24 Şubat 2015

GUSH EMUNIM'İN DEVLET AYGITI ÜZERİNDEKİ EGEMENLİĞİ



GUSH EMUNIM'İN 
DEVLET AYGITI ÜZERİNDEKİ EGEMENLİĞİ
Kabalacıların siyasi temsilcisi olan Gush Emunim'in Likud ve kısmen de İşçi Partileri üzerindeki etkisine değindik. Ancak Gush'un asıl gücü, İsrail'in devlet aygıtı üzerindeki egemenliğinden kaynaklanır.
Çağımızdaki devletlerin önemli bir bölümünde bir gerçek bir de göstermelik iktidar sahipleri olur. Devletin bir resmi görüntüsü vardır; siyasi partiler, parlamento, kabine gibi. Ancak bir de bu politik yapıdan hemen hiç etkilenmeyen, sabit, istikrarlı ve kendisini "devletin asıl sahibi" olarak gören kadrolar bulunur. Uzun vadeli politikaları belirleyenler ve bunları yalnızca imzalaması için seçilmiş Başbakanlara gönderenler, bunlardır. Amerikalılar bu kadro ya da güç merkezini "the establishment" olarak tanımlarlar. Biz ise buna "devlet aygıtı" diyebiliriz.
Devlet aygıtının yapısı ülkeden ülkeye değişebilir. Bazı ülkelerde ordu çok güçlüdür. Bazılarında ise istihbarat servisleri ya da "ulusal güvenlik" kurumları "devletin asıl sahibi" konumundadırlar. Örneğin, CIA'nın, her zaman için olmasa da bazı dönemlerde Amerika'daki devlet aygıtının içindeki en önemli güç merkezi olduğu yorumu sık sık yapılır. Kimilerine göre, Kennedy suikastı, CIA'nın bir Başkan'ı ortadan kaldırabilecek kadar devlet aygıtına egemen olduğunun göstergesidir. Örgüt, "devlet içinde devlet" statüsündedir. Kimi zaman Kongre'nin aldığı kararları önemsemez, kendine göre dış politika belirler ve uygular. Irangate olayı bunun bir örneğidir.
İsrail'de de benzer bir durum vardır. CIA ile birlikte dünyanın en güçlü istihbarat servisi sayılan Mossad, devlet aygıtı üzerindeki büyük bir egemenliğe sahiptir. Mossad'da üç yıl "katsa" (birim subayı) olarak görev yapan Victor Ostrovsky, örgütten ayrıldıktan sonra 1990 yılında yayınladığı By Way of Deception adlı kitabında bu konuda önemli bilgiler vermişti. Ostrovsky'e göre, Mossad, "devlet içinde devlet" gibi hareket ediyor, ülkenin dış politikasını ve özellikle de askeri operasyonlarını kendi başına belirlemeye çalışıyor ve büyük ölçüde de bunu başarıyordu.
Ve devlet aygıtı üzerinde bu denli büyük bir güce sahip olan Mossad, diğer bazı istihbarat servisleri gibi, "aşırı sağ"ın egemenliği altındaydı. Dahası, bu "aşırı sağ", Gush Emunim'in ta kendisiydi! Victor Ostrovsky, 1994'de yayınladığı The Other Side of Deception'da, Mossad'ın içinde "Mesihçi dini grupların" büyük etkiye sahip olduklarını, Mossad üyelerinin önemli bir bölümünün Batı Şeria'daki yerleşim birimlerinde yaşayan radikal Yahudilerden yani Gush Emunim çevresinden oluştuğunu açıkladı. Ostrovsky, örgütün içindeki bu radikal "Mesihçi" akımın sürekli olarak daha da güçlendiği, Mossad'ın gittikçe daha da aşırı sağa kaydığı yorumunu yapıyordu.39
Bu kuşkusuz son derece önemli bir bilgidir ve İsrail Devleti'nin uzun vadeli politikalarının nasıl olup da Mesih Planı'na uygun olarak tasarlandığını ortaya koymaktadır. Gush Emunim, Mossad'a, Mossad da devlet aygıtına hakimdir!..
Peki nedir Gush Emunim'in Mesih Planı'ndan kaynaklanan stratejileri?
Gush Emunim'in Kutsal Toprak Haritası: Nil'den Fırat'a
Tamamına yakını, Haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'un Kudüs'teki Merkaz Harav adlı yeshiva'sında Kabala dersleri almış olan Gush Emunim ha- hamları, hemen her politik gelişmeyi kehanetler çerçevesinde yorumlarlar. Buna göre, İsrail'in BM Güvenlik Konseyi tarafından saldırganlığı nedeniyle kınanması, Kutsal Kitap'ta anlatılan Jacob ve Esau arasındaki çatışmanın yeni bir örneği, Araplarla süren savaş ise, Isaac ve Ismael arasında Yahudi kaynaklarına göre yaşanmış olan mücadelenin bir parçasıdır.40
Kuşkusuz yerine getirilmesi gereken en büyük kehanetlerden biri de, Vaadedilmiş Topraklar'ın tümünün ele geçirilmesidir. Çünkü Yahudi inanışına göre, Mesih geldiğinde tüm Vaadedilmiş Topraklar, onun kuracağı Krallık altında birleşecektir. Bu, daha açık bir ifadeyle, tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın işgal edilmesi anlamına gelir. Kabalacılar'ın politik uzantısı olan Gush Emunim'in de elbette bu yönde bir planı olmalıdır. Nitekim vardır da. Az sonra bu plana değineceğiz.
Ama önce Vaadedilmiş Topraklar'ın neresi olduğunu belirlemekte yarar var. Bu topraklar, acaba Filistin toprakları mıdır? Yoksa daha büyük bir alanı mı kapsamaktadır?... Ehud Sprinzak, Gush Emunim'in Vaadedilmiş Topraklar'dan neyi anladığını şöyle açıklar: "Gush ideologları 'İsrail'in tam ve eksiksiz toprakları'ndan söz ederlerken, 1967 sonrası sınırları değil, (Tanrı ile yapılan) Ahit'te İsrailoğullarına verilen ve Tekvin 15 Bap'da bildirilen sınırları kastederler." 41
M. Tevrat'ın Tekvin kitabının 15. Bab'ında ise şöyle yazmaktadır:
O günde Rab, Abraham'la ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, Kenileri ve Kenizzileri ve Kadmonileri ve Hittileri ve Perizzileri ve Refaları ve Amorileri ve Kenanlıları ve Girgaşileri ve Yebusileri senin zürriyetine (soyuna) verdim.
Bir başka M. Tevrat ayeti yine aynı haritayı çizer:
O zaman Rab bütün milletleri önünüzden kovacak ve sizden büyük ve kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak, sınırınız çölden ve Lübnandan, ırmaktan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allahınız Rab size söylediği gibi, dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.42
Buna göre, Yahudilere vadedilmiş olan topraklar, Mısır ırmağı (Nil) ile Fırat arasında uzanmaktadır. Sina yarımadası, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün topraklarını ve hatta Türkiye'nin bir bölümünü (Fırat'ın güneydoğusu) içine alan, yani Ortadoğu'nun oldukça büyük bir bölümünü kaplayan bu harita, ilk bakışta oldukça çılgın gelmektedir insana. Acaba gerçekten Gush Emunim ve onun etki altına aldığı İsrail liderleri böylesine dev bir coğrafyaya yayılmacı bir gözle bakıyor olabilirler mi?
İsrail istihbaratından emekli olan Yehoshafat Harkabi, bu soruya şöyle cevap verir:
Yahudi dini çevreleri asıl olarak İsrail'in yayılmacı politikasını beslemektedirler. Ha'aretz gazetesinin 24 Ağustos 1985 tarihli sayısında, dini çevrelerce yazılıp okullara dağıtılan bir prensipler bildirgesi yayınlamıştır. Bildirgenin yazarı, şöyle söyle- mektedir:
'Biz burada en uygun yayılma yönteminden söz ediyoruz... Politik açıdan, (Kuzey'de) ulaşmamız gereken sınır Fırat ve Dicle nehirleridir. Bu Halakha'da (Yahudi kutsal kaynağı) yazılıdır. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir anlaşmazlık olamaz. Tartışılabilecek tek konu, bunun nasıl hayata geçirileceğidir. Ancak dediğimiz gibi, İsrail topraklarının sınırları bellidir, bu konuda tartışılacak hiç bir şey yoktur, hükümler açıktır'.43
Görüldüğü gibi, Gush Emunim tarafından temsil edilen İsrail'in radikal dincileri açısından bu çılgın harita son derece gerçekçidir.
