24 Şubat 2015

GÜL-HAÇLAR, TAPINAKÇILAR VE YİNE KABALACILAR



GÜL-HAÇLAR, TAPINAKÇILAR VE YİNE KABALACILAR
Gül-Haçlar, belki 1614 yılındaki manifestolarıyla arz-ı endam ettiler ama derneğin kuruluşu çok daha önceleri gerçekleşmişti. Konuyla ilgili kaynaklarda derneğin kurucusunun Christian Rosencreutz adlı bir Alman şövalyesi olduğu kabul edilir. Anlatıldığına göre Rosencreutz, doğuya geziler yapmış, burada bazı mistik akımların etkisinde kalmış ve böyle bir dernek kurmaya karar vermiştir. The Encyclopedia of the Occult, Rosencreutz'la ilgili olarak şunları anlatıyor:
Derneğin kurucusu olan Rosencreutz'un çok yüksek dereceli bir 'büyü üstadı' olduğu kabul edilir... Rosencreutz, ilk doğu gezisini 15 yaşında iken Kutsal Topraklar'a yaptı... Üç yıl sonra Fas'ın Fez kentine gitti ve oradaki mistiklerle bağlantıya geçti. Buradan İspanya'ya giderek benzer çevrelerle ilişki kurdu... Zamanla yanında kendisine bağlı olan yardımcılar toplanmaya başladı. Bu yardımcılar Gül-Haç Derneği'nin çekirdeğini oluşturdu.63
Görüldüğü üzere, Gül-Haçlar'ın kurucusu yoğun bir büyü eğitimi almıştı. Acaba kimlerden?... Gittiği yerlere baktığımızda üç önemli durak görüyoruz: Kutsal Topraklar (Filistin), Fez ve İspanya. İlginç olan bu üç yerin de o dönemdeki en büyük Kabala merkezleri olmasıdır.64


Gül-Haç derneği, aynı masonluk gibi Tapınakçı geleneğin devamı olarak kurulmuş bir gizli örgüttü. Örgütün Tapınakçı geleneğini koruması, Kabalacılarla Gül-Haçlar arasında gizli ilişkiler kuruluyordu.
Gül-Haçlar'la Kabalacılar arasındaki ilişkinin açığa çıktığı alanlardan biri de, Ortaçağ'ın sonlarından itibaren Avrupa'nın pek çok felsefecisini sarmış olan simya tutkusuydu. Simya, bir takım "metafizik güçleri kullanarak, fiziksel dünyayı etkileme", Kabala'nın temel işleviydi. Gerçi Kabalacılar, sahip oldukları kabul edilen bu gücü, asıl olarak Mesih Planı'nı gerçekleştirmek için kullanıyorlardı ama bu güç, elementlerin yapısını değiştirme, yani simya alanında da kullanılabilirdi. Bu nedenle Avrupa'yı saran simya çılgınlığı, asıl olarak Kabalacılar'ın denetiminde gerçekleşti. Çoğu simyaya merak saran Gül-Haçlar da, doğal olarak, Kabalacılar'ı "üstad" olarak kabul etme durumundaydılar. Yanda yer alan, Kabalacılarca Ortaçağ'ın sonunda yapılmış olan simya şeması, Gül-Haçlar'ı Kababalacılar'ın bu konudaki "ilmine" ikna eden formüllerden biriydi.
Acaba Gül-Haç'ın kurucusu büyü ilmini Kabalacılar'dan mı almıştı?... Öyle görünüyor. Nitekim Michael Howard'da The Occult Conspiracy adlı kitabında Rosencreutz'un Şam'da bulunduğu sıralarda bir grup Kabalacı'dan dersler aldığını yazıyor.65 Umberto Eco ise Gül-Haçlar'ın Kabalacılarla dirsek temasında olduklarını not ediyor:
Gül-Haçlar, 1623'te Paris'te ortaya çıkıyorlar. Haklarında yazılan yergilerden birinde Marais'te toplandıkları anlaşılıyor... Paris'i bilmiyor musunuz? Marais, Tapınak'ın bulunduğu kesimdir ama rastlantı bu ya, Yahudi gettosunun da bulunduğu kesimdir burası. (Gül-Haçlarla ilgili olarak yazılan) Yergilerde, Gül-Haçlar'ın, İspanyol Kabalacıları ile ilişki içinde oldukları da belirtiliyor.66
Görünen o ki, Gül-Haçlar da, aynı Tapınakçılar gibi Kabala'nın güçle-rinden etkilenmiş ve "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) olmuşlardı. Protestanlıktan Aydınlanmaya uzanan sürecin ardında büyük bir Yahudi etkisi olduğuna değinmiştik. Dolayısıyla bu sürecin içinde Kabala'dan etkilenmiş olan Gül-Haçlar'ın bulunması ise yadırganmaması gereken bir gelişme.
Bu bilgilerin üzerine, akla "Gül-Haçlar'la Tapınakçılar'ın ne gibi bir ilişkisi vardı?" sorusu gelebilir. Aslında bu sorunun, konuyu inceleyen kaynaklarca çoğunluğu tarafından verilen açık bir cevabı vardır: Gül-Haçlar, Tapınakçılar'ın devamıdır. Kilise ve krallar tarafından yasaklanan Tapınakçılar'ın legal hale gelme çabası içinde olduklarına üstte değinmiştik. Gül-Haçlar, aslında Tapınakçılar'ın bu çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkan bir dernekti. Derneğin kendi içinde güçlü bir yapı oluşturduktan sonra mesajını tüm Avrupa önde gelenlerine duyurması ise Tapınakçılar'ın kurulu düzeni değiştirme hedeflerinin bir parçası olsa gerek.
Umberto Eco, Gül-Haçlar'ın Tapınakçılar'ın devamı olduğu görüşünü doğrular. Önceki sayfalarda Foucault Sarkacı'ndan yaptığımız alıntıda, Tapınakçılar'ın üslendiği kale olan Tomar'ı anlatırken, kalede yanyana duran gül ve haç sembollerine dikkat çekmiş ve Gül-Haçlar kurulmadan çok daha önce bir Tapınakçı kalesinde yer alan bu işaretlerin, Gül-Haç sembolünün Tapınakçılara ait olduğunu gösterdiğini vurgulamıştı. Eco, Tapınakçılar'ın Gül-Haçlar'a nasıl dönüştüğünü de şöyle açıklar: Avrupa'nın farklı ülkelerine dağılmış olan Tapınakçılar, birbirleriyle ilişki kurmakta zorlanırlar. Belirli zamanlarda tüm Avrupa ülkelerindeki Tapınakçı biraderlerin yaptıkları gizli toplantılarında aksaklıklar olur. Bunun üzerine birbirlerine kolay ulaşabilmek için Gül-Haçlar'ı kurmaya karar verirler.
John Dee, 16. yüzyılın son çeyreğinde İngiliz Tapınakçılarının büyük üstadı oldu. Kabala konusunda büyük bir uzmandı. Gizemli yeteneklerine Kraliçe Elizabeth'i de inandırmış ve bu sayede Kraliçe müneccimi olmuştu. Söylendiğine göre, Elizabeth sık sık devlet meselelerinde görüş almak için Dee'yi ziyaret ederdi. Dee, İngiltere'nin emperyal bir güç olmasını istiyordu ve bu konuda Kraliçe'ye etkili telkinlerde bulundu. Bu noktadan hareketle, İngiliz emperyalizminin önde gelen mimarlarından birinin Tapınakçılar'ın büyük üstadı Kabalacı John Dee olduğu söylenebilir. Dee'nin bir başka özelliği ise, İngiliz Gizli Servisi'nin kurucusu olan Sir Francis Walsingham ile çok samimi olmasıydı. Bir iddiaya göre, Walsingham Dee'nin (Tapınakçı) müridlerinden biriydi.
Eco'nun Foucault Sarkacı'nda bununla ilgili olarak yazdığı bir de ilginç olay vardır. Eco, İngiltere'deki Tapınakçılar'ın büyük üstadlığını yapan ve "büyücü, Kabalacı ve İngiltere kraliçesinin müneccimi" olan John Dee'den söz eder.67 Anlattığına göre, Kabalacı John Dee'nin büyük üstadlığını yaptığı İngiliz Tapınakçıları'yla, Fransız Tapınakçıları arasında 1584 yılında yapılması gereken gizli buluşma bir takvim karışıklığı nedeniyle gerçekleşmez. Bunun üzerine John Dee, Prag'daki Kabalacı hahamlardan yardım istemeye gider. Olayın devamını, Eco'nun roman üslubunda verdiği bilgilerden öğreniyoruz:
Prag'da Dee ile birlikteydim. Yahudi mezarlığı yakınlarında daracık, pis kokulu geçitler boyunca yürüyorduk... Tam o anda gölgelerin içinden yaşlı bir rabbi (haham) belirdi. 'Siz doktor Dee olmalısınız' dedi. 'Herkes burada' diye yanıtladı Dee, 'Rabbi Alevi sizi görmek ne güzel'... Sonra Alevi gecenin içinde uzaklaştı, aralarında hiç sesli harf bulunmayan belirsiz sessiz harfler mırıldanarak. Ah, Dil, Şeytanca, Kutsal Dil! ... Adımlarımızı sıklaştırdık; az ışıklandırılmış, uğursuz, Semitik bir ara sokakta, yıkık dökük bir evin kapısına vardık. Kapıyı tıklattık; sanki bir büyüyle açıldı. Yedi kollu şamdanlar, kabartma tetragramlar, ışık demeti biçiminde Davud yıldızlarıyla (siyon yıldızları) süslenmiş geniş bir salona girdik... Tavandan mumyalanmış kocaman bir timsah sarkıyor, akşam yelinde, bir ya da birçok meşale belki de hiç meşale yoktu usul usul sallanıyordu. Dipte, altında küçük bir tapınağın durduğu bir çeşit tente ya da sayvanın önünde, yaşlı bir adam diz çökmüş, aralıksız, sövercesine Tanrı (Yehova)nın yetmiş iki adını mırıldanarak yakarıyordu. Birden, bir Nous çalkantısıyla aydınlanmış gibi onun Heinrich Khunrath olduğunu anladım. 'Konuya gelin Dee' dedi, arkasına dönüp, yakarışını yarıda keserek, 'Ne istiyorsunuz?' Doldurulmuş bir armadilloya, yaşı olmayan bir iguanaya benziyordu. 'Khunrath' dedi Dee, '(Tapınakçıların arasındaki) üçüncü buluşma gerçekleşmedi.' Khunrath korkunç bir lanet savurdu: 'Lapis Exilis! Şimdi ne olacak?' 'Khunrath' dedi Dee, 'bir olta atıp Alman Tapınakçı grubuyla temasa geçirebilirsiniz beni.' ...'Üstadım' dedi Khunrath, diz çöküp Doktor Dee'nin kemikli, neredeyse saydam elini öperek. 'Üstadım, dediğini yapacağım. Sen de istediğini elde edeceksin. Şu sözcükleri unutma: Gül ve Haç. Onlardan söz edildiğini işiteceksin... Yıllar sonra, Gül-Haç çılgınlığı Almanya'yı baştan başa sarınca, ayrımına vardık bunun.68
Eco, bu pasajda, Gül-Haçlar'ın Tapınakçılar ve Kabalacılar'ın ortak bir buluşu olduğunu anlatmaktadır. Buna göre, Prag'ın Yahudi mahallesindeki Kabalacı haham Khunrath, İngiliz "meslektaş"ı ve Tapınakçılar'ın üstadı John Dee'ye Gül-Haç derneğinin yakında ortaya çıkacağını haber vermektedir. Görüldüğü gibi Gül-Haç, Kıta Avrupa'sındaki Tapınakçılar tarafından geliştirilmiştir. İngiltere'deki Tapınakçılar, az önce incelediğimiz gibi masonluğu kurarken, Kıta Avrupası'ndaki biraderler de varlıklarını ve faaliyetlerini sürdürmek için bu tür bir oluşuma ihtiyaç duymuş olmalılar...
Gül-Haçlar ve Masonlar
Olayın bir başka dikkat çekici yönü de, her ikisi de Tapınakçı geleneğin devamı olan masonluk ve Gül-Haç örgütleri arasında çok yakın bir ilişki olmasıdır. Bu ilişkinin en basit göstergelerinden biri, İskoç ritinin 18. derecesinin "Gül-Haç Şövalyesi" olması gösterilebilir. Bunun yanısıra, Gül-Haçlar'la masonlar arasındaki organik bağlantı, konuyla ilgili pek çok uzman tarafından vurgulanmıştır. 1804 yılında J. G. Buhle tarafından yazılan Historico-Critical Inquiry into the Origin of the Rosicrucians and the Free-Masons (Gül-Haçlar'ın ve Masonların Kökeni Hakkında Tarihsel Kritik) adlı kitapta, şöyle denir: "Masonluk, 1633'ten 1646'ya dek süren Gül-Haç çılgınlığı sırasında Gül-Haçlar'la aynı kaynağa bağlı olarak ortaya çıkmaya başladı. Her iki klübün de amacı, Kabalist anlamda büyü ile ilgilenmek ve buna bağlı olana 'hikmet'i aramaktı. Ve her iki klüp de gizlilik prensibi içinde çalışıyordu."
Gül-Haç ve mason örgütlerinin ilişkisi, Gül-Haçlar'la ilgili olarak yazılmış olan The Rosicrucian Seer (Gül-Haç Peygamberi) adlı kitapta aktarılan ilginç bir pasajda da vurgulanıyor. Sözkonusu kitap, İngiliz masonluğunun 19. yüzyıldaki ünlü isimlerinden Frederick Hockley'in çeşitli yazılarının derlenmesinden oluşuyor. Hockley aynı zamanda bir Gül-Haç üyesi. Kitapta, İngiltere'deki özel bir mason locasına (loca özel, çünkü büyü ve okültizm üzerine yoğunlaşmış) üye olmak isteyen biriyle, Hockley arasındaki bir diyalog aktarılıyor. Hockley, birader adayına, bu özel locaya kaydolmadan önce, Gül-Haç derneğinin eğitiminden geçmesinin şart olduğunu söylüyor ve bu dernekle ilgili de bazı ilginç bilgiler veriyor:
- Sizin, Büyük Üstadları Kudüs'te bulunan o gizli derneğe üye olmadan önce, bu mason locasına üye olmanıza kesinlikle karşıyım!...
- Neden?
- Çünkü (yeterince hazır olmadan) size büyük zarar da verebilecek olan bir locaya katılmanız yanlış olur.
- Peki o sözünü ettiğiniz gizli örgüt hangisidir?
- Gül-Haç'ın takipçileri...
- Neredeler peki bunlar?
- Örgütün merkezi Fransa'dadır. Ve oraya gitmeden ve biraderlerden biriyle tanışmadan, onlara ulaşmanız mümkün değildir. Unutmayın, Fransız İmparatoru Napolyon da o derneğin üyesiydi.
- Amaçları nedir? Ne yaparlar?
- Okültizmle ilgilenirler ve görünmez güçlere ulaşmaya çalışırlar. Büyükler (üstadlar) kimi zaman Kudüs'e giderler.
- Nerede buluşuyorlar?
- Görünmez bir yerden aldıkları emirlere göre hareket ederler ve buna göre birleşirler. Maddi yönden de çok güçlüdürler. Jean Jacques Rousseau, derneğin üyelerinden ve başta gelen destekçilerindendi...69
Pasajda verilen bilgililer ilginçtir. Öncelikle Gül-Haç derneğinin "Büyük"lerinin, yani üstadlarının Kudüs'e gittiği bildirilmektedir. Neden, sorusunu sorduğumuzda akla ilk gelen şey, o dönem Kabala'nın merkezinin Kudüs'te ve onun biraz kuzeyindeki Safed kentinde oluşudur. Bu, üstadların Kudüs'e giderek, ilmin asıl kaynağıyla, yani Kabalacılar'la ilişki kurduğunu düşündürmektedir.
İkinci bilgi ise derneğin iki ilginç üyesidir: Napolyon ve Jean Jacques Rousseau... Bu iki büyük isim, ilerdeki sayfalarda yeniden değineceğimiz gibi aynı zamanda da masondurlar. Bu çifte üyelik, mason ve Gül-Haç örgütlerinin arasındaki yakın ilişkinin de bir başka göstergesidir. Zaten 17 ve 18. yüzyıl masonlarının en önemlileri aynı zamanda Gül-Haç'tır. Dönemin diğer Gül-Haç üyeleri arasında; Rene Descartes, G. W. Leibnitz (*), John Locke, Robert Fludd gibi deist ya da Baron d'Holbach Baruch Spinoza gibi ateist düşünürler; Isaac Newton, Robert Boyle, J. B. von Helmont gibi bilim adamları; Kilise tarafından kafir olduğu gerekçesiyle idam edilen Giordana Bruno gibi Rönesansçılar; Tomasso Campanella (*) gibi edebiyatçılar sayılabilir. Bu, hem Gül-Haç hem de mason olan isimlerin kuşkusuz en önemlilerinden biri de, düşünce tarihinde oldukça önemli bir yer tutan ve sonradan anlaşıldığına göre, büyük olasılıkla Shakespeare'in eserlerinin gerçek yazarı olan Francis Bacon'dır.
Büyük Üstad Francis Bacon, Yeni Atlantis
ve 'Pozitif Bilim'in Mesih Planı'na Dahil Oluşu
"Tanrı seni esen kılsın, oğul. Sahip olduğum
en değerli mücevheri sana vereceğim.
Solomon'un Evi'nin gerçek durumunu
anlatacağım sana."
