SEKİZİNCİ BÖLÜM
İSRAİL YA DA MESİH'İN AYAK SESLERİ
İsrail ya da Mesih'in Ayak Sesleri
"İkibin yıllık bir aradan sonra Yahudiler
kendi yurtlarına dönmüş bulunuyorlar.
Ülke sürekli Yahudiler tarafından inşa
ediliyor, sürgünlerin toplanması işlemi
aralıksız sürüyor. Tapınak'ın önceki
yıkılışından bu yana elde etmediğimiz bir
güç ve egemenliğe sahibiz... Bunlar,
Mesih'in geldiğinin işareti değil de, nedir?"
- İsrailli haham Haim Drukman
4 Kasım 1995 gecesi, Tel-Aviv'de, iktidardaki İşçi Partisi tarafından organize edilen büyük bir "barışı destekleme" mitingi yapılmıştı. Ancak toplantının sonunda İşçi Partisi lideri ve Başbakan Yitzhak Rabin, alanı terketmek üzereyken bir suikastçı tarafından yakın mesafeden iki kurşunla vuruldu. Hastaneye kaldırıldı, ama kurtarılamadı. Hem İsrail, hem de tüm dünya şok yaşadı. CNN ekranlarında günlerce tek haber olarak verilen suikast gerçekten de önemliydi. Rabin'in cenaze töreninede neredeyse dünyadaki tüm önemli siyasi liderler katıldı.
Suikastın en şaşırtıcı yönü ise, katilin Arap değil, Yahudi oluşuydu. İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin, "bana vur emrini Tanrı verdi" diyen genç İsrailli Yigal Amir tarafından öldürülmüştü.
Rabin'in öldürülmesinin ardından, İsrail'deki "Mesihçi" dini grupların üyelerinden biri olan Lea Rabinovich ise şöyle demişti: "Böyle bir olay meydana gelmişse, bunun nedeni Mesih'in ortaya çıkışının yaklaşmış olmasıdır. Bu (suikast) bir 'mitzva', yani dini bir eylemdir." 1
Bu kuşkusuz ilginç bir durumdu. Bir Yahudi liderin öldürülmesi, nasıl olurdu da Mesih'in gelişinin yakın olduğunu gösterirdi?
Bu sorunun cevabını bulmak için İsrail üzerinde kapsamlı bir inceleme yapmak ve bu devlet ile Mesih Planı arasındaki ilişkiyi bulmak gerekiyor.
Mesih Planı'nın İsrail'le ilgili yönüne en son 4. bölümde değinmiştik. Plan'ın en can alıcı aşamalarından biri, Kutsal Topraklar'a dönüş projesiydi. Bu projenin, Hıristiyan Siyonistlerin desteği ve Nazi kartı gibi ilginç yöntemlerle gerçeğe dönüştüğünü de gördük. Kutsal Topraklar'a dönüş projesinin başarıya ulaşması, İsrail Devleti'nin kurulması demekti. Herzl'in 1898'de söylediği "50 yıl içinde Yahudi devleti kurulacaktır" sözüne uygun olarak, İsrail Devleti, 1948 yılında, aynı kehanetteki gibi "bu işe gönüllü olarak yardım eden" devletlerin desteğiyle kuruldu.
İsrail'in kurulması, Mesih Planı açısından dev bir gelişmeydi. Mesih Planı'nın asıl mimarları olan Kabalacılar, İsrail Devleti'nin kuruluşunun Plan adına büyük bir başarı olduğunu bildirmiş ve bu küçük devletin, "Mesih'in gelişinin başlangıcı" olduğunu kabul etmişlerdi. Dolayısıyla, İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Mesih Planı'nın önemli bir parçası oldu. Bu devlet, Kabalacıların yüzyıllardır sürdürdükleri çabaların bir sonucuydu. Mesih Planı'nın nihai hedefine ulaşması, yani Mesih'in gelip Yahudi egemenliği altında Kudüs merkezli bir Dünya Devleti kurması da bu devlet aracılığı ile olacaktı. İsrail, Mesih'in kuracağı büyük imparatorluğun çekirdeği olarak kabul ediliyordu.
Bu nedenle de, İsrail Devleti'nin asıl hedefi, ilk günden bu yana, Mesih Planı'nı gerçekleştirmek oldu. Yahudi devleti, Mesih Planı'nın eksik kalan kehanetlerini hayata geçirmeyi temel amaç olarak kabul etti.
İlerleyen sayfalarda, İsrail'in orta ve uzun vadeli politikalarının aslında Mesih Planı'nın birer parçası, Mesih'in gelişi ile ilgili kehanetlerin birer uygulaması olduğunu inceleyeceğiz. Bu arada, son yıllarda gündemde olan "Ortadoğu Barış Süreci"nin ve Rabin suikastının gerçek anlamını da birlikte keşfedeceğiz.
İlk Kehanet: Sürgünlerin Toplanması
İsrail Devleti'ni kuran liderlerin en çok üstünde durdukları konu, "sürgünlerin toplanması"ydı. "Sürgünlerin toplanması", 4. bölümde de değindiğimiz gibi, Mesih Planı'nın bir parçasıydı ve Tapınak yıkıldıktan sonra dünyanın dört bir yanına dağılmış (sürülmüş) olan Yahudilerin yeniden Kutsal Topraklar'a dönmesini ifade ediyordu. Bu dönüş işleminin Plan'daki önemine dikkat çeken kişilerin başında ise Kabalacı haham Hirsch Kalischer geliyordu. Siyasi Siyonizmin temellerini oluşturan Kalischer, Kutsal Topraklar'a çok sayıda Yahudinin yerleşerek bir devlet kurmalarının Mesih'in gelişi için şart olduğunu bildirmişti. Kalischer'e göre bunun ardından Yahudilerin Kudüs'ü ele geçirmeleri ve Tapınak'ı yeniden inşa etmeleri gerekiyordu. Bu üç misyon da yerine getirildikten sonra, Mesih yeryüzüne inecekti.
İlginçtir, İsrail'in liderleri tam da Kalischer'in çizdiği yolu izlediler. Yahudi devletinin Chaim Weizmann, David Ben Gurion gibi yöneticileri, ilk hedef olarak çok sayıda Yahudiyi Kutsal Topraklar'a döndürmeyi, yani "sürgünleri toplamayı" belirlemişlerdi.
İlk Başbakan Ben Gurion, göreve geldiği andan itibaren İsrail'e göçü yoğunlaştırabilmek için her türlü yolu denedi. Bir grup Amerikalı'nın İsrail'i ziyareti nedeniyle, 31 Ağustos 1949'da yaptığı bir konuşmada, şunları söylüyordu:
Bir Yahudi Devleti kurma rüyamızı gerçekleştirmiş olmamıza karşın, henüz işin başındayız. Yahudi halkının büyük bir kısmı hala dışarda; bugün İsrail'de yalnız 900.000 Yahudi var. Gelecekte bütün Yahudiler İsrail'de toplanmalıdırlar. Ana babaları, çocuklarını buraya getirmeye çağırıyoruz. Yardım etmeyecek olurlarsa, gençliği İsrail'e biz getireceğiz. Ancak umarım ki buna gerek kalmaz.2
Ben Gurion'un "eğer gelmezlerse biz getireceğiz" şeklinde ifade ettiği yöntem, Yahudileri zorla Kutsal Topraklar'a taşıma yöntemiydi. Bu yöntem, Nazi-Siyonist işbirliği ile uygulamaya konmuştu. Bu işbirliği etkili olmuş ve önemli sayıda Yahudi Nazi politikası sayesinde Filistin'e aktarılmıştı. Ancak Ben Gurion, Filistin'e gelen Yahudi sayısından memnun değildi ve daha fazlasını istiyordu. Çünkü II. Dünya Savaşı sırasında oluşturulan Soykırım efsanesine rağmen, çoğu Yahudi Filistin yollarına düşmektense, yerlerinde kalmayı ya da Kuzey Amerika'ya göç etmeyi tercih ediyordu.
Ben Gurion'un "gelmezlerse biz getireceğiz" şeklindeki düşünceleri, aynı yıllarda Haham Joseph Gedaliah Klausner'in ünlü konuşmasında da dile geldi. 2 Mayıs 1948'de Amerikan Yahudi Kongresi'nde (AJC) konuşan Haham Klausner, Yahudi halkının cemaatlerini açıkça tehdit etmişti. Şöyle diyordu:
Halkın Filistin'e gitmeye zorlanması gerektiği kanısındayım. Bu yeni bir program değil, daha önce ve yakın geçmişte de kullanılmıştı... Böyle bir programda ilk adım, şu ilkenin kabul edilmesidir: Dünyadaki Yahudi toplumu Filistin'e gitmeye ikna edilmelidir. Bu programı gerçekleştirmek için Yahudi toplumunun politikasını değiştirmek ve yersiz kalan Yahudi halkı rahat ettirmek yerine, onları bulundukları ülkelerde mümkün olduğu kadar rahatsız etmek gerekir...
Daha sonra, Yahudileri tedirgin edecek Haganah türünde bir örgüt kurmak gerekebilir. Sağlanan kolaylıklar azaltılmalıdır... İsrail dışındaki Yahudiler, ne yapacakları kendilerinden sorulacak değil, kendilerine söylenmesi gereken hasta insanlardır...3
Klausner Siyonist hareket içinde çok önemli bir isimdi, hatta İsrail'in ilk Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday gösterilmişti. Aynı dönemde Siyonist lider Dr. Israel Goldstein da, Yahudi halkının halen İsrail'e göç etme konusunda gösterdiği gevşeklikten ötürü bir yandan yakınıyor ve imalı tehditler savuruyordu:
Amerikalı Yahudiler daha ne bekliyorlar? Bir Hitler'in kendilerini zorla kovmasını mı? Öteki ülkelerdeki Yahudileri göç etmeye zorlayan trajedilerin kendi başlarına gelmeyeceğini mi zannediyorlar? Kurtulacaklarını mı sanıyorlar? 4
Dünya Yahudilerini İsrail'de toplamaya çalışan Siyonistler arasında, dindarlar da vardı, ateistler de. Laik Siyonistler ve dindar Siyonistler bir kez daha elele vermişlerdi. Her iki taraf da "sürgünleri toplamaya" uğraşıyordu. 4. bölümde de değindiğimiz gibi, laik ve dindar Siyonistler arasındaki bu ittifak, Yahudi dininin yapısından kaynaklanan bir ittifaktı: Yahudilik, bir din olduğu kadar aynı zamanda da bir ırk bilinciydi. Dolayısıyla, bir Yahudi, hiç dindar olmasa bile, Muharref Tevrat'a sıkı sıkıya bağlanabiliyordu. Dolayısıyla Mesih Planı'na bağlanmak için de dindar olmak gerekmiyordu. Yahudi ırkının dünyaya egemen olmasını öngören bu Plan'a, din değil, ırk bilinciyle de sahip çıkılabilirdi. Laik Siyonistler, bu nedenle "sürgünlerin toplanması"na ve dolayısıyla Mesih Planı'na destek oldular.
