edilen bu olayın içyüzünü güçlü delillerle ortaya koydu: Başkan'a Sovyetler'e bu tür tavizler vermek gerektiği yönünde yoğun telkinde bulunan ve onu ikna eden kişi en başta George Kennan'dı. Olayda ikinci dereceden rol oynayan kişi ise Philip E. Mosely idi.86
Ve bu iki adamın önemli ortak bir özellikleri vardı: İkisi de CFR üyesiydiler. Bu tür bir manevra yaparak Sovyetler'e taviz vermelerinin tek açıklaması da, Dan Smoot'un dediği gibi, "Berlin'i özellikle bir kriz bölgesi olarak bırakmak istemeleriydi. Çünkü bu tür krizleri kullanarak, Amerikan ve dünya kamuoyunu, CFR'nin istediği dış müdahaleler için ikna edebileceklerdi." 87
Kore Savaşı, OSS-NKVD İşbirliği
ve Yine 'Danışıklı Dövüş' Örnekleri
CFR üyelerinin Sovyetler'e verdikleri örtülü desteğin bir başka örneği de, II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından gelmişti. Kore Savaşı'na kadar uzanan olay, savaşta kullanılmış olan Amerikan petrol tankerlerinin, CFR üyelerince, Amerikan kanunlarına aykırı olarak Sovyetler Birliği'ne hem de çok ucuz bir fiyattan satılmasıyla başlamıştı. Olayın gelişimi oldukça ilginçti: Amerikan Kongresi, savaştan sonra ihtiyaç fazlası haline gelen petrol tankerlerinin yabancı ülkelere satılmasını yasaklamıştı. Ancak CFR üyesi Julius C. Holmes, bir başka CFR üyesi Edward Stettinius ile ortak bir şirket kurmuş ve bu tankerlerin sekiz tanesini satın almıştı. Bu tankerler daha sonra gizli bir biçimde yabancı ülkelere satılmıştı, en başta da Sovyetler Birliği'ne. Bu petrol tankerleri, Kore Savaşı sırasında, Romanya'dan Kızıl Çin askerlerine petrol taşımak için kullanıldı.88
Hazır Kore Savaşı'na değinmişken, bu savaşla ilgili ilginç bir noktayı vurgulamakta yarar var: Kore Savaşı, II. Dünya Savaşı sonucunda Sovyet ve Amerikan bölgesi olarak ikiye bölünmüş olan ülkeden, Amerikan askerlerinin çekilmeyi reddetmesiyle doğmuştu. Amerikalılar ellerindeki Güney topraklarından çekilmeyince, Kuzeyli komünistler, bu toprakları ele geçirmek için saldırmışlardı. Ancak Kuzeyli komünistlerin savaşı başlatmasından önce çok ilginç, çok garip bir şey olmuştu: ABD'nin Dışişleri Bakanı Dean Acheson, savaştan kısa bir süre önce, "Kore bizim ilgi alanımız içinde değildir" gibi ilginç bir açıklama yapmıştı. Savaş patlak verdiğinde, pek çok insan, Acheson'ı "komünistlere yeşil ışık yakmak"la suçladı. Acheson'ın "yeşil ışık" yakması bir hata mıydı, yoksa bilinçli bir mesaj mıydı, bugün bu hala bilinmiyor. Ancak bilinen bir şey varsa, o da Acheson'ın CFR'nin önde gelen üyelerinden biri olduğu...
Kore Savaşı hem Kore halkına, hem de dünyanın dört bir yanında "hür dünya" adına Kore'ye giden askerlere büyük kayıplar verdirdi. Ama savaşın ardında garip işbirlikleri yatıyordu... Yanda, savaştan kaçmaya çalışan sivil Koreliler.
| Üstte ise MacArthur; hükümetinin neden komünistlerle gerçek bir çatışmaya girmediğini bir türlü anlayamayan Amerikalı general. |
Kore Savaşı sırasında yaşanan bir başka ilginç olay da, yine kapitalist-sosyalist çatışmasının arkasında bir tür gizli anlaşma bulunduğunu düşündürüyordu. Olay, Kore'deki BM birliklerini komuta eden General MacArthur'un, Çin'i işgal etmek istemesi üzerine patlak vermişti. MacArthur gerçek bir anti-komünistti (oldukça da fanatikti). Kuzey Kore askerlerini püskürtüp, Çin sınırına kadar dayanmıştı. Başkan'a, eğer kendisine izin verilirse, Çin'in içlerine kadar ilerleyebileceğini ve Çin'deki komünist yönetimi ortadan kaldırabileceğini söyledi. Başkan Truman'ın cevabı son derece kesin ve sertti: "Asla böyle bir şey olmayacak..." Olayın ardında MacArthur, askeri yönden büyük başarı elde etmiş olmasına karşın, bu kontrolsüz davranışı nedeniyle görevinden alındı. Daha sonra Çin desteğini alan Kuzey Koreliler yeniden saldırıya geçtiler ve savaş başladığı noktada, 38. paralelde sona erdi. Amerikalılar, o zamanlar Sovyet kontrolü altında gözüken Çin'e karşı ellerinde imkan olmasına rağmen bir şey yapmamışlardı. Bu nedenle de Kore Savaşı, "sınırlandırılmış savaş" (limited war) olarak tarihe geçti (daha sonra politik literatüre iyice yerleşecek olan "limited war" kavramının başta gelen savunucusu ise Henry Kissinger oldu). Kore Savaşı boyunca Kuzeyliler de "dikkatli" davranmışlar, tek bir Amerikan gemisine bile ateş açmamışlardı. CFR üyesi ve aynı zamanda mason olan Başkan Truman, Amerikan yayılmacılığını beslemek için kullandığı tüm anti-komünist söyleme karşın, CFR'nin Sovyetler'e sızdırdığı tankerlerle beslenen komünistlere karşı dengeleri bozacak bir savaş açmamıştı.
Kore Savaşı'nda yıldızı parlayan ve sönen MacArthur'ın başından, daha önce de bazı ilginç olaylar geçmişti. Sahip olduğu "komünist antipatisi" ile ünlenen MacArthur, kendi ülkesindeki bazı unsurların (ki bu unsurlar CFR'nin uzantılarıydı), Sovyetler Birliği ile işbirliği içinde olduğunu hissetmişti zaman zaman. MacArthur'u II. Dünya Savaşı'nın en sıcak günlerinde rahatsız eden bu unsurlardan biri, OSS'ydi. OSS-Office of Strategic Services, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi Rockefeller'ın "adamı" olan William Donovan'ın yönetiminde çalışan Amerikan istihbarat servisiydi. Bir başka deyişle CFR'nin bir uzantısıydı.
Ve OSS, savaş yıllarında Sovyet gizli servisi NKVD ile gizli bir ittifak kurmuştu. Donovan bu iş için 1943 yılında Moskova'ya gitmiş, Fitin ve A. P. Ossikov adlı NKVD yöneticileriyle bir anlaşma imzalamıştı. Anlaşmaya göre, iki gizli servis de birbirinin ülkesinde ofisler açabilecek ve istihbarat konularında işbirliği yapacaklardı.89 İşte MacArthur bu nedenle OSS'ye büyük antipati duyuyordu. Bu yüzden Pasifik'teki ordularına tek bir OSS ajanı bile dahil etmek istememişti. Hatta Donovan, MacArthur'un karargahına 2 Nisan 1944 günü gitmiş, onu OSS hakkında ikna etmeye çalışmış, ancak generalin soğuk ve olumsuz tepkisiyle karşılaşmıştı. Amerikalı tarihçi Mullins, "MacArthur, OSS ajanlarını, Amerikan güvenliği için yabancı ülke ajanlarından bile daha tehlikeli görüyordu" diyor.90 Mullins, ayrıca, OSS-NKVD işbirliğinin savaş sonrası da hiç kesilmeden devam ettiğini, CIA-KGB çatışmasının da göz boyama olduğunu bildiriyor.
CFR: Hem Sovyet İşbirlikçisi, Hem Anti-Komünist!...
CFR'nin Sovyetler'e üstte incelediğimiz türde ilginç yardımlarda bulunması, aslında II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulmak istenen yeni dünya modelinin kurulabilmesi için bir zorunluluktu. Bu model, az önce de değindiğimiz gibi Amerika'nın CFR'nin çizdiği doğrultuda "yayılması"nı gerektiriyordu. Fakat CFR çok iyi biliyordu ki, bu yayılma bir "muhalif" olmadan gerçekleşemezdi. Ancak bir "muhalif" sayesinde ABD tüm dünyayı "koruyucu kanatları" altına almaya soyunabilirdi. Ancak bu "muhalif"ten doğan korkuyla, dünyanın büyük bir bölümünü kendi müttefiği ve bazen de kendi sömürgesi haline getirebilirdi.
CFR'nin bir yandan Sovyetler'e üstte değindiğimiz destekleri verirken, öte yandan da Sovyet karşıtı bir yayılmacılık politikası geliştirmesinin altında bu yatıyordu. Hatta ilk bakışta birbirine zıt görünen bu iki stratejiyi uygulamaya koyan CFR üyesi aynı kişiydi: George Kennan. Kennan, üstte incelediğimiz gibi, Doğu Berlin'in Sovyet kontrolüne girmesini sağlayan kişiydi. Ancak bu ilginç hareketinin hemen ardından, Amerika'nın Sovyetler'i "kuşatması" gerektiği tezini ortaya attı. Kennan, CFR'nin yayın organı olan Foreign Affairs dergisinde ismini gizleyerek yazdığı bir yazıyla Sovyetlere karşı bir "containment plan" (çevreleme planı) uygulanmasını öngörmüştü. Kennan'ın "Mr. X" adıyla yazdığı bu yazı, Soğuk Savaş boyunca Amerikan politikasının temeli oldu.
CFR'nin Kennan aracılığıyla uyguladığı iki taraflı strateji az önce vurguladığımız gerçeğe dayanıyordu: Amerikan yayılmacılığı, "Sovyet tehdidi" olmadan gelişemezdi. Bu "tehdit", Amerika'nın yayılmacı politikasına "demokrasiyi korumak, hür dünyayı desteklemek" gibi süslü sloganlar ile meşruiyet kazandırmasını da sağlayacaktı. İlerleyen yıllarda, "Kızıl Korku" sayesinde pek çok ülke Amerika safına çekilebildi. ABD de zaten Kızıl Korku'yu sürekli körüklüyor, çoğu kez CIA kaynaklı dezinformasyonları (yanlış bilgilendirme) da kullanarak Sovyetlerin ne denli güçlü ve tehlikeli olduğu imajını yayıyordu. Noam Chomsky'nin yakın dostu Edward Herman'ın yazdığı The Real Terror Network (Gerçek Terör Ağı) adlı kitapta, başta CIA ajanı Claire Sterling'in The Terror Network (Terör Ağı) isimli kitabı olmak üzere, Kızıl Korku'yu körüklemek üzere yazılanların ne denli büyük yalanlar içerdiği detaylı olarak anlatılır.
Amerika Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği'nden çok daha üstün olmuş, ancak yayılabilmesi için gerekli korkunun kaynağı olan Sovyet gücünü abartmıştır. Açık sözlü bazı Amerikan kaynakları, "Kızıl Korku"nun Amerika'nın kendi kendine ürettiği hayali bir düşmandan başka bir şey olmadığını itiraf ederler.91
İşte CFR'nin Sovyetler'e az önce incelediğimiz yardımları yapması da, Amerikan yayılmacılığının ihtiyaç duyduğu bu karşı-düşmanı güçlendirme, Kızıl Korku'ya zemin hazırlama isteklerinden kaynaklanıyordu. Sovyetler de bu işe çoktan razıydı ve Amerika'nın kendisine sunacağı bir "arka bahçe" karşılığında "kötü adam" rolünü oynamayı kabul etmişti. Ayrıca o da dünyanın kendine ayrılan bölümünde, Amerikan korkusunu yayarak meşruiyet sağlıyordu.
Böylece Ekim Devrimi'yle başlamış olan işbirliği, Immanuel Wallerstein'ın sembiyotik" (ortak yaşar) olarak tanımladığı boyuta ulaşmış oldu. Soğuk Savaş, iki taraf arasındaki bu ilginç ve gizli işbirliği ile sürdürüldü. İki tarafın da asla birbirine karşı bir çatışmaya girmemesi, ABD'nin aç kalan Sovyetler'i ucuz buğdayla beslemesi ya da "bağımsız sol" hareketlere karşı takınılan ortak tavır hep bu işbirliğinin sonuçlarıydı.
Çekoslovakya'nın İşgali
ve Yine Gizli ABD-Sovyet Anlaşması
Az önce de belirttiğimiz gibi ABD ve Sovyetler Birliği'nin gizli anlaşması ile kurulan Dünya Düzeni, her iki süper güce de birer "arka bahçe" hediye ediyordu. İki süper güç, dünyayı aralarında paylaşmışlardı ve kendilerine ayırdıkları bölgelere de rahatlıkla müdahale edebiliyorlardı. ABD'nin kendisine "ait" olan bölgelerde sıkı bir denetim kurmasının aynı zamanda Sovyetler'in de aynı şeyi kendi bölgesinde yapmasının hiçbir sakıncası yoktu. Daha da ötesi, bu tür müdahaleler yapmaları ve kendilerine ayrılan bölgeleri iyi bir biçimde denetlemeleri gerekiyordu ki, çeşitli bağımsız unsurlar doğmasın ve böylece kurulu Düzen bozulmasın.
Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'yı 1968 yılında işgal etmesi, tam bu türden bir operasyondu. Çünkü Çekoslovakya, o sıralarda "bağımsız sol" olma yoluna girmişti. Alexander Dubcek'in önderliğindeki ülke, Sovyet tarzı totaliter sosyalizmden uzaklaşarak "güleryüzlü sosyalizm" denen yeni bir yol tutmak istemişti. Bu aynı zamanda ülkedeki Sovyet etkisinin de azalması ve Çekoslovakya'nın "bağımsız sol" kategorisine girmesi anlamına geliyordu. Gidiş tehlikeliydi; Çekoslovakya daha pek çok Sovyet uydusuna "kötü örnek" olabilirdi.
Ancak "Prag Baharı" kısa sürdü. Kızılordu, 68 Temmuzu'nun sonunda, yüzbinlerce askeri ve ünlü tanklarıyla Çekoslovakya'ya girdi. Bir süre sonra Dubcek ve diğer "bağımsız sol" liderleri düşürüldü. Ülke yeniden "Sovyet arka bahçesi" içinde yerini almış oldu. Ancak Sovyetler Birliği'nin bu işi yaparken makul (!) bir gerekçesi de vardı: Brejnev, Çekoslovakya'da Amerikan ajanlarının dolaştığını ve ülkeyi bir Batı Alman işgaline hazırladıklarını söylemişti. Kızılordu, Amerikan ajanlarından kaynaklanan bu "kapitalist tehlike"yi yoketmek ve Çekoslovakya'yı "kurtarmak" için Prag sokaklarında boy göstermişti.
Çekoslovakya'da gittikçe "bağımsız sol" haline gelmeye başlayan ve "Prag Baharı" rüyaları gören liberal-sosyalist kadro, Kızılordu tanklarını Prag'ın orta yerinde görünce uyanabilmişti ancak. İlginç olan, Kızılordu'nun bu müdehaleyi ABD'nin bilgisi ve onayı dahilinde yapmış olmasıydı. ABD, gizli ortağının kendi "arka bahçe"sini düzenlemesinden rahatsızlık duymamıştı elbette. |
Kısacası, dünyaya verilen mesaj, Çekoslovakya üzerinde bir Amerikan-Sovyet çatışması olduğu, ancak atak davranan Kızılordu'nun bu gözde uydusunu kapitalistlere kaptırmadığı şeklindeydi.
Ama gerçek hiç de böyle değildi. Amerika'nın Çekoslovakya'da kesinlikle gözü yoktu. Ve en önemlisi, Sovyetler Birliği'nin bu tür bir "arka bahçe düzenlemesi" yapmasından kesinlikle rahatsız olmamıştı. Sovyetler'in Çekoslovakya'yı işgal edeceğini çok önceleri haber almasına rağmen hiçbir şey yapmamıştı.
Konuyla ilgili bilgiler, Andrew Tull'un yazdığı The Super Spies (Süper Ajanlar) adlı kitapta anlatılıyor. Buna göre, Kızılordu'nun Çekoslovakya'yı işgal planı, 68 Mayısı'nın başında bir Batı Alman ajanının eline geçmiş ve o da bu planı Berlin'deki Amerikan DIA-Defence Intelligence Agency ajanına, Jos. F. Carroll'a aktarmıştı. Carroll, işgal planının kendi ellerinde olduğu bilgisini Sovyet istihbaratına "sızdırmayı" planlamıştı; böylece Amerika'nın planı bildiğini bilen Sovyetler işgali iptal edeceklerdi. Ancak Carroll, eldeki bilgiyi bu düşüncesiyle birlikte Amerika'nın Batı Almanya Büyükelçisi Henry Cabot Lodge'a aktardığında, ilginç bir şey oldu. Lodge, Carroll'un planını "merkez"e, yani Washington'a bildirdi. Washington'dan gelen cevap ise kesinlikle bu konuda bir şey yapılmaması ve Çekoslovakya'nın işgali ile ilgili bilginin yok sayılması şeklindeydi. Eustace Mullins, "Dünya Düzeni, Çekoslovakya'nın işgaline engel olmak istememişti" diyor. Ayrıca, Andrew Tull'un konunun devamında anlattığına göre, Sovyetler, işgal planının Amerikalıların eline geçtiğini farketmiş ve bu yüzden bir süre beklemeyi uygun görmüştü. Ve bu süre içinde, Amerikalılar, işgale karışmayacaklarına dair güvence vermişler ve böylece işgal gerçekleşmişti.92
Kısacası, Çekoslovakya'daki "bağımsız sol" hareketinin safdışı edilmesi ve bu ülkenin yeniden Sovyet kampına dahil edilmesi, ABD'nin onay ve pasif desteği ile gerçekleşmişti. Düzen'in istikrarı böylece bir kez daha sağlanmış oldu.
