YEDİNCİ BÖLÜM
AMERİKA'NIN DÜZENİ
"Amerikan tarihinde ilk kez olarak, artık dias-porada yaşadığımız hissine kapılmıyoruz. Çünkü ABD, artık bir goyim (Yahudi-olmayan) hükümeti tarafından yönetilmemektedir; aksine yönetimin her kademesinde, her karar aşamasında Yahudilerin büyük rolü vardır. Bu nedenledir ki, Yahudi şeriatında 'goyim yönetimi' kavramı ile bağlantılı
olarak yer alan bazı kurallar, ABD için yenibaştan gözden geçirilmelidir." - Ekim 1994'te Washington DC'deki
Adath Yisrael sinagoğunda hahambaşının yaptığı konuşmadan
Körfez Savaşı'nın ardından Başkan Bush, savaşı tek başına organize edip kolaylıkla kazanmış Amerika'nın lideri olarak, "yeni bir dünya kuruluyor, şimdiye kadar tanıdığımız dünyadan farklı bir dünya, bir yeni dünya düzeni" demişti. Çoğu insan, bu "Yeni Dünya Düzeni" kavramından, dünyanın artık Yalta Konferansı sonrasında kurulan stratejik sistemden ve Soğuk Savaş'tan kurtulduğu mesajını anladı.
Bu mesaja göre, artık dünyada tek bir süper güç vardı. Amerika, sosyalizmin temsilcisi olan Sovyetler Birliği ile giriştiği uzun savaşı kazanmıştı. Hem Amerika, hem de onun temsil ettiği ideolojik ve kültürel sistem (buna kapitalizm ya da liberal demokrasi denebilir) galip gelmişti. Dolayısıyla "Yeni Dünya Düzeni" mesajını, dünyanın artık Amerika'nın ve temsil ettiği sistemin egemenliği altına girdiği şeklinde de yorumlamak mümkündü. Nitekim kısa bir süre sonra CIA bağlantılı bir Amerikalı "düşünür", Francis Fukuyama, ortaya çıktı ve "tarihin sonu"nun geldiğini öne sürdü: Ona göre liberal demokrasi ebedi bir zafer kazanmıştı ve dünya üzerinde artık hiçbir sistem liberal demokrasiye karşı direnemeyecekti.
Kısacası, Yeni Dünya Düzeni, Amerikan hegemonyası altında ve Amerikan ideolojisi çevresinde kurulacak bir dünya sistemini ifade ediyordu. Bush'un "yeni bir dünya kuruluyor" derken kastettiği buydu.
Ancak bu noktada, "Amerikan hegemonyası" kavramını daha bir yakından incelemek gerekmektedir. Çünkü Amerika da, diğer pek çok ülke gibi bir grup elit tarafından yönetilir ve karar mekanizmaları bu sınırlı grubun elindedir. Eğer bir "Amerikan hegemonyası"ndan söz edilecekse, bu kuşkusuz sokaktaki Amerikalının değil, Washington'ı yöneten sözkonusu sınırlı kadronun hegemonyası anlamına gelecektir. Yeni Dünya Düzeni sloganı altında dünyayı şekillendirmeye soyunanlar, bu sınırlı kadronun beyinleridir.
Peki kimdir bu kadronun beyinleri? Dünyayı şekillendirmeye, hegemonya altına almaya soyunan bu kadronun, bu elit grubun belirgin bir vasfı var mıdır? Bunlar, "Amerikanizm" adına mı, yoksa bir başka ideoloji ya da kimlik adına mı dünya hegemonyası kurmaya kalkmaktadırlar? (Önceki bölümlerde incelediğimiz bilgiler, bizlere bu tür bir "komplo teorisi" sorusu sorma hakkı vermektedir.)
"Yeni Dünya Düzeni" kavramının kimin icadı olduğu, bu sorunun cevabını bulma yolunda bir başlangıç olabilir. Amerikan People dergisi, Bush'un ağzından duyulan "Yeni Dünya Düzeni" kavramının gerçek mimarının Başkan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Brent Scowcroft olduğunu yazmıştı.1 Peki Scowcroft kimdi?... Bu soruyu Washington kulislerinde sorduğunuzda size Scowcroft'u çok iyi tarif eden bir cevap verirlerdi: "Kissinger's yes-man" yani "Kissinger'ın evet-efendimcisi." Evet, Brent Scowcroft, son 30 yıldır Washington'ın en önemli isimlerinden biri olan eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'in öğrencisi ve de sağ koluydu. Kissinger'ın kurduğu think-tank ve lobi şirketi Kissinger Associates'in yönetim kurulunda yer alan Scowcroft, ustasına olan sadakat ve hayranlığı ile tanınırdı.
Bu durumda "Yeni Dünya Düzeni" kavramının ardındaki asıl beynin Henry Kissinger olduğu söyleyebiliriz. Peki Kissinger kimdi?... Nixon ve Ford yönetimleri sırasında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yapan ve bu dönem boyunca Amerikan dış politikasını adeta tek başına yöneten Kissinger, asrın en önemli politikacılarından yalnızca biriydi. Bir Alman Yahudisiydi ve Yahudi oluşuna da son derece önem veriyordu. Nitekim Dışişleri Bakanı olduğu sıralarda, İsrail'e verdiği çarpıcı destekle bunu ortaya koymuştu. Noam Chomsky, Kissinger'ı "Amerikan dış politikasını 'Büyük İsrail' hedefine endekslemiş kişi" olarak tanımlıyor. Kissinger Dışişleri'ndeki görevi sona erdikten sonra da Amerikan politikası üzerindeki etkisini yitirmemiş, önemli lobi ve think-tank'lerdeki etkisi, etrafındaki "adamları" Scowcroft bunlardan biriydi ve 1982 yılında kurduğu Kissinger Associates adlı lobi şirketi ile her zaman için belirleyici bir rol oynamıştı. Ve en önemlisi, Kissinger her zaman için İsrail çizgisinin değişmez bir savunucusu olmuştu. Amerika'daki Yahudi finans çevreleriyle de dikkat çekici bir yakınlığı olan kurt politikacı, Amerika'daki ünlü Yahudi lobisinin en önemli isimlerinden biriydi.
Kısacası, "Yeni Dünya Düzeni" kavramı, Yahudi lobisinin önde gelen üyelerinden biri tarafından ortaya atılmış ve dünya gündemine sokulmuştu.
Bu kuşkusuz tek başına fazla bir şey ifade etmemektedir. Ama yine de bu gerçeği, "Yeni Dünya Düzeni"nin ve dünyaya egemen olmaya kalkan gücün gerçek kimliğini bulmak için girişilecek detaylı bir araştırmanın ilk basamağı olarak sayabiliriz. Bu ilk basamakta karşımıza çıkan Yahudi faktörü, oldukça anlamlı ve yol göstericidir.
Amerika ve Yahudiler
Bu kitabın ilk bölümünde Amerika ile ilgili son derece ilginç bazı bilgiler bulmuştuk. Bu bilgiler, Amerika ile Yahudiler arasında son derece farklı bir ilişkinin bulunduğunu göstermektedir. Kıtayı keşfeden Kolomb'un gerçekte bir Kabalacı olduğunu ve yola "Yahudiler için iyi bir yer" bulmak amacıyla çıktığını; ABD'nin temellerini hazırlayan Püritenlerin birer "yapay Yahudi" olduklarını; ABD'yi kuran liderlerin Yahudilik'le çok yakından ilgilenen birer Gül-Haç ya da mason olduklarını; zaten masonluğun ülkeye Yahudiler tarafından getirildiğini ve ülkenin kültüründe Püriten mirasından kaynaklanan önemli bir Yahudi sempatizanlığı olduğunu biliyoruz.
Ancak Amerika'nın bugün nasıl bir durumda olduğu bilmek daha da önemlidir. Çünkü "Yeni Dünya Düzeni"nin ilan edildiği şu dönemde, Amerika, dünyanın tartışmasız tek büyük gücü olarak diğer tüm ülke ve medeniyetlere karşı bir egemenlik kurma hedefindedir. Bu kitap boyunca, Kuran'ın İsra Suresi'nde haber verilen "İsrailoğulları'nın tüm yeryüzünü kapsayan yükseliş ve bozgunculuğunu" aradığımıza göre, Amerika'nın bu dünya egemenliği hedefinin arkasında Yahudi önde gelenlerinin ne gibi bir rolü olduğunu bulmak zorundayız.
Bir önceki bölümde, Amerikan politikasında büyük rol oynayan CFR ve Trilateral Komisyonu gibi örgütlerin Yahudi önde gelenlerinin denetimi altında olduğunu keşfettik. Ancak bu, Amerika'daki Yahudi gücünün yalnızca bir parçasıdır. Ülke politikasını etki altına alan daha başka Yahudi örgütleri de vardır. Bu Yahudi örgütleri yalnızca ülke politikası üzerinde değil, ayrıca Amerikan toplumunun düşünce ve yaşam tarzı üzerinde de etki sahibidirler. Ayrıca Püriten mirası, günümüzde de pek çok Amerikalı'yı "judaizer" (Yahudici, Yahudi sempatizanı) yapmaya devam etmektedir.
İşte şimdi Yahudilerin Amerika üzerindeki etkilerini bu farklı yönlerden incelemeye başlayabiliriz. İlk göze çarpan yön, şu ünlü "Yahudi lobisi"dir.