İlginç olan, bize çılgın gelen bu haritanın, yalnızca Gush Emunim gibi dindar Siyonistlerce değil, laik Siyonistlerce de kabul görmesidir. Önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, laik Siyonistler de, dindar olmasalar bile, M. Tevrat'ı Yahudi ırkının temel kaynağı kabul edip onun özellikle toplumsal ve politik hükümlerine sıkı sıkıya bağlı kalınması gerektiğini savunmuşlardır. İşte bu nedenle Theodor Herzl, 1897 yılında Basel'deki Siyonist Kongre'nin açılışında şöyle demiştir: "Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na (Nil nehri). Sloganımız, David ve Solomon'un Filistini olacaktır."
İşçi Partisi'nin efsanevi lideri "laik" David Ben Gurion da 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşunu ilan ettiği ünlü konuşmasında şöyle demiştir: "Filistin'in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirilmesi gereken bir başka haritası vardır. Nil'den Fırat'a kadar."
Gush Emunim'in manevi lideri Kabalacı haham Zvi Yehuda Hacohen Kook'un aşağıdaki sözleri, İsrail'in resmi ideolojisini belirlemektedir:
Tora (Tevrat) bize ait olan toprağın tek bir parçasının bile bırakılmasına izin vermez. Burada bir işgal sözkonusu değildir: Biz evimize dönmekteyiz, atalarımızın yurduna. Burada Arap toprağı diye bir şey yoktur, yalnızca Tanrı'nın bize vadettiği toprak vardır. Kendilerini bu gerçeğe alıştırmaları, tüm dünya için iyi olacaktır.44
Ancak sözkonusu harita öylesine çılgındır ki, akla birçok soru getiriyor: Bu harita, yalnızca ütopya mıdır İsrailliler için? Acaba, yalnızca, asla gerçekleşmeyeceğini bildikleri bir hayal midir? Yoksa, İsraillilerin, en azından İsrail devlet aygıtının aklında gerçekten uzun vadede böylesine dev bir coğrafyayı işgal etmek ya da bir şekilde İsrail kontrolü altına almak gibi bir hedef var mıdır?
Gush Emunim'in sözkonusu haritası, İsrail'in stratejilerini belirlemekte midir?
Nil'den Fırat'a İsrail Stratejileri
Kuşkusuz İsrail devlet aygıtının Ortadoğu hakkında ne gibi stratejiler geliştirdiğini dışardan bilmek pek mümkün değildir. Ancak bazı sızıntılar, fikir edinmemize yarayabilir. İsrail Dışişlerinde eski bir görevli olan Oded Yinon'un belki de bir boşboğazlık sonucunda 1982'de Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Enformasyon Dairesi'nin İbranice yayın organı Kivunim'de yazdığı rapor, bu noktada oldukça önemlidir. "1980'lerde İsrail İçin Strateji" başlığını taşıyan yazı, İsrail'in yayılmacı hedeflerinin gerçekten de "Nil'den Fırat'a" tüm Ortadoğu'yu kapsadığını göstermektedir çünkü.
Bertrand Russel Barış Vakfı eski genel sekreteri Ralph Schoenman, Oded Yinon'un sözkonusu raporunun sıradan bir belge olmadığını, "İsrail'de gerek ordu, gerekse haberalma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını" sergilediğini söylemektedir.45Bu, bizim açımızdan oldukça önemlidir. Az önce Gush Emunim'in Mossad'a hakim olduğunu ve bu yolla devlet aygıtını kontrol ettiğini söylemiştik. Ralph Schoenman'ın verdiği bilgi ise, Gush'un ideolojisinin, "haberalma örgütü"nün yanında ordunun da üst kademelerinde de egemen olduğunu gösteriyor.
Raporun önemli olduğu ve İsrail'in gerçek stratejisini yansıttığı, İsrail'in muhalif seslerinden Israel Shahak tarafından da vurgulanmıştır. Shahak, The Zionist Plan for the Middle East adlı çalışmasıyla, raporu ayrıntılı olarak yorumlamıştır. Yinon'un raporunun "ciddiyeti" daha sonra Noam Chomsky tarafından da vurgulanmıştır.46 Kısacası, Oded Yinon'un "1980'lerde İsrail İçin Strateji" başlıklı raporu, İsrail devlet aygıtının gerçek hedeflerini görebilmek için oldukça önemli ve sağlıklı bir kaynaktır. (Cengiz Çandar da 1983 yılında yayınlanan Ortadoğu Çıkmazı adlı kitabında bu rapora değinmişti.)
Raporda anlatılan mantık oldukça ilginçtir. Israel Shahak'ın da vurguladığı gibi, rapor, İsrail devlet aygıtının tüm Ortadoğu'yu kapsayan bir fetih stratejisi güttüğünü ortaya koymaktadır. Ancak "fetih"in başlamasından önce, gidilecek uzun bir yol vardır. Önce, hedef olarak seçilen ülkelerin parçalanması hedeflenmektedir. Etnik ve dini yönden karmakarışık bir yapıya sahip olan hedef ülkelerin İsrail'in de katkısıyla bölünüp-parçalanması öngörülmektedir. Bu, klasik böl ve yönet (divide et impera) yönteminin İsrail versiyonudur.
Yinon, söze Ortadoğu'daki devletlerin kolayca parçalanabilecek bir yapıya sahip olduklarını vurgulayarak girer:
Müslüman Arap alemi, buralarda yaşayan insanların dilek ve arzuları hiç dikkate alınmadan yabancılar tarafından bir araya getirilmiş, iskambil kağıtlarından yapılma geçici bir ev gibidir. Keyfi olarak 19 devlete bölünmüştür. Herbiri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün her Müslüman Arap devleti, içten etnik toplumsal çöküntü tehdidi altındadır; bazılarında iç savaş başlamıştır bile.47
Peki böylesine karışık bir Ortadoğu'da İsrail'in stratejisi ne olacaktır? Bu konuda, Shahak'ın sözleriyle, rapor özet olarak aşağıdaki senaryoları anlatmaktadır:
... Lübnan zaten fiilen var olan beş bölgeye bölünecektir. Bu bölgeler, bir Maruni-Hıristiyan bölgeyi, bir Müslüman bölgesini, bir Dürzi Bölgesi'ni ve bir Şii bölgesiyle Haddad'ın milisleri aracılığıyla İsrail'in denetimi altındaki bölgeyi içerecektir. Daha sonra sıra, Suriye ve Irak'ın etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünme-
sine gelecektir. Suriye'nin, kıyısında bir Alevi devleti, Halep bölgesinde bir Sünni devleti, Şam'da bir başka Sünni devleti ve Golan, Hauran ve Kuzey Ürdün'de bir Dürzi devletine bölünmesi öngörülüyor. Projede, Irak'ın da Basra çevresinde güneyde bir Şii devleti, kuzeyde Musul çevresinde bir Kürt bölgesi, ortada Bağdat çevresinde bir sünni devleti olarak üçe bölünmesi hedefleniyor...
Lübnan'ın beş bölgeye bölünmesi, Mısır, Suriye, Irak ve Arap Yarımadası dahil bütün Arap alemi için işarettir ve o yolda da ilerlenmektedir. Sonradan Suriye ve Irak'ın da Lübnan'da olduğu gibi etnik ve dini bakımdan ayrı ayrı bölgelere bölünmesi İsrail'in, uzun vadede Doğu cephesindeki birinci hedefidir. Kısa vadedeki hedefi ise bu devletlerin askeri gücünün dağılmasıdır...
Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak, bugünkü Lübnan'da olduğu gibi çeşitli devletlere ayrılacaktır. Böylece kıyıda bir Şii Alevi devleti, Halep bölgesinde Sünni devleti, Şam'da buna düşman başka bir Sünni devleti ve Havran, Kuzey Ürdün ve belki bizim Golan'da bir Dürzi devleti. Böyle bir devlet uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef bugün artık erişebileceğimiz kadar yakındır.... İktidardaki güçlü askeri rejim dışında Suriye'nin, temelde Lübnan'dan hiçbir farkı yoktur. Bugün Suriye'de Sünni çoğunluk ile iktidardaki Alevi azınlık (nüfusun yalnızca % 12'si) arasında sürmekte olan iç savaş, ülkedeki sorunun dev boyutlarını gözler önüne sermektedir...
Irak bir yandan petrol bakımından zengin, öte yandan da içte bölük pörçük bir ülke olarak, İsrail İçin sağlam bir hedef olmaya adaydır. Irak'ın bölünmesi bizim için Suriye'nin bölünmesinden çok daha önemlidir... Irak, çoğunluğun Şii, yönetici azınlığın ise Sünni olmasına karşın özde komşularından farklı olmayan bir ülkedir. Nüfusun % 65'nin iktidara hiçbir siyasi katılımı yoktur. İktidar, % 20'lik bir seçkin tabakanın elindedir. Ayrıca, kuzeyde büyük bir Kürt azınlık vardır. İktidardaki rejimin elinden, ordu ve petrol gelirleri alındığında Irak'ın gelecekteki durumu, Lübnan'ın geçmişteki durumundan farklı olmayacaktır.... Irak etnik ve mezhebi temeller üzerine bölünecektir; kuzeyde bir Kürt Devleti; ortada bir Sünni ve güneyde Şii devleti.48
Görüldüğü gibi, "İsrail İçin Strateji"de, Lübnan'ın bölünmesinin Irak ve Suriye için de bir örnek olduğu ve bu iki ülkenin de Lübnan gibi bir iç savaş yaşayarak parçalanacağı söyleniyor.
