WATERGATE'İN ANLATILMAMIŞ HİKAYESİ
Amerikan yakın tarihindeki sansasyonel olayların başında kuşkusuz Başkan Richard Nixon'ı istifa etmeye götüren Watergate skandalı gelir. Skandal, özet olarak, 1972 seçimleri sırasında Cumhuriyetçi Parti'nin rakip Demokrat Parti'nin Watergate'teki merkezini gizlice dinlemesi ve bunun ortaya çıkmasıdır. Başkan Nixon, uzun süre kendisinin bu olaydan haberdar olmadığını öne sürmüş ama Watergate olayının patlak vermesinden 26 ay sonra istifa etmek zorunda kalmıştır.
Watergate özet olarak budur, ancak skandalın bir de anlatılmamış hikayesi vardır. Ve bu hikayenin merkezinde çok önemli bir güç, yani İsrail lobisi ve çok önemli isim, İsrail lobisinin kıdemli temsilcisi Henry Kissinger yer almaktadır.
Amerikalı Ortadoğu uzmanı Richard Curtiss, editörü olduğu Washington Report on Middle East Affairs dergisinde Watergate'e uzanan yolun bulanık görüntüsünü aydınlatan bir makale yazmıştı.30 Curtiss'e göre, olayın kökeni Nixon'ın 1968-1972 arasındaki ilk dönemine dayanıyordu. 1968 seçimlerinde Nixon Demokrat rakibi Lyndon B. Johnson'ı, yani o ana kadar Amerikan tarihindeki en İsrail-yanlısı Başkan'ı yenerek Beyaz Saray'a oturmuştu. O sıralarda dış politika konularının en önemlisi Ortadoğu idi. İsrail 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda çok büyük bir Arap toprağı işgal etmişti ve Birleşmiş Milletler'in ünlü 242 sayılı kararına rağmen bu topraklardan çekilmeye de hiçbir şekilde yanaşmıyordu. Amerika Johnson yönetimi sırasında İsrail'in bu mütecaviz tutumunu kayıtsız şartsız desteklemiş ve Yahudi Devleti'ni, işgal ettiği topraklardan geri çekilmemesi için cesaretlendirmişti. Şimdi gözler Nixon yönetimindeydi. Yahudi oylarına rağmen Beyaz Saray'a oturan Başkan Yahudilerin büyük çoğunluğu oylarını kadim dostları Johnson'a hediye etmişlerdi acaba Yahudilere verilen haksız desteği kesecek miydi?
Nixon bu konuda kesin bir tavır koymadı. Ancak kurduğu hükümette bu konuda iki ayrı kanat oluşuverdi. Bir taraf, Nixon'ın Dışişleri Bakanlığı görevine getirdiği William D. Rogers tarafından temsil ediliyordu. Eskiden Eisenhower yönetiminde çalışmış olan Rogers, Amerika'nın Ortadoğu'da tarafsız bir politika izlemesini ve İsrail'i işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlamasını savunuyordu. Ancak yönetimde bir de karşı taraftan önemli bir temsilci vardı. Bu kişi, uzun süredir Nelson D. Rockefeller'ın "sağ kolu" durumunda olan bir Harvard profesörüydü: Henry A. Kissinger. Bir Alman Yahudisi olan Kissinger, bir gizli-Yahudi olan Rockefeller'ın desteği sayesinde yükselmiş, CFR'ye üye olmuş ve iyi bir siyaset bilimci olarak ün yapmıştı. Nixon, biraz da Yahudi lobisini memnun edebilmek amacıyla, Kissinger'a Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevini teklif etti. Richard Curtiss, bu teklifi, Ortadoğu'daki muhtemel bir barışın suya düştüğü an olarak nitelendiriyor.
Nixon'ın birinci döneminde Dışişleri Bakanı William Rogers (solda) İsrail'i rahatsız eden bir Ortadoğu palın hazırlamıştı. İsrail'in yönetimdeki temsilcisi olan Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissinger (sağda) ise bu planı uygulatmamak için elinden geleni yaptı. Sonuçta kazanan Kissinger oldu ve Rogers tasfiye edildi. Ancak Kissinger ve diğer İsrail taraftarları, bununla kalmayacak, İsrail'i rahatsız etmeye başlayan Başbakan Nixon'ı da kara listeye alacaklardı.
|
Kısa süre içinde yönetimdeki kutuplaşma ortaya çıktı. Nixon, Kissinger'ı elinden geldiğince Ortadoğu konusundan uzak tutmak istiyordu. "Henry, kendisi de bir Yahudi olduğu için, bu konuda Arap liderlerin güvenini kazanamayabilir" diyordu.31 Oysa bu arada Rogers Ortadoğu hakkında İsrail'i ve dolayısıyla Lobiyi hiç memnun etmeyecek bazı girişimlere başlamıştı. Kısa süre sonra Rogers'ın kafasındaki hesaplar, "Rogers Planı" olarak adlandırılmaya başladı. İsrail sürekli olarak bu Rogers Planı'nın tehlikesinden söz ediyordu. Lobi de ayağa kalkmıştı.
Ancak bu ortamda Kissinger sahneye çıktı ve Rogers Planı'nı baltalamaya başladı. İlk yaptığı iş, Lobi liderleri ve İsrail'i destekleyen çeşitli çevrelerin temsilcileriyle bir toplantı yapıp strateji belirlemek oldu. "Başkan'a değil, Dışişleri'ne (yani Rogers'a) yüklenmek gerek" diyordu. Nitekim Kissinger kısa bir süre sonra Rogers'a "yüklenmeye" başladı. Gazetelere Rogers hakkında olumsuz demeçler veriyordu. Bu amaçla yalan söylemekten bile kaçınmadı: Bir keresinde Rogers'ın önemli bir metni Başkan'a sormadan imzaladığını ve bunun bir skandal olduğunu söylemişti. Oysa bu doğru değildi.32
Kissinger Rogers Planı'nı uygulamaya sokmamak için büyük çaba harcadı. Sürekli Nixon'a bu konuda telkinde bulunuyor ve eğer Planı onaylarsa bir sonraki seçimde Yahudi lobisini tamamen karşısına alacağını ve bu durumda da seçimi kaybetmeye mahkum olacağı uyarısını ya da tehdidini tekrarlıyordu. Kissinger'ın teklifi ise İsrail'i kayıtsız şartsız desteklemekti. Bunun "Amerikan çıkarları" için en iyi yol olduğunu savunuyordu. Kissinger'ın etkisi sonucunda Nixon Rogers Planı'nı desteklemekten vazgeçti. 17 Aralık 1971'de İsrail Başbakanı Golda Meir'e bu konuda garanti vermiş ve Rogers Planı'nı tüm yönleriyle desteklemediğini söylemişti. Bir ay sonra, Başkan aynı garantiyi Amerikalı Yahudi liderlere de verdi. Kissinger daha sonraki aylarda da Rogers Planı'nı baltalamayı sürdürdü. Amerikan dış politikası, büyük ölçüde Kissinger'ın gayretleriyle ilgi alanını Ortadoğu'dan Çin'e ve Vietnam'a taşıdı. Ortadoğu'da ise statüko, yani İsrail işgali korunuyordu. Richard Curtiss, "Kissinger, Ortadoğu'daki yaranın kanamaya devam etmesini istiyordu, öyle de oldu" diyor.33
Kissinger, İsrail'i kollamak için uğraşırken, bir yandan da İsrail'in büyük müttefiki durumundaki ırkçı Güney Afrika rejimine destek olmuştu. Apartheid rejimine siyasi destek verirken, "Beyazlar Güney Afrika'da kalmak ve burayı ebedi olarak yönetmek için gelmişlerdir" diyordu.
