24 Şubat 2015

RESMİ TARİH VE İDEOLOJİNİN OLUŞTURULMASI



RESMİ TARİH VE İDEOLOJİNİN OLUŞTURULMASI
Meşruiyet sorunuyla karşılaşan her düzen, toplum karşısında kendine meşruiyet sağlamak için bir takım sosyal kontrol mekanizmaları kullanır. Bu mekanizmaların en başta geleni "eski"nin kötülenmesidir. Eski düzen kötülendikçe onun yerine kurulan yeni düzen, toplum tarafından daha kolay kabul görecektir. Böylece gerçeklerin çarpıtılması ya da tamamen gizlenmesi yoluyla resmi tarih oluşturulur. Bir ikinci önemli kontrol mekanizması ise yeni düzenin getirdiği yeni değer yargılarına sözde dayanaklar bulunmasıdır. Bu şekilde toplumun tüm dünya görüşü, değerleri, hedefleri ve beklentileri değiştirilir. Bunların yerine konulanlar, insanların yeni düzene itaat etmelerini kolaylaştıracak olan yeni değer ve inançlardır. Bir tür toplumsal beyin yıkama yöntemi ile oluşturulan bu yeni değer ve inançlar sayesinde de, düzene itaati sağlayacak olan resmi ideoloji var edilir.
Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasındaki İttifak, Avrupa toplumlarını önceki sayfalarda incelediğimiz büyük değişime uğratırken, bu iki yöntemi de yoğun olarak kullandı. İttifak, dini otoritenin egemenliği altındaki Ortaçağ düzenini yıkmış ve yerine kendi din-dışı düzenini getirmişti (ABD mühründe yazıldığı gibi Novus Ordo Seclorum; Yeni Seküler Düzen). Ancak İttifak, bu Düzen'i sağlamlaştırmak için Avrupa toplumlarını ve daha sonra da Düzen'i ihraç etmek istediği diğer toplumları tamamen dönüştürmeli ve eski düzenin kalıntılarından kesin olarak arındırmalıydı.
İlk yapılan şey, resmi tarihin oluşturulması, yani eski düzenin kötülenmesiydi. Ortaçağ, bütün kötülüklerin kaynağı olan karanlık, baskıcı, zalim bir dönem olarak tanıtıldı. Ortaçağ bir kez "karanlıkların kökeni" olarak tanıtılınca, doğal olarak asıl hedef olan din de bu propagandadan payını alıyordu; çünkü Ortaçağ'ı yöneten güç asıl olarak dindi. Bu propagandadan çıkarılan sonuç ise oldukça önemliydi: Madem din "karanlık" düzenler yaratıyordu, öyleyse insanların hayatından çıkıp gitmeliydi. Madem din kötülüklerin kaynağıydı, öyleyse iyiliğe kavuşmak ancak dinden uzaklaşmakla mümkün olabilirdi. Din, artık eski "hata"larının verdiği eziklik içinde, ellerini toplumdan çekmeliydi. İsterse mabed duvarlarının içinde Düzen'i rahatsız etmeden oturabilirdi, ancak kesinlikle ve kesinlikle Düzen'in işleyişine karışmamalı, "had"dini bilmeliydi. Aksi takdirde, ona, mabed duvarlarının içinde bile hayat sahası tanınmayacaktı.
Ancak kuşkusuz dini Ortaçağ'la, Ortaçağ'ı da karanlıkla özdeşleştiren bu propaganda gerçekleri yansıtmıyordu. Ortaçağ Avrupası'ndaki dinin taassupla karışmış olduğu ve tutucu bir toplum oluşturduğu doğrudur. Ancak Ortaçağ'ın sonraki döneme göre pek çok olumlu yönü olduğunu da görmek gerekir. Öncelikle Ortaçağ, birlik dönemiydi; Avrupalılar arasında yapay ayırımlar ve dolayısıyla yapay çatışmalar yoktu. Çünkü herkes aynı kimliği taşıyordu; "Hıristiyan" kimliğini. Irkçılık yoktu, ırk üstünlüğü iddiaları yoktu, ırk savaşları yoktu. İdeolojiler yüzünden birbirini boğazlayan insanlar da yoktu. Düzenli ve istikrarlı bir toplum vardı. İnsanlar dini otoriteyi otorite olarak tanıyor; insan onuruna yakışmayan bir biçimde başka insanları güç, para ve şöhretlerinden dolayı otorite kabul etmiyorlardı. Din topluma hakimdi, dolayısıyla ahlaklı bir toplum vardı; suç oranı çok düşüktü.
