24 Şubat 2015

1992 SEÇİMLERİ VE İŞÇİ PARTİSİ'NİN İYİ POLİS DÖNEMİ



1992 SEÇİMLERİ VE İŞÇİ PARTİSİ'NİN İYİ POLİS DÖNEMİ
İsrail devlet aygıtının geliştirdiği iyi polis-kötü polis numarası İşçi Partisi tarafından benimsendi. Parti 1992 yılındaki kritik seçimlerden önce yoğun bir barış propagandası yaptı, iktidara geldiğinde Arap komşularıyla barış yapacağını taahhüd etti. Onyıllardır şahinliğiyle tanınan genel başkan Yitzhak Rabin, hızlı bir değişim geçirerek barış sözleri etmeye başladı.
Rabin'in yaşadığı değişim gerçekten de etkileyiciydi. İşçi Partisi'nin ağır topu, iktidara oturup barış sürecini başlattığı 1992 yılından iki yıl öncesine dek yine İsrail hükümetindeydi; Likud-İşçi Partisi ortak hükümetinin Savunma Bakanıydı. Ve o dönemlerde hiç de "güvercin" politikalar izlemiyordu. İntifada'nın bastırılması için en sert yöntemleri kullanmaları için İsrail ordusuna emir veren kişi Rabin'di. Hatta televizyonlarda yayınlandığında tüm dünyayı ayağa kaldıran ünlü "kol kırma" sahneleri de Rabin'in eseriydi: Savunma Bakanı, orduya "Filistinlilerin kemiklerini kırın" emri vermişti.
Rabin'in daha önceki kariyeri de son derece şahindi: 1967de Genelkurmay Başkanı iken, kendisi için "Demir İrade" terimi kullanılmıştı. Daha sonra, 1975 ve 1976'daki başbakanlığı sırasında Batı Şeria'da Hayad Barzel, yani "Demir Pençe" politikasını ilan etti. Bu politikasının sonucu, 300 bini aşkın Filistinli İsrail hapishanelerinde önceki sayfalarda değindiğimiz türden sistemli ve sürekli işkencelere tabi tutuldu. Yitzhak Rabin, Shimon Peres'in "Ulusal Birlik" hükümetinde Savunma Bakanı olduğunda ise, Lübnan ve Batı Şeria'da Egrouf Barzel, yani "Demir Yumruk" politikasını uygulamaya koydu. Bu politika Rabin'in 1987-1988'de Gazze ve Batı Şeria'daki Filistinlilere karşı uyguladığı yoğun baskı ve toplu cezalandırma politikasıydı. Bu nedenle Rabin'e "Demir Yumruklu Lider" adı takıldı. İktidara geldiğinde Türkiye'deki Şalom gazetesi onu böyle tanıtmıştı. Rabin'in vahşet politikası öylesine ünlüydü ki, Savunma Bakanı olduğu dönemde Filistinliler, "Rabin, bu ay kaç Filistinli öldürdün?" yazılı pankartlarla gösteriler yapmışlardı.
İşte bu Rabin, kendisine göre daha güvercin olan Şimon Peres'le birlikte 1992 seçimleri öncesinde İsrail toplumuna barış vaad etti. Ancak seçimler öncesinde söylediği bazı sözler, İşçi Partisi'nin savunduğu "barış"ın gerçekte bir ilüzyon, yalnızca İsrail devlet aygıtı tarafından planlanan bir "iyi polis" numarası olduğunu gösteriyordu.
Bu sözlerden biri, işgal altındaki Batı Şeria'da kurulan Yahudi yerleşim birimleri ile ilgiliydi. Batı kamuoyu, yıllarca yerleşim birimlerini sağcı Likud'un bir ürünü olarak görmüş, İşçi Partisi'nin ise bu yayılmacı politikayı benimsemediğini düşünmüştü. Oysa bu izlenim, yalnızca İsrail'in iyi polis-kötü polis politikasının bir sonucuydu. Rabin'in sözleri işte bu ilüzyonun iç yüzünü ortaya sürüyordu. İşçi Partisi lideri, 1990'da İsrail seçmenine yaptığı açıklamada, Likud'un yerleşim birimlerini "göstere göstere" yaparak bu konu nedeniyle ABD'yle bile sürtüşmeye girmesini eleştirmiş ve İşçi Partisi'nin yerleşim birimleri inşa etmeye Likud'dan daha önce başladığını, ancak inşa işini son derece "zekice" yürüttüğünü ve bu sayede de Amerika ile hiç bir sorun yaşamadığını hatırlatmıştı. İşçi Partisi'nin yarı-resmi yayın organı olan Davar gazetesi, 18 Ekim 1990 sayısında, Rabin'den şu alıntıyı yapıyordu:
İşçi Partisi, yerleşim birimlerinin büyütülmesi konusunda geçmişte Likud'a göre çok daha fazla iş yapmıştır ve gelecekte de bu konuda daha fazla iş yapabilecek kapasiteye sahiptir. Biz hiçbir zaman Kudüs hakkında konuşmadık. Yalnızca bir fait accompli yaptık, olayı fiili biçimde hallettik. Doğu Kudüs banliyölerindeki yerleşim birimlerini de biz inşa ettik. Amerikalılar tek kelime söylemediler, çünkü bunları son derece zekice inşa ettik.
Rabin'in söylemek istediği şey açıktı; İşçi Partisi, İsrail'in yayılmacı politikalarını Likud'a göre daha örtülü yürütebiliyor, kısacası "iyi polis" rolünü iyi oynayabiliyordu. Ve 1992'de İsrail'in iyi polislere ihtiyacı vardı. Çünkü, az önce değindiğimiz gibi gittikçe yükselen ve radikalleşen İslami direnişe karşı, eski düşman FKÖ ile barış yapılması gerekiyordu. Bu barış, kuşkusuz Likud'un sert, saldırgan ve ölçüsüz üslubu ile gerçekleşemezdi.
Seçimleri de az farkla da olsa İşçi Partisi kazandı. Yahudi Devleti, önemli bir dönüm noktasına gelmişti. Orta ve uzun vadede büyük bir tehdit olarak görülen İslami düşmana karşı, Filistin direnişinin eski sahibi olan FKÖ'yle ittifak kurulacaktı. Yeni hükümet, en büyük hedefinin barış olduğunu açıkça ifade etti.
İşçi Partisi'nin bu pozisyonu, Gush Emunim'in "Mesihçi" ideolojisine bağlı olan İsrail devlet aygıtını rahatsız etmemişti doğal olarak. Biliyorlardı ki, İslami direnişi tasviye etmek için barış gerekmektedir ve İşçi Partisi iktidarı da bunun için en ideal çözümdür. Onların gözünde bu barış, "savaş için barış"tı, bir başka deyişle uzun bir savaşın içindeki geçici bir ateşkesti.
"Savaş İçin Barış" Teorisi
"Savaş, barıştır" George Orwell, 1984
Daha güçlü bir hamle yapmak için geri çekilmek, siyaset sanatının ince yöntemlerinden biridir. Örneğin Lenin, Ekim Devrimi'nin ardından Rusya'da kapitalizmi yerleştirebilmek için öncelikle NEP (New Economic Policy) adlı kapitalist bir ekonomi modeli uygulamıştı. Lenin'e göre, bu, önemli bir "stratejik geri adım"dı.
İsrailliler de onyıllardır sözkonusu "stratejik geri adım" yöntemini sık sık kullandılar. Bunun bir örneği, 1979'da İsrail ile Mısır arasında hem de Likud iktidarı sırasında imzalanan Camp David barışından üç yıl sonra yaşanmıştı. Camp David'i, "Ortadoğu'da barış süreci başladı" masalına göre yorumlayanlar, İsrail birliklerinin Camp David'i imzalamış olan Menahem Begin'in emriyle 1982 yazında Lübnan'ı işgal etmesi ile şoke olmuşlardı. Sabra ve Şatilla'da gerçekleştirilen katliamlar ise, İsrail'in ne gibi bir "barış süreci" hedeflediğini gözler önüne serdi. Sonuçta şu ortaya çıktı: İsrail, Camp David'i "Ortadoğu'da barış" istediği için imzalamamıştı. Camp David'le hedeflenen tek şey, Mısır engelinin İsrail'in önünden kaldırılmasıydı. Böylece İsrail, daha önemli gördüğü hedefler üzerine konsantre olabilirdi.
Bunun yanısıra, az önce Oded Yinon'un raporundan söz ederken değindiğimiz gibi, Mısır da gerçekte İsrail'in fetih stratejisinden kurtulmuş değildi; İsrail devlet aygıtı bu ülkeyi parçalamayı ve Sina'yı geri almayı hedefliyordu. Dolayısıyla, Camp David kalıcı bir barış değil, geçici bir ateşkes, yani bir "stratejik geri adım"dır.