Washington'dan "Sovyet işgali ile ilgili bilgileri yok sayın" emrini veren, daha sonra da Sovyetler'e işgale karışmayacakları yönünde güvence veren "üst düzey yöneticiler", kuşkusuz CFR üyeleriydi. Washington'ı yöneten ve Sovyet-Amerikan işbirliğini düzenleyen örgüt CFR'ydi çünkü.
Soğuk Savaş'ın hemen her aşaması bu tür "danışıklı dövüş"ler ve onaylı müdahaleler ile sürdü. Soğuk Savaş'ın bitiminde de yine CFR'nin büyük rolü olacaktı. Ancak buna gelmeden önce, CFR'nin Soğuk Savaş döneminde yaptığı bazı dış müdahalelere ve kurduğu (Bilderberg ve Trilateral Komisyonu gibi) bazı yan örgütlere bakalım.
CFR ve Amerika'nın Dış Müdahaleleri
Üstte tarif ettiğimiz atmosfer içinde, CFR'ye dünyanın dört bir yanında "dış müdahale" yapma şansı doğdu. Bu müdahaleler, her seferinde Kızıl Korku körüklenerek ve "demokrasiyi, hür dünyayı korumak" gibi süslü sloganlar kullanılarak yapılıyordu. Ancak gerçek amacın bunlarla elbette hiçbir ilgisi yoktu. Gerçek amaç, Amerikalı yazar Laurence H. Shoup'un, "CFR'nin Dünya Egemenliği Planı" dediği planı uygulamak, amaçlanan dünya egemenliğini elden geldiğince olgunlaştırabilmekti. Dolayısıyla CFR'nin organize ettiği dış müdahalelerin hepsi, Amerikan gücünü artırmak ve Amerikan çıkarlarını korumaktan başka bir hedef gütmedi.
Peki ama "Amerikan çıkarları" ne demekti? Bu "çıkar", sokaktaki adamın çıkarı mıydı? Kuşkusuz hayır, Amerika'nın dış müdahalelerinin sokaktaki adam için hiçbir yararı yoktu. Çıkar, Amerikan dış politikasını yönlendiren güçlerin çıkarıydı. Yani CFR'nin, daha doğrusu CFR'yi finanse edip kullanan güçlerin çıkarı.
CFR'yi finanse edip kullananlar, önceki sayfalarda ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi Yahudi önde gelenleriydi; en başta da Rockefeller İmparatorluğu... Bu nedenle, Yağmur Atsız, Yeni Düzen: Amerika'nın Dış Müdahaleler Tarihçesi adlı kitabında, şöyle diyor: "Washington birçok kereler, Rockefeller'ın 'Standart Oil Company'sinin çıkarlarını korumak için... askeri müdahalelerde bulunmuştur"93
13 Ağustos 1956'da, Amerika'nın yaptığı dış müdahalelerin gerçek nedenini, ABD'nin Dışişleri Bakanı ve CFR üyesi John Foster Dulles "Dış Ülkelerden Petrol Sağlama Komitesi" önünde şöyle açıklıyordu: "Birleşik Devletler, kamulaştırma işlemleri ancak uluslararası çıkarlarla çelişkili olmadığı takdirde bunların haklı olduğu görüşündedir. Aksi takdirde uluslararası müdahaleler gerekir." Foster'ın sözünü ettiği 'uluslararası çıkarlar' gerçekte Yahudi sermayedarların çıkarı anlamına geliyordu. Yağmur Atsız, Rockefeller faktörünü şöyle dile getiriyor:
Askeri rejimlerin iş başına gelmesi, Amerikan iş adamlarına yeni çıkarlar sağlıyordu: Bir örnek vermek gerekirse Venezuela'da 1948 Kasımı'nda yönetimi ele geçiren Askeri Cunta, derhal metreküp başına petrol vergisini 9.09 dolardan 7.33'e indirmiş ve Rockefeller Tröstü bu sayede altı yıl içinde, zaten astronomik olan kazancına ek olarak 1.366 milyar dolar daha kazanmıştır.94
1945-1951 yılları arasında Guatemala devlet başkanlığı görevinde bulunmuş olan Juan Jose Arevalo, The Shark and the Sardines (Köpekbalığı ve Sardalyalar) adlı kitabında, Rockefeller tröstünün çıkarları doğrultusunda yapılan dış müdahalelere ilişkin olarak pek çok ayrıntı verir. Buna göre, Rockefellerlar, çıkarlarını ve uygulanmasını istedikleri stratejileri garanti altına almak amacıyla, Beyaz Saray'a kendi "adam"larını da atarlar. Bu "adam"lar, kimi zaman Brzezinski gibi Rockefeller'la soy bağı da bulunan önemli beyinlerdir. Yağmur Atsız, Brzezinski'nin Rockefeller tarafından Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı olarak "atanmasından" şöyle söz ediyor:
Amerikan Devleti'nde bu uğursuz sürekliliği sağlayan güç, aslında politik güce egemen ekonomik güçtür. Örneğin, Carter'ın önceleri dışişleri danışmanlığını yapan Zbigniew Brzezinski, ünlü petrolcü 'hanedanı'ndan David Rockefeller'in sağ kolu durumunda bir kimseydi ve Carter'a ödünç verilmişti. Carter acaba istemeseydi bu adamı reddedebilir miydi? Kim bilir?95
ABD'nin önemli stratejistlerinden Polonya Yahudisi Zbigniew Brzezinski, Rockefeller'ın kurduğu dev ekonomik lobinin, Trilateral Komisyonu'nun da ilk başkanıdır. Brzezinski aynı zamanda, İsrail'in varlığını meşrulaştıran Camp David Antlaşması'nın da mimarlarındandır. ABD'nin diğer bir önemli stratejisti olan Alman Yahudisi Henry Kissinger da, Nixon ve Ford dönemlerinde ulusal güvenlik danışmanı ve dışişleri bakanıdır. CFR'nin en etkin üyelerinden olan Kissinger, ABD'nin Ortadoğu politikasını da "Büyük İsrail" hedefine doğru ayarlamış olan kişidir.96
Amerika'daki bu sistem sonucunda, ülkenin tüm önemli dış politika kurumları önemli bölümü Yahudilerden oluşan sermaye sahiplerinin belirlediği hedefler için kullanılabilir hale gelmiştir. Gerek CIA, gerekse ordu, bu sistemin bir anlamda gangsterliğini yaparlar. CIA'nın bugünkü şekliyle örgütlenmesini sağlayan en büyük şefi Allen Dulles, CFR'nin en önde gelen üyelerindendir. Dulles'dan sonra da CIA başkanlarının CFR üyelerinden seçilmesi bir gelenek halini almıştır. Richard Helms, William Colby, George Bush ve William Casey gibi CIA patronları öncelikle CFR'de kendilerini ispatlamış isimlerdir.
Ordunun misyonunu ise, Deniz Subayı Smedley D. Butler 1935 yılında yayınladığı War is a Racket (Savaş Bir Üçkağıttır) adlı anılarında anlatıyor. Smedley, sistem için nasıl "gangsterlik yaptığını", National City Bank, Standard Oil gibi Rockefeller kuruluşlarına nasıl hizmet ettiğini şöyle anlatıyor:
Asteğmenden tümgenerale değin bütün rütbelerde görev yaptım ve bütün bu süre boyunca hemen her zaman bankacılar, Wall Street ve büyük iş alemi için birinci sınıf bir gangsterin işlevini yüklendim. Tek kelimeyle ben kapitalizmin bir gangsteriydim. Örneğin,1914 yılında Meksika'nın ve özellikle Tampico'nun Amerikan petrol çıkarları için kolay bir yem olmasına yardımcılık ettim. Haiti ve Küba'yı National City Bank'ın kar toplaması için uygun hale getirdim... 1909-1912'de Nikaragua'yı Brown Bros'ın uluslararası bankacılığı için temizledim. 1916'da Kuzey Amerika şeker çıkarları adına meşaleyi Dominik Cumhuriyeti'ne taşıdım. 1923'de Kuzey Amerika Meyve şirketlerinin keyfi yerine gelsin diye Honduras'ın hizaya getirilmesine yardım ettim, 1927'de Çin'de Standard Oil'in rahatsız edilmeden yolunda ilerlemesini sağladım.97
Bu kitap daha sonra aynı, finans dünyasıyla politik kurumlar arasındaki ilişkileri, masonluk, Bilderberg gibi örgütlerin faaliyetlerini ve kişileri açıklayan İspanyol gizli servisi üst düzey eski görevlisi Gonzales Mata'nın Les Vrais Maitres du Monde (Dünyanın Gerçek Efendileri) adlı kitabı gibi toplatılmış ve bütün kamu kitaplıklarından kaldırılmıştır...
Vietnam'daki Kirli Savaş ve Amerikan Ajanı Ho Chi Minh!...
Soğuk Savaşın ısındığı bölgelerin başında Güneydoğu Asya geliyordu. Bölgenin en çok ısınan ülkesi ise kuşkusuz Vietnam'dı. Eski bir Fransız kolonisi olan ülke, II. Dünya Savaşı sonucunda Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmüştü. Komünist Kuzey'in Güney'e sarkmasına karşı koyamayan Fransızlar ülkeyi Amerikan korumasına devrettiklerinde ise Vietnam savaşı başlamış oldu. Kuzey'in örgütlediği komünist Vietkong gerillalarıyla Amerikan ordusu arasında yıllar boyu süren savaş, ülkeyi kan gölüne çevirdi. Acaba Amerika neden bu ülkeye bu kadar önem veriyordu? Resmi yanıt, "domino teorisi"ydi; yani Vietnam'ın ardından Kamboçya, Laos, Tayland, Burma gibi bölge ülkelerinin de birbiri ardına komünist kampa dahil olacakları korkusu...
Ancak Vietnam'daki kirli savaşın nedeni, aslında hiç de Kızıl Korku'dan kaynaklanan sözde "domino teorisi" değildi. Savaşın bilinmeyen öyküsüne baktığımızda, olayın Soğuk Savaş'ın klasik danışıklı dövüşlerinden biri olduğu ortaya çıkıyor.
Ho Chi Minh: Vietnam'ın komünist lideri ve de sonradan CIA'ya dönüşecek olan Amerikan gizli servisi OSS'ın "ajanı"!... |
Vietnam'daki sorun az önce de söylediğimiz gibi, II. Dünya Savaşı günlerine kadar uzanıyordu. Amerikalılar'ın ülkeye olan ilgileri de o zaman başlamıştı. Savaş sırasında ülke Japonlar tarafından işgal edilmişti. Japon ordularına direnen en büyük güç ise Ho Chi Minh'in önderliğinde ülkenin kuzey kısmında yoğunlaşmış olan komünist gerillalardı. İşte Amerikalılar bu aşamada devreye girdiler ve Ho Chi Minh'le bağlantı kurdular. Komünist liderle işbirliğine giden Amerikalılar, MacArthur'un "komünist sempatizanı" olarak gördüğü OSS ajanlarıydı.
Konuyla ilgili bilgiler yoğun olarak R. Harris Smith'in yazdığı OSS; The Secret History (OSS; Gizli Tarih) adlı kitapta anlatılır. Smith'in yazdığına göre, II. Dünya Savaşı sırasında OSS ajanı Albay Paul Helliwell Kunming'te Ho Chi Minh ile ilk kez bağlantı kurmuş ve onu OSS adına ajanlık yapmaya (yani gizli servise bilgi aktarmaya ikna) etmişti. "Ho'nun raporları kısa süre sonra OSS'nin Washington'daki karargahında William Donovan'ın masasına ulaşmaya başladı." Helliwell daha sonra Binbaşı Austin Glass'ın da devreye girmesiyle birlikte, Ho'nun birliklerine silah yollamaya başladı. İlişkiler gittikçe daha da gelişti. Gazeteci Robert Shaplen'in bildirdiğine göre, bir keresinde Rockefeller'ın Chase Manhattan Bank'ının bir temsilcisi, paraşütle Ho Chi Minh'in karargahına inmiş ve komünist lideri sıtma ve dizanteriden ölmek üzereyken bulmuştu. Ho, karargaha çağrılan OSS ajanı doktor Paul Hoagland tarafından kinin ve benzeri ilaçlarla kurtarılmıştı. Daha sonra CIA'da çalışan Hoagland, Mullins'in bildirdiğine göre, "Ho Chi Minh'in hayatını kurtaran adam" olarak ünlendi.98
Bu arada Ho Chi Minh ile Amerika'nın işbirliği Japonlar'dan çok Fransızlar'a doğru yönelmeye başladı. Ho'nun hastalıktan kurtulmasının ardından, "Deer Team" olarak adlandırılan bir OSS birliği 1945 Kasımı'nda komünist karargahına geldiler ve Ho Chi Minh'e "Fransız emperyalizmini kınadıklarını" bildirdiler. Bu, Amerikalıların normalde müttefikleri olan Fransızlara karşı Ho Chi Minh'in emrindeki Vietnam komünistleriyle işbirliği yapmaları anlamına geliyordu... "Washington'da, Fransızların ülkeyi terketmesi gerektiği düşüncesi kabul görmüştü." 99
Kısacası Amerikan yayılmacılığı Vietnam'a gözünü dikmişti, ancak bu hedefini, Fransızları doğrudan ülkeden (hatta bölgeden) çıkmaya ikna etmekle yapmak yerine ki bu zor bir işti Fransızlara düşman olan komünistleri destekleyerek gerçekleştirmek istiyordu. Ho Chi Minh'e, Donovan'ın Vietnam'daki demiryollarını yeniden inşa etmek için büyük bir ekonomik tröstün desteğini sağlayabileceği, buna karşın Hindiçini'nde ekonomik imtiyazlar istediği iletilmişti. Ekim 1945'te, OSS ajanı Albay Carleton H. Swift'in başkanlığını yaptığı "Vietnam Dostluk Derneği"ni kurdu. Daha sonra da yine OSS, Ho Chi Minh'in gerillalarını en modern silahlarla donattı, ayrıca General Giap'ın birliğinden seçilmiş 200 Amerikan subayı ile birlikte askeri eğitimden geçirdi. Vietnam savaşı sırasında Amerikan birlikleri ile savaşan Vietminh gerillaları, Amerikan eğitiminden geçmiş olan bu gerillalardı!... OSS'nin Vietminh'e verdiği bu destek üzerine Robert Welch "OSS, Amerikan silahlarını, parasını ve prestijini Asya'nın komünistlerine vermiştir" diyecekti.100
OSS destekli Ho Chi Minh kuvvetleri Fransızlara karşı savaşırken, Amerika çifte oynamaya devam ediyordu. Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, Fransız meslektaşı Georges Bidault'a "sizi destekleyeceğiz" sözü veriyordu. Ancak Fransız kuvvetleri Dien Bien Phu'daki ünlü yenilgilerinden sonra ülkeden çekilmek zorunda kaldılar. O sıralarda Le Figaro dergisi olayın içyüzüne değinmiş "Beyaz Saray ve Kremlin'in Fransız Hindiçini'ni paylaşmak için gizli bir anlaşma yaptıklarını" duyurmuştu. Ancak resmi tarihin ağır baskısı altında Le Figaro'nun yazdıkları kaybolup gitti.101
Evet, Ho Chi Minh, OSS adına casusluk yapacak kadar Amerikalılarla içli-dışlı olmuş bir liderdi. İki taraf Japonlar'a ve Fransızlar'a karşı ittifak yapmışlardı. Her şey çok iyi gitmişti. Ancak Amerikalılar Fransızlar'ın yerine Güney Vietnam'a yerleşince olayın görüntüsü değişti. Bu kez Ho Chi Minh'in gerillaları Amerikalılar'a karşı savaşmaya başladılar ve ünlü Vietnam Savaşı başladı.
Peki neden Ho Chi Minh ile Sam Amca karşı karşıya gelmişlerdi?
Vietnam, Silah Tüccarları,
Homoseksüel Masonlar ve JFK Suikasti
Ho Chi Minh'in Vietnam Savaşı öncesinde Amerikan gizli servisleriyle kurduğu örtülü ilişkilere daha sonra ne olduğuna dair elde bir bilgi yok. Bu durumda iki ayrı seçenekle karşı karşıyayız: Birinci ihtimal, Ho Chi Minh'in Amerikalılar'la dostluğunu sona erdirmiş ve daha önce Fransızlar'la savaştığı gibi bu kez de onlarla savaşmaya başlamış olmasıdır. İkinci bir ihtimal daha vardır; Ho Chi Minh, bir "Amerikan ajanı" olmayı sürdürmüştür ve Vietnam Savaşı da bir tür danışıklı dövüştür!...
Bu ikinci ihtimal çoğu kişiye ilk anda pek anlamlı gelmeyebilir. Öyle ya, neden Amerikalılar başlarına bela olacak bir savaşı kendi "ajanlarını" kullanarak çıkartsınlar? Neden yüzbinlerce Amerikan gencini Vietnam bataklıklarında ölmeye yollasınlar? Neden bir danışıklı dövüş istesinler?
Ancak bu sorular yanlış bir noktadan hareket etmektedir: Amerika, sokaktaki adamın istek ve çıkarlarına göre yönetilmemektedir, dolayısıyla Amerikalıların Vietnam'da ölmüş olması bir anlam taşımaz. Savaşın içyüzünü anlamaya çalışırken, bakılması gereken nokta, bu savaşın Amerikan dış politikasını belirleyen güç merkezlerinin çıkarlarına yarayıp yaramadığıdır. Eğer Vietnam savaşı, Amerikan dış politikasını belirleyen güç merkezlerinin çıkarlarına yaramışsa, bu durumda Ho Chi Minh'in bir "Amerikan ajanı" olmaya devam ettiğini ve savaşın da bir danışıklı dövüş olduğu sonucuna varabiliriz.
Olayları resmi tarihin biraz dışına çıkarak izleyen herkes bilir ki, çoğu insan için bir felaket olan savaş, bazı güçler için çok karlı bir iş, hatta bir meslek olabilmektedir. Örneğin silah tüccarları için savaş bir zorunluluktur; sürekli savaş olmalıdır ki "pazar"daki talep yüksek olsun. Bu nedenle ülkeleri yönlendiren güçler, bazen yalnızca "savaş olsun diye savaş" isterler. Bu savaşla bir toprağı kazanmak ya da korumak gibi bir amaç güdülmez; istenen yalnızca bir savaşın yaşanmasıdır. Savaş, tek başına bir değerdir, bir hedeftir.