İsrail'in kurulması ile birlikte, dünyanın dört bir yanından "idealist" Yahudiler Yahudi Devleti'ne göçtü. Yandaki resimde yer alan ünlü Exodus 47 gemisindeki Yahudiler bunun bir örneğiydi. Ancak, dünya Yahudilerinin çok azı bu şekilde "idealist" idiler. Çoğunun göç için zorlanması gerekiyordu. |
Örneğin, Ben Gurion, özel yaşamında dinle pek bir ilgisi olmamasına karşın, "Yahudileri sürgünden (diasporadan) kurtarmanın dinsel bir zorunluluk" olduğunu söylüyordu. 1949'daki İsrail seçimlerinden sonra, İsrail dışında yaşayan Yahudileri, birer "sürgün süprüntüsü" olarak tanımlıyor ve şöyle diyordu: "Sürgün süprüntülerini kurtarmalıyız. Ayrıca, onların mülklerini de kurtarmak zorundayız. Bu iki şey olmadan, bu ülkeyi kuramayız." 5
Toplama Kamplarından İsrail'e Göçe Zorlanan Yahudiler
Haham Klausner ve diğer Siyonistler tarafından saptanan "Yahudileri İsrail'e göçe zorlama" projesi, ilk olarak "el altındaki" Yahudilere uygulandı. Bunlar, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama kamplarına yollanmış olan Yahudilerdi. Savaş boyunca kamplarda yaşamışlardı ve çoğunun gidecek bir yeri yoktu. "Sürgünleri toplamayı" hedef edinmiş olan Siyonistler, bu Yahudilere gidecek yer buldular; Vaadedilmiş Topraklar... Ancak sözkonusu Yahudilerin çoğu yine de Filistin'e gitmek istemedi. Çoğu Amerika'ya göç etmeyi ya da eski evlerine dönmeyi istiyordu. Bu aykırı istekleri, elbette Siyonistler tarafından kabul edilmedi ve sözkonusu Yahudiler, Siyonistler tarafından büyük baskı ve hatta işkenceye uğratıldılar.
Olayın gelişimi ilginçti: II. Dünya Savaşı sona erdikten sonra, Nazi toplama kamplarındaki Yahudiler kendileri için açılan "Yersiz İnsanlar Kampları"nda (Displaced Persons Camps) kalmaya mecbur oldular. Bu kampların idari yönetiminde Siyonistler etkin konumdaydı. Ve göçe ikna olmayan soydaşlarına karşı oldukça etkili bir "ikna" kampanyasına giriştiler.
Amerikalı araştırmacı Stephen Green, Yersiz İnsanlar Kampları'nda Siyonist örgütlerin Yahudi halka karşı uyguladığı terör taktiklerini ayrıntılı olarak incelemiştir. Kısa adı OMGUS olan, "Office of Military Government for Germany/US" (Alman/Amerikan Askeri İdaresi Ofisi) raporlarını kaynak gösteren Green, sözkonusu kamplarda özellikle Siyonist örgüt Irgun'un uyguladığı zorba yöntemleri ortaya koymuştur. İşte OMGUS'un hazırladığı bu raporların bazıları:
1948 yılında Polonya'dan Berlin'e yerleşmek için gelen Yahudiler, Irgun'un 'Yahudi toplama' işleminden kurtulmak için Amerika'ya göç etmişti. Duppel Göçmen Kampı'nda, Filistin'de Araplarla savaşmaya gitmek için gönüllü olmayan Yahudiler, Irgun üyeleri tarafından dövülmüş, gitmek istemeyenler ise ölümle tehdit edilmişlerdi. Bu tip askere yazılmalara Yahudi halk zorlanırken, kampların ana kapıları kaçışları önlemek için kapatılıyordu....
Bazı kamplar, Haganah'ın da Irgun gibi şiddet taktikleri uyguladığını rapor etmekteydi. Haganah'ın içinde 'Sochnut' adlı elit ve askerüstü bir grubun tehdit, korkutma ve dövme gibi yöntemler kullandığı sürekli bildirilmekteydi. Bu olay farkedilmesine rağmen, Irgun tarafından çok uzun bir süredir uygulanmaktaydı. Nazi terörünün kurbanları, bu sefer de Siyonist terörden kaçmak için, tekrar ailelerini ve arkadaşlarını terketmek zorunda kalmışlardı.6
OMGUS ofisinin şefi olan Peter Rodes, Siyonistlerin Yahudi kamplarında yaptıklarından oldukça rahatsız olmuş ve şu açıklamayı yapmıştı: "300 kişi İsrail'e gitmek için Tilcwah kampından ayrıldı. Ancak bu sayının % 65'i, İsrail'e gitmeleri için değişen şiddette baskılara maruz kaldı." 7
1948 yılının ortalarında, OMGUS'un raporları, kamplarda olanları, "terörist taktikler" olarak tanımladı. Bu "terörist taktiklerin" de, Haganah ve Irgun gibi sol ve sağ Siyonist örgütler tarafından kullanılan standart bir toplama prosedürü olduğunu rapor etti. Örneğin Bavyera'nın Traunstein bölgesindeki Kriegslazarett Kampı'nda oldukça ilginç yöntemler uygulanıyordu:
... Kamp polisi, herhangi bir Yahudinin çıkışını önlemek için binanın etrafını kordonla sardı. 14 Haziran'daki, Yahudi bayramında, İsrail'e gitmeyi reddeden Yahudilerin sinagoğa gelmemeleri istendi ve uyarı yapıldı. Aksi takdirde zorla sinagogdan çıkartılacaklardı...
İsrail'in kuruluşundan beri 'Kriegslazarett Kampı'ndan yaklaşık bir düzine kişi gönüllü olarak ayrıldı. Bu gönüllülere 'Ghuis' deniyordu. Bu adamların altı ya da yedisi birkaç gün sonra geri döndü. Kamplarda kaldıkları süre içinde İsrail'e gitmek istemeyen diğer gençlere terör uyguladılar. İsrail devleti kurulunca, Filistin'de yaşayan Yahudi kesim, İsrail'e göçe razı etmek için, kamplarda yaşayanlar arasında terörü organize etti.8
Sözkonusu kamplarda Yahudileri İsrail'e göç konusunda ikna etmek için uygulanan diğer bazı baskı ve propaganda yöntemleri şöyleydi:
Günlük tayınlara el koyma, işten çıkartma, yurtsuzların zanaat eğitimi için Amerikalılar'ın gönderdikleri makinaları parçalama, muhalefet edenleri yasal korumadan ve vize haklarından yoksun etme biçiminde oluyor, hatta onları kamplardan atma noktasına kadar varıyordu. Bir keresinde, böyle birisi herkesin önünde kırbaçlandı. Bunlardan başka, ABD'de de yapılan 'pogrom'lara (Yahudilere karşı düzenlenen saldırılar) dair hikayeler anlatılıyor, yurtsuzlar tedirgin ediliyorlardı.9
Siyonist idareciler, bir yandan bu kamplardaki Yahudilere göç etmeleri için baskı yapıyorlar, bir yandan da, II. Dünya Savaşı sonrasında yersiz kalan bu Yahudilerin mağduriyetlerini, uluslararası siyasi platformda politik bir malzeme olarak kullanmaktan da geri kalmıyorlardı.
Kullanılan bu kirli yöntem sonucunda, Yersiz İnsanlar Kampları'ndaki Yahudilerin önemli bölümü İsrail'e göç etmeye ikna edildi. Hitler'in iktidara gelişiyle başlamış olan Avrupa Yahudilerini Kutsal Topraklar'a göç ettirme projesinde, böylece önemli bir aşama daha kaydedilmiş oluyordu. Ancak İsrail'in yöneticileri için yalnızca Avrupalı sürgünlerin toplanması yeterli değildi. Kehanet, dünyanın dört bir yanındaki sürgünlerin toplamasını gerektiriyordu. İsrail'in politikası da tam bu yönde, dünyanın dört bir yanındaki sürgünlerin toplanması yönünde oldu.
Geri Dönüş Kanunu
İsrail'in liderleri, Araplar'a karşı kazandıkları 1948 Savaşı ile Birleşmiş Milletler'in kendilerine ülkenin kuruluşunda verdiği toprakları (Filistin'in yaklaşık % 50'si) çok daha büyütmüşlerdi. Bu yayılma, İsrail liderlerine çok daha fazla Yahudiyi Kutsal Topraklar'a getirme cesareti verdi. 1949 yılında, tüm dünya Yahudileri İsrail'e göç etmeye resmen çağırıldılar. Ertesi yıl ise, bu çağrı bir kanunla desteklendi: Geri Dönüş Kanunu. Kanun, dünyanın neresinde olursa olsun, İsrail'e göç etmek isteyen "gerçek" (Yahudi bir anneden doğmuş) bir Yahudinin, ülkeye göçe hakkı olduğunu ve ne olursa olsun İsrail'de barındırılacağını ilan ediyordu. Amerikalı yazar Andrew J. Hurley'in vurguladığı gibi, Geri Dönüş Kanunu doğrudan Yahudi geleneğindeki "Sürgünlerin Toplanması" inancının bir sonucuydu.10
Şimon Peres, Geri Dönüş Kanunu ile ilgili bir soruyu şöyle cevaplamıştı: "Askeri yönetim temelini teşkil eden 125 sayılı kanunun (Geri Dönüş Kanunu) kullanılışı Yahudileri bu topraklara yerleştirmek ve göçe zorlamak için girişilen savaşın bir devamıdır." 11
Peres'in ifade ettiği gibi, "sürgünlerin toplanması" gerçekte bir savaştı. Çünkü, İsrail dünya Yahudilerini, bu Yahudilerin aksi yöndeki isteklerine rağmen topladı. Bu nedenle İsrail'in savaşı, yalnızca düşman ülkelere ya da düşman örgütlere karşı değil, ırk bilincini yitirmiş, Mesih Planı'ndaki sorumluluğuna yüz çevirmiş dünya Yahudilerine de karşıydı aynı zamanda. Kudüs'te yapılan 25. Dünya Siyonist Kongresi'nde, Başbakan Ben Gurion, İsrail'e göç etmekte direnen Yahudileri "Tanrısız Yahudiler" olarak tanımlayarak aforoz etmişti.
