24 Şubat 2015

B'NAI B'RITH, MASONLUK VE KU KLUX KLAN...




B'NAI B'RITH, 
MASONLUK VE KU KLUX KLAN

The Ugly Truth about the ADL'de üzerinde durulan konuların başında az önce sözünü ettiğimiz B'nai B'rith-masonluk işbirliği gelir. Kitapta anlatıldığına göre, ilk başlarda İngiltere masonluğuna bağlı olarak gelişen Amerikan masonluğu, 1801'de "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Ritinin Süleyman Tapınağı Şövalyeleri'nin Süprem Konseyi'nin Kudüs Prenslerinin Büyük Konseyi" olarak yeniden örgütlenir. Bu locaların üyeleri arasında çok sayıda Yahudi göze çarpmaktadır ve B'nai B'rith'in 1843 yılında kurulmasından sonra, Yahudi olmayan masonlarla mason olan Yahudileri barındıran bu iki örgüt, güçlü bir ittifak kurar. Bu ikili ittifak, Amerika'daki köle ticaretini elinde tutar. İç savaşta Konfederasyona birlikte destek olurlar. Daha sonra Lincoln suikastine karışmalarının nedeni de budur. (Lincoln'ün de mason olduğu yönünde masonlarca sık sık öne sürülen bir tez vardır. Ancak bu bir dezinformasyon, yani yanlış bilgilendirmedir. Emekli Büyükelçi İsmail Berduk Olgaçay, Tasmalı Çekirge adlı kitabında Lincoln'ün mason olmadığını, ancak kasıtlı olarak masonlarca öyle tanıtıldığını yazar.)
Bu iki müttefikin,yani B'nai B'rith ve masonluğun kölelikten yana olmalarının ardında, ekonomik çıkarlarının yanısıra, ideolojik görüşleri de önemli bir yer tutmaktadır. Kitabın ilk bölümünde, siyah ırkı aşağı gören düşüncenin kökeninin Yahudi kaynakları olduğunu, zenci düşmanlığının Yahudi öğretisinden doğduğunu birlikte görmüştük. Yahudi öğretisine sıkı sıkıya bağlı olan B'nai B'rith ve masonluk ikilisi, bu zenci aleyhtarı düşünceyi korumuşlardır. Köleliğin kaldırılmasından sonra zenci düşmanlığının körüklenmesinde de bu ikilinin büyük rolü vardır.

Ku Klux Klan, iç savaşı kaybeden Güneyli masonlar tarafından kuruldu. Yahudi finansörlerce de desteklenen örgütün amacı, ırk ayrımını canlı tutabilmekti.
Bunun en açık göstergesi, Amerika'daki zenci düşmanı akımının en önemli temsilcisi olan ünlü Ku Klux Klan örgütünün B'nai B'rith-masonluk ittifakıyla olan ilişkisidir. Klan, 1860'larda Tennessee'de İskoç ritine bağlı bir grup mason tarafından kurulmuştur. Örgüte katılanlar arasında da, iç savaş öncesi kurulmuş olan "Knights of the Golden Circle" (Altın Çember Şövalyeleri) adlı mason locasının üyelerinin çokluğu dikkat çeker. Hem Knights of the Golden Circle hem de Ku Klux Klan örgütlerinin en büyük finansal destekçileri ise B'nai B'rith üyesi ünlü Yahudi finansör Judah P. Benjamin'dir.49
Amerikalı tarihçi John J. Robinson da, masonluğun kökenlerini konu edindiği Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonary adlı kitabında Klan'ın masonik özelliğine değinir. Robinson'ın yazdığına göre, iç savaşı kaybeden bir grup Güneyli, zenci özgürlüğüne karşı savaşmak için gizli bir örgüt kurmaya karar verir. Bu Güneylilerin çok büyük bölümü masondur ve beyaz egemenliğini korumak için kurdukları örgütü de masonik ritlere uygun olarak şekillendirirler. Locanın sembolü olan "çember"i yeni kurdukları örgütün toplantılarına da uygularlar. Bu nedenle de örgütlerini ifade etmek için "çember"in Yunanca'daki karşılığı olan "kuklos" sözcüğünü kullanırlar. "Kuklos" bir süre sonra, "Ku Klux" haline gelir ve örgütün adı da "Ku Klux Örgütü" anlamına gelen "Ku Klux Klan"a dönüşür. Masonluktaki pek çok sembol ve ritüel Klan'a da aktarılır; el işaretleri, gizli şifreler, el sıkışırken verilen sinyaller ve kutsal yeminler... Robinson'ın yazdığına göre, ilk yıllarda bazı Ku Klux Klan üyeleri, Klan ile masonluk arasındaki ilişkiyi açıkça ilan etmişlerdir.50Robinson, Klan'ın 1930'lu yıllardaki hızlı yükselişinin de, Katolikler tarafından doğrudan masonluğun bir etkisi olarak yorumlandığına dikkat çeker. (Katolikler, Klan'ın siyahlardan sonra bir ikinci hedefi olmuşlardır.)
Masonluğun Ku Klux Klan'ın kurucusu olması, locaların siyah insanlara karşı takındığı geleneksel antipatik tavrı da açıklamaktadır. Robinson'ın yazdığına göre, masonlar aralarına siyahları kabul etmemek konusunda genellikle çok hassastırlar ve örgütteki siyahların sayısı, tüm üyelerin yüzde biri kadar bile değildir. Bunun yanısıra, günümüzde Amerika'da yalnızca zencilerin üye olduğu bazı mason locaları vardır; ama bunlar beyaz masonlar tarafından kabul görmemektedirler.51
Masonluk ve B'nai B'rith arasındaki ittifak, Ku Klux Klan gibi örgütlerle de sürmüştür ve halen de sürmektedir. Ancak 1913 yılında B'nai B'rith kendi bünyesinde yeni bir örgüt kurmuş ve az önce değindiklerimize benzer kirli işleri de bu örgüte devretmiştir. Bu örgüt, Anti-Defamation League of B'nai B'rith, yani "B'nai B'rith'in Aşağılanmaya Karşı Direnme Birliği" adını taşır. Kısaca ADL olarak bilinen örgüt, antisemitizmle savaş adı altında bir tür "düşünce polisi" işlevi görmektedir. B'nai B'rith'in masonlukla olan geleneksel ittifakını da asıl olarak ADL sürdürmektedir.
Bu nedenle, Amerika'nın düzenini daha yakından tanıyabilmek için, mutlaka ve mutlaka ADL'yi incelemek gerekmektedir.
ADL; Lobinin Toplumsal Denetim Mekanizması
Amerikalıların çoğu ADL'nin (Anti-Defamation League of B'nai B'rith) adını duymamıştır, ancak duyanlar, örgütün ne denli güçlü ve "belalı" olduğunu bilirler. Bu nedenle de ellerinden geldiğince ADL'ye "bulaşmamaya" özen gösterirler. Çünkü örgüt uzun yıllardır bir tür düşünce polisi olarak çalışmakta, İsrail aleyhine konuşan Amerikalıları çeşitli baskı ve yıldırma yöntemleriyle susturmaktadır.
ADL, sözde Yahudileri aşağılanmaktan kurtarmak, yani Yahudi düşmanlığı ile savaşmak için kuruldu. Ama örgüt, İsrail ya da Amerikalı Yahudiler hakkında söylenen en ufak bir sözü bile "Yahudi düşmanlığı" olarak algılıyor ya da gösteriyordu. Geçmiş yıllarda yüzlerce Amerikalı ADL tarafından; antisemit, ırkçı, neo-Nazi ve de psikopat olmakla suçlanmış ve Yahudi kontrollü medya tarafından da damgalanmıştır.
Amerika'daki Yahudi lobisinin etkisine karşı koymak için kurulduğunu ilan eden "Liberty Lobby" (Bağımsızlık Lobisi) adlı kuruluş, yayınladığı White Paper on the ADL adlı kitapçıkta, ADL'nin İsrail Devleti ve Mossad'la olan ilişkilerinden söz eder. Bu konuda ortaya çıkan bilgiler, ADL'nin Mossad'ın bir uzantısı olduğunu göstermektedir. Kitapçıkta, bu noktadan hareketle bir önemli bağlantı daha kurulur; ADL ve Jewish Defence League adlı örgüt arasındaki ilişki!...
Jewish Defence League (Yahudi Savunma Birliği), son derece radikal, hatta terörist bir örgüttür. Haham Meir Kahane tarafından kurulan ve İsrail'de de "Kach" adı altında örgütlenen JDL, başta Araplar olmak üzere tüm "İsrail düşmanları"na hem Amerika'da hem de İsrail'de pek çok kanlı saldırı düzenlemiştir. (Kahane'nin ölümünün ardından bir de "Kahane Chai" adlı ikinci bir fraksiyon doğdu). Örgütün sloganı "en iyi Arap, ölü Arap'tır" şeklinde özetlenir. 1994 yılında El-Halil kentindeki İbrahim Camii'nde namaz kılan Müslümanları topluca tarayan Baruch Goldstein de bir Kahane müridiydi. Bazıları, faşist yöntem ve ideolojisi nedeniyle JDL'yi ve onun türevi olan diğer bazı Yahudi örgütlerini, "judeo-Nazi" olarak tanımlamaktadır.