Kuran'da da bu konuya dikkat çekilir ve temel özellikleri "savaş çıkarmak" olan insanların varlığı haber verilir. "Savaş ve bozgunculuk" arayan bu kişiler, Yahudilerdendir:
... Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun taşkınlıklarını ve inkarlarını arttıracaktır. Biz de onların (Yahudilerin) arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Nisa Suresi, 64)
Vietnam da bu türden bir savaştır. "Yeryüzünde bozgunculuğa çaba harcayanlar" tarafından, "savaş olsun diye" çıkartılmış ve iki milyondan fazla insanın hayatına mal olmuş bir savaş...
Vietnam Savaşı'nın gerçek öyküsünü yakalayabilmek için de, öncelikle Amerika'daki Başkan değişimini iyi incelemek gerekir. Bu Başkan değişimi, seçimle değil, bir suikastle gerçekleşmiştir. Herkesin bildiği gibi Vietnam Savaşı'nın büyümesini sağlayan olay, savaşa karşı politikalar izleyen John F. Kennddy'nin öldürülüp, yerine Vietnam'ı kan gölüne çeviren süreci başlatan adamın, yani Lyndon B. Johnson'ın getirilişidir.
Ünlü yönetmen Oliver Stone'un JFK adlı etkileyici filmi, Kennedy suikastinin devletin içindeki bazı odaklar tarafından işlendiği ve sonra da aynı odaklarca örtbas edildiğine dair son derece açık ve kesin deliller sunmuştu. Kennedy'nin kendi devletince ortadan kaldırıldığını ispatlayan Stone, bu olaya bir de ad bulmuştu: Hükümet darbesi. Yönetmene göre, "darbe"yi yapanlar, Vietnam Savaşı'ndan büyük karlar uman silah tüccarları ve onlarla işbirliği yapan bazı devlet içi gruplardı. Yönetmenin vardığı sonuç, Kennedy'nin bir takım ortak çıkarlara sahip bir kitleyi karşısına aldığı ve bu "cephe" tarafından ortadan kaldırıldığı şeklindeydi.
Ancak Stone, Kennedy'nin karşısında oluşan bu "cephe"nin tahlilini o kadar iyi yapamamış, ya da yapmamıştır. Daha önceki bazı çalışmalarımızda incelediğimiz gibi Kennedy'nin karşısına aldığı cephe, önemli bir "masonik boyut" da taşıyordu.102
Herşeyden önce, Kennedy, Amerikan Başkanlarında pek rastlanmayan bir biçimde mason değildi, ancak öldürülmeden bir süre önce görevinden almış olduğu CIA şefi Allen Dulles, üst düzey bir masondu, aynı zamanda CFR'nin de önemli üyelerindendi. (Oliver Stone, Dulles'ın görevden alınışının, Kennedy düşmanı cepheyi çok kızdırdığını filminde anlatıyor).
Kennedy, kendi devletinin içindeki bazı unsurlar tarafından ortadan kaldırılmıştı. Bu unsurlar o denli profesyoneldiler ki, Kennedy'i vurdurdukları adamı, Lee Harvey Oswald'ı da "konuşmasın" diye ortadan kaldırdılar, hem de milyonlarca televizyon izleyicisinin önünde. Gerçek adı Jacob Rubenstein olan Polonya asıllı Yahudi Jack Ruby, Oswald'ı 38 kalibrelik tabancasının tek kurşunuyla öldürdü. |
Bunun da ötesinde, suikastin Lee Harvey Oswald'ın tek başına gerçekleştirdiği bir "bireysel eylem" olduğu sonucuna varan ve böylelikle olayı örtbas eden Warren Komisyonu adeta bir mason locası niteliğindeydi: Komisyonun başkanı olan Earl Warren 33. dereceden üstaddı. Komisyon üyesi John McCloy, hem masondu hem CFR üyesiydi. McCloy, aynı zamanda bir Rockefeller hizmetlisiydi; Rockefeller Vakfı'nın başkanlığına kadar yükselmişti. Komisyona katılan bir diğer birader Allen Dulles'tı; Kennedy'den intikam almak istercesine diğer biraderleriyle birlikte suikasti örtbas etmeye soyunmuştu. Komisyonun öteki üyeleri de locanın yabancısı değildiler; Hale Boggs CFR üyesiydi, Richard Russell ise mason.
Suikastin örtbas edilmesi işini üstlenen bir başka birader ise FBI'ın efsanevi başkanı 48 yıl bu kurumu yönetmişti Edgar J. Hoover idi. Kennedy'nin aynı Dulles gibi görevinden almayı düşündüğü Hoover, Amerikan masonluğunun en üst düzey üyelerinden biriydi. Alabama Shrine Temple adlı locada 33. dereceye ulaşmış aktif bir masondu. Hoover, ayrıca "çok özel" masonlara mahsus olan Order of de Molay (Tapınakçılar'ın büyük üstadı Jacques de Molay'ın adına kurulmuş olan loca) locasına da alınmıştı.103
Hoover'ın tüm bunların yanında çok ilginç bir özelliği daha vardı: Anthony Summers'ın "Resmi ve Gizli: J. Edgar Hoover'ın Gizli Yaşamı" adlı kitabında bildirdiğine göre, Hoover homoseksüeldi, hatta kadın iç çamaşırlarıyla çekilmiş resimleri mafyanın eline geçmiş ve mafya da bunları yıllarca koz olarak kullanmıştı. (*)
Kennedy suikastinin masonlukla paralel olan bir başka boyutu daha vardı. Başkan, İsrail'i de çok konuda rahatsız etmişti: İsrail başbakanı Ben Gurion'a, İsrail'de yapılmakta olan Dimona nükleer santraline, İsrail'in Ortadoğu politikasına ters düşmüş ve ABD'deki Yahudi lobisinin liderlerini de çok kızdırmıştı.104 Bir sonraki bölümde, Kennedy-İsrail çatışmasının ayrıntılarını ve suikastteki Mossad rolünü ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Kısacası Kennedy, karşısına güçlü bir cephe almış oluyordu. Bu cephe, tarih boyunca birbiriyle ittifak içinde olmuş olan iki kanadın, masonluğun ve İsrail'in oluşturduğu bir cepheydi. Kuşkusuz bu cephenin içinde CFR de vardı. Masonlukla ve İsrail lobisiyle içli-dışlı olan CFR, zaten Warren Komisyonu'ndaki Allen Dulles, John McCloy, Hale Boggs gibi üyeleriyle olaydaki rolünü belli ediyordu.
Kennedy'nin suikaste kurban gitmesinin ardından eski Başkan yardımcısı Lyndon B. Johnson Başkan oldu. Yeni Başkan, Kennedy'den çok farklıydı; eski Başkan'ı hedef almış olan cephenin "adamı"ydı. Herşeyden önce, Teksas'da tekris olmuş yüksek dereceli bir masondu.105 Yeni Başkan doğal olarak Yahudi lobisi ve İsrail ile de çok iyi ilişkiler içindeydi ve izlediği politika da bu yönde oldu. Buna bir sonraki bölümde değineceğiz.
İşte Kennedy'nin sonunu ve Johnson'ın Başkanlığını hazırlayan süreç, bu çerçevede ilerlemişti. Localar ve İsrail lobisi süreci yöneten odaklardı.
Vietnam savaşı da aynı sürecin bir sonucuydu. Oliver Stone, daha pek çok kişinin kabul ettiği gibi Kennedy'nin ortadan kaldırılışının arkasında Vietnam Savaşı'nı isteyenlerin geldiğini bildiriyor. Bizim incelediklerimiz ise Kennedy'i ortadan kaldıran odakların localar ve Yahudi lobisi olduğunu göstermektedir. Bu tablodan çıkan sonuç ise Vietnam Savaşı'nı isteyen "Vietnamcılar"ın, localar ve Yahudi lobisiyle paralel, hatta özdeş olduğudur. Zaten Amerikan devlet aygıtı içindeki savaş yanlısı "şahin" kanatlar, geleneksel olarak Yahudi lobisiyle ittifak halindedir. Noam Chomsky, bu konuya değinir ve "İsrail lobisi denen olgu"nun yalnızca Amerikalı Yahudi toplumundan ibaret olmadığını bu olgunun, "içeride devlet öncülüğündeki yüksek teknolojili üretim (yani askeri üretim) ile dışarıda askeri bakımdan tehditkar ve maceracı, bunun yanında ateşli ve savaşmaya hazır her renk sırmadan apoletleriyle güçlü devlet aygıtından yana olan 'tutucular'ı kapsadığını" söyler.106
Allen Dulles'ın kişiliğinde birleşen "Vietnamcılık" ve masonluk paralelliği bunun bir başka örneğidir. Vietnam'da "savaş olsun diye savaş" isteyenler, CFR-mason-silah taciri-Yahudi lobisi cephesidir!... Bu durumda CFR'nin bir aygıtı olan OSS'nin Ho Chi Minh ilişkileri kuşkusuz daha anlamlı hale gelmektedir.
Vietnamcılar"ın başını çeken ve masonluk-Yahudi lobisi çizgisine çok uygun düşen önemli isim ise Rockefeller'dır. CFR'nin patronu olan Rockefeller İmparatorluğu, çıkarlarına çok uygun düşen Vietnam savaşının da baş organizatörü olmuştur (Ho Chi Minh'e kendi özel temsilcisini yollayan da Rockefeller'dı). Yağmur Atsız, Vietnam savaşının Rockefeller için ifade ettiği çıkarları şöyle anlatıyor:
Johnson, Teksaslı petrol milyarderlerinin yakın dostuydu ve savaşın sonlarına doğru Union Texas, Skelly, Marathon, Mobil Oil, Shell, Cities Service yahut Exxon gibi tanıdık şirketler Güney Vietnam kıyılarında petrol aramaya başlamışlardı. Johnson'un başka dostları da savaştan kıyasıya kazanıyorlardı: Johnson'un seçilmesi için sermaye koyan Brown and Root adlı inşaat firması, Güney Vietnam'daki askeri üslerin yapımı işini almıştı. Texas eyaleti bu arada ülkenin üçüncü büyük silah endüstrisine 'kavuştu'. Bunun yanısıra çok sayıda firma milyarlar kazandı.107
Atsız'ın dediği gibi Johnson'un petrol milyarderi dostları, başta dünyanın en güçlü petrol karteli Standart Oil'in (Exxon, Texaco, Socal, Gulf ve Mobil) sahibi olan Rockefeller ve diğer petrol şirketlerinin (Shell/Royal Dutch) sahibi Marcus Samuel ve Hollanda Yahudisi William Deterding gibi Yahudi sermayesinin önde gelen isimleridir.
Amerika için gittikçe bir bataklık haline dönüşen savaştan bir türlü vazgeçilmemesinin nedeni buydu. Ancak bu Yahudi sermayedarlar savaştan büyük karlar elde etseler de, savaş ABD ekonomisinde çok büyük maddi kayıplara yol açıyordu. Amerika bu savaşa milyarlar akıtmak zorunda kaldı. Savaş masrafları 1965 Bütçe Yılı'nda 103 milyon dolarken, 1966 Bütçe Yılı'nda 5.8 milyar dolara, 1967'de 20.1 milyar dolara, 1968'de 26.5 milyar dolara ve 1969'da ise 28.8 milyar dolara yükselmişti. Sonuç olarak Vietnam Savaşı getirdiğinden fazlasını götürmeye başlamıştı. Dolayısıyla bu katliamdan yüksek karlar elde eden sermaye sahipleri, artık başlattıkları savaşı bitirmeye karar verdiler. Yağmur Atsız şöyle diyor:
Wall Street'in babaları olan J. McCloy (Chase Manhattan Bank), C. Douglas Dillon (Dillon, Read and Co.), George W. Ball (Lehman Bros.), McGeorge Bundy (Ford Foundation) ve yandaşları, Clark M. Clifford adındaki avukatlarını Johnson'a yollayarak, 'savaşı bitir!' direktifini verdiler. John'da direktifi aldıktan birkaç gün sonra, 31 Mart 1968'de televizyondan halka seslenerek, tek taraflı bir kararla, koşula bağlı olmaksızın, Kuzey Vietnam'a hava akınlarının son bulduğunu açıkladı.108
Savaşı bitirenler, savaşı başlatanlarla aynı kişilerdi: Sefarad Yahudisi Rockefeller'ın Chase Manhattan Bankası, Yahudi bankerlik kuruluşu Lehman Brothers ve İsrail bağlantılı "sahte antisemit" Ford Vakfı... Kısacası, Vietnam Savaşı, "savaş olsun diye savaş" isteyenlerin savaşıydı. Bu savaşın çıkabilmesi için Amerikan başkanı ortadan kaldırılmış, bu savaşın karı için milyonlar ölüme yollanmıştı. Görünen o ki, Ho Chi Minh de rolünü iyi oynamış, kendisine verilen Vietnam diktatörlüğü rütbesi karşılığında Amerikalı dostlarının isteklerini yerine getirmişti.
CFR'nin Avrupa'ya Uzanan Kolu:
Bilderberg Grup
"CFR, Bilderberg Grup ve Trilateral
Komisyonu'nun yaratıcısı sayılır."
(Le Monde Secret des Bilderbergs,
Henry Coston, s. 4)
Bilderberg Grup ünlü bir örgüttür ancak hakkında az şey bilinir. Bu tür konularla ilgilenen gazetelerin geçmiş sayılarını karıştırırsanız, düzenli olarak yılda bir kez Bilderberg ile ilgili haberler çıktığını görürsünüz. Haberler yılda bir kez çıkar, çünkü Grup yılda bir kez toplanmaktadır. Toplantılara katılanların listesi ise oldukça göz kamaştırıcıdır. Batı'nın neredeyse tüm ünlü politikacıları ve işadamlarının yanısıra, bazen önemli gazeteciler de toplantılara çağrılır. Toplantıların en önemli özelliği ise konuşulanların kesinlikle gizli tutulması ve toplantı salonuna kesinlikle basının ya da davetsiz misafirlerin alınmamasıdır. Katılanların listesine baktığımızda hemen tanıdık isimler göze çarpar. Bunlar Grup'un hiçbir toplantısını kaçırmamış olan isimlerdir; David Rockefeller, Henry Kissinger, Giovanni Angelli, Giscard d'Estaing, Lord Carrington gibi. 1991 yılındaki Bilderberg toplantısına ise sürpriz bir isim çağrılmıştır: Arkansas Valisi Bill Clinton. (Sonradan, Clinton'ın ABD'nin müstakbel Başkanı olması için gerekli onayın, Baden Baden'deki bu Bilderberg toplantısında verildiği yorumu yapılmıştı). İngiliz araştırmacı Peter Thompson, "Bilderberg ve Batı" başlıklı bir makalesinde, örgütün etkisinden söz ederken şöyle der:
Amerika'nın önderliğindeki Batı imparatorluğu, son kırk yıldan bu yana, bazı ekonomik, politik ve stratejik kuruluşlar aracılığıyla çalışmıştır. Bunların bazıları aynı zamanda evrensel olma iddiasındadırlar; Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, OECD ya da NATO gibi. Ancak Batı'nın uluslararası sistemindeki koordinasyonu sağlayan aygıtların başında, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'nın güçlü isimleri arasında düzenlenen gizli Bilderberg toplantıları gelir.109
Peki bu ilginç örgütün amacı nedir? Gizli toplantılarına ulaşma imkanı olmadığına göre, bunu, örgütün nasıl ve kimler tarafından kurulduğu ve yönlendirildiğinden çıkarmak durumundayız. Öncelikle ilk dikkat çeken nokta, Bilderberg'in CFR ve Chatham House gibi önceden incelediğimiz ve gerçek amaçlarına değindiğimiz örgütlerle paralel oluşudur. Peter Thompson da bu paralelliğe, dikkat çekerek, CFR, Chatham House, Bilderberg ve de (ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz) Trilateral Komisyonu'nun "koordineli" bir biçimde ortak hedefler için çalıştığını vurgular.110
CFR gibi örgütlerle koordineli olarak çalışan bu Grup, ilk olarak 1954 yılının Mayıs ayında Hollanda'nın Osterbeek kentinde toplandı. Toplantı yeri, Bilderberg Oteli olduğu için de, örgüte Bilderberg adı verildi. Bu yıldan sonra da düzenli olarak sürdürülen toplantılara, Avrupa ve Amerika'nın pek çok tanınmış ismi katıldı.
Ancak kuşkusuz Bilderberg bir anda doğmamıştı. Grup'un kurulmasının uzun bir geçmişi vardı. Peter Thompson, Bilderberg'in beyin kadrosunu oluşturacak olan elitlerin, II. Dünya Savaşı öncesinde de benzer politikaların mimarları olduğuna dikkat çekiyor. Thompson'ın bildirdiğine göre, Bilderberg'in ilk işareti, 1920'lerde Amerika'nın "Avrupa Birleşik Devletleri" oluşturma yönündeki çabasıydı. Amerikan strateji uzmanları, Birleşik Avrupa'nın ekonomik ve politik olarak daha faydalı ve etkili olacaklarına inandıkları için bu hareketi başlatmışlardı. Bu "Amerikalı strateji uzmanları"nın başında ise CFR üyeleri geliyordu.
Thompson, bu arada ilginç bir noktaya daha dikkat çekerek, "geleceğin Bilderberglileri"nin ilginç bir finansman politikasından da söz ediyor: Hitler'in desteklenmesi... Gabriel Kolko'nun bir makalesinde de bildirildiği gibi, "müstakbel Bilderbergliler", Hitler Almanyası'na büyük maddi destek vermiş kişilerdi. Bu destekçilerin en önemlilerinden biri ise kuşkusuz, sahip olduğu Standart Oil petrol şirketi ile, Amerika'nın Almanya'ya savaş ilan etmesinden sonra bile Naziler'i ve ünlü Nazi yanlısı Alman şirketi I. G. Farben'i desteklemiş olan Rockefeller hanedanı geliyordu.111 (Hitler'in Siyonist bankerlerce finanse edildiğine önceki bölümde değinmiştik, "müstakbel Bilderbergliler"in Hitler'e verdikleri destek de büyük ölçüde bu "Siyonist" politikadan kaynaklanıyordu.)