"Stratejik geri adım" teorisinin İsrail devlet aygıtı tarafından benimsenmesinin asıl nedeni ise, bu teorinin Gush Emunim tarafından onaylanmış oluşudur; yani Mesih Planı'na uygundur. İsrailli siyaset bilimci Ehud Sprinzak, Haham Zvi Yehuda Kook'un "bizim (Mesihi) kurtuluşumuz tarihsel bir rotadır. Buna karşı olarak oluşan her gelişme, ancak geçici bir erteleme olabilir" şeklindeki sözlerini aktarıyor ve Gush Emunim'in bu prensip doğrultusunda geçici toprak tavizlerine karşı çıkmadığını, Camp David'in de Gush tarafından bu çerçevede değerlendirildiğini bildiriyor.70

13 Eylül 1993, Washington'daki "tarihi barış"...
1992'deki İşçi Partisi iktidarından sonra başlatılan barış süreci de, ilk başta bu tür bir "stratejik geri adım" olarak tasarlanmıştı. Bu durum, bazı bilinçli Filistinlilerin de gözünden kaçmıyordu. Filistin'in ünlü aydını ve Ortadoğu uzmanı Edward Said, FKÖ yönetimini uyarmış ve onlara "Talmudist bir milletle karşı karşıya olduklarını unuttuklarını" söylemişti. (Talmudist: Yahudi kutsal kaynağı Talmud'a sıkı sıkıya bağlı) Said'in dediğine göre, İsrailliler, her satırın, her virgülün ardında bir tuzak hazırlıyor olabilirlerdi.71
Edward Said'in FKÖ'yü Yahudi dini kaynaklarına gönderme yaparak uyarması boşuna değildi. Çünkü sözkonusu dini kaynaklar, az önce sözünü ettiğimiz "stratejik geri adım" teorisini desteklerler. M. Tevrat, "savaş için barış" yöntemini şöyle açıklar:
Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman, onu barışa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer barış cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan bütün kavim angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.72
Aslında İsrailliler Filistinlilere karşı "stratejik geri adım" teorisini daha önce de denemişlerdi. 1992 seçimlerinin ardından Yitzhak Rabin'in Filistinliler'e yaptığı barış teklifi, 15 yıl önce bu kez Likud partisinin lideri Menahem Begin tarafından yapılmıştı. Begin de Filistinlilere Batı Şeria ve Gazze'nin belirli bölgelerinde özerklik teklif etmiş ve bu yolla Filistin direnişini sona erdirmeyi hesaplamıştı. Ancak bu otonomi planı, Begin'in İsrail işgalini sona erdirmek istediği anlamına gelmiyordu; plan gerçekte bir tuzaktı. Öyle ki, gerçekten "güvercin" olan bir İsrailli, Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Profesör Jacob Talmon, Begin'e yazdığı uzun mektubun başında şöyle diyordu: "Sayın Başbakan, sizin Filistinlilere önerdiğiniz otonomi planı, Yahudi-olmayanları susturmak için üretilmiş bir tuzaktan başka bir şey değildir..." 73 Begin'in hazırladığı bu tuzak, M. Tevrat'ın "savaşmadan önce barışa çağırma" yönteminin bir uygulamasıydı...
1992'de ise, İsrail devlet aygıtı, aynı tuzağın bu kez İşçi Partisi tarafından kullanılmasını uygun gördü. İşçi Partisi, iyi polis rolünün bir sonucu olarak, Begin'den daha da bonkör davranacak, FKÖ'ye oldukça tatmin edici "bahşiş"ler verecekti.
Ancak İşçi Partisi asla bu "barış"ın gerçek amacını unutmamalıydı. Barış, asıl büyük tehlike olan İslami direnişi tasviye etmek için yapılıyordu. Dolayısıyla, İsrail için kutsal toprak sayılan Batı Şeria, asla gerçekten elden çıkartılmamalıydı. Öyle bir "barış" rotası çizilmeliydi ki, İsrail FKÖ'ye doyurucu bahşişler versin, ama asla Batı Şeria'yı bir daha geri dönülemeyecek biçimde elinden çıkarmasın.
İsrail devlet aygıtı tarafından çizilen bu rota, bir süre iyi gitti. Ancak kısa bir süre içinde, daha önce de benzerleri yaşanmış bir sorun ortaya çıktı: İşçi Partisi'nin önemli bir bölümü, "barış"ın büyüsüne kapılmaya başladılar. Bunlar, İsrail devlet aygıtında ve Likud'da bulunan dini ve ırksal bilince sahip değildiler. Dolayısıyla Siyonizmin gerçek içeriği yani Mesih Planı ile de ilgili değildiler. Konuyu ilkesiz ve pragmatik bir biçimde değerlendiriyor, topyekün bir barışın İsrail'in siyasi ve ekonomik çıkarları için yararlı olduğunu düşünüyorlardı. Batı Şeria'nın tümünü vermeye de razı gibiydiler.
Bu, İsrail devlet aygıtı ve Likud için kabul edilemez bir durumdu. Rabin suikastı ise bu kabul etmeyişin bir sonucu olacaktı, bunu ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz. Ama önce İsrail devlet aygıtı tarafından çizilen barış rotasına bir göz atalım. Çünkü bu rota, FKÖ ile yapılan barışın aslında Mesih Planı'na uygun bir biçimde tasarlandığını göstermektedir.
Niçin Gazze-Eriha?
İşçi Partisi iktidarından kısa bir süre sonra İsrail ile FKÖ heyetleri arasında Norveç'in başkenti Oslo'da gizli görüşmeler başladı. Aylar süren bu görüşmelerin ardından da, Oslo'daki deklarasyon, Washington'da binbir gürültü ile imzalanan "tarihi el sıkışma" ve Gazze-Eriha anlaşması geldi. Anlaşmaya göre, İsrail, öncelikle işgal altında tuttuğu toprakların küçük bir bölümünde, Gazze Şeridi'nde ve Batı Şeria'da yer alan Eriha kentinde FKÖ'ye otonomi verecekti.
FKÖ'nün denetimine verilecek olan bu iki toprak parçası, tüm Filistin topraklarının % 2'sini bile bulmuyordu. Peki acaba neden İsrailliler özellikle bu iki bölgeyi FKÖ'nün denetimine vermeyi kararlaştırmıştı? Bu sorunun cevabıyla ilgili bazı önemli noktalar, Filistin'in ünlü isimlerinden Azzam Tamimi'nin "Niçin Eriha" başlıklı bir makalesinde vurgulanmıştı. Tamimi, şunları söylüyordu:
... Gazze, İsrail için daima bir huzursuzluk kaynağı olmuştur. İsrail işgal birliklerine ve Yahudi yerleşimcilere yönelik intifada bağlantılı hareketler İsrailli politikacıları bu son derece yoğun nüfuslu ve fakir bölgeden tek taraflı olarak çekilmekten sözeden açıklamalar yapmaya itmiştir. İsrail bir kaç kez Gazze'yi Mısır'a iade etmeyi teklif etmişse de Mısırlılar bu tekliflerle ilgilenmemiştir.
İsraillilere göre 'Önce Gazze-Eriha' planı İntifada'nın başladığı 1987 yılından beri kendilerini içine sıkışmış hissettikleri ikileme son verme konusunda mümkün olan en iyi seçeneği temsil ediyordu. Gazze'nin sebeb olduğu derin çukurdan kurtulmuş olacaklardı. Bu yeryüzünün en yoğun nüfusuna sahip daracık toprak parçası sadece pasif direnişin değil, silahlı mücadelenin de bir merkezi haline gelmişti. Hamas İslami direniş hareketi İsrail'in güvenliğine karşı büyük bir tehdit oluşturuyor; hem o bölgedeki hemde Batı Şeria'daki Yahudi yerleşimcilerin kabusu haline geliyordu. Üstelik, Gazze, İsrail için ekonomik ve stratejik değeri olmayan, yerleşim açısından da pek kıymet taşımayan bir yerdi. Gazze Şeridi'ndeki yerleşim bölgeleri 16'yı geçmiyordu ve toplam göçmen sayısı 4.000'di. Oysa Batı Şeria'da 132 tane büyük iskan bölgesi vardı ve buralara 120.000 göçmen yerleştirilmişti...
Gazze ve Eriha'yı vermek İsraillilere bir şey kaybettirmeyecekti. Aksine asayişi sağlama köktencilerle savaşma sorumluluğunu Filistinli yardımcısına veren anlaşma onların lehineydi. Bu yardımcı, bireysel menfaatler karşılığında İsrail devletine yönelen tehlikeleri bertaraf etmeye muktedir olduğunu ispatlamaya çalışacaktı...74
Evet, içinde Hamas'ın önemli bir güce sahip olduğu Gazze Şeridi'nin FKÖ'nün denetimine verilmesi kadar İsrail'in çıkarına uygun bir şey yoktu: Bundan sonra Hamas'la, İsrail ordusu değil, FKÖ'nün "polis gücü" uğraşacaktı.
Koskoca Batı Şeria'dan da bir tek Eriha kenti seçilmişti Filistin yönetimine verilmek için. Peki Eriha'nın özelliği neydi dersiniz? Azzam Tamimi, buna da değiniyor ve şöyle diyor: "Eriha öteden beri önemsiz görünüyordu. İsrail orayı Arz-ı Mev'ud'dan (Vaadedilmiş Topraklar'dan) saymıyordu. Tevrat'ta bile orası lanetlenmiş bir belde olarak anılıyor; orada oturanların da lanetlenmiş olduğu ifade ediliyordu." 75
Evet, İsrail'in koskoca Batı Şeria'da Filistinliler'e vermek için seçtiği Eriha'nın özelliği "lanetli" bir şehir olmasıydı. M. Tevrat'ın Yeşu bölümünde, 6. Bap, 26. ayette şöyle deniyordu: "Ve Yeşu o vakit and ederek dedi: Bu şehri, Eriha'yı kalkıp bina eden adam Rabbin önünde lanetli olsun. İlk oğlu pahasına onun temelini koyacak ve küçük oğlu pahasına onun kapılarını takacaktır."
Kısacası, İsrail'in "barış" anlaşması bile kutsal kaynaklara uygundu: Anlaşma gerçek bir barış için değil, İslami direnişi tasfiye etmek için FKÖ'yle işbirliği kurmak amacıyla yapılmıştı. Yani M. Tevrat'ın "savaş etmek için barışa çağırma" yöntemi uygulanmaya konmuştu. Filistinlilere ise, "Yahuda ve Samiriye" olarak anılan "Kutsal Toprak" Batı Şeria'nın yegane "lanetli" kenti verilmişti... Herşey kutsal Yahudi kaynaklarına uygundu, yani Mesih Planı'na...