1972 seçimleriyle birlikte kabinede önemli bir değişiklik oldu: Rogers Dışişleri Bakanlığından alındı ve yerine Kissinger atandı. Ancak Kissinger'ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı sıfatı da hala korunuyordu. Bu, Amerikan tarihinde örneğine rastlanmamış bir durumdu; dış politika hakkında en çok söz sahibi olan iki koltuk da aynı kişiye bırakılıyordu. Kissinger, artık Amerika'yı İsrail'e yardım etmek için istediği gibi kullanabilirdi. Yıllar sonra Menahem Begin, bu olay hakkında, "Dr. Henry Kissinger'ın Amerikan Dışişleri Bakanı olması, Birleşmiş Milletler'in İsrail'in kuruluşuna karar vermesi kadar önemli bir olaydır" diyecekti.34
Kissinger Dışişleri Bakanı olduğu dönemde yalnızca dış politikada değil, iç politikada da büyük icraatlar gerçekleştirmişti. Amerikalı yazar Eustace Mullins, bu konuya değinerek Kissinger'ın "hükümet kademelerine çok sayıda gönüllü Siyonisti atadığına" dikkat çekiyor. Mullins'in yazdığına göre, Kissinger, Yahudi lobisinin önde gelen kuruluşlarından biri olan ADL'ye de büyük destek vermiş, bu saldırgan ve kirli örgütün ADL'yi ilerleyen sayfalarda konu edineceğiz ve diğer çeşitli aktif Yahudi örgütlerinin vergiden muaf olmalarını ve benzeri pek çok yasal hak kazanmalarını sağlamıştı. ADL de 1982 yılında Kissinger'ı "yılın adamı" seçti.35
Kissinger, dış politikada da kuşkusuz tam bir İsrail yanlısı çizgi izleyecekti. Ancak bu kez bir başka sorun vardı ortada. Rogers gitmişti belki, ancak bu sefer de Nixon Ortadoğu'da adil bir barış kurmaya niyetliydi. Başkan, 1972 seçimlerini kaybetmemek için Kissinger'ın tavsiyesine uymuş ve İsrail'le çatışmaya girmemişti. Yine Kissinger'ın isteği üzerine ilk başkanlık dönemi boyunca İsrail'e yapılan büyük silah yardımlarını da onaylamıştı. Ancak şimdi ipleri eline almak ve Ortadoğu'da dengeli bir politika izlemek istiyordu. Başkan, Curtiss'in deyimiyle İsraillilere dönüp "sizi 4 yıl boyunca tepeden tırnağa silahlandırdık, artık güvendesiniz, öyleyse barış yapın" demeye hazırlanıyordu. Curtiss, tüm dokümanların Nixon'ın hedefinin bu olduğunu gösterdiğini söylüyor.
Bu sıralarda Kissinger ve Nixon arasında bazı sürtüşmeler başladı doğal olarak. Nixon, Kissinger'ın eline tutuşturduğu bazı İsrail yanlısı kararları imzalamamıştı. Ayrıca, Kissinger'ın Years of Upheaval adlı anılarında yazdığı üzere, Nixon bundan sonra İsrail'i kayıtsız şartsız desteklememeleri gerektiği konusunda bazı yorumlar da yapmıştı. Başkan, bunları Kissinger'a iyi niyetle söylüyor, onun bakış açısını değiştirmeye çalışıyordu belki ama hata ediyordu. Kissinger çoktan Nixon'ın yoldan çıkmaya başladığını farketmiş ve bir önlem alması gerektiğine karar vermişti. Lobi de, doğal olarak, aynı şeyi düşünüyordu. Richard Curtiss, "tüm İsrail yanlıları, eğer Nixon bir dönem daha görevde kalırsa, İsrail'i işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlayacağına emindiler" diyor.
İşte tam bu sıralar Watergate skandalı alevlendi. Aslında olay seçimlerden kısa bir süre önce patlak vermiş, birilerinin Demokratların Watergate'teki merkezine gizlice girdiği ortaya çıkmıştı. Uzun süre olayın üzerine gidilmedi. Fakat bir süre sonra Washington Post'tan iki muhabir, Bob Woodward ve Carl Bernstein, Watergate'i kurcalamaya başladılar. İlk ortaya çıkan, Demokratların merkezine girenlerin, Cumhuriyetçilerin adamı olduğuydu. Bu durumda tüm parti zan altına girmiş oluyordu. Nixon olaydan haberi olmadığını söyledi ve çok uzun süre de bu konuda ısrar ederek görevini sürdürdü. Ancak Washington Post muhabirleri kararlıydılar. Zaman içinde Cumhuriyetçi Parti'den pek çok yöneticiyi olayla ilişkilendirdiler ve bunların hepsi istifa etmek zorunda kaldı. En son ipin ucu Nixon'a kadar geldi ve Başkan, olaydan haberdar olmadığını ısrarla vurgulamasına rağmen ki bugün de pek çok kişi böyle düşünmektedir siyasi sorumluluk nedeniyle istifa etmek zorunda kaldı. Amerikan tarihinde ilk kez bir Başkan istifa etmişti.
Watergate skandalını ortaya çıkaran Washington Post muhabirleri: Carl Bernstein (solda) ve Bob Woodward. |
Peki Watergate ile Lobinin ne gibi bir ilgisi vardı? Öncelikle bir noktayı göz önünde bulundurmak gerekir: Watergate skandalını yaratanlar, Nixon'a karşı bir kasıt içindeydiler. Çünkü Başkan olayın içinde olmadığı halde onu öyle gibi göstermek için çok uğraştılar. Olayın peşini çok uzun süre bırakmamaları ve Başkan'ı indirene kadar ısrar etmeleri bunun göstergesidir.