Siyonizm, "Tanrısız Yahudiler"e açtığı bu savaşa, ilk olarak ırk bilincini yitirerek asimile olmaya başlayan Avrupalı Yahudilere karşı Naziler'le işbirliği yaparak girişmişti. İsrail devleti kurulduktan sonra ise, ırk bilincini yitiren dünya Yahudilerine karşı girişilen savaş, doğrudan İsrail güçleriyle yürütüldü. Mossad'ın dünya Yahudilerini göç ettirmekten sorumlu kolu Aliyah Bet, bu savaş için kuruldu.
Aliyah Bet, kurulduğu günden bu yana, dünya Yahudilerinin İsrail'e göçe ikna edilmesini kendisine hedef olarak belirledi. Bu ikna programı, Haham Klausner'in dediği gibi "Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde rahatsız edilmeleri" temeline dayanıyordu.
Mossad'ın "Sürgünleri Toplama" Operasyonları
Irak Yahudileri, 2500 yıl önce Babil'e sürülen Yahudilerin torunlarıydı. Sayıları 150 binlere varan ve 60 kadar havraya sahip olan Irak Yahudileri, Müslümanlarla uyum içerisinde yaşamlarını sürdürüyorlardı, ta ki Mossad ajanları Irak'a gelinceye kadar...
1950 yılında çıkartılan Göç Kanunu'na rağmen, Irak Yahudileri İsrail'e göç etme konusunda istekli değildi. Aliyah Bet ajanları, onlara "tehlikede olduklarını hissettirmek" amacıyla bir operasyon düzenlediler. Ali Baba Operasyonu olarak adlandırılan bu operasyon, Irak Yahudilerine ülkede gittikçe yükselen bir antisemitizm olduğu izlenimi vermeyi amaçlıyordu. Seçilen yöntem ise basitti: Irak Yahudileri bombalanacaktı!...
Bombalamalar, Iraklı Yahudilerin toplu bulunduğu yerlerde yapılacaktı. Fazla can kaybı olması istenmiyordu, ancak istenen korkunun yaratılması için bir kaç Yahudi feda etmekte de fayda vardı. Nitekim Yahudilerin topluca bulundukları yerlere, yani en başta sinagoglara yönelen bombalama eylemleri bir kaç kurban aldı. Örneğin Masauda Shemtou Sinagoğu'na yöneltilen bir bombalı saldırı sonucunda, üç Irak Yahudisi öldü, on tanesi de yaralandı.
Aliyah Bet ajanları yalnızca Yahudileri bombalamakla kalmamışlar, öte yandan da Müslüman halk arasında gerçekten de antisemit bir ajitasyon oluşturmaya çalışmışlardı. Kasıtlı olarak dağıtılan "Müslümanlardan satın almayın" ilanları, Müslümanları Iraklı Yahudilerin kendilerine karşı bir "komplo" kurduklarına inandıracaktı. Siyonistler, Naziler'le işbirliği yaparak Avrupa'da oynadıkları oyunu bir kez daha oynamış oluyorlardı böylece: Yahudilerin, Yahudi olmayanlarla birarada huzur içinde yaşamalarına izin vermiyorlardı. Theodor Herzl'in "Yahudiler ve Yahudi olmayanlar kalıtımsal olarak uyum içinde birarada yaşayamazlar" şeklinde ifade ettiği kanun, Yahudilere rağmen de olsa, uygulanıyordu.
Irak Yahudilerine atılan bombalar sayesinde, İsrail'in ırk bilincini yitirmiş dünya Yahudilerine karşı giriştiği savaşın Irak cephesi oldukça başarılı bir biçimde kapatıldı: Ali Baba Operasyonu sayesinde 1950-1959 yılları arasında yaklaşık 120 bin Iraklı Yahudi İsrail'e getirildi.
İsrail çeşitli kirli yöntemler kullanarak Yemen ve Etiyopya'daki Yahudileri de göç ettirdi. Yemen'deki Yahudiler "Mesih İsrail'de yeryüzüne indi" gibi masallarla kandırıldılar. Etiyopya Yahudileri (Falaşalar) ise, Etiyopya hükümetinden para ile satın alındılar ve alınlarına numaralar yapıştırılarak İsrail'e götürüldüler.
Bu arada Mossad, diasporadaki (yani "sürgün"deki) Yahudileri Kenan diyarına dönmeye ikna etmek için, Irak'ta başarıyla uyguladığı bombalama operasyonlarına devam etti. İngiltere'de İsrail'in El-Al Havayolları'na ait uçağını bombalama girişiminin, ya da Fransa'nın Rue Kopernicce kentindeki bir sinagoğa yapılan bombalı saldırının ardında Mossad'ın bulunduğu sonradan anlaşılmış ve yetkililerce dile getirilmişti. Mossad'ın "sürgün"deki Yahudilere karşı uyguladığı terörün çarpıcı bir örneği de, İstanbul'daki ünlü Neve Şalom katliamıydı.12
Batılı Yahudileri Kutsal Topraklar'a getirme çabası ise fazla başarılı olmuyordu. Ancak Batılı Yahudilerin, özellikle de ABD'deki Yahudilerin oldukları yerde durmalarında bazı yararlar da vardı; genellikle maddi yönden güçlü olan bu Yahudiler, bulundukları ülkelerde İsrail lehine lobi yapıyorlardı. Bu nedenle, özellikle 1960'lı yıllardan sonra, İsrail asıl olarak dünyadaki üçüncü büyük Yahudi topluluğuna, Sovyet Yahudilerine gözünü dikti. Ancak bu seçim sadece pragmatik bir seçim değildi. Çünkü Sovyet Yahudilerinin "aliya" yapması, yani Kutsal Topraklar'a dönmesi, başlı başına Mesih Planı'nın bir parçasını oluşturuyordu.
Yeremya'nın Mesih'le İlgili Kehaneti
ve Rus Yahudilerinin İsrail'e Göçü
İsrail'in, sürgünleri toplama operasyonlarının gerçekte Mesih Planı'nın bir parçası olduğunu biliyoruz. İsrail'in bu amaçla dünyanın dört bir yanındaki "sürgünleri"ni nasıl topladığına dair örneklere de değindik. Ancak 20 yılı aşkın bir süredir, İsrail'in üzerinde durduğu, en çok "aliya" (Kutsal Topraklar'a göç) yaptırmaya çalıştığı "sürgünler", dünyanın üçüncü büyük Yahudi topluluğunu oluşturan Sovyet Yahudileridir.
Acaba neden?...
Cevap karmaşık değildir. İsraillileri Sovyet Yahudilerine yönelten önemli bir gerekçe vardır: Resul Yeremya'nın M. Tevrat'ta geçen kehaneti!... Evet, M. Tevrat'ın Yeremya bölümünde, Mesih'in gelişinin ve İsrailoğulları'nın dünya egemenliğinin "alametleri" sayılırken, bir "Kuzey Ülkesi"nden söz edilir. Mesih gelmeden az önce, bu Kuzey Ülkesi'ndeki Yahudiler Kutsal Topraklar'a döneceklerdir. Böylesine önemli bir kehanet, Mesih Planı'nın uygulayıcıları tarafından elbette atlanmamıştır: İsrailliler, Kuzey Ülkesi'nin neresi olabileceğini düşünüp-taşınmış ve Sovyetler Birliği (ve Rusya)'da karar kılmışlardır. Türk Yahudilerinin yayınladığı Şalom, konuyu şöyle açıklıyor: "Kitab-ı Mukaddes'te Yeremya'nın kehaneti var. İsrail'den geride kalanların Kuzey ülkesinden dışarı çıkarılmasını buyurur. Yapılan yorumlara göre Kuzey ülkesinin SSCB olduğu görüşüne varılmıştır." 13
İşte bu kehanetten yola çıkan İsrailliler, 1967'deki Altı Gün Savaşı'ndan bu yana ki bu savaşla İsrail çok büyük topraklar işgal etmiş ve dışardan gelecek "sürgün"lere yer açmıştı Sovyetler'deki Yahudileri göç ettirmeye çalışıyorlar. Sovyet yönetimi demirperde uygulamasının bir sonucu olarak uzun yıllar bu göçe izin vermemişti. Gorbaçov'la birlikte başlayan liberalleşme, Kuzey Ülkesi'nden yapılan "aliya"yı da etkiledi ve ülkeden çıkan Yahudi sayısında patlama yaşandı.
Ancak İsrailliler klasik sorunla yine karşılaşmışlardı: Sovyet Yahudilerinin büyük bir bölümü İsrail'e göç etmek istemiyordu. Çoğu, "fırsatlar ülkesi" Amerika'yı hedefliyordu. Savaş, terör ve tehlike ile özdeş görülen İsrail'e ise fazla talep yoktu. İsrail'e gitmektense Sovyetler'de kalmayı tercih edenlerin sayısı da oldukça kabarıktı.