II. Dünya Savaşı'nın ardından yaşanan dünya paylaşımı, Bilderberg'in de doğuşunu sağladı. Amerika, Doğu kısmını Sovyet kontrolüne vermeyi kabul ettiği Avrupa'yı bu kez kendine daha sıkı bağlarla bağlamak istiyordu. Kuşkusuz, Amerika'yı bu yönde harekete geçiren güç, onu "yayılmacı" yapan güçle aynıydı: CFR, yani Yahudi önde gelenlerinin politik kurumu. Amerika'yı Mesih Planı için kullanışlı bir aygıt olarak tasarlayan, sonra da onu Plan gereği "dışarıya" yönelterek Amerikan emperyalizmini doğuran güç, bu kez Avrupa'yı da Amerikan denetimi altına sokmak için hazırlanıyordu. Aslında Avrupa zaten kontrol dışında değildi; 2. bölümde incelediğimiz gibi localar ve Yahudi önde gelenleri çoktandır orada bir düzen yıkıp yerine yeni bir düzen kurmuşlardı. Ama Avrupa'nın, Plan'ın asıl taşıyıcı gücü olan Amerika ile koordineli hale getirilmesi, Amerika ile ilişkilendirilmesi gerekiyordu.
CFR, II. Dünya Savaşı'nın ardından gücünü Amerika dışına taşımak için zaten yeni örgütler kurmuştu: Birleşmiş Milletler ve özellikle IMF ve Dünya Bankası'nın kuruluşunda CFR'nin büyük rolü olduğu bilinir. NATO ise CFR'nin geliştirdiği "Avrupa'yı Amerika'ya bağlama" hedefinin en etkili araçlarından biri oldu. Bu hedefin görünmez ancak en az NATO kadar etkili bir aracı, Bilderbergliler tarafından geliştirilecek olan "Avrupa Hareketi"ydi. Bu Bilderbergliler'in başında ise örgütün "babası" sayılabilecek bir isim, Joseph Retinger geliyordu.
Bilderberg'in Doğuşu
Evet, Bilderberg, CFR'nin Avrupa'ya açılma stratejisinin bir sonucuydu. Ancak bu örgütün, doğal olarak, bir Avrupalı tarafından kurulması gerekiyordu. CFR'nin bu projesini üzerine alan kişi Joseph Retinger oldu.
Alden Hatch, Bilderberg'in ilk başkanı olan Prens Bernhard'ın hayatını anlattığı H. R. H. Prince Bernhard of the Netherlands adlı biyografisinde, Retinger'den şöyle söz ediyor: "Bilderberg, varlığını Dr. Joseph Retinger'in parlak zekasına borçludur... Retinger, çok sıradışı bir karakterdir. Öyle ki, tüm Avrupa'yı dolaşarak Başbakanlarla, işçi liderleriyle, sanayicilerle, devrimciler ve entellektüellerle görüşmüş ve onları Grup'un doğuşu fikrine hazırlamıştır." 112
Retinger'in böylesine büyük bir eforla CFR'nin projesine destek vermesi, elbette sahip olduğu bazı önemli bağlantılardan kaynaklanıyordu. Bir Polonya Yahudisi olan Retinger, aynı zamanda 33. dereceye ulaşmış bir masondu ve konuyla ilgili pek çok kaynakta bildirildiği üzere, İsveç'teki Masters of Wisdom locasına bağlıydı. Retinger'in bir başka dikkat çekici özelliği ise çok önemli bir isimle olan yakın ilişkisiydi: Edward Mendell House. House, önceki sayfalardan hatırlarsak, Schiff, Warburg, Lehman, Kahn gibi "Siyonist" finansörlerin Beyaz Saray'daki adamıydı ve CFR'nin kurulmasında da büyük rol oynamıştı. Wilson ve F. D. Roosevelt gibi Amerikan Başkanları'nın da akıl hocasıydı; onları "yayılmacı" politikalara ikna ediyor, Siyonizmi destekleme yönünde onlara telkinlerde bulunuyordu.
Retinger'in yıldızı, localardaki hızlı yükselişi ve House gibi kilit isimlerle kurduğu dostluklar sayesinde kısa sürede parladı. II. Dünya Savaşı'nın bitiminden kısa bir süre sonra, çok önemli bir masonik platformda, Chatham House'da yaptığı bir konuşma ile, Avrupa ülkelerinin "egemenliklerinin bir kısmından taviz vererek" onları daha büyük bir güç haline getirecek olan bir birlik kurmaları gerektiğini öne sürdü. Chatham House'daki bu etkileyici ve "vizyon sahibi" konuşmasının ardından, Avrupa'yı birleştirme düşüncesine destek bulmak üzere Amerikalılar'la görüştü. Retinger'in görüştüğü ve büyük destek aldığı Amerikalılar, tanıdık isimlerdi; CFR üyeleri ve CFR'nin "patronu" olan Sefarad kökenli Rockefeller hanedanı.
Retinger, daha sonra anılarında "Amerika'da finansörler, işadamları ve politikacılar arasında düşüncelerimize büyük destek veren kişilerle karşılaştım" diyecekti. Retinger'e "büyük destek veren" kişiler, kendisinin saydığına göre, şunlardı: Nelson ve David Rockefeller, Yahudi Kuhn Loeb şirketinin ortağı William Wiseman, 1953-1971 yılları arasında CFR'nin direktörlüğünü yapan ve Rockefellerlar'ın sadık adamı olarak bilinen George Franklin, Rockefeller hanedanının sahip olduğu Chase Manhattan Bank'ın 1953-1960 yılları arasında genel müdürlüğünü yapan ve CFR'nin ve mason localarının etkin üyeleri arasında yer alan John McCloy, CIA'nın mason şefi Allen Dulles'ın kardeşi olan CFR üyesi John Foster Dulles.113
Retinger'e, Atlantik'in öteki yakasından Bilderberg'i kurma yolunda destek veren güç CFR'ydi. Yani Yahudi önde gelenlerinin politik kurumu. Bilderberg'e destek verme yolunda, CFR, etkili bir aygıtı olan CIA'yı da kullanmıştı. Bu nedenle, İspanyol Gizli Servisi eski üst düzey yöneticisi olan Gonzales Mata, sonradan toplatılan Les Vrais Maitres du Monde (Dünyanın Gerçek Hakimleri) adlı kitabında, "Avrupa Hareketi CIA yardımıyla yaratılmıştır. Elimizdeki kaynaklara göre bu hareket ABD'den 38 milyon dolarlık bir yardım almıştır" diyor.114 Mata, CIA'nın Avrupa Hareketi'ne yaptığı katkının ardındaki en önemli isminin ise CIA şefi Allen Dulles olduğunu söylüyor. CFR'nin önemli beyinlerinden ve bir üstad mason olan Dulles. Mata, Avrupa Hareketi'nin Bilderberg'i nasıl doğurduğunu ise şöyle açıklıyor:
Ama ABD 50'li yılların başında bu tip bir varlığın Avrupa'da rahatsızlık yarattığını farkedip, daha güzel bir yolla Avrupa'ya hükmetmeye karar verir. Bu da gizli örgütlerle olacaktır. 1952'de Avrupa Hareketinin genel sekreteri Retinger, Avrupa'ya dönüşünde bir uluslararası örgüt kurmanın gerekliğini açıklar. Bilderberg böyle doğar.115
Retinger, CFR'den aldığı destekle Avrupa'ya dönerek ekibini kurmaya başlar. İlk bağlantı kurduğu kişiler, eski Belçika Başbakanı Paul van Zeeland ve dev Unilever şirketinin genel müdürü Paul Rykens'tır. Rykens, Avrupa'yı birleştirip Amerika'ya bağlayacak bir örgütle Prens Bernhard'ın da ilgileneceğini söyler. Gerçekten de böyle olur, Hollanda Prensi Bernhard, Retinger'e katılır ve sonradan da Bilderberg'in ilk başkanı olur. Bernhard da kuşkusuz böyle önemli bir misyonu üstlenecek özelliklere sahiptir: Hollanda Prensi, Rockefeller hanedanı ile ortaktır: Prens'in Rockefellerlar'ın petrol tröstü Standard Oil of New Jersey (Exxon) şirketinde 12 milyon dolarlık hissesi vardır. Prens Bernhard'ın Royal Dutch Petroleum isimli bir diğer dev petrol şirketinde de önemli hissesi vardır. Royal Dutch'ın sahibi ise Yahudi Rothschild ve Samuel aileleridir.
Kısacası Prens Bernhard, hem Rockefeller, hem de Rothschild hanedanları ile yakın ilişki içindedir. Bu önemli "meziyet"ler, Bilderberg'e başkan olmak için yeterlidir elbette...
Bernhard'ın da ekibe katılmasıyla birlikte, Bilderberg'i kurmanın zamanı gelmiştir artık. Retinger, Bernhard ve Rykens, her NATO ülkesinden iki temsilci belirlerler. Bu iki temsilci, ülkedeki liberal ve muhafazakar kanatları temsil edebilecek özelliktedir. Böylece 1954 yılının Mayıs ayının son üç gününde, Bilderberg Oteli'nde ilk toplantı yapılır. Katılanlar arasında ilk dikkat çeken isimler şöyledir: Değişmez patron David Rockefeller; Kennedy ve Johnson dönemlerinde ABD Dışişleri Bakanı ve Rockefeller Vakfı başkanı Dean Rusk; Carnegie Endowment'ın başkanı Joseph E. Johnson; İngiliz Savunma Bakanı Denis Healey; Winston Churchill'in mesai arkadaşı Lord Bootby...
1954'deki bu ilk toplantının ardından, Bilderberg zirveleri etkisi ve katılım sayısı gittikçe artarak devam eder. Retinger, 1960 yılındaki ölümüne dek Grup'un daimi sekreteri olur. Prens Bernhard ise adı 1976 yılında patlak veren ünlü Lockheed rüşvet skandalına karışıncaya dek Grup'un başkanlığını yürütür, ancak Lockheed'le birlikte istifa etmek zorunda kalır.
Bilderberg toplantıları, örgütün kuruluşundan sonra her yıl daha da güçlenerek devam etti. Batı'nın ünlü politikacıları, sanayicileri, işadamları, diplomatları örgütün "gizli" toplantılarına katıldılar. Basının önemli isimleri de Bilderberg toplantılarında boy gösterdiler. Bilderbergli gazeteciler arasında, Washington Post ve Newsweek'in sahibi Katherine Graham, Alman Die Zeit'ın yönetmeni Theo Sommer, Fransız Le Point dergisinin yönetmeni Claude Imbert, Danimarka'da yayınlanan Berlingske Tidende'nin yönetmeni Aage Deleuran, Kanada'da çıkan The Daily Telegraph'ın sahibi Conrad Black. Finlandiya'da çıkan Helsingin Sanomat'ın sahibi Aatos Erkko sayılabilir.
Bilderberg'in İşlevi ve Dünya Devleti'ne Giden Yol
"Bilderberg üyelerinin büyük bölümü aynı
zamanda masondur. Bir ikinci ortak
özellikleri, kurulu düzenin hep üst kademesinde
yer alıyor olmalarıdır." (Bientot un
Gouvernement Mondial, Pierre
Virion, s. 86)
Kitabın ikinci bölümünde incelediğimiz bilgiler, Batı dünyasının, Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasında kurulmuş olan İttifak'ın elinde büyük bir değişim yaşadığını gösterdi. Buna göre, İttifak, elbirliği ile dini otoriteyi ortadan kaldırmış ve dini otoritenin gücünün ardında yatan zihniyeti de değiştirmişti. Önce Protestanlık, sonra da Aydınlanma ile gerçekleşen bu büyük dönüşüm, önceden dini otorite tarafından dışlanmış olan İttifak'a iktidar yollarını açtı. İttifak, Batı insanını ilahi değerlerden koparmakla, kendine siyasi fırsatlar yaratmış oluyordu. Çünkü insanların kimliklerinin değişmesi, siyasi sistemlerinin de değişmesi sonucunu doğuruyordu. Yaşanan dönüşüm sonucunda, eskiden kendilerini Hıristiyan olarak tanımlayan ve siyasi otorite olarak da Kilise'yi ve ona bağlanmış olan monarşileri tanıyan toplum, kendini bir ulus olarak tanımlamaya başladı. Ulusun yönetiminde dini otoritenin bir rolü olamazdı. Kurulan ulus-devletler bu nedenle İttifak'ın birer ürünüydü. İttifak, hem ulus-devletlerin, hem de ideolojilerin yardımıyla, Batı dünyasında kurulu olan düzeni yıktı ve kendi düzenini kurdu.
Ancak bunlar, İttifak'ın tüm amaçlarına ulaştığı anlamına gelmiyordu. İttifak, Yahudi geleneğindeki Mesih inancı nedeniyle (ya da Kabalacıların uygulamaya koydukları Mesih Planı gereğince), dünya üzerinde kesin bir kontrol kurmak istiyordu. Kesin bir kontrol, ancak merkezi bir kontrolle elde edilebilirdi. Bu nedenle de İttifak, ulus-devlet modelini de aşarak, bir "Dünya Devleti" modeli arayışına girdi. Bunun için, öncelikle dünyanın ekonomik entegrasyonu gerekliydi. Daha sonra da tüm siyasi otoritelerin tek bir merkezde toplanması gündeme gelecekti. Böylece oluşması hedeflenen Dünya Devleti, ulaşılması umulan dünya egemenliğini de beraberinde getirecekti. Bu, Mesih'in gelişinden az önce gerçekleşmesi beklenen dünya egemenliğiydi; "insan eliyle" ulaşılabilecek olan en büyük egemenlik. Mesih, bir de birtakım doğaüstü güçleri ekleyerek genişletecekti bu egemenliği.
Kısacası, ulus-devletlerin kuruluşunun ardından, Mesih Planı'nda sıra, bu ulus-devletleri birleştirip önce bazı devlet grupları, sonra da tek bir Dünya Devleti kurmaya gelmişti. Yahudi önde gelenleri Plan'ın bu aşaması üzerinde yoğunlaşacaklardı. 20. yüzyılın hemen başında İttifak'ın önderliğinde kurulmaya çalışılan uluslararası örgütler bu düşüncenin bir göstergesiydi. CFR gibi son derece önemli bir örgütün başlıca mimarları arasında yer alan Paul Warburg'un ki örgütün diğer mimarları da yine onun gibi "ırk bilinci" yüksek Yahudilerdi ünlü sözü de, Dünya Devleti hedefinin Yahudi önde gelenleri açısından ne denli vazgeçilmez olduğunu ortaya koyuyordu. "Bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak" demişti Warburg, "... tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır."
Temeli Bilderberg toplantılarında atılan ve Avrupa Birliği fikrinin öncülüğünü yapan Roman Anlaşması. |
Bilderberg, İttifak tarafından Dünya Devleti'ne giden yolda verimli bir aygıt olarak kuruldu. Önceki sayfalarda Bilderberg'in masonlukla ve Yahudi finansörlerle son derece yakından ilişkili bir örgüt olduğunu inceledik. Bilderberg'in masonlukla çok paralel bir örgüt olduğu, Grup toplantılarına çağrılanların büyük bölümünün aynı zamanda kendi ülkelerindeki locaların etkin isimleri oldukları, konuyla ilgilenen pek çok yazar tarafından da vurgulanan bir gerçektir. Bu durumda Bilderberg, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulu olan İttifak'ın yeni bir örgütlenmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da konuyla ilgilenen yazarların çoğu tarafından vurgulanır. Bilderberg'in "Yahudi bağlantısını" farkeden İrlanda dergisi New Nation bile, "bir Dünya Devleti kurmak için Bilderberg, B'nai B'rith örgütü ve diğer Yahudi örgütleri işbirliği yapmaktadır" demişti.116
Bilderberg'in içinde Rothschild hanedanının önemli bir rol oynuyor oluşu da, örgütün "Yahudi bağlantısı" ile ilgili bir göstergedir. Amerikan Spotlight dergisi, Bilderberg'in Amerikan kanadının en güçlü isminin kuşkusuz Rockefeller olduğunu vurguladıktan sonra, Grup'un Avrupalı daimi üyeleri arasında en güçlüsünün de Rothschild olduğuna dikkat çekiyor. Rothschildlar'ın Grup içindeki etkisi, 1974'deki toplantının Edmond de Rothschild'ın sahibi bulunduğu Mont d'Arbos Hotel'de düzenlenmesinde bile kendini belli etmektedir.117
Kısacası, Bilderberg İttifak'ın bir aygıtı olarak oluşturuldu. Ve doğal olarak Mesih Planı ve de Plan'ın önemli bir aşaması olan Dünya Devleti hedefi için kullanılacaktı. Bu hedefi gerçekleştirmek için, Bilderberg önce bir Avrupa Birliği oluşturmaya yöneldi. ABD'nin eski Almanya Büyükelçisi George McGhee'nin de vurguladığı gibi bir Ortak Pazar (Avrupa Ekonomik Topluluğu) kurma fikri, ilk kez Bilderberg toplantılarında ortaya atıldı. Daha sonra Avrupa'nın birleşmesi fikrini savunan ve uygulamaya geçirenler de hep Bilderbergliler oldu. Bilderberg'in güçlü isimlerinden Giovanni Agnelli'nin bu konudaki kararlılığı, "Avrupa'nın bütünleşmesi bizim amacımızdır ve siyasilerin başarısız kaldıkları noktada biz sanayiciler sonuca ulaşmayı umud ediyoruz" şeklindeki sözlerinden okunmaktadır.
Bilderberg, yalnızca Avrupa'yı değil, dünyayı bütünleştirme çabalarının da başına çekti. Globalleşme dediğimiz sürecin mimarı en başta Bilderberg Grup oldu. Gonzales Mata, örgütün Dünya Devleti'ne giden yoldaki çalışmalarını vurgularken şöyle diyor: "Bilderberglilerin programının başında uluslararası problemler yatıyordu; gümrük sınırlarının kaldırılması, uluslararası polis teşkilatının kurulması, uluslararası parlamentonun kurulması gibi." 118 Bilderberg'in Dünya Devleti yolundaki çalışmaları, son dönemde de Maastricht anlaşması ile kurulan Avrupa Birliği, GATT, EFTA, NAFTA gibi globalleşme ve ulus-devletler arası bütünleşme projeleri ile sürmektedir.