Francis Bacon'ın Yeni Atlantis'inden
Okültizm, masonluk ve Kabala konularıyla ilgili kitaplarda üzerinde en çok durulan kişilerden biri Francis Bacon'dır. Çünkü ünlü İngiliz düşünürü, Tapınakçı gelenek içinde çok büyük önemi olan bir kişidir: Bacon, İngiliz Tapınakçıları'nın büyük üstadıdır. Umberto Eco, Bacon'ın az önce Praglı Kabalacılar'a yaptığı ziyaretinden söz ettiğimiz Kabalacı John Dee'den sonra, İngiliz Tapınakçıları'nın büyük üstadı olduğunu şöyle bildirir:
... Dee 1608'de ölüyor. Ama kaygılanmak için bir neden yok, çünkü Londra'da bir başkası işe koyulmuştur: bir Gül-Haç olduğunu, Yeni Atlantis'te Gül-Haçlar'dan söz ettiğini artık herkesin oybirliğiyle kabul ettiği biri. Sir Francis Bacon... Bacon'ın, artık Dee'nin ardılı olarak, İngiliz Tapınakçı grubunun büyük üstadı olduğu açıktır...70
Bacon, doğal olarak, Gül-Haç ve masondur da. Türk masonlarının üyelerine mahsus olarak yayınladığı Mimar Sinan, Mason Dergisi gibi yayınlarda da sık sık Bacon'dan yapılmış alıntılar göze çarpar. Bu nedenle Francis Bacon'ın düşüncelerini ve yaptıklarını inceleyerek, Tapınakçılar ve Tapınakçılar'la Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak'ın hedeflerini daha iyi anlayabiliriz. Büyük Üstad'ın düşündükleri ve yaptıkları, kuşkusuz İttifak'ın hedefleriyle yani en başta Mesih Planı'yla ilgili olmalıdır.
Peki nedir Bacon'ın üstadlarından biri olduğu İttifak'ın hedeflerine ve Mesih Planı'na olan katkısı?... Bacon'ın felsefe tarihi açısından taşıdığı öneme baktığımızda, ünlü düşünürün en önemli yanının "bilim" ve "deneysel bilgi" kuramına yaptığı katkı olduğunu görürüz. Buna göre Bacon, Ortaçağ Avrupası'ndaki bilim anlayışının değiştirilip, yerine pozitif bilim dediğimiz şeyin konmasında büyük bir dönüm noktasıdır.
Ortaçağ'da bilimin amacı, Allah'ın yarattıklarını tanımak ve O'nun Kutsal Kitabında bildirdiği gerçekleri dış dünyada görebilmekti. Katolik öğretisine göre, Allah'ın yarattığı ve içindekilerin de O'na ait olduğu bir dünya vardı ve insan bu dünya içinde O'na kul olmakla sorumluydu. Bilgi edinme çabasının, yani bilimin amacı da bu ilahi düzeni keşfetme ve Yaratıcı'nın bilgisini kavramak olmalıydı. Bacon ise insanın kul olma vasfını göz ardı eden ve asıl işinin dünyayı kendi için kullanmak, yani sömürmek olduğunu açıkça öne süren ilk kişi oldu. Ona göre, bilimin amacı doğadan başlayarak varlığa hükmetmek, onu insanın tam denetimi altına almak ve azami derecede sömürmekti. Bu nedenle doğayı bir ava benzetmiş ve insana hizmet etmeye mecbur bir mahkum olarak tanımlamıştı. Hatta doğanın sırlarının çekilip alınması için ona işkence yapılması gerektiğinden de söz etmişti. Bu düşünceler, pozitivist düşüncenin ve Batı yayılmacılığının ilk tohumlarıdır.
Böylece Bacon, Katolik Avrupa düzenini yıkacak ve yerine İttifak'ın denetimindeki Yeni Seküler Düzen'i (Novus Ordo Seclorum) kuracak olan pozitif bilimin öncülüğünü yapmış oluyordu. Bu, Büyük Üstad'ın düşünce ve eylemlerinin Mesih Planı'yla ne gibi bir ilişkisi olabileceğini gösterir. Ancak Bacon'un düşüncelerinin, Katolik Avrupa düzenini yıkmak gibi genel bir hedefin ötesinde, bir de özel bir hedefi vardı. Daha gizli ve gerçekte daha önemli olan bu hedef, Büyük Üstad'ın yazdığı Yeni Atlantis adlı ünlü kitabında verdiği bazı örtülü mesajlarından anlaşılmaktadır.
Yeni Atlantis, tam bir yeryüzü cenneti modeli sunar. Bacon, bu ütopik hikayesinde Bensalem (Yeni Kudüs anlamına gelir) adlı hayali bir adada yaşayan hayali insanların öyküsünü anlatır. En belirgin özellik, adanın tam bir bilim cenneti olmasıdır; çok sayıda bilimsel icad vardır ve bunlar sayesinde de ada sakinleri olağanüstü güçler elde etmişlerdir. Adadaki tüm bu bilimsel çalışmaları denetleyen bir de "bilim evi" vardır: Solomon's House (Süleyman'ın Evi)!... Burada deneyler yapılır, "evrenin yasaları" keşfedilir, yeni makinalar üretilir. Öykünün içinde, Bensalemli birisi, Ev'in isminin nereden kaynaklandığını şöyle açıklar: "Biliyorsun, Solomon İbranilerin büyük kralının adıdır."
Yani, Bacon'ın ütopyasında ülkenin en güçlü kurumu olarak tanıtılan Solomon'un Evi, Süleyman Tapınağı'ndan yapılmış bir uyarlamadır!...
Bacon, romanında ilginç mesajlar vermeyi sürdürür. Bensalem adasında yaşayan Yahudilerden söz eder. Bu Yahudiler, son derece mutlu ve görkemli bir hayat sürdürmektedirler. Öykünün içinde bu hayali Yahudi cemaatinden Joabin adlı bir tüccarla konuşan Bacon, ondan Yahudilerin "Rabbe çok sayıda adak adadıklarını" öğrenir. Amerikalı tarihçi Robinson'a göre, Joabin ismi, Tevrat'ta bildirildiğine göre Süleyman Tapınağı'nın girişinde yer alan Jakin ve Boaz sütunlarının isimlerinin bir karışımıdır.71 Jakin ve Boaz sütunları, bilindiği gibi mason localarının girişinde de yer alır ve masonluğun önemli bir sembolünü oluştururlar.
Acaba Bacon tüm bunlarla ne söylemek istemektedir? Süleyman Tapınağı'nı bir "bilim evi" olarak göstermekle neyi ima etmektedir? Süleyman Tapınağı, önceki sayfalarda vurguladığımız gibi Yahudiler ve Tapınakçı/mason gelenek tarafından Hz. Süleyman'ın sahip olduğu bazı olağanüstü güçlerin (rüzgarları kontrol etme, vb.) kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu inanışa göre, Tapınak'ın yeniden inşası, bu güçlerin yeniden Mesih elinde dirilmesine ve Yahudi egemenliğinde bir dünya kurulmasına neden olacaktır. Süleyman Tapınağı, Yahudi egemenliğinin ve Yahudilerin "müttefik"lerinin bu egemenlikten alacakları payın sembolüdür.
Bacon'ın neden bu egemenliğin kaynağı olarak kabul edilen Süleyman Tapınağı'nı ısrarla vurguladığı, Yeni Atlantis'teki Süleyman Evi'nin özelliklerine biraz daha yakından bakıldığında anlaşılmaktadır. Öykünün bir yerinde, Süleyman Evi'nin yöneticilerinden biri şöyle der: "Kurumumuzun amacı, olguların nedenlerinin ve nesnelerin gizli hareketlerinin bilinmesi, insanoğlunun egemenliğinin sınırlarının genişletilmesi, mümkün olan her şeyin gerçekleştirilmesidir." Kısacası, Süleyman Evi'nin işlevi, bu evi yönetenlere "egemenlik" verecek güçler sağlamasıdır. Bu güçlerin özellikle bir tanesi ise oldukça anlamlıdır. Süleyman Evi'nin yöneticisi, bunu şöyle açıklar: "... Rüzgarları yönlendiren ve gücünü artıran aygıtlarımız da var."
İşte bu çok ilginçtir, çünkü önceki sayfalarda da değindiğimiz üzere, "rüzgarları yönlendirmek", Hz. Süleyman'a Allah tarafından verilmiş olağanüstü bir güçtür. Sad Suresi'nin 36. ayetinde, rüzgarın, Hz. Süleyman'ın "buyruğuna verildiği" bildirilir. Yahudiler ise Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi bu konuda "şeytanların uydurduklarına uymuş" ve Hz. Süleyman'ın bunların benzeri olağanüstü güçleri "büyü" yoluyla elde ettiğine inanmışlardır. Kabalacılar da bu sözkonusu "büyü" yöntemi üzerine yoğunlaşmış ve Yahudi egemenliğini sağlamanın bu yoldan geçtiğini kabul etmişlerdir.
Ve Tapınakçılar'ın Büyük Üstadı, Kabalacı Francis Bacon, "rüzgarı kontrol" etmek için bir "bilim evi" kurulabileceğini işaret etmektedir!...
Bunların bize gösterdiği sonuç ise şudur: Büyük Üstad Francis Bacon, Süleyman Evi ile sembolize ettiği bilimi, Mesih Planı'na giden yolda bir güç kaynağı olarak görmüştür. Bilim, Yahudi önde gelenleri (Kabalacılar) ve Tapınakçılar arasındaki İttifak'ın dünya egemenliği planına yardımcı olacak, onlara Hz. Süleyman'ın sözde büyü ile elde ettiği güçleri yeniden verecektir. Böylece bilim, Allah'ın yaratışını tanımak ve O'nun kullarına daha iyi imkanlar sunmak için kullanılan bir araç değil, İttifak'a güç sağlaması için kullanılan bir araç olarak tasarlanmaktadır. Nitekim Bacon, Süleyman Evi'nden söz ederken, bu kurumun sahip olduğu bilgilerin tümünün topluma verilmediğini de vurgular. Hatta Süleyman Evi'nin yöneticileri, elde ettikleri bilgiyi gerektiğinde ülkenin yöneticilerine bile vermeyecek denli güçlü ve özerktirler. Bu, bilimin totaliter bir biçimde kullanılması, belirli güçlerin elindeki bir denetim mekanizması olarak çalıştırılması anlamına gelir. Bilimi kendi hedefleri için kullanacak olan -ki bunun için bilim sayesinde sekülerizmi yerleştirmeleri ve korumaları bile yeterlidir- bu güçler, elbette İttifak'ın iki kanadıdır: Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı (mason)lar...

Pozitivist bilim anlayışını geliştiren ve bu nedenle de Aydınlanma çağının öncüsü kabul edilen Francis Bacon, Tapınakçılar'ın ve doğal olarak da mason ve Gül-Haç örgütlerinin büyük üstadıydı. Ve bu nedenledir ki Bacon, yazdığı Yeni Atlantis isimlü ünlü ütopyasında Süleyman Tapınağı'nın bilim yoluyla yeniden elde edileceğini umduğu önemli güçlerinden söz etmekteydi. Bir de, Bacon, Tapınakçılar'ın geleneksel sapıklığını sürdüren tescilli bir homoseksüeldi.
Üstteki bilgilerden anlıyoruz ki, Francis Bacon, Mesih Planı'nın önemli bir teorisyeniydi. Yahudi-Tapınakçı egemenliğinde bir dünya kurulması için neler yapılması gerektiğini ince ince düşünmüş ve bu konuda biraderlerine yol göstermişti. Bacon'un bilim dışında ikinci bir konudaki faaliyetlerine baktığımızda da bunu görebiliyoruz. Bu konu, Yeni Dünya'nın kolonileştirilmesiydi. Büyük Üstad, İngiltere Kralı'nın şansölyesiydi ve Kral üzerindeki nüfuzunu en çok Kuzey Amerika'nın kolonileştirilmesini teşvik için kullanmıştı. Yeni Dünya'nın Mesih Planı'ndaki büyük rolünü önceki bölümde incelemiştik. Bacon, Kabalacı biraderi Kolomb tarafından başlatılmış olan misyonun sürmesine ve Yeni Dünya'nın İttifak'ın egemenliğinde kalmasına çalıştı. Kral'a yaptığı bir konuşmada, "Majestelerinin Virginia ve Summerlands'de inşa ettirdiği kolonilerin, Gökyüzü Krallığının bir parçası olduğunu, bazen bir tohumun büyük bir ağaç oluşturduğunu" söylemişti. Parlamentodaki bir konuşmasında ise daha da açık sözlüydü; "Amerikan topraklarında yakında 'Süleyman'ın Evi'nin inşa edileceğini" söylemişti.72 Virginia'daki İngiliz kolonisinin liderleri arasında, Bacon'ın akrabaları ve arkadaşları çoğunluktaydı ve bunların hepsi de birer Gül-Haç üyesiydi.73 Zaten o sırada Amerika yoğun bir Püriten akımına sahne oluyordu ve Püritenler, önceki bölümde incelediğimiz gibi, birer "yapay Yahudi"den başka bir şey değildiler. Dolayısıyla her ikisi de Yahudilikle yakından ilgili olan Püritenlik ve masonluk rahatlıkla bütünleşebilirdi. Öyle de oldu. İngiliz tarihçi Michael Howard, Amerika'yı kuran Püritenlerin "Gül-Haç kaynaklarından gelen prensiplere bağlandıklarını" yazıyor.74 Amerika'daki sözkonusu Püriten-mason geleneği hızla gelişti ve ABD, az sonra inceleyeceğimiz gibi, "dünyanın ilk masonik cumhuriyeti" olarak tarihte yerini aldı. Bacon'ın attığı tohum ağaç olmuştu.
Tüm bu bilgilerin yanında Bacon'la ilgili bir nokta daha vardı ki, bizlere ilginç bir ipucu vermektedir: Francis Bacon bir homoseksüeldi!... Thomas Cowan, Eşcinsel Dahiler adlı kitabında Bacon'a sayfalar ayırıyor ve Büyük Üstad'ın "efemine gençleri" ve uşaklarını kendisine yatak arkadaşı edindiğini anlatıyor. Hatırlarsak, homoseksüellik Tapınakçılar'ın önemli özelliklerinden biriydi. 1310'ların başında yapılan mahkemelerde çoğu bu sapıklığın, örgütlerinin bir özelliği olduğunu itiraf etmişlerdi. Şimdi, Tapınakçılar'ın 1600'lerde yaşamış Büyük Üstadı'nın da homoseksüel çıkmasını nasıl yorumlamalıyız? Acaba, Tapınakçı-Gül-Haç-mason evrimi içinde Tapınakçı geleneğin hiçbir özelliği kaybolmamış mıdır?...
Kitabın ilerleyen sayfalarında, yeri geldiğinde, bu ilginç konuya yeniden değineceğiz...
Bacon'ın Yolunu İzleyen Biraderler
ve 'Bilim Evi' Royal Society
Bacon'ın yazdıkları bir ütopya değil, gerçekte bir plandı. Büyük Üstad, Yeni Atlantis'te yazdıklarıyla, biraderlerine, İttifak'ın gücünü egemenlik boyutuna çıkarmaları için ne yapmaları gerektiğini gösteriyordu. Bilim, her türlü dini özellikten arındırılmalı, İttifak'ın egemenliği için kullanılacak, İttifak'a Hz. Süleyman'ın sahip olduğu gibi olağanüstü güçler kazandıracak bir aygıt haline getirilmeliydi. Bu iş için de Bensalem adasındaki Süleyman Evi gibi bir kurum oluşturulmalıydı.
Bacon'ın bu mesajları, onu izleyen biraderleri tarafından doğru algılandı. Bilim evi "Solomon's House", Yeni Atlantis'in yayınlanmasından 19 yıl sonra, 1645'de "Invisible College" (Görünmez Okul) adıyla ilk toplantılarına başladı. Topluluk, pozitif bilimin gelişmesi için can atan soylu ve entellektüellerin biraraya gelmesiyle oluşmuştu. Ve Invisible College üyelerinin çok önemli bir ortak özelliği vardı: Hepsi istisnasız masondu.75

Positivist-materyalist düşüncenin öncüsü olan Royal Society'nin ünlü üyeleri: Christopher Wren, Robert Boyle ve John Locke, ortak özellikleri, hepsinin istisnasız mason oluşu...
Invisible College, bir süre sonra daha resmi bir yapıya kavuşarak, Protestan Kral II. Charles'ın himayesi altında, 1662 yılında Royal Society ya da uzun adıyla The Royal Society of London for The Improvement of Natural Knowledge (Doğal Bilginin Geliştirilmesi İçin Londra Kraliyet Derneği) adını aldı. Isaac Newton, derneğe 1671'de kabul edildi, 1703'te de başkan seçildi ve 1727'deki ölümüne kadar derneğin başkanlığını yürüttü. Newton'ın yanısıra, Christopher Wren, Robert Boyle ve John Locke gibi ünlü isimler de derneğe katıldılar.
Bu isimler de açık bir biçimde masondular. Örneğin, liberalizmin babası sayılan John Locke'ın Güney Carolina'daki koloni için hazırladığı anayasanın da masonik ilkeleri ön plana çıkardığı kabul edilir.76 Zaten daha sonra Güney Carolina, ABD'de mason örgütlenmesinin ilk büyük kalesi olacaktır. John Locke'ı bu konuda teşvik eden hamisi ise, ünlü bir deist olan Shaftesbury kontu Ashley Cooper'dır. Cooper'ın da önemli bir özelliği vardır; masondur.77
Newton'un mekanik evren anlayışını temel alan Royal Society, 18. yüzyıl rasyonalizminin ve 19. yüzyıl pozitivizminin en önemli kalelerinden biri, dolayısıyla da din-dışı düşüncenin öncüsü oldu. Dernek, Evrim teorisine de büyük bir heyecanla sahip çıktı. Öyle ki, Royal Society'nin beğendiği bilimadamlarına iki yılda bir verdiği en büyük ödülü, Evrim teorisinin babası Charles Darwin'in adına düzenlenmiş "Darwin Madalyası"dır.
Böylece, Avrupa'nın dinden koparılmasındaki en büyük etken olan Aydınlanma'nın İngiltere kısmı, Francis Bacon ve onu izleyen biraderleri tarafından gerçekleştirildi. Alman ve Fransız Aydınlanmaları da, yine aynı şekilde Gül-Haç ya da mason localarında gelişecekti.