Kısacası Ortaçağ "karanlık" bir çağ değildi. Belki, İlhan Kutluer'in Modern Bilimin Arkaplanı adlı kitabında dediği gibi "loş" bir çağdı; çünkü İsevi geleneğin içine (başta taassup olmak üzere) yabancı bazı unsurlar katmış ve dinin saflığını bozmuştu. Ancak yine de dinin getirdiği doğruların önemli bir bölümünü korumaktaydı. "Karanlık" ise, Aydınlanma felsefesinin kurduğu Modern Çağ'la birlikte başladı. Dinin getirdiği birlik bozuldu, ırk ve ulus kavramları ve bu yapay kavramlar uğruna girişilen savaşlar gündeme geldi. Ahlak erimeye, dejenerasyon yükselmeye başladı. İdeolojilerin doğurduğu kaos oluştu, emperyalizm doğdu, sömürü arttı.
Düzen'in resmi ideolojisi ise, belirttiğimiz gibi Aydınlanma felsefesi ile oluşturuldu. Bu felsefenin genel kabul görmesi, daha doğrusu Düzen'in beyin yıkayıcı propagandası ile kabul ettirilmesi sonucunda, Avrupa toplumlarının bütün dünya görüşü, inançları, değerleri kökünden değişti. İnsanlar artık Allah tarafından yaratılan ve Allah'ın egemenliği altında olan geçici bir dünyada yaşadıklarına inanmayı bırakıp, kendilerini, nasıl oluştuğu belli olmayan, ilahi bir amaca göre düzenlenmemiş mutlak bir dünyada yaşıyor sanmaya başladılar. Hayatın ilahi bir amacı olduğu unutulunca, yeni amaçlar belirlendi: Elden geldiğince zevk alınan bir hayat kurmak, mümkün olduğunca uzun yaşamak, mümkün olduğunca çok kazanmak ve tüketmek, mümkün olduğunca çok mal ve zenginlik sahibi olmak... Yani tam Şeytan'ın, kendisiyle Hz. Adem'i kandırdığı ve cennetten kovulmasına neden olduğu istekler: Sonsuz bir yaşam ve yok olmayacak bir mülk (Taha Suresi, 120).
İttifak, Avrupa toplumlarına bu yeni hedefleri gösterdi ve bu toplumları sözkonusu hedefleri kendisinin gerçekleştirebileceği konusunda ikna etti. Böylece İttifak'ın kurduğu yeni din-dışı devlet modeli doğdu. İnsanlar için hayatın anlamı, yalnızca daha çok para, daha çok cinsellik ve daha çok tüketim haline gelmeye başlamıştı. İttifak ise, kurduğu Düzen'e itaat etmeleri karşılığında, bu maddesel çıkarları Avrupa toplumlarına vermeye hazırdı. İttifak'ın insanları bu şekilde yalnızca bedensel (hayvani) birer varlığa dönüştürmesiyle birlikte, Yahudilerin dünyaya egemen olduklarında diğer insanları "kır hayvanları" gibi güdeceklerini haber veren Eski Ahit kehaneti de gerçekleşmeye başlıyordu bir anlamda.116
İttifak'ın, gücünü, insanları "güdecek" dereceye tam olarak çıkarabilmesi için, çok iyi bir sosyal kontrol sistemi kurması gerekiyordu. Yapılması gereken, az önce vurguladığımız gibi insanların önüne "sonsuz bir yaşam ve yok olmayacak bir mülk" teklifi koymak, onlara bir "yeryüzü cenneti" önermekti. İnsanlar, bu yanıltıcı hedefleri hayatlarının asıl amacı olarak kabul ettikleri sürece, bu hedeflerin anahtarını devlet aygıtı sayesinde elinde tutan İttifak'a itaatli davranacaklardı. Böylece İttifak, aynı kendi kavmine "ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?" (Zuhruf Suresi, 51) diye seslenerek kendine itaat edilmesini emreden Firavun gibi bir otorite elde edecekti.