Ancak İttifak globalleşme politikası ile dev bir Dünya Devleti hedefine yürürken, yine de, emperyalizmin doğasına uygun olarak, dünyayı kutuplara ayırmayı tercih etmiştir. Bu ayrımı incelerken de, İttifak'ın en yeni aygıtına, Trilateral Komisyonu'nu bakmakta yarar var.
Üçüncü Dünya'nın Düzen'e Başkaldırışı
ve Soğuk Savaş Oyununun Sonu
"Borçlarımızı ödemek için çocuklarımızı açlıktan
öldürmemiz mi gerekiyor? Şimdi bu sorunun
cevabı pratikte verilmiş durumdadır. Ve cevap
'evet'tir. Geçen üç yılda dünyanın yüzbinlerce
çocuğu ülkelerin borçlarını ödeyebilmek için
canlarını verdiler ve halen milyonlarcası da yetersiz
beslenme sonucunda çelimsiz vücutları ve zayıf
zihinleri ile faiz ödemeye devam ediyor."
- Tanzanya eski devlet başkanı Julius Nyerere
Önceki sayfalarda CFR'nin politikalarını incelerken, "CFR'nin yönettiği Soğuk Savaş oyunu" başlığını kullanmıştık. Soğuk Savaş gerçekte bir oyundu; çünkü ideolojik kutuplaşma görüntüsü altında iki emperyalist gücün dünyayı paylaşımından ibaretti. Bu nedenle CFR hem Sovyetler'e bazı bilinçli taviz ve destekler verdi, hem de anti-komünizm edebiyatından güç alarak Amerikan yayılmacılığını güçlendirdi. İdeoloji, gerçekte ne Sovyetlerin, ne de Amerikalıların inanmadıkları ancak "yayılmak" için ihtiyaç duydukları bir araçtı yalnızca.
Bir başka vurgulanması gereken nokta da, "iki süper güç" edebiyatının gerçekleri yansıtmadığıdır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra tek bir süper güç vardı; ABD. Sovyetler Birliği, ABD kendisine bir "karşı düşman" olarak ihtiyaç duyduğu oranda güçlenebildi. Gerçekte her zaman ipler asıl olarak Amerika'nın elindeydi ve Soğuk Savaş oyununun temposunu da o ayarladı. Dilerse Sovyetler Birliği'ni aç bile bırakabilirdi, ancak varlığına ihtiyaç duyduğu düşmanını tahılla beslemekten geri kalmadı.
İşte Soğuk Savaş bu dengeler üzerine kuruluydu. Sistem, Birinci Dünya (kapitalist Batı) ve İkinci Dünya'nın (Sovyetler ve Avrupalı müttefikleri), Üçüncü Dünya'yı sömürgeleştirmesi üzerine kuruluydu. Uzakdoğu, Latin Amerika ve Afrika başta olmak üzere, Üçüncü Dünya Soğuk Savaş'ın gerçek kurbanıydı. Üçüncü Dünya ülkeleri, Amerikan ve Sovyet stratejistlerinin hesaplarına göre paylaşılıyor ve sömürülüyorlardı. Bu, yeni-kolonicilik dönemiydi ve sömürü düzeyi açısından eski kolonicilikten daha da acımasızdı.
Kısacası, Soğuk Savaş sırasındaki Dünya Düzeni, Birinci ve İkinci Dünya'nın, Üçüncü Dünya üzerinde egemenlik kurmasına dayanıyordu. Sistemden rahatsız olabilecek tek güç, Noam Chomsky'nin de sık sık vurguladığı gibi Üçüncü Dünya'ydı. Bu nedenle, Soğuk Savaş senaryosu üzerine kurulu olan Düzen'in sürüp sürmeyeceğini belirleyecek etkenlerin başında, Üçüncü Dünya'nın tavrı geliyordu. Üçüncü Dünya, Düzen'i reddetmeye başladığı anda yeni tedbirler gerekecekti.
Üçüncü Dünya'nın Düzen'e karşı çıkmaya başlaması, eski kolonicilik dönemini bitiren Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri ile oldu. Önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi bu mücadeleler ile birlikte özellikle Asya ve Afrika'da çok sayıda yeni devlet oluştu. Bu devletler, doğal olarak Batı yayılmacılığına tepki duyuyorlardı. Ayrıca eski sömürgeciliğin bitimiyle başlayan yeni-sömürgeciliğe (neo-kolonyalizm) de karşı çıkıyorlardı (bu yeni-sömürgecilik dalgasında Üçüncü Dünya ülkeleri sözde politik yönden bağımsız oluyorlar, ancak gerçekte özellikle ekonomik yönden Batılı patronlarının sömürüsüne maruz kalmaya devam ediyorlardı). Bu ortam içinde, Düzen'in sahte muhalifi onlara yanaştı: Sovyetler Birliği, önce de vurguladığımız gibi, Üçüncü Dünya'daki Ulusal Kurtuluş Mücadelelerini sözle de olsa destekleyerek onları kendi safına çekmeye çalışıyordu. Ancak bu yanaşma, gerçekte bu yeni devletleri Düzen'e uydurmaktan başka bir anlam taşımıyordu.
Nitekim Üçüncü Dünya'nın yeni ülkeleri de, "emperyalizm"in hem Batı hem de Sovyetler Birliği tarafından uygulandığını farketmekte gecikmediler. Bu Üçüncü Dünya ülkeleri, öncelikle uluslararası ekonominin kendilerinin zararına olduğunu farkettiklerinde tepki gösterdiler; BM çatısı altında UNCTAD-United Nations Conference on Trade and Development (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Gelişme Konferansı) adlı bir organizasyon oluşturdular. Bu organizasyon bir süre sonra NIEO-New International Economic Order (Yeni Enternasyonal Ekonomik Düzen) adlı bir ekonomik model önerdi. Bu modelle birlikte gelişmiş ülkelerden bazı istekleri vardı: Gelişmiş ülkelere olan borçlarının ertelenmesini ya da silinmesi (çünkü bunları ödemeleri imkansızdı), gelişmiş ülkelerin kendilerine teknoloji yardımı yapması, gelişmiş ülkelerin kendilerinden yalnızca hammadde değil aynı zamanda sanayi malları da satın alması, gelişmiş ülkelerinin GSMH'lerinin % 0.7'sini her yıl Üçüncü Dünya Ülkelerine hibe etmesi.
Bu istekler aslında makul isteklerdi, eğer gelişmiş ülkeler gerçekten Üçüncü Dünya'nın kalkınmasını istiyor olsalardı. Ama gelişmiş ülkeler, kurulu Düzen'den son derece memnundular ve değil Üçüncü Dünya'nın kalkınmasını istemek, bunu büyük bir tehdit olarak görüyorlardı. Bu nedenle ne Birinci Dünya (kapitalist Batı), ne de İkinci Dünya (Sovyetler Birliği ve Avrupalı müttefikleri), Üçüncü Dünya'nın bu isteklerinin birini bile kabul etmediler. Kabul edenler, yalnızca, ne Amerikan ne de Sovyet kampına dahil olmayan İskandinav ülkeleriydi.
Kapitalist Batı'nın bu isteklere yüz çevirmesi Üçüncü Dünya için pek şaşırtıcı olmadı; Üçüncü Dünya bu ülkeleri zaten "emperyalist" olarak görüyordu. Ama asıl şaşırtıcı olan Sovyetler Birliği'nin Üçüncü Dünya'nın bu isteklerini kabul etmemesiydi. Çünkü sosyalist dünyanın büyük patronu, o ana dek hep bu ülkelere, onları "kurtarmak" istediği gerekçesiyle yanaşmıştı. Onlara, "emperyalist Batı'dan kurtulmak istiyorsanız bizim kucağımıza gelin" mesajını vermişti. Ancak NIEO'yu reddederek, gerçekte kurulu Dünya Düzeni'nden son derece memnun olduğunu, Üçüncü Dünya'nın kalkınmasını istemediğini ve kendisinin de aynı gizli ortağı olan ABD gibi "emperyalist" olduğunu açıkça göstermişti. Bunun üzerine Üçüncü Dünya ülkeleri tarihi bir adım atarak 1976 yılında Manila Deklarasyonu'nu yayınladılar. Deklarasyon, Sovyetler Birliği'nin de kapitalist Batı'dan hiçbir farkı olmadığını, Sovyetler Birliği'nin de "emperyalist" olduğunu, Üçüncü Dünya ülkelerini "hammadde deposu" olarak gördüğünü duyurdu. Bunun üzerine Kremlin Üçüncü Dünya'ya yaptığı göstermelik yardımı biraz artırarak durumu kurtarmaya çalıştı ama artık çok geçti. Düzen'in dev sömürgesi olan Üçüncü Dünya'da tehlike çanları çalmaya başlamıştı.
Manila Deklarasyonu'ndan bir yıl önce de yine ilginç bir şey olmuş, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, çoğunluğu Üçüncü Dünya ülkelerinden oluşan 72 üye ülkenin oyuyla, "Siyonizmin ırkçılık olduğunu" kabul etmişti. Düzen'in patronları açısından, bu da oldukça anlamlı bir işaretti.
Bu arada 1968 hareketleri de ABD-Sovyet gizli ittifakına duyulan tepkiyi dışa vurdu; sokaklara dökülen "bağımsız sol", Sovyetlerin de aynı ABD gibi "emperyalist" olduğunu duyurdu. 1970'li yıllarda da "bağımsız sol" çeşitli ülkelerde iktidara geldi. En önemlilerinden biri, Nikaragua'daki Amerikan yanlısı Somoza diktatörlüğünü yıkarak başa geçen Sandinista hükümetiydi. Sandinistalar "anti-Amerikan"dılar, ancak "Sovyet yanlısı" da değildiler; yalnızca ülkelerinin yeni-sömürgecilik dalgasından kurtulmasını istiyorlardı. Düzen'in her iki kanadıyla barışık olmadıkları için, Düzen'in hışmına uğradılar: Amerika Sandinistalar'ı devirmek için, İsrail'in büyük yardımlarıyla, "kontra" denilen profesyonel katilleri oluşturdu. Bir yandan da Sandinistaları "bağımsız sol" olarak kalmaktan vazgeçirmeye, Nikaragua'yı Sovyetler'e yakınlaşmaya zorluyordu. Tüm bunların yanında bir de 1979'da İran'da yaşananlar vardı ki, Üçüncü Dünya'daki "tehlike çanları"nın sesini iyice yükseltmişti. En büyük Amerikan müttefiklerinden biri olan Şah'ın devrilmesi hem de, aynı anda hem anti-Amerikan, hem anti-Sovyet olan bir güç tarafından devrilmesi büyük bir uyarıydı.
Tüm bunlar, Üçüncü Dünya'da, Düzen'in her iki "süper"ine de boyun eğmeyen yeni güçlerin varlığını ortaya koyuyordu. Ne Amerika'yı, ne de Sovyetler'i patron olarak tanımayan bu yeni akım, kuşkusuz Soğuk Savaş senaryosu altında dünyayı paylaşma temeline dayanan Düzen adına büyük bir tehditti. En önemlisi de, bu yeni Düzen-karşıtı akımın içinde, gittikçe yükselen bir İslami potansiyel bulunuyor olmasıydı. 1979 yılında Şah'ın devrilmesi, hem Amerika'yı hem de Sovyetler'i oldukça tedirgin etmişti. Bu nedenle Amerika, gizli dostu Saddam'ı bu yeni güce saldırtmıştı. Buna karşılık, kendi güney sınırlarını (Tacikistan, Türkmenistan, Özbekistan) bir "İslami domino teorisi" ile kaybetmekten korkmaya başlayan Sovyetler de, bu yeni gücün etki alanını daraltmak için Afganistan'ı işgal etmişti.
Şah'ın devrilmesiyle birlikte, dünyada Wilson-Lenin döneminden bu yana süren ikili sisteme karşı yeni ve güçlü bir alternatif çıkmıştı. 1979'daki olayın İslam'ı iyi ve doğru temsil edip etmediği ayrı bir konuydu ama ne olursa olsun, Düzen'i reddeden yeni bir güç doğmuştu. Üstelik bu güç, köksüz ve geçici bir güç değildi; Düzen'in her iki kanadının da (kapitalist ve sosyalist blok) kabul ettiği değerlerin tümünü baştan sorguluyor ve çoğunu reddediyordu. Düzen'in temel özelliği seküler (din-dışı) olmasıydı: ABD Büyük mührü'nde yazan Novus Ordo Seclorum (Yeni Seküler Düzen) ibaresi bunu ifade ediyordu. Oysa Üçüncü Dünya'da doğan bu yeni güç, Düzen'in her iki kanadının da paylaştığı bu seküler (din-dışı), maddeci, dünya-merkezli temeli reddediyordu. Düzen'in üzerine kurulduğu Aydınlanma, Fransız Devrimi gibi dayanakların tümünü rafa kaldırıyor, yerine tamamen farklı dayanaklar yerleştiriyordu. Kısacası, İslam yükselmeye başlamıştı ve Düzen'in stratejistleri bu yükselişin daha da artarak kendileri açısından çok daha tehlikeli boyutlara varacağını çoktan farketmişlerdi bile. (Bugün bu gerçeğin daha da farkındalar; bu nedenle CFR'li Huntington, dünyanın İslam ve Batı medeniyeti arasında geçecek olan bir "çatışma"ya doğru gittiğini söylüyor.)
İşte bu ortamda Düzen'in stratejistleri yeni bir yapılanma arayışına girdiler. Yapılması gereken, gittikçe daha tehlikeli hale gelmeye başlayan Üçüncü Dünya'ya karşı, Birinci ve İkinci Dünyalar arasında bir ittifak oluşturmaktı. Batı ve Doğu'nun zenginleri arasındaki ideolojik ayrıma artık gerek kalmamıştı. Batı ve Doğu'nun zenginleri, Güney'deki Üçüncü Dünya'ya karşı birleşmeliydi. ABD-Sovyet yakınlaşmasını simgeleyen detant süreci, tam da bu noktada, 1970'li yılların başında CFR'nin parlak beyni Henry Kissinger'ın denetiminde uygulamaya kondu.
Aynı dönemde kurulan Trilateral Komisyonu ise Batı-Doğu yakınlaşmasının başlıca uygulayıcısı oldu.
Trilateral Komisyonu'nun Kuruluşu
Trilateral Commission (Üçyüzeyli Komisyon) 1973 yılında kuruldu. Komisyon, CFR tarafından, daha doğrusu CFR'nin patronu olan Rockefeller hanedanı tarafından oluşturulmuştu. Rockefeller, CFR'nin daha önce Bilderberg kanalıyla Avrupa'ya uzanmış olan kolunu, bu kez tüm gelişmiş ülkelere yaymak istiyordu. Bu nedenle Komisyon, üç ayrı gelişmiş bölgenin sanayici ve işadamlarının bir araya gelmesiyle oluştu: Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya. Komisyonun başkanlığına ise Rockefeller'ın çok yakın adamlarından birisi getirilmişti. Hanedanın adeta "sağ kolu" olan bu kişi, aynı zamanda Rockefellerlar'ın soydaşıydı da; Zbigniew Brzezinski. Polonya Yahudisi Brzezinski, Komisyon'un başkan koltuğuna oturduktan sonra hızla yükseldi ve Rockefeller'ın desteğiyle, Carter yönetiminde Ulusal Güvenlik Danışmanı gibi kilit bir göreve getirildi.
Brzezinski, aslında gelişmiş ülkeleri bir araya getirecek bir ittifaktan Komisyon kurulmadan daha önce söz etmişti. Yazdığı Between Two Ages (İki Çağ Arasında) adlı kitabında Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya arasında birlik önermişti. Brzezinski'nin bu kitapta ortaya koyduğu düşünceler dizisi, Komisyonun temel stratejilerinin belirlenmesinde önemli rol oynadı.
Trilateral komisyonu, CFR'nin Bilderberg'den sonraki ikinci büyük ürünü oldu. Bilderberg yalnızca Amerikalı ve Avrupalı üyeleri biraraya getirirken, Trilateral, masonik paktı "üçyüzeyli" hale getirerek Japonları da kabul etmişti. "Örtülü Yahudi" Rockefeller hanedanı, CFR'nin olduğu gibi Trilateral'in de gerçek yöneticisiydi. Örgütün ilk başkanı ve en önemli beyinlerinden biri ise yine ünlü bir isimdi: Polonya Yahudisi Zbigniew Brzezinski. (yanda) |
Ancak Brzezinski, kuşkusuz "sahibin sesi"ydi ve asıl olarak Rockefeller hanedanının politikalarını temsil ediyordu. Rockefeller ise Yahudi önde gelenlerinin en güçlülerinden biriydi. Bu, doğal olarak, Komisyon'da bir Yahudi etkisi ve masonik boyut çağrıştırıyordu. Nitekim Fransız dergisi Lectures Francises, Komisyonun kuruluşunu şöyle özetliyor:
Bu Komisyon David Rockefeller'ın fikridir. 1972 yılındaki bir Bilderberg toplantısından sonra, Rockefeller komisyona üye olarak uluslararası mason finansörleri, üst düzey politikacıları ve ünlü Yahudileri biraraya getirmeye başladı. Komisyonun kurulmasında kendine en büyük desteği de Brzezinski vermiştir.119
Solcu yazar Memduh Eren de, Komisyon'un masonik boyutunu sol literatüre uygun olarak şöyle vurguluyor:
Yüzyıllar boyu dünyayı kasıp kavuran ve artık geçerliliği pek kalmayan masonik örgütlerin atrofisinden sora dünyadaki egemen güçler, 'yeniden yapılanma' gereksinimini duydular. Emperyalizmin bu alandaki 'yeni' stratejisi; 1973 yılında kurulan Trilateral Commission 'Üç Yanlı Komisyon' tarafından oluşturulmuştur. Bu stratejinin mimarı ise Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski'dir. Bu komisyon, dünyanın en büyük bankası Chase Manhattan Bank'ın Başkanı David Rockefeller öncülüğünde 'Üç Emperyalist Yan'da (ABD, AET ve Japonya) önde gelen sanayicilerin, maliyecilerin siyaset adamları ve öğretim üyelerinin kurdukları (resmi olmayan), bir çeşit karşı-devrimci ve 'Halk Düşmanları Enternasyonali'dir.