Peki kimdi Nixon'ın düşmanları? Richard Curtiss'in de dediği gibi Nixon "düşmanları"nın genellikle onun Vietnam politikasına karşı çıkan liberaller olduğu düşünülür. Oysa Başkan'ın daha belirgin ve daha da güçlü bir düşmanı daha vardı; Lobi. Başkan da bunun farkındaydı. Verdiği bir direktif bunu açıkça göstermektedir: 1972 seçimlerinden kısa bir süre önce İşçi İstatistikleri Bürosu (Bureau of Labor Statistics) Nixon'ın oylarını azaltabilecek denli kötü rakamlar açıklamıştı. Bu rakamlar, ekonominin gerçekte kötüye gittiğinin bir göstergesi olarak Nixon'a karşı basın tarafından kullanıldı. Bunun ardından, Başkan, Beyaz Saray'daki danışmanlarından Fred Malek'ten istatistikleri hazırlayanların kaç tanesinin Yahudi olduğunu bulmasını istemişti.36 Bu, Başkan'ın etrafındaki tehlikeyi sezinlediğini gösteren önemli bir işaretti. Nixon, anılarında, Başkanlığı sırasında Yahudi lobisi ile yaşadığı sorunu, onlara karşı koyuşunu ve sonunda mağlup oluşunu şöyle anlatır:
Karşılaştığım en büyük sorunlardan biri, Amerikan Yahudi toplumunda son derece yaygın olan son derece katı ve dar görüşlü İsrail-yanlısı bakış açısıydı. Bu bakış açısı, Kongre'yi, medyayı ve entellektüel ve kültürel çevreleri de sarmış durumdaydı. II. Dünya Savaşı'nı izleyen çeyrek yüzyılda bu bakış açısı o denli yaygın olmuştur ki, pek çok insan, İsrail-yanlısı olmamayı, anti-İsrail, hatta antisemit olmak olarak algılamıştır. Onlara durumun böyle olmadığını anlatmaya çalıştım ama başaramadım...37
Başkan gerçekten de başaramadı. Lobi, medyadaki uzantılarını kullanarak Watergate'e hazine bulmuş gibi sarıldı. Olayı takib eden İki Washington Post muhabirinden (Bob Woodward ve Carl Bernstein) biri, Bernstein, Yahudiydi. Ayrıca bu iki muhabiri teşvik eden ve ilk başlarda hiçbir şeye benzemeyen hikayelerini ısrarla büyük manşetlerle yayınlayan Washington Post editörü Howard Simon da Yahudiydi. Zaten Washington Post, aynı diğer medya devi New York Times gibi Yahudi sermayeliydi ve "Yahudi gazetesi" olarak bilinirdi.
Olayın içindeki en önemli kişi ise takma adı "Derin Gırtlak" (Deep Throat) olan bilinmeyen adamdı. Bu adam Beyaz Saray'dan üst düzey bir görevliydi ve olayın başından itibaren Washington Post muhabirlerine gizlice bilgi sızdırdı. Woodward ve Bernstein, bilgi kaynaklarını açıklamamaya söz verdiklerini söyleyerek "Deep Throat"un kim olduğunu asla açıklamadılar. Watergate skandalının gerçek mimarı olan bu kişinin kimliği hep gizli kaldı.
Ancak bugün bazı Amerikalı araştırmacı ve yazarlar "Deep Throat'un kim olduğu konusunda önemli bir tahminde bulunuyorlar. Başkan'a çok yakın olan, onun herşeyini bilen ama onu düşürmek isteyen bu kişinin Henry Kissinger olduğuna dair önemli göstergeler var. Amerikalı yazar Seymour M. Hersh, The Price of Power: Kissinger in the Nixon White House adlı kitabında bu konudaki delillere dayanarak Watergate'in Kissinger tarafından tezgahlandığını ve Deep Throat'un da Kissinger olduğunu öne sürer. İngiliz gazeteci Patrick Seale da Hafız Esad'ı konu edinen Asad of Syria adlı kitabında aynı tezi doğrular.
8 Ağustos 1974, Nixon istifasını açıklıyor. |
Bunlara dayanarak, Watergate'in, Lobi tarafından gerçekleştirilen ikinci önemli siyasi darbe olduğunu söyleyebiliriz (birincisi Kennedy suikastiydi). Nixon'ın istifasının ardından pek renkli ve etkili bir kişiliği olmayan Başkan yardımcısı Gerald Ford Beyaz Saray'a oturdu. Dış politikanın, özellikle de Ortadoğu politikasının kontrolü ise tamamen Kissinger'ın eline geçti. Richard Curtiss'in dediği gibi "eğer Nixon bir dönem daha iktidarda kalsaydı, İsrail'i işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlayacak, kendi Ortadoğu politikasını uygulayacaktı, Kissinger'ınkini değil... Ama Nixon'ın Beyaz Saray'dan ayrılmasıyla birlikte, Ortadoğu barışı hayalleri de suya düştü." Yine Curtiss'in dediği gibi eğer Nixon'ın hedeflediği Ortadoğu politikası uygulansaydı, ne Lübnan iş savaşı ne de İsrail'in Lübnan işgali yaşanırdı. Ama Kissinger, Amerikan politikasını İsrail'i kayıtsız şartsız destekleme mantığı üzerine inşa etti. Sonraki hükümetler de aynı politikayı Lobinin de baskıları sayesinde değiştirmeden sürdürdüler.
Kissinger da Rothschildlar'ın yakın akrabası olan Lord Carrington'la birlikte kurduğu lobi şirketi Kissinger Associates aracılığıyla Amerikan politikasına yön vermeyi sürdürdü. Kissinger'ın; Lawrence Eagleburger, Brent Scowcroft, Alexander Haig, Oliver North gibi öğrencileri, Beyaz Saray'da İsrail yanlısı çizgiyi korudular. Bu nedenle Noam Chomsky, Kissinger'ı "Amerikan dış politikasını 'Büyük İsrail' hedefine göre uyarlayan kişi" olarak tarif eder. Amerikalı Yahudi gazeteci Wolf Blitzer, Kissinger'ın ilerleyen yıllarda da "öğrencileri" sayesinde Amerikan politikasını İsrail'e endekslemeyi sürdürdüğünü şöyle anlatır:
Bugün, Kissinger artık hükümette olmayabilir ama iyi yerleştirilmiş Amerikalı, İsrailli ve Arap uzmanlar sayesinde Amerika'nın Ortadoğu politikasına, onun hala perde arkasından yön veriyor olması gerçekten etkileyicidir. Kissinger'ın özel tavsiyeleri Reagan hükümetinde de hakim ve baskın düşünce halini almıştır.38
Beyaz Saray'ın Sonraki Sakinleri: Carter ve Reagan
1976 seçimlerinde Demokratlar, insan hakları, siyasi ahlak gibi konularda duyarlı olduğu izlenimi veren Jimmy Carter'ı Başkan adayı yaptılar. Carter, Watergate nedeniyle büyük oy kaybına uğramış Cumhuriyetçiler'e karşı kolay bir zafer elde etti. Kissinger'ın Washington'daki resmi görevi sona ermişti; ama pek bir şey farketmedi. 1970'li ve 1980'li yıllarda, Lobinin gücü, Findley'in vurguladığı gibi zirveye ulaştı. Artık hiçbir Başkan Lobiye karşı gelmeye cesaret edemiyordu. Carter yalnızca bir defa, o da son derece önemsiz bir konuda, Lobiye karşı çıkmış ve gereken dersi almıştı.