Bu noktada önem kazanan soru, JDL'nin bu terörist faaliyetlerinin İsrail devleti ile bir ilgisi olup olmadığıdır. JDL'nin terörist faaliyetleri, yıllar boyu hem İsrail otoriteleri, hem de Yahudi lobisinin önde gelenleri tarafından kınanmakta ve bu terörist örgütün İsrail ve lobiye rağmen eylem yaptığı vurgulanmaktaydı. Oysa bu açıklamalar, yalnızca göz boyamak içindi; JDL İsrail yönetiminden ve Mossad'dan aldığı emirleri uyguluyordu. Bu gerçek, Amerikalı Yahudi gazeteci Robert I. Friedman'ın Kahane'yi konu edinen The False Prophet adlı kitapta delillendirildi. Kahane ve örgütünü yıllarca incelemiş olan Friedman, JDL'nin ilk kurulduğu günden bu yana üçlü bir komite tarafından yönetildiğini ortaya çıkardı. Bu üçlü komite, örgütün görünüşteki lideri olan Kahane'ye direktif vermekteydiler. Üçlü komitedeki isimler ise oldukça ilginçti: Örgüt kurulduğunda Mossad operasyon şefi olan ve sonradan Başbakanlığa kadar yükselen Yitzhak Şamir, sağ kanat İsrail politikacısı ve Gush Emunim'in önemli ismi Geula Cohen ve ADL'nin üst düzey yöneticilerinden Bernard Deutch!...52
Bu üçlü komitenin JDL'yi yönlendirmelerinin bir örneği, 1969 yılında İsrail'den örgüte yollanan hedef değişikliği emriydi. O tarihe kadar Amerika'daki zenci örgütlerine karşı eylem düzenleyen Kahane, Ocak ayında Tel-Aviv'den gizlice gelen bir kurye ile görüşmüştü. Kurye, Kahane'ye artık bir numaralı hedef olarak Sovyetler Birliği temsilciliklerini belirlemeleri gerektiğini söylemişti. Sebep, Sovyet yönetiminin ülkedeki Yahudilerin İsrail'e göç etmesine izin vermemesiydi. Kahane'ye bu mesajı gönderenler, Friedman'ın deyimiyle "İsrailli ve Amerikalı Yahudi iş adamları, emekli İsrail subayları ve üst düzey Mossad görevlilerinden oluşan bir grup"tu. Kurye, JDL militanlarına Mossad tarafından İsrail'de askeri eğitim verileceğini de haber vermişti. Sözkonusu eğitimin idaresini üstlenen kişi ise o zaman Mossad subayı olan Yitzhak Şamir'di.53
Tüm bunlar, bize, JDL'nin gerçekte Mossad tarafından perde arkasından yönetildiğini göstermektedir. Diğer bir Mossad uzantısı olan ADL ise doğal olarak JDL'yle gizli bir işbirliği içindedir. ADL yöneticisi Bernard Deutch'un JDL'yi koordine eden üçlü komitede yer alıyor oluşu, bunun bir diğer göstergesidir. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky de, Mossad'ın; Kahane takipçileri, ADL ve hatta AIPAC ve UJA (United Jewish Appeal) ile "direk bağlantılar" içinde olduğunu yazar.54
ADL ve JDL arasındaki işbirliği ise hedef gösterme ve vurma yönünde bir işbölümü niteliğindedir. White Paper on the ADL'de, ADL'nin Amerikan toplumu içinde "Yahudi aleyhtarı" olduğuna karar verdiği kişi ve kurumları tespit edip "kara liste"ye aldığını, bu listedeki isimlerinde JDL militanlarının saldırılarına hedef olduğuna dikkat çekiliyor. JDL'nin fiili saldırıları ile karşı karşıya kalanlar arasında, en başta Müslüman ve Arap kuruluşları ya da "Yahudi Soykırımı"nı yalanlayan Institute for Historical Review gibi (bkz. 5. bölüm) akademik merkezler yer almaktadır. Bu hedefler, ADL tarafından belirlenmekte, JDL tarafından vurulmaktadır. Bir başka deyişle, Jewish Defence League, bir anlamda ADL'nin "cephe" fraksiyonu, bir tür "ADL- C"dir.

İsrail yöneticileri ve Yahudi lobisi tarafından sürekli olarak kınanan Meir Kahane'nin kurduğu Jewish Defence League ve onun İsrail'deki karşılığı olan Kach ve Kahane Chai (Kahane Yaşıyor) örgütleri, gerçekte Mossad ve ADL tarafından kurulmuş ve yönlendirilmiştir. Yanda, Amerika'daki bir yaz kampında eğitim gören "Kahane Chai" örgütünün genç militanları...
ADL'nin hedef göstermek için seçtiği Amerikalılar ise oldukça ilginç bir yöntemle tespit edilir: Örgüt, "İsrail düşmanları"na karşı daha etkin mücadele etmek için, yasadışı bir "fişleme" yöntemi uygulamış ve bunun için de FBI ve CIA'dan bazı görevlileri rüşvetle satın almıştır. Bu konu, 1993 baharında patlak veren bir skandalla ortaya çıktı. 8 Nisan'da California eyaleti polisleri, ADL'nin Los Angeles ve San Francisco şubelerine baskın düzenlemiş ve tüm evraklara el koymuştu. Aynı gün savcılık 800 sayfalık bir soruşturma raporunu basına dağıttı. Ancak hiçbir etkili medya kuruluşu konu hakkında haber yapmadı. Oysa soruşturma sonucunda ortaya çıkan bilgiler çok ilginçti: ADL, yaklaşık 100 politik organizasyon ve 10 bin Amerikan yurttaşı hakkındaki son derece özel bilgileri, kanunları ihlal ederek, hem de FBI ve CIA'nın cesaret edemediği yöntemleri kullanarak dosyalamıştı. Bunun için de FBI'da görevli olan pek çok istihbaratçıya rüşvet vermişti. Bu FBI mensupları, zaman zaman ADL tarafından İsrail'e düzenlenen bedava turlara da katılıyorlardı.
Aslında ADL'nin FBI'yla ilgisi, 1960'lı yıllardan beri sürüyordu. II. Dünya Savaşı'nın ardından ADL yöneticileri ile FBI şefi Edgar J. Hoover arasındaki çok yakın bir ilişki kurulmuştu. 1960'lı yıllarda ise ADL, siyah lider Martin Luther King hakkında elde ettiği bilgileri Hoover'a ileterek FBI için ajanlık yaptı.55 (O sıralar "insan hakları savunucusu" gözüken ADL, Martin Luther'le çok içli-dışlıydı). Edgar Hoover'ın yüksek dereceli bir mason, hatta "Tapınakçı" ve de homoseksüel olduğuna ise bir önceki bölümde değinmiştik.
ADL'nin bir başka kirli yöntemi daha vardır: Yapay antisemitizm üretmek... Bu örgütün Amerika'da antisemitizmle savaşmak iddiasıyla kurulduğunu belirtmiştik. Yaptığı düşünce kontrolünün, İsrail'i eleştirenler üzerinde kurduğu baskının tek dayanağı, "antisemitizm tehdidi" iddiasıdır. Dolayısıyla ADL, antisemitizmin varlığına muhtaçtır. Bu yüzden de, antisemitizm olmadığı yerde, onu üretme yoluna gitmektedir. (Bu geleneksel yöntemin İsrail devleti tarafından da yoğun olarak kullanıldığını bir sonraki bölümde göreceğiz.) ADL'nin ürettiği yapay antisemitizmin ilginç bir örneği, ADL üyesi Arnold Forster'in yıllar önce bir sinangogun duvarlarına gamalı haçlar çizerken yakalanmasıydı. Benzer taktikler ADL'nin "cephe" örgütü JDL tarafından da kullanılmaktadır: Associated Press'te yer alan bir habere göre, JDL'nin Batı Yakası liderlerinden Irving Rubin, kuzey Hollywood'da Beth Sar Shalom adlı Yahudi dini merkezinin bombalanması olayında rol oynadığına dair ipuçları üzerine tutuklanmış, delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştır. ADL'nin yapay antisemitizm üretmek için kullandığı kanallardan birisi de, az önce değindiğimiz gibi bir B'nai B'rith-masonluk ürünü olan Ku Klux Klan'dır. The Ugly Truth about the ADL'de, ADL'nin Ku Klux Klan gösterileri düzenlettiği ve buralarda özellikle Yahudi aleyhtarı sloganlar attırdığına dair bilgiler yer almaktadır. Bir JDL lideri olan Mordechai Levy, Philadelphia'da Ku Klux Klan ve Amerikan Nazi Partisi'nin ortak bir miting düzenlemesini organize etmiştir!...56
ADL; Sekülerizmin Amerika'daki Bekçisi
Tüm bunların yanısıra, ADL'nin belki de en büyük icraatı, Amerika'da sekülerizmi güçlendirmek ve genişletmek oldu. Bu yolda ADL'nin en büyük destekçisi ise her zaman olduğu gibi masonlardı.
The Ugly Truth about the ADL'de, ADL'nin, İskoç Riti masonluğu ile birlikte, "Amerika'yı paganlaştırma" yönünde uzun bir mücadele verdiği anlatılıyor (pagan: putperest). Buna göre, bu ikili, Amerika'da Hıristiyanlığı toplum hayatının tümünden çıkarmak ve din-aleyhtarı bir laiklik yerleştirmek hedefindedir. Bu yönde şimdiye dek atılmış olan adımlar, hep bu ikilinin çabalarının sonucudur. Masonluk ve ADL işbirliği, Amerika'yı Hıristiyanlıktan koparmak ve yerine "seküler hümanizm", yeni dinler ya da "Yeni Çağ" (New Age) gibi öğretiler yerleştirmek amacına yöneliktir.
ADL'nin masonlarla olan işbirliği, en çok Yüksek Mahkeme kararlarında ortaya çıkmıştır. Amerikan hukuk sisteminin en üstünde yer alan Yüksek Mahkeme (Supreme Court), bizdeki Anayasa Mahkemesi'nin işlevini görür; çıkarılan kanunların Anayasa'ya uygun olup olmadığına karar verir. Mahkemenin en önemli özelliklerinden biri ise üyelerinin çok büyük bölümünün mason oluşudur. Loca görünümündeki bu "anayasa mahkemesi"nin en büyük misyonlarından biri ise laikliğin güç ve etkisini genişletmektir. Mahkemenin tarihi, dinin toplum hayatından tamamen çıkarılmasına yönelik kararlarla doludur. Yüksek Mahkeme'nin bu konuda aldığı kararlar arasında; devlet okullarında her sabah yapılması önerilen duayla ilgili kanunun iptali, dini sembollerin kamu alanlarında kullanılmasının yasaklanması, dini bayramların kutlanmasının yasaklanması, devlet okullarında sınıflarda Kutsal Kitap bulundurulmasının yasaklanması, normal mahkemelerin dua ile açılmasının yasaklanması gibi örnekler yer alır. Mahkeme'nin bu konudaki bakış açısı, İskoç Ritine bağlı 33. dereceden mason olan Hugo Black'ın 10 Şubat 1947 yılındaki bir açıklamasında özetlenmiştir. Black şöyle demiştir: "Anayasada bir dinin devlet eliyle tesis edilmesini yasaklayan madde, gerçekte din ile devlet arasında kalın bir duvar örülmesini gerektirmektedir."