Türkiye'deki Yahudi cemaatinin yayınladığı Şalom gazetesi, bir keresinde Amerikalı Yahudiler ile ilgili bazı önemli rakamsal bilgiler vermişti. Buna göre, tüm dünya Yahudilerinin % 60'ını oluşturan Amerikan Yahudileri, özellikle maddi yönden oldukça güçlüydüler. Amerika'nın en zengin 400 ailesinin % 40'ı Yahudiydi (bu rakama Rockefeller gibi gizli-Yahudilerin dahil olmadığını da unutmamak gerekir). Bu oran, Yahudilerin Amerika'daki toplam nüfusun % 2.5'ini oluşturduklarını düşününce kuşkusuz oldukça çarpıcıydı. Bir başka önemli bilgi, Yahudilerin oy veren seçmenlerin % 5'ini oluşturmalarıydı. Bu da Amerikan Yahudilerinin politikaya diğer Amerikalılar'dan iki kat daha fazla ilgi duyduklarını gösteriyordu.2 (Amerika'da oy vermek zorunlu değildir ve oy verme oranı yaklaşık % 50'dir. Yahudilerin nüfusun % 2.5'unu oluşturdukları halde seçmenlerin % 5'ini oluşturmaları, oy verme oranlarının genel nüfusa göre iki kat daha fazla olduğunu göstermektedir).
Yani Amerikalı Yahudiler, ülke nüfusunun geneline göre çok daha zengin ve politikayla da çok daha fazla ilgilidirler. Bu ikisi, yani zenginlik ve politikayı etkileme isteği, biraraya geldiğinde genellikle ortaya politik güç çıkar. Amerika'da da öyle olmuştur. Sık sık duyulan "Yahudi lobisi" kavramı, bu politik gücün bir sonucudur. Amerikalı köşe yazarı Carl Rowan, bu konuya dikkat çekerek şöyle demektedir: "Çok fazla paraya sahip olan çok fazla Amerikan Yahudisi var ve bunlar oldukça uzun bir zaman önce politikacılara stratejik bağışlarda bulunarak nüfus içindeki sayılarından çok daha büyük bir güce ulaşabileceklerini keşfettiler." 3
Ancak bu güç hangi boyutlardadır? Eğer Batılı medyanın büyük isimlerine ya da onun yerli benzerlerine bakarsanız, "Yahudi lobisi"nin, Washington'da etkili olan diğer bir çok "lobi"den biri olduğu izlenimine kapılabilirsiniz. Çünkü "Yahudi lobisi" kelimesini duyduğunuz kadar, "Ermeni lobisi", "Rum lobisi" gibi kelimeler de duyabilirsiniz. Bu durumda konuyu derinlemesine araştırmamış bir insan, Washington'da farklı ulusların lobileri bulunduğu ve Yahudi lobisinin de bunlardan herhangi birisi olduğu gibi bir izlenime kapılabilir.
Oysa gerçek oldukça farklıdır. Yahudi lobisinin gücü, Amerika içindeki başka hiçbir sözde "lobi"yle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Washington'da çoğu kez "Yahudi lobisi" demeye gerek duymazlar; Edward Tivnan'ın The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy (Lobi: Yahudi Politik Gücü Ve Amerikan Dış Politikası) adlı kitabının girişinde vurguladığı gibi yalnızca "Lobi" derler. Çünkü "Lobi" dendiğinde, bu ürkütücü kelime ile neden ürkütücü olduğuna birazdan değineceğiz kimin kastedildiğini herkes çok iyi anlar.
Paul Findley'in Öyküsü
Amerika'da Yahudi lobisinin gücü ile ilgili yazılmış olan kitapların en önemlisi, 22 yıl Amerikan Kongre'sinde 4 Illinois temsilciliği yapan Paul Findley'in They Dare to Speak Out: People and Institutions Confront Israel's Lobby (Konuşmaya Cesaret Ettiler: İnsanlar ve Kurumlar İsrail Lobisi'yle Karşı Karşıya) adlı kitabıdır. Kitap, Yahudi lobisinin gücünün sanılandan çok daha büyük olduğunu ortaya koyar. Findley, "İsrail lobisi hakkında konuşmaya cesaret edebilen" Amerikalı Kongre üyeleri, akademisyenler, yazarlar ve din adamlarıyla yaptığı görüşmelere ve kendi kişisel deneyimlerine dayanarak, ülkesinin Yahudi lobisinin denetimi altına girdiğini ilan etmektedir.
Findley'in kitabı: "(İsrail Hakkında) Konuşmaya Cesaret Ettiler." |
Findley'in öyküsü 1960'larda Kongre üyeliğine seçilmesiyle başlamıştı. Cumhuriyetçi Parti'den seçilen Findley, uzun yıllar boyunca girdiği her seçimi kazandı. En çok ilgilendiği konulardan biri dış politikaydı. Bu yüzden sürekli olarak Kongre'nin Dış İlişkiler Komitesi'nde üyelik yaptı. Kendisini They Dare to Speak Out'u yazmaya götüren macerası ise 1972 Ortadoğu İşleri Alt Komitesi'ne atanmasıyla başladı. Bu tarihten sonra Ortadoğu ile yakından ilgilendi. Ortadoğu'ya yaptığı gezilerde pek çok Amerikalı Kongre üyesinin bilmediği şeyleri gözleriyle gördü: Lübnan'da bulunan Sabra, Şatilla ve Tel-Zaatar kamplarını yakından inceledi. Bu araştırma ve geziler, onun Filistin yanlısı bir politika izlemesine neden oldu. İsrail'in işgal altındaki topraklarda yaptığı uygulamalarını kınayan demeçler verdi. O sıralar İsrail'le savaşan Yaser Arafat'la görüşerek oldukça sansasyon yarattı. Findley, Ortadoğu'ya yaptığı geziler sonucunda "Arapların da birer insan olduklarını" anladığını söylüyordu.
Ancak Findley'in tüm bu faaliyetleri, birilerinin gözünden kaçmıyordu. Bu "birileri", Washington'daki Yahudi lobisinin liderleriydi. Lobi, Findley'i boy hedefi haline getirdi. Kısa sürede onun "gözü dönmüş bir antisemit" ve "korkunç bir neo-Nazi" olduğu propagandasına başladılar. Lobinin bu inanılmaz propagandası, Findley'in yalnız kalmasıyla sonuçlandı. Kimse Yahudi lobisinin hedefi haline gelen bir insanla birlikte gözükmek istemiyordu. 1980 yılındaki seçimlerden önce Findley o sıralar Amerika'nın Batı Almanya Büyükelçisi olan Arthur Burns'le görüşmüş, ona politik görüşlerini anlatmıştı. Burns, Findley'e tümüyle katıldığını söyledi ve Findley bunun üzerine eski dostu Burns'den kendisini desteklediğini belirten bir mektup yazmasını istedi. Ancak Burns olumlu cevap vermedi, "istediğin mektubu yazmam imkansız. Nedenini biliyorsun, senin şu Filistinliler hakkındaki düşüncelerin" dedi. Findley şaşırmıştı. Kitabında şöyle diyor:
Paul Findley |
Bu konuşmadan önceki ya da sonraki hiçbir olay beni Amerika'daki İsrail lobisinin ne denli gizli bir güce sahip olduğu konusunda bu kadar düşündürmemişti. Bu büyük, nazik, cömert devlet adamı, yirmi yıllık dostum bile İsrail lobisini bir yana bırakıp adaylığım hakkında bir iki iyi söz edemiyordu.5
Lobi, Findley'in yolunu kesmek için her türlü kirli yöntemi kullandı. Bir keresinde Findley Chicago Belediyesi'ne dış politika hakkında konferans vermesi için çağrılmıştı. 500 kişilik bir dinleyici grubuna karşı konuşmaya başlamadan an önce, salonun ortasında biri bağırmaya başladı: "Bir telefon geldi, salonda bomba varmış." Salon bir anda boşalmıştı. Findley, daha sonra yaptığı araştırmalarda bu "bomba ihbarı" yöntemine yalnızca kendisinin maruz kalmadığını, özellikle üniversitelerde İsrail'i eleştirmeye cesaret eden konferansçıların sık sık benzer "ihbar"larla baltalandıklarını öğrenecekti.
Findley Lobi tarafından damgalanmıştı. Artık insanlar ondan cüzzamlı gibi kaçıyorlardı. 1980 Kongre seçimleri öncesinde Başkan Reagan Illinois'e bir ziyarette bulundu. Kendi partisinin başkanı olan Reagan'la birlikte kendi seçmeni önünde gözükmek, Findley'in en doğal hakkıydı. Ama Reagan'ın kampanyasını organize edenler, böyle bir şey olduğu takdirde, "Başkan'ın New York'tan alacağı oyları unutması gerektiğini" söylemişlerdi (New York, Yahudilerin en yoğun olduğu şehirdir). Reagan'ın danışmanı, Lobinin hışmından korktuğu için kampanya sorumlularına kesin bir emir vermişti: "Findley hiçbir şekilde Reagan'a yaklaştırılmayacak." Nitekim öyle de oldu, Reagan'ın partisinden Kongre üyesi olan Findley, Reagan'a 150 metreden fazla yaklaşamadı. Kameramanlar, Reagan'ı çekerken Findley'in ekranın ucundan bile gözükmemesine dikkat etmişlerdi.
Findley'i desteklemeye çalışanlar da oldu ama kısa sürede "hata"larını anladılar. Ünlü sanatçı Bob Hope, eskiden tanıdığı Findley'e destek olmaya karar verdi. Hope'un menajeri Wary Grant da aynı fikirdeydi, "Kongre'de vicdanının sesine kulak veren insanlara ihtiyaç var" diyordu. Ama bu olumlu yaklaşım bir anda değişti. Findley'in kampanyasını yürüten Don Norton, Bob Hope'un menajerinden telefonda şu cümleleri duydu:
Bob Hope ülkenin her yanından o kadar çok protesto mektubu ve telefonu alıyor ki, ne yapacağını şaşırmış durumda. Hope'un 35 yaşındaki Yahudi avukatı bile işi bırakacağından söz etmeye başladı. İnanılmaz bir baskı var. Bob'un size yardım etmesi imkansız.6
Tüm bunlara rağmen Findley 1980 seçimlerini kazandı. Lobinin gazabından kurtulduğunu sanıyordu; ancak yanılmıştı. İki yıl sonra yine Kongre seçimleri zamanı geldiğinde, Lobi daha önce kullandığı yöntemlerin yanına bir de Findley'in rakibini desteklemeyi ekledi. Findley'in Demokrat rakibi Durbin, Lobiden inanılmaz bir para yardımı aldı (Durbin'in seçim kampanyası için harcadığı 750 bin doların 685 bini Lobiden gelmişti). Sonuçta Findley 1982'deki seçimleri çok az farkla kaybetti ve Kongre'ye veda etti.