Carter yönetimi, zaten başından beri Yahudi sermayesiyle çok yakın ilişki halindeydi. İlişki, David Rockefeller tarafından kurulan ekonomik lobi örgütü Trilateral Komisyonu'ndan kaynaklanıyordu (Trilateral için bkz. 6. bölüm). Rockefeller, Trilateral'in başına ünlü bir siyaset bilimci, ekonomist ve Polonya kökenli bir Yahudi olan Zbigniew Brzezinski'yi getirmişti. Ve yine Rockefeller, aynı 1968'de Kissinger'ı Nixon yönetimine sokup Ulusal Güvenlik Danışmanı yaptığı gibi Brzezinski'yi Carter'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı yaptı. Bu arada Carter'ın Dışişleri Bakanı yapmayı düşündüğü George Ball da İsrail aleyhindeki bir iki demeci yüzünden şansını yitirdi ve bu koltuğa da İsrail'e karşı istenen ölçülerde bir sadakate sahip olan CFR üyesi Cyrus Vance oturdu. Zaten Carter hükümetinde Trilateral'den çok kimse vardı. En önemlileri şöyle sıralanabilir:
- Walter F. Mondale, Başkan Yardımcısı
- Zbigniew Brzezinski, Ulusal Güvenlik Danışmanı
- Cyrus Vance, Dışişleri Bakanı
- Warren Christopher, Dışişleri Bakan Yardımcısı
- Lucy Wilson Benson, Dışişleri Bakan Yardımcısı
- Harold Brown, Savunma Bakanı
- W. Michael Blumenthal, Hazine Bakanı
- John Sawhill, Federal Enerji Direktörü
- Robert Duncan, Enerji Bakanı
- Andrew Young, BM'de Amerikan Temsilcisi
Carter, kabinesinin bazı önemli mevkilerine de (az ilerde değineceğimiz) Siyonist örgüt B'nai B'rith üyelerini getirmişti; Harold Brown, Michel Blumenthal, CIA şefi James Schlesinger... Ayrıca iç politika danışmanlarından Robert Lipschutz da B'nai B'rith'in başkanlığını yapıyordu. Edward Sanders ise Carter'ın özel danışmanlığını yapabilmek için AIPAC başkanlığını terketmişti.
Dolayısıyla Carter yönetiminin İsrail'i rahatsız edecek bir tavır izlemesi düşünülemezdi. Öyle de oldu. Hatta Carter yönetimi, İsrail'in ilk sözde barış"ı ya da "geçici ateşkesi" olan Camp David'in mimarı oldu (Camp David için bkz. 8. bölüm). Amerika, Camp David'le birlikte yalnızca İsrail'e inanılmaz boyutlarda para yardımı yapacağını değil, aynı zamanda İsrail'e boyun eğecek olan Arap ülkelerine de tatmin edici rüşvetler verebileceğini gösteriyordu. Camp David'i imzalayarak İsrail'e karşı sürdürdüğü 30 yıllık savaş halinden çıkan Mısır, bu nedenle dünyada İsrail'den sonra en çok Amerikan yardımı alan ülkedir.
Carter yönetiminin Tahran'daki Amerikan rehinelerini kurtarmakta gösterdiği başarısızlık, 1980 seçimlerini Cumhuriyetçilerin adayı Ronald Reagan'a kazandırdı. Reagan döneminde İsrail'e yapılan yardımlar ise daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar büyük oranlara ulaştı.
Reagan'ın İsrail'e bu denli büyük silah yardımları yollamasının nedeni, Lobinin baskısı değildi. Aksine, Başkan, Kongre'yi İsrail yanlısı kararlarına ikna edebilmek için AIPAC'le işbirliği bile yapmıştı (çoğu kez bunun tersi olur; AIPAC Kongre'yi Başkan'a karşı kullanır). Reagan, Yahudi Devleti'ne çok daha farklı bir nedenden dolayı destek oluyordu: Başkan, aynı Amerika'yı kuran Püritenler gibi bugünkü İsrail Devleti'nin Eski Ahit'te sözü edilen İsrailoğulları'nın temsilcisi sayıldığına, bugünkü Yahudilerin "seçilmiş halk" olduğuna ve Mesih'in gelişiyle birlikte yeniden dünyaya egemen olacaklarına inanıyordu. Ancak bu egemenliğin kurulması için öncelikle bir Armagedon (Mesih'in gelişinin ardından İsrailoğulları ile düşmanları arasında geçeceğine inanılan büyük savaş) yaşanması gerekiyordu. Ve Reagan, ABD Başkan'ı, ciddi ciddi, İsrail'i bu Armagedon için silahlandırma misyonunu üstlendiğini düşünüyordu. İlerleyen sayfalarda yalnızca Reagan'ı değil, yaklaşık 50 milyon Amerikalıyı etki altına alan bu yeni-Püritenliğe (Evanjelizm) ayrıntılı olarak değineceğiz.
George Bush'un Yanlışları ve Mossad'ın 'Bush Suikasti' Planı
Reagan'ın iki dönem süren iktidarının ardından yine Cumhuriyetçilerin adayı olarak Beyaz Saraya oturan George Bush'un Lobiyle olan ilişkisi ise biraz farklı oldu. İlk başta, Lobi Bush'a gayet olumlu bakıyordu. Reagan'ın Başkan yardımcılığını yaptığı dönem boyunca hiçbir olumsuz hareketine rastlamadıkları bu eski CIA şefinin, İsrail'e kayıtsız şartsız destek olacağını düşünüyorlardı. İlk başlarda öyle de oldu. Bush, Lobinin gözüne girmek için Siyonizmi ırkçılık sayan 1975 tarihli Birleşmiş Milletler kararının değişmesine ön-ayak oldu. Bu konuda yaptığı konuşmada "Siyonizmi ırkçılıkla birleştiren Birleşmiş Milletler kararı bir an önce geri alınmalıdır... Her ulusun doğal hakkı olan milliyetçiliği İsrail'den esirgenmemelidir" demişti. Körfez Savaşı sırasında da İsrail ve Lobi Bush'tan çok memnun kaldılar. Başkan, savaşı tam Kissinger'ın gösterdiği biçimde, yani İsrail hesaplarına uygun olarak yürütmüştü (Körfez Savaşı için bkz. 9. bölüm).