Ve bu arada Bacon'la birlikte "pozitif bilim" artık Mesih Planı'na dahil olmuştu. Ancak, az önce de dediğimiz gibi bu bilim türü, İttifak'ın totaliter amaçları için var edilmişti. Bilim, İttifak'ın doğru olduğuna karar verdiği şeyleri doğru göstermek için kullanılıyordu, gerçek doğruları bulmak için değil. Yeni bir paradigma kabul edilmişti: Bilimin bulduğu her "doğru" dinle çatışmalıdır ve bilimin amacı da dini yalanlamak, dini otoriteyi zayıflatmak olmalıdır. Katolik Avrupa düzeni'nin yıkılıp yerine İttifak'ın icad ettiği Yeni Seküler Düzen'in (Novus Ordo Seclorum) konmasında, bu paradigma kuşkusuz çok işe yaradı. Bu bilim türü, kurulmakta olan Yeni Seküler Düzen'in bir parçasıydı. İttifak, yeni bir dünya, din-dışı bir dünya kuruyordu. Bu yeni dünyanın tüm ahlaki değerleri, siyasi sistemi, tarih, psikoloji, sosyoloji gibi toplumsal bilimleri de hedefe uygun olarak şekillendiriliyordu. Bilim de işte bu şekilde şekillendirildi; adına "pozitif bilim" dendi ve eskiden beri dine ait olan "yol gösterici"lik misyonunu üstlendi. (Oysa bilimin "yol gösterici"lik özelliği yoktur; siz istediğiniz şekilde bilime yön verirsiniz. Kabul ettiğiniz paradigmaya göre bir bilim üretir ve bu bilim yoluyla da, bazen bir takım sahtekarlıkları da devreye sokarak, o paradigmayı sözde ispatlarsınız.)
Ve bu yeni bilim türünün kurucularının gizli bir yüzü vardı. Bu kişiler, her ne kadar her türlü metafizik kavramı reddeden bir bilim kuramı geliştirmişlerse de, kendileri metafiziğin içinde yaşıyorlardı. Birer Tapınakçı (mason) ve dolayısıyla da Kabala tutkunuydular çünkü. Gizli gizli buluştukları Kabalacılar'dan İbrani öğretisinin sırlarını öğreniyorlardı. Umberto Eco, pozitif bilimin kurucularıyla Kabala'nın büyülü dünyası arasındaki bu ilginç ilişkiye, Foucault Sarkacı'nda romanın temel kahramanının ağzından değinir:
Büyü dünyasını, bugün olgular dünyası dediğimiz dünyadan ayırmak gittikçe daha güç oluyordu benim için. Okulda, matematik ve fiziği aydınlattıklarını öğrendiğim kişiler, boşinanların (batıl inançların) karanlığında yeniden karşıma çıkıyorlardı. Onların bir ayakları Kabala'da, bir ayakları laboratuvarda çalıştıklarını keşfediyordum... Ardından, olgucu fizikçilerin, üniversiteden çıkar çıkmaz medyum seanslarına, yıldızbilim çevrelerine nasıl bulaştıklarını, Newton'un evrensel çekim yasalarına, gizli güçlerin var olduğuna inandığı için onun, Gül-Haç evrenbilimi alanındaki araştırmalarını anımsıyordum ulaştığını anlatan kuşku götürmez metinlere rastlıyordum. Bilimsel kuşkuyu ilke edinmiştim ama bana kuşku duymayı öğretmiş olan hocalarıma bile güven duymaz olmuştum şimdi.78
Evet, pozitif bilim ile büyü (Kabala) birbiriyle uyum içindedir. Çünkü her ikisi de her ne kadar şekil yönünden farklı olsalar da aynı mantığa dayanmaktadırlar: İnsan, Allah'ın kendisine vereceği bir ilimle değil de, kendi başına "keşfedeceği" bir bilgiyle evrenin sırlarını çözecektir. Bu nedenle hem büyü, hem de pozitif bilim sekülerdir, din-dışıdır. İlhan Kutluer de, Modern Bilimin Arkaplanı adlı kitabında büyü-pozitif bilim arasındaki ilginç ilişkiye değinir ve şöyle der:
Einstein efsanesiyle dünya, tek bir formüle indirgenmiş bilgi hayalini ele geçirmiş ve giderek bu beynin ürünleri büyüsel bir boyut kazanmaktadır. Eski bir batıni düşünce sözkonusudur. Bu düşünceye göre, dünyanın tek bir sırrı vardır ve bu sır tek bir kelime (ya da kelime grubu) içinde saklıdır. İnsanlığın aradığı şifre bu sırda yatmaktadır ve Einstein bu şifreyi bulmuştur. Bilimin bir kaç harften ibaret olduğu şeklindeki batını öğreti, karşılığını modern bilimin ulaştığı bir denklemde bulmuştur: E=mc2. Einstein'in efsanesi özetle budur. Bu efsane içinde Gnostik (Kabala'dan etkilenerek MS II. ve III. yüzyıllarda gelişen mistik akım) geleneğe ait terimlerin hepsini bulmaktayız.79
Pozitif bilimin "yol gösterici" olduğunu düşünenler için, bu batıl inançtan kuşkulanmanın zamanı çoktan gelmiştir. Herşeyi din-dışı dünya görüşüne göre yorumlayan ve tek amaç olarak da din-dışı bir dünya kurma hedefini belirleyen bu çarpık bilim anlayışı, bugün dünyanın ve insanlığın yaşamını tehdit eder hale gelmiştir. Nükleer bombalar, kimyasal ve biyolojik silahlar, çevre kirliliği bu bilim anlayışının ürünü ve Kuran'da bildirilen "... insanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır" (Rum Suresi, 41) hükmünün birer sonucudurlar.
Allah'ı tanımayan, dolayısıyla insanın bencil çıkarlarını tatmin etmekten başka bir işe yaramayan bu "pozitif bilim" saplatısının yerine, Kuran'da bildirilen bilim anlayışını koymak, insanlığın tek kurtuluşu olacaktır.
İngiliz Masonları ve İngiliz Yahudileri
Görüldüğü gibi 1600'lü yıllarda, İngiltere'nin masonları oldukça aktif hale gelmişlerdi. Royal Society gibi önemli bir kurumun onlar tarafından kurulmuş olması, ne denli büyük bir güç ve etkiye ulaştıklarını gösteriyor.
Bu noktada akla bir başka soru geliyor. Önceki sayfalarda ayrıntılı olarak incelediğimiz gibi masonluk, Yahudi önde gelenleriyle bir "İttifak" kurmuştu. Her iki taraf arasında, Kudüs'te (masonlar henüz Tapınakçı iken) başlayan ve Kabala üzerine dayalı olan bağ, Avrupa'da daha da güçlenmiş ve metafizik ilişkinin yanısıra, bir de stratejik işbirliğine dönüşmüştü. Çünkü her iki tarafın da düşmanı aynıydı: Kilise. Böylece İttifak kuruldu.
Ama İttifak'ın iki kanadı statü olarak birbiriyle eşit değildi. Masonik kaynaklardan anladığımıza göre, Yahudi önde gelenleri İttifak'ın asıl yöneticileriydiler ve masonlar üzerinde hiyerarşik bir otoriteye sahiptiler. Çünkü "tarihin akışını metafizik yöntemlerle değiştirme" yönteminin, yani Kabala'nın asıl sahipleri onlardı. (Bkz. Giriş bölümü). Masonlar, Yahudi önde gelenlerinin böyle bir güce sahip olduklarına inandıklarına göre, onların üstünlüğünü de kabul etme durumundaydılar. Bu nedenle, kendilerini Yahudi önde gelenlerinin en önemli hedefi olan Mesih Planı'nı gerçekleştirmeye adadılar. Bu yüzden de ritüellerine "İsrailoğulları esarettedir. Biz onların kurtulmaları maksadını takib ediyoruz" gibi hükümler ekliyor, kendilerini, "Yahudi diyarının kurtarıcıları" olarak nitelendiriyorlardı. Masonların üstlendikleri bu misyon o kadar açıktı ki, üstad mason Selami Işındağ bile, "gizli mason kuruluşu... Yahudileri ulusal bir birlik içinde toplamak istiyordu" demekten kendini alamıyor.80
Masonlarla Yahudi önde gelenleri arasındaki bu ilişki modeli, masonluğun etkin olduğu hemen her yerde, bir de Yahudi bağlantısı, hatta Kabalacı Yahudi bağlantısı bulunacağı anlamına gelir. İşte akla takılabileceğini söylediğimiz soru bu noktadan doğmaktadır. Çünkü az önce belirttiğimiz gibi İngiliz masonları 14. yüzyılın başından beri etkindirler ve bu etkinlikleri 1600'lü yıllarda daha da artmıştır. Ancak bu zaman dilimi içinde görünüşe bakarsak İngiltere'de Yahudi yoktur. Çünkü Yahudiler, 1. bölümde belirttiğimiz gibi İngiltere'den Kral I. Edward tarafından 1292 yılında "halkı tefecilik yoluyla sömürdükleri" gerekçesiyle sürülmüşlerdir ve 1650'li yıllardaki Cromwell iktidarına kadar da ülkeye geri kabul edilmemişlerdir.
Ama bu dediğimiz gibi ancak görünüştedir. Çünkü ülkede resmen Yahudi bulunmadığı bu dönemde de Hıristiyan görünen, fakat gerçekte Yahudi dinine bağlılıklarını sürdüren Yahudiler vardır ve masonlarla da yakın ilişki içindedirler.
Konuyla ilgili bilgileri, Quatuor Coronati Lodge adlı locanın, Ars Quatuor Coronatorum isimli yayınında buluyoruz. Colin Dyer Coronatorum'daki "Spekülatif Masonluğun Kökeni Üzerine Düşünceler" başlıklı yazısında, masonluktaki Kabala etkisinin kökenini konu edinirken, İngiltere'de resmen Yahudi bulunmadığı dönemden şöyle söz ediyor:
Katz'ın Philo-Semitism in England (İngiltere'de Yahudi Sempatizanlığı) adlı kitabında bildirdiğine göre, İngiltere'de Kral VIII. Henry'nin saltanatından I. James zamanına kadar, 'gizli Yahudiler' vardı. Londra'da, görünüşte Katolik dininin kurallarını uygulamalarına rağmen, gerçekte gizli olarak Yahudiliklerini sürdüren bir grup 'marrano' (İspanya kökenli Yahudi dönmesi) yaşıyordu. Ancak 1609'da Protestanlığın koruması altında, bu grup, üzerindeki gizliliği kaldırdı ve Yahudiliğini açıkça sürdürmeye başladı... Bu delilin ışığında, Büyük Loca ritüellerine geçen Kabala ile ilgili bilgilerin, bu 'gizli Yahudiler' tarafından masonlara aktarıldığı sonucuna varabiliriz.81
Dyer, üstteki satırların ardından, sözkonusu gizli Yahudilerle masonların dirsek teması içinde olduğunun bir göstergesi olarak, İngiliz masonluğunun ve Royal Society'nin başta gelen kurucularından birisi olan Elias Ashmole'un, bu Yahudilerin birinden düzenli olarak İbranice dersleri aldığına dikkat çekiyor. Daha sonra da, önceki sayfalarda ayrıntılı olarak incelediğimiz John Dee'nin çalışmalarına dikkat çekiyor. Çünkü Dyer'ın bildirdiğine göre, Tapınakçılar'ın ve masonların büyük üstadı olan John Dee, "1580'li yıllarda, İngiliz centilmenleriyle Kabalacı Yahudileri, halkın gözüne fazla çarpmadan biraraya getirecek bir Tapınak kurmaya" uğraşıyor.82
Bu bilgiler, Yahudi önde gelenleri (ve özellikle Kabalacılar) ile masonlar arasındaki ilişkinin hemen her şartta devam ettiğini, İttifak'ın iki kanadının arasında kopmaz bir bağ olduğunu gösteriyor. İngiliz masonlarının Kabalacılar'a ve yürüttükleri Mesih Planı'na verdiği desteğin en belirgin örneklerinden birisi de, masonlardan oluşan Invisible College'ın Yahudilerin İngiltere'ye kabul edilmeleri gündeme geldiğinde, İngiltere'nin diktatörü Oliver Cromwell'e Yahudileri ülkeye kabul etmesi için telkinde bulunmasıydı (bkz. 1. bölüm).
Tarihin perde arkasını incelemeye devam ettikçe, İttifak'ın hemen her yerde birlikte çalıştığını ve "dünyaya egemen olma" hedefine büyük bir dayanışma ve işbirliği içinde yürüdüğünü görebiliyoruz. İki taraf arasındaki işbirliğinin en ilginç örneklerinden birini ise İngiltere'nin Protestanlaştırılmasının son aşamasında buluyoruz.
İngiltere'de Protestanlığın Kesin Zaferi,
Protestan Kralın Yahudi Finansörleri ve Mason Dostları
1700'lü yıllara gelindiğinde, İngiltere'deki mason örgütlenmesi büyük bir güce ulaştı. Öyle ki, Tapınakçı geleneği sürdüren masonluk, 1717 yılında, yani yaklaşık dört yüz yıl süren bir gizlilik döneminden sonra, kendini dünyaya tanıttı. İngiltere'deki dört büyük loca biraraya gelerek, mason örgütünün varlığını ilan ettiler.
Acaba, gizlenme dönemi neden sona ermişti?
Tapınakçılar'ın ve onların devamı olan masonların, 14 ve 18. yüzyıllar arasındaki en büyük düşmanlarının dini otoritenin temsilcisi olan Kilise olduğunu biliyoruz. Protestanlıkla başlayıp, Aydınlanma ile devam eden sürecin bu dini otoritenin gücünü ortadan kaldırdığını ve bu iki büyük hareketin ardında önemli bir Tapınakçı, Gül-Haç ve mason dolayısıyla da Kabalacı etkisi olduğunu da şimdiye dek inceledik.
İngiltere'nin Katolik kilisesi ile bağlarını koparması ise kuşkusuz Papa'ya karşı büyük düşmanlık besleyen Tapınakçı-mason kanadı için büyük bir avantaj olmuştu. Ülkenin Papa'dan kopuş süreci, asıl olarak Kral VIII. Henry'nin Katolik kilisesinin mallarını 1536-1539 yılları arasında aristokrasiye dağıtmasıyla ve Papa'yı tanımadığını açıklamasıyla başlamıştı. Henry'nin oğlu VI. Edward ise ülkeyi gerçek bir Protestan toprağı yaptı. Böylece en büyük düşmanları olan Katolik Kilisesinden kurtulan İngiliz Tapınakçıları'nın (diğer bir deyişle masonların) artık gizli faaliyet göstermeye gerek duymayacakları söylenebilir. Ama durum Tapınakçılar açısından o kadar da kesinleşmiş değildi. Çünkü, hem kraliyet ailesinde, hem aristokraside, hem de dini kadrolarda ülkeyi tekrar Katolik yapmak isteyen çok kişi vardı. Hatta, o dönemde Papa'ya ısrarla bağlı olan ülkedeki Cizvitler'in bu tür bir "Papa'ya dönüş" hareketi organize etmeye çalıştıkları söylenir.
Katoliklerin bu çabası, ülkenin resmen Protestan olmasından yüz yıl kadar sonra meyve verdi. İngiliz Devrimi'yle başlamış olan Püriten iktidarı, Cromwell'in indirilmesiyle sona erince, 1660 yılında tahta, uzun süredir gizli bir Katolik olan II. Charles geçti. Az süre tahtta kalan II. Charles, hakkında "birileri" tarafından ülkeyi "Papa'ya satmak" için rüşvet aldığı iddiaları yayılırken, yerine geçecek kişinin kendisi gibi bir Katolik olan II. James olması gerektiğini açıkladı. Ve II. James İngiltere'nin son Katolik kralı başa geçtiğinde, ülkeyi yeniden Katolik yapmak için çalışmaya başladı.
Ama ülkenin ille de Protestan olmasını isteyenler boş durmadılar elbette. Amerikalı tarihçi John J. Robinson, masonların Katolik James'e karşı gizli ve etkili bir kampanyayı organize ettiklerini bildiriyor.83 Ülkeyi Katoliklikten "kurtarmak" isteyenler, kısa sürede yeni bir çözüm buldular. II. Charles'ın kuzeni olan ve ateşli protestanlığı ile bilinen William of Orange'ı tahta çıkarmaya karar verdiler. O sıralarda William, Hollandalı Protestanlar ile birlikte Katolik Fransa'ya karşı savaşıyordu.
Bu plandan, İngiliz tarihinde bir diğer örneğine rastlanamayan bir iç savaş ve devrim doğdu. Protestan William, 13 bin asker ve 4 bin atla İngiltere'ye çıkarma yaptı. Katolik Kral II. James, aslında daha kalabalık ve güçlü olan ordusundan aleyhinde yapılmış olan "ülkeyi Papa'ya satma" propagandasının da etkisiyle ihanet görünce tahtı, 1685'te William'a bırakmak zorunda kaldı. Böylece, İngiltere'yi Katolik yapmak yönündeki son önemli girişim başarısızlıkla sonuçlanmış oluyordu. 1689'da parlamento şu kararı aldı: "Bundan böyle hiçbir Katolik, İngiliz tahtına oturamayacaktır."

III. William, İngiltere'nin son Katolik Kralı olan II. James'i, Amsterdam'lı Yahudi bankacıların finansal desteği ve James aleyhinde propaganda düzenleyen masonların yardımıyla tahtından indirdi. Tahta oturduğunda, İngiltere bir daha dönmemek üzere Protestan olmuştu.

O tarihten bu yana İngiliz Kraliyet Ailesi ile masonluk hep içiçe olmuştur. Öyle ki, son ikiyüzyıldır Kraliyet Ailesi'nde masonluğa üye olmamış tek bir erkek vardır; son dönemlerde İslam'a yakınlığıyla dikkat çeken Galler Prensi Charles...
Asıl ilginç olan, İngiltere'yi bir daha geri dönmeyecek bir biçimde Katoliklikten koparan William of Orange'ın kimlerden destek gördüğüydü. William, az önce belirttiğimiz gibi İngiltere'yi "fethetmeye" girişmeden önce, Hollandalı Protestanlarla birlikteydi... Hollanda'ya gidilir de, Amsterdam'ın, diğer adıyla "Yeni Kudüs"ün sahipleriyle bağlantı kurulmaz mıydı?... Kurulmuştu elbette; William, Yahudi önde gelenleriyle yakın ilişki içine girmişti ve "İngiltere seferi" de bu kişilerce finanse edilmişti. Amerikalı tarihçi Eustace Mullins şöyle yazıyor:
William'ın İngiliz destekçilerinin yanında, bir de Amsterdam'lı finansörleri vardı. Bu finansörler, William'ın orduları için gerekli parayı sağladılar. Finansörlerin en önemlisi, kuşkusuz Amsterdamlı bankacı Solomon de Medina idi.