Bu olay, Paul Findley'in, ülkesindeki sistemde önemli bir gariplik olduğunu hissetmesine neden olmuştu. Çünkü yalnızca Filistin sorunu hakkındaki gerçekleri dile getirdiği için Lobi onu düşman ilan etmiş ve daha da önemlisi son derece güçlü bir siyasetçi olmasına karşın onu Kongre'den uzaklaştırabilmişti. Ayrıca Findley "İsrail düşmanı" birisi de değildi, yalnızca İsrail'in bazı politikalarını eleştirmişti. Bu konuda They Dare to Speak Out'un girişinde şunları söylüyor:
Beni Kongre'den uzaklaştırmak için neden bu kadar sıkıntı çekmişlerdi?... Oylamaların tamamında İsrail'e yardıma olumlu oy kullanmıştım. Kimi zaman Mısır'a ve Arap ülkelerine son derece eleştirel konuşmalar yapmıştım. Başkan Carter'ın yardımı kısıtlanmasına ikna etmeye çalışırken, bunu İsrail'in Lübnan'a saldırılarını kesmesi için geçici bir uyarı olsun diye yapmış ve Kongre'yi gelecekte İsrail'e yapılacak olan askeri ve ekonomik yardıma yetkili kılan bütün oylamalarda olumlu oy kullanmıştım... Üstelik alt komitede ya da Temsilciler Meclisi'nde yaptığım konuşmalarda İsrail'i eleştirirken yalnız da değildim. Benim ciddi bir tehlike olmadığımı biliyorlardı kuşkusuz. Peki Lobi yalnız bir adamın zayıf sesine bile tahammül edemiyor muydu?... Acaba başka Kongre üyelerinin de başlarına buna benzer olaylar gelmiş miydi? Lobinin yalnızca beni hedef olarak seçmiş olması mantıklı görünmüyordu. Birilerinin artık neler olup bittiğini açıkça konuşması gerekiyordu. Kongre dışındaki yönetim kadrosu ve Başkan da kesinlikle etki altında olmalıydılar. Acaba onlara ne tür yaptırımlar uygulanıyordu? ABD Başkanı'nı korkutacak kadar güçlü olan Lobinin yönetimin üst kademelerinde mevzileri olmalıydı. Acaba başka nerelere uzanabiliyorlardı? Farklı mesleklerden insanlar üzerinde de denetimleri var mıydı? Örneğin; bir üniversite kampüsünde öğretmen ve öğrencilerin konuşma özgürlüklerine yönelik bana uygulanan türden baskılar var mıydı? Din adamlarının durumu neydi ya da iş adamlarının? Özgür bir toplumu oluşturan yaşamsal önemdeki insanlar ne durumdaydı? Gazeteciler, köşe yazarları, yayıncılar, televizyon ve radyo istasyonları ve yorumcuları?7
Bu sorular elbette ki son derece önemliydi. Bu nedenle Findley, bu soruların cevabını bulmaya, Lobinin gerçek gücünü araştırıp ortaya çıkarmaya karar verdi. Kendisi gibi "İsrail hakkında konuşmaya cesaret eden" kişilerle görüştü ve topladığı tüm bilgilerle birlikte They Dare to Speak Out'u yazdı.
Ancak pek çok kişi İsrail hakkında konuşmaya cesaret edememişti. Findley, bu konuda yaşadığı sıkıntıları kitabının girişinde şöyle anlatıyor:
Bu kitabın yazılmasında emeği en çok geçen beş kişiye de isimlerini vererek teşekkür edemiyorum... Washington'da çalışan bu beş kişi, kitabın oluşması için bana gerekli bilgileri verirken, bir yandan da bana sürekli olarak isimlerinin kesinlikle yazılmaması gerektiğini hatırlatıyorlardı. İsrail lobisinin gücünü çok iyi bilen bu insanlar, isimleri kaynak olarak verildiği takdirde işlerinden atılacaklarından emindiler. Biri açıkça 'size yardım etmekle büyük bir kumar oynuyorum. Eğer duyulursa, işimden olacağım' demişti. Diğerleri de benzeri şeyler söylediler. Bu kitaptaki bilgilerin önemli bir kısmı, Amerikan toplumunun İsrail lobisinin faaliyetlerini bilmesini isteyen ama bunu açıkça yapmaktan çekinen hükümet yetkililerinin gönüllü desteği ile ortaya çıkmıştır.8
Findley bu şekilde kitabını hazırladı. Ancak bir sorun daha vardı; kitabı basacak yayınevi bulmak da oldukça zordu. Çünkü yayınevleri de Lobiden korkuyorlardı. New York'lu edebiyatçı Alexander Wylie, Findley'e "Amerika'daki hiçbir büyük yayınevinin kitabı basmaya yanaşmayacağını" söylemişti. Öyle de oldu. Pek çok yayınevi, kitabı son derece çarpıcı bulmalarına karşın basmak istemediler. William Morrow şirketi, kitabı "çok etkileyici" bulmuş ancak "ülke içinde ve dışında büyük problemler yaratabileceği"ni öne sürerek bu "ateşten gömleği" giymeyi reddetmişti. Başka yayınevleri de yaklaşık aynı gerekçelerle kitabı basmaktan kaçındı. Konunun "çok duyarlı" olduğunu söylüyorlardı. Sonunda Lawrence Hill yayınevi cesur bir karar alarak kitabı basmayı kabul etti, böylece Findley'in deyimiyle "büyük bir kumar" oynamış oluyordu.
Findley, They Dare to Speak Out'un girişine "Torunlarım Andrew, Cameron, Henry ve Elizabeth'e, her zaman korkusuzca konuşabilmeleri dileğiyle" diye yazmıştı. Kitap 9 hafta boyunca "best-seller" (en çok satan) oldu. 70 binin üstünde sattı. Belli ki Amerikalıların (İsrail hakkında) "korkusuzca konuşabilmelerini" sağlayamadı ama en azından Lobinin inanılmaz gücünü ortaya çıkardı.
AIPAC; Washington'ın Kralı
Eğer bugün Amerikalılar İsrail hakkında "korkusuzca" konuşamıyorlar, İsrail'i eleştiren bir söz ettiklerinde hayatlarının alt-üst olacağından çekiniyorlarsa, bunda en büyük pay kuşkusuz AIPAC'e aittir. Uzun adı "American Israel Public Affairs Committee" (Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi) olan örgüt, Yahudi lobisinin en önemli organıdır ve adındaki masum "halkla ilişkiler" ifadesinin aksine, oldukça tehlikeli bir örgüttür. AIPAC'e "bulaşmak", Washington'daki hükümet yetkilileri ya da Kongre üyelerinin en büyük kabusudur.
Findley, kitabının AIPAC'i konu edinen bölümünün adını "King of the Hill" yani "Başkent'in Kralı" koymakla herhangi bir abartma yapmamaktadır. Çünkü gerçekten de AIPAC, tarihte hiçbir lobi kuruluşunun sahip olmadığı bir güce sahiptir; neyi isterse elde eder.
Findley, AIPAC'in adını ilk kez 1967'de Dışişleri Komitesi'ne atandığında duyduğunu söylüyor. Bir gün komitedeki odasında İsrail'in Suriye'ye yaptığı saldırıyı eleştirirken ondan daha eski bir senatör olan William S. Broomfield şöyle demişti: "AIPAC'ten Kenen senin bu söylediğini bir duysun, başına neler gelecek o zaman gör." 9 Broomfield'ın sözünü ettiği kişi, AIPAC'in o zamanki yöneticisi I. L. Kenen'di.
En başta AIPAC olmak üzere Yahudi lobisinin baskısı sayesinde, Amerika İsrail'e yılda ortalama 6-7 milyor dolarlık bir yardım yapmaktadır. Bu kuşkusuz Amerikan vergi mükellefleri için olumlu bir durum değildir. Yanda, "İsrail paramızı alırken, Amerika aç kalıyor" pankartlarıyla gösteri yapan Amerikalılar... |
Senatör Broomfield, AIPAC'in gücünü abartmış değildi. Örgüt gerçekten de Washington'daki en etkili kuruluştur. Kongre üyeleri üzerinde büyük bir baskı mekanizması kurmuştur. Yahudi lobisine yakın medya kuruluşları -ki bunlar neredeyse tüm büyük Amerikan medya kuruluşlarını kapsar- aracılığıyla istedikleri kişi hakkında olumlu ya da olumsuz propaganda yapabilirler. Ayrıca çok güçlü bir istihbarat sistemleri vardır. Washington'daki resmi dairelerin herhangi bir koridorunda İsrail ya da İsrail lobisi aleyhinde edilen herhangi bir cümle, kısa sürede AIPAC'in kulağına varır. Ve bu da o sözü eden kimse için hiç olumlu olmaz. Eski bir senatör olan Paul McCloskey, bu konuda "Kongre, AIPAC'in estirdiği bir terör fırtınası altındadır" derken örgütün çalışma yöntemini de özetlemektedir. Uzun yıllar Senato üyeliği yapan Paul Weyrich, AIPAC'in inanılmaz etkisini Findley'e şöyle anlatır:
Çok mükemmel bir sistem kurmuş durumdalar. Eğer onların istediği gibi oy verirseniz ya da istedikleri türde konuşmalar yaparsanız, davalarına sıcak bakan medyaya sizin hakkınızda olumlu şeyler söyletirler. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Eğer onların hoşuna gitmeyen bir şey yaparsanız, aynı yolla bu kez rezil edilebilirsiniz. Uyguladıkları baskı, senatörlerin, özellikle de destek arayan senatörlerin bakış açısını kolaylıkla değiştirecek kadar büyüktür.10
Çoğu Kongre üyesi böylesine organize bir güçle çatışmaya girmekten korkar. Bu nedenle Washington'a gelen seçilmişlerin çoğu AIPAC'e sessizce boyun eğer. 1984'e dek Kongre üyeliği yapan Clarence D. "Doc" Long, Findley'e şöyle demiştir:
Çok uzun zaman önce AIPAC'in benden istediği herşeyi kabul etmeye karar verdim. Onların yaptıkları baskılarla karşılaşmak istemiyordum. Benim seçim bölgem oldukça zorludur. İsrail taraftarlarının herhangi bir sorun oluşturmasını istemiyorum. Bu yüzden kararımı verdim; istediklerini yapıyorum ve desteklerini alıyorum.11
AIPAC'in "Eylem Alarmı" denen bir sistemi vardır. Eğer bir Kongre üyesi hoşlarına gitmeyecek bir şey yaparsa, yaklaşık bin kişilik bir listeye "alarm" sinyali gönderirler. Bu bin kişi, Amerikan toplumu içindeki etkili Yahudilerden oluşmaktadır (büyük sermayedarlar, resmi görevliler, cemaat liderleri, gibi statü sahibi kimseler). "Alarm" verildiğinde bu listedeki isimlerin hepsi hedefe yüklenmeye başlarlar. Telefonlar, fakslar yağar ve tehdit kokan "uyarı"lar yapılır. Çok az Kongre üyesi bur tür bir baskıya meydan okumaya niyetlidir.