Ancak insanları İttifak'ın gösterdiği maddesel amaçların peşine takmak için yapılması gereken çok önemli bir şey daha vardı. İnsanlar, gerçek yaratılış amaçlarını tamamen unutmalı, hatta reddetmeliydiler. Kısacası, Allah'ı tanımamalıydılar ki, İttifak'ın otoritesini tanısınlar... Oysa din, sürekli olarak insana asıl yaratılış amacını hatırlatıyordu. Örneğin Allah Kuran'da, insanlara şöyle bildirmektedir: "İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi'." (Kıyamet Suresi, 36-38)
İttifak, hedeflediği Düzen'i tam anlamıyla kurmak için, bu ayette dikkat çekileni unutturmak zorundaydı. Yapılması gereken, insanlara, "kendi başına ve sorumsuz" oldukları vehmini aşılamaktı. Böylece insanlar, İttifak'ın kendileri için karar vermesini ve kendilerine yeni "sorumluluk"lar yüklemesini kabul edebilirlerdi.
Evrim Teorisi'nin Tarihi Misyonu
Evrim teorisi işte tam bu anda İttifak'ın imdadına yetişti. Teorinin en büyük özelliği, insana "kendi başına ve sorumsuz" olduğu kuruntusunu vermesiydi. Teori, insan dahil yeryüzündeki tüm canlıların, belli bir süreklilik içinde ve tamamen rastlantısal olaylar sonucunda, yavaş yavaş birbirlerinden farklılaşarak dünya yüzüne çıktıklarını öne sürüyor, kısacası insanın yaratılmış olduğunu reddediyordu. Böylesine bir iddia, hele biraz da "bilimsellik" boyasına batırılınca, kuşkusuz Düzen'lerini insanların "kendi başına ve sorumsuz" olduğu kuruntusu üzerine kuranların büyük desteğini kazandı. Böylece Evrim teorisi, dünyanın dört bir yanında resmi ideolojinin bir parçası haline getirildi ve gerçekmişçesine beyin yıkayıcı bir propaganda ile kitlelere kabul ettirildi.
Doğal olarak, mason locaları Evrim teorisinin başlıca savunucuları oldular. Masonluğun bu Evrimci çizgisi, Türk Masonlarının yayın organlarına da yansımıştır. Mason Dergisi, Evrim'in en önemli işlevini şöyle açıklıyor: "Darwin'in Evrim kuramı doğada oluşan pek çok olayın Tanrı işi olmadığını gösterdi." 117 Bir başka mason dergisi olan Mimar Sinan ise, "bugün artık en uygar ülkelerden, en geri kalmışlarına değin tek geçerli bilimsel kuram Darwin'in ve onun yolunu izleyenlerinkidir" diyor ve Yaratılış'ı bir "efsane" olarak nitelendirerek devam ediyor, "... ama Kilise de batmadı, diğer dinler de. Yine dinsel öğreti olarak kutsal kitaplardaki Adem ile Havva efsanesi öğretiliyor." 118
Evrim teorisinin, "dini efsaneler" (!) için sözde tek alternatif olduğunun böylece farkına varan masonlar, bu teorinin propagandasının yapılmasını da başlıca görevleri arasında kabul ediyorlar. Mason Dergisi, sözkonusu "masonik görev"i şöyle ifade ediyor: "Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev; olumlu (pozitif) bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun Evrim'de en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir." 119
Localar (ve Yahudi önde gelenleri) denetimlerindeki sosyal kontrol araçlarını devreye sokarak, bir yüzyılı aşkın süredir bu "masonik görev"i ifa etmeye, Evrim masalını insanlara yutturmaya çalışıyorlar. Çünkü Evrim, insanların "kendi başına ve sorumsuz" oldukları kuruntusunun biricik çürük dayanağı ve dolayısıyla da İttifak'ın egemenliğinin felsefesi altyapısıdır. (Evrim teorisi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Canlılar ve Evrim, Bilim Araştırma Grubu)
İttifak'ın bu politikası bizlere göstermektedir ki, Allah'ı inkar, yalnızca insanların kendi başlarına sapmalarından değil, aynı zamanda da hakim güçlerin bu konuda yaptığı telkinlerden doğmaktadır. Bu bölümün girişinde de vurguladığımız gibi, Kuran'da da bu konuya dikkat çekilmekte ve insanların inkara yönelmelerinin ardında "müstekbirlerin" (Allah'a karşı büyüklenen ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran önde gelen inkarcılar) kurdukları "hileli düzen"lerin de yattığı bildirilmektedir. Ayette bildirildiği gibi, bu "müstekbir"lere uyan halk, ahirette onlara "... siz gece ve gündüz hileli düzenler (kurup) bizim Allah'ı inkar etmemizi ve O'na eşler koşmamızı bize emrediyordunuz..." (Sebe Suresi, 33) diye seslenecektir.