Yüksek Mahkeme'nin bu sekülerizm misyonunun en büyük destekçisi ise yıllardır ADL'dir. İki ADL üyesi, Jill Donnie Snyder ve Eric K. Goodman'ın kaleme aldıkları Friend of the Court, 1947-1982 adlı kitapçıkta da açıkça belirtildiği gibi ADL "din ve devlet arasındaki kalın duvar"ın başta gelen savunucusudur ve Mahkeme'nin dini toplum hayatından çıkarmaya yönelik uygulamalarının hepsini büyük bir heyecanla desteklemektedir. Hatta kitapçıkta yazıldığına göre, ADL sözkonusu "duvarın daha da kalınlaşmasından" yanadır. Okullardaki din derslerinin kaldırılması ve benzeri uygulamaların başta gelen savunucusu olan örgüt, çok defalar "ispiyonculuk" görevini de üstlenmiş ve laikliğe aykırı bulduğu yerel bazı uygulamaları Yüksek Mahkeme'ye şikayet etmiştir. ADL, Hıristiyanlığı toplum yaşamından çıkarmak için bu denli uğraşırken, bir yandan yeni türeyen bir takım sapkın dini akımlara da var gücüyle destek olmaktadır. Dindarların, bu örgütü "Amerika'yı paganlaştırmak"la suçlamalarının nedeni budur.57 Masonluk ve başta ADL olmak üzere Yahudi lobisi, Amerika'nın "zinde güçleri" konumundadırlar...
Yahudi önde gelenleri ve masonluk arasındaki İttifak'ın Amerika'yı daha da sekülerleştirmek istemelerindeki amaç açıktır. Amerika'nın bir "hıristiyan" toprağı olmasını değil, adı konmamış da olsa bir "Yahudi toprağı" olmasını hedeflemektedirler. Aslında, sekülerizmin, ya da daha yerinde bir ifadeyle Yeni Seküler Düzen'in (Novus Ordo Seclorum) üretilmesindeki gerçek amacın bu olduğunu söyleyebiliriz. 2. bölümde İttifak'ın hıristiyan dini otoritesine karşı giriştiği uzun savaşı ve bu savaşın bir parçası olarak ürettiği sekülerizmi incelemiştik. Amerika'da ya da başka bir yerde yapılan "daha da sekülerleşme" hareketleri, bu büyük planın, tüm dünyayı kapsayan bir Yahudi egemenliğini öngören Mesih Planı'nın birer parçasıdır. Yahudi egemenliği, bu egemenliğe temel prensipleri nedeniyle karşı çıkacak olan diğer dinleri tasviye etmeye çalışmaktadır.
Ancak burada ilginç bir istisnanın varlığından söz etmek gerekiyor: Yahudi egemenliği, genel olarak diğer dinlerin zayıflatılmasını gerektirirken, bazı Hıristiyan mezhepleri bu kuralın dışında kalmaktadır. Çünkü bu Hıristiyan, daha doğrusu Protestan mezhepleri, Yahudilik'ten etkilenmiş, Yahudi dini kaynaklarını benimsemiş ve Yahudi dünya egemenliği hedefini de onaylamış durumdadırlar. Kitabın önceki bölümlerinde, en başta Püritenlik ve onun türevleri olan bazı Hıristiyan mezheplerinin Yahudilere olan ilginç bağlılığına ve Mesih Planı'na verdikleri desteğe değinmiş, bu mezheplere bağlı kişilerin "Hıristiyan Siyonistler" sıfatını kazandıklarını görmüştük.
İşte Yahudi egemenliğine engel çıkarmayan, aksine onu destekleyenler, sözkonusu "Hıristiyan Siyonistler"dir. Ve bu "judaizer" mezheplere bağlı olanlar, geçmişte Mesih Planı'nı destekledikleri gibi bugün de desteklemektedirler. Amerika'nın üzerindeki Yahudi egemenliğinin önemli bir boyutu da budur.
Dolayısıyla şimdi, modern Hıristiyan Siyonistleri ya da bir başka deyişle çağdaş Püritenleri incelemek gerekmektedir.
Amerika'nın Çağdaş Püritenleri
Siyasi Siyonizmin ilk büyük önderi olan Theodor Herzl, ilk siyonist Kongre'yi 1897 yılında İsviçre'nin Basel kentinde toplamıştı. Bu ilk kongrenin ardından hızla gelişen Siyonist hareket, 3. bölümde incelediğimiz gibi önündeki engelleri bertaraf ederek hedefine, yani Yahudi Devleti'ne yürüdü.
1985 Ağustosunda yine Basel'de, yine ilk kongrenin yapıldığı salonda bir Siyonist Kongre daha yapıldı. Oldukça geniş kapsamlı olan kongreye 27 ayrı ülkeden 589 delege katıldı. Ancak bu kongrenin, Theodor Herzl'in düzenlediği ilk Siyonist Kongre'den önemli bir farkı vardı. İlk Siyonist Kongre'ye katılanların tümü Yahudiydi; oysa ikincisinde çok az Yahudi vardı. Çünkü Kongre'nin adı "I. Hıristiyan Siyonist Kongresi"ydi, Kudüs Uluslararası Hıristiyan Elçiliği tarafından düzenlenmişti ve katılımcıların da büyük bölümü hıristiyandı... Üç gün süren kongrenin sonucunda bazı tavsiye kararları alındı. Bunlar arasında, tüm dünya Yahudilerinin İsrail'e göç etmeye çağrılması ve İsrail'in 1967'de işgal etmiş olduğu Batı Şeria'yı resmen ilhak etmesi talebi yer alıyordu. Kısacası, Hıristiyan Siyonistler, Siyonizmin daha da ileri gitmesini, işgal ettikleri toprakları daha fazla "Yahudileştirmesini" talep ediyorlardı. Bir ara dinleyici sıralarında oturan ılımlı bir İsrailli, ayağa kalkarak son cümledeki ifadenin biraz yumuşatılmasında yarar olabileceğini, çünkü İsrail halkının da yaklaşık üçte ikisinin Batı Şeria'nın ilhakına karşı olduğunu söyledi. Bunun üzerine öfkelenen Uluslararası Hıristiyan Elçiliği temsilcisi Van der Hoeven, şöyle bağırdı: "İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil; biz Tanrı'nın ne söylediğine bakarız. Ve Tanrı, o toprakların Yahudilerin malı olduğunu söylüyor."
Kısacası kraldan daha çok kralcı kesilen "Hıristiyan Siyonistler", İsraillilerden daha da radikal birer Siyonist durumundaydılar. Bu kuşkusuz oldukça garip bir durumdu ve ortaya pek çok soru işareti atıyordu.
Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War adlı kitabında Basel'deki sözkonusu Siyonist kongreyi üstte verdiğimiz detaylarıyla anlatan Amerikalı bayan gazeteci Grace Halsell, bu soru işaretlerine önemli cevaplar bulmaktadır. Amerika'daki köktenci Protestan cemaatlerinin (Evanjelikler) dini kaynaklarda, özellikle de Eski Ahit'te (Muharref Tevrat) yer alan kehanetleri siyasi olayları tanımlamak için nasıl kullandıklarını araştıran yazar, kitabının büyük kısmında Amerika'daki Evanjelikler ile İsrail ve İsrail lobisi arasındaki ittifakı inceler.58
Evanjelizm, sözlük anlamı yönünden, Kutsal Kitap'a yönelmek, dönmek anlamını taşır. Terim ilk kez Protestan Reformu sırasında Luther ve onun bağlıları için kullanılmıştır. Ancak bugün için evanjelizm, Amerika'daki hıristiyan toplumunun tutucu kanadını ifade etmektedir. 20. yüzyıl başında ABD'de Protestanlar arasında liberaller ve tutucular ayrımı başgöstermiş, tutucular kendilerine önce "fundamentalist" (köktenci) adını vermiş, sonraları da Evanjelikler olarak tanımlanmaya başlamışlardır. Bu nedenle, Amerika'daki Evanjeliklerin, pek çok yönden, ülkenin kurucusu olan tutucu Protestan mezhebi Püritenlerin bir devamı oldukları söylenebilir.
Püritenlerin Yahudilere ve Siyonizme olan ilginç bağlılıkları ise çağdaş Evanjelikler için aynı derecede geçerlidir. Bugün Amerika'da 40 milyonun üzerinde Evanjelik Protestan vardır ve bunlar, Eski Ahit'in; Yahudilerin Tanrı'nın Seçilmiş Halkı olduğu, Kutsal Topraklar'ın Yahudilerin malı olduğu, Yahudilerin Mesih'in gelişi ile birlikte bir dünya egemenliğine ulaşacakları gibi hüküm ve kehanetlerini tamamen kabul ederler. Bu nedenle de, bu konuda kendilerine düşen en büyük misyonun, Yahudilerin egemenliğine destek olmak olduğunu düşünürler. Bu desteğin en pratik yöntemi, Amerika'nın İsrail'e yaptığı dış yardımı desteklemektir.
Grace Halsell, Prophecy and Politics'te, Amerika'daki Evanjelik cemaatlerin, günümüz politik olaylarını Eski Ahit'e göre yorumlamaların ve bu noktadan hareketle İsrail'e destek olmalarını konu edinir. Hal Lindsey, Jerry Falwell, Jimmy Swaggart, Pat Robertson gibi Evanjelik liderlerinin, savundukları ve cemaatlerine verdikleri bakış açısını şöyle özetler:
Lindsey, Falwell, Swaggart ve Robertson'ın ve 40 milyonu aşkın Evanjelik fundamentalistin savundukları inanç sistemi, Kutsal Kitap'ta anlatılan Siyon toprağı ve çağdaş İsrail devleti üzerinde odaklanmaktadır. Ve bunlar, Eski Ahit'teki tarihsel Siyon toprağı ile çağdaş İsrail Devleti'ni aynı şey saymaktadırlar.59
Halsell, Evanjelik cemaatlerin Kutsal Topraklar'a düzenlediği turlara katılmış, onlarla uzun röportajlar yapmış ve sahip oldukları inanç sistemini ayrıntılı bir biçimde analiz etmiştir. Kitap boyunca vurgulanan önemli nokta şudur: Hıristiyan Evanjelikler; kendilerini "Tanrı'nın Seçilmiş Halkı" olarak gören, diğer tüm ırklardan üstün olduklarını, onları yönetme hakkına sahip bulunduklarını ve Mesih'in gelişiyle birlikte bunu gerçeğe dönüştürüp bir dünya egemenliği elde edeceklerine inanan Yahudilerle tümüyle aynı inanca sahiptirler. Yahudilerin üstün olduklarını kabul etmekte, kendilerini ise onlara destek olmakla yükümlü kişiler olarak görmektedirler. Halsell, Evanjelik cemaatlerinin önde gelen isimlerinden biri olan John Walvoord'un bu konuda kendisine söylediklerini aktarıyor:
Walvoord, bana tüm Evanjeliklerin inandığı şeyi şöyle açıkladı; Tanrı, tüm insanlara aynı şekilde bakmamaktadır. İnsanları iki kategoriye ayırır; Yahudiler ve Yahudi-olmayanlar. Tanrı'nın bir dünyevi bir de uhrevi olan iki planı vardır. Dünyevi olan Yahudiler içindir. Uhrevi olan ise yeniden-doğmuş (Evanjelik) Protestanlar içindir. Öteki insanlar, örneğin budistler, Müslümanlar ya da Evanjelik olmayan insanlar, Tanrı için önem taşımazlar.60
Bu ilginç inanca göre, Yahudiler Tanrı'nın Seçilmiş Halkı'dır ve onlar için dünya egemenliğini öngören ilahi bir plan hazırlanmıştır. Evanjelikler ise bu plana destek olacaklar ve kendileri için gerçek kurtuluş ahirette gerçekleşecektir. Yahudiler için kurulmuş olan plan ki Evanjeliklerin "ilahi" sandıkları bu plan, kitabın başından beri incelediğimiz, Kabalacılar tarafından hazırlanmış olan Mesih Planı'ndan başka bir şey değildir Mesih'in gelişiyle amacına ulaşacaktır. Mesih geldiğinde Yahudiler ve onlara destek olan Evanjelikler bir yanda, "Yahudilerin düşmanları" (ki bu en başta Müslümanları içermektedir) öteki yanda yer alacak, iki taraf arasında büyük bir savaş, Armagedon, yaşanacak ve Yahudiler bunu kazanarak bir dünya egemenliği elde edecektir.