Bu nedenle, İşçi Partisi'nin imzaladığı Gazze-Eiha barışı, İsrail devlet aygıtını ve Likud'u hiç bir şekilde rahatsız etmedi. Gazze ve Eriha'nın verilmesinde bir sorun yoktu.
İsrail devlet aygıtı, Batı Şeria'nın geneli için de kapsamlı bir plan hazırlamıştı. Bu plana göre, İsrail Batı Şeria'daki 120 bin Yahudi yerleşimciyi asla geri çekmeyecek, yalnızca bu bölgedeki Arap şehirlerinden geri çekilecekti. Bu geri çekilmenin amacı ise, başta da belirttiğimiz gibi, FKÖ ile İslami direniş grupları arasında bir çatışma yaratmaktı.
İşçi Partisi'nin 'Zekice İşgal' Planı
Batı Şeria'daki "stratejik geri adım" planını biraz daha yakından incelemekte yarar var.
Batı Şeria'daki sorunun temelinde şu yatıyordu: 1992'ye gelindiğinde, Filistin'in yaklaşık % 30'unu oluşturan bu bölgede 1 milyonun üzerinde Arap ve 120 bin Yahudi yerleşimci yaşıyordu.76 İsrail devlet aygıtının çizdiği Batı Şeria planı, bu hassas dengeyi ilginç bir biçimde "stratejik geri adım" teorisine uyarladı. Yitzhak Rabin'in 1990 yılında söylediği ""İşçi Partisi, yerleşim birimlerinin büyütülmesi konusunda geçmişte Likud'a göre çok daha fazla iş yapmıştır ve gelecekte de bu konuda daha fazla iş yapabilecek kapasiteye sahiptir... Amerikalılar tek kelime söylemediler, çünkü bunları son derece zekice inşa ettik." şeklindeki sözler, İşçi Partisi'ne verilen misyonu açıkça ortaya koyuyordu: Batı Şeria'nın işgalini "zekice" sürdürmek.
1992'de İşçi Partisi iktidara geldiğinde işgal altındaki topraklardan gerçek bir vazgeçme, dolayısıyla gerçek bir barış süreci başlamadı; yalnızca sözkonusu zekice işgal politikası uygulamaya kondu... Rabin, yerleşim birimleri inşasının "dondurulduğunu" açıklamış, fakat fiili olarak inşa işlemi sürmüştü. İşçi hükümetinin yerleşim birimleri inşa politikası, Rabin'in danışmanı Shimon Sheves tarafından hazırlanan plana göre yürütülmeye başlanmıştı. Sheves'in planı, yerleşim birimi inşasını, "yerleşim birimlerinin geliştirilmesi" gibi daha muğlak bir ifade ile sürdürmeyi ve bu birimleri birbirine ve Kudüs'e bağlayacak otoyollar yapmayı öngörüyordu.
Otoyollar, Filistinlileri birbirinden ayırıp bölme işine de yarayacaktı. Amerikan Kongre'sinde uzun yıllar üyelik yapmış olan Ortadoğu uzmanı Paul Findley, "Filistin'in Parçalanması" başlıklı makalesinde bu konuya değinmiş ve işgal altındaki topraklarda başlanan 600 milyon dolarlık otoyol projesinin, yerleşim birimlerini Kudüs'e ve birbirlerine bağlamanın yanında, Filistinlileri altı ayrı kantona böleceğine dikkat çekmişti. Filistinlilerin ev ve arazileri parçalanarak yapılacak olan süper-otoyollar, Filistin'i; Nablus, Jenin, Ramallah, Hebron (El-Halil), Doğu Kudüs'te birer ve Gazze Şeridi'nde iki olmak üzere altı izole parçaya bölecekti.77 Aynı konuya Noam Chomsky de dikkat çekerek şöyle demişti:
İsrail aşağı yukarı bütün 112 Yahudi yerleşim bölgesini ve buradaki 100 bin ile 114 bin civarındaki İsraillinin kazanılmış haklarını koruyacak, Filistinlilere ise Batı Şeria'nın yarısından az bir kesiminde özerklik verecektir. Filistinliler, üçü kuzey, orta ve güney kantonluklarda, diğeri de Doğu Kudüs'te olmak üzere (Batı Şeria içinde) dört bölgede gruplandırılacaklar, bu bölgelerde de hem birbirlerinden hem de Doğu Kudüs'ten ilişkileri tamamen koparılmış ve İsrail'in süper otoyolları ile de kendi içlerinde parçalanmış biçimlerde oluşturulacaklardır.78
Kudüs'teki Filistin İnsan Hakları Enformasyon Merkezi tarafından yayınlanan "Zekice Gizleme: Rabin Hükümeti döneminde İşgal Altındaki Topraklardaki Yerleşim Birimi, Ağustos 1992-Eylül 1993" başlıklı bir rapor da, İşçi Partisi'nin gerçekten de Rabin'in 1990'da söylediği gibi zekice işgal yürüttüğünü gösteriyordu. Raporda bildirildiğine göre, yeni yönetim, Likud zamanında son derece "göstere göstere" yürütülen Ariel Şaron'un yerleşim birimi inşası planına karşılık, "daha sofistike bir yöntemle seçici bir ilhak politikası, bitişik yerleşim birimleri yoluyla Filistinlileri çevreleme ve kuşatma metodu" izliyordu.
1992'de Rabin yerleşim birimlerine yapılan tüm yardımların askıya alındığını ilan etmiş ve bu sayede de son aylarını yaşamakta olan Bush yönetiminden daha önce Yitzhak Şamir'in alamadığı 10 milyar dolarlık yardım paketini kapmayı başarmıştı. Ama bu bir aldatmacaydı. İşçi hükümeti, 76 ayrı yerleşim birimine, yerleşimci başına 18.000 dolarlık destek verdi. Yapılan yardımlar "dondurulmak" bir yana daha da artırıldı.
Paul Findley, 1992'deki seçimlerde Likud ve İşçi Partisi'nin yer değiştirmiş olmasının, İsrail'in işgal altındaki toprakları yerleşim birimleri ile kontrol etme politikasında hiç bir değişiklik meydana getirmediğini yazıyor ve Güney Afrika'daki apartheid biterken, İsrail'in yeni tür bir apartheid inşa etme çabası içinde olduğu yorumunu yapıyordu.79
Kısacası, İsrail devlet aygıtının çizdiği "barış" rotası, Batı Şeria'da gerçek bir çekilmeyi değil, yalnızca bir "stratejik geri adım"ı öngörüyordu. Yahudi yerleşim birimleri kesinlikle geri çekilmeyecek, yalnızca Arap şehirleri FKÖ'nün özerk yönetimine bırakılacaktı. Bu ise, İsrail devlet aygıtının "barış"la ulaşmak istediği asıl hedefe, yani FKÖ'yü İslami direnişe karşı kullanma hedefine doğru önemli bir adımdı. Çünkü, İsrail, Arap kentlerinden çekilirken, FKÖ özerk yönetiminden ısrarlı bir istekte bulunuyordu: Hamas ve İslami Cihad'ın "işinin bitirilmesi."
İsrail'in "barış"ı, Filistin'de kanlı bir iç savaş öngörüyordu.
Filistin'de İç Savaş Senaryosu
İsrail, FKÖ'den, yönetimi ilk olarak eline aldığı Gazze-Eriha bölgelerinde Hamas'a karşı "caydırıcı" önlemler almasını önemle istedi. Bölgede gözlemlerde bulunan Milliyet muhabiri Nur Batur bu konuya değinirken şöyle diyordu: "Aslında İsrail'in esas amacının 60 bin askerini yığmasına rağmen kontrol edemediği Gazze'den ve Hamas'dan kurtulmak olduğu söylenebilir. Şimdi Hamas görevi Arafat'a düşmektedir." Peki FKÖ ile Hamas arasında İsrail provokasyonlarının da etkisiyle bir "iç savaş" yaşanırsa ne olacaktı?... Nur Batur şöyle ekliyordu: "Bir iç savaş çıkarsa İsrail ne yapacak? Peres'e bu soruyu yönelttiğimizde yanıtı, 'Arafat'ı destekleriz' olmuştur. Ama Filistinli gazetecilerin kanısı, İsrail'in sınırı kapatıp uzunca bir süre Filistinlerin birbirlerini öldürmesini bekleyeceği yönündedir." 80
Aslında İsrail, Filistinlilerin birbirlerini öldürmelerini de beklemek niyetinde değildi. İsrail gizli servisleri provokasyolar yoluyla FKÖ ile Hamas ve İslami Cihad arasında çatışmalar başlattı. 1994 Kasımında FKÖ yönetimi ile Hamas arasında yapılan anlaşmanın hemen ardından Hamas ileri gelenlerine ardarda yapılan saldırılar, bunun bir örneğiydi. Hamas, liderleri, yaptıkları açıklamalarda bu saldırıların uzlaşmadan rahatsız olan İsrail rejiminin ajanları tarafından gerçekleştirildiğini açıklamışlardı.