İttifak'ın toplumları dinden koparmak için geliştirdiği "bilimsel" yalanlar, Evrim'le sınırlı değildir kuşkusuz; seküler psikolojinin kurucusu olan Sigmund Freud da Tapınakçı'dır!...120 Judaica ise, Freud'un "Yahudi masonluğu" olarak da bilinen B'nai B'rith örgütüne üye olduğunu bildirmekte, onun için "Viyana'daki B'nai B'rith locasının sadık bir üyesi" ifadesini kullanmaktadır.121
Bu arada Evrim teorisinin bir başka özelliği de, İttifak'ın 19. yüzyıl içinde ürettiği ideolojilerin başlıca çıkış noktası olmasıdır. Liberalizm, ilahi kıstasları tanımadan, dolayısıyla Evrim'e dayalı olarak kurulan bir sistemdir. Teori, bunun yanında, Marksizm'in ve Sosyal Darwinizm yorumuyla ırkçılığın da en büyük dayanaklarından biridir. Bu nedenle, hazır yeri gelmişken, İttifak'ın ideolojilerdeki rolüne de bakmakta yarar var.
İdeolojik Yelpazenin Her Yerindeki Biraderler...
19. yüzyıla gelindiğinde artık masonlarla Yahudi önde gelenleri arasındaki İttifak, Avrupa içinde "düzen yıkmaya" çalışmayacaktı. Protestanlık ve daha sonra da Aydınlanma ile gelişen süreç, dini otoriteyi ortadan kaldırmıştı. İngiliz reformları ve Fransız Devrimi monarşinin bağımsız gücünün ya da doğrudan kendisinin yok edilmesi sonucunu doğurmuştu. Mazzini-Garibaldi
ikilisinin eliyle Kilise'ye son büyük darbenin vurulduğunda inceledik.
Böylece İttifak artık "düzen yıkma" değil, "düzen kurma" arayışı içine girecekti. Bu aşamada masonluk, 19. yüzyılda eskiye göre daha da politize oldu ve eski düzenin hakim güçlerinin yıkılmasıyla doğan boşluğu doldurmaya başladı. Özellikle de eski düzenin yıkılmasından doğan boşluğu ideolojik açıdan doldurmaya girişti. Bu ideolojik boşluğun doldurulması için, Fransız Devrimi'yle doğmuş olan ideolojilerin daha da geliştirilmesi yönüne gidildi. 19. yüzyıl, liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk ve hatta ırkçılığın gelişimine sahne oldu. İlginç olan, birbirinden farklı olan bu ideolojilerin kuramcılarının çok büyük bölümünün mason olmasıdır.
Ulusçuluğun en önemli kuramcılarından Mazzini'den, anarşist sosyalizmin kurucusu Proudhon'a ya da ünlü komünist Bakunin'e kadar uzanan geniş masonik yelpaze ortak bir noktada buluşur: Dinin siyasal ve toplumsal hayattan çıkartılması. Monarşiler ve dolayısıyla imparatorluklar yıkılınca yeni bir devlet modeli bulmak gerekiyordu. Bu aslında dini kimliklerin yerine yeni kimlikler bulunmasıyla paralel bir gelişimdi. Fransız Devrimiyle doğan ulusçuluk, aranan yeni devlet modeline temel oluşturdu. Ve böylece ulus-devlet kavramı doğdu. İtalya ulus-devletini kuran Mazzini-Garibaldi-Cavour üçlüsünden, Bolivya ulus-devletinin kurucusu ve hatta "Latin Amerika Kurtarıcısı" Simon Bolivar'a, Haiti Cumhuriyeti'nin kurucusu Petion'dan, Çin'in kurucusu Sun Yat Sen'e kadar dek pek çok ulus-devlet kurucusunun mason olması da dikkat çekicidir.
Dikkat çekici olan bir nokta daha vardır: Birbirinde çok farklı ideolojileri, gizli bir biraderlik bağıyla bağlanmış kişiler savunmuşlardır. Bu iki türlü açıklanabilir; ya masonluk bu kişiler için çok önemli bir şey değildir ve mason olmaları, birbirlerine taban tabana zıt ideolojiler geliştirmelerine engel olmamıştır. Ya da bu kişiler için masonluk herşeyden önemlidir ve savundukları ideolojiler ne denli zıt olursa olsun, gerçekte ortak bir amaca hizmet etmişlerdir.