Grace Halsell, kitabında Evanjeliklerin sahip olduğu bu garip inancın çarpıcı bir örneğini, Georgia'lı bir finans yöneticisi olan "Brad"le yaptığı uzun görüşme ile aktarır (Brad'in soyadı isteği üzerine verilmemiş). Halsell, Brad'den aldığı cevapların, Amerika'daki 40 milyonu aşkın evanjeliğin sahip olduğu inancı en iyi şekilde özetlediğini söylüyor. Halsell, bu "prototip" Evanjelikle olan diyaloğunu şöyle aktarıyor:
... Bir gün İsrail'deki kutsal bölgelere düzenlenen tur sırasında Brad ile olan sohbetimiz, onun iç geçirerek 'keşke Yahudi doğmuş olsaydım!' demesi ile kesildi... Bunun üzerine, ona Tanrı'nın Yahudilere diğer insanlardan daha farklı bakıp bak-
madığına yönelik bir soru sordum. 'Elbette' dedi, Tanrı'nın evreni yarattığını ve sonra özel kutsayışını yalnızca Yahudilere verdiğini söyledi. Bu nedenle, ona göre, Yahudiler diğer insanlardan farklı ve onlardan üstündüler. Brad daha sonra tüm Kutsal Topraklar'ın da Tanrı tarafından Yahudilere verildiğini söyledi ve bununla ilgili Eski Ahit ayetlerini gösterdi. Tekvin bölümünün 15. babındaki 18. ayeti de okuyarak 'Mısır nehrinden Fırat'a uzanan tüm toprakların Yahudilere ait olduğunu anlattı... Daha sonra Brad'e, Eski Ahit'teki antik İsrailoğulları ile bugünkü İsrail Devleti'nin aynı şey olup olmadığını sordum. Şu cevabı verdi: 'Elbette, 3.000 ya da daha da fazla bir süre önce kurulan İbrani milleti ile 1948'de kurulmuş olan Yahudi Devleti tamamen aynı şeydir. Kutsal Kitap, İsrail'in yeniden kurulacağını haber verir ve 1948'de gerçekten de kurulmuştur. Bu, Kutsal Kitap'a olan inancımızı güçlendirir.' ... Brad, insanlığın Yahudiler ve Yahudi-olmayanlar olarak iki ayrı ırka bölündüğü ve Tanrı'nın da her zaman Yahudilerin tarafında olduğu konusunda son derece ısrarlıydı ve yolculuk boyunca beni buna ikna etmeye çalıştı...
Bir defasında aynen şunları söyledi: "Yahudi-olmayan, pagan (putperest) anlamına gelir; dünyada yalnızca paganlar ve Yahudiler vardır. Ve ben de pagan olmak istemiyorum'... Bunun üzerine ona neden kendisinin ve diğer Evanjeliklerin topluca Yahudiliği seçmediklerini sordum, hıristiyan yerine Yahudi olsalar daha rahat etmezler miydi?... Bana 'hayır' cevabını verdi, 'hıristiyanlar olarak bizim görevimiz, Yahudilere destek olmak, onlara her hareketlerinde yardım etmek, onlara her hareketlerinde destek olmak'.
Bu nedenle Brad, İsrail'in her türlü politikasını desteklemeye kararlıydı. Örneğin İsrail'in Lübnan'ı işgalinin tamamen haklı bir operasyon olduğu düşüncesindeydi. 'Aldıkları Arap toprakları, onlara Tanrı tarafından verilmiş topraklardır' diyor ve ekliyordu, 'daha fazlasını da almalılar'. Ona 'İsrail'in Lübnan işgali Kutsal Kitap'ta yer alıyor mu?' diye sorduğumda da şöyle dedi: 'Evet, bu kehanetin bir parçasıydı'.61
Grace Halsell'in aktardığı bu Evanjelik teolojisi, Martin Luther ile başlayan büyük dönüşümün, Mesih Planı'ndaki misyonunu yeterince yerine getirdiğini gösteriyor. Kitabın ilk iki bölümünde, Protestanlığın, Yahudiler ve onlarla İttifak içindeki Tapınakçı/masonlar tarafından bilinçli olarak üretildiğini, Luther'in başlattığı Eski Ahit'e dönüş hareketinin gerçekte Mesih Planı'nın bir parçası olduğunu incelemiştik. Püritenlikle birlikte zirveye Eski Ahit'e dönüş hareketi, Yahudi önde gelenlerine gönülden destek olan, Mesih Planı'nın gerçekleşmesi için gönüllü yardımcılık yapan bir grup hıristiyan oluşturmuştu. Günümüzdeki Evanjelikler, Mesih Planı tarihinin dönüm noktası olan Protestanlığın gerçekten de Plan'a büyük katkıda bulunduğunu göstermektedir.
Durum o denli ilginçtir ki, Evanjelikler, Kabalacıların Mesih'i getirmek için gerçekleştirmeye çalıştıkları kehanetlere tamamen bağlanmışlardır. Kitabın önceki bölümlerinde, Kabalacıların Mesih'in gelişi için kutsal kaynaklarda yer alan kehanetleri yerine getirmeye karar verdiklerini ve böylece 500 yıllık Mesih Planı'nı uygulamaya koyduklarını inceledik. Bu yüzyıl, bu kehanetlerin en sonuncularının gerçekleşmesine sahne oldu. İsrail devletinin kurulması, Kabalacılar tarafından "Mesih'in ayak sesleri" olarak yorumlanmıştı. Kudüs'ün ele geçirilmesi bir başka kehanetin yerine getirilmesiydi. Gerçekleştirilmesi gereken son kehanet ise SüleymanTapınağı'nın yeniden inşasıydı (bkz. "Giriş").
Evanjelikler de tüm bu kehanetleri aynı Kabalacıların ve diğer Yahudilerin yorumladığı gibi yorumlamakta, aynı Yahudiler gibi kehanetlerin gerçekleşmesi ile birlikte Mesih'in geleceğine inanmakta ve bu kehanetleri gerçekleştirmeleri için Yahudilere her türlü desteği vermeleri gerektiğini düşünmektedirler. Grace Halsell, "Brad"in Mesih'in gelmesi için gereken kehanetlerle ilgili sözlerini şöyle aktarıyor:
Kendisine Mesih'in gelişinden önce neler olması gerektiği sorulduğunda Brad şöyle cevap verdi: 'Birinci şart, Yahudilerin Filistin toprağına dönmeleri, ikinci şart ise burada bir Yahudi devleti kurulmasıdır... İsrail Devleti'nin kurulması ve Yahudilerin kendilerine Tanrı tarafından verilmiş olan topraklara geri dönmesi, bizler için Mesih'in gelişinin çok yakın olduğunu ve Tanrı'nın kutsal planının işlemekte olduğunun açık bir alametiydi. Benim açımdan, İsrail Devleti'nin kurulması, modern tarihin en önemli gelişmesidir, son zamanın ("ahir zaman") başladığının açık bir göstergesidir çünkü. Tanrı bize 1967'de bir işaret daha verdi. Bu işaret, Tanrı'nın Yahudilere Araplar karşısında zafer vermesi ve Yahuda ve Samiriye (Batı Şeria) ile Kudüs'ün eski şehir kısmını Yahudilerin egemenliğine sokmasıydı. 2000 yıldır ilk kez Kudüs Yahudiler tarafından kontrol ediliyordu. Bir kez daha Kutsal Kitab'ın kehanetlerinin doğruluğuna inandım.62
Evanjelikler Mesih Planı'na Kabalacılar ve öteki Yahudiler kadar bağlı olduklarına göre, Plan'ı gerçekleştirmek için de onlar kadar çaba göstermektedirler. Ancak Evanjeliklerin Plan'daki rolü, doğrudan uygulama yönünde değildir, daha çok "lojistik" destek vermektedirler. Brad'in, "hıristiyanlar olarak bizim görevimiz, Yahudilere destek olmak, onlara her hareketlerinde yardım etmek, onlara her hareketlerinde destek olmak" derken söylediği gibi Evanjeliklerin misyonu Yahudilere destek olmaktır. Nitekim uzunca bir süredir bu misyonu başarı ile yerine getirmektedirler.