Körfez Savaşı'nın ardından Washington'daki hemen herkes Bush'un bir sonraki seçimi kanacağına kesin gözüyle bakıyordu. Çünkü Başkan, kazandığı askeri başarıdan dolayı büyük kamuoyu desteği kazanmıştı ve Lobi de onu destekliyordu. Ama her şey çok kısa bir süre içinde değişti.
Sorun, ilk olarak ekonomik sıkıntıdan doğdu. Amerikan ekonomisi kötüye gidiyordu ve bu da seçmenleri Bush yönetimi hakkında olumsuz düşünmeye yöneltiyordu. Körfez Savaşı'nın büyüsü kısa sürede geçti ve asıl olarak eline geçen paraya bakan sokaktaki Amerikalı, Bush'un aleyhine dönmeye başladı.Ve tam da bu sırada gerçek sorun ortaya çıktı: İsrail'deki Yitzhak Şamir hükümeti, işgal altındaki Batı Şeria'da yeni Yahudi yerleşim bölgeleri inşa etmek için Amerika'dan 10 milyar dolar yardım istediğini açıkladı. Bush bu parayı verebilir ve seçimde Lobinin desteğini kazanabilirdi. Ama parayı verdiğinde ekonomi iyice kötüye gidecekti. Bu nedenle Başkan, İsrail'e hayır demeye karar verdi. Parayı vermediğinde ekonomiyi toparlayabileceğini, hem de bu tavrı nedeniyle Amerikan seçmeninden olumlu puan alacağını düşünmüştü.
Ama yanılmıştı. Amerikan seçmeni, Bush'un İsrail'e para vermeyerek kendileri açısından iyi bir karar aldığını seçimlere kadar unuttular. Ama Lobi, Bush'un hatasını unutmadı. Tüm Yahudi örgütleri, Yahudi kontrollü medya ve İsrail sempatizanları, Bush aleyhinde ateşli bir kampanya başlattılar. İsrail'de Bush'u firavun giysileri içinde gösteren afişler çizilmiş ve altına "Firavunların üstesinden geldik, Bush'un da üstesinden geleceğiz" cümlesi yazılmıştı.
Aslında İsrail'in Bush'a olan nefreti, yalnızca aleyhinde propaganda yapmakla kalmamış, Yahudi Devleti'nin gizli servisi, Başkan'ı öldürmeyi de planlamıştı. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky, çok ses getiren By Way of Deception'dan sonra yazdığı The Other Side of Deception'da, Mossad'ın düzenlediği "Bush suikasti" planını anlatıyor.39 Ostrovsky'nin yazdığına göre, İsrail, Mossad ve Lobi Bush'u bir numaralı düşman olarak belirledikleri sıralarda, Başkan yardımcısı Dan Quayle'ye olan sempatilerini koruyorlardı. Çünkü Quayle, Bush'un İsrail'e yönelik son tutumunu desteklemediğini açıkça belli ediyordu. Sicili de Bush'a göre daha temizdi; her zaman İsrail'e olan bağlılığını ifade etmiş ve kanıtlamıştı. Ostrovsky, Başkan ve yardımcısı arasındaki bu ilginç farkın, ilginç bir şekilde gelenekselleşmiş bir durum olduğuna, daha önce de İsrail'le çatışan Başkanların yanından İsrail'e sürekli göz kırpan Başkan Yardımcılarının hep varolduğuna dikkat çekiyor. Eski ajan, bu konuda Eisenhower dönemini, Kennedy-Johnson ve Nixon-Ford yönetimlerini örnek veriyor. Bu ilginç durumun tek mantıklı açıklaması ise Başkanlık koltuğunda oturan kişinin İsrail'e hayır demeyi göze alabilirken, bir sonraki dönemde Lobinin desteğiyle Başkan olmayı uman Başkan Yardımcısının siyasi kariyerini düşünüyor olması...
Önceki sayfalarda aynı konuya dikkat çekmiş ve İsrail ve onun Amerikalı uzantılarının önce Kennedy'den kurtulup yerine Başkan Yardımcısı Johnson'ı geçirdiklerine sonra da Nixon'ı Watergate'le düşürüp yerine İsrail'e yakın ve politikayı Kissinger'a teslim etmeye razı olan Ford'u oturttuklarına değinmiştik. Şimdi Bush-Quayle ikilisinde de aynı durum sözkonusuydu ve İsrailliler daha önce Kennedy'e uyguladıkları planı, "Başkan'ı vur, yardımcısını getir" formülünü uygulamaya karar vermişlerdi.
Ostrovsky'nin yazdığına göre, Bush suikasti, 1991'de Madrid'de yapılan Arap-İsrail barış görüşmeleri sırasında gerçekleştirilecekti. O sıralar görüşmelerin yapılacağı Madrid Sarayı dünyanın en iyi korunan yeri sayılırdı; Madrid polisi olağanüstü güvenlik önlemleri almış, ayrıca konferansa katılan liderler de kendi güvenlik servisleri tarafından koruma altına alınmıştı. Kimse, bu güvenlik önlemlerini aşıp, hem İspanyol polisi, hem de CIA tarafından korunan Bush'u vurmayı başaramazdı. Ancak Ostrovsky'nin belirttiği gibi Mossad, konferansın güvenlik sisteminin sorumluluğunu İspanyol servisleriyle ortak olarak üstlenmişti ve doğal olarak alınan güvenlik önlemlerinin detaylı bir planına sahipti. Mossad yönetimi, Bush'u öldürmek için ne yapılması gerektiğini de hesaplamıştı. Bu iş için Mossad içinde özel bir "Kidon grubu" (infaz timi) görevlendirilmiş ve bunlar da üç Mossad işbirlikçisi profesyonel Filistinli'yi bu iş için ayarlamışlardı. Suikasti, Mossad'ın hazırladığı plana göre bu üç Filistinli Ostrovsky adlarını Beijdun Salameh, Mohammed Hussein ve Hussein Shahin olarak veriyor yapacak ve suç da Filistin örgütlerinin en radikallerinden olan Ebu Nidal fraksiyonu üzerine atılacaktı. Mossad, sözkonusu üç militanın Bush'a yaklaşmasını sağlayacak, suikastin ardından da Bush'u koruyamadıkları için üzgün olduklarını ama zaten kendilerinin birinci görevlerinin bu olmadığını açıklayacaklardı.