AIPAC'in Kongre üyelerinden istediği şeyler ise bellidir: Onlardan İsrail'le ilgili her oylamada İsrail lehine oy kullanmalarını ister. Örneğin İsrail'e yapılan Amerikan yardımının artırılması, İsrail'in uluslararası platformda kayıtsız-şartsız desteklenmesi gibi yapılan tüm oylamalarda AIPAC'in gölgesi vardır. Aslında bir Kongre üyesinin İsrail'e yapılan Amerikan yardımının azaltılmasını istemesi son derece doğal bir şeydir, hatta eğer bir "yurtsever" ise bunu istemesi gerekir. Çünkü bu yardım dünyada örneği görülmemiş derecede büyüktür ve Amerikan ekonomisine de büyük zarar vermektedir. Amerikalı Ortadoğu uzmanı Richard Curtiss, bu konuyla ilgili bir yazıda çarpıcı bir benzetme yapmıştı:
Los Angeles banliyösü Northridge'i merkez alan 17 Ocak 1994 tarihli büyük California depreminin, toplam olarak 7 milyar dolar zarara yol açtığı hesaplanıyor. İsrail'e yapılan yardımın 1993 senesi içinde Amerikan vergi mükelleflerine masrafı ise 6.321 milyar dolardı. Bu, California depreminin Amerikalılar için İsrail'e yapılan yardımdan daha zararlı olduğu anlamına gelir, öyle mi?... Hayır! Çünkü California'da her yıl deprem olmamaktadır, oysa İsrail bu yardımı her sene almaktadır. Başkan Clinton, 1994 ve 1995 mali yıllarında da aynı yardımın süreceği sözünü vermiştir. Hatta daha sonra Clinton samimiyetini göstermek için bu rakama bir 500 milyon dolar daha ekletmiştir.12
İşte Amerikalılara bu tür bir "hasar" veren dış yardım, en başta AIPAC'in sayesinde gerçekleşmektedir. AIPAC de tüm bu faaliyetini İsrail'den aldığı direktiflere göre yürütür. AIPAC'le İsrail Büyükelçiliği arasında sürekli telefon bağlantısı vardır. Ayrıca AIPAC yöneticileri Elçilik görevlileri ile en az haftada bir kez toplantı yaparlar.
Arap-İsrail sorununa tarafsız yaklaşılmasını savunan Washington Report on Middle East Affairs dergisi, AIPAC'in Kongre üzerindeki etkisini eleştirenlerden biridir. Dergi, sık sık, Batı Şeria ve Gazze için kullanılan "occupied territory" (işgal altındaki toprak) deyiminden yola çıkarak "Congress is an Israeli-occupied territory" (Kongre İsrail işgali altındaki bir topraktır) sloganını kullanır. Bu da bir abartma değildir. Paul Findley, ABD'nin eski Sudan Büyükelçisi Don Bergus'un bu konudaki bir yorumunu aktarır. Eski diplomat şöyle demektedir: "Dışişleri Bakanlığı'ndayken eğer İsrail Başbakanı dünyanın düz olduğunu söylerse, Kongre'nin 24 saat içinde bu buluşu tebrik eden bir açıklama yayınlayacağı şakasını yapardık." 13
AIPAC'in gücü özellikle 1970'li ve 1980'li yıllarda hızla arttı. Hatta 1983 yılında Başkan Reagan, Kongre'ye karşı AIPAC'ten yardım istemek durumunda kalmıştı. Lübnan'daki Amerikan deniz piyadelerinin varlığına karşı gelişen toplumsal tepkiyi ve bunun Kongre'deki yansımalarını aşmak isteyen Reagan yönetimi, Kongre'yi etkileyemeyeceğini görünce, çareyi Washington'ın Kralı"na başvurmakta bulmuştu. AIPAC yöneticisi Thomas A. Dine'la özel bir görüşme yaparak Kongre'de Lobi desteği isteyen Başkan, gerçekten de AIPAC'in desteği sayesinde Kongre'ye Amerikan askerlerinin Lübnan'da kalmasını kabul ettirebildi. Bunun ardından Reagan Dine'la yeniden görüşerek AIPAC şefine "teşekkür"lerini iletti. Ocak 1984'de Washingtonian dergisi, Dine'ı, Başkent'in en güçlü isimleri arasında sayıyordu.
AIPAC'i etkili yayın organları da vardır. Near East Report adlı haftalık bir dergi yayınlar. Dergi, su katılmamış İsrail propagandasıdır. Örgütün en etkili yayını ise ilk kez 1983"te yayınlanan ve her yıl yeni eklemelerle gelişen The Campain to Discredit Israel (İsrail'i Zayıflatma Kampanyası) adlı kitapçıktır. Bu bir tür "kara liste"dir; içinde İsrail'i eleştirmeye cesaret eden kişi ve kurumların isimleri yayınlanır. Bir kere bu "kara liste"ye giren kişi, kolay kolay baskıdan kurtulamaz.
AIPAC yalnızca seçilmiş Kongre üyelerini yönlendirmekle kalmaz; istedikleri seçtirmek ve istemediklerinin de seçilmesini engellemek için çalışmakta ve oldukça da başarılı olmaktadır. Bunun en iyi yolu, AIPAC'in İsrail yanlısı adayların seçim kampanyalarına yaptıkları dev maddi yardımlardır. Ancak AIPAC bu yardımları doğrudan yapmaz. Amerikan kanunları, bir lobi kuruluşunun bir adaya 5 bin dolardan fazla yardım yapmasını yasaklamaktadır. Bu nedenle AIPAC, adaylara yardım yapmak için çok daha küçük lobiler, "politik eylem komiteleri" (PAC) kurmuştur. Bu PAC'lerden Amerika'da 3.000"e yakın vardır. Bunların 75 tanesi görünür hiçbir bağlantı olmamasına rağmen (örneğin hiçbirinin adından İsrail'le ilgileri olduğu anlaşılmaz) da AIPAC'e bağlı olan PAC'lerdir ve en çok para harcayanlar da bunlardır. AIPAC, bu küçük PAC'leri kullanarak dev miktarda para yardımları yapabilmektedir. İsrail yanlısı PAC'ler, 1988 seçimlerinde 477 adaya toplam 5.4 milyon dolar yardımda bulunmuşlardır. Üç aday 200 bin doların üstünde yardım almıştır. 1990 seçimlerin ise 402 adaya toplam 4.95 milyon dolar aktarılmıştır. 1976-1990 tarihleri arasındaki seçimlerde İsrail yanlısı PAC'ler toplam 21.9 milyon dolar "bağış" dağıtmışlardır. Bağışlar, ağırlıklı olarak Yahudi lobisine daha yakın olan Demokrat Parti adaylarına gitmektedir.14
Bunlar kuşkusuz büyük rakamlardır ve seçim kampanyasının çok büyük önem taşıdığı bir ülke olan Amerika'da, hiçbir aday, Yahudi lobisinden gelen bu büyük finansal desteği görmemezlik edemez. Yahudi yazar Stephen D. Isaacs, Jews and American Politics adlı kitabında bir Kongre üyesinin şu sözünü aktarır: "Bu ülkede politika yapıyorsanız, hele de Demokratsanız, arkanızda Yahudi parası olmadan bir yere varamazsınız." 15 Bu finansal desteğin yanısıra, çoğu kez medya desteği de Yahudi lobisi kanalıyla gelmekte (ya da gitmekte)dir.
Bu yüzden adayların çoğu seçim kampanyası boyunca ellerinden geldiğince Lobinin gözüne girmeye çalışırlar. Seçildikleri takdirde İsrail'e nasıl destek olacaklarına dair sözler verirler (bu kural, Başkan adayları için de geçerlidir). Seçildiklerinde ise sözlerinde durmak zorundadırlar. Çünkü iki yıl sonra yine seçim zamanı gelecektir. Ayrıca AIPAC, ihaneti asla affetmez.
Bu kuralı bozan, yani AIPAC'in egemenliğine karşı başkaldıran çok az kişi vardır Washington'ın yakın tarihinde. Findley bunlardan biridir. Ona benzer bir avuç insan daha çıkmıştır, "İsrail hakkında konuşmaya cesaret edebilen." Ve AIPAC, hepsini cezalandırmıştır.
AIPAC'in Gazabına Uğrayanlar
Paul Findley'in kitabının kapağında resimleri yer alan "İsrail hakkında konuşmaya cesaret edebilen" Amerikalıların çoğu politikacıdır. Ancak bu kişilerin tümü AIPAC tarafından cezalandırılmış, hemen hepsinin politik yaşamı sona erdirilmiştir. Charles Percy, Adlai Stevenson, George Ball, J. William Fullbright, Paul McCloskey gibi sözkonusu Amerikan politikacılarının başına gelenler, AIPAC'in ve genel olarak da İsrail lobisinin gücünü anlamakta açıklayıcı olabilir.