İsrail Lobisi ve Evanjeliklerin Politik İttifakı
Noam Chomsky, Türkçe'ye Kader Üçgeni adıyla çevrilen önemli kitabında, Amerika'daki Yahudi lobisinin gücünün önemli bir özelliğine dikkat çeker: Amerika'daki İsrail yanlıları, yalnızca Amerikalı Yahudilerden oluşmamaktadır. Aksine, İsrail'i ısrarlı bir şekilde destekleyen büyük bir Yahudi-olmayan çoğunluk vardır. Chomsky, şöyle diyor:
Öncelikle, Seth Tillman'ın 'İsrail lobisi' dediği olgunun Amerikalı Yahudi toplumu ile sınırlı olmadığı belirtilmeli. Bu olgu, liberal zihniyetin büyük bir bölümü nü, sendika liderlerini, dinsel fundamentalistleri, içeride devlet öncülüğündeki yüksek teknolojili üretim (yani askeri üretim) ile dışarıda askeri bakımdan tehdit kar ve maceracı, bunun yanında bu kategorileri yatay kesen ateşli ve savaşmaya hazır her renk sırmadan apoletleriyle güçlü devlet aygıtından yana 'tutucular'ı kapsamaktadır.63
Chomsky, İsrail yanlısı Amerikalıları bu dört kategoride topladıktan sonra, Evanjeliklerin İsrail'e destek olmasının ardındaki mantığa da değinir. Ona göre Evanjeliklerin bu tutumunun iki nedeni vardır. Birincisi, az önce değindiğimiz teolojik nedenlerdir (Eski Ahit kehanetleri, Yahudilerin "Seçilmiş Halk" olduğu safsatası vs.). İkincisi ise iki tarafın da özellikle son dönemlerde ortak bir düşmana sahip olmalarıdır. Ortak düşman, İslam'dır. Chomsky şöyle diyor:
Evanjeliklerle Siyonistlerin iki temel noktada yakınlığı sözkonusuydu (birincisi Evanjeliklerin dini inançları)... İkincisi ve dolaylı olanı ise Evanjeliklerin İslam'la ilgili yorumlarıydı: Arap halkın esaretinden, dünyadaki antisemitizmin büyük bölümünden ve İsrail karşıtı hissiyattan, Tanrı'nın adını kirleten İslam sorumluydu.64
Amerika'daki Evanjelik Protestanların Yahudi lobisi ile kurmuş oldukları ittifak, İsrail lobisini konu edinen hemen her kaynakta vurgulanır. Evanjelik liderler, İsrail'e yapılan Amerikan yardımının artarak sürmesinde önemli bir pay sahibidirler. Yardımın yanısıra, İsrail'in bir tabu haline getirilmesi, İsrail'i eleştirmenin imkansız hale sokulmasında da Evanjelik propagandanın büyük bir rolü vardır. Evanjeliklerin en önemli liderlerinden biri ve Amerika'daki dini tutuculuğun sembolü olan Moral Majority (Ahlaki Çoğunluk) adlı kurumun yöneticisi olan Jerry Falwell, Püriten teolojisindeki "judaizer" geleneği politikaya aktararak şöyle demektedir: "Sanmıyorum ki Amerika İsrail'e sırtını dönsün ve sonra da ayakta kalmaya devam edebilsin. Diğer milletler İsrail milletine nasıl davranıyorsa, Tanrı da onlara öyle davranır." 65
Falwell'in söylediklerinin anlamı açıktır; Amerika eğer Tanrı'nın desteğini yanında bulmak istiyorsa, İsrail'e destek olmak zorundadır. Amerika'nın "bekasını" İsrail'e verdiği desteğe endeksleyen bu düşünce, oldukça etkilidir ve 40 milyonu aşkın evanjeliğin yanında diğer Amerikalı Protestanları bile kimi zaman etkileyebilmektedir. Bir başka Evanjelik lider Mike Evans, "İsrail, Amerika'nın Yaşamını Sürdürebilmesinin Anahtarı" (Israel, America's Key to Survival) adlı televizyon programları hazırlamış ve malum evanjelik edebiyatını milyonlara aktarmıştır. Benzeri televizyon programları, radyo yayınları, Evanjeliklerin çıkardığı çok sayıda dergi ve gazete, sözkonusu telkini Amerikan toplumuna enjekte etmektedir. Evanjelikler, Kongre, Beyaz Saray ve resmi kademelerde de etkindirler ve tamamen İsrail yanlısı bir faaliyet göstermektedirler. Evanjelik Kongre üyeleri ile AIPAC üyesi Yahudi Kongre üyeleri arasında İsrail'e sadakat konusunda hiçbir fark yoktur. Ve Evanjeliklerin de amacı, aynı AIPAC ve diğer Yahudi örgütleri gibi İsrail-yanlısı olmayan insanların seçilmesini engellemektir. Jerry Falwell, İsrail'de yaptığı bir konuşmada, "İsrail yanlısı olmayan hiçbir adayın Amerikan Kongresi'ne seçilemeyeceği günler çok yakındır" demiştir.
Evanjelikler, İsrail'in işgal politikasını da şimdiye dek ısrarla desteklemişlerdir. Bazıları daha da ileri giderek, İsrail'den, daha fazla toprak işgal ede rek tüm Vaadedilmiş Topraklar'ı egemenlik altına almasını istemişler, örneğin Jerry Falwell, 6 Şubat 1983'te yaptığı bir konuşmada İsrail'in Nil ve Fırat nehirleri arasında kalan tüm toprakları işgal etmesini "rica" etmiştir. Falwell'in konuşmasında, İsrail'in kısmen işgal etmesini istediği ülkeler arasında, Irak, Suriye, Türkiye, Suudi Arabistan Mısır, Sudan vardır; Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamen işgal edilmesi sözkonusudur. Falwell, bu ilginç işgal kehanetinin ardından da şöyle demiştir: "Tanrı, kendisi için değerli olanı (yani İsrail'i) desteklediğimiz için, Amerika'yı kutsamıştır." 66
Tüm bu ilginç demeçlerin sahibi olan, "kraldan çok kralcı" olan Moral Majority lideri Falwell, İsrail liderleri ile çok yakın ilişkilere sahiptir. Geçmişte özellikle Likud liderleri Menahem Begin ve Yitzhak Şamir ile çok yakın olan Falwell, Siyonizme yaptığı hizmetler adına Begin'den Vladimir Jabotinsky Madalyası almıştır (Jabotinsky: sağ kanat Siyonizmin kurucusu, Likud Partisi'nin ideolojik öncüsü.) Falwell, dünyada bu madalyayı alan ilk "goyim", yani Yahudi-olmayandır. Bu arada, Falwell'in İsrail'e bu denli ilginç bir destek vermesinin nedenleri arasında, temsil ettiği dini akımın teolojisi yanında, kişisel çıkarlarının da rol oynadığı söylenebilir. Çünkü İsrailliler, Falwell'in ve diğer Evanjelik liderlerin hizmetlerini karşılıksız bırakmamaktadırlar. Grace Halsell, bir makalesinde, eski Likud hükümetindeki Savunma Bakanı Moşe Arens'in, Falwell'e özel bir jet uçağı "hediye ettiğini" yazar.67 Falwell'in performasının nedenlerinden biri, aldığı bu ve benzeri "rüşvet"lerdir bir başka deyişle...
Evanjeliklerin ABD içindeki politik güçleri ve dolayısıyla da İsrail'e destek olabilme yetenekleri giderek artmaktadır. 1980'li yıllarda Jerry Falwell'in önderliğindeki Moral Majority, Evanjeliklerin en güçlü siyasi organizasyonuydu. 80'lerin sonunda Moral Majority yönetimi bazı mali skandallara karışınca bu örgüt dağıldı ve hemen ardından Evanjelikler bu kez de Christian Coalition adlı örgütü kurdular. Cumhuriyetçi Parti içinde önemli bir desteğe sahip olan ve ülke içinde büyük bir örgütlenme oluşturan Christian Coalition, Amerika'nın en güçlü siyasi organizasyonlarından biri haline gelmiş durumda.68
Armagedon'a Doğru!...
Grace Halsell, Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War'da (Politika ve Kehanet: Militan Evanjelikler Nükleer Savaş Yolunda), adında da anlaşıldığı gibi Evanjeliklerin nükleer savaş hesaplarını yoğun olarak vurgular. Bu nükleer savaş, Kitab-ı Mukaddes'te Armagedon olarak adlandırılan savaştır.
Evanjeliklerin teolojik Siyonizm inancında Armagedon beklentisi önemli bir yer tutar. Eski Ahit'e göre, kıyametten bir süre önce, Mesih'in gelişiyle birlikte Mesih'e tabi olan Yahudiler ve onların düşmanı olan "goyim" arasında büyük bir savaş, bir Armagedon, yaşanacak, Yahudiler büyük kayıplara rağmen bu savaşı kazanacak ve yeryüzünün egemenliğini ele geçireceklerdir. Evanjelikler, Armagedon'un çok yakın olduğunu, bu büyük savaşın içinde bulunduğumuz insan nesli tarafından görüleceğine inanırlar. Onlara göre, bugünkü İsrail ordusu, yakında Armagedon'da "goyim" ile savaşacak olan ordudur. Dolayısıyla İsrail'in askeri gücünü artırmak için ellerinden geldiği kadar çalışmaları gerektiğine inanırlar. Özellikle de İsrail'in nükleer gücüne önem verirler; çünkü Armagedon'un büyük ölçüde nükleer bir savaş olacağı düşünülmektedir.
Soğuk Savaş'ın bitimine kadar, Evanjelikler, Armagedon'un Rusya'nın önderliğindeki bir Arap koalisyonu ile İsrail arasında geçeceğini düşünüyorlardı. Nedeni basitti; İsrail'in önceki savaşları özellikle Altı Gün ve Yom Kippur savaşları Sovyet destekli Arap devletleriyle olmuştu. Ancak 1990'ların hemen başında Soğuk Savaş bitti ve Rusya anti-İsrail cephenin sponsorluğunu kesin olarak bıraktı. Araplar da, özellikle son FKÖ-İsrail anlaşması ile, bir bütün olarak İsrail aleyhtarı olmadıklarını gösterdiler. Bu nedenle Armagedon için biçilen yeni düşman, İsrail'e karşı oluşan ve liderliğini İran'ın yaptığı İslami cephedir. Evanjelikler, İsrail ile Müslümanlar arasında nükleer bir savaş beklemekte ve İsrail'in silahlanma politikasını, özellikle de nükleer programını bu hedefe uygun olarak desteklemektedirler.
Bu satırları okuyan birisi, tüm bu Armagedon hikayesinin yalnızca bazı radikaller tarafından kabul gören marjinal bir batıl inanç olduğunu sanabilir. Oysa durum hiç de böyle değildir ve zaten sorun da budur. Armagedon'la ilgili olarak saydığımız beklentiler, tüm Evanjelikler ve Evanjelik teolojisinden etkilenen diğer bazı Protestanlar tarafından benimsenmektedir. Bu nedenle de, Amerikan devlet aygıtı içindeki pek çok üst düzey görevli, pek çok Kongre üyesi ya da hükümet yetkilisi, Armagedon inancına sıkı sıkıya bağlıdır. Hatta, bu inanç, Amerikan sisteminin en tepesinde, Beyaz Saray'a bile ulaşmıştır; 1980-1988 arasında Beyaz Saray'da oturan Ronald Reagan, "Armagedoncu"ların başında gelmektedir.