Masonluğun "önemsiz" bir şey olmadığını biliyoruz. Yalnızca bir dayanışma ve yardımlaşma derneği olmadığını da çok iyi biliyoruz. Tam tersine bu örgütün, çok büyük politik hedefler taşıyan Tapınakçı geleneğin şekil değiştirmiş hali olduğunu şimdiye dek inceledik. Öyleyse farklı ideolojileri savunan kişilerin mason olması nasıl açıklanabilir?... İlginç bir açıklamayı, "Tarih ve Gül-Haç Doktrini" adlı 1932 basımı bir kitap yapıyor:
Hükümetler karşı koyacaklarından, yeryüzündeki yazgıları açıkça yönetemeyeceği için, bu gizemsel birlik ancak gizli dernekler aracılığıyla etkinlik gösterebilir. Gereksinim doğdukça, yavaş yavaş oluşturulan bu gizli dernekler, birbirinden değişik, görünürde birbirine karşıt gruplara ayrılmışlardır. Bunlar zaman zaman, din, politika, ekonomi, yazın alanlarında yönetimle ilgili çok zıt düşünceler savunurlar ama tümü de, bilinmeyen ortak bir merkeze bağlı olup onun tarafından yönlendirilir; bu merkez, yeryüzündeki bütün egemenlikleri görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan bir itici gücü saklar içinde.122
Gül-Haçlar için geçerli olan doktrin, aynı Tapınakçı kökenden gelen masonluk içinde geçerli olmalıdır. Öyleyse acaba masonluk, üstteki satırların yazarının Gül-Haçlar için söyledikleri gibi, "görünürde birbirinden değişik gruplara ayrılmış" ama gerçekte "yeryüzündeki bütün egemenlikleri görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan" bir güç müdür? Masonların farklı ideolojilerin önderliğini yapmalarının, birbirine zıt politik hareketlere lider olmalarının açıklaması bu mudur?
Masonik kaynaklar bu konuda da ilginç yorumlar yapıyorlar. Türk Masonlarının yayınladığı Büyük Şark adlı dergide, masonluğun "görünürde birbirinden değişik gruplara ayrılmış" biraderleri barındırabileceği şöyle anlatılıyor:
Herhangi bir Mason locasında bulunan azanın isimlerini tetkik edecek olursak görürüz ki, siyasi kanaatleri taban tabana zıt bir çok kimseler aynı saf altında çalışmakta ve yek diğerine 'kardeşim' demektedirler. Askerlerle barışseverler, kral taraftarları ile cumhuriyetçiler aynı locada aza olabilirler.123
Aynı dergide, bir "üstad-muhterem" şu dizeleri döktürüyor:

Ayrı görüp yolları, deme: bu sağ, bu soldur
Nura giden yolların her biri doğru yoldur
Her birinin yolcusu gizli bir yoldaşındır...124
Anlaşılan, bu dev örgütün üyelerinin sağ ya da sol kanatta olmaları fazla bir önem taşımamakta, aralarındaki "biraderlik" bağı bozulmamaktadır. Örgütün yayılmasına katkıda bulunduğu ideolojilerin hepsinin liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk, vb. ortak bir noktada, "din dışılık"ta (sekülerizm) buluşması bu noktada anlam kazanmaktadır. Çünkü Düzen'in temel özelliği, Amerikan Büyük Mührü'nde dendiği gibi, "seküler" olmasıdır: Novus Ordo Seclorum.
İttifak'ın iktidarda kalabilmesinin sırrı, Düzen'in seküler kalmasında yatar. Dolayısıyla her seküler ideoloji, Düzen'in bir parçasıdır. Birbirine tamamen zıt görünmelerine rağmen, gerçekte Düzen'in uyumlu birer parçası olan liberal kapitalizm ve sosyalizmin ortak noktası işte budur.
Gelişen Liberalizm ve 'Mesihi Dönemin İlk Işıkları'
İttifak, az önce vurguladığımız gibi, "görünürde birbirinden değişik gruplara ayrılmış" ama aslında "yeryüzündeki bütün egemenlikleri görünmez bir biçimde yönetmeye çalışan" bir güç idiyse, ideolojik yelpazenin farklı kanatlarını aynı amaç için kullanmış demektir. İdeolojilerin ardında, 19. yüzyılın sosyal şartları, tarihsel gelenekler, kişisel düşünce ve duygular gibi sayısız faktör yer almaktadır. Bu nedenle ideolojilerin, yalnızca ve yalnızca İttifak'ın hedeflerinin yani Mesih Planı'nın bir sonucu olduğunu söylemek bir abartma olur. Fakat söylenebilecek bir şey vardır: Dini otoriteyi ortadan kaldırarak, ideolojilerin doğuşuna zemin hazırlayan İttifak, ideolojilerin doğuşunda da büyük rol oynamış ve en önemlisi, bu ideolojileri kendi hedefleri doğrultusunda kullanmıştır.