William'ın, tahtta kaldığı süre boyunca yaptığı en önemli işlerden biri, tarihçilerce genelde göz ardı edilse de, 1694'de İngiltere Bankası'nın (Bank of England) kuruluşunu onaylamasıydı. William'ı bu iş için yönlendirenlerin başında, onun İngiltere fethini de desteklemiş olan Amsterdam Bankası'nın sahipleri vardı. En önemlileri de sonradan Warburg adını almış olan Abraham del Banco ailesiydi... Solomon de Medina'ya daha sonra III. William tarafından şövalyelik payesi verildi.84
İngiltere'de Katolik Kral II. James'i devirmek için masonlar tarafından propaganda yapılırken, James'in Protestan rakibi William'ın da, Solomon de Medina ve Abraham del Banco gibi Yahudi bankacılarla finanse edilmesi, bize Yahudi önde gelenleriyle, Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasındaki İttifak'ın çok organize biçimde çalıştığını gösteriyor. (Eustace Mullins, William of Orange'ın tahta çıkmasının iki büyük sonucu olduğunu söylüyor: Bank of England'ın ve Doğu Hindistan Şirketi'nin (East India Company) kurulması. Bank of England, günümüz bankacılık sisteminin, East India Company ise sömürgeciliğin ve uyuşturucu ticaretinin öncüsü oluyor. East India Company'nin Yahudi bağlantılarına önceki bölümde değinmiştik.)
Böylece 1700'lere gelindiğinde, İngiltere, dini otoriteye karşı girişilmiş olan savaşın kazanıldığı bir toprak haline geldi. 1701'de Parlamento bir adım daha atarak, Kraliçe Anne'den sonra, tahtın Kraliçe'nin en yakın Protestan akra- basına geçeceğini kararlaştırdı. Ayrıca 1701 yılında çıkartılan bir başka yasa, İngiltere'de, o tarihe kadar eski Katolik Avrupa Düzeni'nin temel kurallarından biri olan "Kral otoritesini Tanrı'dan alır" ilkesini ortadan kaldırdı.
Artık, asırlardır dini otoritenin önderliğinde kurulmuş Avrupa Düzeni, en azından İngiltere'de, kesinlikle yıkılmış bulunuyordu. Dört yüzyıldır bu düzen nedeniyle yer altında bulunan Tapınakçı-mason geleneğinin gizlenmesine de artık bir gerek kalmamıştı. Bu geleneğin büyük etkisi sayesinde oluşan Protestanlık, yeni Avrupa Düzeni'nin temeli haline gelmişti. Protestanlık, dinin politik alandan dışlanması ve kapitalizmin egemenliği altına girmesi demekti.
John J. Robinson, durumu şöyle özetliyor: "Artık masonların gizliliğe ihtiyacı yoktu. Düzenden kaçmalarına, ya da düzeni yıkmaya çalışmalarına da gerek kalmamıştı. Çünkü masonluk, artık düzenin kendisi haline gelmişti." 85
Bu tarihten sonra İngiltere'de "düzenin kendisi" haline gelen masonluk, Avrupa'nın diğer ülkelerini de politik anlamda kendi düzenine uygun hale getirme çabasına girişti. Bu çabadan nasibini alan ülkelerden biri, Polonya'ydı.
Katolik Polonya'nın Masonik Dramı
Polonya, Kuzey Avrupa'nın, yoğun Katolik nüfusa sahip tek ülkesidir. Bundan dolayı da yüzyıllardır içinde bulunduğu "Protestan denizi"nde sakıncalı bir ada olarak görülmüştür. 1795'de Avrupa'nın büyük güçlerinin eliyle yıkılan Birinci Polonya Cumhuriyeti'nin ardından, ancak 125 yıl sonra, 1919'da İkinci Polonya Cumhuriyeti kurulabilmiştir. Bu cumhuriyetin de ömrü uzun olmamış, Hitler Almanyası ve Stalin Rusyası'nın eliyle 1939'da yıkılmıştır.
İlginç olan, Katolik Polonya'nın dramının, büyük ölçüde masonik bir boyut taşımasıdır. Polonya'nın parçalanmasına ve 125 yıl boyunca da parçalanmış olarak kalmasına neden olan, locaların Avrupa genelinde uyguladığı, anti-Katolik politikadır. Papalık'ın kuzeydeki en büyük kalesinin yıkılmasının yaratacağı etkiyi gören masonluk, kralını seçimle başa getiren ve o dönemde oldukça demokratik bir anayasal monarşi kurmuş olan Birinci Polonya Cumhuriyeti'nin yıkılışını büyük bir ustalıkla hazırlamıştır.
Bu anti-Katolik operasyonu, elbette konunun başından beri incelediğimiz Yahudi önde gelenleri-masonlar ittifakının temel stratejisi çerçevesinde incelemek gerekiyor. Dini otoritenin kurduğu Avrupa düzeninin yıkılmasına çalışan sözkonusu İttifak'ın Polonya'yı da bu temel strateji doğrultusunda hedef seçtiği anlaşılıyor. Zaten Polonya'nın yıkılışının öyküsünde, Kabala ve masonlar elele gidiyor.
Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiyi, Vatikan Kutsal Kitap Enstitüsü'nde profesör olan ünlü yazar Malachi Martin veriyor. Martin, The Keys of This Blood adlı kitabında, masonluğun Polonya'nın parçalanmasında oynadığı rolün uzun öyküsünü şöyle anlatıyor:
Avrupa'daki Katolik ve Protestan güçlerin arasında çıkacak olan kaçınılmaz çatışmada, mason locaları doğal olarak Protestanların yanında yer aldı. Bu ortamda Birinci Polonya Cumhuriyeti'nin sonunun gelmesindeki en önemli nedenlerden biri de, özellikle Polonya'nın Protestan düşmanları arasında bulunan masonlardı. O dönemde, Protestan ülkelerde loca üyeliği devlet yönetiminde ve akademik çevrede oldukça yaygınlaşmıştı. Almanya, Avusturya, Fransa, Hollanda ve İngiltere'de kurulmuş olan Avrupa'nın en büyük üniversiteleri ve benzeri bilimsel kuruluşların hemen hepsi, locaya yeni üyeler sağlıyorlardı. Avrupa masonluğu bir anlamda aristokratların, büyük toprak sahiplerinin, bankerlerin, simsarların buluşma yeri haline geldi. Soylu prenslerin çoğu locaya üye oldular. İngiliz George IV, İsveç prensleri II. Oscar ve V. Gustav, Alman prensi Büyük Fredrick, Danimarka Prensi X. Christian bunlardan sadece birkaçıdır.86
Martin, masonluğun o dönemde kazandığı güçten böylece söz ettikten sonra, Polonya'nın dramını anlatıyor. Buna göre, Polonya'nın yıkılmasını ilk savunan kişi, kitabın ilk bölümünde Yahudilerle olan olağanüstü ilişkilerini ayrıntılı olarak incelediğimiz, İngiltere'nin Püriten lideri Cromwell'di. Martin, bunun yanısıra, o dönemde Kabala tutkunu masonların da ülkenin parçalanmasında büyük rol oynadığını anlatıyor:
Polonya, kendi sınırları içerisinde, beş veya altı etnik gruptan oluşan, din özgürlüğünün yasallaştırıldığı ve bu sayede Katolikliğin gelişip Protestanlarla barış içinde yaşadığı ve Yahudilerin yasal, dini ve sivil otonomilerinin sağlandığı bir federasyondu. Ülke askeri yönden güçlü, ekonomik yönden zengin, politik yönden gelişmiş, kültürel olarak da ilerlemişti.
Ama böyle kalamadı... Polonya'ya yapılan saldırının farklı ve karmaşık nedenlerinin arasında 1653-1658 arası İngiltere Cumhuriyetinin 'Koruyucu Lord' ünvanına sahip Oliver Cromwell'in geniş planlarının da yeri vardır. Cromwell, dış politikası zayıflayan İspanya İmparatorluğunu daha da zayıflatmayı hedef alırken, İngiltere, Almanya, Danimarka, İsveç ve Hollanda'yı İspanya'nın egemenliğinden kurtararak, bunlar arasında Protestan birliğini kurmayı amaçlıyordu. Polonya'nın bu birliğin ortasında yer alması ise büyük bir sorundu...
1600'lü yıllar biterken Polonya'yı hedefleyen bir başka güç de başarıya yaklaştı. Saksonyalı I. Friedrich Augustus 1697'de Polonya Kralı seçildi. Friedrich görünüşte Roma Katolik kilisesine bağlıydı. Ancak bu sadece görünüşteydi; çünkü o da aslında Kabala'ya kendini adamıştı ve hep öyle kaldı. Friedrich dönemin Kabalistik simya çalışma ve deneylerinin çoğuna katılmış olan bir masondu.
Friedrich'in atadığı Alman asıllı Başbakan, yani Baron Manteufer de kendisiyle aynı locaya üyeydi. Masonlar, birkaç yıl sonra, 1728'de Riesden'de Lourt Locası'nı ve onunla bağlantılı olarak Berlin Locası'nı kurdular. Bu locanın sembolü Gül ve Haç'tı. Locanın üyeleri arasında Polonya Kralı I. Friedrich Augustus, iki Prusya Kralı, I. ve II. Friedrich Wilhelm de yer alıyordu...
I. Friedrich Augustus uzun süre Polonya Kralı olarak kalamadı. Ancak yedi senelik hükümranlığı boyunca dış politikası Polonya'nın topraklarının komşuları arasında paylaşılmasına neden oldu ve Polonya'yı parçalama çabalarına 1704'te tahttan indirildikten sonra da devam etti.
Polonya 1648'den beri savaşın içindeydi. Çağdaş tarihçilerin 'sağanak' olarak adlandırdıkları geniş bir istila ile karşılaştı. İstilacılar, yani İsveç, Brandenburg Almanları, Transilvanya Macarları ve Ruslar, Cromwell'in İngilteresi'nin ve Protestanların desteği ile hareket ediyorlardı...87
Martin'in bildirdiğine göre, Kabala tutkunu ve mason olan Kral I. Friedrich Augustus, Polonya'yı "Avrupa'nın hasta adamı" durumuna getiren kişi oldu. Yazar, Polonya'da masonluğun yükselişini ve ülkenin buna paralel olan çöküşünü şöyle aktarıyor:
1700'lerin ilk yarısında Polonya'da Fransız ve İngiliz masonluğunu model alan birçok Loca türemeye başladı. Mason kaynakları, 1815'teki Viyana Kongresi'ne kadar ki bu kongre ile Polonya dünya haritasından silinmiştir Polonya'da 316 Loca'nın açıldığı bildirilmektedir.
Polonya'daki önemli localardan biri olan Wisniowiec, 1742'de Volhynia'da kuruldu. Varşova'daki Three Brothers (Üç Kardeş) 1744'te, Dukla 1755'te, Good Shepherd 1758'de ve Sarmatian 1769'da kurulan en büyük localardı. Büyük Polonya Locası ise 1769'da kuruldu.
Masonluğun gelişimi sırasında Polonya'da üç kez kral seçildi ve seçilenlerin hepsi Polonya Masonluğunun önde gelenleriydi. Bu üçlünün ilki olan III. Augustus 1763'te öldü. Onun arkasından 1766'da ölen Staniglaw Leszczynski ve sonra da Stanislaw Poniatowski başa geçti. Ve Polonya, Poniatowski'nin başa geçmesinden üç yıl sonra yıkıldı...
18. yüzyılın ilk yarısında Polonyalı politikacı ve entellektüel elit tabakanın büyük kısmı da Masonluğun Hümanist ideallerine kazandırıldılar...
Ve 1790'da Birinci Polonya Cumhuriyeti öyle umutsuz bir duruma düştü ki en kuvvetli düşmanı Prusya ile tehlikeli bir ittifaka zorlandı. 1790'da Polonya-Prusya Paktı imzalandı. Bu paktın baş mimarı olan Ignacy Patocki, Polonya Masonluğunun Büyük üstadıydı. Bu paktın şartları Polonya için öylesine ağırdı ki, ülkenin parçalanması kaçınılmaz hale geldi.88
Masonluğun büyük rol oynadığı bu çöküş sürecinin sonunda Polonya 1795 yılında, Rusya, Prusya ve Avusturya arasında paylaşıldı. Kilise'nin Kuzey'deki son uzantısı da böylece yok edilmiş oluyordu.
Masonluğun Önlenemeyen Yükselişi
Az önce belirttiğimiz gibi masonluk 1700'lü yıllara girerken, İngiltere'yi tamamen Protestanlaştırmış ve bu ülkede "düzenin kendisi" haline gelmişti. Dolayısıyla 1314'den Tapınakçılar'ın yer altına indiği tarihten beri süren gizlenme dönemi İngiltere'de sona erdi. 1717 yılında, Londra'nın ünlü Covent Garden'ında, İngiltere'nin dört büyük locası bir araya gelip, "duvarcılar derneği"nin varlığını ilan ettiler. Sonra, bilindiği gibi masonluk hızla yayıldı. Devlet adamları, aristokratlar, burjuvazi, pek çok ünlü isim mason localarına girmeye başladılar. Varlığını 1717'de duyuran masonluğun, yarı yüzyıl içinde büyük güç kazanarak Amerikan Bağımsızlığı ve Fransız Devriminde öncü rol oynadığını biliyoruz.

1717'de, Londra Covent Garden'da ilk kez varlıklarını dünyaya bildiren dört büyük locanın ortak toplantısı.
Ama bu denli yaygın ve popüler bir örgüt haline dönüşen masonluk, eski Tapınakçılar'dan biraz daha farklı bir yöntem uygulamaya başladı. Masonluğun içinde, Tapınakçı geleneği sürdüren yani Kabala'nın sırlarıyla uğraşıp, Yahudi mistiklerine bağlılığı devam ettiren usta masonların yanında, bu örgüte sırf merak ya da maddi çıkar için girmiş insanlar da vardı. Masonluktaki derece sistemi, bu birbirinden farklı olan iki kanadı bir arada tutan ve birini diğerine hizmet ettiren mekanizma oldu. Maddi çıkar, merak gibi amaçlarla mason olmak isteyen kişiler örgüt içinde tutuluyor, fakat asla ve asla üst derecelere çıkamıyorlardı. Masonlarının önemli bir bölümünün, otuz üç dereceli İskoç ritinin ancak üçüncü derecesine ulaşabildikleri bir gerçektir. Bu düşük dereceli masonlar, masonluğun taşıdığı Tapınakçı geleneğin ve Yahudilerle ilgili misyonunun pek de farkında olmadan örgütün istediklerini yerine getiriyorlardı. Üst sayfalarda masonik ritlerden yaptığımız bir alıntıyı yine hatırlayalım:
Büyük Üstad: Kimden sakınmalıyız?
I. Nazır: Düşmanlarımızdan ve kardeşlerimizden.
Büyük Üstad: Kardeşlerimizden sakınmamızın nedeni nedir?
I. Nazır: İsrailoğulları esarettedir. Biz onların kurtulmaları maksadını takib ediyoruz. Lakin yeni kardeşlerimiz bizim bu projemizi anlamayacaklar ve tatbikini engelleyeceklerdir. Büyük Üstad: Kardeşlerim nizam vaziyeti alalım. Yahudi diyarının kurtarıcısını selamlayalım.89
Görüldüğü gibi, büyük üstadlar, masonluğun Yahudi bağlantısının ve de büyük olasılıkla Mesih Planı'ndaki misyonunun farkındalardı. Ama "yeni kardeşler", ya da dereceler içinde yükselmeye istidatlı olmayan ve hep "yeni" olarak kalacak düşük dereceli masonlar, bu misyonun önemini kavrayamazlardı. Hatta bu sırrı dışarı yayabilir, masonluğun gerçek yapısının ortaya çıkmasına neden olabilirlerdi. O zaman bu düşük dereceliler, kendilerine sağlanacak bazı avantajlar sayesinde masonluğun "Yahudi diyarını kurtarma" olarak özetlenen büyük misyonuna, bu misyonun farkında olmadan hizmet ettirilebilirlerdi. Düşük derecelilere sağlanacak bu avantajlar kimi zaman maddi çıkarlar, ya da karşılıklı dayanışma olurdu. Kimileri gizli bir derneğe üye olmanın verdiği zevk ve heyecanla bile avutulabilirdi. Ama Kabala'nın gerçek sırlarına ve Hiram'ın temsil ettiği Tapınak gizemlerine vakıf olabilecek olanlar, kendilerine verilecek uzun ve ısrarlı bir eğitim sonucu, üstad olmaya hak kazanabilirler, Tapınakçı misyonunu, bu misyonun farkında olarak sürdürebilirlerdi.
Masonluğu derecelere ayırıp, düşük derecelerde yalnızca eğlenceli ve heyecanlı bir klüp gibi sunmak başka yönlerden de gerekliydi: Monarşilerin henüz tümüyle yıkılmadığı dönemlerde, mason locaları istemedikleri kimseleri de üye yapmak zorunda kalabiliyorlardı. Bir ülkede kurulan loca, aristokrasiden, hatta saraydan da bazı kişilerin ilgisini çekiyor ve bunlar "ben de üye olacağım" diye loca kapısına dayanıyorlardı. Kral ailesinden birisi, ya da bir kont veya baron masonluğa üye olmak isterse, buna elbette hayır denemezdi. Yapılacak şey, bunları da üye yapıp, onlara masonluğun bir eğlence klübü olduğu izlenimi vermekti. Böylece bu istenmeyen üyeler zararsız bir halde örgüt içinde barındırılabilirdi. Bu strateji gereği, kimi zaman masonluğun ortadan kaldırmak istediği insanlar bile localara alınabiliyordu. Örneğin, masonların önderliğini yaptığı devrimle birlikte (bkz 3. bölüm) kafası kesilmeden önce, Fransa Kralı XVI. Louis mason localarına üye olmak istemişti. Buna elbette hayır denemezdi. Kral büyük bir törenle locaya katıldı. Hatta "ben de mason olmak istiyorum" diye tutturan Kraliçe için bile bir çözüm bulunmuş, kadınlardan oluşan göstermelik bir loca kurularak, Kraliçe bu locada tekris edilmişti. Ama başta da belirttiğimiz gibi, kral ve kraliçeye localarda sunulan görüntüyle, gerçek arasında pek bir ilgi yoktu. Kraliçenin bu konudaki saflığı sonunu hazırlamıştı:
... Marie-Antoinette 1781 yılında kızkardeşine masonlarla ilgili olarak şunları söylüyordu: 'Masonluk yalnızca iyi bir eğlence ve toplantı klübü. Onlar şarkı söyleyip içki içen ve de kesinlikle komplo düzenlemeyen insanlar.' Kraliçe'nin bu konudaki düşüncesine rağmen pek çok mason devrimin ön saflarında yer aldı; en az ikiyüz tanesi Genel Meclise, yüz tanesi de Konvansiyon'a üye seçildi... 'Eşitlik, özgürlük, kardeşlik' gibi sloganlar ve eşitliği sembolize eden terazi ya da teyakkuzu temsil eden göz gibi semboller masonluktan alınmıştı.90
Masonlar belki istemeyerek aralarına almak zorunda kaldıkları kral ve kraliçenin yanında, "şarkı söyleyip, içki içiyorlardı" ama aynı dönemde gerçek üstadların, başbaşa kaldıkları localarda krala ve kraliçe hakkında "komplo düzenledikleri" tartışılmaz bir gerçektir.