Bu durumda yine klasik çözümlere başvuruldu: "Sürgün"ler, "sürgün"lere rağmen toplanacaklardı. İsrail'e gelmek istemeyen Sovyet Yahudileri, Haham Klausner'in ünlü deyimiyle, "ne yapacakları kendilerinden sorulacak değil, kendilerine söylenmesi gereken hasta insanlar"dı. Dolayısıyla göçe ikna edilecek, zorla göç ettirileceklerdi. İsrail bu zorla göç programının uygulanma aşamasında ABD'den, bu işi üstlenen Yahudi kuruluşlarından, Sovyet Yahudi liderlerinden ve antisemitlerden yararlandı.14
İsraillilerin Vaadedilmiş Toprak İnancı
Bölümün başından bu yana, İsrail Devleti'nin temel politikalarının Mesih Planı'na göre şekillendiğinden söz ediyoruz. Bu durumda ortaya şu sonuç çıkmaktadır: İsrail toprakları (Eretz Israel), İsrailli liderler tarafından yalnızca bir "yurt" olarak değil, aynı zamanda bir "Kutsal Toprak", ya da "Vaadedilmiş Toprak" olarak anlaşılmaktadır. Bu durumda Kutsal Topraklar hakkında nasıl bir politika izlenmesi gerektiği ise, doğal olarak, kutsal kaynaklardan, yani M. Tevrat'tan ve Mesih Planı'nın da kaynağı olan Kabala'dan çıkarılır.
Oysa resmi tarihin İsrailli liderlerin bakış açısı ile ilgili olarak bizlere anlattığı hikaye daha farklıdır. Klasik anlatıma göre, İsrail, 1970'lerin sonuna dek "laik" liderlerce yönetilmiştir ve bu liderlerin politikaları da sözkonusu kutsal kaynaklara değil, pragmatik hesaplara dayanır. Bu iddia, İsrail'in politik tarihinden dayanak bulmaktadır: İsrail, kurulduğu tarihten 1977 yılına dek İşçi Partisi iktidarları tarafından yönetilmiştir. İşçi Partisi, sol eğilimli ve laik (seküler) bir partidir ve 1977 yılında iktidarı sağcı Likud koalisyonuna devrettiği güne kadar, İsrail'i dini esaslardan çok, pragmatik hesaplara göre yönetmiştir.
Ancak "resmi" kaynakların özenle işlediği bu tablo büyük ölçüde aldatıcıdır. İşçi Partisi'nin üyelerinin çoğunlukla dindar olmadıkları doğrudur. Ancak bu, İşçi Partisi'nin, politikalarını dini kaynaklara dayanmadırmadığı gibi bir anlam taşımaz. Çünkü, 4. bölümde de vurguladığımız gibi, Yahudi dininin kutsal kaynaklarına bağlanmak için dindar olmak şart değildir. Çünkü Yahudilik, hem ırk, hem dindir ve Yahudi kutsal kaynakları bir din kitabı olmakla beraber aynı zamanda da bir ırk kitabıdır. Bu nedenle, Siyasi Siyonizm dönemi boyunca laik Siyonistler ve dindar Siyonistler çok iyi anlaşmışlardır. Güvercinliği" ile tanınan İsrailli politikacı Amnon Rubinstein, iki taraf arasında ilginç ittifakın mantığını şöyle açıklar:
Dindar Siyonistler açısından, laik hatta dinsiz Siyonistlerle işbirliği yapmak son derece mantıklıydı. Çünkü laikler, her ne kadar inançsız olsalar da, Tevrat'ın emirlerinin iyi birer uygulayıcısı olma ve Yahudilik'in en köklü inançlarından birini gerçeğe dönüştürme yolundaydılar: Sürgünlerin Toplanması'nı. Bazı dindarlar daha da ileri giderek, açıkça, Siyon'a dönüşün Mesih'in gelişinin başlangıcı olduğunu ilan ettiler.15
Siyonist hareketin sözkonusu laik kanadı, İsrail Devleti'nin kurulmasıyla birlikte İşçi Partisi'ne dönüştü. Ve dindar Siyonistlerle laik Siyonistleri birbirine bağlayan bağ uzun yıllar bozulmadı. Çünkü İşçi Partisi'nin liderleri devletin politikasını dini kaynaklara göre (ki bu onlar için daha çok ırksal kaynaklardı) belirlemeye devam ettiler. Yeri geldiğinde bunu açıkça söylemekten de çekinmiyorlardı. Örneğin Ben Gurion, dini kuralları uygulamadığı ve inanç sahibi olmadığı halde, sık sık Tevrat'tan alıntılar yapıyordu.16
Roger Garaudy, "laik" Ben Gurion'un, İsrail'in ideal sınırlarını M. Tevrat'tan nasıl çıkardığını şöyle anlatıyor:
Daha 1937'de Ben Gurion, İsrail'in sınırlarını Kitab-ı Mukaddes'ten bakarak çiziyordu. Ona göre İsrail toprağı beş bölümden meydana geliyordu: Litani'ye kadar Güney Lübnan. Bu bölüme Ben Gurion 'Batı İsrail'in kuzey kısmı' diyor. Güney Suriye, Ürdün, Filistin, ki buna da 'İngiliz manda toprağı' diyor. Ve Sina. Ben Gurion kuzey sınırının da Suriye'nin Humus şehri yakınlarından geçmesini istiyordu. Zira (Tevrat'ın) 'Sayılar' kitabına göre (34/1-2-8), buranın 'Kenan' ilinin kuzey sınırı olması lazımdı. 'Kitab'a daha çok bağlı Siyonistler ise 'Hama' şehrinin bugünkü 'Halep' olduğunu ileri sürüyorlardı. Diğer bazıları ise bu şehrin Türkiye'de bulunduğunu iddia etmekteydiler... Haham Adin Shteinsalz, 'İsrail'in Kıbrıs adası üzerindeki tarihi hakları'ndan söz etmişti. 1956'da Ben Gurion İsrail Meclisi'nde alkışlar arasında Sina'nın 'David ve Solomon kralların krallığına ait' olduğunu ilan etmişti...17
Ben Gurion, bir keresinde Martin Buber'e "kurtarıcı ruh (Mesih) fikri canlıdır ve Mesih'in gelişine kadar canlı kalacaktır" da demiştir.18
Kısacası İşçi Partisi'nin en büyük lideri olan Ben Gurion, seküler bir özel yaşama sahip olsa bile, sahip olduğu ırk bilinci nedeniyle, "Vaadedilmiş Toprak", "üstün ırk" gibi kavramlara ve Mesih inancına dolayısıyla da Mesih Planı'na bağlıydı. İşçi Partisi'nin Golda Meir, Moşe Dayan, Yitzhak Rabin gibi diğer önemli isimleri de, dini kaynaklara olan bu ilginç bağlılıklarını zaman zaman yaptıkları çarpıcı açıklamalarla ortaya koydular. Bu "laik" liderlerin hepsi, M. Tevrat'ta Kenan diyarı olarak geçen Filistin topraklarını "Kutsal toprak", ya da "Vaadedilmiş Toprak" olarak algılıyorlardı.
Örneğin Altı Gün Savaşı'nın "efsanevi" komutanı ve daha sonradan da İşçi Partisi hükümetinde Dışişleri Bakanı olan Moşe Dayan, uygulanan işgal politikasının dini temellerini şöyle açıklıyordu:
Eğer Kitab-ı Mukaddes'e sahip çıkıyorsak, eğer kendimizi Kitab'ı Mukaddes'te yazılı olan halktan sayıyorsak, Kitabın yazdığı topraklara da sahip olmamız gerekir. Hakimlerin, Patriklerin, Kudüs'ün, Hebron'un, Jeriko'nun ve daha pek çok yerlerin toprakları...19
Altı Gün Savaşı'nda İsrail ordusunun güney cephesine komuta eden Moşe Dayan, İsrail'in işgal politikasının dini kaynaklara dayandığını açıkça ifade ediyordu. |
1970'li yıllarda başbakanlık yapan Golda Meir, ise şöyle diyordu: "Bu ülke (İsrail), Tanrı tarafından yapılmış olan bir vaad'in yerine gelişidir. Onun yasallığını tartışmak gülünç olur." 20
Aynı Golda Meir, "Filistin'de kendilerini Filistin halkı olarak gören bir Filistin halkı yoktu ve biz geldik, onları dışarı attık ve ülkelerini onlardan aldık diye bir şey yoktur, çünkü Filistin'de, Filistin halkı diye bir şey mevcut değildir" diyerek, M. Tevrat'ın temel öğretilerinden biri olan "Kutsal Topraklar'ın Yahudi-olmayanlara ait olamayacağı" tezini savunmuştu.21
Kısacası, İşçi Partisi'nin liderleri, hiç de resmi propagandada anlatıldığı gibi M. Tevrat'ın "üstün ırk", "Vaadedilmiş Toprak" gibi kavramlarından uzak değildiler. İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallahmi, sözkonusu resmi propagandaya değinir ve bunun büyük bir aldatmaca olduğunu açıklar. Buna göre, İsrail Devleti, kurulduğu günden bu yana saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemektedir. İşçi Partisi'nin savunduğu Siyonizmin, Likud kanadının savunduğu dini Siyonizmden daha "yumuşak", daha "barışçıl" olduğu şeklindeki propaganda, Hallahmi'nin dediği gibi, yalnızca bir göz boyama, bir aldatmacadır. İki parti arasında temelde hiç bir farklılık olmamıştır.22
Roger Garaudy de, İsrail'deki iki büyük siyasi akımın da neredeyse yakın ölçülerde M. Tevrat'a bağlı olduğunu ve politikalarını M. Tevrat'a dayandırdığını şöyle anlatıyor:
Begin'in ardından Likud'un liderliğini üstlenen, eski terörist Yitzhak Şamir, dini bir tören sırasında Tevrat rolelerini taşırken. |
Bugün İsrail yöneticileri, ister sağcı ister solcu tanınsın, ister İşçi Partisi üyesi ister Likud mensubu olsun, ister ordu sözcüsü, ister din adamları temsilcisi sayılsın, hepsi birlik halinde 'Kitab'a (Tevrat) eğilmişlerdir. Filistin üzerinde, herhangi bir 'toprak kalıntısı' üzerinde, hak iddia etmek için en ufak bir 'kanıt' dahi dikkatlerinden kaçamaz durumdadır. Herşey sanki Tanrı ile aralarında imzalanan bir 'hibe' senedine bağlıdır. En ufak bir işaret toprakların yerli sahipleri dışarı atılarak oraya yerleşmek için yeterli sebep sayılmaktadır.23
"Vaadedilmiş Toprak", "üstün ırk" gibi kavramlar doğal olarak sağcı Likud partisinin üyeleri tarafından da paylaşıldı. 1977'de iktidara oturan Likud'un iki lideri, Menahem Begin ve Yitzhak Şamir, sözkonusu kavramlara ve dolayısıyla Mesih Planı'na olan bağlılıklarını çarpıcı açıklamalarla ortaya koydular.