İsrail, FKÖ'ye İslami direnişi yok etme görevi vermişti ve bu çizgiden en ufak bir taviz verilmesini istemiyordu. Noam Chomsky de İsrail'in Arafat'a yüklediği misyonu şöyle yorumluyordu:
Arafat, İsrail'in askeri yönetimine karşı yürütülen her türlü direnişi etkisizleştirme sorumluluğunu yüklendi... Zaten Batı Şeria'ya ve Gazze'ye yabancı olan, bölgede bir kökü olmayan FKÖ, şimdilerde İsrail gizli servisi ile birlikte İntifada'yı veya İsrail yönetimine karşı herhangi bir direnişi önlemek görevini üstlenmiştir.81
Filistinlilerin haklarını savunmasıyla tanınan İsrailli fizik profesörü Daniel Amit de bir röportajında İsrail'in hedefinin İslami direnişi tasviye etmek olduğuna dikkat çekerek şöyle demişti:
ABD ve İsrail... Hamas'ın büyük tehlike olduğunun farkına vardılar. Zaten bu yüzden anlaşma yoluna gittiler. Filistin değişti diye anlaşma yapılmadı ki. Filistinliler 20 yıldır anlaşma yapmaya hazırdı. İsrail ve ABD değişti, çünkü tehlikenin FKÖ gibi seküler bir organizasyondan değil, Hamas'tan, özellikle de Mısır, Cezayir ve Körfez ülkelerinden geleceğini anladılar... Şimdi Hamas'a karşı FKÖ'yü kullanmaya çalışıyorlar... İsrail ve ABD gibi güçler Hamas'ı kontrol etmek için güçlü bir Filistin otoritesini istiyorlar. ABD ve İsrail, olan biteni bir satranç oyunu gibi görüyor: Arafat'ı destekliyorlar, çünkü onun dinci tehlikesini ortadan kaldırmasını istiyorlar.82
Zaman geçtikçe İsrail'in amacı son derece belirgin hale gelmeye başladı. İsrailli askeri uzmanlar, 1995 Mayısında, FKÖ'nün özerk yönetiminin polis gücünü eğitmeye, onlara, toplu gösterileri, halk hareketlerini bastırma ve dağıtma konusundaki deneyimlerini aktarmaya başladılar. Tüm bunlar, FKÖ barışıyla birlikte İsrail'in savaşının bitmediğini, yalnızca odaklanmış olduğunu gösteriyordu; Müslümanların üzerine. Bunun için de klasik bir M. Tevrat yöntemi, "kardeşi kardeşe kırdırma" taktiği benimsenmiş, Filistinliler arasında bir iç savaşın fitili ateşlenmişti. Mossad ajanları tarafından korunmaya başlanan Arafat, İsrail'in Müslümanlara karşı yeni bir kartı olarak kullanılacaktı. Bazı yorumlara göre, bunda Arafat'ın "Yahudi asıllı" oluşunun da bir rolü vardı.83
Aslında Arafat en baştan beri İsraillilerin olumlu baktığı bir isimdi. Bunun en açık göstergelerinden biri, İsrail'in Arafat'a göre daha radikal olan bazı FKÖ liderlerini çeşitli suikastlerle ortadan kaldırmış olmasına rağmen, Arafat'a hiç dokunmamış olmasıydı. Örneğin FKÖ'nün ikinci adamı olan ve İsrail'e karşı mücadele konusundaki kararlılığı nedeniyle "Ebu Cihad" sıfatını kazanan Halil el-Vezir, Tunus'ta Mossad komandoları tarafından oldukça sofistike bir operasyonla öldürülmüştü. Buna karşın Yahudi Devleti Arafat'a karşı hiç bir zaman bu tür bir operasyon düzenlememişti. Hatta İsrailli gazeteciler Dan Raviv ve Yossi Melman'ın bildirdiğine göre, 1982'deki Lübnan işgali sırasında Arafat'ı vurma şansına sahip olan İsrailli keskin nişancılara "vurmayın" emri verilmişti.84
İsrail'in, FKÖ'yle kur yaptığı dönem boyunca, bir yandan da Hamas üyelerini sınır dışı etmesi, Güney Lübnan'daki sivil yerleşim merkezlerini bombalaması, Hamas yöneticilerini kaçırması, kısacası, Hamas ve diğer İslami direniş örgütlerine yaptığı saldırıları artırması oldukça dikkat çekiciydi. Yahudi Devleti, en son, 29 Ekim 1995 günü, İslami Cihad'ın lideri Fethi Şakaki'yi Malta'da gerçekleştirilen bir suikastle ortadan kaldırdı.
Ancak tüm bu çabalara karşın, İsrailliler FKÖ ile Hamas ve İslami Cihad arasında ciddi bir çatışma oluşturamadılar.Bunda Hamas'ın ihtiyatlı tavrı ve FKÖ'nün de umulduğu kadar "hain" olmamasının etkisi vardı.
Bu durum ise İsrail devlet aygıtı için ciddi bir sorundu; "barış"la hedeflenen en önemli sonuç elde edilemiyordu. Bu noktada "barış" konusunda fazla ileri gitmenin ve Batı Şeria'yı tümden FKÖ'ye vermenin bir anlamı da kalmıyordu.
İşte İşçi Partisi iktidarı bu noktada devlet aygıtının sağcı çizgisinden ayrıldı. Çünkü İşçi Partisi'nin önemli bir bölümü, başta da belirttiğimiz gibi, barış sürecine gerçekten inanmaya başlamıştı ve önceden çizilmiş olan "savaş için barış" rotasına uymaya gerek görmüyordu. Yitzhak Rabin'in her geçen gün Şimon Peres tarafından temsil edilen güvercin çizgiye biraz daha kaymasıyla birlikte, barış gerçek amacından saptı ve başlı başına bir amaç haline haline geldi.
1995 Ekiminde Mısır'ın Taba kentinde parafe edilen anlaşma ile de İşçi Partisi hükümeti, Batı Şeria'daki Arap şehir ve köylerinin hemen hepsinden çekilmeyi kabul etti. İşçi Partisi'nin bazı yöneticileri ise, Batı Şeria'daki yahudi yerleşimcilerin de yavaş yavaş geri çekilmesinden söz etmeye başladılar. Bu tür ifadeler, İşçi Partisi hükümetinin İsrail devlet aygıtı tarafından çizilen "stratejik geri adım" teorisini bir yana bıkarak, gerçek bir barışa yöneldiklerini gösteriyordu. İşçi Partisi, onyıllardır oynadığı iyi polis rolünün havasına bu kez kendini kaptırmıştı. Din ve ırk bilinci devlet aygıtına ve Likud'a göre çok daha zayıf olan İşçi Partili elit, ilkesiz bir pragmatizm içine girmişti.
İsrail devlet aygıtı, bu duruma seyirci kalamazdı. Daha önce din ve ırk bilinci zayıf olan yahudiler Siyonizme ihanet etmişler, ama yola getirilmişlerdi. Şimdi ise İsrail siyasi sisteminin sol kanadı ciddi bir ihanetin işaretlerini veriyordu. Özellikle de, eskiden beri şahin olan ve bu nedenle devlet aygıtının güvenini Şimon Peres'den daha fazla kazanmış olan Yitzhak Rabin'in ciddi bir dönüşüm geçirmesi, kabul edilemez bir hataydı. Radikal dinci gruplar, çoktandır "Rabin bir haindir" sloganlarıyla gezmeye başlamışlardı.
İşte Rabin suikastı tam bu sıralarda gerçekleşti.
Rabin Suikastı Mossad Hipotezi
4 Kasım 1995 gecesi, Tel-Aviv'de İşçi Partisi tarafından organize edilen büyük bir "barışı destekleme" mitingi yapılmıştı. Ancak toplantının sonunda İşçi Partisi lideri ve Başbakan Yitzhak Rabin alanı terketmek üzereyken bir suikastçı tarafından yakın mesafeden iki kurşunla vuruldu. Hastaneye kaldırıldı, ama kurtarılamadı. Hem İsrail, hem de tüm dünya şok yaşadı. Suikastın en şaşırtıcı yönü ise, katilin Arap değil, Yahudi oluşuydu. İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin, "bana vur emrini Tanrı verdi" diyen genç İsrailli Yigal Amir tarafından öldürülmüştü.
Yigal Amir, radikal dinci gruplardan Eyal'e üye bir yahudiydi ve Rabin'i, Tanrı'nın emirlerine karşı gelerek Yahudi topraklarını Araplara verdiği için öldürdüğünü açıkladı. Nitekim daha önce de iki kez Rabin'in yakınına kadar sokulmuş ve Başbakanı sert biçimde protesto etmişti.
Ancak suikastin en ilginç yanı, Rabin'in korumalarının Yigal Amir gibi amatör bir katili durduramamış olmalarıydı. Dünyanın en başarılı istihbarat örgütü olarak bilinen Mossad ve onun iç güvenlikle sorumlu kolu olan Shin Beth'in bu kadar gafil avlanmış olması herkesi şaşırttı. Hatta Milliyet, suikasti "Mossad uyudu!" başlığı ile manşetten vermişti. Dünya basınında da yoğun olarak Mossad ve diğer İsrail gizli servislerinin nasıl olup da böylesine bir gaflet içine düştüğü sorusu işlendi.
Bu arada, olaya farklı bir bakış açısı getirmeye çalışan cılız bir kaç yorum daha oldu. Bu yorumlarda, İsrail gizli servislerinin olaydaki rolünün "gaflet" değil, "kasıt" olabileceği öne sürülmüştü. Örneğin Güneri Civaoğlu, köşesinde, Kennedy'nin CIA tarafından ortadan kaldırıldığı yönündeki delillerden söz ettikten sonra, "Mossad'ın beceriksizliği" tezinin pek de o kadar inandırıcı olmadığından söz etmişti. Ancak '"komplo teorisyeni" damgası yeme korkusundan olacak, sözkonusu "Mossad hipotezi"ni fazla dile getiren olmadı.
Oysa "Mossad hipotezi" oldukça makul gözüküyordu. Mossad'ın Rabin'e olan geleneksel bakış açısı ve örgütteki aşırı sağ hakimiyeti göz önünde bulundurulduğunda, Rabin suikastının üzerindeki sis perdesi önemli ölçüde aralanmaktadır.