Ancak Ostrovsky'nin yazdığına göre, bu plan, gerçekleşmesi hesaplanan günden kısa bir süre önce, Mossad içindeki bazı ılımlı elementler tarafından medyaya sızdırıldı. Jack Anderson ve Jane Hunter gibi Ortadoğu konusunda uzman sayılacak gazeteciler, bu planı köşelerinde yazdılar. Bunun üzerine de Mossad suikastten vazgeçti. Amerika, ikinci bir Kennedy vakasının eşiğinden dönmüştü.
Ancak İsrail yine de kısa bir süre sonra Bush'tan kurtuldu; öldürerek değil ama daha "demokratik" bir yoldan... 1992 seçimlerinde tüm Yahudi örgütleri, tüm İsrail sempatizanı medya, Bush aleyhinde yoğun bir kampanya izlerken, Bush'un rakibine de büyük destek verdiler. Başkan seçildiğinde İsrail'in çıkarlarını korumak için herşeyi yapacağına söz veren Clinton, seçimleri kazandı, Beyaz Saray'a oturdu ve Amerika'nın ilk "goyim-olmayan yönetimini" kurdu!...
İlerleyen sayfalarda Clinton yönetimine değineceğiz. Ancak bundan önce, İsrail'in Amerika üzerinde kurduğu diğer bazı denetim mekanizmalarına göz atmak gerekiyor.
Sistemin İçine Sızmak
Bilindiği üzere, gücün önemli bir parçasını istihbarat oluşturur. Eğer bir şey hakkında istihbarata sahipseniz, onun üzerinde gücünüz vardır. İsrail'in ABD üzerindeki gücünün önemli bir bölümü de, Yahudi Devleti'nin Amerikan sistemi içinde kurduğu inanılması güç istihbarat sistemidir.
Findley, They Dare to Speak Out'un 5. bölümüne, ABD Savunma Bakanlığı, yani Pentagon'un ne derece iyi korunan bir "gizli merkez" olduğunu anlatarak başlar. Pentagon'un birimlerinde her gün Amerika'nın en gizli sırları dolaşır. Bu yüzden yabancı hiç kimse buraya adım atamaz. Kimse özel kimlik kartı olmaksızın binalara giremez. Her yerde silahlı muhafızlar dolaşır. Bir kaleden farksız olan bu merkezde, Amerika'nın en ileri teknolojisi kullanılarak Amerika'nın en gizli bilgileri saklanmaktadır.
Ama bu bilgiler pek de o kadar güvende değillerdir. Çünkü birileri, sürekli olarak kurdukları sızıntı sistemi sayesinde bu bilgileri çalmakta ve yabancı bir ülkeye aktarmaktadırlar. Bu "birileri", tahmin edilebileceği gibi, Yahudilerdir ve gizli bilgileri götürüp verdikleri ülke de İsrail'dir. Eski bir büyükelçi, Pentagon'da İsraillilerin nasıl bir istihbarat sistemi kurduklarını şöyle anlatmaktadır:
İsrail'e buradan sızdırılan bilgi inanılmaz boyutlardadır. Eğer Savunma Bakanının bilmesini istediğim ama İsraillilerin haber almasını istemediğim bir şey varsa, Bakanla başbaşa görüşene kadar beklemek zorunda kalırım. Buradaki hayatın kuralları arasında, İsrail'den saklanması istenen bir şeyin kesinlikle yazıya dökülmemesi kuralı vardır. Hiçbir üst düzey görevli böyle bir hatayı yapmaz. Bu kişiler bu tür bir konuyu kalabalık salonlarda konuşmanın da büyük bir hata olduğunun bilincindedirler.40
Pentagon'daki bu garip atmosferin nedeni, İsraillilerin kurduğu haberalma sistemidir: Lobi, Kongre'de olduğu gibi Pentagon'da da Yahudi görevlileri, İsrail sempatizanlarını ya da parayla satın alınmış kişileri devreye sokmakta ve İsrail hesabına çalıştırmaktadır. Pentagon'daki bu tür "İsrail ajanları"nın görevi, İsrail'i ilgilendirebilecek her türlü gizli Amerikan belgesini ele geçirmek ve Yahudi Devleti'ne sızdırmaktır. Aslında çoğu kez Amerikalılar sahip oldukları istihbaratı İsraillilerle paylaşırlar. Ancak yine de bazen bazı bilgileri kendilerine saklamayı tercih ettiklerinde, İsrailliler bu tehlikeyi de bilgileri çalarak çözmektedirler. Ayrıca İsrailliler, kimi zaman doğal yoldan elde edebilecekleri bir bilgiyi de çalmayı tercih etmektedirler. Bunu bir tür güç gösterisi olarak görmektedirler çünkü.