Begin, açıkça "bu toprak bize vaad edilmiştir, onun üzerinde hakkımız vardır" demişti.24 Yine Begin bir başka konuşmasında, İsrail'in 1967'den bu yana işgal altında tuttuğu Batı Şeria için, "burası Judea ve Samaria (Yahuda ve Samiriye) Krallarının tanrıları önünde diz çöktüğü yerdir, burası bizim millet olduğumuz yerdir" demişti. Batı Şeria'yı "Yahuda ve Samiriye" olarak tanımlamak, o tarihlerden sonra İsraillerin klasik üslubuna dönüştü.
Likud'un liderlik koltuğuna Begin'in ardından oturan Yitzhak Şamir de "Batı Şeria ve Gazze, Yahudilere Tanrı tarafından vaat edilmiş topraklardır, girdiğimiz yerden çıkmayız" demişti. Şamir, "üstün ırk" kavramına olan inancını ise, Siyonizmi ırkçılığın bir kolu olarak gören Birleşmiş Milletler kararının 14 Kasım 1975 günün oylanmasından sonra, dünya ve uluslararası ilişkiler konusundaki görüşlerini kaleme alırken şöyle açığa vurmuştu: "Ağaçlardan inen insanlardan meydana gelen ulusların dünyanın liderliğini üstlenmeleri kabul edilecek bir şey değildir. İlkeller nasıl kendilerine ait fikirlere sahip olabilirler ? Birleşmiş Milletler'in kararı bize bir kere daha göstermiştir ki biz diğer uluslar gibi değiliz." 25 Benzer bir ifade, Menaham Begin tarafından da kullanılmış, Nobel Barış Ödülü alan bu eski terörist, Filistinlileri "iki ayaklı hayvanlar olarak tanımlamıştı.
Kısacası, İsrail'in tüm liderleri, Yahudi geleneğindeki Vaadedilmiş Toprak, üstün ırk gibi kavramlara ve doğal olarak da Mesih inancına sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Bu nedenle de İsrail liderlerinin uyguladığı politikalar, her zaman için M. Tevrat ve Kabala gibi kutsal kaynaklara ve dolayısıyla Mesih Planı'na uygun oldu.
Peki öyleyse neden İsrailliler Likud ve İşçi Partisi gibi iki farklı partiye sahipler, diye sorulabilir bu durumda. Bunun cevabını ararken, karşımıza İsrail'in iyi ve kötü polisleri çıkmaktadır.
Likud ve İşçi Partilerinin Farkı
ya da 'İsrail'in İyi Polis-Kötü Polis Oyunu'
Geçmiş Amerikan yönetimlerinde Ortadoğu ile ilgili bir çok görev almış olan eski bürokrat Richard Curtiss, editörü olduğu Washington Report on Middle East Affairs dergisinde Ortadoğu'daki FKÖ İsrail barışından söz eden "Barış Sürecini Öldüren İyi Polisler ve Kötü Polisler" başlıklı bir makale yazmıştı. Curtiss'e göre İsrail ve Filistinliler arasındaki "barış süreci" bu konuyu ilerleyen sayfalarda ayrıntılı olarak inceleyeceğiz İsrail'in "iyi ve kötü polisleri"nin işbirliği ile sona doğru sürükleniyordu.26
Sözkonusu iyi polis-kötü polis oyununa 5. bölümde Siyonizmin sağ ve sol kanadını incelerken değinmiştik. Richard Curtiss'e göre, İsrail politikacıları 1940'lı yıllardan bu yana tüm dünyaya bu oyunu oynadılar. İyi polis rolünü solcu ve laik İşçi Partisi, kötü polis rolünü ise sağcı, dindar ve şovenist Likud Partisi üstlendi.
Bu, önyargılı ve biraz da uçuk bir komplo teorisi değildir. Aksine, Curtiss'in dediği gibi, İsrail'in siyasi tarihi hakkında yapılacak dikkatli bir gözlem bizi ister istemez bu sonuca ulaştırmaktadır.
Curtiss'e göre, iyi polis-kötü polis taktiğinin ilk örnekleri, henüz İsrail Devleti'nin kurulmadığı 1940'lı yıllarda görülmüştü. İsrail'i kurabilmek için mücadele eden Siyonist hareketin içinde, daha önceki bölümlerde de değindiğimiz gibi, iki ayrı fraksiyon vardı. David Ben-Gurion ve Chaim Weizmann'ın önderliğindeki sol eğilimli Dünya Siyonist Örgütü (WZO) Siyonist hareketin asıl temsilcisiydi. WZO'dan 1920'lerin sonunda ayrılan Vladimir Jabotinsky'nin kurduğu sağ-kanat Siyonist hareket ise Siyonist Revizyonizm olarak biliniyordu ve WZO'ya göre daha radikal, daha şiddet yanlısıydı. 1930'lı yıllarda Revizyonistler Filistin'deki Araplara ve İngilizlere İngiltere, Yahudi göçüne getirdiği kısıtlamalar nedeniyle 1940'lı yıllarda Siyonistlerin nefretini toplamaya başlamıştı karşı savaşmak için askeri birlikler oluşturdular. Bunların en önemlisi Irgun'du. Bir süre sonra Irgun içinden Avraham Stern'in önderliğindeki bir fraksiyon ayrıldı ve Lehi ya da Stern adıyla bilinen bir ikinci örgüt kurdu. Stern grubunun üç liderinden biri, 1980'lerin sonunda İsrail'de Başbakan koltuğuna oturacak olan Yitzhak Şamir adlı genç bir militandı. Stern, 5. bölümde incelediğimiz gibi, 1941 yılında Naziler'le askeri bir ittifak yapma girişiminde de bulundu.
İlk Başbakan Ben Gurion, iyi polis-kötü polis numarasını çok iyi oynamıştı. İyi polis rolü kendisinin, kötü polis rolü ise sağcı (Revizyonist) Siyonistlerindi. Revizyonistlerin bombalı eylemlerini bir yandan kınarken, öte yandan bu eylemlerin faillerini devletin en üst kademelerine getirdi. Yanda, Ben Gurion, 1949 yılında Hayfa'daki bir konuşmasında. |
16 Eylül 1948 günü ise Stern teröristleri, Birleşmiş Milletler'in Filistin arabulucusu olan ve Siyonistlerin işgal politikalarını eleştirmesiyle tanınan Kont Folke Bernadotte'u Kudüs'te öldürdüler. Yeni kurulmuş olan İsrail Devleti'nin Başbakanı Ben Gurion, Revizyonist militanlarca gerçekleştirilen suikasti lanetledi ve Bernadotte'un BM karargahındaki cenazesine de katılarak taziyelerini sundu. Suikastin sorumlusu olan Stern üyeleri ise kayıplara karıştılar. Ancak bir süre sonra bu militanlar ortaya çıktılar, hem de çok ilginç bir biçimde... Bernadotte'u vuran Joshua Cohen adlı tetikçi, Başbakan Ben Gurion'un özel koruması oluverdi birden bire!... Suikast emrini verenlerden Yitzhak Şamir ise, Mossad'ın Avrupa masası şefliğine getirildi. Ben Gurion'un başbakanlığının sürdüğü bu dönemde, Şamir'in de katkısıyla, çok sayıda "İsrail düşmanı" Mossad ajanlarınca Avrupa'da öldürüldü.27
5. bölümde de belirttiğimiz gibi, tüm bunların tek bir açıklaması vardı: Ben Gurion'un Bernadotte için döktükleri ancak timsah gözyaşıydı. İsrail'in İşçi Partili Başbakanı, Revizyonist militanların gerçekleştirdiği suikastten gerçekte son derece memnundu. Yalnızca, dünya kamuoyuna "iyi polis-kötü polis" numarası yapıyordu.
Kısa bir süre sonra iyi ve kötü polislerin yeni bir ortak planı gerçekleşti. İyi polis Ben Gurion, Birleşmiş Milletler'in 1947'de Yahudi Devleti'ne verdiği Filistin topraklarının % 53'ünü kapsayan bölgeyi kabul etmişti. Ancak kötü polisler Yitzhak Şamir ve Menahem Begin, Araplara düzenledikleri kanlı saldırılarla o denli büyük bir kargaşa çıkardılar ki, bu kargaşa sonucunda yaşanan ilk Arap-İsrail savaşında Yahudi Devleti, topraklarını Filistin'in % 78'ine çıkardı.
Revizyonistler ile sol-kanat Siyonistler arasındaki gizli beraberliğin bir başka göstergesi, her iki tarafın da askeri kanatlarının aynı kaynaktan finansal destek görmesiydi. 1940'lı yıllarda, Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Filistin'deki Haganah adlı silahlı örgüt ve Revizyonistlerin kurduğu Irgun, en büyük para yardımını aynı kaynaktan alıyorlardı: Macar Yahudisi Tibor Rosenbaum'un kurduğu International Credit Bank adlı İsviçre bankası, görünüşte birbirine muhalif olan bu iki Siyonist örgüte de para yağdırıyordu. International Credit Bank, ayrıca Amerika'daki ünlü Yahudi mafya babası Meyer Lansky ile de yakın bağlantı içindeydi.28
Revizyonist Siyonizm, İsrail'in kuruluşunun ardından sağcı Herut Partisi tarafından temsil edildi. Herut'un lideri, aynı Şamir gibi 1940'lı yıllarda terörist eylemlere karışmış eski bir militan olan Menahem Begin'di. Ülkeyi kuran ve 1977'e dek de iktidarı kesintisiz elinde tutan İşçi Partisi (Mapai) ise, David Ben Gurion ve onun Golda Meir, Moşe Dayan, Yitzhak Rabin gibi öğrencileri tarafından yönetildi. Bu yıllarda İsrail'in politik yelpazesine bakan birisi, Herut'un saldırgan ve yayılmacı bir politika savunduğunu, buna karşın İşçi Partisi'nin göreceli barışçı bir politika izlediğini sanabilirdi. Çünkü İşçi Partisi'nin liderleri Herut ve diğer küçük sağ partiler gibi açık açık "Vaadedilmiş Topraklar'ın tümünü ele geçirme" idealinden söz etmiyorlardı.