Mossad, önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi, "İsrail devlet aygıtı"nın en önemli parçasıydı ve kendisini devletin sahibi olarak algılıyordu. Böyle olunca da, hükümetler hakkında olumlu ya da olumsuz düşünceler geliştirebiliyor, bazı hükümetleri seviyor, bazılarından ise hoşlanmıyordu. Örgütün sevmediği liderler arasında ise Yitzhak Rabin vardı. Ostrovsky, By Way of Deception adlı ilk kitabında, Mossad yönetiminin Rabin'e antipati duyduğunu ve hatta bu nedenle onun 1977'deki siyasi hezimetinde büyük rol oynadığını anlatmıştı:
O sıralarda, bir süre Washington'da bulunup CIA ile bağlantıyı sağlamış olan Efraim (kısaca Effy) adlı (Mossad içinden) biriyle tanıştım. Adam, İşçi Partisi'nin Yitzhak Rabin liderliğindeki hükümetini kendisinin devirdiğini söyleyip böbürleniyordu. Mossad Rabin'i sevmezdi... Rabin, Mossad'dan kendisine sunulan işlenmiş istihbaratı değil, ham bilgiyi istiyordu; bu ise örgütün gündemi istediği gibi yönlendirebilmesini engelliyordu.
1976 Aralığında Rabin... kabinesiyle birlikte istifa etmek zorunda kaldı. Rabin bunun ardından Mayıs 1977'deki Knesset seçimlerine kadar geçici hükümette başbakanlık görevini sürdürdü, bu tarihte de Mehahem Begin başbakan oldu. Mossad bu işe (Rabin'in gidişine) pek sevinmişti.
Ancak Rabin'in siyasi kariyerine zarar veren en büyük olay, seçimlerden kısa süre önce tanınmış İsrailli gazeteci Dan Margalit'in ortaya çıkardığı bir 'skandal' olmuştu. İsrail yurttaşlarının yurtdışındaki bankalarda hesap bulundurmaları kanundışıdır. Rabin'in karısının ise, New York'taki bir bankada 10 bin dolardan az bir hesabı vardı. Başbakanın karısı olarak tüm masraflarının devletçe karşılanması hakkına sahipti, ama yine de yurtdışı gezilerinde bu hesabı kullanıyordu. Mossad bu hesaptan haberdardı, Rabin de Mossad'ın bildiğini biliyordu. Ama bunu ciddiye almadı. Oysa almalıydı.
Zamanı gelince Margalit'e Rabin'in bir yurtdışı hesabı olduğu haberi sızdırıldı. Efraim, bu bilgileri Margalit'e kendisinin verdiğini söylüyordu. Bu skandal, seçimlerde Begin'in Rabin'i yenmesinde önemli rol oynadı. Rabin dürüst bir adamdı, ama Mossad ondan hoşlanmıyordu. Sonunda da onu altettiler. Efraim sürekli olarak Rabin'i yenen adamın kendisi olduğunu söyler dururdu. Kimsenin onu yalanladığını duymadım.85
Kısacası, Mossad Rabin'i sevmiyordu ve onun 1977'deki seçim yenilgisinde de gizli ve önemli bir rol oynamıştı. Rabin, 1974-77 arasındaki bu başbakanlığından sonra, tekrar aynı koltuğa oturmak için 1992 yılına kadar bekledi. Ve kez de koltuğunu Yigal Amir'in kurşunları ve Mossad'ın şaşırtıcı "gafleti" ile terketti!...
Acaba 1977'de Rabin'e antipati besleyen Mossad, aynı antipatiyi 1992 sonrasında da duymuş muydu?
Bu soruya çok kesin bir evet cevabı verebiliriz.
Mossad'daki Aşırı Sağ Egemenliği
Bildiğimiz gibi, 1992'de iktidara geldikten sonra Yitzhak Rabin'in en büyük icraatı, FKÖ ile barış yapmak oldu. Solcu liderin yaptığı bu barış, önceden de değindiğimiz gibi, aslında İsrail devlet aygıtı tarafından planlanmıştı ve doğal olarak bu aygıtın en önemli kurumlarından biri olan Mossad'ı rahatsız edemezdi. Nitekim Rabin'in 1990 yılındaki ifadeleri, bu barışın aynı devlet aygıtının planladığı gibi sahte bir barış olacağını haber veriyordu. Barışın gerçek amacı ise, İslami direnişle mücadele işini Arafat'a ihale etmekten başka bir şey değildi.



Sağ kanadın hakimiyeti altındaki Mossad, solcu Rabin'i sevmezdi. Hatta, ekis ajan Ostrovsky'nin yazdığına göre, Rabin'in 1977'deki seçim yenilgisi de Mossad'ın basına sızdırdığı bir skandalın sonucuydu. Mossad'daki sağ hakimiyeti giderek arttı. Ostrovsky, örgüt içinde "Mesihçi dini grupların" büyük etkiye sahip olduklarını, Mossad üyelerinin önemli bir bölümünün Batı Şeria'daki yerleşim birimlerinde yaşayan radikal Yahudilerden oluştuğunu yazmıştı. Aşırı sağın boy hedefi olan Rabin'in öldürülmesi sırasında yaşanan aşırı Mossad "ihmalkarlığı"nın nedeni, buydu.
Ancak Rabin barış konusunda fazla ileri gitti ve kısa zamanda İşçi Partisi'ndeki ilkesiz liberallerin tarafında geçti. Filistinlilere Gazze Şeridi ve Batı Şeria'nın tamamını verme eğilimi gösterdi. İşte İsrail'in sağcılarını "Kabalacıların partisi" Gush Emunim'i, Likud Partisini ve diğer küçük aşırı sağcı grupları ve devlet aygıtını tedirgin eden şey bu oldu. Rabin, yardımcısı Shimon Peres'in telkinlerinin de katkısıyla, gerçekten barış isteyen bir adam görüntüsüne girmişti. Oysa bu, barışı ancak uzun savaşın içindeki bir ateşkes olarak gören sağ kanat için ancak bir "ihanet"ti. Nitekim kısa bir süre sonra Rabin'i "hain" ilan ettiler.
Victor Ostrovsky'nin deyimiyle "Mesihçi dini grupların" denetiminde olan Mossad da doğal olarak Rabin hakkındaki sözkonusu "hain" yorumunu benimsedi. Bir "hain"in İsrail başbakanı olarak kalmasına ise elbette izin veremezdi.
Ostrovsky'nin yazdığına göre, Mossad'a hakim olan bu aşırı sağcı kadro bu konuda o denli kararlıydı ki, 1991 yılında ABD Başkan'ı George Bush'u bile ortadan kaldırmayı planlamıştı. Neden, Bush'un, İsrail'i Filistinliler'le barış yapmaya zorlaması ve Likud hükümetinin Batı Şeria'da yahudi yerleşim birimleri inşa etmek için istediği 10 milyar doları ısrarla vermemesiydi. Mossad'ın radikal sağcı yönetimi, bunlardan dolayı Bush'u "Büyük İsrail" rüyalarının önüne dikilen büyük bir engel olarak görmüş ve 1991'deki Madrid Barış Konferansı sırasında öldürmeyi planlamıştı. Suç, 7. bölümde incelediğimiz gibi, Filistinlilerin üzerine atılacaktı. Bush'un yerine ise, İsrail'e olan yakınlığını ısrarla vurgulayan ve Bush'un Ortadoğu politikasını benimsemediğini açıklayan Başkan Yardımcısı Dan Quayle geçecekti. Ancak, plan gerçekleşmeden önce basına sızdı ve bu nedenle de iptal edildi.86
Ancak, Mossad'ı yöneten "Mesihçi" kadronun başarı ile gerçekleştirdiği bir başka suikast vardı. Öldürülen kişi ise son derece ilginçti; Mossad şefi General Yekutiel Adam!... Evet, Mossad'ı yöneten sağcı kadro, 1982 yılında örgütün başına yeni atanmış olan generali ilginç bir pusu ile ortadan kaldırmıştı. Sebep, sol eğilimli ve belli ölçüde "güvercin" olan generalin örgüte hakim olan "şahin" sağ kadronun savaş planlarını bozmaya kalkmasıydı.
Olay, İsrail'in 1982 yazındaki Lübnan işgali sırasında yaşanmıştı. İşgal gerçekte bir Mossad planıydı. Örgüt, işgalden çok daha önceleri Lübnan'daki Falanjist Hıristiyanların lideri Beşir Cemayel ile bağlantılar kurmuştu ve ülkeyi işgal ettikten sonra da Cemayel'i kullanarak Lübnan'da İsrail kuklası bir devlet oluşturmak istiyordu. Plan Başbakan Menahem Begin ve Savunma Bakanı Ariel Sharon'a aktarılmış, onlar da Mossad'ın geliştirdiği bu planı benimsemişlerdi.
Ancak tam bu sırada Mossad'a yeni bir şef, yani General Yekutiel Adam atandı. General, örgütün dışından geliyordu ve örgütü yöneten aşırı sağcı kadro ile hiç bir ideolojik yakınlığa sahip değildi. Bu nedenle de yine bir aşırı sağcı olan Beşir Cemayel'e güvenmiyordu. Bu konudaki görüşlerini açıkça belli etmiş, Lübnan'da İsrail kuklası bir faşist/hıristiyan (Falanjist) devlet kurulmasına karşı olduğunu söylemişti. Mossad'ı yöneten kadro doğal olarak büyük bir rahatsızlık içindeydi. General örgüt şefi olarak atanmış, ancak henüz görevine başlamamıştı; başlar başlamaz Lübnan macerası ile ilgili olumsuz bir rapor sunacağı ise kesindi.
İşte tam bu sırada, General Adam yeni koltuğuna oturmadan önce Lübnan'daki birliklerine bir veda gezisi yapmak istedi. Geziyi organize etmek ve güvenliği sağlamak Mossad'ın göreviydi. Gezi son derece ani alınmış bir karardı ve kimse tarafından bilinmiyordu. Ayrıca son derece de gizli tutuluyordu. Buna rağmen, general gideceği yere vardıktan hemen sonra bir pusuya düşürülerek öldürüldü. Katil, on dört yaşındaki Lübnanlı bir çocuktu ve olay yerinde General'in korumaları tarafından vurularak öldürülmüştü. Konuyla ilgili yapılan resmi açıklamalarda, generalin plansız ve ani bir saldırı sonucunda yaşamını yitirdiği söylendi.