AIPAC'in en önemli özelliklerinden biri, Başkent'te konuşulan her şeyden haberdar olmasıdır. İsrail hakkında Washington'da edilen her söz, AIPAC'in kulağına ulaşır. Bu nedenle politikacılar ya da bürokratlar bu konuda uluorta konuşamazlar. Findley AIPAC'in haber alma sistemini şöyle anlatıyor:
Kongre'nin ve Kongre'ye bağlı çoğu komitenin çalışmaları halka açık olarak yapılır. Ve İsrail'i ilgilendiren her toplantıda mutlaka bir AIPAC temsilcisini not alırken görürsünüz. Bu temsilci Demokles'in Kılıcı gibidir; oradaki varlığı, İsrail hakkındaki en ufak olumsuz bir yorumun AIPAC merkezine anında ulaştırılacağını gösterir. İsrail hakkında olumsuz bir şeyler söyleyen bir Kongre üyesi, toplantının sonunda odasına döndüğünde birbirini izleyen öfkeli ve 'azarlayıcı' telefonlarla karşılaşacaktır. AIPAC lobicileri, Kongre'deki personel ve Kongre'nin çalışma sistemi konusunda gerçek birer uzmandırlar. İsrail'in adı, kapalı kapılar ardında bile geçse, tam olarak ne konuşulduğunu gösteren bir raporu ya da kopyasını hemen ele geçirirler.16
Bu yüzden hemen hiçbir Kongre üyesi Lobiyi kızdırmaya cesaret edemez. Çünkü kızdırdığında inanılmaz bir yıpratma kampanyası ile karşı karşıya kalacaktır. Kongre üyesi Paul McCloskey, bu kampanyanın kurbanlarından biri olmuştu. 1980 yılında İsrail'in işgal altında tuttuğu Batı Şeria'dan çekilmesini, aksi takdirde İsrail'e yapılan Amerikan yardımının dondurulmasını öngören bir yasa tasarısı hazırlayan McCloskey, Lobinin bir anda boy hedefi haline geldi. Yahudi basını McCloskey'i "gözü dönmüş bir antisemit" olarak göstermeye, ırkçı, hatta Nazi olarak tanıtmaya başladı. Bir Yahudi yayın organı McCloskey'in resmini baş sayfaya basmış ve altına da "çok yaşa Goebbels" diye yazmıştı. Bir başkası, Heritage Southwest Jewish Press daha da ileri giderek McCloskey için "bir numaralı o... çocuğu" ifadesini kullanmıştı. Başka Yahudi yayın organları da "Amerikan Yahudilerinin bir numaralı düşmanı", "sürüngen", "aşağılık" gibi sıfatlar yakıştırıyorlardı Kongre üyesine. AIPAC'in mali destekçilerinden "mülti-milyoner" Amerikalı Yahudi Louis E. Wolfson, "Bu adamı Kongre'den kovmak için gerekli her şeyi yapmalıyız. Bir daha Kongre'ye dönmeyeceğine de emin olmalıyız" diyordu.
Bu tip yıpratıcı propagandalar kuşkusuz son derece etkilidir. Çünkü AIPAC'in hedefi haline gelen politikacı, ne denli kararlı olursa olsun, sonuçta tek başına bir insandır. AIPAC gibi mafyavari bir örgütle başa çıkamaz. Hakaretler ve tehditler psikolojik yönden yıpratıcıdır. Ayrıca en ufak bir aleyhte propaganda onun politik kariyerine zarar verir. Özellikle "Yahudi aleyhtarı", "neo-Nazi" gibi suçlamalar Amerikan toplumunda oldukça etkili olmaktadır. Çünkü Lobinin beyin yıkayıcı propagandası sayesinde soykırım efsanesine (bkz. 5. bölüm) inandırılmış olan toplum, "Yahudi aleyhtarlığı" kavramına karşı son derece hassastır. Bu kelime hemen Auschwitz'deki Soykırım dekorlarını çağrıştırır. Lobi, bu hassas noktayı ustalıkla kullanır ve İsrail'i eleştirmeye kalkan birisine hemen "Nazi" damgası vurur. Eski Dışişleri Bakan yardımcısı George Ball, bu konuda şunları söylemektedir:
Dayandıkları en önemli güç, antisemitizm suçlaması. Pek çok insan antisemit olmakla suçlanmaktan nefret eder ve Lobi İsrail'i eleştirmeyi hemen her zaman antisemitizmle bir tutar. Bu kozu sürekli gündemde tutarlar ve bu yüzden de kimse ağzını açamaz.17
Kimse böylesi bir belaya bulaşmak istememektedir. Ohio'dan eski bir Kongre üyesi İsrail lobisine "bulaşma" yönünden, Kongre'yi dört gruba ayırmaktadır:
İlk grup, 'İsrail ne isterse verelimciler' grubudur. İkinci grubu, bu konuda rahatsızlık duymalarına rağmen ses çıkarmaya cesaret edemeyenler oluşturur. Üçüncü grupta ise bu konuda gerçekten büyük sıkıntı duyan ama açık açık konuşmaktan korktuğu için yalnızca İsrail'e yapılan yardımların azaltılması için sessiz bir çalışma yapanlar vardır. Son grup ise açıkça Amerika'nın Ortadoğu politikasını eleştiren ve İsrail'in yaptıklarına karşı çıkanlardan oluşur. Ama Findley ve McCloskey Kongre'den ayrıldığına göre, artık dördüncü grubun varlığından söz edilemez.18
Yahudi lobisi korkunçtur. Ne isterse elde eder. Yahudiler eğitimli ve genellikle de çok zengindirler. Ve tek bir konu üzerinde yoğunlaşmışlardır: İsrail. Bu yönden örneksizdirler. Örneğin kürtaj karşıtları Yahudilerden çok daha kalabalıktırlar ama onlar kadar eğitimli ve zengin değildirler. Yahudi lobiciler bunların hepsine sahiptirler ve politik aktivitede bir numaradırlar.19
Demokrat Parti'den Kongre üyesi Mervyn M. Dymally ise Amerikan Kongresi'nde İsrail'i eleştirmenin zorluğunu şöyle ifade ediyor: "Bugün İsrail hükümetini İsrail'de Knesset'te (İsrail parlamentosu) eleştirmek, Amerikan Kongresi'nde, bu sözde 'konuşma özgürlüğü' ülkesinde eleştirmekten çok daha kolaydır." 20
Aslında AIPAC'in "kara liste"sine girmek için İsrail'i eleştirmeye bile gerek yoktur. Yahudi Devleti'ni ilgilendiren konularda biraz tereddütlü davranmak bile örgütün hışmına uğramak için yeterlidir. Maine Senatörü William Hathaway, bunun bir örneğiydi. Senato'daki kariyeri boyunca sürekli olarak İsrail lehine oy veren ve bu yüzden de Lobinin desteğini arkasında bulan Hathaway, yalnızca bir kez AIPAC'in kendisine yolladığı bir deklarasyonu imzalamamıştı. Bu, AIPAC'in ona cephe alması için yeterli oldu. Örgüt, ilk seçimde Hathaway'i yüzüstü bıraktı ve tüm desteğini rakibi William S. Cohen'e verdi. Bunun sonucunda Hathaway 1978'deki ilk seçimleri kaybetti. Cumhuriyetçi Parti'den bir yetkili bu olay üzerine şöyle demişti: "AIPAC her zaman % 100 sadakat istiyor. Eğer Hathaway gibi bir Senatör yalnızca bir kez bile işbirliği yapmakta tereddüt gösterirse, onu anında defterden siliyorlar." Bir başka Senatör ise olay üzerine şu yorumu yapmıştı: "AIPAC'i memnun etmek için tam sadık olmanız gerekir; % 99.44'lük bir sadakat yeterli değildir. Hathaway'in 1978'deki hezimetinin nedeni, AIPAC'in istediği bu 'saf sadakat'i gösterememiş olmasıdır." 21
AIPAC'in İsrail'i eleştirenlere verdiği ceza, yalnızca o politikacıyı Kongre'den uzaklaştırmakla bitmez. AIPAC yüzünden seçimleri kaybederek Washington'a veda eden politikacılar, sonraki yaşamlarında da Lobi tarafından saldırıya uğramaktadırlar. Lobi, "ibret-i alem" olması için, bu kişilerin sivil hayatını da cehenneme çevirmektedir. Örneğin AIPAC'in faaliyeti sonucunda Kongre seçimlerini kaybeden Paul McCloskey, iş bulmak için uğraşmaya başladığında Lobi'nin engellemesiyle karşılaşmıştır. Findley, bir hukukçu olan McCloskey'in çeşitli hukuk şirketlerine müracaat ettiğini, ancak Yahudi sermayedarlardan gelen "bu adamı işe alırsanız, sizle yaptığımız tüm işleri iptal ederiz" gibi tehditler sonucu McCloskey'in pek çok kapıdan çevrildiğini yazıyor. AIPAC, yerel Yahudi örgütlerine de McCloskey'i "tanıtan" bir broşür yollamış ve "bu adamın canına okuyun" emrini vermişti. Findley şöyle diyor:
McCloskey Lobi tarafından adım adım izleniyordu. Bir tek dertleri vardı; o da McCloskey'in sıradan bir yurttaş olarak bile huzur bulamaması. Lobi, McCloskey'in bazı konuşmalarını ve yaptığı işleri ayrıntılı olarak bir kitapçıkta toplamış ve bütün ülkeye yaymıştı. Kitapçığın amacı, yerel Yahudi örgütlerine yol göstermekti. McCloskey ne zaman bir yerlerde görünse, bu 'karşı saldırı rehberi' işe yarıyordu.22
Paul Findley AIPAC tarafından Washington'dan "kovulan" ve sonra da yakın takibe alınan daha başka isimler de sayar. Adlai Stevenson, William Fullbright ya da Charles Percy gibi senatörler bu listenin en çarpıcı isimleridir. Bu senatörlerin "suçları" aşağı-yukarı aynıdır: İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini savunmuş ve Yahudi Devleti bu konuda direttiği sürece Amerikan yardımının azaltılmasını teklif etmişlerdir. Ya da İsrail'in Filistinlilere karşı uyguladıkları sistemli terörü kınamışlardır. Yani normal bir insanın yapacağı şeyleri yapmışlardır. Ama bunlar AIPAC için "suç" kapsamına girer. Lobi, bu "İsrail düşmanları"nı kullanmak için temel olarak iki yöntem kullanır. Birincisi, "hedef" kişi hakkında son derece yoğun bir aleyhte propaganda yapmaktır. İkincisi ise hedef kişiye rakip olan adayın desteklenmesidir. Bu adayın Lobiyle herhangi bir eski bağlantısı olmasına da gerek yoktur. Lobi, bu adaya gider ve "sizi şu kişiye karşı destekleyeceğiz ama siz de seçildiğinizde bizim isteklerimize uyacaksınız" der. Sözkonusu aday, ayağına kadar gelen bu yardımı geri tepmez ve seçimleri de büyük olasılıkla kazanır. Artık o da, Kongre'deki büyük çoğunluk gibi İsrail'in evet-efendimcisidir. Lobiye karşı çıkması düşünülemez, çünkü Fullbright'ın "politikacılar için Lobiye karşı çıkmak, intihar etmekle eşdeğerdir" sözüyle ifade ettiği kuralı, kendi gözleriyle görmüştür.