Yani canavar büyüyecektir. 1950'li yıllar yeni mandaterizmin düşünceden örgütlenmeye daha akıllıca yaygınlaşmaya başladığı dönemdir. Bu gizli örgütün tepe noktasında ABD (Wall Street), taban noktalarında ise Japonya ve Avrupa'da bulunan mason üçgeni, bir başka deyişle, Tokyo Borsası ve Londra Kenti bulunur.120
Masonik sistemin yeni bir uyarlaması olan Komisyon, ilk olarak Carter hükümetinde büyük güce ulaştı. Hükümette, Carter'ın kendisi de dahil 20 önemli kişi Komisyon'a üye idi. Komisyonun diğer üyeleri önde gelen finansörler, sanayiciler ve akademi uzmanlarıydı. Carter'ı izleyen hükümetlerde de Trilateral'ın etkisi sürdü; Bush ve Clinton birer Trilateral üyesiydiler.
Trilateral Komisyonu ve ABD'deki "Orwellyen Demokrasi'
"Demokrasi teriminin iki anlamı vardır.
Bunlardan birincisi sözlük anlamıdır, diğeri
ise yapılanlara gerekçe uydurmak
amacıyla demokrasi terimine giydirilmiş olan
bir anlamdır... Bu ikinci anlamda ABD'de
demokrasi olması demek, iş dünyasının
kontrolü altında bulunan siyasi ve ideolojik
bir sistemin var olması demektir."
Noam Chomsky
Trilateral Komisyonu'nun işlevlerinden biri de "demokratik totaliter toplum" yaratma yolundaki çalışmalarıdır. Önceki sayfalarda, CFR'nin kurulduğu yılları incelerken, CFR'nin Amerikan kamuoyununun düşüncesini denetim altına alma yönündeki hedeflerine ve Walter Lippmann ile Albay House gibi CFR beyinlerinin bu konudaki düşüncelerine değinmiştik. Çünkü halkın düşüncesini yönlendirmeden dış politikayı yönlendirmek mümkün değildi. Amerika "demokratik" bir ülke olduğuna göre, bu iş, ilkel totaliter devletlerde olduğu gibi kaba kuvvet kullanarak değil, toplu beyin yıkama yöntemleri ile gerçekleştirilecekti.
Noam Chomsky'nin bu konu hakkındaki görüşlerine ve CFR'nin oluşturduğu Creel Komisyonu ile Walter Lippmann hakkındaki yorumlarına önceki sayfalarda değindik. Chomsky'nin bu konuda verdiği bir başka ilginç bilgi ise halkın düşüncesini yönlendirme ("rıza oluşturma") konusunda yoğunlaşmış kurumların başında Trilateral Komisyonu'nun geldiğidir. Ünlü yazar "David Rockefeller'ın girişimiyle Birleşik Devletler'den, Avrupa'dan ve Japonya'dan bazı liberal seçkinlerin katılımıyla oluşturulan Komisyon"un, Vietnam Savaşı sırasında halktan gelen tepkilerle oluşan "demokrasi krizi"ne çözüm bulmak için özel bir çalışma yaptığını bildirir.121"Demokrasi krizi" kavramı ise Chomsky tarafından şöyle açıklanmaktadır:
Vietnam savaşı Amerikan halkının politize olmasına neden olmuştu. İşin aslının farkında olmayanlar bunu demokrasi olarak isimlendirebilirler. Oysa Batı'lı düşünürler hastalığın farkındaydılar ve mevcut rahatsızlığı 'demokrasi krizi' olarak teşhis etmekteydiler. Tedavisini de halk kitlelerinin eski klasik konumlarına çekilmesinde, tekrar pasifize edilmesinde görmekteydiler. Demokrasinin Orwellyen manada yoluna devam edebilmesi, yani sermaye çevresi tarafından belirlenmiş kuralların kritik bile edilmeden kabul gördüğü, her türlü kararı seçkinlerin verip, iş olsun diye halka da onaylatıldığı, devletin politikasının oluşmasında halkın kesinlikle rol almadığı bir düzenin var olmaya devam edebilmesi için bu zaruri idi. Halkı olup bitenlere karşı ilgisiz, yönetime karşı itaatkar kılmak, gençlerin yoğurulduğu eğitim kurumlarında disiplini restore etmek, kitle iletişim araçlarında yer göstermeğe başlayan muhaliflerin sesini kesmek, seçkinlerin tayin ettiği yönetime karşı takınılabilecek tavırları daha kaynağında kurutmak kaçınılmaz olmaktaydı.122
Vietnam savaşıyla kendini gösteren sözkonusu "demokrasi krizi", halkın kendini ilgilendirmemesi gereken bir konuya, devlet yönetimine burnunu sokmak istemesinden doğmuştu. Çözüm halkın yeniden pasifize edilmesi, medya yoluyla "itaatli" hale getirilmesiydi. Trilateral Komisyonu, bu proje üzerine yoğunlaşmıştı. Komisyon, 1975 yılında, "demokrasinin yönetilebilirliği" üzerine bir rapor hazırlatmış ve halktan gelen taleplerin sistemin işlemesine etki etmekten nasıl uzak tutulabileceği konusunda kapsamlı bir araştırma yaptırmıştı. Komisyon adına araştırmayı yapan akademisyenlerin başında ise "Medeniyetler Çatışması" teziyle son yıllarda iyice ünlenen bir isim, Samuel Huntington geliyordu. Böylece Trilateral Komisyonu, Chomsky'nin deyimiyle, ABD'deki "Orwellyen demokrasi"yi korumak için kolları sıvamıştı.
Noam Chomsky, bu "Orwellyen demokrasi" deyimini Amerikan toplumunda kurulu olan gizli totaliterizmi ifade etmek için sık sık kullanır. "Orwellyen" deyimi, George Orwell'in ünlü 1984 adlı romanına göndermedir. Bilindiği gibi Orwell, 1949'da yazdığı bu kurgu-romanda, 1984 yılında tüm dünyada tam totaliter bir düzenin kurulacağını ve insan hayatının her alanının "Parti" adı verilen bir örgüt tarafından denetim altında tutulacağını kehanet etmişti. Chomsky'nin, ABD'yi, Orwell'in kitabındaki totaliter devlete neden benzettiğini anlamak için 1984'de anlatılanları hatırlamakta yarar var.
Romanda anlatılan olaylar 1984 yılında İngiliz Sosyalizmi, kısaca "Insos" denilen düzende geçer. Düzeni yürüten Parti'dir. Parti, halka "Büyük Birader" adı verilen bir sima ile görünür. Büyük Birader'in yüzü hep tele-ekranlardan halkı izler, sevgi, korku ve saygı salar yüreklere. Partinin dışında kalanlara "proleterler", kısaca "proller" denir. Bunlar nüfusun % 85'ini oluşturmaktadırlar. İlginç olan, Parti'nin kitleleri denetim altında tutmak için kullandığı yöntemlerdir: Üç önemli yöntem vardır: Geçmişi denetim altında tutma, yeni dil ve ikili düşünce. Geçmişi denetim altında tutabilmek için geçmişle ilgili tüm belgeler, Parti'nin gereksinimlerine göre yeniden yazılır. Böylece tüm tarih yok edilmiş olur. Bu aynı zamanda Parti'nin, kendi yönetiminin ezeli ve ebedi olduğu şeklindeki iddiasına da dayanak sağlar. Yeni dilin amacı, düşüncenin alanının daraltılması ve yine tarihin unutturulmasıdır. Herkes bu dili konuşmaya mecbur bırakılmıştır. İkili düşünce ise iki çelişkili düşünceyi aynı anda benimsemektir. Bazı devlet dairelerinin adları ikili düşünceye örnek oluştururlar. Barış Bakanlığı savaşı yürütür. Sevgi Bakanlığı soruşturma ve işkence işleri ile uğraşır. Bu yöntemlerle Parti, gerçeklik algısını, dolayısıyla gerçeği istediği gibi saptamaktadır.
Alman ressam Magnus Zeller, Der Hitlerstaat adlı yandaki ünlü tablosunda, Nazi devletinin totaliter yapısını tasvir etmişti. Oysa Naziler ve benzeri kaba totaliterizm rejimlerinin yanında bir de görülmeyen, hissedilemeyen totaliter düzenler vardır. Toplumu kaba kuvvet yoluyla ezerek değil, beynini yıkayarak kontrol edenler. İşte CFR-Trilateral-masonluk kompleksinin hedeflediği totaliterizm, bu ikinci türe girer. |
Chomsky, ABD'deki sözde demokrasiyi işte bu sisteme benzetmekte, demokrasi görüntüsünün ardında "Orwellyen" bir totaliterizmin hakim olduğunu bildirmektedir. Orwell'in kurguladığı totaliter toplumda kullanılan yöntemler, ABD'de (ve aslında daha pek çok modern devlette) uygulanmaktadır. Geçmişi denetim altında tutma, tarihi değiştirme, gerçekleri gizleme, medya ve "resmi tarih" yoluyla en çok yapılan şeydir. Chomsky, bu konuda yapılan uygulamaların ki buna "tarih mühendisliği" diyor mantığını şöyle özetliyor: "Gerçekler ABD'nin ideolojisine beklenilen hizmeti verebilecek durumda değildir. Yeniden kağıt üstünde inşa edilmelidirler... Tarih, gerçekler bir yana bırakılarak, ABD'nin amaçlarına hizmet edecek tarzda yeniden yazılmalıdır." 123
Chomsky, Orwell'in romanındaki "ikili düşünce" tekniğinin de ülkesi tarafından kullanıldığına değinir. Ünlü yazar, Amerika'nın terörizm aleyhtarı edebiyatına rağmen terörizmin kaynağı olduğunu, uyuşturucuya "savaş açmasına" rağmen boğazına kadar uyuşturucu ticaretinin içinde bulunduğunu anlatır. Dışişleri Bakanlığı'nın yalanlarından ve haksız saldırılarından söz ettikten sonra da George Orwell'in resmi yalanlar üretmekle görevli olan Doğruculuk Bakanlığı'na gönderme yapar.124
ABD sisteminin Orwell totaliterizminden tek farkı, "demokratiklik" boyasına batırılmış olmasıdır. Bu nedenle sistemin totaliter olduğu bilinçli zihinlerden başka hiç kimse tarafından farkedilememektedir. Bu nedenle sistemin adı "Orwellyen demokrasi"dir.
Kısacası, ABD gizli totaliter bir denetim altındadır. Kuşkusuz bu noktada gündeme gelen anlamlı bir soru, bu sistemin kim tarafından denetlendiğidir. Önceki sayfalarda bu sistemin ilk örneklerinin CFR tarafından oluşturulduğunu incelemiştik. Chomsky, CFR'nin bir uzantısı olan Trilateral Komisyonu'nun da bu "Orwellyen demokrasi"nin kontrolünü üstlendiğini bildiriyor. Yani totaliter sistemin denetleyicileri, CFR-Trilateral çizgisidir.
Ancak CFR ve Trilateral de sonuçta birer aygıttırlar. Bu iki örgüt de, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak'ın oluşturduğu kurumlardır. Dolayısıyla gizli totaliterizmin, diğer adıyla "Orwellyen demokrasi"nin denetimi, İttifak'ın elindedir.
CFR-Bilderberg-Trilateral Kompleksi ve Masonluk
Bu bölümün başından bu yana, önce CFR'nin sonra da Bilderberg ve Trilateral Komisyonu'nun Yahudi önde gelenlerince kurulan ve finanse edilen örgütler olduğunu, Yahudi önde gelenleri-masonluk İttifakının bu ve benzeri örgütler yoluyla dünya politikasına yön vermeye çalıştıklarını ve bunun önemli ölçüde başardıklarını inceliyoruz. Dolayısıyla bu örgütler, Ortaçağ'da kurulan Tapınak Şövalyeleri, ya da Gül-Haçlar gibi örgütlerin modern bir türevlerinden başka bir şey olamazlar.
Nitekim öyledirler de. İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Templars, Masons and Occult Societies (Okült Komplosu: Tapınakçılar, Masonlar ve Okült Derneklerin Gizli Tarihi) adlı kitabında, bu konuya değinir. Howard'ın kitabın "Okültizm ve Modern Siyaset" başlıklı bölümünde yazdığına göre, pek çok okültizm (gizli bilim) uzmanı, Tapınakçılar ve masonlar gibi örgütlerin 20. yüzyıldaki siyasi kanadının CFR, Bildergbeg ve Trilateral gibi örgütler olduğu görüşündedir.
Bunun farklı göstergeleri vardır. Bunların biri, CFR-Bilderberg-Trilateral kompleksinin ideolojik esnekliğidir. Howard'ın vurguladığı ve bizim de önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, bu örgütler duruma göre kimi zaman siyasi yelpazenin sağ kimi zaman da sol kanadında gibi gözükebilmektedirler. Aynı şekilde bu örgütlerin üyeleri arasında hem sağcılar, hem de solcular bulunabilmektedir. Önceki sayfalarda incelediğimiz gibi CFR, hem anti-Komünist hem de Sovyet işbirlikçisi olabilmektedir. Bu durum, CFR-Bilderberg-Trilateral kompleksinin gerçekte ne kapitalist ne de sosyalist olduğunu, Howard'ın ifadesiyle "politiko-spritüel bir amaca ulaşmak için bu materyalistik sistemleri kullanarak kitleleri kontrol etme" hedefini taşıdığını gösterir.125 Bu özellik, Tapınakçı-Gül-Haç-mason geleneğinin de temel özelliğidir. 2. bölümde buna değinmiş ve masonluğun tüm seküler ideolojilerin doğuşunda lider rolü oynadığını belirtmiştik. Bunun amacını ise Gül-Haç kaynaklarında yapılan bir yorum açıklıyordu:
Hükümetler karşı koyacaklarından, yeryüzündeki yazgıları açıkça yönetemeyeceği için, bu gizemsel birlik ancak gizli dernekler aracılığıyla etkinlik gösterebilir.
Gereksinim doğdukça, yavaş yavaş oluşturulan bu gizli dernekler, birbirinden değişik, görünürde birbirine karşıt gruplara ayrılmışlardır. Bunlar zaman zaman, din, politika, ekonomi, yazın alanlarında yönetimle ilgili çok zıt düşünceler savunurlar ama tümü de, bilinmeyen ortak bir merkeze bağlı olup onun tarafından yönlendirilir; bu merkez, yeryüzündeki bütün egemenlikleri görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan bir itici gücü saklar içinde.126
İşte CFR-Bilderberg-Trilateral kompleksi, "yeryüzündeki bütün egemenlikleri görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan" bu "merkez"in bir ürünüdür. Bu kompleksin gerçekte şekil değiştirmiş bir loca olduğunu gösteren ilginç bilgiler var. Örneğin, Amerikan Büyük Mührü'nün Başkan Roosevelt döneminden itibaren dolar banknotlarının üzerine basılması, CFR'nin etkisi ile olmuştur.127 Bu önemlidir, çünkü önceden incelediğimiz gibi Amerikan Büyük Mührü, en başta "üçgen içinde göz" gibi semboller ve Novus Ordo Seclorum gibi ibareler olmak üzere, açık masonik mesajlar taşımaktadır.
Benzer masonik bağlar Bilderberg için de sözkonusudur. Robert Eringer, The Global Manipulators (Küresel Yönlendiriciler) adlı kitabında, Bilderberg'in uluslararası masonluğun bir aygıtı olduğunu anlatır. Eringer'in belirttiği bizim de önceki sayfalarda vurguladığımız gibi örgütün kurucusu olan Joseph Retinger yüksek dereceli bir masondur ve Bilderberg'i kurma işine localardan aldığı direktifle girişmiştir. Bilderberg'in yönetim kurulu sayısı 39 kişi gibi ilginç bir sayıdır. Çoğu okült uzmanı bu sayının 13'ün üç katı oluşuna dikkat çeker; 13, okült gelenek içersindeki en önemli sayıdır.128
Michael Howard'a göre, Bilderberg ve Trilateral, "masonluğun politik formu"ndan başka bir şey değildir.129 Yazar, bu örgütlerin, 14. yüzyıl Tapınakçıları'nın da hedefi olan "Birleşmiş bir Avrupa" ve son aşamada da "Birleşmiş bir Dünya" hedefi için çalıştıklarını söyler. Bir diğer hedef ise "dünya dinlerinin birleştirilmesi"dir. Tüm bunlarla neyin amaçlandığını keşfetmek içinse kahin olmak gerekmemektedir. Amaç, Yahudi önde gelenleri ile masonluk arasındaki İttifak'ın dünya egemenliğidir.
Ancak bu dünya egemenliğinin belirli aşamaları vardır. Öncelikle muhaliflerin ezilmesi ve hatta belki yok edilmesi gerekmektedir. Son bir-kaç onyılda oluşan dünyada oluşan Kuzey-Güney kutuplaşması, bu yolda önemli bir aşamadır.
Trilateralizm ve Kuzey-Güney Kutuplaşması
"Yakın bir gelecekte savaş ve barış
sorunları... Doğu ve Batı arasındaki askeri
güvenlik sorunlarından çok, Kuzey ve
Güney arasındaki ekonomik ve sosyal sorunlardan
kaynaklanacaktır" - Zbigniew Brzezinski,
Trilateral Komisyonu kurucusu
Trilateral ile ilgili olarak şimdiye dek değindiklerimiz, Komisyon'un gücü, masonik bağlantıları ve bazı işlevleri ile ilgili bilgiler. Ancak Komisyon'un en büyük fonksiyonu, konuya girerken vurguladığımız gibi asıl olarak dünyadaki Doğu-Batı kutuplaşmasını, Kuzey-Güney eksenine çevirmek için uğraşmasıydı. Trilateral Komisyonu, üyelerinin de açıkça ifade ettiği gibi, gelişmiş Kuzey ülkeleri arasında kurulması hedeflenen bir ittifakın çekirdeğiydi. Japonya'nın Komisyon'a dahil edilmesi bunun bir işaretiydi. Ancak Komisyon'un kuruluşunun ardından üyelerinin söylediği bazı sözler, daha da anlamlı mesajlar vermeye başladı. Çünkü bu sözler, Komisyon'un kurmak istediği ittifakın içine, İkinci Dünya'yı (yani Sovyetler Birliği ve Avrupalı müttefiklerini) de katmak istediğini gösteriyordu.