Ne ilginç değil mi?... 1982 yılında yazılmış olan bu raporda geçen "Irak'ın bölünmesi" hedefi, bugün nerdeyse gerçekleşmiştir. Raporda Irak'ın kuzeyde bir Kürt Devleti, ortada Sünni, güneyde ise Şii Devletleri olarak üçe bölüneceği öngörülmektedir. Ve bugün Irak gerçekten de fiilen bu tarife göre bölünmüş durumdadır!... Körfez Savaşı'nı izleyen gelişmeler, 36. paralelin kuzeyinde bir Kürt Devleti, 32. paralelin güneyinde ise Bağdat'tan bağımsız bir Şii bölgesi oluşturma yolundadır. Bu parçalanmanın mimarı ise ABD'dir, yani tüm Ortadoğu politikasını İsrail'e endekslemiş olan süper güç, Yahudi Devleti'nin en büyük dostu!...
Peki Suriye acaba raporda belirtilen bölünme sürecine girmiş midir?... Şu anda Türkiye'den bakıldığında böyle bir tablo gözükmüyor. Ancak, anlaşılan, Kudüs'ten bakanlar olayı daha farklı değerlendiriyorlar: Türkiye'nin İsrail'e en yakın gazetecisi olan Sedat Sertoğlu, "üst düzey bir İsrailli ile yaptığı görüşme"yi köşesinde anlatırken "Hafız Esad sonrası Suriye'nin parçalanma olasılığı üzerinde duruluyor. Yugoslavya örnek gösteriliyor... Bunu söyleyen de Suriye uzmanı bir İsrailli idi" diye yazmıştı.49
Evet görünürde "Suriye'nin parçalanması" ile ilgili bir işaret yoktur, ama "İsrailli uzman"lar, Sertoğlu gibi yakın dostlarına ufukta böyle bir parçalanmanın gözüktüğünü fısıldayabilmektedirler. Bu, İsrail'in Suriye'nin parçalanması konusuyla oldukça yakın ilgilendiği anlamına gelmez mi sizce? Bu yakından ilgilenme; yönlendirme, provoke etme boyutunu da içeriyor olabilir mi?...
Her neyse, sonuçta bunu ister "tesadüf" olarak yorumlayın, ister İsrail'in stratejisinin adım adım ilerlediği şeklinde yorumlayın, Oded Yinon'un yazdıkları doğru çıkmaktadır ve Sertoğlu'nun İsrailli dostuna bakarsak, Suriye'nin parçalanması ile daha da doğru çıkacaktır.
"İsrail İçin Strateji"de yalnızca Suriye ve Irak değil, Vaadedilmiş Topraklar'ın üstündeki başka ülkelerde değerlendirilmektedir. Örneğin Mısır, İsrail devlet aygıtının parçalama içgüdüsünden nasibini alan ülkelerden biridir:
Bugünkü iç siyasal görünümüyle Mısır tam bir ölüdür; hele hele, Müslüman ve Hıristiyan alemleri arasındaki gitgide derinleşen uçurumu da göz önüne alırsak, bu daha da doğrudur. Mısır'ı farklı coğrafi bölgelere ayırmak, İsrail'in 1980'lerde batı cephesinde güttüğü başlıca siyasi hedefidir...
İsrail uzun vadede, ekonomik açıdan olsun, enerji rezervi olarak olsun, stratejik öneme sahip olan Sina üzerinde denetimi yeniden sağlamak için doğrudan veya dolaylı harekete geçmek zorunda kalacaktır. Mısır içteki sorunları nedeniyle askeri stratejik bir sorun yaratmamaktadır. Dolayısıyla, 1967 Savaşı sonrasındaki yerine itilebilir.50
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Rapor, İsrail'in 1980'lerde batı cephesinde güttüğü başlıca siyasi hedef'in Mısır'ı parçalamak olduğunu bildirmektedir. Oysa bilindiği gibi, İsrail ile Mısır 1978 yılında Camp David barış anlaşmasını imzalamışlar ve sözde dost olmuşlardı. Ancak görülmektedir ki, İsrail devlet aygıtı Mısır'a hiç de dost gözüyle bakmamakta, bu ülkenin parçalanmasını hesaplamaktadırlar. Parçalanma ile hedeflenen sonuç da önemlidir: Mısır'ı 1967 Savaşı (Altı Gün Savaşı) sonrasındaki sınırına itmek, yani Sina yarımadasını yeniden işgal etmek. Ya da bir başka deyişle, Nil'e ulaşmak...
Bu bize çok önemli bir şey göstermektedir: İsrail, Camp David'i gerçekten barış istediği için değil, bazı stratejik hesaplar nedeniyle yapmıştır. Camp David bir barış değil, uzun bir savaşın içindeki geçici bir ateşkestir ve İsrail Mısır üzerindeki yayılmacı hedeflerinden vazgeçmemiştir. Bu yayılmacılık ise, Vadedilmiş Topraklar'ın ele geçirilmesi misyonuna dayanmaktadır; çünkü İsrail Nil'e ulaşmak istemektedir ve Vaadedilmiş Topraklar da, az önce incelediğimiz gibi, Fırat ve Nil arasında uzanır.
Aslında Camp David'in bir "barış" değil "ateşkes" olduğu, kimi zaman devlet aygıtından bazı kimseler tarafından vurgulanmaktadır. İsrail Savunma Bakanlığı üst düzey yetkilisi David Irvi, 1992 yılındaki bir demecinde, açıkça "Camp David bir ateşkesti, savaş ihtimali her zaman gündemdedir" demişti.51
Yinon, raporunun devamında Mısır'ın nasıl bölüneceğini anlatırken, bu olayın gerçekleşmesinin Kuzey Afrika'da bir domino etkisi yaratacağını belirtiyor:
Mısır birden çok iktidar odağına bölünmüştür. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü biçimleriyle varlıklarını sürdürmeyip Mısır'ı izleyeceklerdir. Yukarı Mısır'da, çok sınırlı güce sahip ve merkezi hükümetten yoksun bir takım zayıf devletlerin yanıbaşında kurulacak bir Hıristiyan Kopt Devleti tasarısı, ancak barış antlaşması ile ertelenebilen, fakat uzun vadede kaçınılmaz görünen bir tarihsel gelişmenin anahtarıdır.52
Yinon, Mısır hakkındaki bu tehlikeli kehanetlerinin ardından, Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn gibi petrol zengini ülkelerin de son derece istikrarsız ve zayıf bir yapıya sahip olduklarını, İsrail'in de katkılarıyla kolayca kaosa sürüklenebileceklerini ve dolayısıyla İsrail için engel oluşturma gibi bir şanslarının olmadığını söyler.
Ürdün'den söz ederken de, ülke içindeki Filistinlilerin potansiyel bir istikrarsızlık unsuru olduğuna dikkat çeker ve şöyle der: "Ürdün, uzun vadede değil ama, kısa vadede yakın bir stratejik hedeftir. Ürdün'ün bugünkü yapısıyla uzun süre var olabilmesi mümkün değildir ve İsrail'in politikası da, savaşta ve barışta Ürdün'ün bugünkü rejiminin tasfiye edilip, iktidarın Filistinli çoğunluğa devredilmesine yönelik olarak işletilmelidir." 53 Çünkü Ürdün'deki Filistinliler'in iktidara tırmanmaları, ülkeyi tam bir kaosa sürükleyecektir. Kuşkusuz böyle bir durumda "Lübnan örneği" yeniden tekrarlanabilir, ülke İsrail işgaline maruz kalabilir.