Kralın kafası giyotinle uçurulduğu anda birinin çıkıp "Jacques de Molay, öcün alındı" demesiyse, devrimci masonların Tapınakçı geleneğini açıkça koruduğunun küçük bir işaretiydi. Olayın bir diğer ilginç yönü, Tapınakçı üstadı Molay'la, masonluğun sembolik üstadı Hiram'ın özdeşleştirilmiş olmasıdır. Alınan intikam böylece hem Hiram'ın hem de Jacques de Molay'ın intikamı oluyordu. Umberto Eco, bu konuda şunları söylüyor:
Tapınakçılar'ın, Süleyman'ın Tapınağı'nın yapımı sırasında duvarcı ustalarının kurdukları eski localarla bağıntısı olduğuna hiç kuşku yok. Bu locaların üyelerinin, gizemli bir cinayete kurban giden Tapınak'ın mimari Hiram'ı anarak onun öcünü almaya ant içtiklerine de kuşku yok. Kovuşturmanın ardından, Tapınak Şövalyeleri'nin birçoğu, Hiram'ın öcü söylencesini, Jacques de Molay'ın öcü söylencesiyle kaynaştırarak bu zanaatçı derneklerine katılmış olsalar gerek.91
"Öc alma" misyonunun en iyi biçimde uygulandığı Fransız Devrimi'yle birlikte, Tapınakçılar'ın ve birlikte İttifak kurdukları Yahudi önde gelenlerinin en büyük hedefinin, yani dini otoritenin ve monarşilerin ortadan kaldırılmasının dev bir aşaması daha gerçekleştirildi. Avrupa'nın en büyük Katolik gücü, "yukarıdan aşağı sekülerleştirme" yöntemiyle dinden koparıldı. Fransız Devrimi, İttifak'ın dini otoritenin kurduğu düzeni yıkıp, yerine kendi düzenini yerleştirmesinin en önemi aşamalarındandır ve İttifak'ın kullandığı yöntemler açısından da çok iyi bir inceleme örneği oluşturmaktadır. Bir sonraki bölümde, Devrim'i ve arka planındaki Fransız Aydınlanması'nı özel olarak inceleyeceğiz.
Ancak burada Avrupa'daki bu ilginç gelişmelere kısa bir ara verip, Atlantik'in öteki yakasına bir göz atmakta yarar var. Çünkü Fransız Devrimi ile Avrupa'daki ilk masonik devletin kurulmasından bir süre önce, Yeni Dünya'da da çok hızlı bir masonik yükseliş gerçekleşmiştir.
Yahudilerin Eliyle Masonluğun Amerika'ya Girişi
Kitabın bir önceki bölümünde, Amerika'nın Kabalacı Kolomb'la başlayan ve Püritenlerle devam eden öyküsünde Yahudi önde gelenlerinin büyük rolü olduğunu, Amerika'nın baştan beri Mesih Planı'nda önemli bir yeri olduğunu birlikte incelemiştik. Dolayısıyla Amerika, Avrupa'da İttifak'ın eliyle kurulup geliştirilen Yeni Seküler Düzen'den mutlaka nasibini almalıydı. Masonluk ve Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak'ın Amerika'yı ihmal etmesi düşünülemezdi.
Nitekim öyle de oldu. Amerika'nın temellerinin kıtaya göçen Püritenler ve Yahudiler tarafından 17. yüzyılda atıldığını biliyoruz. Amerika'ya yerleşen bu Yahudilerin önde gelenleri boş durmadılar ve Avrupa'daki soydaşları gibi ülkeyi Mesih Planı'na uygun olarak şekillendirmeye çalıştılar. Bu yönde ilk yaptıkları iş, Avrupa'daki müttefiklerini Amerika'ya taşımak oldu: Masonluk, Yeni Dünya'ya tamamen Yahudilerin eliyle taşındı. Judaica, "Freemasonary" başlığı altında bu konuyla ilgili önemli bilgiler veriyor:
Koloni Amerikası'nda masonluğun kurucuları arasında çok sayıda Yahudi ismi göze çarpıyor. Gerçekte, masonluğu Amerika'ya ilk kez getirenler de Yahudiler olmuştu. İlk kez 1658'de New Port, Rhode Island'da oluşan mason locası durumundaki örgütün kuruluşu, o bölgede yaşayan bir Yahudinin, Mordecai Campanall'ın sayesinde olmuştu. 1734'de Georgia Savannah'ta kurulan locanın kurucuları arasında da dört tane Yahudi bulunuyordu.
Bir başka Yahudi Moses Michael Hays, İskoç ritini Amerika'ya sokan kişi oldu, 1768'de de tüm Kuzey Amerika masonluğunun genel gözetleyicisi (inspector general) seçildi. 1769'da Hays New York'ta King David Lodge (Kral Davud Locası)nı kurdu. Bu locayı 1780'de New Port'a da taşıdı. 1788-1792 yılları arasında Massachusetts Büyük Locası'nın Büyük Üstadlığı'nı yürüttü. Rhode Island Büyük Locası'nı kuranların başında bir diğer Yahudi Moses Seixas geliyordu. 1802-1809 yılları boyunca bu locanın üstad-ı muhteremi oldu.
Moses Hays ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir diğer Yahudi Solomon Bush, Pennsylvania masonluğunun genel gözetleyicisi oldu. 1781'de Pennsylvania'da kurulan ve Amerikan Masonluğu'nun tarihinde önemli yeri olan 'Sublime Lodge of Perfection' adlı locanın içinde de Yahudiler son derece etkin konumdaydılar. Eski dönem Amerika masonluğunun önemli isimleri arasındaki diğer Yahudiler şöyle: Charleston'daki King Solomon's Lodge'un kurucularından Isaac da Costa, 1781'de Virginia bölgesinde genel gözetleyici seçilen Abraham Forst ve aynı görevi önce Maryland sonra da Charleston'da yürüten Joseph Mayers. 1793'te Charleston, South Carolina'daki büyük sinagoğun açılış töreni, mason localarındaki ritüellere uygun olarak yapılmıştı.
Yahudi isimleri daha sonraki dönemlerde de Amerikan localarında dikkat çekti... B'nai B'rith tarafından da benimsenmiş olan gizlilik, ketumiyet gibi özellikler ve pek çok ritüelin masonik çalışmalardan etkilendiğine kuşku yoktur. B'nai B'rith Yahudi toplumunun içinde masonluğun bir benzeri olma amacı taşımıştır.92
Yahudilerin eliyle masonluğun Amerika'ya girmesi, oldukça anlamlı bir gelişmeydi: Yahudi önde gelenleri, Avrupa'da kurmuş oldukları İttifak'ı aynen Yeni Dünya'ya da taşıyorlardı. Ancak bir farkla; İttifak, Avrupa'da en başta Katolik Kilisesi olmak üzere bir takım ortak düşmanlara karşı uzun bir savaşa girişmişti. Oysa Amerika'da böyle bir düşman yoktu. (Tek muhtemel düşman olan Kızılderililer de önceki bölümde incelediğimiz gibi M. Tevrat'ın gösterdiği yöntemlerle soykırıma uğratılıyordu). Bu nedenle İttifak, Amerika'da, Avrupa'nın aksine "düzen yıkma" işiyle uğraşmadı. Aksine, buradaki düzen doğrudan ittifak tarafından kuruldu.
ABD, 'Dünyanın İlk Masonik ve Kabalistik Cumhuriyeti'...
"... 1776'da Amerika, ilk olarak masonluk
prensiplerine dayalı bir cumhuriyeti kurmuştur.
Bugün de bu cumhuriyete bağlılığını
sürdürmektedir." (Mason Dergisi, Ocak-Nisan 1981,
sayı 38-39)
Yahudi önde gelenlerinin Amerika'da masonluğu yayma yönünde giriştikleri hummalı faaliyetin ardından, ABD, "dünyanın ilk masonik cumhuriyeti" olarak tarih sahnesine çıktı. Amerikalı tarihçi Robert Hieronimus, America's Secret Destiny (Amerika'nın Gizli Kaderi) adlı kitabında, bu ülkenin kuruluşunun ardındaki masonik etkenle ilgili bazı ilginç bilgiler veriyor:
Günümüz tarihçileri, 17. ve 18. yüzyılları akıl ve Aydınlanma çağı olarak kabul ederler ve bu dönemdeki tüm zihinsel faaliyetlerin 'evrenin bilimsel yasalarını ispata' harcandığını söylerler. Oysa ki, ABD'nin kurucuları, bunların yanında, mistisizm, okültizm ve illüminizm üzerine yoğunlaşmışlardı. Astroloji, simya ve Kabala ile derinden ilgilenmişlerdi.93
ABD'nin kurucularının, Yahudi mistisizminin kaynağı olan Kabala ile ilgilenmeleri ne kadar ilginç değil mi? Yazının başından beri incelediğimiz, Yahudilerin "Mesih'i yeryüzüne getirme ve dünyaya egemen olma" planı da zaten Kabala'dan kaynaklanıyor ve Kabalacılar tarafından uygulanmıyor muydu? Peki ABD'nin kurucularının Kabala ile ne gibi bir ilgisi olabilirdi? Bu adamlar Kabalacı birer Yahudi değillerdi ya... Ama Kabala'dan ilham almak için ille de Kabalacı bir Yahudi olmak gerekmiyordu. Kabala'ya ve Kabalacılar'a bağlı olan Yahudilerin dışında bazı örgütler de vardı. Bu örgütlerin başında ise önceki sayfalarda incelediğimiz gibi masonluk geliyordu...
Bu durumda ABD'nin kurucularının nasıl olup da Kabala ile ilgilendiği sorusunun cevabı aydınlanıyor. Çünkü Amerika'yı kuranların hemen hepsi masondular. Hem de oldukça "üstad" masonlar... Bunun yanısıra çoğu aynı zamanda birer Gül-Haç'tı. Aralarında ilerleyen sayfalarda değineceğimiz masonik İllüminati örgütüne bağlı olanlar bile vardı. Robert Hieronimus şöyle yazıyor:
Esoterik tarihçiler ABD'nin kurucuları arasında 50'ye yakın mason sayıyorlar... ABD'nin dört kurucusu Washington, Jefferson, Franklin ve Adams Gül-Haç tarikatının üyesiydi. Bu kurucuların üçü Jefferson, Franklin ve Adams aynı zamanda İllüminati tarikatına da üyeydiler.
George Washington ve bağımsızlık savaşının Fransız destekçisi olan General Lafayette, yalnızca yakın arkadaşlar değil, aynı zamanda aynı locanın üyesiydiler... Bağımsızlık savaşına komuta ederken, Washington, düzenli olarak askeri localarda yapılan toplantılara da katılıyordu... Washington Bağımsız Büyük Loca'nın (Independent Grand Lodge) Büyük Üstadlığı'na seçildi. Bu loca, 1805 yılında onun anısına Alexandria Washington Locası adını aldı... ABD'nin kuruluşunda gizli derneklerin, özellikle masonların etkisi genelde atlanır. Oysa esoterik tarihçiler, Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalayan 56 kişiden 50'sinin mason olduğunu bildiriyor. Bunun yanısıra, Amerikan ordusundaki subayların büyük çoğunluğunun mason olduğu ve askeri localarda toplandığı biliniyor. Kendisi de bir mason olan General Lafayette, Washington'ın 'mason olmayan subaylarına hiçbir zaman içinden gelerek emir vermediğini, zaten neredeyse tüm yakın askeri çevresinin onun mistik bir bağ ile bağlanmış biraderleri olduğunu' bildiriyor.
Washington'ın Gül-Haç üyeliği, The Fullfilment of the Prophecy, the Consecration of Washington, the Deliverer, the Wissahickon adlı dokümanda da belirtiliyor. Phila- delphia'daki bir dere adı olan Wissahickon, Gül-Haç'lar için özel bir anlam taşır... Bunların yanısıra, Washington'ın dönemin ünlü okültist ve mistikleriyle kişisel yakınlığı vardır. Bunların arasında Bağımsızlık Bildirgesi'ni Avrupa dillerine çeviren ünlü okültist Peter Miller ile Conrad Beissel sayılabilir. Washington'ın bu gizli ilim ustalarına saygı gösterdiği kesindir. Ama aralarında tam olarak ne tür bir ilişki olduğu hala bir sır... Bunun yanında Washington'ın her gün zamanının bir kısmını meditasyon ve duaya ayırdığı biliniyor.94
Ünlü büyücü-okültistlerle yakın ilişki içinde olan Washington'ın "meditasyon ve dua"ya ayırdığı zamanın da Kabala üzerine bir yoğunlaşma zamanı olduğunu anlamak zor değil... ABD'nin bir diğer kurucusu Benjamin Franklin de Washington'dan pek farklı değil:
Masonik tarihçiler, Benjamin Franklin'i döneminin en büyük Amerikalı masonu olarak kabul ediyorlar... Fakat, Franklin'in otobiyografisinde masonlukla ilgili tek kelime geçmez. Bu, büyük olasılıkla Franklin'in masonluğun gizlilik presibine sıkı sıkıya bağlı olmasından kaynaklanır...
1726 yılında Franklin kendi gizli derneğini kurdu: Leather Apron Club (Deri Önlük Klübü). Organizasyonun adı bile olaydaki masonik etkiyi gösteriyor, çünkü masonik önlükler de deriden yapılıyordu...
Dikkatle incelendiğinde, Franklin'in tüm hayatının masonik prensiplerle uyum içinde olduğu görülür. Her gece meditasyona zaman ayırması bunun bir örneğidir...
Franklin, ittifak oluşturmak amacıyla 1776'da Fransa'ya geldikten hemen sonra, Fransız mason localarıyla bağlantı kurdu. 1778 yılında Voltaire'in Nine Sisters (Dokuz Kızkardeşler) adlı locadaki tekris töreninde Franklin de bulunuyordu. Ertesi yıl bu locanın üstadlığına seçildi. Bunun yanında iki Fransız locasıyla daha ilişki kurdu:'Saint Jean de Jerusalem (Kudüslü Aziz Jean) ve Loge des Bons Amis (İyi Dostlar Locası). Fransızlar'la kurduğu ilişkiyi, Amerikan-Fransız ittifakının kurulmasında kullandı. İki taraf arasındaki diplomasi ve gizli görüşmeler, masonik protokole uygun olarak yürütülüyordu.
Franklin'in Gül-Haç üyeliğini ise çeşitli kaynaklar bildiriyor. Franklin'in Philadelphia'da bir Gül-Haç locası kurduğu biliniyor. Konunun uzmanlarından Dr. H. Spencer Lewis de Franklin'in tarikata üye olduğunu doğruluyor... Bu arada Franklin'in genç bir doktorla birlikte çeşitli simya denemeleri yaptığı, bazı rit ve seremonileri uyguladığı biliniyor.95
ABD'nin kuruluşuna imza atan bir diğer isim de Thomas Jefferson. Onun bağlantıları da incelediğimiz diğer biraderlerini aratmayacak nitelikte:
Thomas Jefferson herhangi bir gizli örgüte üye miydi? Masonik kaynaklar bu soruya 'evet' cevabını veriyorlar. 1960 yılında yayınlanan Masonic Bible Jefferson'ın 'aktif bir mason olduğuna kuşku olmadığını' bildiriyor... Bunun yanında 'Gül-Haç uzmanı' Dr. Spencer Lewis, Jefferson'ın Gül-Haç olduğuna dair önemli deliller sunuyor. Dr. Lewis, Jefferson'ın yazdığı bir kağıtta 'garip bazı işaretler' bulduğunu, bu işaretlerin de eski gizli ve kutsal Gül-Haç metinlerinde yer alan bir şifre türü olduğunu söylüyor.96
Tüm bu bilgiler, bizlere ABD'nin tamamen İttifak'ın bir ürünü olduğunu göstermektedir. Ülke, Kabala tutkunu masonlar ve Gül-Haçlar tarafından kurulmuştur. Bu kişilerin yanında Yahudi önde gelenlerinin yer alıyor olması da dikkat çekicidir: Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Washington'un yanında çok sayıda Yahudi yer alır. Yahudiler kendileri için bir tür "Vaadedilmiş Toprak" olarak gördükleri ABD'nin bağımsızlığına özellikle finansal yönden büyük destek verirler. İki ünlü Yahudi banker, Hayim Solomon ve Robert Morris, Washington'ın ordularını finanse eder. Ayrıca Hayim Solomon "büyük bir mason"dur.97 Savaş sonrası da karşılıklı muhabbet sürer. Washington, 1781'de Newport'u ziyaret ettiğinde Yahudiler tarafından "Kral Davud Locası"nda yapılan masonik törenle karşılanır.
Evet, ABD dünyanın ilk masonik ve de Kabalistik cumhuriyeti olarak doğmuştur. Bu, İttifak'ın Avrupa'da başlattığı iktidarı ele geçirme mücadelesinin, ilk meyvesini Yeni Dünya'da verdiğini gösteriyor. İttifak, bu büyük başarısını dosta-düşmana duyurmaktan da çekinmemiştir. Ancak bu duyurma, Kabala'nın ve masonluğun geleneksel yöntemi, yani sembolizm yoluyla yapılmıştır. ABD Büyük Mührü'ne bakmak, bu mesajı algılamak için yeterlidir.