Grace Halsell, kitabının Reagan: Arming for a Real Armageddon (Reagan: Gerçek Bir Armagedon İçin Silahlanma) başlıklı bölümünü Başkan'ın Armagedon teolojisine olan inancına ve bu inancın onun dış politika kararları üzerindeki etkisine ayırır. Evanjelik bir ailede yetişen Reagan, Evanjelik teolojisinin temelinde yer alan Seçilmiş Halk, Mesih, Vaadedilmiş Toprak gibi kavramlara olana bağlılığını yaşamı boyunca korumuştur. Halsell, Reagan'ın yakın çevresiyle sık sık bu konuları konuştuğunu ve M. Tevrat'tan ayetler göstererek Armagedon'un ve Mesih'in gelişinin çok yakın olduğundan söz ettiğini yazar. Jerry Falwell'le yakın ilişkileri olan Başkan, bir keresinde ona, "Jerry, sık sık hızla Armagedon'a doğru ilerlediğimizi hissediyorum" demiş, 1980'deki seçim kampanyası sırasında da Evanjelik lider Jim Baker'la yaptığı sohbet sırasında, "Armagedon'u görecek olan nesil, bizim neslimizdir" kehanetinde bulunmuştu. Bu inançlarını Yahudilerle de paylaşıyordu; 1983 Kasımında AIPAC'in yöneticilerinden Tom Dine'a telefon etmiş, ona Armagedon'la ilgili olarak inandıklarını anlatmış, Eski Ahit'te hikayeleri anlatılan İbranilerin, bugünkü İsrail'le özdeş olduğunu söylemişti.69
Amerikalı Yahudi yazar Robert I. Friedman da Zealots for Zion adlı kitabında Reagan'ın sözkonusu inançlarına yer verir. Friedman'ın aktardığına göre, Başkan, Beyaz Saray'da bulunduğu 8 yıl boyunca da Armagedon inancına bağlılığını korumuştur. Reagan yönetiminden Robert McFarlane, Başkan'ın anti-füze savunma sistemine olan ilgisinin asıl olarak Armagedon beklentilerinden kaynaklandığını söylemektedir. Frank Carlucci ve Caspar Weinberger ise bir gün Başkan'la nükleer silahların önemi üzerinde konuşurken, ondan Armagedon'la ilgili uzun bir vaaz dinlemişlerdir. Reagan, 5 Mayıs 1989'da ise biyografisini yazan Lou Cannon'a, İsrail'in Tapınak Dağı (şu anda üzerinde Mescid-i Aksa'nın bulunduğu, eski Süleyman Tapınağı'nın yeri) üzerindeki egemenliğinin, Armagedon'un yakınlığının önemli bir alameti olduğunu anlatmıştır.70

Ronald Reagan; İsrail'i Armagedon için silahlandırmak gerektiğine ve Mesih'in gelişinin yakın olduğuna inanıyordu.
Dolayısıyla Reagan, Eski Ahit hükümlerine sıkı sıkıya bağlıydı, Yahudilerin Seçilmiş Halk olduklarına ve tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın da onlara ait olduğuna inanan bir Evanjelik, bir "judaizer"dı. Bu konuda o denli profesyoneldi ki, Mesih'in gelişi için gerekli olan tüm kehanetleri ayrıntılı olarak incelemiş ve Mesih Planı'nın bir kronolojisini çıkarmıştı. ABD Başkanı, kitabın başından bu yana incelediğimiz Mesih Planı'nı, Kabalacılar'ın birbiri ardına gerçekleştirdikleri kehanetleri, önde gelen Evanjelik liderlerden Harald Bredesen'e şöyle anlatmıştı:
İlk önce, Yahudiler, dünyanın dört bir yanına dağıtılacaklardı. Ancak bunu yapmakla Tanrı'nın işi bitmeyecekti. Tanrı, Mesih'i yollamadan önce, bu kez aynı Yahudileri dünyanın dört bir yanından toplayacak ve İsrail diyarına yerleştirecekti. Bu Yahudilerin taşınmasının nasıl yapılacağı bile Eski Ahit kehanetlerinde anlatılmıştır. Bazılarının gemilerle taşınacağı, bazılarının da yuvalarına dönen güvercinler gibi gelecekleri söylenmiştir ki, bu Yahudilerin gemiler ya da uçaklar yoluyla Vaadedilmiş Topraklar'a taşınacağını gösterir.71
Reagan, bu açıklamasının ardından, bir başka Mesih kehaneti olan Kudüs'ün ele geçirilmesinin, 1967'deki Altı Gün Savaşları ile gerçekleştiğini hatırlatmıştı. Mesih'in gelişinin artık an meselesi olduğunu da eklemişti.
Görüldüğü gibi Amerikan Başkanı, Mesih Planı'nın varlığının farkındaydı ve işleyişini de büyük bir memnunlukla izliyordu. Bu nedenle de Harald Bredesen, "Reagan'ın Tanrı'nın Ortadoğu ile ilgili amaçlarından haberdar olduğu izlenimini edindim" demişti.
Reagan'ın bu Evanjelik inançları, onun Ortadoğu politikasını da temelden etkiledi. Halsell'in yazdığına göre, Reagan'ın Libya'yı bombalamasının nedenlerinden biri, bu ülkenin yakında Armagedon sırasında İsrail'le savaşacağını düşünmesiydi. 1985 Ağustos'unda bu konudaki düşüncelerini, California senatörü James Mills'e açarak, M. Tevrat'ın Hezekiel bölümü 38. babında, inkarcı ulusların İsrail'e saldıracağı ve Libya'nın da bunların içinde yer alacağının yazılı olduğunu, bundan dolayı Libya'dan nefret ettiğini anlatmıştı.72
Reagan, yaklaştığına inandığı Armagedon için İsrail'i silahlandırması gerektiğine de inanıyordu. Bu nedenle de Yahudi Devleti'ne yapılan silah yardımını daha da yükseltti ve İsrail'in nükleer programına da destek oldu. Gazeteci James Mills, Başkan'ın pek çok politikasının bu "kutsal" amaca yönelik olduğunu, uyguladığı ekonomik politikalarda bile, Armagedon'u göz önünde bulundurarak, bazı kısıtlamalar yaparak İsrail'e yapılan yardım ve nükleer silahlanmaya daha çok pay ayırdığını söylüyor.73
Ronald Reagan bir örnektir; Evanjelik kültürünün Amerika'nın İsrail'e olan sadakatinde oynadığı rolü göstermekte, Yahudi Devleti'nin bazı hıristiyanları nasıl kendi Mesih Planı için kullandığını ortaya koymaktadır. Aslında bu hıristiyanların Siyonizme verdikleri destek de Mesih Planı'nın bir parçası olarak yorumlanmalıdır; çünkü Evanjelik teolojisinin çekirdeğinin 16. yüzyıldaki Protestan Reformu sırasında Martin Luther gibi "gizli-Yahudi" ve Gül-Haç üyesi kimselerce bilinçli olarak üretildiğini görmüştük. Bilinçli olarak üretilmiş olan bu Yahudi-taraftarı Protestanlığın Mesih Planı'nda kendisine biçilen rolü yerine getirdiğini, şu anda İsrail'de Likud Partisi lideri olan Benjamin Netanyahu da 1986'daki bir konuşmasında vurgulamış, "Siyonist rüyayı gerçeğe dönüştürmek için yapılan tarihi işbölümü"nden söz etmişti. Sözkonusu işbölümü, Reagan örneğinde olduğu gibi Amerikan devlet aygıtının en üst noktalarında bugün de devam etmektedir. Grace Halsell, "Nil ve Fırat nehirleri arasında uzanan tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın Yahudilerin egemenliği altına girmesi için her gün dua eden üst düzey Amerikalı hükümet görevlileri"nden söz eder.74
Evanjelizm, Mesih Planı içindeki misyonunu korumayı sürdürmektedir. Bunun bir başka örneği, Reagan'dan dört yıl sonra Beyaz Saray'a oturan Bill Clinton'dır...
Clinton Yönetimi ya da
Amerika'nın İlk Goyim Olmayan Hükümeti!...
Önceki sayfalarda İsrail ve onun lobisinin Başkan Bush'la olan ilginç ilişkisine; önceleri araları iyiyken sonradan kanlı-bıçaklı düşman haline geldiklerine ve hatta Mossad'ın Bush'u öldürmeyi planladığına değinmiştik. Bu çatışmanın doğal bir sonucu olarak, Lobi, 1992'deki Başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Bill Clinton'a eğilim gösterdi. Clinton da seçildiğinde İsrail'in istikrarlı bir dostu olacağına dair tatminkar güvenceler verdi. 30 Haziran 1992'de Jewish Leadership Council'de yaptığı konuşmada, "ben ABD ve İsrail arasındaki dostluğun yeniden güçlü bir şekilde kurulmasının önemine inanıyorum ve bunu gönülden istiyorum. Bush hükümeti zamanında bozulan ilişkiler beni gerçekten çok üzmüştür" demişti. Bunun sonucunda, Lobi var gücüyle onu desteklemeye başladı. Clinton'ın seçim kampanyasına büyük miktarlarda Yahudi dolarları akmaya başlarken, bir yandan da başta New York Times ve Washington Post olmak üzere, İsrail taraftarı medya, Clinton'ı destekleyen ve Bush'u karalayan etkili bir kampanya başlattı.