"İsrail İçin Strateji"de ortaya konan tüm bu planları, tekrar vurgulamakta yarar var, "İsrail'de gerek ordu, gerekse haberalma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısı" sergilenmektedir. Bu bize, İsrail devlet aygıtının Eski Ahit'te "Nil'den Fırat'a" olarak tanımlanan Vaadedilmiş Topraklar'ı ele geçirmek için gerçekten de ciddi bir hazırlık içinde olduklarını gösterir. Bu işgal planının asıl hazırlayıcısı ise, Mossad gibi kanallarla devlet aygıtı üzerinde büyük bir egemenliğe sahip olan Gush Emunim'dir. Noam Chomsky, Oded Yinon'un planının, aslında Tehiya Partisi'nin görüşlerinin bir ürünü olduğunu söylemektedir ki, Tehiya, Gush'un Knesset'teki temsilcisinden başka bir şey değildir.54
Oded Yinon'un raporu ile ilgili olarak bir noktaya daha dikkat edilmelidir: Bu strateji, basit bir işgal planı değildir, oldukça uzun vadeli bir hesaptır. Öncelikle bölgedeki ülkelerin işgale, ya da en azından İsrail egemenliğine girmeyi kabul etme haline hazırlanmasını öngörmektedir. Bazıları, bunu İsrail'in Ortadoğu'yu "Osmanlılaştırması" olarak yorumlamışlardır. Buna göre, Yahudi Devleti'nin nihai hedefi, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki eyalet ve "millet" sistemlerini uyarlayarak, bölgede kendi içinde özerk, ancak sonuçta İsrail'e bağımlı devletçikler oluşturmaktır.55
Ayrıca, raporda yazılanlar, İsrail'in bu uzun vadeli fetih stratejisi içinde, gerektiğinde geçici bir barışa ve toprak tavizine yönelebildiğini de ortaya koymaktadır: Oded Yinon, az önce belirttiğimiz gibi, İsrail'in 1978'de barış masasına oturduğu ve Sina yarımadasını kendisine geri verdiği Mısır için, parçalama ve Sina'yı geri alma hesapları içinde olduğunu bildirmektedir. Yani, Camp David barışı, bir aldatmacadır, uzun bir savaşın içindeki geçici bir ateşkestir. Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabında, Oded Yinon'un raporunu konu edindikten sonra şöyle der:
Bu stratejiden çıkan sonuç, Siyonist hareket için herşeyin bir zaman tablosu üzerinde yazılı olduğu, her bölgenin fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi olarak kabul edildiği, ancak bu arada uygun güçler dengesi, ani ve yararlı sonuçlar sağlayacak bir savaş durumu beklendiğidir.56
Gush Emunim ideolojisine bağlı olan İsrail devlet aygıtı, son aşamaya başlamak, yani tüm Vaadedilmiş Topraklar'ı işgal etmek için belki Mesih'in gelişini bekliyor olabilir. Ancak şu bir gerçektir; Mesih gelinceye dek "şartlar uygun hale getirilecek", yani Ortadoğu işgale hazırlanacaktır. Önümüzdeki yıllarda etnik çatışmaların tüm Ortadoğu'yu kaosa sürüklediğini görme şansımız oldukça yüksektir. Bu arada, bu planda, Türkiye'ye de ayrılan bir pay vardır.57
Kenan Diyarının Etnik Temizliği
Kitabın başından beri incelediğimiz gibi, Kuran'ın İsra Suresi'nin başında haber verilen "İsrailoğulları'nın ikinci yükseliş ve bozgunculuğu", Yahudi geleneğindeki Mesih inancına karşılık gelmektedir. Kuran'da, İsrailoğulları'nın bozgunculuk özelliği şöyle bildirilir: "Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yeryüzünde iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenecek-yükseleceksiniz." (İsra Suresi, 4)
Bu bozgunculuğun iki ayrı boyutu vardı. Biri, global olanıydı: 20. yüzyılı kasıp kavuran savaşların önemli bir bölümünün ardında, "İsrailoğulları"nın büyük rolü olduğuna değindik. I. ve II. Dünya Savaşları'nda, Vietnam Savaşı gibi bölgesel savaşlarda ya da Amerikan kaynaklı dış müdahale/terör geleneğinde Yahudi önde gelenlerinin politik kurumunun, yani CFR'nin büyük etkisinin olduğunu gördük. 11. bölümde, İsrail'in Üçüncü Dünya'yı saran terör ağını daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Bozgunculuğun ikinci boyutu ise daha dar kapsamlıydı; yalnızca Kutsal Topraklar'a yönelikti. Yahudiler, Mesih Planı'nın 500 yıl süren ilerleyişi sonucunda Kutsal Topraklar'a döndüklerinde orayı boş olarak bulmadılar. Kutsal Topraklar'da Müslüman Araplar yaşıyordu. Bu kuşkusuz bu toprakları kendi ırklarının malı olarak gören Yahudi önde gelenleri için kabul edilemez bir durumdu. Kutsal Topraklar, tüm Yahudi-olmayan unsurlardan temizlenmeliydi.
Zaten Mesih Planı'nın temelini oluşturan Yahudi kutsal kaynakları bu konuda yeterince aydınlatıcı oluyorlardı. M. Tevrat'ın yüzlerce ayeti, sözde Yahudi ırkına ait olan Kutsal Topraklar'ın (Kenan diyarı) nasıl "temizlenmesi" gerektiğini detaylarıyla anlatılıyordu. Bu ayetler, İsrail devletinin Mesih Planı içinde uygulaması gereken bir başka kehaneti oluşturdu.
M. Tevrat'ın Katliam Emirleri
Eski Ahit'in Tesniye kitabında, 7. Bap şöyle başlar:
Allahın Rab, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyara seni götüreceği ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgaşileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha büyük ve kuvvetli yedi milleti kovacağı; ve Allahın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın ve onlarla hısımlık etmeyeceksin; kızını onun oğluna vermeyeceksin ve onun kızını oğluna almayacaksın... Çünkü sen Allahın Rabbe mukaddes bir kavimsin; Allahın Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendine has bir kavim olmak üzere seni seçti.
I. Samuel kitabı 15. Bap'ın başında ise şu ayet yer alır:
Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayacağım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.
Ayetlerde geçen Hittiler, Yebusiler, Amalekler gibi kavimler, M. Tevrat'ın yazıldığı dönemlerde Ortadoğu'da bulunan toplumlardır. Bu nedenle bu ayetlere (ve M. Tevrat'ın içindeki yüzlerce benzerlerine) göz atan pek çok kişi, tarihin derinliklerinde kalmış birer şiddet olayının hikayesini okuduğunu sanabilir. Oysa gerçek böyle değildir... İsrail'in "güvercin" siyasetçilerinden Amnon Rubinstein, şu satırları yazıyor:
Gush Emunim'in kullandığı lisanda, günümüzdeki Araplar; Yebusiler'dir, Amalekler'dir ya da Kenan diyarının Tevrat tarafından lanetlenen yedi kavminden herhangi birisidir... Tesniye'de, 'geride hiç bir şey kalmayacak şekilde' Amalek'i yok etmek üzere verilen emir, doğrudan bugünkü Araplar'a yönelik olarak yorumlanmaktadır... İsrail'in savaşları da bu çerçevede anlaşılmakta ve bu savaşlarda bu 'yeni Amalekler'e karşı insancıl davranılmaması gerektiği söylememektedir. Haham Menachem M. Kasher, 1967 savaşından sonra yazdığı bir yazıda, Tevrat'ın 'onları sizin önünüzden yavaş yavaş azaltacağını ve yurtlarına sizi yerleştireceğim' şeklindeki ifadesinin, İsrail'in Araplar'la olan ilişkisini tarif ettiğini yazmıştır... Bar Ilan Üniversitesi'nden Haham Israel Hess, daha da ileri gitmiş ve 'Tanrı'nın Amaleklere karşı girişilen savaşa bizzat katıldığını' söylemiştir. Israel Hess'in konuyla ilgili yazısının başlığı ise, 'Tevrat'ın katliam emirleri'dir.58
Kısacası, M. Tevrat'ın katliam emirleri, tarihi birer bilgi değil, günümüzdeki Araplar'a yönelik bakış açısının kaynağıdır. İsrail'in resmi ideolojisini üreten Gush Emunim, bu ayetleri böyle yorumlamakta, İsrail ordusu da buna göre davranmaktadır. Gush Emunim'in yaptığı bu yorum, İsrail devlet aygıtı tarafından da yıllar boyu topluma telkin edilmiştir. Roger Garaudy, bu konuya dikkat çekerek şöyle der:
Bugün 'kutsal savaş'ı körüklemek amacıyla askeri hahamlar tarafından durmaksızın dile getirilen ve İsrail'de okullarda ders kitabı olarak okunan Yeşu'nun Kitabı (Eski Ahit'in Yeşu bölümü), ele geçirilen ülkelerde halkın kutsal amaçla yok edilmesi ve herkesin 'erkekler gibi kadınların da, çocukların da, ihtiyarların da kılıçtan geçirilmesi' üzerinde ısrarla durmaktadır.59
İsrail devletinin Yeşu'nun Kitabı'nı kullanarak yaptığı beyin yıkama etkili olmuştur. İsrail'de Tel-Aviv Üniversitesi psikoloji uzmanı G. Tamarin tarafından yapılan bir testte, 4. ve 8. sınıf öğrencilerine, Yeşu Kitabı'nda anlatılan tarihi Eriha katliamıyla ilgili ayetler dağıtılmış ve şu soru sorulmuştur: "İsrail ordusu savaş sırasında bir Arap köyünü ele geçirdiğinde, Yeşu'nun Erihalılar'a yaptığını Arap halka yapmalı mıdır?" Bu soruya "evet" cevabı, % 66 ve % 95 arasında değişmiştir.60 (Anketi yapan ve yayınlayan Tamarin de üniversiteden atılmıştır.) Roger Garaudy, Yeşu Kitabı'nın ve genel olarak M. Tevrat'ın İsrail terörünün kaynağı olduğunu şöyle vurgular:
Siyasi Siyonizm, 'vaad' kavramını ve bu vaad'in gerçekleşmesi için kullanılan yöntemleri Yeşu'nun kitabından çıkarmıştır. Buna göre, Tanrı, Yeşu peygambere diğer halkları yok etme emri vermiş, Yeşu da bu emri yine Tanrı'nın yardımı ile yerine getirmiştir. Aynı şekilde 'seçilmiş halk' ve Nil'den Fırat'a uzanan 'Büyük İsrail' gibi kavramlar da Yeşu'nun kitabına dayalı olup Siyasi Siyonizmin temel ideolojisidir.61
Bu nedenle de İsrail'in onyıllardır uyguladığı devlet terörü, Livia Rokach'ın kullandığı isimle "kutsal" bir terördür. Mesih Planı'ndaki bir kehanetin yerine getirilişidir çünkü...