Amerikan Mühründeki Kabalistik Mesajlar:
Yüzyılın Yeni Düzeni ya da Yeni Seküler Düzen
"Masonluğun bir tarifi onun 'alegori perdesi
arkasına gizlenmiş sembollerle tasvir
edilen bir ahlak sistemi' olduğudur. Loca
içinde dilsiz, sessiz, hatta tozlanmış duran
amblemlerin manalarını incelemek ve bu
suretle hakikatleri meydana çıkarmak hepimizin
vazifesidir." (Mimar Sinan, sayı
13, yıl 4)
Bir dolarlık ABD banknotlarının üzerinde, bazı ilginç işaretler yer alır. Doların bir yüzünün iki tarafında iki ayrı daire, dairelerin içinde de iki ayrı şekil vardır. Şeklin birisi, bir pençesinde oklar, diğer pençesinde zeytin dalı tutan bir kartaldır. Kartalın tepesinde yıldızlar bulunur. Diğer dairenin içinde ise tepe kısmı, içine bir göz oturtulmuş olan bir üçgenle tamamlanan bir piramit yer alır.
Kimileri bunları doların üstüne konmuş rastgele şekiller olarak algılayabilir. Oysa bu işaretler, dolara has şekiller değildir. Bu işaretler, "Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Mührü"dür, ABD'nin resmi sembolüdür. İki daire, mührün iki yüzünü oluşturur. Mührün üzerinde böylesine ayrıntılı bir şekilde durmamızın nedeni, mührün bazı önemli mesajlar içermesidir. ABD'nin "dünyanın ilk masonik ve de Kabalist cumhuriyeti" olduğunu gördük. Bu iki özellik, ABD'nin Büyük Mührü'ne de yansıtılmıştır.
Az önce Amerika'nın kurucularının mason ve Gül-Haç bağlantılarıyla ilgili olarak kitabından alıntılar yaptığımız Amerikalı tarihçi Robert Hieroni- mus, ABD'nin Büyük Mührü konusundaki sayılı uzmanlardan biridir. Konu hakkında "Amerikan Büyük Mührü'nün arka yüzünün tarihsel bir analizi ve Hümanist psikoloji ile ilişkisi" başlıklı bir doktora tezi veren Hieronimus, mühür hakkındaki bazı önemli bilgileri America's Secret Destiny adlı kitabında da aktarır. Mührün öyküsü şöyledir:
4 Temmuz 1776'da Kongre, Benjamin Franklin, Thomas Jefferson ve John Adams'dan oluşan bir komiteye Amerikan mührünü dizayn etme görevini verdi. Pierre Eugene Du Simitiere adlı bir portre ressamı komiteye alındı. Böylece, büyük ölçüde Franklin'in tasarısına dayalı olarak ilk mühür oluşturuldu: Bir yüzde Musa ve onunla birlikte denizden kurtularak güvenli bir toprağa ayak basan İsrailloğulları yer alıyordu. Musa eliyle denize işaret ediyor, denizde ise Firavun'un askerleri boğulurken görülüyordu. Bulutlardan çıkan bir ateşin ışıkları Musa'ya ulaşıyordu. Bunun yanında Jefferson da bir öneri getirmişti: Mührün ön tarafına, çölde gündüzleri bir bulut, geceleri de ateşten bir sütunla kendilerine yol gösterilen İsrailoğulları'nın konulmasını teklif ediyordu.98

Birinci komiteden Benjamin Franklin'in mühür için getirdiği teklif: Bir yüzde Hz. Musa'nın önderliğinde güvenli topraklara ulaşan İsrailoğulları, diğer yüzde Kabala sembolü "üçgen içinde göz".
ABD'nin mason kurucularının getirdikleri her iki teklifin de "İsrailoğulları" ile ilgili olması bir rastlantı değildi sanırız. "İsrailoğulları'nın ayak bastığı güvenli toprak"ın Amerika olduğu mesajı veriliyordu. Mühür için ortaya atılan bu teklif, Püritenlerin Amerika'ya yüklediği misyonun, masonlar tarafından devam ettirildiğini de belgeliyordu. Mührün diğer yüzüne yerleştirilen ünlü Kabalistik "üçgen içindeki göz" sembolü de aynı gerçeğin bir işaretiydi.
Fakat Kongre fazla açık ve cüretkar bulduğundan olacak Ocak 1777'de bu birinci komitenin teklifini kabul etmedi. Ve üç yıl sonra yeni bir komite oluşturuldu. Bu komitenin teklifi de kabul edilmeyince, mührü belirleme işi 4 Mayıs 1782'de toplanan üçüncü komiteye kaldı. Bu komite, bugünkü mührü oluşturdu. "İsrailoğulları"nın izi, ilk komitenin mühründeki kadar belirgin olmasa da, bu mühürde de yer alıyordu. Ön yüzde, kartalın başının hemen üstünde, beş köşeli yıldızlardan oluşan altı köşeli bir siyon yıldızı bulunuyordu. Arka yüzde ise Yahudi-masonik sembol "üçgen içinde göz" yerini koruyordu. ABD mühründeki masonik-Kabalistik etki, daha sonra da çeşitli uzmanlar tarafından dile getirildi:
1934 yılında eski başkan yardımcısı Henry A. Wallace, başkana, mührün her iki yüzünün de demir paralar üzerine basılmasını içeren bir öneri götürdü... Başkan Roosevelt bunu kabul etti ve o tarihten sonra mühür ABD paralarının üstünde görülmeye başlandı... Wallace'ın mühür ile yakından ilgilenmesinin ardında esoterik konularla yakından ilgilenmesi yatıyordu. Bir teori, Wallace'ın ilgisinin Kabalistik amaçlara dayandığını öne sürer... İşin bir başka ilginç yanı hem Wallace'ın hem de Başkan Roosevelt'in mason olmasıdır.
Profesör Norton, mührün arka yüzünün 'çok açık bir masonik amblem' olduğunu söyler. Bu görüş Paul Foster Case gibi çeşitli akademisyenler tarafından da desteklenmektedir.
Esoterik geleneğe bağlı yazarların çoğu da mührün özellikle arka yüzünün, masonluk, Gül-Haç ve İllüminati gibi örgütlerden kaynaklandığını bildirmiştir. Bu geleneğin ünlü isimlerinden Wyckoff, şöyle der: 'Bizim mührümüz masonluğun bir yansımasıdır, masonluğun ve okültizmin'.99
Hieronimus'un bildirdiğine göre, "üçgen içinde göz" sembolünün altında yer alan piramit de gerçekte masonik bir semboldür. Mühürde yer alan piramit, ünlü Büyük Giza Piramidi'dir. İlginç olan ise Giza Piramidi ile Kabala arasında ilişki olmasıdır:
Oxfordlu bir matematikçi ve astronom olan John Greaves, Büyük Piramid hakkında yaptığı araştırmalarla tanınıyor. 1683'te piramidin matematiksel özelliklerini inceliyor. Greaves'in araştırması, aynı zamanda piramidin Kabalistik yorumlarının da temelini oluşturuyor. Diğer bir deyişle ABD mührünün arka yüzündeki piramidin kökenleri Kabalistik etkiler taşıyor. Greaves'e göre ise, büyük piramidin kendisi Kabala'yla ilintilidir.100
Piramidin başka ilginç yorumları da vardır. Bazı Gül-Haç ve mason ekolleri, Büyük Piramit'in ritlerdeki dereceleri temsil ettiğine inanırlar.101
Amerikan mühründeki bir başka ilginç şifre, her iki yüzde de yer alan Latince ifadelerdir. Ön yüzde kartalın ağzına yerleştirilmiş olan E Pluribus Unum (Birçokların arasında bir tane) ifadesi Eski Ahit'in Yahudilere verdiği "seçilmiş halk" payesini hatırlatır. Hieronimus, bu ifadenin de Eski Ahit'le paralel olduğunu vurguluyor. Arka yüzde, üçgen içindeki gözün üstünde ve altında yer alan ifadeler ise daha da ilginçtir: Annuit Coeptis ve Novus Ordo Seclorum... Yani "Başlanmışın Tamamlanması" ve "Yüzyılın Yeni Düzeni"... Eğer "Seclorum" kelimesinin ilk anlamı olan "yüzyıl"ı değil de, ikinci anlamı olan "seküler" (din dışı) karşılığını alırsak, ABD mühründeki ifade çok daha ilginç bir hale gelir: "Başlanmışın Tamamlanması... Yeni Seküler Düzen"...
Evet, Yeni Seküler Düzen, çok önceleri başlamış uzun bir mücadelenin tamamlanması ile kurulmuştu. Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak, bu mücadeleden galip çıktığını ABD Mührü yoluyla örtülü bir biçimde duyuruyordu. Ancak bu mücadele henüz yalnızca Yeni Dünya'da kesin olarak kazanılmıştı. Mücadelenin asıl alanı olan Avrupa'da ise çatışma hala sürüyordu. ABD'nin kurulmasından kısa bir süre sonra gelen Fransız Devrimi, İtti fak'a Avrupa'da da büyük bir zafer kazandırdı. Ancak yine de henüz herşey bitmemiş, "Yeni Seküler Düzen" tam anlamıyla tamamlanmamıştı. Bu nedenle İttifak'ın Avrupa'daki savaşı, daha uzun sürdü.
İttifak'ın Papa'yı Sindirme Operasyonu
Tapınakçılarla (ve dolayısıyla masonlar ve Gül-Haçlar'la) Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak, bölüm başından bu yana incelediğimiz gibi dini otoriteyle uzun bir mücadeleye girişti. Bu mücadelenin ilk önemli aşaması Protestan reformu ile gerçekleşti. Önce John Wycliffe'in daha sonra da Luther ve Calvin gibi Protestanların masonlarla ve Yahudi önde gelenleriyle içiçe olduklarını gördük. Protestan reformunun ardından dini otoriteyi zayıflatan ikinci büyük aşama ise, Aydınlanma felsefesi ve bu felsefe doğrultusundaki Fransız Devrimi ile amacına ulaştı.

Masonluğu lanetleyen ünlü In Eminenti fermanını yayınlayan Papa XII. Clement.
Tüm bunlar olurken, Papa cephesinde de, mücadelenin İttifak'la dini otorite arasında geçtiğini gösteren işaretler ortaya çıktı. 1738'de Papa XII. Clement, In Eminenti adıyla bilinen bir bildiri yayınlayarak masonluğun Hıristiyan inancıyla hiçbir biçimde bağdaşmadığını ve hiçbir Hıristiyanın bu örgüte üye olmaması gerektiğini duyurdu. Masonluğu böylece aforoz eden Papa, örgütün oluşturduğu tehlikeye de dikkat çekiyor ve "bu örgüt, milletlerin ve hükümetlerin yıkımını hazırlayacaktır" diyordu.
Papa XII. Clement'in masonluk aleyhine böyle keskin bir çıkış yapmasının, Kilise ile masonlar arasındaki geleneksel çatışmanın yanında, bir de özel bir nedeni vardı. 1730'ların başında, Papa Devletinin burnunun dibinde, Floransa'da kurulmuş olan bir locanın çalışmaları, XII. Clement'i çok rahatsız ediyordu. Çünkü, Floransa'daki İngiliz cemaatinin etkisiyle kurulmuş olan loca, o dönemde İngiltere'nin Katolik dinine dönmesi için uğraşan kilisenin çalışmaları hakkında casusluk yapıyordu. (İngiliz yazar Martin Short, Floransa'daki bu locanın, çok daha sonraları tüm İtalya'yı sarsacak olan P2 locasının bir prototipi olduğunu söyler.) 102
In Eminenti'nin yayınlandığı tarihten sonra, Katolik kilisesi ile masonluk arasındaki çatışma, çok daha açık ve belirgin bir biçime girdi. Roma, In Eminenti'den sonra, bugüne dek masonluk aleyhinde yirmiye yakın bildiri daha yayınladı. XIV. Benedict, VII. Pius, XII. Leo, VIII. Pius ve XVI. Gregory gibi Papalar, masonluğu lanetlemeye devam ettiler. Ama Kilise'nin bütün aforoz ve lanetlemelerine karşın, masonluk yayılmaya ve güçlenmeye devam etti. 19. yüzyıla gelindiğinde, masonlar ve Yahudi önde gelenleri, kiliseyle olan mücadelelerinde oldukça yol katetmiş durumdaydılar. Kuzey Avrupa çok önceleri düşmüştü: Bu bölgedeki devletler, Protestanlığı kabul etmekle, Papa'nın otoritesini tanımadıklarını iki ya da üç asır önce ilan etmişlerdi. Kuzey Avrupa'nın tek pürüzü olan Katolik Polonya ise, az önce incelediğimiz gibi parçalanıp yok edilmişti. Fransız Büyük Locası'nın önderlik ettiği Fransız Aydınlanması ve hemen ardından gelen Fransız Devrimi ise, Avrupa'nın en güçlü Katolik monarşisini ortadan kaldırmıştı. Katolik İspanya uzun süredir ekonomik ve politik bir gerileme içindeydi. Kısacası, Papa'nın gücü büyük ölçüde elinden alınmıştı.
Ancak yine de dünya üzerindeki milyonlarca Katolik Hıristiyanın ruhani lideri olan Papa, sözkonusu İttifak için tehlike oluşturma potansiyeline sahipti. Ve İttifak, işi sonuna kadar götürmeye kararlıydı.
Kilise bunun da farkındaydı. Karşısındaki gücün, masonlar ve Yahudi önde gelenleri arasında kurulu olan bir ittifak olduğunu biliyordu. Kilisenin bir İttifak'la karşı karşıya olduğunu en iyi açığa vuran kişi ise, Papa XIII. Leo oldu. Leo, yayınladığı iki ayrı ve ünlü mesaj ile, masonların ve Yahudi liderlerinin Kilise'nin en büyük düşmanları haline geldiklerini duyurdu. Yayınladığı Humanum Genus adlı ünlü bildiri, Kilisenin tarihte masonluk ile ilgili yayınladığı en sert deklarasyon olarak bilinir. Papa, Humanum Genus'ta, masonların kiliseye karşı büyük bir nefret içinde olduklarını ve en büyük amaçlarının tüm dini kurumları yok etmek olduğunu bildiriyor ve bir Hıristiyanın asla mason olamayacağını duyuruyordu. Masonların yeryüzünde "şeytanın krallığı"nı kurmaya çalıştıklarını söyleyen Papa, tüm insanları da bu tehlikeye karşı uyarıyordu.
XIII. Leo, İttifak'ın diğer kanadını ise, Kilisenin 1849'dan beri yayınladığı Civilta Cattolica adlı aylık gazetede konu edindi. Papa, Civilta Cattolica'nın 1881'de yayınlanan 32. sayısında, "Yahudilerin tüm insanlığa karşı büyük bir nefret" duyduklarını ve "yeryüzünde huzursuzluk ve fesad çıkarmaya" çalıştıklarını ilan etti. Kutsal gazetenin 1883'teki 34. sayısında ise, "Fransa'yı masonların yönettiği" ve "masonların kontrolünün de gerçekte Yahudi liderlerin elinde olduğu" yazıldı. Papa'nın yayın organı, daha pek çok sayısında aynı konulara dikkat çekti.
Kilise, İttifak'a karşı böylesine bir mücadeleye girmekte haksız sayılmazdı. Ama bu biraz geç başlatılmış bir mücadeleydi. Çünkü Humanum Genus'un ve Civilta Cattolica'daki Yahudilerle ilgili yorumların yayınlandığı sıralarda İttifak, Kilise'ye çoktan öldürücü darbeyi vurmuştu: Papa Devleti yok edilmişti.
Papa Devletini Yıkan Üç Önemli Birader:
Mazzini, Garibaldi ve Cavour
İtalya toprakları üzerinde, 1870 yılına dek, birden fazla devlet vardı. Feodalizm döneminin kalıntıları sayılabilecek olan bu küçük devletlerin en önemlilerinden biri ise kuşkusuz merkezi Roma'da bulunan ve Orta İtalya'nın büyük bölümünü kontrol eden Papa Devleti idi. 1870 yılında kurulan İtalyan Birliği ise, Katolik Kilisesini bugünkü Vatikan'ın sınırlarına sıkıştırdı. Ve o tarihten sonra İtalya, seküler ulus-devletlerden biri olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
Bu ulus-devletin kurulması ise ancak Papa'ya karşı girişilen uzun bir mücadeleden sonra gerçekleşebildi. Mücadelenin önderleri, tahmin edilebileceği gibi masonlardı. The Roman Catholic Church and the Craft (Roma Katolik Kilisesi ve Masonluk) adlı kitabın yazarı, üstad mason Alec Mellor, "19. yüzyılın ortasından sonra İtalyan siyasetinin bir numaralı faaliyeti olan Papa'yla mücadele, doğrudan localar tarafından yönetilmiştir" diyor. Mellor'un söylediği bu gerçeği İtalyan ulus-devletini kuran ve Papa Devletini yıkan üç önemli liderin kimliklerine baktığımızda açıkça görebiliyoruz.
Bu üç önemli liderin birincisi ve de en önemlisi Mazzini'ydi. Papa'ya karşı otuz yılı aşan bir mücadele veren, İtalyan ulus-devletinin fikir babası ve ulusçuluk ideolojisinin de bir numaralı kuramcısı olan Mazzini, tam bir devrimciydi. İkinci önemli kişi, güçlü bir asker olan ve emrindeki ordularla birlikte Mazzini'ye destek veren Garibaldi idi. Üçüncüsü ise, ulus-devletin kuruluşunu politik manevralarla destekleyen devlet adamı Cavour'du. Bu üçlü, hemen hemen bütün masonik kaynaklarda bildirildiği gibi masondular. Özellikle Garibaldi ve Mazzini çok üst dereceli ve önemli masonlardır: 10.000 Famous Freemasons (10.000 Ünlü Mason) adlı loca yayınında bildirildiğine göre, Garibaldi, 33. dereceye 1863'te İtalya Süprem Konseyi'nde ulaşmış, 1864'de ise İtalya Büyük Üstadı seçilmiştir. Amerika'da da bu büyük üstadın anısına, New York "vadi"sine 542. numarayla bağlı "Garibaldi" adlı bir loca vardır. Mazzini ise uzun yıllar süren masonik yükselişinin ardından, 1867'de İtalyan Grand Orient Büyük Üstadı seçilmiştir. 1949'da Roma'ya dikilen Mazzini heykelinin açılışında yer alan 3.000 mason da bu büyük üstadlarını minnetle anmışlardır.
İşte bu biraderler, tam da masonların yüzyıllardır süren Kiliseyi yıpratma stratejisine uygun olarak, Papa'yı Vatikan'a sıkıştırdılar. Uzun mücadeleleri sırasında Kiliseye olan nefretlerini ise gizlemeye de gerek görmüyorlardı. Garibaldi Papa Devleti başbakanının bir suikaste kurban gitmesini "gerekli ve adaletli" bir gelişme olarak yorumlamıştı.