Bu kampanya Clinton'ın seçilmesinde önemli bir rol oynadı. Yeni Başkan, Lobi'nin desteğiyle Beyaz Saray'a oturmuştu ve Lobi'nin geleneğine göre, bu desteğin diyetini de ödemesi gerekiyordu. Nitekim Clinton yönetimi, ilk günden itibaren Lobi'ye itaatkar olacağını gösterdi. Hatta ilk günlerde AIPAC başkanı David Steiner'ın bu konudaki bir ifadesi kamuoyuna sızmış ve Steiner istifa etmek zorunda kalmıştı. O sıralar Hürriyet'in Washington muhabiri olan Sedat Ergin bu konuda şunları yazıyordu:
Demokrat aday Bill Clinton'un secim zaferinden en çok hoşnut olan kesimlerin arasında ABD'deki musevi lobisi yer almaktadır... Musevi çevrelerde Clinton'a duyulan güvende Demokrat yönetim kadrolarında İsrail'e yakın pek çok uzmanın görev alacağının bilinmesi de her halde önemli bir faktördür. AIPAC'in başkanı David Steiner, geçenlerde: 'Little Rock'ta (Clinton'un Karargahı) pek çok adamımız var. Yeni yönetime adamlarımızı sokacağız' yolundaki sözlerinin yer aldığı teyp bandının basına yansıması üzerine istifa etmek zorunda kalmıştır. Clinton'un Bush yönetimiyle koordinasyonunu sağlayan geçiş dönemi ekibinde (Transtion Team) dış politikadan sorumlu olan üç yetkilinin hepsi musevi kökenlidir: Leon Fuerth, Nancy Soderberg, Steve Solarz.75
AIPAC Başkanı, "Clinton'ın karargahında çok adamımız var, yeni yönetime de adamlarımızı sokacağız" şeklindeki telefon konuşmasının basına yansıması sonucunda belki istifa etmek zorunda kaldı ama bir şey değişmedi. Lobi, gerçekten de Clinton yönetimine o zamana dek görülmemiş sayıda adamını yerleştirdi. Clinton yönetiminde görev alan Yahudilerin sayısı o kadar fazlaydı ki, bazı Yahudi dini otoriteleri, bu hükümetin artık bir "goyim" (İbranice'de Yahudi-olmayanlar anlamına gelir) hükümeti olmadığını, yani bir diğer deyişle bir Yahudi hükümeti olduğunu açıkladılar. 1994 Ekiminde, Washington DC'deki Adath Yisrael sinagoğunda Sabath konuşmasını yapan hahambaşı bu konuda şöyle konuşmuştu:
Amerikan tarihinde ilk kez olarak, artık diasporada yaşadığımız hissine kapılmıyoruz. Çünkü ABD, artık bir goyim hükümeti tarafından yönetilmemektedir; aksine yönetimin her kademesinde, her karar aşamasında Yahudilerin büyük rolü vardır. Bu nedenledir ki, Yahudi şeriatında 'goyim yönetimi' kavramı ile bağlantılı olarak yer alan bazı kurallar, ABD için yenibaştan gözden geçirilmelidir.
Adath Yisrael sinagoğu hahambaşısının bu sözleri, İsrail'in günlük Ma'ariv gazetesinin 2 Ekim 1994 tarihli sayısında Avinoam Bar-Yosef tarafından yazılan bir makalede yer almıştı.76 Avinoam Bar-Yosef, hahambaşının haklı sayılabileceğini, Clinton'ın, hükümet kademelerinde, Başkan Reagan zamanında başlayan Yahudi etkisini artırmaya yönelik atamaları çok daha ileri noktalara taşıdığını söylüyordu. Bunun çok belirgin örnekleri vardı.
Yazıda, Clinton'a her sabah CIA tarafından aktarılan günlük brifingden söz ediliyordu. Her sabah saat 6 civarında CIA merkezinden yola çıkan uzmanlar, CIA'nın uluslararası istihbarat ağından ulaşan bilgilerin kısa bir analizini 5-7 sayfalık bir rapor halinde Başkan'a sunuyorlardı. Başkan ise bu raporları, 5 kişilik bir grupla tartışıp inceliyordu: Başkan Yardımcısı Al Gore, Ulusal Güvenlik Danışmanı Anthony Lake, Beyaz Saray Personel Şefi Leon Panetta, Yardımcı Ulusal Güvenlik Danışmanı Samuel ("Sandy") Berger ve de Başkan Yardımcısının Ulusal Güvenlik Danışmanı Leon Perth. Bu beş kişiden ikisi, Berger ve Perth, birer Yahudiydi, hem de gerekli ırk bilincine sahip iki Yahudi.
Dış politika kararlarının oluşmasındaki en etkin organ olan Ulusal Güvenlik Konseyi'nin durumu ise daha ilginçti. Burada Yahudilerin "goyim"lere karşı ezici bir üstünlüğü sözkonusuydu; konseyin 11 üyesinden 7'si Yahudiydi. Avinoam Bar-Yosef'in yazdığına göre, Clinton bu Yahudileri özellikle dış politikanın karar verme mekanizmasının tepesine yerleştirmişti. Bu Yahudiler, Leon Perth'e ek olarak sırasıyla; konseyin başkan yardımcısı olan Sandy Berger, Başkan'ın Ortadoğu ve Güney Asya danışmanı Martin Indyk (daha sonra ABD'nin İsrail Büyükelçisi oldu), Batı Avrupa danışmanı Dan Schifter, Afrika danışmanı Don Steinberg, Latin Amerika danışmanı Richard Feinberg ve Asya danışmanı Stanley Ross'tu.
Yazıda, bunun yanısıra, Clinton yönetiminin her kademesinde, sağlık programları sorumlusundan basın ya da ekonomi danışmanına kadar, Yahudilerin çok belirgin bir çoğunluğa sahip oldukları anlatılıyordu. Clinton'ın Beyaz Saray'daki özel projeler danışmanı Rahm Emmanuel bu Yahudilerin en ilginçlerinden biriydi; babası, 1940'lı yıllarda Arap ve İngiliz hedeflerine Menahem Begin'in önderliğinde kanlı saldırılar düzenleyen Siyonist terör örgütü Irgun'un üyesiydi. (Yazıda, Amerika'daki "Yahudi gücü"nün ulaşmış olduğu zirvenin yalnızca hükümet kademeleriyle sınırlı kalmadığı, Yahudilerin ve özellikle de "bilinçli" Yahudilerin toplumu yönlendirebilecek her alanda büyük bir etkinliğe sahip oldukları söyleniyordu. Medya, bu alanların başında geliyordu; Avinoam Bar-Yosef'in yazdığına göre, gazete yazarlarının, editörlerinin, sahiplerinin, popüler televizyon yorumcularının çarpıcı bir bölümü Yahudilerden oluşuyordu. Ve bunlar son derece "bilinçli" Yahudilerdi; Associated Press ya da Washington Post yöneticilerinin düzenli olarak sinagoglara gittiklerine ve bu dini merkezlerde İsrail bayrağının dalgalandırıldığına dikkat çekiliyordu. Ayrıca akademik çevrelerde ya da film endüstrisindeki Yahudi etkinliği de olağanüstüydü).
Clinton Beyaz Saray'ında Yahudilerin ağırlığı o denli çarpıcıydı ki, bir süre sonra, Beyaz Saray'da İngilizce'den çok İbranice konuşulduğu, "good morning" yerine "şalom" dendiği söylentileri dolaşır oldu. Başkan, bir başka önemli atamasını da Mart 1995'te gerçekleştirdi; CIA'nın şefliğine, yine bilinçli bir Yahudi ve aynı zamanda Trilateral Komisyonu üyesi olan John Deutch getirildi.
Bu arada Clinton yönetiminin ikinci adamı olan Al Gore üzerinde de durmakta yarar var. 8 yıl Temsilciler Meclisi"nde, 7 yıl da Senato'da üyelik yapan Al Gore, bir "goyim" olmasına rağmen, son derece ateşli bir İsrail taraftarıydı. Gore'un Clinton tarafından Başkan Yardımcısı adayı olarak gösterilmesininin ardından bu kararı alkışlayan bir yazı yazan Douglas Bloomfield, "Temsilciler Meclisi ve Senato'daki kariyeri boyunca, Al Gore, Başkent'teki en İsrail-yanlısı politikacılardan biri olmuştur. İsrail'e yardım konusunda yapılan oylamalarda, % 100'lük bir İsrail-yanlısı performans göstermiştir. Senato'nun Silahlı Kuvvetler Komitesi'nin üyesi olduğu sıralarda da, Amerikan-İsrail stratejik işbirliğinin en ateşli taraftarı olmuştur" diyordu.77 Al Gore'un İsrail ve Lobi'yle olan ilişkilerinin uzun bir geçmişi vardı. 1986 yılında ADL tarafından düzenlenen bir turla İsrail'i ziyaret etmiş ve orada önemli görüşmelerde bulunmuştu. AIPAC'ten Lewis Roth, "Gore'un seçilmesi büyük bir kazanç" diyordu, "son derece İsrail-yanlısı bir insan ve buradaki Yahudi toplumuyla da mükemmel ilişkileri var." Amerikan Yahudi Kongresi Başkanı Robert Lifton ise Gore için şöyle diyordu: "Amerikan-İsrail ilişkisine bütün gücüyle destek veren bir politikacı."
Yahudi lobisinin desteğiyle seçimi kazanan, karar verme mekanizmalarında bu denli Yahudi barındıran ve içindeki "goyim"lerin bile ateşli İsrail yanlılarından oluştuğu Clinton yönetimi, doğal olarak tamamen İsrail'e bağlı bir dış politika izlemeliydi. Öyle de oldu. Paul Findley, Clinton yönetiminin, Amerikan tarihinde İsrail'in isteklerine en olumlu yanıt veren hükümet olduğuna dikkat çekiyordu. Clinton, önceki Bush yönetiminin aksine, İsrail'in işgal altındaki topraklarda yeni Yahudi yerleşim birimleri inşa etmesine hiçbir itiraz getirmiyordu. Daha da ilginci Clinton yönetiminin Gazze Şeridi, Doğu Kudüs ve Batı Şeria'yı tanımlamak için yaptığı terim değişikliğiydi. O ana kadar ki tüm Amerikan yönetimleri, uluslararası hukukun bir gereği olarak, İsrail'in 1967'de silah zoruyla ele geçirdiği bu toprakları "işgal altındaki topraklar" (occupied territories) olarak tanımlamıştı. Oysa Clinton yönetimi, bu terimi bırakmıştı; Gazze Şeridi ve Batı Şeria için artık "ihtilaflı topraklar" (disputed territories) deniliyordu. Doğu Kudüs ise "ihtilaflı" bile sayılmıyordu. Amerikan yönetimi, "Birleşik Kudüs'ün İsrail'in ebedi başkenti" olduğu şeklindeki Yahudi tezini tamamen onaylamış durumdaydı.78

Clinton'ın Lobi'nin büyük desteğiyle yürüttüğü seçim kampanyası sırasında, Hillary Clinton, AIPAC'in başkanı David Steiner ve direktörü Tom Dine (solda) ile AIPAC tarafından düzenlenen Demokrat Parti toplantısında.