Oysa bu iki parti arasındaki fark, yine iyi polis-kötü polis numarasının bir versiyonuydu. Richard Curtiss, "İsrail liderleri arasındaki fark, amaçlar değil, yöntemler arasındaki farktır" diyor. Ben Gurion ile Begin arasındaki tek fark, Gurion'un Vaadedilmiş Toprakları işgal etme yönündeki düşüncelerini Begin'in aksine açıkça ifade etmeyişiydi. Oysa Gurion, İsrail'in sınırlarını Filistin topraklarının tümünü, Ürdün, Lübnan ve Suriye topraklarının da bir kısmını kapsayacak şekilde genişletmeyi hayal ediyordu. Kısacası, Curtiss'in dediği gibi "İsrail'in sağcı revizyonistleri ile Ben Guiron, Yahudi devleti için minimum bir 'kutsal toprak' formülü üzerinde anlaşıyorlardı." 29 Gurion'un yanısıra, Meir, Dayan gibi İşçi Partisi liderlerinin kutsal toprak inançlarına az önce değinmiştik.
Herut'un küçük bazı sağ partilerle birleşmesiyle oluşan Likud Partisi ile İşçi Partisi arasındaki tek fark, üslub ve yöntem farkı oldu. Noam Chomsky, bu konuda şunları söylüyor:
Demek ki özü bakımından iki program da (Likud ve İşçi Partisi programları) birbirlerinden çok farklı değil. Farklılıkları esas olarak üsluplarında yatmaktadır. İşçi Partisi temel olarak, eğitimli, Avrupa merkezli seçkinler partisidir; idareciler, bürokratlar, entellektüeller vs. zenaatı, en azından halkın karşısında arabulucu bir söylemle düşük düzeyli bir retoriği sürdürürken 'olguları kurmak'tır. Kapalı kapılar arkasında bu anlayış 'Yahudi olmayanların ne dedikleri önemli değildir, Yahudiler gerekeni yapar' (Ben-Gurion) ve '(İsrail'in) sınırları Yahudilerin yaşamakta oldukları yerlerdir, haritanın üzerindeki bir çizgi değil' (Golda Meir) biçimini almıştır. Bu, Batı kamuoyunu kendine yabancılaştırmadan, aslında tersine Batı'nın (özellikle de Amerika'nın) desteğini seferber ederek istenen hedeflere ulaşmada etkili bir yöntem olmuştur.
Tersine Likud koalisyonunun kitle temeli büyük ölçüde aşağı sınıf, alt orta sınıf ve aralarında çoğu yakın zamanda ABD ve SSCB'den göç etmiş olanların bulunduğu dinsel-Şovenist unsurlarla beraber Arap kökenli İspanyol Yahudilerinin oluşturduğu çalışanlardan meydana gelmektedir; aynı zamanda sanayici ve çok sayıda meslek sahibini de kapsamaktadır. Likud'un liderliği Batı söylemine pek fazla uyum göstermedi... İşçi Partisi'nin daha dolambaçlı olan yaklaşımı Batı'ya çok daha uygun gelmektedir ve 'İsrail'in destekçileri'nin karşısına daha az sorun çıkarmaktadır... İşçi Partisi'nin kılığını değiştirerek sunduğu gerçek niyeti, Likud'un 'egemenlik' anlayışından çok farklı değilse de, bunlar Amerikalıların kulaklarına hoş gelen ifadelerdir.30
1990'dan bir görüntü: Likud lideri ve Başbakan Şamir (solda) ile işçi lideri ve Savunma Bakanı Rabin. |
Chomsky'nin dediği gibi, İşçi Partisi'yle Likud arasındaki fark yalnızca görünüşteydi ve Batı kamuoyunu İsrail'de farklı sesler ve dolayısıyla "demokrasi" olduğuna inandırmak amacı güdüyordu. Her iki parti de, Yahudi inanışındaki Vaadedilmiş Toprak hedefine inanıyordu. Chomsky, bu konuda her iki partinin de ittifak halinde olduğunu bildiriyor ve İşçi Partisi'nin güvercinlerinden Şimon Peres'in bile bu inancı benimsediğini vurguluyor:
Her ne kadar ABD basını, sözcüğün Kutsal Kitabın tanıdığı bir mülkiyet hakkı anlamına gelen yaygın kullanımını Menahem Begin'e atfetse de, hem İşçi Partisi hükümeti, hem de Likud, Batı Şeria'yı 'Yahuda ve Samiriye' olarak adlandırmaktadırlar. Aslında Kutsal Kitap'taki haklara atıfta bulunulması, her iki siyasal grup için de olağandır. Bu nedenle İşçi Partisi'nin sosyalist lideri olan Shimon Peres, 'İsrail'de İsrail topraklarındaki tarihsel haklarımız konusunda çekişme yoktur. Geçmiş değişmez ve Kutsal Kitap, topraklarımızın kaderinin belirlenmesinde nihai belgedir' derken Begin'in Şeria'yı terketmemesindeki mantığı da kabul etmiş olduğunu gösterdi.31
Chomsky, İşçi Partisi'nin diğer önemli isimlerinin de Batı Şeria'yı M. Tevrat'tan hareketle "Yahuda ve Samiriye" olarak tanımladıklarına dikkat çekiyor: Golda Meir, "İsrail Yahuda ve Samiriye'de genişleme politikası izlemeye devam edecektir" demiş, İşçi Partisi hükümetlerinde Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Abba Eban bile, "İsrail iradesini ortaya koyacak, Yahuda, Samiriye ve Gazze bölgesi üzerindeki egemenlik haklarını yerine getirmek üzere harekete geçecektir" uyarısında bulunmuştu.
İsrail tarafından uygulanan iyi polis-kötü polis oyununun bir örneği de "Yahuda ve Samiriye"de, yani Batı Şeria'da inşa edilen Yahudi yerleşim birimleriydi. Bu konuda Batı medyasında sık sık öne sürülen bir telkin vardır. Buna göre, yerleşim birimleri Likud Partisi'nin bir ürünüydü, buna karşılık daha "ılımlı ve barış yanlısı" olan İşçi Partisi, yerleşim birimlerine taraftar değildi. Oysa bu telkin de gerçeğin köklü bir biçimde çarpıtılmasından ibaretti. 22 yıl ABD Kongresi'nde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeliği yapmış olan Paul Findley, bir makalesinde bu konuya değinmiş ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri hakkındaki politikasının içerik olarak Likud politikalarından farklı olmadığını vurgulamıştı. Findley'e göre, iki parti arasındaki tek fark, stil ve taktik farkıydı; Likud liderleri amaçlarını dosta-düşmana duyururken, İşçi Partisi daha sessiz ve aldatıcı bir yol izlemişti.32
Kısacası, ülkenin kuruluşundan itibaren her iki partinin de Siyonizm anlayışı arasında gerçek bir fark yoktu. Her iki taraf da Vaadedilmiş Toprak, üstün ırk gibi kavramları benimsedi. Her iki taraf da, politikaların kutsal kaynaklara ve de Mesih Planı'na göre düzenlenmesi gerektiğini kabul etti. Tek yaptıkları klasik iyi polis-kötü polis numarasını oynamaktı. (Ancak iki taraf arasındaki bu işbirliği, 1990'larda önemli ölçüde bozuldu. İşçi Partisi, gerçekten barış yanlısı olan akımın kontrolüne geçmeye başladı. Bu durumun Rabin suikastına kadar uzanan sonuçlarını ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz).
Ancak polislerin şefleri olur. Kutsal Topraklar'ı elde etme hedefine ve dolayısıyla Mesih Planı'na sıkı sıkıya bağlı olan İşçi ve Likud partilerinin de bir şefi vardır. Mesih Planı'nın gerçek uygulayıcısı olan ve bu Plan uyarınca İşçi ve Likud partilerini yönlendiren bu şef, kuşkusuz Plan'ı 500 yıldır yürüten Kabalacılardan başkası olamaz.
İsrail Devleti ve Mesih Planı
Kitabın başından bu yana incelediğimiz gibi, Mesih'in gelişini hazırlamak misyonunu üstlenenler, Kabalacılardır. Yahudi mistik geleneği olan ve büyüyle özdeşleşmiş bulunan Kabala, Kabalacılar tarafından "tarihin akışını değiştirmek" ve Mesih'in gelişi için gerekli şartları oluşturmak için bir araç olarak anlaşılmıştır. Ve, özellikle kitabın ilk bölümlerinde gördüğümüz gibi, Kabalacılar gerçekten de Mesih'in gelişini sağlamak için uzun bir mücadeleye girişmişlerdir. Mesih Planı olarak adlandırabileceğimiz bu sistemli mücadelenin, gerçekten de tarihin akışını etkilediğini önceki bölümlerde gördük.
Ancak Kabalacılar, çoğu kez ortada gözükmezler ve yapılması gerekenleri, Yahudi toplumundaki sadık bağlılarına yaptırırlar. Bu nedenle Mesih Planı'nın bir çok aşamasında doğrudan Kabalacılar'a rastlayamazsınız.