Lobiye karşı çıkmak, yalnızca Kongre üyeleri ya da Senatörler için değil, aynı zamanda Amerika'nın sözde en güçlü adamları, yani Başkanlar için de intihar anlamına gelmektedir. Yakın tarih, bunun örnekleriyle doludur. Kennedy, Nixon ve son olarak da Bush Lobi tarafından cezalandırılmıştır. Öteki Başkanlar da Lobi'ye itaat etmeleri gerektiğini öğrenmelerini sağlayan küçük "dersler" almışlardır. Yakın tarihe bir göz atmak, Amerika'daki gerçek güç odağının kimliğini keşfetmek için yeterlidir.
Lobinin Beyaz Saray Dosyası
İsrail lobisi, Kongre ve Senato'nun yanısıra kuşkusuz Beyaz Saray'ın da denetimi ile yakından ilgilenmektedir. Bazı Kongre üyeleri gibi bazı Başkanlar da Lobiye kayıtsız şartsız itaat ederler. Bunun tersi de gerçekleşebilir: Bazı Kongre üyelerinin maruz kaldığı baskıların benzerleri, bazı Başkanlara da yapılır.
Kitabın bir önceki bölümlerinde Woodrow Wilson, Franklin D. Roosevelt gibi önemli Amerikan Başkanları'nın Yahudi lobisiyle, masonlukla ve masonik örgütlerle olan ilginç ilişkilerini incelemiştik. Roosevelt'in ardından Başkanlık koltuğuna oturan Harry S. Truman da bu geleneği bozmadı. Truman, öncelikle, bir masondu ve örgütün geleneksel yapısına uygun olarak Yahudilerle oldukça yakın ilişkileri vardı. Amerikalı mason Allen E. Roberts, Brother Truman (Birader Truman) adlı kitabında Başkan'ın masonik kariyeri hakkında ayrıntılı bilgiler verir. Buna göre Başkan, değişik ritlere üye olmuş ve hepsinde 33. dereceye ulaşmıştır. Aldığı en önemli paye ise 15 Haziran 1923'te "Indepedence" locasında ulaştığı "Knights Templar" (Tapınakçı) derecesidir. Yani Truman,Tapınakçı'dır!... (Tapınakçılar için bkz. 2. bölüm)
Tapınakçı Başkan'ın Yahudilerle ittifak içinde olmaması düşünülemezdi. Nitekim öyle de oldu. Truman, Yahudi Devleti'ni kurduran Başkan olarak tarihe geçti. İsrail'in kurulması için Birleşmiş Milletler'i yönlendiren ve ardında Yahudi Devleti'ne büyük ekonomik destek veren kişi Truman'dı. İsrail Başhahamı, 1949'da Beyaz Saray'a yaptığı bir ziyarette "Tanrı, sizi, 2000 yıl sonra İsrail'in yeniden doğuşuna destek olasınız diye annenizin rahmine yerleştirdi" demişti. Bu politikası, Truman'ın Lobiden aldığı desteği daha da güçlendirdi. 1948 seçimlerinde Yahudi oylarının çok büyük bir bölümünü aldı. Findley, Truman'ın "Siyonistlerin gönlünde taht kurduğunu" söylüyor.
Harry S. Truman, ABD'nin "Tapınakçı" Başkanı, loca önlüğüyle. |
Ancak Beyaz Saray'ın Truman'dan sonraki konuğu Yahudi lobisine pek yakın değildi. Savaş kahramanı" olmasının verdiği güçle Başkan seçilen Eisenhower, İsrail'e karşı temkinli bir politika izledi. Findley, Eisenhower'ın "İsrail lobisinin tüm baskılarına direndiğini" ve İsrail'i ABD tarafından belirlenen politikalara uymaya zorladığını yazıyor. Bunun en açık örneği, kuşkusuz 1956'daki Süveyş Savaşı'ydı. Bu savaşta İngiltere ve Fransa ile birlikte Sina yarımadasını işgal eden İsrail, Eisenhower yönetiminin zorlaması ile geri çekilmişti.
İki dönem üstüste Başkan seçilen Eisenhower yönetimi, Yahudi lobisini çok öfkelendirmişti. Bir daha böyle bir yönetim görmek istemiyorlardı. Bu nedenle daha organize çalışmaya karar verdiler. Baskıyı artıracaklardı. Bu kararın en önemli uygulaması, AIPAC'in kurulması oldu. Lobi, yeni Eisenhower'lara izin vermeyecekti.
Bunun için ilk uygulamaya karar verdikleri yöntem, Başkan olacak kişiyle henüz seçilmeden önce bağlantı kurmaktı. Başkan adaylarıyla konuşacak ve "eğer seçildiğinizde İsrail'e destek olmaya söz verirseniz, kampanyanıza büyük yardımlar yapabiliriz" diyeceklerdi. Bunun ilk denemesini John F. Kennedy'e yaptılar. Eisenhower'ın görev süresi 1960'da bitiyordu ve yapılacak seçimlerin en güçlü ismi de Demokrat Parti'nin adayı Kennedy idi. Lobi, işi sağlama almaya karar verdi ve seçim kampanyası sırasında Kennedy ile temas kurdu. Findley olayı şöyle anlatıyor:
(Seçimden bir süre önce) Kennedy, New York'un önde gelen Yahudilerinden birinin evindeki yemeğe katılmıştı. Ancak o akşam duyduğu bazı sözler canını fena halde sıkmıştı. Kennedy o akşamı yakın dostu gazeteci Charles Bartlett'e anlatırken, 'inanılması zor deneyimdi' demişti. Anlattığına göre, o gece yemeğe katılanlardan biri Kennedy adamın adını vermemişti Kennedy'e, 'kampanyanız sırasında bazı ekonomik güçlüklerle karşılaştığınızı biliyoruz' demişti. Ve şöyle eklemişti: 'Ancak eğer önümüzdeki dört yıl boyunca Ortadoğu ile ilgili politikalarınıza yön verme şansı tanırsanız, kampanyanız için size çok etkili bir biçimde yardımcı olabiliriz.' Bu, Kennedy'nin hiç alışık olmadığı bir öneriydi.23
Evet, Kennedy bu tür kirli pazarlıklara alışık değildi ve bu yüzden de Lobinin teklifini geri çevirmişti. Avukatı Bartlett'e "bir Başkan adayından çok, bir yurttaş olarak tepki gösterdim, kendimi hakarete uğramış gibi hissettim" demişti. Kennedy ayrıca eğer Başkan seçilirse, Başkan adaylarının seçim kampanyası için hazineden gelen para dışında para kullanmalarını yani Lobiden rüşvet almalarını yasaklayacağını da eklemişti.
Genç adam, kendi elleriyle kendi sonunu hazırlıyordu...
Kennedy'nin İsrail'le Kavgası
Sonuçta Kennedy Lobinin desteği olmasa da Başkan seçildi. Lobi Kennedy'e sıcak bakmıyordu. Başkan, Amerikan tarihindeki ilk Katolik Başkan'dı; ayrıca eski bir Büyükelçi olan babası Joseph Kennedy de zamanında Lobi tarafından boy hedefi haline getirilmişti. Kennedy de Lobiye ve İsrail'e pek sıcak bakmıyordu; Başkanlık öncesinde aldığı "ahlaksız teklif" onu Lobiden bir hayli soğutmuştu. İlerleyen aylarda da Başkan, İsrail yönetimiyle büyük bir çatışmaya girdi. Çatışma, İsrail'in nükleer programı nedeniyle patlak vermişti. İsrail Başbakanı Ben-Gurion, hummalı bir nükleer silah üretme programı izliyordu, Kennedy ise nükleer silahlanmayı durdurma programı çerçevesinde Yahudi Devleti'ni bu işten vazgeçmesi için ikna etmeye çalışıyordu. Pulitzer ödüllü Amerikalı yazar Seymour M. Hersh, The Sampson Option: Israel, America and the Bomb adlı kitabında Kennedy ve Ben-Gurion arasında, İsrail'in nükleer programı hakkında "kavga"ya dönüşen çatışmayı ayrıntılarıyla aktarır. Buna göre, bir keresinde dostu Charles Bartlett'e "Bu o... çocuklarının (İsrailliler) nükleer kapasiteleri konusunda bana sürekli yalan söylediklerini biliyorum" diyen Kennedy, elinden geldiğince Yahudi Devleti'nin Dimona reaktöründeki gizli nükleer çalışmalarını engellemeye çalışmıştı. Ben-Gurion'un yazdığı mektuplarda kendisinden "genç adam" diye söz etmesi ve daha üst bir konumdaymış gibi bir üslup kullanması yüzünden de çileden çıkıyordu. Bu arada Kennedy'nin Araplara yönelik olumlu bakış açısı da, onu İsrail ve Lobi gözünde tam anlamıyla boy hedefi haline getirmişti. Kennedy'nin Ortadoğu'da adil bir politika uygulamaya niyetlendiği, daha senatör olduğu sıralarda Fransa'ya karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir'i desteklemesiyle ortaya çıkmıştı. Cezayir bağımsızlığına karşın Fransa'ya büyük askeri destek veren İsrail (bkz. 10. bölüm), JFK'nın "tehlikeli" biri olduğunu daha o zaman sezmişti. Genç Başkan, Beyaz Saray'a oturduktan sonra da Arap ülkeleriyle, özellikle de Mısır'la olumlu ilişkiler kurmaya çalışmıştı.