Liberalizm, bunun bir örneğidir. İdeolojinin en önemli kurucusu sayılan John Locke'ın, mason ve Gül-Haç olduğuna önceki sayfalarda değinmiştik. Aynı şekilde Jean Jacques Rousseau da loca üyesi ve Gül-Haç'tır. Bunun da ötesinde, masonluğun liberal kapitalizmle çok-içli dışlı olduğu zaten bilinen bir şeydir. Sol literatürde "burjuva" örgütü olarak tanımlanan masonluğun, kapitalizmin dinamosu olduğuna kuşku yoktur.
Liberalizmin taşıdığı bu masonik etkinin yanında, İttifak'ın diğer kanadı için de çok özel bir anlamı bulunmaktadır. Çünkü liberalizm, Yahudilere politik eşitlik sağlanmasının en önemli nedenidir. Avrupa devletlerinin çoğunda, daha önce de belirttiğimiz gibi 19. yüzyıla dek, Yahudilerin politik yönde yükselebilmelerine engel yasalar bulunuyordu. Bu yasalar nedeniyle, Yahudi önde gelenlerinin politik mekanizmaları doğrudan yönetebilmesi de mümkün değildi. Liberalizmin getirdiği eşitlik prensibi, Yahudilerin bu engeli aşmasına yaradı. Fransız Devrimi'nin ardından Avrupa'da başlayan liberalleşme, insan haklarını da ön plana çıkaran bir dönemi başlattı. Ve Avrupa ülkeleri Yahudiler üzerindeki kanuni sınırlamaları kaldırdılar. "Yahudi Reformu" denen ve Yahudilerin kendi yaşam tarzlarını koruyarak yerli halkın arasına karışmalarını öngören bir akım başladı.
Problem elbette Yahudilere politik özgürlük tanınmasında değildi. Problem, Yahudilerin bunu nasıl yorumladığıydı. Onlar, liberalizmi, "dünyaya egemen olma" hayallerinin sembolü olan Mesih'in ilk ışıkları olarak yorumluyorlardı. Judaica, konu hakkında şöyle diyor: "Batı dünyasında, liberalizm, Yahudi politik özgürlüğü ve sosyal reformları içeren gelişmeler, Yahudiler tarafından Mesihi dönemin ilk ışıkları olarak yorumlandı..." 125
Aslında Yahudilerin yaptığı bu yorum, onların o dönemin ünlü tartışması olan "Yahudi sorunu"na nasıl baktıklarını da gösteriyor. Kimi Avrupalı entellektüeller, Yahudilerin yüzyıllardır kapalı bir toplum halinde yaşamalarının nedeninin, onlara getirilen kısıtlamalar olduğunu düşünüyorlardı. Buna göre, eğer Yahudilere politik özgürlükleri verilip, tam bir "yurttaş" olarak kabul edilirlerse, onlar da kendilerini diğer milletlerden ayrı tutma hastalığını bırakacaklardı. Böylece "Yahudi sorunu" da kendiliğinden çözülecekti.
Oysa Yahudi liderlerin, kendilerine bu tür bir hak tanınmasını "Mesihi dönemin ilk ışıkları" olarak yorumlamaları, hiç de diğer toplumlarla kaynaşma hevesinde olmadıklarını gösteriyor. Mesih, İsrail ulusunun egemenliğini diğer uluslara kabul ettirecek kişi olduğuna göre, onun gelişinin beklenmesi de bu egemenliğin beklenmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Yahudilerin politik özgürlük kazanmalarına çalışan Yahudi öndegelenleri, bu fırsatı, Yahudilerin içinde bulundukları devlet yönetimlerini daha doğrudan etkilemeleri ve bu sayede Mesih Planı'nın ya da o dönemlerde yavaş yavaş duyulmaya başlayan modern ismiyle Siyonizmin gerçekleşmesine katkıda bulunmaları için istiyor olmalıydılar.