En ilginç açıklamalardan birini Komisyon'un başkanı olan Brzezinski yaptı. Brzezinski yıllardır Amerikalı stratejistlerin koruduğu anti-Marksist söylemi tamamen bir yana bırakarak Marksizmi öven ifadeler kullanmaya başladı. Bir tanesinde, "Marksizm aklın iman üzerinde bir zaferi, insanın evrenselci vizyonunun olgunlaşmasında hayati ve yaratıcı bir aşamadır" diyordu. Komisyon'un Amerika'daki sözcülerinden C. Smith, Brzezinski'nin sözlerine şunu da ekliyordu: "Her durumda Trilateral hiçbir şekilde anti-komünist olmamalıdır."130
Acaba neden Trilateral "hiçbir şekilde anti-komünist olmamalı"ydı? Brzezinski neden Marksizm'i övüyor, daha da önemlisi, "aklın iman üzerine bir zaferi" (!) olduğunu ilan ediyordu? Yoksa artık Soğuk Savaş senaryosunun sona ermesi ve kapitalist ve sosyalist blokların kucaklaşması mı isteniyordu?
Düşman artık, Brzezinski'nin ifadesiyle, "iman" mı olmuştu?
Brzezinski'nin, Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olduğu dönemde yaptığı bir başka yorum, Trilateral Komisyonu'nun ve Komisyon tarafından temsil edilen Düzen'in geleceğe nasıl baktığını çok iyi göstermişti. Şöyle demişti Brzezinski: "Olasıdır ki, yakın bir gelecekte savaş ve barış sorunları, II. Dünya savaşından beri uluslararası ilişkilere egemen olmuş Doğu ve Batı arasındaki askeri güvenlik sorunlarından çok Kuzey ve Güney arasındaki ekonomik ve sosyal sorunlardan kaynaklanacaktır." 131
Tüm bunlar, Trilateral Komisyonu ile yeni bir örgütlenme kurmuş olan geleneksel mason-Yahudi önde gelenleri İttifakı'nın, Soğuk Savaş senaryosundan vazgeçtiğini ve bir "Kuzey bütünleşmesi" istediğini gösteriyordu. Bu bütünleşmenin içinde İkinci Dünya, yani Sovyetler Birliği ve onun Doğu Avrupa'daki müttefikleri de yer alacaktı. Bu nedenle Trilateral kesinlikle "anti-komünist olmamalı"ydı; çünkü ancak bu şekilde komünizmle özdeşleşmiş olan İkinci Dünya'yla kucaklaşabilirdi. Hedeflenen bu sözkonusu "Kuzey bütünleşmesi" sayesinde, Düzen'e karşı gittikçe daha büyük bir tehlike oluşturmaya başlayan Güney'e karşı bir cephe oluşturulacaktı. "Güney" başlığı altında toplanan Düzen-karşıtı hareketlerin başında, kuşkusuz İslam geliyordu.
Trilateral'in belirlediği bu strateji, hemen uygulamaya kondu. Amerikalılar, Sovyetler'i Kuzey bütünleşmesine ikna edebilmek için fırsat kollamaya başladılar. Andropov ve Chernenko gibi iki pasif ve muhafazakar liderin kısa iktidarlarından sonra, 1985 yılında Gorbaçov Sovyet lideri olduğunda, beklenen fırsat yakalanmıştı. Sovyet ekonomisinin hantal, bürokratik ve verimsiz sistem nedeniyle iflasın eşiğinde olduğunu gören Gorbaçov, Batı'ya yakınlaşma çabası içine girdi. Sovyet liderinin Batı'ya yakınlaşma arayışına ilk cevap verenler ise Yahudi finans çevreleri ve de Trilateral Komisyonu'nun beyinleriydi:
Ocak 1989'da aniden B'nai B'rith Moskova'da bir loca açtı. B'nai B'rith, Gorbaçov ve arkadaşlarıyla samimi bir ilişkiye girerek de ikinci büyük başarısını kazandı. Acaba aynı anda Trilateral'in de devreye girmesi bir tesadüf müydü? 20 Ocak 1989 sayılı Humanité dergisi, Moskova'da Trilateral Komisyonu'yla, Sovyet liderlerinin karşılaşmasını yazar. Bu görüşmeye katılanlar Trilateral'den Rockefeller, Berthoin, Okowara, Giscard d'Estaing, Kissinger, Hyloand, Nakasone; Sovyetler Birliği'nden Gorbaçov, Yakovlev, Medvedev, Faline, Akhromeiev, Dobrynine, Tchernalev, Arbatov, Primakov.132
Buna göre, Gorbaçov, uluslararası Yahudi örgütü B'nai B'rith'le olan ilişkilerinden aldığı referansla Trilateral Komisyonu'nun desteğini almıştı. Sovyet-Amerikan çatışmasının sona erişinde, Trilateral Komisyonu'nun Rockefeller ve Brzezinski gibi önemli isimlerinin rolü de dikkat çekiciydi:
Dünyayı izleyenler Sovyet Diktatörü Mihail Gorbaçov'un Perestroyka ve Glasnost gibi barış yanlısı hareketlerine ya da Doğu Avrupa'da olan gelişmelere şaşmamışlardır. Bütün bunlar başta Lawrence ve David Rockefeller ile bunların Trilateral Komisyonu'ndaki bağlantıları sayesinde gerçekleşmiştir... Trilateral'in amacı Sovyetler Birliği'ni ve komünist Doğu Bloku ülkelerini 'dünya ekonomisinin ortakları' yapmaktır.. Bu amaçla Rockefeller 1989 Ocak'ta Moskova'ya bir Trilateral delegasyonuyla beraber gitti ve Gorbaçov'la uzun bir toplantı yaptı. Burada Sovyet hükümetine 'dünya ekonomisine ortak' olmak için ısrar etti ve Dünya Bankası ile IMF'ye üyelik önerdi. Şubat'ta Rockefeller, CFR'den bir delegasyonla Varşova'ya gitti ve aynı teklifleri Polonya'ya yaptı. 17 Nisan 1980 tarihli Christian Science Monitor dergisinde Jeremiah Novak: 'Sovyetler Birliği'yle sürekli gelişen ilişkiler sayesinde Trilateral, ilerki bir tarihte Sovyetler'le birleşmeyi umut ediyor' diyordu. Aynı günlerde Brzezinski ise, 'kalkınmış ülkelerden oluşan ve Atlantik devletlerini, Avrupa'nın komünist ülkelerini ve Japonya'yı kapsayacak yeni oluşumlar yaratılmalıdır' önerisini getirdi.133
Trilateral'in Sovyet bağlantıları kısa sürede sonuç verdi ve hepimizin bildiği gibi onyıllardır süren Soğuk Savaş bir kaç yıl içinde son buldu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte, Rusya ve Doğu Avrupalı eski komünist ülkeler, birer birer Batıyla bütünleşmeye başladılar. Sözkonusu bütünleşme, Trilateral'in yaratmayı hedeflediği "Kuzey bütünleşmesi"ni çok kısa süre içinde gerçeğe dönüştürdü.
Noam Chomsky, ABD'nin Üçüncü Dünya'yı gerçekte her zaman "asıl tehdit" olarak kabul ettiğini, Soğuk Savaş'ın bitiminin bunu yalnızca görünür kıldığını şöyle anlatıyor:
Üçüncü Dünya'nın nükleer kapasitesine son yıllarda, tam da artık Sovyet tehdidinin ve ona bağlı olarak dış müdahale yapma gerekçesinin kalmamış olduğu bir anda dikkat çekilmesi ilginçtir. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından silahlanma ihtiyacımızın daha da arttığı söylenmiştir. Kongre'de 20 Mart 1990 günü Bush yönetiminin milli güvenlik stratejisi ile ilgili olarak sunulan rapor, Üçüncü Dünya'nın potansiyel çatışma alanı ve ABD çıkarları için en büyük tehlike olduğunu ilan etmiştir... Kısacası, görülmektedir ki Ruslar gitmişlerdir, yanlarında Amerikan halkını korkutmak ve harekete geçirmek için kullanılan bir numaralı gerekçeyi de götürerek. Ama yine de Üçüncü Dünya'yı hedefleyen dev askeri güçlere ihtiyacımız vardır. Ve soğuk savaşın son olaylarının ortaya çıkardığı gerçek şudur: Gerçek düşman zaten her zaman Üçüncü Dünya olmuştur.134
Kuzey, gerçekte her zaman asıl düşman olan Üçüncü Dünya'ya karşı birleşmiştir. Özellikle de İslam'a karşı...
Doğu-Batı Bütünleşmesinin Aktörleri
ve Locaların Önlenemeyen Yükselişi
Kuzey bütünleşmesinin "anti-İslam" boyutuna gelmeden önce, bütünleşmenin Doğu Avrupalı mimarlarına bir göz atmakta yarar var. Sosyalist Doğu'nun Kapitalist Batı ile bütünleşmesi baş döndürücü bir hızda gerçekleşmişti. Eski komünist liderler "domino teorisi"ne uygun olarak birer birer devrilirken, Doğu Bloku ülkelerinin başına yeni liderler geçti. Bu liderlerin ortak hedefi, Doğu-Batı bütünleşmesini gerçekleştirmek, ülkelerini Kapitalist Batı'ya entegre etmekti. Bir başka deyişle, bu yeni liderler, Trilateral Komisyonu'nun "Kuzey bütünleşmesi" yönündeki stratejisini hayata geçirmek için ortaya çıkmışlardı adeta.
Trilateral Komisyonu ise az önce de değindiğimiz gibi, masonik bir örgüttü ve asıl olarak Yahudi önde gelenlerinin çıkarlarını koruyor, onların politikalarını uyguluyordu. Bu durumda, Trilateral'in Doğu-Batı bütünleşmesi politikasını uygulamak için ortaya çıkan liderler de, doğal olarak, Komisyon'un bu judeo-masonik boyutuna uygun liderler olmalıydılar. Öyleydiler de. Zaman gazetesi, Doğu Bloku'nun yeni liderlerinin bu "seçilmiş"liğine dikkat çekiyordu:
Gorbaçov'un başlattığı reformlardan sonra değişime uğrayan Doğu Avrupa ülkelerinde yeni rejimlerin patronlarından birçoğu Yahudi asıllı. Romanya Başbakanı Petre Roman ülke içinde üst kademelerde görev yapan bir çok Yahudiden sadece biri. Ayrıca Çekoslovakya ve Macaristan'daki üst düzey yöneticiler arasında da çok sayıda Yahudi bulunuyor.135
Zaman'ın tespiti doğruydu. Aynı konuya Türkiyeli Yahudilerin yayınladığı Şalom gazetesi de dikkat çekiyor ve şöyle diyordu:
Yahudi kökenli bir başbakan: Yeni Başbakan Petre Roman, spor kazağıyla, güleryüzlü tavırlarıyla Çavuşesku'nun kanlı damgasını taşıyan Romanya'dan çok farklı bir Romanya imajı yansıtan bir kişi... Petre Roman Romanya Başbakanı, Doğu Almanya'da George Gisy Komünist Parti'nin seçtiği Başbakan. Aşağı yukarı Roman'la yaşıt olan Gisy partinin en yüksek mercilerine gelmiş bir komünist Yahudinin oğludur. Bu iki insan, Yahudilerin çok azınlıkta olduğu iki ülkenin başındadır. Roman, Transilvanya'da Oradealı Haham olan Ernest Nevlanter'in torunudur... Doğu Bloku devrimlerinde Yahudilerin şurda burda önemli mevkilere atanıp sivrilmeleri birer simge olarak görülemez mi? 136
Petre Roman, kendisini "cilalayıp" ön plana çıkaran güçler için bir başka olumlu özellik daha taşıyordu: Romanya'nın yeni lideri, aynı zamanda masondu.137
Roman'ın benzeri bir diğer lider de Çekoslovakya'dan yükseldi: "Çek Kahramanı" olarak tanıtılan Vaclav Havel. Son dönemlerde mantar gibi çoğalan "liberal solcu"lardan biri olan Havel, "sülaleden" masondu.138 Havel'in bir başka özelliği ise aynı Roman gibi "ırk" uygunluğu da taşımasıydı. Havel, Yahudi asıllıydı ve bu yüzden de Politika adlı Çek dergisinin yayınladığı "Ülkedeki Yahudiler ve Yarı-Yahudiler" adlı listeye dahil olmuştu.139 Çek Kahramanı, 1991 yılı içinde, B'nai B'rith International'dan altın madalya bile almıştı. Bu madalya, "dünya Yahudilerine hizmet edenlere" veriliyordu.140
Bu denli ilginç özelliklere sahip olan Havel'in önemli icraatlarından biri, ülkesinin İsrail'le 1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan bu yana kesik olan diplomatik ilişkilerini yeniden kurmak oldu. Üstelik Havel sayesinde iki ülke arasında çok "dostane" ilişkiler de kurulmaya başlandı. 1990 yılının Ocak ayında Çekoslovakya'ya giden İsrail Dışişleri Bakanı Moşe Arens, Havel ile çok sıcak bir görüşme yapmış ve Havel, "Yahudilerin ve Çeklerin tarih boyunca daima dost olduklarını" söylemişti. Çek kahramanı, daha sonra İsrail'e bir ziyaret yapmayı da ihmal etmedi, hatta Kudüs'teki Ağlama Duvarı'nda başındaki "kipa"sıyla boy gösterdi.
Daha sonra kısa bir süre gündemden düşen Havel, Çekoslovakya'nın bölünüp Çek ve Slovak Cumhuriyetleri'nin oluşmasıyla yeniden arz-ı endam etti ve yeni Çek Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı oldu. Havel'in seçimi, ilginç yorumları da beraberinde getirdi. Londra merkezli Yahudi gazetesi Jewish Chronicle, bu yorumları şöyle aktarıyordu:
Çek Yahudileri Vaclav Havel'in yeni başkan olarak seçilmesini oldukça olumlu karşıladılar. Çek Başhahamı Karol Sidon yeni başkana 'hoşgeldin' mesajı vererek, 'çok güzel bir başlangıç olacak' dedi. Çek Cumhuriyetindeki Yahudi Komitesinin Başkanı olan Jiri Danicek, ülke için Havel seçiminin olabilecek en iyi seçim olduğunu, Yahudi cemaati için de son derece olumlu olduğunu söyledi. Danicek, Başhaham Sidok gibi, Charter 77 hareketini imzalayanlardandır. İkisinin ortak düşüncesi de Havel'in Yahudilerin ihtiyaçlarını anladığı şeklinde.
Bu arada Miroslav Slodek'in Cumhuriyetçi Partisi'nin sağ kanattan 11 üyesi ise, Havel'in seçilmesini Meclis tartışmalarında engellemeye çalıştılar. Havel'i yabancı çıkarların temsilcisi, dış güçlerin aleti olmakla suçladılar. Ayrıca yaptıklarının karşılığında rüşvet olarak şekel (İsrail para birimi) aldığını da iddia ettiler.141
Havel'in yolundan giden bir başka Doğu Avrupa lideri ise Macaristan li- deri Arpad Göncz idi. Kudüs'te boy gösterip Yitzhak Şamir ile "yakın dostluk" kuran Göncz, İsrail'le o kadar yakın ilişkiler geliştirdi ki, muhalefetteki Macaristan Demokratik Forumu'nun Başkan Yardımcısı Istvan Csurka, Arpad Göncz'ün "İsrail ajanı" olduğunu öne sürdü.142
Sosyalist Doğu'nun Kapitalist Batı'yla kucaklaşması sırasında yaşanan bir başka önemli gelişme ise mason localarının Doğu Bloku'nda yaptığı büyük atak oldu. Sosyalist rejiminde "resmi" olarak kapatılmış olan localar 143 , Doğu-Batı bütünleşmesi ile birlikte büyük bir patlama yaptılar. Bu olay, Türk basınına da yansımıştı:
Komünizmin, tarihin karanlık sayfalarına gömülüp gömülmediği tartışılırken, bir başka ideoloji yeniden dirilişe geçti. Üstelikde komünizmin başkentlerinde... Eski komünistler artık mason olmaya başladılar. Moskova'dan Prag'a bütün eski sosyalist ülkelerde şimdi yeni bir akım yayılıyor. Aslında pek de yeni sayılmaz. Bu ülkelerde yaklaşık 2 yıldan beri masonluk locası tekrar diriliyor.
Bugün masonluk yeniden diriliyor. Fransız aktüalite dergisi L'Express'te yer alan bir habere göre, yaklaşık iki yıldan beri Doğu Avrupa'da mason locaları oluşturuluyor. Hem de bir zamanların komünist ülkelerinin başkentlerinde Moskova, Prag, Budapeşte, Varşova, Bükreş, Belgrad. Masonluk ruhu Orta Avrupa'da giderek canlanırken, locaların en büyük hayali: 'Büyük Avrupa'.144
Kısacası, Doğu-Batı'nın bütünleşerek oluşturduğu Kuzey ittifakı, Yahudi önde gelenlerinin oluşturduğu masonik örgütte, yani Trilateral Komisyonu'nda doğmuş ve kimi Yahudi asıllı, kimi mason Doğu Avrupalı liderlerce desteklenmişti. Masonluğun Doğu-Batı bütünleşmesinde oynadığı rol, locaların bütünleşmenin ardından yaptığı patlama ile de görünür hale gelmişti.
Peki Sosyalist Doğu'nun Kapitalist Batı ile bütünleşmesinden doğan bu Kuzey ittifakı kime karşı yapılmıştı? Hatırlarsak, Brzezinski bu sorunun cevabını "Güney" olarak vermişti.
Kısa sürede anlaşıldı ki, "Güney"den kastedilen, asıl olarak İslam'dı...
Kuzey İttifakının Asıl Hedefi; İslam
"İslami radikalizm en şiddetli
biçimde Rus çıkarlarına da aykırıdır.
Dolayısıyla Washington Moskova
ile işbirliği yapmalıdır."