Findley, İsraillilerin Amerikan sistemi hakkındaki istihbaratının ne ölçüde olduğunu gösteren ilginç bir olay anlatır. Buna göre, 1973'teki Yom Kippur savaşının ardından İsrailliler, Amerika'dan silah stoklarını doldurmasını isterler. O sıralar Amerikan dış politikası tamamen Kissinger'ın kontrolündedir ve dolayısıyla İsrail'in bu isteği hemen kabul edilir. Amerikalılar, İsrail'e büyük bir silah sevkiyatına başlarlar. İsraillilerin istekleri arasında çok sayıda 105 milimetrelik toplara sahip son model Amerikan tankları da vardır. Ama İsraillilerin istedikleri kadar tank, Amerikan ordusunun bile elinde yoktur. Bu nedenle Amerikalılar tank siparişinin bir kısmını 90 milimetrelik toplara sahip olan bir önceki modelle tamamlarlar. Tanklar ellerine geçtiğinde İsraillilerin ilk işi, "bize külüstürleri yollamışlar" diyerek Amerikalılara küfretmek olur. Ellerinde yeteri sayıda 90'lık tank mermisi olmadığını farkettiklerinde ise daha da sinirlenir ve Amerikalılar'dan hemen bu cephane açığının giderilmesini isterler. O sıralar Pentagon'da görev yapan Thomas Pianka olayın devamını anlatırken, "istedikleri cephaneyi bulabilmek için ordunun tüm depolarını araştırdık. Elimizden geleni yaptık ama 90'lık mermi bulamadık. Bunun üzerine özür dileyerek durumu İsraillilere bildirdik" diyor. Ancak bir iki gün sonra İsrail'den çok ilginç bir cevap gelir: "Hayır, elinizde bu mermiden var. Hawaii'deki donanma silah deposunda 15 bin tane 90'lık mermi bulunuyor." Pianka bunun üzerine hemen Hawaii'ye baktıklarını ve gerçekten de orada İsraillilerin söylediği mermilerin bulunduğunu gördüklerini söyleyerek şöyle diyor: "Bizim kendimizin bulamadığımız cephaneyi, İsrailliler bulmuşlardı." 41
Bu olay kuşkusuz ilginç bir olaydır ve İsrail'in Amerikan devlet ve ordu sistemi üzerinde şaşırtıcı bir istihbarata sahip olduğunu göstermektedir. Bu istihbaratın üzerine bir de İsraillilerin baskı mekanizması eklenince, İsrail istediği herşeyi elde eder hale gelmektedir. Findley, kitabında bir askeri uzmanının bu konuda yaptığı şu yorumu aktarır:
İsrail elçiliği şehirdeki diğer herhangi bir elçiliğe göre çok daha etkilidir. Herhangi bir gün sizin gündeminizde ne olduğunu bilirler. Dün gündemde ne vardı, onu da bilirler. Yarın ne yapacağınızı da bilirler. Ne yaptığınızı ne söylediğinizi en ince ayrıntılarıyla bilirler... İstedikleri bir şeyi alamayınca, İsrail yanlısı gazetelere durumu bildirirler. Bir süre sonra Dışişlerine ya da Savunma Bakanlığı'na bir muhabir gelir ve bir sürü soru sorar. Sorular o denli detaylıdır ki, yalnızca İsrailli görevliler tarafından gönderilmiş olabileceklerini anlarsınız. Bazen de baskı doğrudan AIPAC'ten gelir.42
Findley, her yeni üretilen Amerikan silahından ya da askeri teçhizatlardan İsraillilerin haberdar olduğunu ve bunu almak için hemen istekte bulunduklarını yazıyor. Pentagonlu yetkililer çoğu kez İsrail'in bu isteğine direnirler, çünkü üretimi yapılan silah ya da teçhizat henüz Amerikan ordusuna yetecek kadar çok üretilmemiştir. Ancak bu tür olayların hemen hepsinde, Beyaz Saray'dan gelen emir, "ne istiyorlarsa verin" olmuştur. Eski bir Dışişleri yetkilisi şöyle demektedir: "Kaç kez Amerika'nın İsrail'den sır saklamaya çalışmaktan vazgeçmesi gerektiğini söyledim. Çünkü yararı olmuyor. Bırakalım istedikleri herşeyi alsınlar. Ne zaman sır saklamaya çalışsak, geri tepiyor." 43
İsraillilerin istihbarat çalışmaları, Amerikan yetkililerini gizlice dinlemeye kadar uzanmaktadır. 1954'de ABD Büyükelçisi'nin odasına İsrailliler tarafından gizli mikrofon yerleştirildiği, iki yıl sonra aynı yöntemin Amerikan askeri ateşesine de uygulandığı ortaya çıkmıştı. Bazı yetkililer, İsraillilerin bu yöntemi daimi olarak uyguladığına emindirler. Bir Dışişleri yetkilisinin görüşleri şöyledir:
Bütün şehri dinlediklerini varsayarak hareket etmek zorundayız. İşim sırasında, son derece gizli bazı bilgilerin, bu bilgileri bilmemesi gereken insanlar tarafından konuşulduğuna çok kez rastladım. Onlara, bu bilgiyi edinmek için bizi kim dinliyor, diye sorduğumda hep kesinlikle bunu kendilerinin yapmadıklarını söylüyorlardı... Başarılarını kabul etmek zorundayız. Mossad, sisteme nasıl sızacağını çok iyi biliyor.44
Findley, kitabında Amerikan donanmasında Amiral Moorer'ın yaşadığı ilginç bir olayı da aktarır. 1973'teki Arap-İsrail savaşı sırasında, İsrail askeri ateşesi Mordecai Gur, Moorer'ın ofisine gelmiş ve havadan karaya atılan Maverick adlı yeni anti-tank füzeleriyle donanmış avcı uçakları istemiştir. Maverick yeni üretilmiş bir füzedir ve Amerikan ordusunun elinde de henüz az sayıda vardır. Ayrıca bu silahın dışarı verilebilmesi için Kongre'nin özel onayı gerekmektedir. Moorer, tüm bunları Gur'a anlattığında şu cevabı alır: "Sen uçakları bir an önce hazırla, biz Kongre'yi hallederiz." Moorer'ın söylediğine göre, Gur, gerçekten de Kongre'yi "halletmiş" ve Amerika'nın Maverick füzeleriyle donanmış tek uçak filosu kısa bir süre sonra İsrail'e yollanmıştır. Moorer, o sıralar başı Watergate'le dertte olan Başkan Nixon'ın da olaya müdahale edemediğini söyler ve ekler:
Ancak zaten şimdiye kadar İsrail'e karşı koyabilmiş bir Başkan'a rastlamadım. Her zaman istedikleri şeyi alırlar. Zaten burada neler olup bittiğini de her zaman bilirler. En son olarak hiçbir önemli bilgiyi yazıya dökmemeye karar verdim. Eğer Amerikan halkı, bu insanların bizim hükümetimiz üzerinde ne gibi bir etkiye sahip olduğunu bilseydi, silahlı bir ayaklanma başlatabilirdi. Bu ülkenin yurttaşları, neler döndüğünden habersizdirler.45
İsrail'in Amerikan devlet sistemi Kongre, Beyaz Saray, Dışişleri, Pentagon gibi üzerinde bu denli güçlü bir denetim kurmuş olması kuşkusuz son derece çarpıcı bir gerçektir. Bu bizlere, Yahudi Devleti'nin sol literatürde sıkça söylendiği gibi "Amerika'nın bekçi köpeği" olmadığını, aksine kendi bağımsız hedefleri için Amerika'yı kontrol altına almaya çalıştığını ve bunu büyük ölçüde de başardığını gösterir. Öyle ki Paul Findley, They Dare to Speak Out'un, "America's Intifada" başlıklı son bölümünde, ABD'nin İsrail egemenliğinden kurtulmak için büyük bir başkaldırı, bir "intifada" başlatması gerektiğinden söz eder.
Ancak İsrail'in Amerika üzerindeki sözkonusu egemenliği, yalnızca Amerikan devlet sistemi üzerindeki denetime dayanmamaktadır. Yahudi Devleti, Amerika içindeki uzantılarını kullanarak, Amerikan toplumunu da denetim altında tutar. Bu toplumsal kontrolün farklı araçları vardır. İlerleyen sayfalarda bunlara değineceğiz.