Haham Meir Kahane'nin yolunda giden "Kahane Chai" (Kahane Yaşıyor) örgütünün üyeleri, FKÖ'ye verdiği tavizlerin ardından Rabin'i "hain" olarak tanımlamaya başlamışlardı. Örgüt militanlarının New York'ta yaptığı üstteki protesto gösterisinde pankartlarda şunlar yazılıydı: "Rabin bir haindir, Bütün (işgal altındaki) topraklar Yahudi kalmalıdır, Arapları İsrail'den hemen yollayın!"
Ancak olayın basından ve hatta hükümetten gizli tutulan bir yanı vardı: Suikastı gerçekleştiren Lübnanlı çocuğun üzerinde, General Adam'ın bir fotoğrafı bulunmuştu. Bu, çocuğun bu iş için önceden görevlendirildiğini gösteriyordu. Suikast, generalin gezisinden haberdar olan ve onun resmini anında temin edip suikastçiye verebilecek İsrail'in güvenlik sistemi nedeniyle bu oldukça zor bir iştir bir grup tarafından organize edilmişti. Ve Mossad'dan başka hiç kimse generalin gezisinden, bu gezinin yeri ve zamanından haberdar değildi!...
Kısacası, Ostrovsky'nin de vurguladığı gibi, Mossad'a hakim olan kadro, kendi yayılmacı ve saldırgan hedeflerini karşı çıkabilecek olan "güvercin" bir Mossad şefini ortadan kaldırabilmişti.87
Ve, güvercin buldukları için kendi şeflerini öldürenler ya da İsrail'i barışa zorladığı için Amerikan Başkanı Bush'u öldürmeyi planlayanlar, pek ala Rabin'i de öldürmüş olabilirlerdi.
Shin Bet'in İnanılmaz "İhmal"leri
"Mesihçi" radikal sağcıların kontrolünde olan Mossad, "barış süreci" sırasında gösterdiği "ihanet" nedeniyle Rabin'e şiddetli bir antipati duyuyordu. Rabin suikastı sırasında yaşanan olağanüstü "Mossad gafleti" işte bu antipatinin bir sonucuydu. Rabin'in normale göre çok az görevli tarafından korunması, çelik yelek giymeye teşvik edilmemesi, Yigal Amir'in elini kolunu sallayarak Başbakan'a üç el ateş edebilmesi hep bu antipatinin birer göstergesiydiler.
Olayın en ilginç yönü ise, Rabin'e suikast yapılacağına dair bir ihbarın önceden güvenlik servisine ulaşmış olmasıydı. İsrail radyosunda açıklanan haberlere göre, suikastten haftalar önce radikal sağcı yahudilerden biri, Rabin'e karşı bir suikast planı olduğunu İsrail polisine haber vermişti. Şlomo Halevi adlı muhbir, Yigal Amir'in ismini vermemişti, ama, yaşı, eşgali ve okuduğu üniversiteyi bildirmişti. Buna göre, "polis, suikast planını ve suikastçılardan birinin 25 yaşında, kısa boylu, siyah saçlı bir erkek ve militan yahudi örgütü Eyal'ın üyesi olduğunu biliyordu." 88
İsrail polisi, kendisine ulaşan bu bilgileri Rabin'in güvenliğini organize etmekle görevli olan Shin Bet (öteki adı Şabak, Mossad'ın iç güvenlikle ilgili kolu) elemanlarına aktardılar. Ancak buna rağmen, Shin Bet ajanları hiç bir tedbir almadılar. Okuduğu üniversite ve eşgali belli olan Yigal Amir'i bulup tutuklayabilirlerdi, ama hiç bir şey yapmadılar. Olayın daha da ilginç bir yönü vardı; Shin Bet elemanları aldıkları ihbarı Rabin'in yakın korumalarına da bildirmemişlerdi. Eğer bunu yapsalardı, korumalar suikast anında Rabin'e yaklaşmakta olan Yigal Amir'i kolaylıkla teşhis edip etkisiz hale getirebilirlerdi. Bu arada Yigal Amir'e silah temin eden kişinin de İsrail ordusunun elit bir birliğinde görev yapan Arik Schwartz adlı bir çavuş olduğu ortaya çıktı. Tüm bunlar o denli şüphe vericiydi ki, Hürriyet bile konuyla ilgili haberinde "Rabin Suikastında Gizli Servis Parmağı" başlığını kullanmıştı.89
Soruşturma sırasında, Yigal Amir'in suikast gecesi aşırı derece rahat bir biçimde uzun süre ortalıkta dolaşabildiği de ortaya çıktı. Amir, tabancasıyla VIP'lerin araçları için ayrılmış olan otoparkta iki saat gezinmiş, ancak hiç bir Shin Bet ajanı Amir'e niçin orada dolaştığını sormamıştı. Buna, "tribünde bulunanlardan birinin şoförü sandık" açıklaması getirildi. Oysa rahatlıkla kimlik kontrolü yapılıp Amir yakalanabilirdi.90
Shin Bet'in tavrında "kasıt" sezinlememek mümkün değildi. Suikasttan bir kaç gün sonra İsrail televizyonunda yapılan bazı yorumlarda bile, Rabin'in güvenliğinden sorumlu olan güvenlik servisi Shin Bet'in içinde aşırı sağın çok güçlü olduğu ve bu durumun suikast sırasındaki "ihmalkarlığa" neden olmuş olabileceği söylenmişti.91
Ancak tüm bu bilgilerin suikastı izleyen hafta içinde birer birer ortaya çıkması, Mossad'ı rahatsız etti. 12 Kasım günü, yani suikasttan 8 gün sonra, İsrail polisi Rabin suikastı ile ilgili haberlere sansür koydu. Polis sözcüsü Eric Bar-Chen, soruşturma seyri boyunca, güvenlik servisleriyle işbirliği içinde hazırlanacak "periyodik basın bültenleri" dışında gazetelere bilgi verilmeyeceğini açıkladı.92 Yani, artık basına verilecek haberler, Mossad ve Shin Bet'in onayından geçecekti. Suikastın içyüzünün ört-bas edildiğini görebilmek için, bundan daha açık bir gösterge olamazdı herhalde.
Mossad, suikastin organize bir komplo olduğunu savunan sesleri de kısa süre içinde susturdu. Bunların arasında Güvenlik Bakanı Moşe Şahal bile vardı. Suikastten hemen sonra, "eylemi en ince ayrıntılarına değin planlamış olan organize bir örgüt"ün varlığından söz eden ve "eğer bir altyapının ve bir grup insanın desteği olmasaydı, cinayet gerçekleşemezdi" diyen Şahal, nedendir bilinmez, bir hafta içinde tüm bu düşüncelerinden vazgeçti ve "kendisinin de bu gülünç şeylere inanmadığını" açıkladı.93
Peki tetikçi, yani Yigal Amir kimdi?
Rabin'in Katilinin Mossad Bağlantıları
Yitzhak Rabin'i vuran Amir, İsrail güvenliğinin bulgularına göre, Haham Meir Kahane'nin izinden giden Eyal adlı radikal dinci grubun üyesiydi. İsrail Polis Bakanı Moşe Shalal, Amir'in bireysel bir eylemci olmadığını, örgüt desteği ile suikastı gerçekleştirdiğini ve hatta bu iş için bazı hahamlardan "fetva" aldığını açıklamıştı. Bu hahamlar, Kahane'nin görüşlerini benimseyen hahamlardı.
Kahane'ye ise önceki sayfalarda değinmiştik. Kendisine "Judeo-Nazi" lakabı takılan bu fanatik haham, önce ABD'de Jewish Defence League adlı yahudi terör örgütünü, sonra da İsrail'de Kach adlı radikal partiyi kurmuştu. İsrail liderleri yıllar yılı Kahane'yi kınadıklarını, fanatik düşüncelerini benimsemediklerini söylediler. Oysa, yine önceki sayfalarda değindiğimiz gibi, görünüşteki bu ayrılığa rağmen, Kahane ile İsrail devlet aygıtı arasında gizli ilişkiler vardı. Mossad, yolladığı gizli kuryelerle Kahane'yi yönlendirmişti. Victor Ostrovsky de, "Mossad'ın Kahane'nin adamları ile direk bağlantılar içinde olduğunu" yazar.94
Kısacası, Mossad, "Kahane'nin adamları"nı uzaktan kumanda ile yönetmişti her zaman. Ve şimdi, 4 Kasım 1995 gecesi, Mossad'ın hiç sevmediği Rabin, "Kahane'nin adamları"ndan biri tarafından öldürülüyordu.
Nitekim suikastın ikinci haftasında, Yigal Amir'in İsrail gizli servisinde çalışmış eski bir ajan olduğu ortaya çıktı. İngiliz The Observer gazetesinin "güvenilir İsrail kaynakları"na dayanarak verdiği habere göre, Amir, 1992 yılında üç ay boyunca Litvanya'da İbranice dersleri vermiş ve bu süre boyunca Shin Bet adına, SSCB'den yahudileri gizlice kaçırmakla görevli olan NATIV adlı kuruluşta gizli faaliyet göstermişti. Haberde, bu gizli görevi sırasında elde ettiği kimlik kartı sayesinde Amir'in Yitzhak Rabin'e yaklaşabildiği de yazılıydı. Verilen bilgiler arasında, Amir'in üyesi olduğu Eyal grubunun lideri olan Avishai Raviv'in "Şampanya" kod adıyla Shin Bet'e bağlı olarak çalıştığı da yer alıyordu. 95
Her şey oldukça açıktı. Ostrovsky'nin deyimiyle "Mesihçi grupların egemenliğinde olan ve gittikçe daha da aşırı sağa kayan" Mossad, Rabin'in "barış süreci" konusunda fazla ileri gittiğine inanmıştı. Örgüt, Rabin'in bir İsrail taktiği olan "barış"a gerçekten inanmaya başladığını düşünmüş ve Yigal Amir gibi bir aparatçik kullanarak Başbakanı ortadan kaldırmıştı.