"Politik eşitlik" talebinin ardında bir gariplik olduğunu hissedenlerden biri, ünlü sosyalistlerden Bruno Bauer şöyle diyordu:
Hıristiyan devlet sadece ayrıcalıkları tanır. O devlette bir Yahudi, Yahudi olma ayrıcalığına sahiptir. Bir Yahudi olarak, Hıristiyanın sahip olmadığı hakları vardır. Öyleyse, kendisinin sahip olmadığı ve Hıristiyanların yararlandığı hakları niçin istiyor?... Eğer Yahudi, Hıristiyan devletten kurtulmak istiyorsa, o halde Hıristiyan devletin dini önyargısından vazgeçmesini talep etmektedir. Peki ama Yahudi kendi dini önyargısından vazgeçiyor mu? Bu durumda başka birisinin dinini terketmesini talep etme hakkına sahip midir? 126
Yahudiler, daha doğrusu Yahudi önde gelenleri/Kabalacılar, diğer uluslarla kaynaşıp bir arada yaşamak değil, "dünyaya egemen olma" hayallerini gerçekleştirmek peşindeydiler. Liberalizmin içeriğini, bu hedefe uygun olarak kullandılar.
Düzen'in Sahte Muhalifi: Sosyalizm
Masonluğun ve Yahudi geleneğinin liberal kapitalizmin gelişmesindeki büyük rolü anlaşılabilir bir şeydir: Kapitalizmin Yahudi kültüründen kaynaklandığını önceki sayfalarda inceledik. Ki bu zaten bilinmeyen bir konu da değildir. Masonluğun "burjuva örgütü" olduğu ve liberal kapitalizmle büyük bir uyum içinde olduğu da herkesçe bilinir. Ancak asıl ilginç olan, İttifak'ın sosyalizimin gelişiminde de büyük bir katkısının olmasıdır. Masonluk bir "burjuva örgütü" olmasına ve çoğu sosyalistin kabul etmek istememesine rağmen sosyalizmin doğma ve gelişmesinde büyük rol sahibidir. Ayrıca, sosyalizm, aynı kapitalizm gibi Yahudi geleneğinden büyük ölçüde etkilenmiştir.
İlk başta bir çelişki gibi görünen bu durum, gerçekte bizlere İttifak'ın kurmuş olduğu Düzen'in yapısı hakkında çok önemli bir şey göstermektedir. Düzen'in temel özelliği, az önce de vurguladığımız gibi seküler, yani din-dışı olmasıdır. İttifak, ancak seküler toplumlara hakim olabilir. Ancak seküler toplumları, modernizmin nimetlerini yem olarak kullanarak, kendisine itaatkar kılabilir. Bu nedenle Düzen'in ayakta kalması, sekülerizmin yaşatılmasına bağlıdır. Bu nedenle İttifak, Düzen'e karşı oluşacak her türlü muhalefeti bu seküler çizgi içinde tutmayı hedeflemiştir.
İttifak'ın dini otoriteyi yıktıktan sonra kurduğu Düzen, temelde kapitalistti. Bir adaletsizlik ve sömürü sistemin olan kapitalizme karşı bir tepkinin oluşması ise kaçınılmazdı. Hele 19. yüzyılın vahşi kapitalizmine karşı, doğal olarak halk hareketleri gelişecekti. Ancak İttifak için önemli olan bu halk hareketlerinin yönüydü: Bu hareketler, Düzen'in temel özelliği olan sekülerizme karşı çıkmadıkça, ciddi bir tehdit oluşturamazlardı. Bu nedenle de, İttifak, bu hareketleri açık bir biçimde bastırmak yerine (ki bu tehlikeli bir yöntem olurdu), onları kanalize etmeyi tercih etti. İttifak'ın kurduğu kapitalist Düzen'e karşı gelişen tepki, bir tür sahte muhalefet ile kontrol altına alınmalıydı. Bu sahte muhalefet, kendisine bağlananlara Düzen'den kurtuluş vaadedecek, an- cak Düzen'den kurtuluşun tek gerçek yolu olan dinin gelişmesini özenle engelleyecekti. Böylece, Düzen'e karşı gelişen halk muhalefeti, tehlikeli bir yola girip dine yönelmekten uzak tutulacaktı.
Sol ya da sosyalizm böyle doğdu. Sosyalizmin tezi çok ilginçti: Kitlelere, "Düzen'e karşı direnin" mesajını veriyordu. Ancak bunu yaparken, onları, Düzen'i yıkabilecek tek güç olan dinden uzaklaşmaya çağırıyordu. "Dini bırakın ki, Düzen yıkılsın" diyordu sosyalistler. Böylece Düzen'e karşı oluşan halk tepkisi, bir tür çıkmaz sokak içinde boğulmuş oluyordu. Sosyalizm masalı, ezilenleri oyalamak için bugünlere dek ustaca kullanıldı. Kitabın 6. bölümünde, Sovyet-Amerikan çatışmasının perde arkasını incelerken sosyalizmin "sahte muhalefet" olduğuna dair ayrıntılı bilgiler göreceğiz. Şimdi yalnızca sosyalizmin doğuşundaki Yahudi-masonik etkiye değinmekte yarar var.