Kısacası, Amerika ve İsrail'deki Yahudi liderler, ikinci bir Eisenhower vakası ile karşı karşıya kalmışlardı. Ancak bu kez oturup Kennedy'nin seçim kaybetmesini bekleyecek kadar sabırlı değillerdi. Kennedy halktan çok büyük destek alıyordu ve bir sonraki seçimleri kazanacağı da kesin görünüyordu. İsrail ve Lobi, bir beş sene daha bekleyemezdi.
Peki ne yapmalıydılar? Kennedy'i ikna etmenin yolu yok gibi gözüküyordu; bunu zaten seçimden kısa bir süre önce denemiş ve ters tepkiyle karşılaşmışlardı. Bu durumda Kennedy'nin yerine geçebilecek muhtemel Başkanlar üzerinde düşünmek gerekiyordu. Kennedy'nin Cumhuriyetçi Parti'den rakibi olan Nixon da onlar için pek olumlu gözükmüyordu. Eğer seçimlerde Nixon'a büyük bir destek verip Kennedy'nin kaybetmesini sağlasalar bile, yine de ellerine bir şey geçmeyecekti. Ancak bir başka isim, onlar için çok uygun olduğu sinyalini veriyordu. Bu, Kennedy'nin yardımcısı Lyndon B. Johnson'dı. Son dönemlerde özellikle dış politika konularında Kennedy'le çokça tartışan ve Başkan'la arası oldukça açık olan Johnson, Lobi açısından "ideal Başkan" prototipi çiziyordu. Politik kariyeri boyunca İsrail'e desteğini sık sık vurgulamış ve Başkan yardımcılığı yaptığı dönem boyunca da Yahudi Devleti'ne olan sempatisini açığa vurmuştu.
Eğer İsrail ve Lobi, bir yolunu bulur da Kennedy'nin yerine Johnson'ı Başkan yaparlarsa, oldukça büyük bir iş başarmış olacaklardı. Ama bu normalde mümkün değildi; böyle bir koltuk değişimi olması için Başkan'ın ya istifa etmesi ya da ölmesi gerekiyordu. Başkan'ın istifa etmeye de niyeti yoktu elbette...
Kennedy suikasti tam bu sırada gerçekleşti.
Kennedy Suikastinde 'Son Hüküm':
Başkan'ı Mossad Öldürdü!...
Bir önceki bölümde Kennedy suikastinin perde arkasına değinmiş ve olayın arkasındaki masonluk-Yahudi lobisi-İsrail cephesinden söz etmiştik. Paul Findley de bir makalesinde konuya değinir. Findley'in vurguladığı gibi Kennedy suikasti hakkında üretilen komplo teorileri arasında İsrail'in adı hiç geçmemektedir. Oysa Yahudi Devleti Kennedy'i ortadan kaldırmayı istemek için çok fazla gerekçeye sahiptir. Ayrıca Findley'in dediği gibi Kennedy suikasti ile ilgili olarak sanık sandalyesine oturtulan Küba lideri Castro, mafya ya da fanatik anti-komünistler gibi diğer zanlılar bu işi becererek güç ve yeteneğe sahip değillerdir. (Oliver Stone'nun JFK adlı filminde ortaya konduğu gibi Kennedy suikasti son derece planlı ve sofistike bir eylemdir ve devlet içinden odakların işin içine karıştığı kesindir.) Findley, Mossad'ın Kennedy'i ortadan kaldırmayı isteyecek nedenlere ve bu işi yapabilecek güç ve yeteneğe kesin olarak sahip olduğunu hatırlatır. Bu gerçeğe rağmen sanıklar listesinde Mossad ve İsrail isimlerinin hiç geçirilmemesi, kuşkuları daha da artırmaktadır.24
Kennedy, İsrail yönetimini, başta Yahudi Devleti'nin nükleer programına yaptığı engellemeler olmak üzere, çok konuda rahatsız etmişti. İsrail Başbakanı Ben Gurion, Kennedy'nin varlığının İsrail için bir tehdit oluşturduğunu söyleyerek istifa etmişti.
Bu, Başkan'ın ortadan kaldırılması için yeterliydi. Nitekim Amerikalı araştırmacı Micheal Collins Piper, 1993 yılında yayınladığı Final Judgement (Son Hüküm) adlı kitabında, çok ayrıntılı istihbarat ve delillere dayanarak Kennedy suikasti ile ilgili "son hükmü" ortaya koydu: Suikast bir Mossad ürünüdür!... Yanda, Kennedy'nin cenaze töreni: John, babasının tabutunu selamlıyor... |
Kennedy suikastinde Mossad'ın rolü ile ilgili en detaylı çalışma ise Amerikalı araştırmacı Michael Collins Piper'ın 1993 yılında yayınladığı Final Judgement (Son Hüküm) adlı kitapta ortaya kondu. Piper, 335 sayfa ve 600 dipnottan oluşan kitabında Kennedy suikasti ile ilgili "son hükmü" veriyordu: Suikast bir Mossad ürünüdür!...25
Piper, öncelikle Kennedy ile İsrail yönetimi arasındaki çatışmanın detaylarını inceliyordu. Bu çatışma o kadar keskindi ki, İsrail Başbakanı Ben Gurion, Nisan 1963'te Kennedy'nin varlığının İsrail'i tehdit ettiğini öne sürerek istifa etmişti.
Kennedy'nin ortadan kaldırılmasıyla Başkanlık koltuğuna oturan Lyndon B. Johson, hem İsrail lobisinin hem de Vietnam'da savaş isteyen ölüm tacirlerinin işine yaradı. Üstte, "şahin" Başkan, Vietnam'daki Cam Ranh üssünde Amerikan askerlerine yürüttükleri kirli savaş için "moral" verirken... |
Suikastin ayrıntılarında çok sayıda Mossad bağlantısı vardı. Piper, New Orleans Savcısı Jim Garrison (JFK filminde Kevin Costner'ın canlandırdığı kişi) tarafından suikast ile ilgili olarak soruşturmaya uğrayan Clay Shaw'a dikkat çekiyordu. Çünkü delil yetersizliği ile davadan beraat eden, ancak suikastle ilgisi olduğu aşikar olan Shaw, Mossad'ın paravan şirketi olarak işlev gören bir firmanın yönetim kuruluşunda çalışıyordu. (Piper'a göre, yönetmen Oliver Stone, JFK filminde Clay Shaw'un bu Mossad bağlantısını atlamıştır, çünkü Stone'un en büyük finansörü, Arnon Milchan adlı İsrailli bir silah tüccarıdır).
Piper'ın kitabında konuyla ilgili önemli bilgiler aktaran eski bir Fransız istihbaratçı vardır. Bu kişi, Mossad'ın suikastçilerle bağlantı kurarken, Fransız istihbaratındaki bir ajandan yararlandığını söyler. Mossad'la suikastçiler arasında aracılık yapan bu Fransız ajan, Cezayir yanlısı tutumundan dolayı Kennedy'den nefret etmektedir.
Piper, suikastteki Mossad bağlantısının hasıraltı edilmesine de değinir. Belli kişiler, suçu mümkün olduğunca uzak adreslere atmaya çalışmışlardır. Suikasti inceleyen Warren Komisyonu'na, sorumlunun KGB olduğu konusunda en çok telkinde bulunan kişi, CIA eski şefi James J. Angleton'dır. Angleton'ın en önemli özelliği ise İsrail ve Mossad'a olan ünlü yakınlığıdır; CIA şefi olduğu dönemde "Mossad'ın manevi babası" ünvanını kazanmıştır.
Suikastteki "İsrail hipotezi"ni güçlendiren bir başka nokta, Kennedy'nin ardından Başkan olan Johnson'ın İsrail'e olan büyük yakınlığıdır. O tarihe kadar görev yapan Amerikan Başkanları içinde "en İsrail yanlısı" sayılan Johnson, ilk kez Yahudi Devleti'ne büyük miktarlarda silah yardımı yapmış, 1967 savaşı sırasında İsrail'e gizli yollardan askeri araç ve deneyimli personel göndermişti. Paul Findley, Johnson hakkında şunları söylüyor: "İsrail hükümeti Johnson başkan olursa herşeyin lehlerine dönüşeceğini bilmekteydi ve gerçekten de öyle oldu. Kennedy'nin ölümünden sonra ABD ilk defa İsrail'e çok geniş çapta silah göndermeye başladı. 1967 Haziran savaşı sırasında Johnson el altından İsrail'e hem malzeme hem de personel yardımında bulundu."26 Lobi, Johnson döneminde lobi yapmaya gerek bile duymamıştı.
Yeni Başkan'ın İsrail'e olan sadakatinin en ilginç göstergelerinden biri ise Amerikan gemisi USS Liberty'e yapılan İsrail saldırısıydı.