- Henry Kissinger
Önceden de belirttiğimiz gibi Soğuk Savaş oyununun sona erdirilerek yerine Birinci ve İkinci Dünyalar arasında bir Kuzey ittifakı kurulması, Üçüncü Dünya'nın gittikçe yükselen tepkisinden kaynaklanmıştı. Üçüncü Dünya, asırlardır Dünya Düzeni tarafından sömürülmüş, kullanılmış, baskı altına alınmıştı. Yani Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "mustaz'af"tı. (mustaz'af: za'fa uğratılmış, güçten düşürülmüş, ruhsal, maddi ve zihni yönlerden güçsüzleştirilmiş, gerçekte kendisi zayıf olmadığı halde dondurulmuş, önüne engel çekilmiş-Ali Bulaç). Buna karşılık, Üçüncü Dünya'yı, Kristof Kolomb'un "Kabalist" yolculuğundan bu yana sürekli sömüren Kuzey ise "müstekbir"di.145
Bu durumda, tarih boyunca olduğu gibi Hak Din, mustaz'afları kurtarma misyonunu yüklendi. İslam, kuşkusuz yalnızca mustaz'aflara değil, tüm insanlara sesleniyordu ama mustaz'afları kurtarmayı kesin olarak istediğinden dolayı, "müstekbir"leri oldukça rahatsız etti.
Kısacası, Üçüncü Dünya'ya karşı oluşan Kuzey ittifakının bir numaralı rahatsızlığı, gittikçe yükselen İslam'dı. Yoksa Dünya Düzeni, yalnızca Üçüncü Dünya'nın varlığından rahatsız olmazdı; çünkü Üçüncü Dünya hep varolmuştu, hep sömürülmüştü ancak o zamana kadar hiç böylesine büyük bir sorun olmamıştı. Çünkü Üçüncü Dünya, o ana dek hep Dünya Düzeni'nin kendisine empoze ettiği sözde çözümlere yönelmişti. Kendisini sömüren ve baskı altına alanlara karşı, yine onların kendisine ihraç ettiği sosyalizm ya da ulusçuluk gibi ideolojilere sarılmıştı. Ancak şimdi Üçüncü Dünya'da gittikçe yükselen şey, İslam'dı. Hz. Musa ve Hz. İsa'nın mustaz'afları kurtaran mesajının temsilcisi olan İslam...
Düzen'e karşı ciddi bir tehlike yükselmeye başlamıştı. Kuşkusuz bu bir kaç yıl içinde Düzen'i yıkacak kadar da hızlı yükselen bir gelişme değildi, ancak tarihin akışını çok uzun vadeli planlarla (en başta Mesih Planı gibi) değiştirme hedefinde olan Düzen için, yine de orta ve uzun vadede yeterince tehlikeliydi.
Kuzey ittifakının bu anti-İslam karakteri, en açık olarak kendini Bosna-Hersek'te gösterdi. Bosna, çok "sakıncalı" bir bölgedeki bir İslam topluluğunu barındırıyordu. En tehlikelisi de, Bosna'nın lideriydi. İzzetbegoviç, bir "İslamcı"ydı; Düzen'in tahammül edemeyeceği bir şeydi bu. Böyle bir liderin önderliğindeki Bosna, Kuzey ittifakının ortasında, Avrupa'nın göbeğinde yeterince sakıncalıydı. Bu nedenle CFR-Bilderberg-Trilateral kompleksi, Tito'nun ölümünün ardından hızla yükselişe geçen aşırı Sırp milliyetçiliği ile bağlantı kurdu. Sırplara destek sağlayan ve "Yugoslavya'yı parçalayan" isim Henry Kissinger'dı; yani CFR, Bilderberg ve Trilateral örgütlenmelerinin üçünün de en kıdemli isimlerinden ve Yahudi lobisinin ağır toplarından biri. Kissinger'ın, Eagleburger ve Scowcroft gibi "adam"larıya birlikte, Washington'da kurduğu Sırp yanlısı lobi "Belgrad Mafyası" olarak ünlenmişti. Bu arada İsrail de çoktan devreye girmiş ve Çetnikler'i (Sırp gerillaları) eğitip-silahlandırmaya başlamıştı, dünyanın daha pek çok faşist-aşırı sağcı gerilla ya da kontrgerilla örgütünü eğittiği gibi. Sırp vahşetinin başlamasının ardından devreye sokulan ve Sırplara zaman kazandırmaktan başka bir iş yapmayan "arabulucular"da yine anlamlı isimlerdi: Grup toplantılarına başkanlık edecek kadar etkin bir Bilderberg ve Trilateral üyesi Lord Carrington, CFR ve Bilderberg üyesi Cyrus Vance, Trilateral üyesi Lord Owen. Bu arada İsrail ve Yahudi lobisinin "dezinformasyon" nitelikli sahte Bosna yanlısı açıklamaları birbiri ardına gelirken, Mossad ajanı Yosef Bodansky ise, "Sırpların Bosnalı Müslümanlara bir şey yapmadıkları, Bosnalıları öldürenlerin 'İzzetbegoviç'in köktenci gerillaları' olduğu" şeklindeki yalanları yayıyordu. Sonuçta, Düzen'in Sırp faşizmiyle yaptığı gizli ittifak sayesinde üçyüzbine yakın Müslüman öldürüldü, çok daha fazlası yaralı ve sakat kaldı, milyonlarcası göç etmek zorunda bırakıldı. Bosna'da yaşananların perde arkasını, 12. bölümde daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Kuzey bütünleşmesinin en önemli unsurlarından biri de kuşkusuz Rusya'ydı. Boris Yeltsin gibi bir Amerikan kuklasının gittikçe diktatörlüğe dönüşen iktidarı, yine Amerika (yani CFR-Trilateral) tarafından desteklendi. Moskova'daki bir locaya üye bir mason olan146 ve Rusya'nın en büyük zenginlerinden Yahudi işadamı Borovoi tarafından finanse edilen 147 Yeltsin, anti-İslam Kuzey ittifakının önemli dayanaklarından biri oldu. Kissinger'ın ABD'nin Rusya politikasıyla ilgili yaptığı bir yorum ise bu anti-İslam boyutunu çok iyi gösteriyordu:
Orta Asya konusunda ABD ile Rusya Federasyonu'nun çıkarlarının uyuştuğunu ileri süren Kissinger, Orta Asya'da İslami radikalizmin yayılması halinde bunun Ortadoğu'yu da etkileyeceğini söyledi. Kissinger, İslami radikalizmin 'en şiddetli biçimde' Rus çıkarlarına da aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington'ın Moskova ile işbirliği yapabileceğini söyledi.148
Kısacası Kissinger, Trilateral'in Kuzey bütünleşmesi politikasına uygun olarak, Rusya'yı bölgede ABD'nin müttefiki olarak görmekte, "ortak düşman" olarak da İslam'ı belirlemekteydi. Kissinger'ın sözünü ettiği bu ittifakın gerçekten oluşturulduğunu, Rusya tarafından gelen açıklamalar da doğruladı. Yeltsin'in danışmanı Andranik Migranyan, "Rusya ve Yakın Sınır Ötesi" başlıklı bir makalesinde, Rusya'nın kendisine biçilen "anti-İslam" misyonunu yerine getirmeye hazır olduğunu duyurmaktaydı:
... Milli ve dini bağnazlık çizgisinde bulunan ve otoriter devlet yönetimleri benimseyen Türkiye ve İran, Kafkasya'daki Hıristiyan halklar şöyle dursun, Müslüman halklara bile asgari haklar sağlayamazlar... Laik ve bölgesel federasyon ilkelerine göre kurulacak halk ve din gruplarını koruyabilecek yegane devlet Rusya'dır... Kafkasya'nın (BDT'den) kopması, İslam hegemonyasının Orta Asya ve Kazakistan'a kolayca girmesine ve Müslümanların yaşadığı Rusya'nın iç bölgelerine ulaşmasına yol açabilir. Bu nedenle Rusya'nın Transkafkasya'da aktif politika izlemesi ve bütün bu bölgenin BDT'nin jeopolitik alanıyla bütünleşmesinin sağlanması, Rusya'nın güvenlik ve istikrarı için öncelikli önem taşımaktadır.149
Kuzey bütünleşmesi, yalnızca Rusya'yı değil, onun önderliğini yaptığı Ortodoks Cephesi'ni de kapsamaktadır kuşkusuz. Sırbistan, Yunanistan, Ermenistan gibi geleneksel anti-İslam devletlerin oluşturduğu Ortodoks Cephesi'nin patronu olan Rusya, Yahudi lobisinden aldığı güçle yoluna devam etmekte, kendisine biçilen "bölgesel anti-İslam güç" misyonunu sürdürmektedir. Son olarak, İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin'le Yeltsin'in Moskova'da yaptıkları görüşmede ağırlıklı olarak "İslam tehlikesi"nden söz edilmesi ve Rabin'in "Yeltsin'i radikal İslam konusunda yeterince duyarlı buldum" şeklindeki açıklaması, işbirliğinin ana temasını ortaya koymaktadır.150
Her geçen gün, Kuzey ittifakının anti-İslam karakterini daha iyi ortaya çıkarmaktadır. En son, NATO'nun yeni misyonunun da "İslam'a karşı seküler rejimleri korumak" olduğu açıklanmıştır. NATO Genel Sekreteri Willy Claes, "İslami radikalizmin en en komünizm kadar tehlikeli" olduğunu ve soğuk savaşın ardından Doğu Bloku'nun yerini İslam'ın aldığını söylemiştir.151 Claes, "NATO'nun kendisini Kuzey Amerika ve Avrupa uygarlığının temel ilkelerini yani Yeni Seküler Düzeni (Novus Ordo Seclorum) savunmaya adadığını" belirttikten sonra, sekülerizmin korunması için NATO'nun Mısır, Tunus, Fas, İsrail ve Moritanya gibi ülkelerle işbirliği yapacağını bildirmiştir. Ancak Claes'in tüm demeci boyunca, o sırada 9 haftadır sürmekte olan Rusya'nın Çeçenya işgalini kınayıcı tek bir ifade yoktur. Çünkü, Rusya da artık NATO'nun müttefikidir ve bir İslam toprağını işgal etmiş olmasında elbette hiçbir sakınca bulunmamaktadır.
Bölümün başından beri yazdıklarımızı şöyle özetleyebiliriz: Kitabın ikinci bölümünde Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında bir İttifak kurulduğunu ve bu İttifak'ın en büyük mücadelesini de dine, özellikle de Katolik dinine karşı verdiğini incelemiştik. Bu bölümde ele aldığımız bilgilerden çıkan sonuç, Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak'ın bu yüzyılda CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyonu şeklinde yeni bir örgütlenme ağı oluşturduğunu göstermektedir. Bu örgütlenmeler, Rothschild, Warburg, Schiff gibi "ırk bilinci" yüksek ve Siyonist Yahudi finansörlerce "Yahudi dünya egemenliği" hedefine, yani Mesih Planı'na hizmet etmeleri için kurulmuştur. Bugün bu örgütlenmelerin ardındaki en büyük güç ise, "gizli" bir Yahudi hanedanı olan ve diğer Yahudi finansörlerin desteği ile doğmuş olan Rockefellerlar'dır. En başta Amerika olmak üzere, tüm Batı (ya da "Kuzey") dünyasını kontrol altında tutan bu örgütlenmeler, Yahudi dünya egemenliğine giden yolda kullanılan aygıtlardır. Bugünkü stratejileri ise bu egemenliğin önündeki son engelin, yani İslam'ın yenilgiye uğratılmasıdır.
Ancak Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasında kurulu olan İttifak, İslam karşısında yenilgiye mahkumdur. Neden böyle olduğuna sonra yeniden değineceğiz.
(*) JFK komplosunda bir "homoseksüel boyut" olduğuna, Oliver Stone'un filminde de dikkat çekiliyor. Stone, suikastte rol oynadığı biline Clay Show'un ve bazı adamlarının homoseksüel olduklarını ve süikastin ardından "homoseksüel mafya"nın rol oynadığını vurguluyor. Bu nokta Clay Shaw'un bir sonraki bölümde değineceğimiz Mossad bağlantısı da oldukça anlamlı. Hooover'ın homoseksüelliğini de tabloya ekleyince durum iyice ilginç hale geliyor. En ilginici ise, Hoover'ın bir yandanda bir üstad mason, hem de Tapınakçı geleneğin devamını sembolize eden Order of de Molay locasına üye bir üstad mason olması: Hatırlayalım, Tapınakçılar'ın özelliklerinden biri de homoseksüel olmalarıydı... Yoksa üstad masonlar, Tapınakçı geleneği bugün de hala bütün ayrıntılarına kadar koruyorlar mı?!...
Bu konuda ilginç bir bilgiyi de İtalyan Europeo dergisi 23 Ağustos 1992 tarihli sayısında aktarmıştı. Derginin haberine göre, ünlü P2 locasının bir kolu olan ve üyeleri arasında işadamları, mafya liderleri, bürokratlar, polis şefleri, hatta bazı kardinallerin yer aldığı "TRapani C" locasında uygulanan ritlerden biri de "dudak dudağa öpüşmek"ti!...
91 Örneğin; 1945-1947 yılları arasında Amerikan Dışişleri Bakanlığını yürüten James Byrnes, Speaking Frankly, New York: Harper, 1947 (Açık Konuşmak) adlı kitabında; Amerikan tarihçisi D. F. Fleming, The Cold War and Its Origins: 1917-1960, New York: Doubleday, 1961 (Soğuk Savaş ve Kökenleri: 1917-1960) adlı kitabında; yine tarihçi William A. Williams The Tragedy of American Diplomacy, New York: Delta, 1962 (Amerikan Diplomasisinin Trajedisi), başlıklı kitabında; Gar Alperowitz de Atomic Diplomacy: Hiroshima and Potsdam, New York: Simon and Schuster, 1965 (Atomik Diplomasi: Hiroşima ve Potsdam), adlı kitabında, "Sovyet tehdidi" kavramının Amerikalılar tarafından bilinçli olarak abartıldığını kabul ederler. Bu tezler; John Lukacs'ın A History of the Cold War, New York: Doubleday, 1961 (Soğuk Savaşın Tarihi) ve David Horowitz'in The Free World Colossus: A Critique of American Foreign Policy in the Cold War, New York: Hill and Wang, 1965 (Özgür Dünya Devi: Soğuk Savaşta Amerikan Dış Politikasının Eleştirisi) adlı kitaplarında da desteklenir.
93 Yağmur Atsız, Yeni Dünya Düzeni: Amerika'nın Dış Müdaheleler Tarihçesi, İstanbul: Çağdaş Yayıncılık, 1992, s. 29.
96 Henry Kissinger, Amerikan politik sisteminin en ünlü ve etkili isimlerinden biridir. Bir Alman yahudisi olan Kissinger'ın kariyerinin en önemli yanı ise, İsrail'e verdiği hizmetlerdir. 1960'lı yıllarda Harward Üniversitesi'nde profesör olan Kissinger'ın yükselişi, ABD'nin yahudi finans imparatoru Rockefeller'lara yakınlaşmasıyla başladı. Kısa bir süre sonra Rockefellerlar'ın denetimindeki CFR'ye girdi ve Rockefeller Vakfı'nın da başkanı oldu. Kısa zamanda CFR'nin önemli beyinlerinden biri haline geldi. Arkasındaki bu Rockefeller/CFR desteği ile 1968 yılında Başkan Nixon'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı oldu. Bu görevi boyunca İsrail'e destek oldu; Amerika'nın, İsrail'in nükleer silah programını desteklemesi için elinden geleni yaptı. Onun baskısı sonucunda İsrail'e yılda iki milyar dolarlık dış yardım yapılması garantiye alındı bugün bu rakam yılda altı milyar doların üzerindedir. Noam Chomsky, Kissinger'ın bu misyonunu şöyle vurguluyor: "Kissinger 1970 yılında Ortadoğu'yu kontrolü altına almayı başardı ve reddiyeci 'Büyük İsrail' anlayışı, uygulamada ABD'nin politikası haline geldi. O zamandan bu yana, daha sonra ele alacağımız 1973 sonrası yaşanan değişikliklere rağmen, özü bakımından aynı kaldı." Kader Üçgeni, s. 70 Kissinger'ın "hünerleri" bunlarla da sınırlı değildir. Kurt politikacı, İtalya'daki ünlü P2 locasına, Avrupa'daki kontrgerilla örgütlenmelerine, Sırp Çetniklerine kadar uzanan bir "masonik zincir"in de önemli bir halkasıdır.
102 Kennedy suikastindeki masonik etki için bkz. Bilim Araştırma Grubu, Yehova'nın Oğulları ve Masonlar: Yeni Dünya Düzeninin Gerçek Mimarları, 1.b. İstanbul: Araştırma Yayıncılık, Eylül 1993, ss. 294-300.
106 Noam Chomsky, Kader Üçgeni: ABD, İsrail ve Filistinliler, Çev. Bahadır Sina Şener, 1.b., İstanbul: İletişim Yayınları, Ocak 1993, s. 36.
109 Holly Sklar, Trilateralism: The Trilateral Commission and Elite Planning for World Management, Boston: South End Press, 1980, s. 157.
121 Noam Chomsky, ABD Terörü: Terrörizm Kültürü, Çev. Taha Cevdet, 1.b., İstanbul: Pınar Yayınları, Mart 1991, s. 43.
134 Noam Chomsky, Letters from Lexington: Reflections on Propaganda, Maine: Common Courage Press, 1993, s. 34.
143 Soğuk Savaş boyunca, sosyalist rejimler masonluğu bir "burjuva örgütü" olarak tanımladılar ve yasakladılar. Ancak konuyu daha yakından incelediğimizde, bu anti-masonik politikanın çoğu kez (Soğuk Savaş'ın danışıklı dövüşüne paralel bir biçimde) yalnızca görünüşte kaldığını, tam aksine masonluğun sosyalist rejimlerde de büyük rol oynadığını görüyoruz. Sosyalist ideolojinin en baştan beri masonlukla içli-dışlı olmuş olmasının yanında (bkz. 2. bölüm), Soğuk Savaş dönemi sosyalizminde de gerçekte pek çok liderin mason olduğuna dair güçlü deliller var. Bu gerçeği, 4 Aralık 1992 günü Bulgaristan localarının açılış töreninde Mason Locası Organizasyon Komitesi Başkanı Georgi Krumov da bir anlamda "itiraf" etmişti. Ülkesinde masonluğun halk arasında hala "pis bir kelime" olarak görülmesinden şikayet eden Krumov, aslında geçmişte görev yapan liderlerin önemli bir bölümünün de mason olduğunu açıkça ifade etmişti.