Peki Rabin'i öldürmekle ne sonuca varabilirlerdi? İlk başta Rabin suikastının İşçi Partisi'ne yarayacağı ve sağ kanadın popülaritesini düşüreceği yorumları yapılmıştı. Oysa bu yalnızca geçici bir duygusal eğilimdi. Suikast sonrası oluşacak olan siyasi tabloyu analiz eden Newsweek, Rabin suikastının kısa ve uzun vadeli iki sonucu olacağını yazmıştı. Kısa vadede suikasta duyulan tepki nedeniyle İsrail toplumunda barış yanlısı eğilimler ağır basacaktı. Fakat uzun vadede, işler tersine dönecekti. Çünkü Rabin, "barış" için İsrail toplumuna liderlik edebilecek tek isimdi. Onun halefi olan Şimon Peres, Rabin'in popülarite ve güvenilirliğine sahip değildi; çoğu İsrailli seçmen tarafından fazla ılımlı bir entellektüel olarak görülüyor ve kendi idealleri için İsrail'in güvenliğini tehlikeye atabilecek bir adam olarak algılanıyordu.96
Tam bir yıl sonraki seçimler ise uzun vadeli sonuçlardan etkilenecekti. Mossad, Rabin gibi popüler ve güvenilir bir liderden yoksun olan İşçi Partisi'nin 1996'daki seçimleri kaybedeceğini ve Gush Emunim'in sadık müttefiki olan Likud'un seçimi kazanacağını hesaplamıştı.


Rabin'i vuran Yigal Amir, Haham Kahane'nin ırkçı ideolojisini benimseyen Eyal adlı radikal dinci örgüte bağlı bir militandı. Bunu herkes biliyordu, ancak bilinmeyen, Kahane ile Mossad'ın onyıllar boyu sürmüş olan gizli ilişkileriydi. Kahane, Mossad'dan aldığı gizli direktiflere eylemler düzenlenmiş, uymuştu her zaman. Yanda, Amir'in mahkemedeki resmi...
Rabin'in öldürülmesinin ardından, "Mesihçi" dini grupların üyelerinden biri olan Lea Rabinovich şöyle demişti: "Böyle bir olay meydana gelmişse, bunun nedeni Mesih'in ortaya çıkışının yaklaşmış olmasıdır. Bu (suikast) bir 'mitzva', yani dini bir eylemdir." 97
Bir başka deyişle, Rabin suikastı da Mesih Planı'nın içinde yer alan bir eylemdi. Taktik gereği uygulaması gereken bir sahte barışa gerçekten inanmaya başlayan bir İsrail başbakanı, hatasının cezasını ödemişti.
"Mesihçi grupların egemenliğinde olan ve gittikçe daha da aşırı sağa kayan" Mossad ise, suikast sonrası yapılan yorumlarda dendiği gibi "uyumu- yor", aksine Mesih'in ayak seslerini dinlemeye devam ediyordu.
Bölümün başından bu yana incelediğimiz bilgileri özetlersek şunları söyleyebiliriz: İsrail Devleti, Kolomb'un yola çıkmasıyla uygulamaya konan 500 yıllık Mesih Planı'nın bir sonucu ve aşaması olarak kurulmuştur. Mesih inancı, bu devletin temelidir.
İsrail'in FKÖ'yle yaptığı barış ya da Ürdün'le yaptığı barış ve Suriye'yle olan yakınlaşması ise, geçici bir ateşkes olarak tasarlanmıştır ve İslami muhalefeti ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.98 Çünkü İslami muhalefet, olabilecek en büyük tehlikedir ve İsrail yoluna, Mesih Planı'na bu "pürüz"ü ortadan kaldırmadan devam edemez. (Oysa bu "pürüz" başına gittikçe daha büyük dertler açacaktır, birlikte göreceğiz.)
İsrail devlet aygıtı asıl düşmanı olan İslam'la çatışmak için bu ülkeleri yanına alırken, bir yandan da onların kuyusunu kazmaya devam edecektir. İsrail, barışçı görüntüsü altında, Oded Yinon'un raporunda açığa çıkan bölge ülkelerini parçalama stratejisini sürdürecektir. Bu arada bölgede esecek rüzgarlar da bu stratejiyi kolaylaştıracaktır. Bu rüzgarlar, Yeni Dünya Düzeni'nin "demokrasi" adlı muğlak sloganı ve etnik milliyetçiliktir. Demokrasi, baskıcı rejimlerin egemenliği altında birarada duran Arap ülkelerini dağılmaya götürürken, etnik milliyetçilik bu süreci daha da hızlandıracaktır.
Ancak İsrail devlet aygıtı bir de ülke içinde mücadele vermek durumundadır. Diğer pek çok toplum gibi İsrail de homojen bir toplum değildir. Ülkede, kendini Mesih Planı'na ve kutsal kaynaklara adamış olan "dindar Siyonist"lerin yanısıra, hiç bir ilkesi olmayan, yalnızca pragmatik politikalara inanan geniş bir kesim de vardır. İşçi Partisi tarafından temsil edilen bu kesim uzun yıllar boyunca "Mesihçi" akımla uyum içindeydi, ama son yıllarda iki taraf arasında ciddi bir çatışma doğdu. Rabin suikastı ise hem bu iki taraf arasındaki çatışmayı, hem de çatışmanın yönünü gösterdi: Mossad'a ve devlet aygıtına sahip olan sağcı, "Mesihçi" kadro, ne olursa olsun Plan'ı sürdürmek hedefindedir ve her türlü engele karşı da yoluna devam edecektir. Bu kadronun, devlet ve ordu içindeki örgütlenmesini her geçen gün daha da geliştirmesi önemli bir işarettir.99
Bu arada, büyük olasılıkla, İsrail devlet aygıtı sözde "fanatik bir grubun yaptığı kontrolsüz bir eylem" ya da bir "kaza" sonucunda Mescid-i Aksa'yı havaya uçuracaktır. Mesih'in gelişi için geriye bir tek Tapınak'ın inşası, Tapınak'ın inşası için de Mescid-i Aksa'nın yok edilmesi kalmıştır çünkü. Bu eylemin yaratacağı radikalizm dalgası aynı zamanda İsrail'deki barış yanlısı kanadı da zayıflatıp ortadan kaldıracak, büyük bir "Armagedon" kaçınılmaz hale gelecektir.
İşte o anda, tarihin çok önemli bir dönüm noktasına gelinmiş olacaktır.
Bu konuya yeniden değineceğiz.
70 Ehud Sprinzak, The Ascendance of Israel's Radical Right, ss. 110, 112.
71 Washington Report on Middle East Affairs, Haziran 1994.
72 Kitabı Mukaddes: Eski ve Yeni Ahit. İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 1981, Tesniye, Bab 20/10.
73 Paul Findley, Deliberate Deceptions: Facing the FACTS about the U.S.-Israeli Relationship, 1.b., New York: Lawrence Hill Books, 1993, s. 162.
74 Azzam Tamimi, "Niçin Eriha?", Nehir, Şubat 1994.
75 Ibid.
76 1967'den bu yana, Arap-İsrail sorununun en önemli boyutu, İsrail'in işgal altında tuttuğu topraklardır. Yahudi Devleti, Altı Gün Savaşı'nda işgal ettiği; Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri'nden çekilmemiş, aksine bu toprakları "yahudileştirerek" ilhak etme yoluna gitmiştir. "Yahudileştirme"nin yöntemi, işgal altındaki topraklara kurulan yahudi yerleşim birimleridir. Buralara; bu işi bir misyon olarak gören ve özellikle de Gush Emunim tarafından koordine edilen radikal yahudiler, yerleşim birimlerinin ekonomik imkanlarından yararlanmak isteyen İsrailliler ya da diasporadan İsrail'e dönüş yapan göçmenler yerleştirilmiştir. 1967'den bu yana işgal altındaki topraklara, Doğu Kudüs'le birlikte 250 bini aşkın yahudi konuşlandırıldı. Uluslararası hukukun temel kurallarına aykırı olan ve defalarca BM tarafından protesto edilen bu uygulama, muhtemel bir Arap-İsrail barışının önündeki en büyük engeldir. Eğer İsrail gerçekten barış istiyorsa, bunun tek inandırıcı göstergesi, işgal altındaki topraklarda yerleşim birimleri inşa etmeyi durdurması ve eskilerinden de çekilmesidir. Bu yapılmadığı takdirde, İsrail'in işgal ettiği toprakları "yahudileştirme" hedefinden caymadığı ve dolayısıyla da barış istemediği ortaya çıkmış olur.
77 Paul Findley, Palestine's Dismemberment", Washington Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1995.
78 Noam Chomsky, Milliyet, 1 Ekim 1993.
79 Paul Findley, "Palestine's Dismemberment", Washington Report on Middle East Affairs, Ocak/Şubat 1995.
80 Nur Batur, Milliyet, 2 Kasım 1994. 
81 Noam Chomsky, Milliyet, 1 Ekim 1993.
82 Daniel Amit, Tempo, 28 Aralık 1994.
83 Yaser Arafat'ın yahudi kökenli olduğuna dair çeşitli iddialar son dönemde gündeme geldi. 6 Ekim 1995 tarihli Yeni Şafak gazetesinin haberine göre, Suriye Savunma Bakanı Mustafa Tlass, FKÖ lideri Yaser Arafat'ın yahudi asıllı olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu ileri sürmüştü. Tlass, iktidardaki Baas Partisinin resmi yayın organında yayınlanan bir yazıda, "İsrail Başbakanı'nın Arafat'ın yahudi olduğuna dair sözlerini" hatırlatmış, "Suriye ordusunda görevli bir Filistinli subay olan ve şu an hayatta bulunmayan Yusuf Arabi'nin sürekli olarak Arafat'ın bir yahudi olduğunu ve geleceğin bunu ispat edeceğini bildiren sözlerinden" bahsetmişti. Bunların yanısıra, İsrail ile sürdürdüğü barış süreci boyunca Arafat'ın en önemli danışmanlarından biri olan Gabriel Banon'un da bir Fas yahudisi oluşu ilginçti.