İsrail'in Kutsal Terörü
... 80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yoketme metodlarını bilinçlice kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi...
Üstteki satırlar, İsrail'in Davar gazetesinin 9 Haziran 1979 tarihli sayısında yayınlandı. Yazılanlar, 1948'de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.
Önemli olan bu satırlarda anlatılanların, istisnai bir terör eylemini değil, İsrail'in kutsal terörünün sıradan bir örneğini tarif etmesidir. İsrailliler, Ortadoğu'da, önce Haganah, Irgun, Stern gibi terör örgütleriyle sonra da doğrudan İsrail ordusu aracılığıyla tarihte eşine zor rastlanır bir terör uygulamışlardır. Bu terör, başka herhangi bir devlette olabileceği gibi bazı fanatiklerin istenmeyen taşkınlıkları değil, sistemli bir devlet politikasıdır.
Ancak çoğu zaman yalnızca buzdağının suyun üstündeki kısmı gözükür. Çünkü İsrailliler, her zaman olduğu gibi, bir yandan terör uygularken bir yandan da kendilerini "mağdur" gibi göstermeyi çoğu kez başarırlar. Batı'daki, özellikle de ABD'deki büyük medya ise, Noam Chomsky'nin sürekli vurguladığı gibi, İsrail'in bu politikasına destek olur. New York Times, Washington Post gibi "Yahudi gazeteleri", İsrail'i kurban, Arapları saldırgan göstermek için Chomsky'nin ayrıntılarıyla gözler önüne serdiği "beyin yıkama" yöntemleri kullanmışlardır yıllarca.

Katliamı gerçekleştiren birliği yöneten Menahem Begin La Révolte (İsyan) adını taşıyan kitabında "eğer Deir Yassin zaferi olmasaydı, İsrail devleti de olmazdı" demişti. Deir Yassin katliamının stratejik önemi yıllar boyunca Siyonist liderler tarafından anlatıldı. Bu liderlerden biri, Yitzhak Şamir ve Nathan Yalin Mor ile birlikte Lehi'nin komutasını üstlenen Eldad'dı. Eldad, 1967 Temmuz'unda bir toplantıda yaptığı konuşmada katliamı çekinmeden savunmuştu. İlginç olan, Mesih'in gelişi için gerekli son kehanet olan Süleyman Tapınağı'nın inşası ile Deir Yassin arasında paralellik kurmasıydı:
Bunlara rağmen, İsrail'in büyük terörünün örnekleri ortaya çıkmıştır. Bunlar, dediğimiz gibi, birer örnektir ve gizli kalmış daha yüzlerce benzeri olay hakkında bize fikir vermektedir. Örneğin İsraillilerin devlet kurdukları yılda, 1948'de Deir Yassin köyündeki Arap halka giriştikleri katliam detaylarıyla belgelenmiş durumdadır. Menahem Begin'in yönettiği Irgun ve Stern teröristleri, Kudüs yakınlarındaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü önce sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdir. Ancak bir de önemli "detaylar" vardır: Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştır. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardır. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kız çocuğundan da söz edilmektedir.62
Şunu hep söylemişimdir: Eğer kurtuluşun simgesi sayılabilecek en derin, en yüce umut Yahudi Tapınağı'nın yeniden inşası ise, o zaman açıktır ki, camilerin (El Haram, el Şerif, el Aksa) günün birinde şu veya bu şekilde ortadan kalkması gerekecektir. Deir Yassin olmasaydı bugün (1948) İsrail toprakları üzerinde hala yarım milyon Arap yaşıyor olacaktı. Ve tabi İsrail Devleti de olmayacaktı.63
Yani Deir Yassin, Tapınak'ın inşasına giden yolda bir adımdı. Bu, Deir Yassin vahşetinin, İsrailliler tarafından Mesih Planı'nın bir aşaması olarak görüldüğünü gösteriyordu. Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terketmek zorunda kaldı. Deir Yassin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsrailliler'in yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, İsrail'in az sayıdaki "muhalif" seslerinden biri olan Israel Shahak'ın tespit ettiği rakama göre, 385'tir.64 Bu köylerde yaşayanların içinde korku yöntemiyle kaçırılanların yanında, Deir Yassin'le aynı akıbete uğrayanlar da vardır.
İsrail'in kutsal terörü, ilerleyen yıllarda da kan dökmeye devam etmiştir. Kibya ya da Sabra Şatilla katliamları, yine buzdağının görünen kısımlarıdır. İsrailliler çoğu kez bu açık eylemleri bile üstlenmemeye çalışmışlardır. Örneğin İsrail'in 1982 yazındaki Lübnan'ı işgali sırasında Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında öldürülen 1.500'ün üstündeki Filistinli'ler hakkında Begin "Yahudi olmayanlar, Yahudi olmayanları öldürdü, bize ne!" demişti. Oysa kısa süre sonra katliamı gerçekleştiren Falanjistlerin İsrail subaylarının komutasında olduğu ve İsrail ordusunca silahlandırıldıkları ortaya çıktı.

Buna göre, İsrail'in; Nablus, Ramalla, Hebron ve Gazze'deki hapishanelerinde, Kudüs'teki Rus sitesi ya da Moskoviya olarak bilinen sorgu ve gözaltı merkezinde ve Yona, Ramle, Sarafand, Nafha gibi özel askeri hapishanelerde inanılmaz işkenceler uygulanıyordu. Sistemli dayak dışında, İsraillilerin kullandığı işkence türleri arasında; cinsel organlara elektrik verme, tutukluyu çırılçıplak buzlu suya sokma, gözleri bağlanmış olan tutuklunun üzerine özel eğitilmiş köpekleri saldırtma, vücudun değişik yerlerinde sigara söndürme, arkadan tecavüz, tırnakların ve sağlam dişlerin sökülmesi gibi yöntemler vardı. Bazı tutukluların kızları da tutuklanmış ve bunlara babalarının gözü önünde tecavüz edilmiş, sonra da tutuklu kendi kızıyla cinsel ilişkiye girmesi için zorlanmıştı. Bazı erkek tutukluların cinsel organlarına ince cam çubuklar sokulmuş ve sonra da bu çubuklar organın içindeyken işkenceciler tarafından kırılmıştı. Erkek tutukluların hayalarının sıkıştırılması da çok kullanılan yöntemlerin biriydi. Bu işkenceler sonucunda çok sayıda Filistinli tutukluda kalıcı sakatlıklar meydana geldi. Çoğunun cinsel fonksiyonları sona erdi, görme ve işitme duyularını ve akli dengelerini yitirenler oldu. Bu fiziki işkencelerin yanında psikolojik yöntemler de vardı. Siyasi tutuklular, kasten, İsrail ordusuna çizme, kamuflaj ağı, vb. malzeme imal etme işlerine koşuluyorlar, reddettiklerinde fiziki yöntemlere başvuruluyordu.65
İsrail'in kutsal terörünün önemli bir parçasını ise işkence oluşturmaktadır. 1967'den bu yana iki milyondan fazla Filistinli'yi işgal altında yaşamaya zorlayan Yahudi Devleti, bu Filistinlilerin muhalefetini kırmak ve onları göçe ikna etmek için sistemli bir işkence politikası uygulamıştır. Yahudi Devleti'nin korkunç işkence yöntemleri, ilk kez Londra'da yayımlanan Sunday Times'ın 1977 yılında yayınladığı uzun bir araştırmada ortaya çıktı. Belgelenen vakalar, 1967'den itibaren on yıllık İsrail işgali sırasında işkence gören kırkdört Filistinlinin durumlarını ortaya koyuyordu.