Bununla birlikte, eğer Yahudilerin gerçekleştirdiği bir eylem gerçekten Mesih Planı'nın bir aşamasıysa, mutlaka görünmez bir yerde, "perde arkası"nda Kabalacılar vardır ve hareketin genel stratejisini de onlar çizmektedirler. Siyasi Siyonizm, bunun bir örneğiydi. Kalisher ve Alkalay gibi iki Kabalacı'nın çizdiği rota, Herzl, Weizmann, Ben Gurion gibi "laik" Siyonistlerce izlenmişti. (Bkz. 4. bölüm)
Bu bölümün başından bu yana ise, İsrail Devleti'nin Mesih Planı uyarınca geliştirilen politikalarını incelemekteyiz. Sürgünlerin toplanması, Yeremya'nın kehanetine uygun olarak "Kuzey Ülkesi"ndeki (Rusya) Yahudilerin Kutsal Topraklar'a döndürülmesi, gibi... Bunların hepsi de kehanetlere uygun politikalardır. Ayrıca, Kabalacı Hirsch Kalischer'in Mesih'in ortaya çıkışı için gereken şartlar olarak sıraladığı üç önemli şartın ilk ikisi yerine getirilmiştir. İlk şart, yani Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması, İsrail Devleti'nin gerçekten de "gönüllü milletlerin yardımı ile" oluşturulması sonucunda gerçeğe dönüşmüştü. Kudüs'ün, Tapınak bölgesi ile birlikte tam olarak ele geçirilmesi, hahamların "Tanrı'nın açık bir işareti" olarak yorumladıkları 1967'deki efsanevi Altı Gün Savaşı ile oldu. Geriye bir tek Tapınak'ın inşası kaldı, ancak Tapınak'ın eski yerinin tam üstünde duran iki İslam mabedi nedeniyle bu yapılamıyor. İsrail'in bu mabetleri yıkarak Tapınağı inşa etme planlarına 13. bölümde değineceğiz.
Kısacası, kehanetlerde bildirilenler, İsrail'in kurulmasından bu yana harfi harfine yerine getirilmiş, Mesih Planı işlemiştir. Ama kimin eliyle?... Likud ve İşçi partilerinin onyıllar boyu bir tür iyi polis-kötü polis oyunu oynadıklarını biliyoruz. Ama, bu oyunun senaryosunu kim belirledi?
Mesih Planı'nı 500 yıldır sürdüren Kabalacılar nerededir ve hangi yolla İsrail devletinin politikalarını Mesih Planı'na uygun olarak yönlendirebilmektedirler?
Bu sorular bizi ister istemez Gush Emunim ile karşı karşıya bırakır.
Gush Emunim; Kabalacıların Siyasi Organı
1967 yılının Mayıs ayında, İsrail'in bağımsızlık gününün hemen öncesinde, Kudüs'teki Merkaz Harav adlı "yeshiva"da (bir tür tekke) önemli bir toplantı yapıldı. Yeshiva'nın ruhani lideri olan Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook, dini ritüellerin uygulanmasının ardından, adeti olduğu üzere uzun bir konuşma yaptı. Ancak bu konuşma, daha öncekilerden daha farklıydı: Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook, sesini geleneksel tonundan çok daha fazla yükselterek, tarihi Eretz Israel topraklarının bölünemez olduğunu, oysa şu anda bu toprakların bir bölümünün "goyim"in (Yahudi-olmayanlar) eline bırakıldığını söyledi. Ardından de ekledi; "Yahudiler mutlaka ve mutlaka Nablus ve Hebron'a döneceklerdir." (Nablus ve Hebron: Batı Şeria'da yer alan ve Yahudilerce kutsal sayılan şehirler). Haham'ın öğrencilerine son söylediği söz, mevcut durumun kabul edilemez olduğunu ve çok yakında Eretz Israel topraklarının birleştirileceği şeklindeydi.
Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook, bu konuşmayı yaptıktan bir gün sonra, Altı Gün Savaşı'yla noktalanacak olan Arap-İsrail krizi başladı. Üç hafta sonra ise, Altı Gün Savaşı bitmiş ve Kudüs, Hebron, Nablus ve daha bir çok "kutsal" yöre İsrail işgali altına girmişti. Zvi Yehuda Hacohen Kook'un öğrencileri, Zahal'ın (İsrail ordusu) 19 yüzyıl sonra yeniden ele geçirdiği Kudüs'teki Ağlama Duvarı'nda ilahiler söylerken, liderlerinin kehanetinin ne denli doğru olduğunu düşünüyorlardı. Az sonra Zvi Yehuda Hacohen Kook, İsrail ordusu komutanlarınca kendisine yollanan askeri bir jeep ile birlikte Ağlama Duvarı'na geldi. Kendisini karşılayan asker ve komutanlara "el verdikten" sonra da şöyle dedi: "Biz İsrailoğulları olarak tüm dünyaya ilan ediyoruz ki, şu anda Kutsallığın yardımı ile kutsal şehrimize dönmüş bulunuyoruz. Buradan asla çıkmayacağız."
1967'deki Altı Gün Savaşı, başta Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook olmak üzere, tüm Kabalacılarca, Mesih'in yaklaştığının büyük bir alameti olarak kabul edilmişti.
Bu tarihten sonra da İsrail'in Kabalacıları siyaset sahnesine inmeye ve gelmekte olan Mesih'in yollarını kendi elleriyle hazırlamaya karar verdiler. Gush Emunim böyle doğdu. Yanda, İsrail ordusunun başhahamı Shlomo Goren, Altı Gün Savaşı zaferi sırasında Siyon Dağı'ndaki kutsal "şofar"a üflüyor.
|
İsrailli yazar Ehud Sprinzak, The Ascendance of Israel's Radical Right (İsrail Radikal Sağı'nın Yükselişi) adlı kitabında üstte aktardığımız olayları anlattıktan sonra şöyle der: "İsrail'in Altı Gün Savaşı'nda elde ettiği çarpıcı galibiyet, İsraillilerin kendileri dahil tüm dünyayı şaşırtmıştır. Şaşırmayan, çünkü zaten böyle bir olayı bekleyen tek bir grup vardır: Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'un öğrencileri." 33
Ehud Sprinzak, kitabı boyunca Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'tan ve onun babası olan Haham Abraham Yitzhak Hacohen Kook'tan sık sık söz eder. Çünkü bu iki haham, İsrail'in en güçlü radikal dinci örgütü olan Gush Emunim'in ("Müminler Birliği") ruhani liderleridir. Baba ve oğul Kook'ların getirdikleri yorumlar, yaptıkları kehanetler Gush Emunim'in temel düşüncesini oluşturur.
Sprinzak, öncelikle baba Haham Kook'tan söz eder. 1865-1935 yılları arasında yaşayan Abraham Kook, 20. yüzyıldaki en önemli Yahudi dini düşünürlerinden biridir. Hahamın en büyük özelliği, 20. yüzyılın başında Siyonist hareketi benimsemeyen bazı gelenekçi hahamlara karşı çıkması ve harekete büyük destek vermesiydi.34
"Dindar Siyonistler"in başını çeken Abraham Kook, Siyasi Siyonizmin Atchalta D'Geula (Mesihi Kurtuluşun Başlangıcı) ya da B'Ikvata D'Meshicha (Mesih'in Ayak Sesleri) olduğunu söylemişti. Kook'a göre, 1917'de yayınlanan ve Siyonizme resmi İngiliz desteği sayılan Balfour Deklarasyonu, Filistin'e yapılan Yahudi göçleri ve büyük devletlerin Siyonistlere verdiği destek; tüm bunlar Mesih'in gelişinin yakın olduğunu gösteren alametlerdi. İsrailoğulları Mesihi dönemde yaşıyorlardı ve yüzyıllardır beklenenler yakında gerçeğe dönüşecekti.
Gush Emunim'in öncüsü olan Kabalacı Haham Abraham Yitzhak Hacohen Kook, Siyonizm'in Atchalta D'Geula (Mesihi Kurutuluşun Başlangıcı) ya da B'lkvata D'Meshicha (Mesih'in Ayak Sesleri) olduğu görüşündeydi. Yanda, Kook, 1925 yılında Kudüs'te yaptığı bir konuşma sırasında. |
Acaba Abraham Kook, Siyasi Siyonizme karşı neden böyle bir bakış açısı geliştirmişti? Çoğu tutucu haham, Siyonistleri dinsiz birer hayalperest olarak görürken, Kook neden ve nasıl onları Mesih'in alameti olarak değerlendirmişti? Sprinzak, bu sorunun cevabını şöyle veriyor:
Kook'un Siyonizmi bu şekilde yorumlamasının en önemli nedeni, konuya mistik boyuttan ve Kabala yöntemiyle yaklaşmış olmasıdır. Çünkü bu yönteme göre, gizli olan, görünür olandan daha büyük ve önemlidir. Bu şu demektir: Mesih dönüşü gerçekleşecekse, bu, bu olayın yeterince bilincinde olmayanların eliyle de gerçekleşebilir. Tarihsel Mesihi misyon, seküler ama milliyetçi kişiler tarafından da, ne yaptıklarını tam olarak bilmeseler de, yerine getirilebilir... Kook'un geliştirdiği bu kuram, ilerde Gush Emunim'e de İsrail'deki seküler kesimlerle işbirliği yapmak için iyi bir referans verecektir.35
Kısacası, Kook'un Siyonizmi desteklemesinin ardında, 4. bölümde de-ğindiğimiz Kabalacı yorum yatmaktadır. Bu yoruma göre en büyük hedef, Mesih'in gelmesi ve dolayısıyla Yahudi egemenliğinin dünyaya kabul ettirilmesidir. İsrailoğullarının dindar olup-olmamaları önemli değildir. Kabalacılar'ın Yahudi toplumundan tek istedikleri şey, Mesih'in gelişinin, yani Yahudi egemenliğinin şartlarının hazırlanmasıdır. Bu, ırk bilinci yüksek Yahudiler için, dindar olmasalar da, rahatlıkla getirilecek bir görevdir.
Gush Emunim'in ruhani önderi ve Abraham Kook'un oğlu; Zvi Yehuda Hacohen Kook
|
Abraham Kook'un doktrinlerini kendisine temel olarak kabul eden Gush Emunim adlı siyasi örgüt, işte bu yüzden İsrail'de büyük bir güçtür. Neredeyse tümü, Abraham Kook'un oğlu olan Zvi Yehuda Hacohen Kook'un Merkaz Harav adlı "yeshiva"sında Kabalistik eğitiminden geçmiş olan Gush liderleri, toplumun laik kesimleriyle ve onların siyasi temsilcileriyle çok iyi ilişki kurmaktadırlar. Bu sayede, nüfusunun en fazla % 10'u "koyu dindar" olan İsrail'de, koyu dindar bir güç olan Gush Emunim, büyük bir desteğe ve politik güce sahiptir. Gush'un laik kesimlerle olan "ittifak"ına birazdan daha ayrıntılı olarak değineceğiz.