Ve bu üç birader masonlarla Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak'ın en önemli hedefi olan dini otoriteyi ortadan kaldırma operasyonunu gerçekleştirirken, İttifak'ın diğer kanadı da onların arkasındaydı. Judaica, Mazzini ve diğer devrimcilerin Yahudilerle kurduğu yakın ilişkileri anlatıyor. Mazzini ve devrimci yandaşları, gizli toplantı ve buluşmaları için uzun süre Roma'da yaşayan İtalyan Yahudisi Rosselli ve Nathan ailelerinin evini kullanmışlardı. Bu yardımlarından ötürü, Mazzini bu iki zengin Yahudi aileye "minnettar" kaldığını yazmıştı.103 Mazzini'nin 1849'da kurduğu fakat altı aydan fazla yaşamayan Roma Cumhuriyeti'nde de, üç önde gelen Yahudi Mazzini'nin desteğiyle kurucu meclise seçilmişti.104 Judaica, Mazzini ve diğer devrimcilerin, Yahudi teolojisinden ve dünya görüşünden büyük ölçüde etkilendiği de yazıyor.105 Bir başka ilginç bilgi ise, sonradan Siyonist hareketin önde gelen liderlerinden biri olan Joseph Marcou Baruch'un da Garibaldi'nin ordusuna katılmış olması.106

Yandaki üç adam, yani (soldan sağa) Mazzini, Garibaldi ve Cavour, İtalyan ulus-devletini kuran ve Papa Devletini yıkarak dini otoriteye son öldürücü darbeyi vuran üç büyük masondu. Ve doğal olarak, bu büyük işi ititfak'ın öteki kanadının da büyük desteği ile yapmışlardı: Bu üç biradere lojistik ve finansal destek verenler, İtalyan Yahudi toplumunun önde gelenleriydi.
(İttifak'ın Katolik dini otoritesine karşı yaptığı bu işbirliğine bakınca akla ister istemez Osmanlı'daki durumla ne kadar büyük bir benzerlik gösterdiği geliyor. Mason ve ulusçu Mazzini'yle yanındaki devrimcilerin zengin Yahudilerce korunup-kollanması, İslam halifesi Abdülhamid'e karşı Selanik'te yapılan işbirliği ile aynı: Ulusçu ve mason Jön Türkler, zengin Yahudilerin evlerini üs olarak kullanıyorlardı [bkz, 4. bölüm]. Mazzini'nin Papa'ya karşı kurduğu "Young Italy [Genç İtalya] örgütü ile Jön Türkler [Genç Türkler] arasındaki isim benzerliği bile oldukça anlamlı gözüküyor...)
Mazzini'nin önemi yalnızca Papa Devletini yıkmasından gelmiyordu. İtalyan devrimcisinin belki bundan da önemli olan rolü ulusçuluk ideolojisine yaptığı katkıydı. Mazzini, insanları birarada tutan geleneksel güç olan dini otoriteye darbe vururken ulus-devlet modelini öne sürmüştü. Ortaya attığı ünlü "her ulusa bir devlet" sloganı, 19. ve 20. yüzyılda dini otoriteye karşı girişilen mücadelelerin bayrağı oldu. Kendisini ulus-devlet modeline göre düzenleyen Batı, aynı modeli İslam dünyasına ve üçüncü dünyaya da uyguladı. Bu ideolojinin körüklenmesiyle o dönemde zaten çok güçlü olmayan İslam birliği dağıldı, ulusal ve etnik çatışmalar başladı. Afrika ise "her ulusa bir devlet" sloganının en çok zarar verdiği kıta oldu. Ulus değil, kabile temeline göre ayrılmış Afrika insanına, sınırları cetvelle çizilmiş "ulus-devlet"ler dayatıldı. Bugün dünyanın pek çok bölgesinde süren etnik ve ulusal çatışmaların ardında, "her ulusa bir devlet" sloganının oluşturduğu bölücü gelenek yatmaktadır.
'Kolomb Şövalyeleri' ve
Meksika Üzerindeki Vatikan-Loca Çatışması
Az önce, Papa XIII Leo'nun, masonlar ve Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak'ın tehlikesine dikkat çektiğini ve Katolikleri bu iki güce karşı uyanık olmaya çağırdığına değindik. XIII. Leo, masonlukla mücadele için de ilginç
bir yöntem bulmuştu. Humanum Genus deklarasyonunun sahibi olan Papa, masonlara karşı kampanya başlatmanın yanısıra, örgütün popülaritesini azaltmak için bir karşı-örgütün varolmasının yararlı olacağını düşündü. "İnsanları iyi derneklere çağırırsak, kötülerine üye olmaktan kurtulabilirler" diyordu. Böylece Papa, masonluktaki gizlilik ve sembolizm özelliklerinin bazılarını yalnızca şekil yönünden içeren ama Vatikan'a ve Katolik inancına bağlı kalan bir tür örgüt kurmaya karar verdi.
Ancak böyle bir örgüt iki yıl önce zaten kurulmuştu. Amerika Connecticut'ta, Katolik rahip Michael J. Mc Giveny tarafından İrlanda kökenli Katolik göçmenleri içine alacak ve "Knights of Colombus" (Kolomb'un Şövalyeleri) adını taşıyan bir dernek oluşturulmuştu. Papa XIII. Leo da, hazır kurulmuş olan bu örgütü geliştirmeye ve mason örgütünün psikolojik çekiciliğine karşı bir alternatif olarak Katolikler arasında yaymaya karar verdi. (Aslında Kabalacı bir Yahudi ve Tapınakçılar'ın üstadı olan Kolomb [bkz. 1. bölüm], bu Katolik örgütün manevi babası olarak kabul edilecek biri değildi. Ama o dönemde dünyayı "resmi tarih"in kayıtları içinde görmekten başka şansı olmayan Papa, bir Katolik kahramanı sandığı Kolomb'u bu "kutsal" makama layık görmüştü.)
Papa'nın planı tuttu. Kolomb Şövalyeleri, özellikle Amerika, Meksika, Kanada ve Filipinler'de yaygınlaştılar. Ama hiçbir zaman masonluk gibi önemli bir siyasi güce ulaşamadılar. Çünkü masonluk gibi bir "burjuva örgütü" değildiler; daha çok orta ve alt tabakadaki muhafazakar Katoliklere seslendiler. Özellikle bu yüzyılın başında sayıları oldukça artarak bir milyonu geçti. Genellikle, Protestanların yoğun olduğu ve anti-Katolik duyguların kabardığı bölgelerde, Katolikler arası bir sosyal dayanışma derneği olarak işlev gördüler.
Tahmin edilebileceği gibi masonlarla araları hiç iyi değildi. İki taraf da sözlü olarak sürekli birbirine sataşıyordu. Ama iki örgüt arasındaki çatışmanın en iyi örneği Meksika'da yaşandı. Katolik nüfusun yoğun olduğu ve yüzyıllardır Vatikan'a bağlı olan Meksika, 1913-1917 yılları arasında süren iç savaş sonucunda tümüyle seküler bir yönetim tarzıyla tanıştı. Yeni yönetim, Katolik din örgütlenmesi üzerine büyük bir baskı uygulamaya başladı. Kilise'nin mallarına el konuldu, dini kurumlar kapatıldı, rahipler "başka bir ülkenin" yani Vatikan'ın vatandaşı sayılarak sosyal haklardan mahrum bırakıldılar, dini eğitim yasaklandı. Kısacası büyük bir "yukarıdan aşağı sekülerizasyon" politikası uygulandı.
Bu politikadan en çok rahatsız olanlar ise kuşkusuz, ülkede önemli bir sayıya ulaşmış olan Kolomb Şövalyeleri idi. Önce yönetime karşı pasif direniş uygulamaya çalıştılar; dini eğitimi sürdürmeye, Katolik kurallarını açıkça uygulamaya çalıştılar ama hükümet tarafından bastırıldılar. Sonunda Kolomb Şövalyeleri, rejimden rahatsız diğer Katoliklerle de birleşerek, dini özgürlüğü savunan Liga Nacional'i yani "Milli Birlik" örgütünü kurdular. Örgüt, bir süre sonra yönetime karşı silahlı bir ayaklanma başlattı. Lider olarak Hz. İsa'yı (Cristo) kabul ediyorlar, bu nedenle de Cristeros olarak adlandırılıyorlardı.
Tahmin edilebileceği gibi masonlar anti-Katolik hükümetin saflarınday- dılar... Amerikalı tarihçi Robinson, o sıralarda "çok sayıda masonun hükümetin üst düzey mevkilerinde görev aldığını" yazıyordu.107 1926-1929 yılları boyunca süren ayaklanma, sonunda hükümet tarafından bastırıldı. Ayaklanmanın biri Cizvit (Vatikan'a bağlı rahip örgütü) olan iki lideri yakalandı ve yargılanmadan asıldı. Aralarında çok sayıda Kolomb Şövalyesi'nin de bulunduğu isyancıların büyük bölümü de kurşuna dizildi.
Vatikan, böylece bir dayanağını daha yitirmiş, Kilise'nin Latin Amerika'ya uzanan kolu kökünden kesilmişti. Meksika o tarihten sonra da masonluğun denetimi altında kaldı: 1920'den sonra ülkedeki tüm devlet başkanları istisnasız mason oldular.108
Elbette her zamanki gibi İttifak'ın öteki kanadı da bu gelişmelerle yakından ilgiliydi. Judaica, 1917'den sonra oluşan "seküler ortamın Yahudiler için son derece elverişli olduğunu, bu tarihten sonra ülkeye çok sayıda Yahudinin yerleştiğini ve önemli yatırımlar yaptıklarını" bildiriyor. İsyancı Milli Birlik örgütünün, "ülkeyi Yahudi sömürüsünden kurtarmak" gibi bir slogan da kullandığını not eden "Yahudi Ansiklopedisi", isyanın bastırılmasının Yahudiler için büyük avantaj yarattığını ve isyanın hemen ardından 1929 yılında, ülkedeki ilk Yahudi sermayeli banka olan Banco Mercantil'in kurulduğunu yazıyor.109
Ve Son Operasyon; Vatikan'ın 'İçerden' Fethedilmesi
1870'de İtalyan ulus-devletinin kuruluşu ile birlikte Papa Devletinin de yok edilmiş olması, İttifak'ın asırlardır yürüttüğü mücadelenin de hedefine ulaşması olarak yorumlanabilir. Çünkü bu tarihten sonra Papa'nın herhangi bir siyasi gücü kalmamıştır. Bunun en belirgin göstergesi olarak, Avrupa'yı yeniden düzenleyen 1918 Paris Barış Konferansı'na Papa'nın hiçbir temsilcisinin çağrılmaması gösterilebilir. Oysa Avrupa'yı düzenleyen bir önceki anlaşmaya, yani 1814 Viyana Kongresi'ne, kendisine fazla itibar edilmese de Papanın temsilcisi katılmıştı. Kolomb Şövalyeleri'nin masonluk karşısındaki bozgunundan da Vatikan'ın, İttifak karşısındaki son umudunu da yitirip, tükendiği gibi bir sonuç çıkarılabilir.
Ama az önce de söylediğimiz gibi Papa'nın politik olarak yenilmesi İttifak için yeterli değildi. Çünkü yüzmilyonlarca Katoliğin ruhani lideri hala Vatikan'da oturuyordu ve bu ruhani liderliğinden gelen büyük bir gücü vardı. "Ters" bir Papa çıkıp, yeni Humanum Genus'lar, Civilta Cattolica'lar yayınlayabilir, milyonlarca insanı, İttifak'ın "dünyayı ele geçirme" planlarıyla ilgili olarak uyarabilirdi. Bu nedenle Kilisenin yalnızca politik yönden yıpratılması yeterli değildi; dini otorite İttifak'ın yörüngesine sokulmalı, içten fethedilmeli ve zararsız hale getirilmeliydi.
İttifak, zaten henüz Papa Devleti yıkılmadan önce, bu içten fethetme operasyonuna başlamaya karar vermişti. Masonların bu taktiğe yöneldiklerinin en açık göstergesi, 1819 yılında Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya Büyük Loca'larının büyük üstadlarının bir araya gelerek aldıkları karardı. Büyük üstadlar, "Permanent Instruction" (Daimi Talimatname) adı verilen kararla
tüm ülkelerdeki localara, Kilise'ye "sızma" emri verdiler. Malachi Martin, bu kararın metninden şu satırları aktarıyor:
... Bütün dikkatimizi tüm insanlığı ilgilendirecek bir ideale çevirmeliyiz... Bütün dünyanın özgürlüğü ve kardeşlik cumhuriyetinin ve dünya barışının kurulmasına... Bunu sağlayabilecek çareler arasında hiç unutmamamız gereken bir tanesi... Katolik dogmalarının ortadan kaldırılmasıdır... Gözlememiz gereken bizim amaçlarımıza uygun bir Papa... Çünkü böyle bir Papa ile 'Tanrı'nın Kilisesi'nin üzerinde kurulu olduğu 'Kaya'yı kolaylıkla parçalayabiliriz. Tanımlarımıza uygun bir Papa aramaya başlayınız... En azından genç ve yeni din adamlarına doktrinimizi kabul ettirmeliyiz. Birkaç yıl içerisinde Kilise içinde birçok sorumluluk alabilecek duruma gelebilirler... Bazıları gelecekteki Papa'yı da seçeceklerdir. Ve bu Papa, aynı onu seçenler gibi bizim de içinde bulunduğumuz Hümanist prensiplerin etkisinde kalacaktır...110
Büyük üstadların, "dünya barışı", "özgürlük", "kardeşlik" gibi diplomatik ifadelerle tanımladıkları ve Kilise'nin zayıflatılması ya da kendi yörüngelerine sokulmasıyla ulaşabileceklerini söyledikleri aşama, kuşkusuz kendi egemenliklerinin kesin olarak kurulacağı bir aşamaydı. Bu aşama, elbette yalnızca masonların egemenliği demek değildi; masonlarla Yahudi önde gelenlerinin kurduğu İttifak'ın egemenliğiydi. Kilise'nin hizaya getirilmesi ise localarla birlikte Yahudi önde gelenlerinin de İttifak'ın yörüngesine sokulmasıyla gerçekleşebilirdi ancak. Dolayısıyla Vatikan'ı içerden fethetme taktiğinin işleyip işlemediğini, Kilisenin masonlara ve Yahudilere karşı tutumlarını inceleyerek anlayabiliriz.
Masonların Vatikan'a "sızma" ile ilgili kararlarını yazan Martin, bu kararın hayata geçirilişinin oldukça uzun zaman aldığını ve masonların Vatikan'da bazı kişileri saflarına çekmelerine rağmen, uzun bir dönem boyunca en tepeye sızamadıklarını söylüyor. En tepeye, yani Papalık'a yönelik bir sızma girişimininse ilk kez Papa XIII. Leo'nun ölümünün ardından 1903 yılında gerçekleştiğini bildiriyor:
XIII. Leo'nun ölümünden sonra 'Permanent Instruction'ın ilk ciddi hayata geçme denemesi yaşandı. Vatikan'ın Dışişleri Bakanı ve yüksek dereceli bir mason olan Kardinal Rampolla Del Tindaro Papa olarak seçildi. Ancak, Krakow'lu Kardinal Jan Puzyna, efendisi olan Avusturya İmparatoru Franz Joseph'in veto yetkisini kullanarak, Rampolla'nın Papalık'tan indirilmesini sağladı. Çünkü Rampolla'nın mason olduğunu biliyordu.111
Masonların Papalık makamını ele geçirme yönündeki bu ilk girişimleri, "gerçekten Katolik" olan bir kardinal tarafından engellenmişti. Ama bu olay masonların "Permanent Instruction" yayınlandıktan sonra Vatikan içinde ne denli etkili hale geldiklerini gösteriyor: Belki Vatikan'ı ele geçirememişlerdi ama Dışişleri Bakanı'nı mason yapacak sonra da onu Papalık'a yürütecek kadar sızmışlardı Kilisenin içine.
Bu olay 1903 yılında yaşanmıştı. Bu tarihten sonra araştırmayı sürdür- düğümüzde, İttifak'ın Vatikan'a sızmaya devam ettiğine dair çok açık bazı belirtileri bulabiliyoruz. En önemlilerinden biri, 1926'da Vatikan'ın içinde kurulan ve "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) tanımına uygun olan "Amici Israel" örgütü. Judaica, konuyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
Amici Israel Birliği, 6 Haziran 1926'da Roma'da kuruldu. Örgüt, Katolik geleneği içinde Yahudilere karşı farklı bir bakış açısı geliştirmeyi deneyen nadir oluşumlardan biriydi. Kısa sürede Vatikan içinde hızla yayıldı; ikibin kardinal ve rahip örgüte üye oldu... Örgütün 1927'de yayınladığı Pax Super Israel adlı genelgede, üyelere, Yahudiler hakkında herhangi bir düşmanca söz ve tutumdan kesinlikle kaçınmaları öğütleniyordu. Ayrıca, Yahudilerin hala 'Tanrı'nın seçilmiş halkı' olmaya devam ettikleri söyleniyordu... Ama Roma'daki Kutsal Ofis, birliğin düşünce ve çalışmalarının 'Sensus Ecclesiae'ye (Kilisenin ruhuna) uygun olmadığını bildirdi ve Mayıs 1928'de örgütü dağıttı.112
Amici Israel'in yapmak istediği, Protestan ve özellikle de Püriten reformunun vurucu özelliğini, yani "judaizer" (Yahudi olmadığı halde Yahudilere ve Yahudi dinine bağlılık duyan kimse) misyonunu asırlar sonra Katolik kilisesine de sokmaktı. Yüzyıllardır Yahudileri "İsa'nın katilleri" olarak görmüş olan Katolik kilisesinin merkezinde, binlerce kardinal ve rahibin çıkıp da "Yahudiler Tanrı'nın seçilmiş halkıdır, üstün ırktır" demesi, İttifak'ın Vatikan'a çok etkili biçimde sızmaya başladığının açık bir göstergesiydi.