Sunday Times'ın ortaya çıkardığı bu vakalar, 1967-1977 yılları arasındaki işkence vakalarıydı. İlerleyen yıllarda da İsrail'in kutsal terörü ve kutsal işkencesi sürdü. Yalnızca 1987-1993 döneminde; İsrail birlikleri tarafından 1.283 Filistinli öldürülmüş, 130.472 tanesi hastaneye kaldırılacak derecede yaralanmış, 481 tanesi sürülmüş, 22.088 tanesi gözaltına alınmış, 2.533 ev mühürlenmiştir. Gözaltı ve tutukluluk sırasında kullanılan işkence yöntemlerinin hangi boyutlara vardığını bilmek de mümkün değildir.66
İsrail işkence geleneği ile ilgili olarak en son 1995 Ağustosunda ortaya bazı yeni bilgiler çıktı. Emekli Albay ve tarihçi Moşe Givati, "Çöl ve Alevlerin İçinde" adlı kitabında, 1948, 1956 ve 1967'deki Arap-İsrail savaşlarında İsrail ordusunun savaş esirlerine inanılmaz işkenceler yaptığını yazdı. Buna göre, esir alınan Mısırlı askerlerin gözleri sigara ile oyulmuş, cinsel organları kesilerek ağızlarına tıkanmıştı...
Burada önemli olan bir nokta var. İsrail devlet aygıtı, terör ve işkenceyi yalnızca pragmatik bir uygulama olarak değil, bunun da ötesinde kutsal bir misyon olarak görmektedir. İsrail'in terörü, Livia Rokach'ın ifadesiyle, "kutsal" bir terördür. Çünkü bu terör, Yahudi dini kaynakları tarafından emredilir ve Mesih Planı'nın da bir parçasıdır. Bu nedenle İsrail'in terörden vazgeçmesi mümkün değildir. Yahudi Devleti, "barış süreci" oyunları oynadığı dönemde bile kutsal terörünü sürdürmek misyonuyla yüklüdür. Nitekim bu misyonu ihmal etmemektedir de. FKÖ ile sözde barış süreci içinde olduğu son dönemlerde bu "barış süreci"nin gerçek öyküsünü az sonra inceleyeceğiz Müslümanlara karşı birbiri ardına gerçekleştirdiği saldırı ve katliamlar bunun göstergesidir.
Bu katliamların en önemlisi ise, kuşkusuz El-Halil'deki Hz, İbrahim Camii'nde yaşanmış olanıdır. Bu katliam, dünya kamuoyuna İsrail devlet aygıtının rızası dışında gerçekleşen bireysel bir çılgınlık olarak gösterilmişti. Oysa gerçekler daha farklıdır.
El-Halil katliamının Görünmeyen Yüzü
25 Şubat 1994 günü, Batı Şeria'daki El-Halil (Hebron) kentinde bulunan Hz. İbrahim Camii'nde ibadet eden Müslümanlara yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirildi. Meir Kahane'nin izinden gittiğini söyleyen "İsrail Tanrısı'nın Partizanları" adlı radikal bir Yahudi örgütüne üye olan Yahudi yerleşimci Baruch Goldstein, İsrail askerlerinin koruması altındaki camiye elindeki M-16 ile birlikte sabah namazı sırasında girdi. Caminin orta yerine kadar yürüdü ve defalarca şarjör değiştirerek namaz kılan 500'e yakın Müslümanı taradı. 67 Müslüman olay yerinde şehit oldu, 300'ü yaralandı. İsrail yönetimi, eylemin bireysel bir çılgınlık olduğunu ilan etti. Ancak Goldstein'in, elindeki M-16'yla, camiyi koruyan İsrailli askerlerin arasından geçerek içeri girmesinin ve defalarca şarjör değiştirecek kadar uzun bir süre kalabalığı taramasına rağmen bu askerlerin hiçbir müdahalede bulunmamasının tek bir açıklaması vardı: Goldstein, camiyi sözde koruyan İsrail birliği ile işbirliği içinde katliamı gerçekleştirmişi. İsrail askerleri, en azından pasif destek vermişlerdi.
Aslında bu olay, İsrailli radikal dinci grupların gerçekleştirdiği pek çok eylemden biriydi. Aynı gruplar, Süleyman Tapınağı'nı yeniden inşa edebilmek için, 1980'li yıllarda Kudüs'teki Müslüman mabedlerini (Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra) de havaya uçurmayı denemişlerdi. Ellerinde sürekli taşıdıkları Uzi'lerle Filistinlilere kanlı saldırılar düzenleyen, işgal altındaki toprakları, İsrail ordusu ile elele vererek, "açık hava işkence merkezi"ne dönüştüren Yahudi yerleşimciler de bu grupların üyeleriydiler.

Bu noktada önemli olan, İsrail devlet aygıtının ve Amerika'daki İsrail lobisinin Kahane ve yandaşlarına nasıl baktığıdır. Onyıllardır, İsrail liderleri ve Amerikan Yahudi toplumunun önde gelen isimleri, Kahane'nin görüşlerini paylaşmadıklarını, Brooklyn doğumlu hahamı "aşırı fanatik" bulduklarını, kendilerinin daha barışçıl çözümlerden yana olduklarını söyler dururlar. Buna göre, Kahane ve yandaşları, İsrail hükümetine ve Amerika'daki İsrail lobisine rağmen faaliyet gösteren, bağımsız, fanatik bir gruptur.
Bu grupların en radikal ve en ünlü olanı ise, El-Halil katliamını gerçekleştiren Goldstein'in de bağlı olduğu Kahane fraksiyonuydu. Haham Meir Kahane'nin kurduğu bu hareket, hem İsrail hem de Amerika'da örgütlendi. İsrail'de "Kach", Amerika'da ise "Jewish Defence League" adı altında faaliyet gösteren örgüt, Meir Kahane'nin fanatik doktrinlerine tamamen bağlıydı. Kahane'nin düşünceleri arasında; Yahudilerin tüm ırklardan üstün olduğu ve diğer ırkların ("goyim") bir tür hayvan statüsü taşıdığı; işgal altındaki topraklardaki tüm Arapların "etnik temizliğe" tabi tutulması gerektiği gibi "inci"ler vardı. Örgütün mantığı, "en iyi Arap, ölü Arap'tır" şeklinde ifade ediliyordu. Kahane'nin 1990'da New York'ta bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından örgüt dağılmadı ve "Kahane Chai" (Kahane Yaşıyor) gibi isimlerle özellikle İsrail'de yeniden örgütlendi. El-Halil'in ve daha pek çok katliamın sorumluları, sözkonusu Kahane takipçileriydi.
Oysa Yahudi liderlerin çizdikleri bu tablo, 7. bölümde de değindiğimiz gibi, gerçeğin ustaca bir çarpıtmasından başka bir şey değildir: Kahane ve yandaşları, İsrail devlet aygıtı ve Amerika'daki İsrail lobisi ile perde arkasında yakın ilişkiler kurmuş ve daha da önemlisi, bu kanallardan aldıkları direktiflere göre eylem yapmışlardır.
Amerikalı Yahudi yazar Robert I. Friedman, Jewish Defence League'in (JDL) ilk kurulduğu günden bu yana üçlü bir komite tarafından yönetildiğini açıklar. Bu üçlü komite, örgütün görünüşteki lideri olan Kahane'ye direktif vermektedirler. Komitedeki isimler ise oldukça ilginçtir: Örgüt kurulduğunda Mossad operasyon şefi olan ve sonradan Başbakanlığa kadar yükselen Yitzhak Şamir, sağ kanat İsrail politikacısı ve Gush Emunim'in önemli ismi Geula Cohen ve Amerika'daki Yahudi lobisinin etkili örgütü ADL'nin üst düzey yöneticilerinden Bernard Deutch...