1994'teki Kongre seçimlerinde AIPAC eskisi kadar etkin davranmadı; çünkü siyasi yorumcuların söylediği gibi artık Beyaz Saray'ı kontrol etmek için Lobi'nin Kongre'yi kullanmasına gerek yoktu; Beyaz Saray zaten Lobi'nin kontrolündeydi. Aslında Kongre de Lobi'nin güçlü bir müdahalesine gerek kalmadan İsrail yanlısı hale gelmişti. Senato çoğunluk lideri Robert Dole ve Temsilciler Meclisi başkanı Newt Gingrich, İsrail'in iki ateşli destekçisiydiler. Sık sık AIPAC toplantılarında boy gösteren Dole ve İsrail'e olan yakınlığı nedeniyle "Knesset başkanı" diye alaya alınan Newt Gingrich, Amerika'nın İsrail Büyükelçiliği'ni Kudüs'e bir an önce taşıması ve böylece Kudüs'ün tümünün İsrail'e ait olunduğunun kabul edilmesinin başta gelen savunucularıydılar.

Clinton, İran'a ambargo kararını Dünya Yahudi Kongresi toplantısında açıklayarak İsaril ve Lobi'ye jest kaptı. Yanda, bu kongre sırasında Şimon Peres'le birlikte kutsal "kippa" yı giymiş halde... 
Clinton'ın İran'a yönelik politikasının da mimarı, gerçekte Beyaz Saray'ı kontrol eden Lobi'ydi. İran'a karşı uygulanacak baskı politikası, ilk olarak Ortadoğu ile sorumlu Ulusal Güvenlik Danışmanı Martin Indyk tarafından gündeme getirilmişti. "Bilinçli" bir Yahudi ve eski bir AIPAC üyesi olan Indyk, İran'a karşı "dual containment" (çifte kuşatma) politikasını uygulamaya sokmuştu. Bu politika, 1995 başında ekonomik ambargoya dönüştü. 1995 Martında, İran ile İslam Devrimi'nden bu yana Hürmüz boğazında petrol çıkartma ve sevkiyatı için anlaşma yapan ilk Amerikan şirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptığı 1 milyar dolarlık anlaşma, Clinton yönetimi tarafından iptal edildi. Ancak olayın bir de perde arkası vardı. Cengiz Çandar'ın köşesinde yazdığı gibi aslında, devreye İsrail lobisi girmiş ve Coneco'nun bağlı bulunduğu ana şirketin en büyük hissedarı bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanalıyla, İran-Coneco anlaşmasının iptalini sağlamıştı.79
İsrail'in İran'a yönelik son tavrı ise bu ülkeye resmi olarak Amerikan ambargosu koydurmak oldu. Clinton, 1 Mayıs 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantısında, İran'a ekonomik ambargo konduğunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katılmalarını beklediklerini açıkladı. Amerika'nın ilk "goyim olmayan" hükümeti tarafından açıklanan bu karar, yalnızca dünyadaki öteki "goyim olmayan" hükümet, yani İsrail tarafından destek gördü.
Clinton yönetiminin tüm bu İsrail bağlantılarının yanısıra, bir de Clinton-Hillary çiftinin dini eğilimleri İsrail'le olan ilişkileri açısından önem taşıyordu. Prophecy and Politics'in yazarı Grace Halsell, bir makalesinde, Clinton çiftinin İsrail'e yaptıkları gezi sırasında ortaya koydukları "Hıristiyan Siyonist" eğilimlerden söz etmişti. Clinton çiftinin tavırları ilginçti, çünkü Halsell'in vurguladığı gibi her ikisi de "hıristiyan" olan bu ikili, Kutsal Topraklar'a yaptıkları gezi sırasında hiçbir hıristiyan kutsal mekanını ziyaret etmemişler, hiçbir hıristiyan dini törenine katılmamışlardı. (Oysa, Kutsal Topraklar'da, hıristiyanlar için kutsal sayılan pek çok yer ve mabet vardır). Buna karşılık, Clinton çifti, Yahudi dini törenlerine büyük bir içtenlikle katılmışlardı. Başkan, başına kutsal takke kippa'yı (ya da yarmulk) geçirmiş ve Kudüs sokaklarında gezmişti. Hillary ise ünlü Ağlama Duvarı'na gitmiş ve Yahudilerde adet olduğu üzere, duvarın taşları arasına üzerine dua yazdığı bir kağıt parçası sıkıştırmıştı. Her ikisi de "hıristiyan" olan Başkan ve karısı, Hıristiyanlık'la ilgilenmeseler de, Yahudiliğin ritüellerini titizlikle uygulamışlardı. Halsell, bu ilginç durumla ilgili olarak Amerika'daki Hıristiyan otoritelerinden Dale Crowley ile konuşmuş ve ondan, "bu, İsraillilerin Amerikan politikasını nasıl kontrol ettiklerinin bir göstergesidir yalnızca" cevabını almıştı.
Halsell, Clinton çiftinin bu tavrının, onların da Jerry Falwell ve benzeri Evanjelikler gibi "İsrail kültü"nü dini inançlarının en tepesine yerleştirmiş olmalarından kaynaklandığını söylüyor ve ekliyor; "Clinton da, diğer tüm Hıristiyan Siyonistler gibi İsrail'i tarihin geçmişin, bugünün ve geleceğin merkezine yerleştirmektedir." 80
Kısacası, Clinton, Evanjelik bir aileden gelmemesine karşın, Evanjelik eğilimlere sahiptir ve İsrail'i dini inançları nedeniyle desteklemesi gerektiğini düşünen bir Hıristiyan Siyonist'tir. Başkan, Knesset'te (İsrail parlamentosu) yaptığı bir konuşmada bu özelliğini açığa vurarak, Başkan olmadan önce kendisiyle konuşan bir rahibin, ona "eğer İsrail'i yalnız bırakırsan, Tanrı seni asla affetmez" dediğini ve bunu her zaman için hatırında tuttuğunu söylemişti...
Bu bölümün başından bu yana incelediğimiz tüm bilgiler, özellikle de Amerika'nın artık bir "goyim hükümeti" olmayışı, Yeni Dünya Düzeni kavramını anlamak için son derece önemlidir. Bölümün başında, Yeni Dünya Düzeni'nin Amerika'yı yöneten elitlerin dünyaya egemen olma iddiası olduğuna değinmiş, ancak bu egemenlik iddiasının gerçek sahibini bulmak için sözkonusu elitleri incelemek gerektiğini söylemiştik. Amerika'nın bir "goyim hükümeti" tarafından yönetilmediğini, diğer bir deyişle bir "Yahudi hükümeti" tarafından yönetildiğini bildiğimize göre, dünyaya egemen olma iddiasındaki gücü de tanımlayabiliriz. Bu güç, Yahudi önde gelenleridir; 500 yıllık Mesih Planı'nın sonucunda gerçekten de bir dünya egemenliğine yaklaşmış durumdalar.
Amerika, bu egemenlik için kullandıkları bir araçtır. Kabalacı Kolomb tarafından "Yahudiler için iyi bir yer" olsun diye keşfedilen, Püritenler tarafından "Yeni İsrail" e niyet edilerek kurulan, masonlar tarafından "dünyanın ilk masonik cumhuriyeti" olarak ilan edilen, Yahudilerin yönlendirmesi sayesinde "emperyalist" olan ve özellikle de son dönemde tüm önemli kurumları Yahudi önde gelenlerinin kontrolü altına giren Amerika, Mesih Planı için kullanılan bir aygıttır. Buna karşı çıkan Amerikan liderleri Kennedy, Nixon ve belki de Bush gibi tasviye edilirler, yerlerine itaatkar olanlar getirilirler.
İşte Yeni Dünya Düzeni'nin anlamı budur. Bu kavramın Amerika'daki Yahudi gücünü en iyi biçimde temsil eden isimlerden biri olan Kissinger tarafından üretilmiş olması da bu yönden anlamlıdır. ABD Büyük mührü'nde Novus Ordo Seclorum ibaresinin üstündeki masonik-Kabalistik sembol "üçgen içinde göz", Düzen'in Yahudi oluşunu ifade etmektedir.
Amerika bir aygıt olduğuna göre, Mesih Planı'nı yakalayabilmek için, dünyanın öteki "goyim olmayan" hükümetine, İsrail'e bir göz atmakta yarar bulunmaktadır. Çünkü, Mesih Planı'nın aşamaları orada belirlenmekte, orada uygulanmakta ve Amerika'ya empoze edilmektedir.
Bu nedenle, şimdi, Yeni Dünya Düzeni'nin gizli liderini incelemek gerekmektedir.
49 Executive Intelligence Review, The Ugly Truth About The Anti-Defamation League, s. 14.
50 John J. Robinson, Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonry, New York: M. Evans & Company, 1989, s. 328.
51 Ibid., s. 329.
52 Robert I. Friedman, The False Prophet: Rabbi Meir Kahane From FBI Informant to Knesset Member, New York: Lawrence Hill, 1990, ss. 105-128.
53 Ibid., ss. 115-128.
54 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception, s. 236.
55 New American View, 1 Mart 1994.
56 Executive Intelligence Review, The Ugly Truth About The Anti-Defamation League, ss. 70-72.
57 Ibid., ss. 103-119.
58 Grace Halsell, Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War, Connecticut: Lawrence Hill & Company, 1986,
59 Ibid., s. 6.
60 Ibid., s. 15.
61 Ibid., ss. 82-85.
62 Ibid., s. 87.
63 Noam Chomsky, Kader Üçgeni, ss. 36-37.
64 Ibid., s. 38.
65 Paul Findley, They Dare to Speak Out, s. 240.
66 Grace Halsell, Prophecy and Politics, s. 141. 
67 Grace Halsell, "The Clintons: American Hostages in the Holy land", Washington Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1995.
68 Robert Sullivan, The New York Times Magazine, 25 Nisan 1993.
69 Grace Halsell, Prophecy and Politics, ss. 47, 48.
70 Robert I. Friedman, Zealots for Zion: Inside Israel's West Bank Settlement Movement, 1.b., New York: Random Hause, 1992, s. 151.
71 Grace Halsell, Prophecy and Politics, s. 46.
72 Ibid., s. 5.
73 Ibid., s. 50.
74 Ibid., s. 10.
75 Sedat Ergin, Hürriyet, 23 Kasım 1992.
76 Makalenin, İsrailli "müzmin muhalif" yazar Israel Shahak tarafından yapılmış İngilizce tercümesi, The Washington Report on Middle East Affairs dergisinin Kasım/Aralık 1994 sayısında yayınlandı.
77 Douglas Bloomfield, Washington Jewish Week, 16 Temmuz 1992.
78 Paul Findley, "Palestine's Dismemberment", Washington Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1995.
79 Cengiz Çandar, Sabah, 21 Mart 1995.
80 Grace Halsell, "The Clintons: American Hostages in the Holy land", Washington Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1995.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...