84 Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince: The Complete Story of Israel's Intelligence Community, Boston: Houghton Mifflin Company, 1991, s. 276.
85 Victor Ostrovsky & Claire Hoy, By Way of Deception: An Insider's Devastating Expose of the Mossad, London: Arrow Books, 1991, ss. 122-123.
86 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception, ss. 278-282.
87 Ibid., ss. 56-57.
88 "Rabin Pisi Pisine Öldürüldü", Yeni Yüzyıl, 13 Kasım 1995.
89 "Rabin Suikastında Gizli Servis Parmağı", Hürriyet, 13 Kasım 1995.
90 "Shin Bet'in Garip Kayıtsızlığı", Yeni Yüzyıl, 19 Kasım 1995. 
91 "İsrail Şabak'ı Sorguya Çekti", Yeni Şafak, 12 Kasım 1995.
92 "Rabin Suikastında Gizli Servis Parmağı", Hürriyet, 13 Kasım 1995.
93 "İsrail Komplo Tezine Şiddetle Karşı Çıkıyor", Şalom, 29 Kasım 1995.
94 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception, s. 236.
95 "Rabin'in Katili Gizli Ajan Çıktı", Sabah, 20 Kasım 1995.
96 "Will Peace Survive?", Newsweek, 13 Kasım 1995.
97 "Rabin Gitti, Mesih Geliyor!", Yeni Şafak, 9 Kasım 1995.
98 İsrail'in FKÖ ile anlaşmasının ardından tüm Ortadoğu'da "barış" rüzgarları esmeye başladı. Ancak bu "barış" gerçekte yeni bir savaş için cephe oluşturmak amacını güdüyordu. İsrail, İslam'a karşı vermeyi düşündüğü mücadelesinde, Ortadoğu'daki tüm İslam-dışı unsurları yanına katmaya karar verdi. Bölgede müslümanlara karşı bir tür "kutsal-olmayan ittifak" kurulmaya başlandı. Bunun FKÖ'den sonraki ikinci örneği Ürdün Kralı Hüseyin'le yapılan barıştı. Dünya medyalarında "yarım asırdır süren düşmanlığın bitimi" gibi dramatik sözlerle tanıtılan İsrail-Ürdün anlaşması, Kral Hüseyin'in gerçek yüzünü tanıyanlar için hiç de dramatik değil, tam tersine komikti. Çünkü Kral Hüseyin zaten onyıllardır İsrail'in sadık bir dostuydu. İsrail'e çok hizmet etmişti: Defalarca İsrail aleyhtarı gelişmeleri Tel-Aviv'li dostlarına yetiştirmiş, hatta 1973'teki Mısır-Suriye saldırısını (Yom Kippur Savaşı) bir kaç gün öncesinden İsraillilere "gammazlamış"tı. Buna karşılık Mossad, meşruiyeti kendinden menkul kralı defalarca darbe ve suikastlerden korumuş, hatta Kral Hüseyin'e hediye olarak "bayan arkadaşlar" bile sağlanmıştı. (William Blum, The CIA; A Forgotten History: US Global Interventions Since World War II, 4.b., London: Zed Books, 1991, s. 224) Kudüslü efendileri çağırdığı takdirde İslam'a karşı İsrail'le işbirliği anlaşması imzalamak, bu garip kral için oldukça olağan bir görevdi.
Ancak Suriye'nin İsrail'le son dönemlerde ilginç bir yakınlaşma içine girmesi, kuşkusuz daha ilginç bir durumdu. Gerçi Hafız Esad da yıllardır bazı kanalları kullanarak İsraillilerle gizli görüşmeler yapıyordu. Örneğin, Ocak 1982'de Ariel Şaron ve yardımcısı Tamir, Cenevre'de Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad ile gizlice buluşmuştu. Bu gizli buluşmada, Lübnan'ı parçalamak ve FKÖ'yü güçsüz kılmak için bir İsrail-Suriye ortak planı yapılmıştı. (Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, s. 264)
Dolayısıyla Hafız Esad daha önceleri de İsrail'le "stratejik işbirliği"ne girebiliyordu. Ama yine de Körfez Savaşı sonrasına kadar şimdiki gibi açıktan açığa yürütülen bir yumuşama sözkonusu olamazdı. Ama olan oldu ve aynı anda hem ABD hem de İsrail Suriye'ye göz kırpmaya başladılar. Bill Clinton dünyanın şaşkın bakışları altında Şam'ı ziyaret etti. İsrail ve Suriye arasında bir barış anlaşması imzalanması oldukça yakın. 1993 yılından itibaren bu konuda İsrail ve Suriye arasında gizli görüşmeler sürüyor. Görüşmelerin yeri ise İstanbul... (The Jerusalem Report, 27 Ocak 1994)
Peki Bu İsrail-Suriye yakınlaşmasının altında ne yatmaktadır?.. Serdar Turgut, Hürriyet'in Washington muhabiri olduğu sıralarda yazdığı "ABD ve Suriye" başlıklı bir yazısında bu konuyu gayet iyi açıklıyordu. Yazıda geçen "ABD" kelimelerinin yerine "İsrail" kelimeleri koyarak da okuyabilirsiniz:
"ABD'nin Suriye'ye neden özel ilgi göstermeye başladığı sorusuna cevap bulabilmek için ilk önce Amerikan yönetiminin ikibinli yıllarda dünya düzeni üzerinde yaptığı hesaplar düşünülmelidir. Amerikan yönetimi, çok da uzakta olmayan bir gelecekte radikal İslami hareketin dünya ölçeğinde Batı ile çatışmasını tırmandıracağını tahmin ediyor...Bu nedenle özellikle Mısır, Türkiye, Cezayir gibi ülkelerde olanlar ve olacaklar Amerika tarafından yakın takibe alınmış durumda...İşte bu aşamada Suriye bir başka boyutuyla ABD'nin önüne çıkıyor. Arap dünyasına bir bakıldığında Suriye radikal İslami hareket tarafından sisteme karşı yöneltilen tehditi en az hisseden ülke durumunda. Tabii Irak'ı 'özel durumu' nedeniyle bir kenara bırakmak zorundayız. Radikal İslami tehdidin daha da tırmanması durumunda ABD'nin Irak ve hatta Saddam ile ilişkilerini tekrar olumlu yöne kaydırması da şaşırtıcı olmayacak. Ancak buna daha zaman var. Mısır'da büyük bir sistem krizi yaşanmaya başlamışken Suriye laik düzen konusunda büyük bir istikrar gösteriyor. Tabii ki bu istikrar hiçbir demokrat düşünceli insanın destek veremeyeceği bir dizi uygulama sonucunda elde edildi. Binlerce insan hapse atıldı. 1982 yılında Müslüman radikallerin ayaklanması, sistemli bir katliamla engellendi. Evet bunlar oldu. Ama şimdi ABD her zaman çok önem verdiği insan hakları, demokrasi gibi kavramları bir yana iterek terörist devlet Suriye ile resmi ilişkilerini düzenli hale getiriyor... ABD radikal İslami hareketin yükselmesinden ve özellikle bizim bölgemizde düzeni baştan aşağıya değiştirmeye başlaması olasılığından çok korkuyor. İşte bu nedenle de radikal İslama karşı durabildiği için Hafız Esad'ın suç dosyaları böylesine hızla rafa kaldırılmaya başlandı." (Serdar Turgut, Hürriyet, 28 Ekim 1994)
Evet Hama ve Humus kentlerindeki onbinlerce müslümanı 1982 yılında katleden Hafız Esad, bu icraatı ve onu izleyen baskı politikaları ile kendini Kudüs ve Washington'lı efendilerine ispatlamış bulunmaktadır. O da kısa sürede İslam'a karşı oluşturulan "kutsal-olmayan ittifak" içinde açıkça yerini alacaktır.
99 Mossad'a hakim olan "Mesihçi" kadro, İsrail ordusu üzerindeki gücünü de giderek artırıyor. Rabin suikastının ardından New York Times'da yer alan bir haberde şöyle deniyordu: "Son yıllarda İsrail Ordusu'nda son derece ilginç bir gelişme yaşanıyor... Orduda giderek muhafazakar dinci ve milliyetçi unsurlar ağırlık kazanmaya başlıyor. İsrail Ordusu'ndaki subayların yüzde 40'ı bu çizgide. Golan Birliklerinin üçte ikisi de aynı çizgiye bağlılar."
Aynı haberde, İsrail'in önde gelen silahlı kuvvetler tarihçilerinden Meir Pa'il şu yorumu yapıyordu: "Geleceği düşündükçe ciddi biçimde tedirgin oluyorum. Çok korkuyorum. Son derece tehlikeli sızmaların subaylar seviyesine kadar ulaşması orduyu zehirliyor. On yıl sonra, İsrail Ordusu'ndaki subayların yarısı bu muhafazakar kesimin eline geçerse, hükümetin Ortadoğu barışına yönelik pek çok kararı da etkilenebilecek. Bu grup, özellikle Batı Şeria'nın boşaltılması konusunda ciddi şekilde sorun yaratabilecek. Baş kaldırabilecek." (Zeynep Atikkan, Hürriyet, 30 Kasım 1995)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...