Bu üçlü komitenin JDL'yi yönlendirmelerinin bir örneği, 1969 yılında İsrail'den örgüte yollanan hedef değişikliği emridir. O tarihe kadar Amerika'daki zenci örgütlerine karşı eylem düzenleyen Kahane, Ocak ayında Tel-Aviv'den gizlice gelen bir kurye ile görüşmüştü. Kurye, Kahane'ye artık bir numaralı hedef olarak Sovyetler Birliği temsilciliklerini belirlemeleri gerektiğini söylemişti. Sebep, Sovyet yönetiminin ülkedeki Yahudilerin İsrail'e göç etmesine bu göçün Yeremya tarafından yapılan bir kehanetin yerine getirilişi olduğunu ve dolayısıyla Mesih Planı açısından büyük önem taşıdığına daha önce değindik izin vermemesiydi. Kahane'ye bu mesajı gönderenler, Friedman'ın deyimiyle "İsrailli ve Amerikalı Yahudi iş adamları, emekli İsrail subayları ve üst düzey Mossad görevlilerinden oluşan bir grup"tu. Kurye, JDL militanlarına Mossad tarafından İsrail'de askeri eğitim verileceğini de haber vermişti. Sözkonusu eğitimin idaresini üstlenen kişi ise o zaman Mossad subayı olan Yitzhak Şamir'di.67

Kahane fraksiyonu ile tüm bu bilgiler, El-Halil katliamının içyüzü konusunda da bizleri aydınlatıyor. El-Halil'in faili olan Goldstein, Kahane'nin takipçilerinden biriydi. Goldstein'in elindeki M-16 ile İsrail askerlerinin arasından geçerek camiye nasıl girdiği, askerlerin neden hiçbir müdahalede bulunmadığı gibi sorular, Kahane fraksiyonunun eskiden beri İsrail devlet aygıtı ile gizli bir biçimde yürüttüğü işbirliğini göz önünde bulundurunca aydınlanıyor.
Bu kuşkusuz son derece ilginç bir bilgidir ve görünüşte İsrail'e rağmen faaliyet gösteren Kahane fraksiyonunun gerçekte İsrail devlet aygıtı (Mossad) ve Amerika'daki Yahudi lobisinin önde gelen beyinleri tarafından yönetildiğini gösterir. Amerikalı yazarlar Andrew ve Leslie Cockburn, Kahane'nin İsrail devlet aygıtı ile olan gizli ilişkisinin daha sonraki yıllarda da sürdüğünü bildirirler.68 Kısacası, İsrail devlet aygıtı, Kahane grubunu, daha önce değindiğimiz geleneksel iyi polis-kötü polis oyununa uygun olarak gizlice kurmuş ve gizlice yönlendirmiştir.
Olayın arkasında İsrail devlet aygıtının olduğunun bir başka göstergesi de, katliamdan kısa bir süre sonra ortaya çıktı. El-Halil'den bir süre sonra Lübnan'da bir Maruni kilisesine bomba atılmış ve bir düzineye yakın insan hayatını kaybetmişti. Olay tüm dünya basınında çarpıtıldı ve "İslamcılardan El-Halil katliamına misilleme" şeklinde başlıklarla verildi. Oysa Lübnan Başbakanı Refik Hariri, olayın sorumlusunun İsrail olduğunu söylemişti. Ardından Semir Caca adlı bir hıristiyan falanjist kiliseye sabotaj düzenlemek suçundan yakalandı. Haftalarca yargılandı. Sonuçta İsrail'le yakın bağlantısı olduğu ortaya çıktı. İngiliz The Independent gazetesinden Robert Fisk, kiliseyi bombalamaktan sanık Semir Caca'ya bağlı olan Rüşdi Raad, Jean Chahina ve Gergess el-Huri adlı falanjistlerin, kod adları Arian ve Moşe olan İsrailli istihbarat görevlileri tarafından eğitildiğini yazmıştı. Fisk, Semi Caca'ya bağlı militanlar ile İsrailli istihbaratçıların Nasıra ve başka uygun yerlerde sık sık biraraya geldiklerini de bildirmişti. Bu, sözkonusu bombalama olayının arkasında İsrail'in olduğunu gösteriyordu. Anlaşılan İsrail devlet aygıtı, kamuoyu dikkatini El-Halil katliamından uzaklaştırmak için Zouk'taki kiliseyi hıristiyan militanlara bombalatmıştı.
El-Halil katliamının bir başka ilginç yönü, İsrail toplumundan büyük bir onay görmesiydi. İsrail'in muhalif beyinlerinden Israel Shahak, bir makalesinde Goldstein'in eyleminin "rahatsız edici" oranda İsrailli tarafından desteklendiğine dikkat çekmişti. Olaydan sonra yapılan bir kamuoyu yoklaması, İsraillilerin % 40'ının katliamı desteklediğini ya da en azından "anladığını" gösteriyordu. Gençlerde ise bu oran daha yüksekti; genç Yahudilerin % 30'u Goldstein'i desteklediklerini, % 35'i ise "anladıklarını" belirtmişlerdi. Shahak, bu desteğin yalnızca El-Halil katliamı ile sınırlı olmadığını, genel olarak Kahane takipçileri tarafından savunulan doktrinlerin ürkütücü bir toplumsal desteğe sahip olduğunu yazıyordu. Araştırmalar, gençlerin % 39'unun Kahane'nin düşüncelerini tamamen paylaştığını gösteriyordu. Kahane'nin ismi söylenmeyip yalnızca görüşleri özetlendiğinde ise, bu destek daha da artarak % 66'ya çıkıyordu. Bu çoğunluk, Araplar'ın işgal altındaki topraklardan göçe zorlanmaları gerektiğine inanıyordu. Shahak'ın söylediği gibi, aralarından Araplar'ı Amalek olarak algılayanların sayısı da hayli kabarıktı. Amalek, M. Tevrat'ın haklarında kadın-çocuk ayrımı yapmadan katliam emri verdiği Arap kabilesiydi.69
"Barış Süreci"ne Giriş;
İsrail FKÖ'ye Neden Yaklaştı?
Bu bölümün başından bu yana İsrail Devleti'nin genellikle bilinmeyen, gizli tutulan yüzünü inceledik. Ortaya çıkan bilgiler; Ortadoğu'nun en istikrarlı demokrasisi olarak tanıtılan İsrail'in gerçekte son derece farklı bir kimliğe sahip olduğunu, ırkçı, saldırgan, yayılmacı bir temel üzerine kurulduğunu ve tüm yaşamını da bu temele uygun olarak sürdürdüğünü gösteriyor. Bu, bizi ikinci bir sonuca daha ulaştırır: Demek ki, İsrail, herhangi bir "normal" ülkeden farklı olarak, aynı anda iki ayrı görüntüye sahip olabilmektedir. Bunun başka örneklerini 11. bölümde daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Bu durumda İsrail'in Soğuk Savaş döneminin bitiminden sonra, özellikle de Körfez Savaşı'nın ardından ABD desteği ile geliştirdiği "barış süreci"ni de ihtiyatlı bir biçimde değerlendirmek gerekiyor. İlerleyen sayfalarda bu değerlendirmeyi yapacak, İsrail-FKÖ barışından Yitzhak Rabin suikastına uzanan bir canlı tarihin perde arkasını inceleyeceğiz.
İsrail ile Filistinliler arasındaki kavganın uzun bir öyküsü vardır. Ortadoğu, yüzyılın başından bu yana Yahudiler ve Arapların çatışmalarına sahne oldu. İsrail kurulduktan sonra ise bu çatışma büyük bir savaşa dönüştü. Yahudi Devleti ile Arap komşuları arasında 4 büyük savaş ve daimi bir savaş hali yaşandı. 1967'den sonraki dönemde ise, Filistin'in kurtuluşu için savaşan örgütler de Yahudi Devleti'ne karşı girişilen savaşta ağırlıklarını hissettirmeye başladılar. Filistin direnişi, 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda İsrail'in tüm Filistin topraklarını işgal etmesi üzerine güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Farklı grupları bünyesinde birleştiren Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1970'li yıllarda dünyanın dört bir yanındaki Yahudi hedeflerine yaptığı saldırılarla adını duyurdu. 1980'li yıllara kadar da, Filistin halkının tek temsilcisi olarak kendini kabul ettirdi. Bu dönemde FKÖ, İsrail'in baş düşmanıydı. Sovyetler Birliği'nden ve sosyalist Arap devletlerinden destek alan örgütün ideolojisi ise klasik anti-emperyalist solcu ideolojiydi.
Ancak 1980'li yıllarda durum değişmeye başladı. Tüm İslam coğrafyasında yükselen İslami hareket, doğal olarak en hassas bölge olan Ortadoğu'yu derinden etkiledi. Siyasal İslam'ın yükselişi ile birlikte, İsrail'e karşı yeni bir hareket başladı; "İslami Direniş". Müslüman kimliğine geri dönen kimi Filistinliler, artık FKÖ'nün sosyalist çatısı altında barınmaktansa, yeni örgütler kurma yoluna gittiler. Böylece bölgede "İslami direniş örgütleri" doğdu. Güney Lübnan'da kurulan Hizbullah'ı, işgal altındaki Filistin topraklarında oluşan Hamas (İslami Direniş Hareketi) ve İslami Cihad izledi. Hamas, yalnızca silahlı eyleme ağırlık veren İslami Cihad'a karşın asıl olarak sosyal bir organizasyon olarak gelişti. 85'ten sonra da Batı Şeria ve özellikle Gazze Şeridi'nde, popülarite yönünden giderek FKÖ ile boy ölçüşür hale geldi. 87'de işgal altındaki topraklarda başlayan İntifada (ayaklanma) hareketi, Hamas'ın büyük etkisi altında yürütüldü.