B'nai B'rith'in Kirli Tarihi
Amerika'daki Yahudi örgütleri arasında, B'nai B'rith özel bir yer tutar. "Ahit'in Çocukları" anlamına gelen ve yalnızca Yahudileri üye kabul eden örgüt, Amerika'daki Yahudi gücünün farklı bir boyutunu oluşturur.
B'nai B'rith 1843 yılında bir grup Amerikalı Yahudi tarafından kuruldu. Örgüt, yalnızca Yahudilerden oluşan bir mason locası görünümündeydi. Amerika'daki mason localarının ilk kurucuları olan Yahudiler (bkz. 2. bölüm), kendilerine has bir loca kurmaya karar vermişlerdi. "Yahudi Ansiklopedisi" Encyclopaedia Judaica, "B'nai B'rith tarafından benimsenmiş olan gizlilik, ketumiyet gibi özellikler ve pek çok ritüelin masonik çalışmalardan etkilendiğine kuşku yoktur. B'nai B'rith Yahudi toplumunun içinde masonluğun bir benzeri olma amacı taşımıştır" diye yazıyor.46
Nitekim B'nai B'rith kurulduğu tarihten bu yana sürekli olarak mason locaları ile işbirliği, hatta ittifak içinde bulundu. Bu ittifakın, 2. bölümde incelediğimiz ve asıl amacı Mesih Planı'nı gerçekleştirmek olan Yahudi önde gelenleri-masonlar İttifakı'nın bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz.
Amerikan EIR (Executive Intelligence Review) grubunun yazdığı The Ugly Truth about the ADL (ADL Hakkındaki Çirkin Gerçek) adlı kitapta, B'nai B'rith'in kurulduğundan bu yana düzenlediği bir takım "kirli" operasyonlar anlatılır (ADL, B'nai B'rith'in bir koludur, birazdan ona da değineceğiz). Bunların bir tanesi, B'nai B'rith'in Başkan Lincoln suikastinde oynağı roldür...
Bu olayın arkaplanını görmek için Amerikan İç Savaşı'na bir göz atmak gerekir. Savaşta taraf olan Kuzey ve Güney arasındaki en büyük sürtüşme, bilindiği gibi kölelik meselesiydi. Kuzey köleliğin kaldırılmasını isterken, büyük çiftlik sahiplerinin denetiminde olan Güney köleliliğin kaldırılmasına şiddetle karşıydı. İç savaş içinde Amerikan Yahudilerinin tümüyle bir tarafın yanında yer aldığını söylemek mümkün değildir; Yahudilerin önemli kısmı, coğrafi yönden içinde bulundukları tarafı desteklemişlerdir. Ancak büyük Yahudi örgütlerinin, dolayısıyla en başta da B'nai B'rith'in, taraf tuttuğu kesindir. Güney'i tutmuşlardır çünkü güneyli çiftlik sahiplerine sunulan kölelerin önemli bir bölümü Yahudi tüccarlarının sermayesidir (bkz. 1. bölüm), bu köleleri çalıştıran çiftlik sahiplerinin de kayda değer bir bölümü Yahudidir. Bu nedenle, Yahudi toplumunun bir bütün olarak herhangi bir tarafı tuttuğu söylenemez, ancak Yahudi örgütleri, Yahudi önde gelenleri, Güney birlikleriyle ittifak etmişlerdir. Güney Konfederasyonu içinde yer alan Judah P. Benjamin gibi Yahudi liderlerle, Kuzeyli Yahudi liderler arasında gizli bir iletişim kurulmuştur.
Lincoln suikastine kadar uzanan sözkonusu ittifakın kilit isimlerinden biri, iç savaş sırasında Washington'da avukatlık yapan Simon Wolf adlı B'nai B'rith üyesidir. Daha sonraki yıllarda uzunca bir dönem B'nai B'rith'in başkanlığını yapan Wolf'un gizli faaliyetleri 1862 yılında ilk kez ortaya çıkar. Bu yıl, Wolf, o sıralar Washington dedektiflik bürosunun şefi olan ve daha sonraki yıllarda Lincoln'un kuracağı Amerikan gizli servisinin başkanlığını yapan La Fayette C. Baker tarafından tutuklanır. Tutuklamanın sebebi, Wolf'un Güney adına casusluk yaptığı yönündeki duyumlardır. Olayın daha geniş bir yönü de vardır: Baker, bir süre sonra, Wolf'un Güney adına gizli faaliyetlerde bulunan bir "gizli örgüt"ün üyesi olduğunu açıklar. Bu örgüt, B'nai B'rith'dir. Bu konuda ortaya çıkan delillerin üzerine, Kuzey ordusunun komutasını yürüten General Ulysses S. Grant, 11 numaralı emrini yayınlayarak ordudaki tüm Yahudilerin 24 saat içinde görevlerinden ayrılmalarını ister. General bir "Yahudi düşmanı" değildir ama önde gelen Kuzeyli Yahudilerin Güney'e gizli destek verdiklerine dair ortaya çıkan açık deliller üzerine bu kararı almıştır. Ancak Başkan Lincoln, böyle bir uygulamanın etnik ayrımcılık yaratarak huzursuzluk doğuracağını söyler ve Grant'ten emri geri almasını ister.47
Simon Wolf ve onun ardından tutuklanan öteki B'nai B'rith üyeleri de bir süre sonra kurtulurlar ve Kuzey'in zaferinin ardından, iç savaş sırasında yaşanan sözkonusu B'nai B'rith-Konfederasyon ittifakı unutulur. Ama ne B'nai B'rith ne de bu örgütün önemli ismi Simon Wolf, Kuzey'e olan nefretlerini unutmazlar. Bunun en çarpıcı göstergesi, Wolf'un Lincoln'u vuran tetikçiyle, yani John Wilkes Booth'la olan ilişkisidir. B'nai B'rith'in yayınladığı Simon Wolf: Private Conscience and Public Image adlı Wolf biyografisinde bile gizlenmeyen bu ilişki, son derece yakın bir ilişkidir ve anlaşıldığına göre, tetikçi John Wilkes Booth,"vur" emrini Wolf'tan almıştır. Bu ikilinin Lincoln'ın vurulacağı gün, suikastten bir kaç saat önce Willard Hotel'de buluşmalarının başka açıklaması yok gözükmektedir.48
30 Richard Curtiss, "Richard Nixon Twice Had Mideast Peace in His Grasp", Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994.
36 Richard Curtiss, "Richard Nixon Twice Had Mideast Peace in His Grasp", Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994.
38 Wolf Blitzer, Between Washington and Jerusalem: A Reporter's Notebook, New York: Oxford University Press, 1985, s. 207.
39 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception: A Rogue Agent Exposes the Mossad's Secret Agenda, New York: Harper Collins Publishers, 1994, ss. 277-282.