Abraham Kook'un siyasi olayları kehanetlere göre yorumlama ve belki de yönlendirme şeklindeki Kabalacı yöntemi, Gush Emunim'in de temel doktrinini oluşturur. Ehud Sprinzak, bu konuda şunları söylüyor:
Abraham Kook'un tarihi konseptleri, Gush Emunim'in güncel olayları yorumlama yöntemine de temel oluşturur. Buna göre, Yahuda ve Samiriye'nin fethine ve Kudüs'ün birleştirilmesine neden olan Altı Gün Savaşı, olayların kendi gelişimi içinde gerçekleşen bir olgu değil, tam tersine Siyasi Siyonizmle birlikte başlamış olan Mesihi dönem içinde büyük bir ileri adımdır. Gush Emunim'in kendi ideolojisine olan büyük güveni, olayların Abraham Kook'un tarihi okuma biçimini doğrulamış olmasından kaynaklanır. 1935'te ölen Kook'un tüm öngörüleri gerçekleşmiştir: 1948'de İsrail Devletinin kurulması, dünyanın dört bir yanından sürgünlerin (diaspora Yahudilerinin) toplanması, çölün yeşertilmesi ve büyük Altı Gün Savaşı zaferi... Böylece, her iki Haham Kook'un da, baba ve oğul, ilahi bir kehanet yeteneğine sahip oldukları inancı oluşmuştur. Durum böyleyse, bu iki hahamın vaadettiği son büyük aşamadan, yani tam kurtuluştan (Mesih'in gelişi) kuşkulanmak için bir neden yoktur.36
Bu durum, 500 yıldır Kabalacılar tarafından yönetilen Mesih Planı'nın, çağdaş İsrail'de de Gush Emunim tarafından yönetildiğini göstermektedir. 1970'lerin hemen başında kurulan Gush, Batı Şeria'da Yahudi yerleşim birimleri kurulmasının liderliğini yapmış ve kısa süre içinde de İsrail'deki diğer partiler ve daha da önemlisi, devlet aygıtı üzerinde büyük bir etki elde etmiştir. Bu etki, uzun vadede tek bir hedefe yöneliktir: Mesih Planı'nın amacına ulaştırılması.
Gush Emunim'in İsrail'deki Görünmez İktidarı
"İsrail'de kimse Gush Emunim'in
beyanatlarını hafife alamaz."
- Noam Chomsky, Kader Üçgeni,
s. 200
Gush Emunim'in İsrail'in dindar olmayan çoğunluğuyla üstte sözünü ettiğimiz yolları kullanarak "sessiz bir ittifak" kurmuş olması, ona aynı zamanda büyük bir politik güç de vermektedir. Gush Emunim, bu politik gücü değişik kanallardan elde eder. Öncelikle, dindar olmayanlarla çok iyi anlaşabilen Emunim'in, İsrail iki büyük partisi, yani İşçi Partisi ve Likud koalisyonu üzerinde büyük bir etkisi vardır. İsrail'in üçüncü büyük partisi olan Tehiya ise, doğrudan Gush Emunim'in bir uzantısıdır ve Knesset'te (parlamento) Gush Emunim'in temsilciliğini yürütür.
Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited adlı kitabında Gush Emunim'in, İsrail devletinin politikaları üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğunu detaylarıyla anlatır. Ancak Rubinstein'ın belirttiğine göre, bu etkinin büyük bir bölümü, kolaylıkla gözlemlenebilecek bir etki değildir. Çünkü Gush Emunim, sahip olduğunu gücünün çoğunu, doğrudan kendine bağlı olan siyasi oluşumları kullanarak değil, İsrail'in iki büyük partisini, (Likud ve İşçi Partisi) belirli konularda yönlendirerek ortaya koymaktadır. Topluma ise, halkın çoğunluğundan destek görebilecek popüler bir resmi ideoloji üreterek ulaşır. Bu nedenle Gush Emunim'in gücü büyük ölçüde görünmezdir. Ehud Sprinzak da aynı konuya dikkat çeker ve "Gush Emunim'in görünmez krallığı"ndan söz eder.
Klasik bir Gush Emunim militanı: Bir elinde Tora (M. Tevrat) bir elinde Uzi, kendisine vaadedildiğine inandığı topraklar üzerindeki Arapları yok etmek için kararlı... |
Gerçekten de Gush Emunim, İsrail toplumunun büyük bölümünü belirli konularda yanına çekebilen bu ilginç stratejisi sayesinde, İsrail'in iki büyük partisini de etkisi altına alabilmektedir. Gush felsefesinin Likud üzerinde büyük bir etkisi olduğu zaten tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü sağcı Likud bloku, zaten Gush Emunim'in temsil ettiği dinci-milliyetçi çizgiyi savunmaktadır. Mehanem Begin, Ariel Şaron, Yitzhak Şamir gibi Likud liderleri, Gush Emunim'e çok yakın olduklarını açıkça ortaya koymuşlardır. Gush Emunim'in "Yahuda ve Samiriye'nin Yahudileştirilmesi", yani işgal altındaki Batı Şeria'da Yahudi yerleşim bölgeleri kurulması hedefi, 1977'den 1992'ye kadar 1986'daki "Ulusal Birlik" koalisyonu hariç iktidarda kalan Likud'un en önem verdiği konuların başında gelmiştir. Gush Emunim'in kurdurduğu yerleşim bölgelerinin açılış törenlerine katılan Begin, Şaron ve Şamir gibi Likud liderleri, Gush liderleriyle kardeşlik tabloları çizmişlerdir.
Asıl ilginç olan, Gush Emunim'in yakın geçmişte İşçi Partisi üzerinde de belirli bir etki elde etmiş oluşudur. Amnon Rubinstein konuya dikkat çekerek, genel propagandanın aksine, Gush Emunim'in "ılımlı ve laik" olarak bilinen İşçi Partisi üzerinde önemli bir etkisi olduğunu yazar. Rubinstein'a göre, "Gush'un İşçi Partisi üzerindeki etkisi kesinlikle küçümsenemez. Birbirini izleyen İşçi Partisi kabinelerinin hepsine kendi düşüncelerini empoze etmişler ve kritik konularda hükümeti yönlendirmişlerdir." 37 1974-1977 döneminde, İşçi Partisi liderlerinin hepsinin yanlarında Gush Emunim'den birer temsilci yer almıştır:
Başbakan Yitzhak Rabin, Gush destekçisi Ariel Şaron'u özel danışman olarak yanına almış; Savunma Bakanı Shimon Peres de Gush'a bağlı olan Tehiya Partisi'nin lideri olan Yuval Ne'eman'ı yakın adamı haline getirmişti. Dışişleri Bakanı Yigal Allon ise (Arap karşıtı fanatizmiyle ünlü olan) Haham Moşe Levinger'le çok yakındı. Bu bir tesadüf değil, Gush Emunim'in İşçi Partisi üzerindeki gücünün bir göstergesiydi.38
6 Stephen Green, Taking Sides: America's Secret Relations with a Militant Israel, s. 50; "Secret Weekly Intelligence Report 112 from the office of the Director of Intelligence OMGUS", July 3, 1948)
8 Ibid., s 51; "Secret Weekly Intelligence Report 113 from the office of the Director of Intelligence OMUS, July 10, 1948.
12 Irak, Etiyopya, Yemen Yahudileri ile Neve Şalom ve benzeri sinagog bombalamaları hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Harun Yahya, Soykırım Yalanı: Siyonist-Nazi İşbirliğinin Gizli Tarihi ve "Yahudi Soykırımı" Yalanının İçyüzü, İstanbul: Alem Yayıncılık, 1995.
14 Sovyet yahudilerinin İsrail'e göçü hakkında bkz. Harun Yahya, Soykırım Yalanı: Siyonist-Nazi İşbirliğinin Gizli Tarihi ve "Yahudi Soykırımı" Yalanının İçyüzü, İstanbul: Alem Yayıncılık, Aralık 1995. Bu kapsamlı operasyon sonucunda yüzbinlerce Soyvet yahudisi İsrail'in yolunu tuttu.
15 Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited: From Herzl to Gush Emunim and Back, 1.b., New York: Schocken Books, 1984, s. 40.
17 Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, Çev. Nezih Uzel, 1.b., İstanbul: Pınar Yayınları, Ekim 1983, ss. 31-32.
22 Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why, 1.b., New York: Pantheon Books, 1987, s. 244.
23 Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, Çev. Nezih Uzel, 1.b., İstanbul: Pınar Yayınları, Ekim 1983, s. 93.
26 Richard Curtiss, "The Good Cops and Bad Cops Who Killed The Peace Process", Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1995.
28 Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers, 2.b., Staunton: Ezra Pound Institute of Civilation, 1992, s. 167.
30 Noam Chomsky, Kader Üçgeni: ABD, İsrail ve Filistinliler, Çev. Bahadır Sina Şener, 1.b., İstanbul: İletişim Yayınları, Ocak 1993, ss. 78-79.
33 Ehud Sprinzak, The Ascendance of Israel's Radical Right, New York: Oxford University Press, 1991, s. 43.
34 Sözkonusu anti-Siyonist hahamlara 4. bölümde değinmiştik: Bunlar, Kabala geleneğinden uzak hahamlardı ve Mesih'in gelişinin ilahi bir olay olduğunu, o gelmeden önce ya hudilerin Kutsal Topraklar'a dönmesinin yanlış olacağını öne sürüyor, ayrıca Siyonistlerin çoğunun dindar olmayışına da büyük tepki gösteriyorlardı. Buna karşın Kabala geleneğine bağlı "dindar Siyonistler", Kutsal Topraklar'a dönüş ve benzeri kehanetlerin insan eliyle gerçekleştirileceğini bildirmiş, bu nedenle de laik Siyonistlerle işbirliği yapmışlardı.