Liberty'e Saldırı ve Johnson'ın İsrail'e Sadakati
Haziran 1967'deki Arap İsrail Savaşı (Altı Gün Savaşı) sırasında, oldukça ilginç bir olay yaşandı. Amerikan istihbarat gemisi USS Liberty, Mısır açıklarında uluslararası sularda gezerken, İsrail uçakları tarafından vuruldu.
İsrail, altı gün süren savaşın dördüncü gününde, Mısır'ı ve Ürdün'ü yenilgiye uğratmış ve çatışmanın asıl kaynağı olan Suriye'ye yönelmişti. İsrail, kuzey sınırındaki Golan tepelerini Suriye'den almak istiyordu; buraya konuşlandırılmış olan Suriye silahları yıllar yılı kuzey İsraillileri rahatsız etmişti. Yahudi Devleti'nin hedefi, savaş bitmeden önce Golan'ı ele geçirebilmekti. Birleşmiş Milletler o sırada tam bir ateşkes ilan etmek üzereydi ve İsrailliler, ateşkes yüzünden Golan'ı ele geçirmekte geç kalmaktan korkuyorlardı.
Amerikan gemisi USS Liberty ise bu ortamda İsrail için pürüz durumundaydı. Çünkü gemi hem Arap hem de İsrail tarafının tüm radyo konuşmalarını dinliyor ve gelişmeleri an an izliyordu. İsrailliler, BM ateşkesine rağmen Golan'ı işgal etme niyetlerinin Washington tarafından öğrenilmesini istemiyorlardı. Çünkü Washington'daki yönetim, uluslararası hukuk gereği, İsrail'i böyle bir şey yapmaması için uyarabilir ve bu durumda da Tel Aviv yönetimi zor durumda bırakabilirdi. Bu risk karşısında hiç tereddüt etmediler: Liberty'i batırmaya karar verdiler.
İsrail uçakları, 8 Haziran günü, üzerinde Amerikan bayrağı bulunan, Amerikan donanmasının renkleriyle boyanmış ve ismi ve numarası rahatlıkla okunan gemiyi vurdular. Saldırı sonucunda 34 Amerikan denizcisi öldü, 75 tanesi yaralandı. Gemide tam 821 roket ve makinalı tüfek mermisi izi kalmıştı. Gemi, batmaktan zor kurtuldu. İsrailliler tam gemiye çıkmaya hazırlanıyorlardı ki, yaklaşan Amerikan uçaklarının zorlaması nedeniyle uzaklaşmak zorunda kaldılar.
İsrail uçakları tarafından vurulan Amerikan istihbarat gemisi USS Liberty'nin enkazı; Amerikalı denizciler, İsrail saldırısı sonucunda ölen 34 kişinin tabutlarını gemiye taşıyorlar. |
KKuşkusuz bu son derece garip bir olaydı. İsrailliler, gemiye yanlış teşhis sonucunu saldırıldığını açıkladılar, Amerikan hükümeti de bu bunu doğruladı. Ama biraz olsun aklı çalışan hiç kimse buna inanmadı. Çünkü böyle bir şey imkansızdı; gemi Amerikan bayrağı taşıyor, Amerikan donanmasının standart renk ve rakamlarına uygun olarak dolaşıyordu. Nitekim Amerikan Genel Kurmayı eski başkanı başkanlarından Thomas Moorer "saldırının resmi olarak iddia edildiği gibi yanlış teşhisten kaynaklanmış olması olanaksızdır" diye açıklamada bulunmuştu.
Peki neden İsrail bile bile bir Amerikan gemisini vurmuş ve Amerikan hükümeti bu saldırıya karşı Yahudi Devleti'ne "canınız sağolsun, lafı mı olur" gibisinden bir karşılık vermişti?
Bu sorunun cevabı, Amerikan yönetimi ve devlet aygıtı içindeki İsrail yanlılarının olayı kasıtlı olarak ört-bas etmiş olmalarıdır. Eski Dışişleri Bakan yardımcısı George Ball, Amerikan-İsrail ilişkilerini konu edindiği Passionate Attachment adlı kitabında bu konuya değinir. Buna göre, Amerikan Deniz Kuvvetleri, İsrail'in USS Liberty'e saldıracağını kısa bir süre önce çeşitli istihbarat kaynaklarından öğrenmiş ama buna rağmen gemiyi kurmak için hiçbir girişimde bulunulmamıştı. Ball, Beyaz Saray'ın da olaydan haberi olduğunu, fakat Başkan Johnson ve yardımcılarının, İsrail'e hiçbir uyarıda bulunmayarak yalnızca gemiye batı yönüne hareket etmesi için emir verdiklerini yazıyor.27
Amerikalı araştırmacı yazar Eustace Mullins de olayın ilginç bir yönünü bildirir: Amerika'nın Tel-Aviv'deki Elçiliğinde görevli olan bir CIA yetkilisi, 7 Haziran 1967 günü McLean VA'deki CIA merkezine İsraillilerin USS Liberty'i batıracaklarına dair kesin bir istihbarat aldığını bildirmiş ama CIA buna rağmen aynı Deniz Kuvvetleri gibi gemiye herhangi bir uyarıda bulunmamıştır. Mullins, olayın asıl organizatörünün Başkan Johnson olduğunu söyler ve saldırının olduğu sıralarda Başkan'ın Beyaz Saray'da Mathilde ve Arthur Krim ile birlikte oluşuna dikkat çeker. Bu iki isim, Mullins'in yazdığına göre, Başkan'ın İsrail'le bağlantısını sağlayanların başında gelmektedir. Mathilde Krim, 1940'lı yıllarda, Menahem Begin'in liderliğini yaptığı Siyonist terör örgütü Irgun'un saflarında çarpışmış eski bir militandır.28
Kısacası, İsrail, bir Amerikan gemisini pürüz çıkarmaması için vurmuş, Amerikan Başkanı, Başkan'ın yardımcıları ve Deniz Kuvvetleri ile CIA'daki bazı üst düzey görevliler, buna ses çıkarmamış, hatta Yahudi Devleti'nin öne sürdüğü "yanlışlıkla oldu" mazeretini kabul etmişlerdir. Bu, Başkan Johnson'ın İsrail'e olan sadakatinin Johnson, Kennedy'nin sadakatsizliği nedeniyle vurulmuş olmasından hayli etkilenmiş görünmektedir ve genel olarak da İsrail'in Amerika üzerindeki denetiminin ne denli güçlü olduğunu ortaya koymaktadır.
Olaydan 17 yıl sonra Amerikan donanmasından emekli denizci James M. Ennes Jr., olayın içyüzünü ortaya koyan Assault on the Liberty (Liberty'e Saldırı) adlı bir kitap yazmış, ancak Yahudi lobisinin açtığı büyük bir yıpratma ve saldırı kampanyasına maruz kalmıştır.
Noam Chomsky, USS Liberty olayını ve İsrail'in 1950'lerde Mısır'daki Amerikan misyonlarına gerçekleştirdiği provokasyon saldırıları birlikte yorumlayarak şöyle diyor:
İsrailli teröristlerin Mısır'daki ABD kuruluşlarına ve diğer kamu kurumlarına yönelik saldırıları (Lavon Davası) ile, bandırası konusunda yanılması olanaksız USS Liberty adındaki ABD gemisine, roketlerle, uçaklarla, napalm bombalarıyla yapılan, ardında 34 ölü, 75 yaralı bırakan, önceden planlandığı açık ve kesin olan saldırı, 'Amerikan Deniz Kuvvetleri'nin 'barış zamanı' başına gelen en büyük uluslararası kaza. Her iki durumda da basın ve bilim çevreleri ya sessiz kaldılar ya da kıvırtmalara başvurdular. İkisi de, ne o an ne de sonradan, hazin bir terör ve şiddet vakası olarak tarihe geçti... Liberty'e yapılan saldırı sadece aşağı yukarı bütün basından değil, yüksek rütbeli şahısların resmi raporda olayın örtbas edildiğine dair hiç şüpheleri olmasa da, Amerikan Deniz Kuvvetleri Soruşturma komisyonu ile ABD yönetiminden de yakasını sıyırdı... ABD kuruluşlarına terörist saldırılarda bulunacak ya da bir ABD gemisine saldırarak 100 kadar insanı öldürecek ya da yaralayacak, sonra da cezasız bırakılacak, hatta bunca zamandır hakkında tek bir eleştiride bulunulmayacak bir ülke daha var mı acaba? 29
Liberty olayı, Johnson yönetiminin İsrail'e olan sadakatinin bir örneğidir. Johnson'dan sonra Beyaz Saray'a oturan kişi, Richard M. Nixon'dır. Nixon döneminin İsrail dosyası ise oldukça ilginç ve farklı bir görüntü çizmektedir.
3 Paul Findley, They Dare to Speak Out: People and Institutions Confort Israel's Lobby, Chicago: Lawrence Hill Books, 1989, s. 67.
4 Amerika'da "parlamento"nun adı Kongre'dir. Kongre iki ayrı meclisten oluşur: Senato ve Temsilciler Meclisi. Senato'da her eyaletin iki temsilcisi yer alır. Daha kalabalık olan Temsilciler Meclisi'ne ise her eyalet, nüfusuna göre belirlenmiş sayıda üye gönderir. Senato seçimleri altı, Temsilciler Meclisi seçimleri iki yılda bir yapılmaktadır.
12 Richard Curtiss, "California Earthquake and Aid to Israel: Disasters of Equal Magnitude ?", Washington Report on Middle East Affairs, Şubat/Mart 1994.
14 Richard Curtiss, Stealth PAC's: Lobbying Congress for Control of U.S. Middle East Policy, 3.b., Washington DC: American Educational Trust, 1991.
24 Paul Findley, "In Kennedy Assasination, Anyone but Mossad is Fair Game for US Media", Washington Report on Middle East Affairs, Mart 1992.
26 Paul Findley. "In Kennedy Assasination, Anyone but Mossad is Fair Game for US Media" The Washington Report on Middle East Affairs, Mart 1992.