İsrailliler, ilk başta Filistin direnişi içinde bu tür bir ayrım oluşmasından hoşlanmışlar ve bazı yorumlara göre de bu nedenle Hamas'ın işgal altındaki topraklarda ve özellikle de Gazze'deki örgütlenmesine fazla müdahalede bulunmamıştı. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky de The Other Side of Deception'da İsrail devlet aygıtının bu yöndeki bakış açısını doğrular. Ancak İsrailliler bir süre sonra yaptıkları hesabın yanlış olduğunu farkettiler. Çünkü İslami direniş, Filistin direnişini bölen bir küçük fraksiyon olarak kalmamış, aksine gittikçe güçlenerek arkasındaki halk desteği açısından FKÖ'yle boy ölçüşür haline gelmişti. 1990'lı yıllara gelindiğinde, İsrail'in karşısında iki ayrı direniş hareketi vardı; FKÖ'nün temsil ettiği seküler sol direniş ve en başta Hamas'ın temsil ettiği İslami direniş. Ve İsrail farketti ki, İslami direniş, kendisi açısından sol direnişe göre çok daha tehlikeli, çok daha zararlıydı. FKÖ'nün temsil ettiği sol ideoloji tüm dünyada inişe geçmişken, İslami hareket tüm dünyada yükseliş halindeydi. Ayrıca İslami direniş, çok daha radikaldi, kitleleri daha kolay harekete geçirebiliyordu.
Bu arada 1990'lı yılların başı, FKÖ için zor şartlar doğurmuştu. Yaser Arafat'ın örgütü, Sovyet blokunun yıkılması ile en büyük desteklerinden birini yitirmişti. Körfez Savaşı'nda Saddam'ı desteklemesi de FKÖ'ye büyük zarar getirdi. Çünkü Saddam düşmanı tüm petrol zengini Arap ülkeleri, en başta Kuveyt ve Suudi Arabistan olmak üzere, FKÖ'ye küstüler ve desteklerini çektiler. FKÖ, böylece önemli dış desteklerinin tümünü kaybetti. İç desteği de zaten çoktan erimeye başlamıştı; İşgal altındaki topraklarda, özellikle de Gazze şeridinde, Hamas'ın popülaritesi FKÖ'ye göre gittikçe yükseliyordu. Kısacası, Arafat'ın örgütü oldukça zor bir durumdaydı. Parası bitmiş, arkasındaki halk desteği zayıflamıştı ve Filistin davasının fiili liderliğini Hamas'a kaptırmak üzereydi.

Ancak bu işin gerçekleşmesi için, İsrail'in kendi dengelerinin de değişmesi gerekiyordu. Çünkü İsrail devlet aygıtı, onyıllardır, ulusun yaşamını sürdürmesi için tek yolun savaşmak olduğunu savunuyordu ve toplum da buna büyük ölçüde inanmıştı. Arafat ise onyıllardır Yahudi Devleti'nin en büyük düşmanı olarak algılanıyordu. İsrail'in Arafat'la masaya oturması, daha ciddi bir düşman olan "yeşil tehlike"ye karşı da olsa, İsrail toplumunun büyük bölümü tarafından kolay kolay kabul edilemezdi.
İşte bu noktada İsrail devlet aygıtı, onyıllardır sürdürdüğü Filistin direnişine karşı tavizsiz mücadele prensibi üzerinde tekrar düşünme ihtiyacı hissetti. Karşısında giderek zayıflayan bir sol direniş ve giderek güçlenen bir İslami direniş vardı. İkisiyle birlikte savaşmayı sürdürmenin pek bir anlamı yoktu. Ama belki önemli bir stratejik değişiklik yapılabilir, Filistin direnişi içindeki bu ayrım İsrail çıkarlarına uygun olarak kullanılabilirdi. Yapılacak en akılcı iş, FKÖ'yü Filistin davasının temsilcisi olarak tutmak ve FKÖ kozunu Hamas'a karşı kullanmaktı. FKÖ için de bu oldukça karlı bir alış-veriş olurdu. Hamas gibi güçlü bir rakibe karşı, İsrail gibi güçlü bir eski düşmanla pekala işbirliği yapabilirdi.
İşte bu aşamada, İsrail'in bilinen yöntemi bir kez daha gündeme geldi; iyi polis-kötü polis numarası. İncelediğimiz gibi, Yahudi Devleti'nin iyi polis numarasını onyıllardır solcu İşçi Partisi oynuyor, buna karşı sağcı Likud ise kötü polislik yapıyordu. Şimdi, İşçi Partisi bu iyi polis numarasını biraz daha ilerletebilir ve barış havarisi olabilirdi.
39 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception: A Rogue Agent Exposes the Mossad's Secret Agenda, New York: Harper Collins Publishers, 1994, s. 272.
40 Ehud Sprinzak, The Ascendance of Israel's Radical Right, s. 116.
41 Ibid., s. 113.
42 Muharref Tevrat, Tesniye, Bab 12/25.
43 Yehoshafat Harkabi, Israel's Fateful Hour, New York: Harper & Row Publishers, 1988, s. 183.
44 Ibid., s. 143.
45 Ralph Schoenmann, Siyonizmin Gizli Tarihi, s. 103.
46 Noam Chomsky, The Guardian, 7 Temmuz 1982.
47 Israel Shahak, The Zionist Plan for the Middle East, Massachusetts: Belmont AAUG, , s. 5.
48 Ibid., ss. 4, 5, 9.
49 Sedat Sertoğlu, Sabah, 20 Temmuz 1994.
50 Israel Shahak, The Zionist Plan for the Middle East, s. 8.
51 Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz 1992.
52 Israel Shahak, The Zionist Plan for the Middle East, s. 8.
53 Ibid., ss. 9-10.
54 Noam Chomsky, Kader Üçgeni: ABD, İsrail ve Filistinliler, İstanbul: İletişim Yayıncılık, 1993, s. 536.
55 Ibid., ss. 535-536, 539.
56 Ralph Schoenmann, Siyonizm'in Gizli Tarihi, s. 109.
57 Yinon'un planında sözü edilmeyen, ancak bir bölümü Vaadedilmiş Topraklar'a dahil olan bir ülke daha var. Bu ülke, Türkiye'dir ve "Fırat'ın doğusu" denen kesim bu topraklara dahildir. Yinon sözünü etmemiş de olsa, Ariel Şaron, bir zamanlar çok gürültü koparan "Türkiye ilgi alanımız içindedir" şeklindeki açıklamasıyla bu konuya dikkat çekmişti. Ve ne ilginçtir, bugün "birileri", "Fırat'ın doğusu"nu Türkiye'den ayırma çabası içindedir! Bu konu Türkiye'yi konu edinen 9. bölümde daha ayrıntılı olarak incelenmektedir.
58 Amnon Rubinstein, The Zionist Dream Revisited, s. 116.
59 Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 99.
60 Ibid., s. 101.
61 Ibid., s. 93.
62 Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism from Jabotinsky to Shamir, London: Zed Books, 1984, ss. 141-143.
63 De'ot, 23 Şubat 1968.
64 İlk yıllarda İsrail birlikleri tarafından; Kudüs'te 30, Betlehem'de 7, Hebron'da 16, Yafa'da 23, Ramle'de 31, Lidda'da 28, Jenin'de 4, Tulkarm'da 21, Hayfa'da 35, Akre'de 20, Nasıra'da 6, Safed'de 68, Taberiye'de 23, Bisan'da 28, Gazze'de 46 Arap köyü yok edilmiştir.
65 Ralph Schoenmann, Siyonizm'in Gizli Tarihi, ss. 79-95.
66 Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994.
67 Andrew & Leslie Cockburn Dangerous Liaison: The Inside Story of the US-Israeli Covert Relationship, s. 184-185.
68 Ibid., s. 186.
69 Israel Shahak'ın "Poverty, Religious Instruction Breed Xenophobia in Israel" başlıklı sözkonusu makalesi, Washinton Report on Middle East Affairs dergisinin Temmuz/Ağustos 1994 tarihli sayısında yayınlandı. M. Tevrat'ın Amalek kabilesi hakkında verdiği katliam emri ise I. Samuel, Bab 15/3'de şöyle geçiyordu:
"Orduların Rabbi şöyle diyor: Amalek'in İsrail'e yaptığını, Mısır'dan çıktığı zaman yolda ona karşı nasıl durduğunu arayaca ğım. Şimdi git, Amaleki vur ve onların herşeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...