Amici Israel, fazla"sivri olduğu için uzun ömürlü olamadı; iki yıl yaşayabildi. Ama örgüt kapandıktan sonraki dönemde, Vatikan'da Yahudilere karşı ilginç bir yakınlaşma süreci başladı. Bu sürecin ilk işaretini, o dönemde çok yankı uyandıran "biz aslında hepimiz Semitik'iz" sözüyle Papa XI. Pius, 1938 yılında verdi. Onu izleyen Papa XII. Pius zamanında ise, din kitaplarından Yahudiler aleyhine olan bazı ifadeler çıkarıldı. 1945 yılında, Yahudilerin Hıristiyanlaştırılması çabasından resmen vazgeçildiği açıklandı. Daha sonra, Vatikan bünyesinde Katolik-Yahudi ilişkilerini düzenleyecek bir kurul oluşturuldu. İncil'de geçen Yahudiler aleyhindeki bazı ifadelerin, Hıristiyan öğretisinin genel mantığını oluşturmadığı, yalnızca İncil yazarlarının kişisel görüşleri olduğu tezi savunulmaya başlandı.
Gül-Haç Üyesi Papalar
ve Kabalacılar'ın Vatikan'daki Adamları
Yahudilerle Vatikan arası ilişkilerdeki gerçek devrim ise, İkinci Vatikan Konseyi olarak bilinen toplantıda yaşandı. 1962-1965 yılları arasında toplanan konseyde yayınlanın Nostra Aetate adlı deklarasyon, Katolik kilisenin de asırlar sonra Protestanların yoluna girdiğinin bir göstergesiydi. Konsey'de alınmış olan kararlara birazdan değineceğiz. Ama önce, kararlardan daha da önemli bir noktaya, Vatikan'ın Yahudilere karşı böylesine büyük bir tavır değişikliğine nasıl gittiğine bakmakta yarar var. Çünkü Vatikan'ın bu tavrı, kendiliğinden oluşan bir doğal gelişim süreci içinde değil Yahudi önde gelenlerinin büyük lobi ve önemli sızma operasyonlarının sonucunda oluşmuştu.
Amerikan Look Dergisi, 25 Ocak 1966 tarihli sayısında, gizli kapılar ardında süren gelişmeleri ayrıntılı olarak aktarıyordu. Buna göre, ilişki asıl olarak 1949'da Papa XII. Pius (Pio)'nun Dünya Yahudi Kuruluşları sözcüsü Jules Isaac ile görüşmesiyle başlamıştı. Isaac, bir sonraki Papa XXIII. John'la ise çok daha yakın bağlantılar kurdu. Papa John Yahudilerin temsilcisi olan Jules Isaac ile daha önce hiçbir Papa'nın yapmadığı kadar yakın ilişkiler geliştirdi. Acaba neden Papa XXIII. John Yahudilerle bu denli iyi bir ilişki içine girmişti?
Bu sorunun ilginç bir cevabı vardı. Papa XXIII. John, bir Gül-Haç üyesiydi!... The Universe adlı Katolik gazetesinin yayıncısı Peirs Compton, The Broken Cross adlı kitabında bu konuda açık deliller ortaya koymuştu. Compton, masonluk ve Gül-Haç gibi gizli örgütlerin Vatikan'a sızdığını anlatıyor ve Papa John'un da bu sızma operasyonunun en somut sonucu olduğunu anlatıyordu. Buna göre, Papa John, Piskopos olduğu dönemde 1935 yılında Sofya'ya Vatikan elçisi olarak atanmış ve burada kaldığı süre içinde gizli bir örgüte üye olmuştu. Örgüt, gül ve haç sembollerini kullanıyordu!...113
Gül-Haç üyesi Papa John, Vatikan-Yahudi ilişkilerini düzenlemesi için Yahudi asıllı Kardinal Augustin Bea'yı görevlendirdi. Bea, yıllarca Vatikan hiyerarşisi içinde yükselmiş ve 1959'da Kardinal olmasıyla birlikte de büyük bir etkiye ulaşmıştı. Elindeki gücünü de, Papa John'un desteği sayesinde, içine "sızmış" olduğu Vatikan'ı soydaşlarının hedeflerine uydurma yönünde kullandı. Look, Vatikan-Yahudi ilişkilerini anlatmayı sürdürürken, Bea'nın önemine de dikkat çekiyor:
B'nai B'rith, katoliklerden kilise metinlerindeki bütün Yahudi aleyhtarı metinleri çıkarmalarını istedi. Buna İncil ayetlerinin değiştirilmesi de dahildi. Bu isteğin üzerine Kardinal Bea, konuyla ilgili deklarasyonun çalışmalarına başladı. Deklarasyonla ilgilenen komitenin içinde, Bea'dan başka, Father Baum, John Oesterreicher gibi Yahudi asıllı kilise mensupları da vardı.
Ve 31 Mart 1963 günü, Kardinal Bea, Amerikan Yahudi Komitesi merkezinde, hahamların oluşturduğu Sanhedrin kuruluyla görüştü. Toplantı basına kapalıydı. Bea, burada Vatikan'ın geleneksel olarak Yahudilere karşı büyük bir hata içinde olduğunu söyledi. Hahamlar da ondan, İncil'deki Yahudi karşıtı ifadelerin bir an önce çıkarılmasını istediler.
Bea'ya "İncil'deki Yahudi karşıtı ifadeleri çıkartın" emrini veren kurulun Sanhedrin olması bizlere çok önemli bir bağlantıyı gösteriyor. Çünkü Sanhedrin, Yahudi dini liderlerinin en üst seviyedeki örgütüdür ve Sanhedrin'in üyeleri Kabalacı hahamlardır. Dolayısıyla, Papa John ve Kardinal Bea bağlantısını kullanarak Katolikleri klasik Püriten çizgisine sokup "judaizer" yapmaya çalışanların asıl olarak Kabalacılar olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Kitabın başından beri incelediğimiz gibi Mesih Planı'nın aşamalarını gerçekleştirerek, dünyayı Kudüs merkezli bir Yahudi egemenliği altına sokma hedefinin bir numaralı uygulayıcıları da Kabalacılardı... Anlaşılan Kabalacılar, Yahudi karşıtı çizgisiyle Mesih Planı'na önemli bir engel teşkil edecek olan Vatikan'ın "yola getirilmesi" gibi önemli bir operasyonu bizzat yönetmeye karar vermiş olmalıydılar.


1963'te Vatikan temsilcileriyle Yahudi önde gelenleri arasında gizli görüşmeler yapıldı. İlginç olan, gizli görüşmelerin Vatikan'daki Yahudi asıllı kardinal Bea'yla, Amerika'da toplanmış olan yüksek hahamlar kurulu Sanhedrin arasında yapılmasıydı. Sanhedrin'deki Kabalacılar, Bea'dan İncil'deki Yahudi karşıtı ifadelerin çıkarılmasını istediler. Yanda Kardinal Bea (solda), Kabacılar'la yaptığı görüşme öncesinde, Amerikan Yahudi Kongresi binasında Haham Abraham J. Heschel ile birlikte.
Kabalacılar, yalnızca Bea kanalını kullanmakla kalmadılar. Look'un bildirdiğine göre, Amerikan Yahudi Kongresi'ndeki Sanhedrin toplantısına Bea'yı götürmüş olan Amerikalı Haham Heschel, "Sanhedrin'in temsilcisi" olarak Vatikan'a gitti ve Papa John'la gizlice görüştü. Look, bununla ilgili olarak "bu görüşmeler, Amerikalı Yahudilerin kilisenin arkasında gizlenen yeni bir güç olduğunu gösterdi" diyor.
İşte tüm bu bağlantıların ardından Vatikan, 1965'te Yahudilere karşı büyük sempati ifadeleri içeren Nostra Aetate deklarasyonunu yayınladı ve Yahudilerin İsa'nın öldürülmesinden sorumlu olmadıklarını ilan etti. Aynı çizginin devamı olarak 1974'te yayınlanan "Vatikan Talimatnamesi" ise, "Yahudiliği ve Kiliseyi birbirine bağlayan manevi bağlardan" söz ediyor ve "antisemitizmin her türlüsünü kınıyoruz" diyordu.
1985'te ise beklenen açıklama geldi: Amici Israel Birliğinin yaklaşık 60 yıl önce deneyip de kabul ettirmeyi başaramadığı açıklama, bu kez Vatikan'ın en üst ağızlarınca kabul edildi. Çünkü o yıl yayınlanan "Vaaz ve Dini Eğitim için Notlar" adlı genelgede Yahudiler, "Eski Ahit'in insanları" olarak kabul edildi. Ve şöyle denildi: "Yahudiler Tanrı'nın seçilmiş halkıdır ve Tanrı bu statüyü hiçbir zaman iptal etmemiştir." Genelge, çok ilginç bir ifade daha içeriyordu: "Hıristiyanlar ve Yahudiler olarak, dünyanın geleceği için birlikte çalışmalı ve dünyayı Mesih'in gelmesi için hazırlama sorumluluğunu birlikte üstlenmeliyiz Bunları Tanrı'nın Krallığı için beslediğimiz ortak umutlar için yapmalıyız." 114
İsrail devletini de ilk kez resmen tanıyan bu genelge, Vatikan'ın yaşadığı dönüşümün ulaştığı noktayı açıkça gösteriyordu. Vatikan Kabalacılar'ın asırlardır en büyük uğraşısı olan "dünyayı Mesih'in gelişi için hazırlama" misyonuna Yahudilerle birlikte katkıda bulunacağını ve onları "seçilmiş halk" olarak tanıdığını bildiriyordu. Bunun Yahudi literatüründeki adı "judaizer" ol- maktı. Yani Yahudi olmadığı halde Yahudilere ve Yahudi dinine olağandışı bir hayranlık beslemek...
Bu noktada Mesih inanışı yönünde Katoliklerle Yahudiler arasında önemli bir fark bulunduğunu, Katoliklerin Mesih olarak Hz. İsa'yı beklediklerini söyleyebiliriz. Ama, bu ayrılık Yahudi önde gelenleri için bir sorun oluşturmamakta ve önceki bölümde de değindiğimiz gibi "judaizer" çizgisine girmiş olan Hıristiyanları Mesih Planı için kullanabilmektedirler.
Vatikan'ın böylesine açık bir şekilde Yahudi sempatizanı çizgiye girmesi, İttifak'ın Katolik dünyasının merkezini "içerden" ele geçirme planının hedefine ulaştığını gösteriyor. Vatikan'ın masonlarla ilişkisini yumuşatmasıyla ilgili resmi gelişmelerin de İkinci Vatikan Konseyi'nde Yahudilerle geliştirilen ilişkilerle tam da aynı anda başlamış olması kuşkusuz oldukça dikkat çekici bir gelişmedir.
Vatikan'ı "içerden" fethetme operasyonunun başarıya ulaştığının en açık göstergesi ise, masonluğun Kilise'ye derinlemesine sızmış olması. Bu gerçek, en iyi, ünlü P2 skandalı ve Alman gazeteci David Yallop'un çok ses getiren Im Namen Gottes? (Tanrı Adına?) adlı kitabı ile ortaya çıkmıştı. Yallop, kitabında mason kardinallerin, piskoposların var olduğunu ve bunların P2 locası ile kara para aklama operasyonları geçekleştirdiğini yazmıştı. "Büyük Vatikan Locası"na üye olan bu piskopos ve kardinalleri Vatikan'dan uzaklaştırmak isteyen dürüst Papa I. Jean Paul'ün devri uzun sürmemişti; anti-mason Papa, Vatikan'ın başına geçtikten yalnızca 33 gün sonra şüpheli bir zehirlenme olayı ile ortadan kaldırılmıştı.
Vatikan'da son yıllarda gittikçe yükselen bir örgüt de oldukça şüphe çekiciydi. Vatikan'a bağlı pek çok rahip, piskopos ya da kardinalin üye olduğu Opus Dei (Tanrı'nın Eseri) adlı örgüt, masonik özellikleri nedeniyle, David Yallop'un kitabında "bir tür mason locası" olarak yorumlanıyordu. Opus Dei ile ilgili Fransız Le Nouvel Observateur dergisi de geniş bir araştırma yayınlandı. Haberde, Katolik Kilisesi'nin yayın organı sayılan Golias'ın yazı işleri müdürü Christon Terray'ın, Opus Dei hakkındaki ilginç yorumları yer almıştı. Şöyle diyordu Terray:
Opus Dei, Vatikan'ı ve Papalığı tamamen eline geçirmiş olan tam bir kutsal mafyadır. Vatikan'ın karar organı durumuna gelmiştir. Dini ve ekonomik lobicilik yapar. Görünürde yokturlar. Ancak çok güçlüdürler; dünyanın en ünlü bankaları bunların tekelindedir. Gelirler gayri meşrudur. Onlar için dürüstlük veya namus bir fazilet değildir. Ahlakları yoktur ama kazanmışlardır ve Vatikan bunların emrine girmiştir. Laik görümündedirler ve hepsi de 'beyaz mason'dur. Aralarından judeo-mason, yani Yahudi-masonlarla işbirliği yapan da çoktur. Yarın bu laikler Vatikan'ı yönetirse, Kilise'nin hali ne olur?115
İncelediğimiz bu süreç, İttifak'ın dini otoriteyi yıkma hedefini ne denli ciddi bir biçimde gerçeğe dönüştürdüğünü göstermektedir. Dini otoritenin yıkılması, Yeni Seküler Düzen'in kurulmasını, bu düzen de iktidarın İttifak'ın eline geçmesini sağlamıştır. Ancak İttifak yalnızca siyasi egemenliği eline geçirmekle kalmamış, bu egemenliğin altyapısını oluşturan ideolojik bir sistem, seküler bir dünya görüşü üretmiş ve toplumlara kabul ettirmiştir.
Ancak Kuran'da, insanları şaşırtıp-saptıranlar için "onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle' yalan söylerler" (Enam Suresi, 116) hükmü verilir. İttifak'ın ürettiği yeni seküler ideoloji de, ancak ve ancak yalan üzerine kuruludur.
(*) 17. yüzyılın önemli düşünürlerinden olan Leibnitz, bir Gül-Haç olmasının doğal bir sonucu olarak, yahudi düşüncesi ile en yakından ilişkilidir. Rene Guenon, Dünya Krallığı adıyla Türkçe'ye çevrilen kitabında, Leibnitz'in teorilerinin "yahudi tradisyonu'ndan büyük ölçüde etkilendiğini not eder. (s. 81) Campanella ise 16. yüzyılın önemli bir ismidir. Civitas Solis (Güneş Şehri) adlı ünlü romanında, Ortaçağ Hristiyanlığının önemli düşünürü olan St. Augustine'nin Civitas Dei (Tanrı Şehri) adlı kitabına karşı çıkmıştır bir anlamda. Augustine, tamamen ilahi yasalara göre yönetilen bir toplum modeli çizmişken, Campanella, seküler bir model ortaya koymuştur. Bir Gül-haç üyesi olan Campanella'nın İttifak'ın seküler hedefine böylelikle katkıda bulunması şaşırtıcı değildir elbette. Zaten Civitas Solis'i de Gül-Haç ritlerinden esinlenerek yazmıştır: Rene Guenon, Dünya Krallığı'nda Campanella'nın "Güneş Ülkesi'nin, Gül Haçların "Güneş Kalesi" kavramından bir aktarma olduğunu söylemektedir. (s.64)
63 Lewis Spence, The Encyclopedia of The Occult, ss. 340-341.
64 Eli Barnavi, A Historical Atlas of The Jewish People, s. 145.
65 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 44.
66 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 384.
67 Ibid., s. 381.
68 Ibid., ss. 390-393.
69 John Hamill, The Rosicrucian Seer: Magical Writings of Fre derick Hockley, 1.b., Northamptonshire: The Aquarian Press, 1986, s. 16.
70 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 382.
71 John J. Robinson, Born in Blood, s. 286.
72 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 76.
73 Ibid., s. 76.
74 Ibid., s. 148.
75 John J. Robinson, Born in Blood, s. 285.
76 Ibid., s. 285.
77 Ibid., s. 266.
78 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 345.
79 İlhan Kutluer, Modern Bilimin Arkaplanı, İstanbul: İnsan Yayınları, 1985, ss. 21-22.
80 Selami Işındağ, Masonluktan Esinlenmeler, İstanbul: Mason Derneği Yayınları, 1977, s. 275.
81 Colin Dyer. "Some Thoughts on the Origins of Speculative Masonry" Ars Quatuor Coronatorum Vol 95, 1982. s. 153.
82 Ibid.
83 John J. Robinson, Born in Blood, s. 302.
84 Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers, 2.b., Staunton: Ezra Pound Institute of Civilation, 1992, ss. 28-29.
85 John J. Robinson, Born in Blood, s. 304.
86 Malachi Martin, The Keys of This Blood, ss. 522-523.
87 Ibid., ss. 525-526.
88 Ibid., ss. 528-530.
89 15. Derece Çalışma Rehberi, s. 33.
90 Richard Cobb, Colin Jones, The French Revolution: Voices from a Momentous Epoch, s. 109.
91 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 406.
92 Encyclopaedia Judaica, vol. 7, s. 124.
93 Robert Hieronimus, America's Secret Destiny: Spiritual Vision and the Founding of a Nation, Vermont: Destiny Books, 1989, s. 15.
94 Ibid., ss. 22-28.
95 Ibid., ss. 29-34.
96 Ibid., ss. 38-39.
97 The Empire State Mason, Mayıs/Haziran 1963.
98 Robert Hieronimus, America's Secret Destiny, ss. 48-49.
99 Ibid., ss. 57-59. 
100 Ibid., s. 84.
101 Ibid., s. 89.
102 Martin Short, Inside the Brotherhood, ss. 408-411.
103 Encyclopaedia Judaica, vol. 14, s. 314.
104 Encyclopaedia Judaica, vol. 14, s. 251.
105 Encyclopaedia Judaica, vol. 9, s. 1106.
106 Encyclopaedia Judaica, vol. 4, s. 275.
107 John J. Robinson, Born in Blood, s. 331.
108 Daniel Ligou, Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, 1.b., Paris: Presses Universitaires de France, 1987, s. 331.
109 Encyclopaedia Judaica, vol. 11, ss. 1456-1457.
110 Malachi Martin, The Keys of This Blood, s. 534.
111 Ibid., s. 535.
112 Encyclopaedia Judaica, vol. 5, s. 541.
113 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 151.
114 International Catholic-Jewish Liason Committee, Fifteen Years of Catholic-Jewish Dialogue 1970-1985, Roma: Libreria Editrice Vaticana, Città del Vaticano Pontificia Università Lateranense, 1988, ss. 246-248.
115 Le Nouvel Observateur, 11 Temmuz 1994.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...