Sosyalist-masonik geleneğin oluşmasında en önemli rol, 1776 yılında Almanya, Bavyera'da kurulan "İllüminati" (İllümineler) adlı loca tarafından oynandı. Locanın Yahudi asıllı kurucusu Adam Weishaupt, örgütün amaçlarını şu şekilde sıralamıştı:
1- Bütün monarşilerin ve düzenli hükümetlerin feshedilmesi,
2- Şahsi mülkiyet ve verasetin feshedilmesi,
3- Aile hayatı ve evlilik kurumunun feshedilmesi ve çocuklar için komünal bir eğitim sisteminin kurulması,
4- Bütün dinlerin feshedilmesi.128
Açıkça görüldüğü gibi bu program sosyalizmin ta kendisiydi ve İttifak'ın hedeflerine de tamamen uyuyordu. The Encyclopedia of Occult'ün bildirdiğine göre, Almanya içinde gittikçe güçlenen İllüminati hareketi, bütün masonik ritüelleri uygulamakla beraber, önceleri geleneksel mason localarından ayrı bir yapıdaydı. Gerçekte bir hukuk profesörü olan Weishaupt, örgüte katılan yüzlerce entellektüel üzerinde büyük bir otorite kurdu. Örgüt üyelerinin yalnızca çok az bir bölümü, "büyük üstad"la, yani Weishaupt'la yüzyüze görüşebiliyordu. 1780'de Alman mason localarının üstadlarından olan Baron Von Knigge'nin katılımıyla, örgütün gücü iyice arttı. Weishaupt ve Knigge, Almanya'da, "sosyalist" diyebileceğimiz bir devrim yapma hazırlığına giriştiler. Fakat hükümetin durumdan haberdar olması üzerine, İllüminati üstadları Weishaupt ve Knigge, örgütü dağıtıp normal mason localarına katılmaya karar verdiler. Birleşme, 1782'de gerçekleşti. Okült tarihçilerce kabul edildiğine göre, Fransız Devrimi'nde rol oynayan sosyalistlerin arasında, Babeuf ve Blanqui gibi İllümine kökenliler de önemli bir yer tutuyordu.129
Bu, masonların ve Yahudi önde gelenlerinin eskiden beri gözettiklerini bildiğimiz monarşileri ve dini otoriteyi yıkma hedefine, bir de "özel mülkiyetin ve ailenin feshi" kavramını ekleyerek, sosyalist bir boyut getirdi. Dini otoriteye karşı olan tavır ise son derece radikaldi. Michael Howard, Weishaupt'un kurulu dine karşı "patalojik bir nefret" duyduğunu yazar.130
Yalnızca bunlar bile, sosyalizmin, anti-dini ve anti-monarşik devrimci bir hareket ve halk tepkilerini eritecek bir çıkmaz sokak olarak, İttifak'ın çıkarları için kullanıldığını göstermektedir. Her ne kadar sosyalistlerin içinde, "anti-burjuva" düşünceden kaynaklanan bir anti-masonik ve anti-siyonist "dürüst" kanat bulunsa da, bu temel gerçek değişmemektedir. Düzen yıkıcı ve iktidar değiştirici bir hareket olan sosyalizm, düzen yıkma ve iktidarı ele geçirme hedefindeki İttifak için çok kullanışlı bir ideoloji olmuştur.
Sosyalizmin, İttifak'ın diğer kanadıyla da olağanüstü bir yakınlık içinde olması, bu teşhisi doğruluyor. Yahudi yazar Eli Barnavi, konuya şöyle değiniyor:
Reformist ya da devrimci, evrenselci ya da milliyetçi, tüm sosyalist hareketlerdeki belirgin Yahudi etkisi, açıklama isteyen bir fenomendir. Son ikiyüzyıldır yaşayan her kuşak, sosyalist ütopya için mücadele eden az sayıda fakat seçkin Yahudiler doğurmuştur. Bazı akademisyenler, bu ütopyacı yansımayı, Mesihi geleneğin ve Kutsal Kitap'ta kehanet edilen ideal gelecek sözünün , modern ve seküler bir versiyonu olduğunu kabul ederler...
Fransız Devrimi'yle başlayan Yahudilerin politik özgürlük kazanma hareketinin ardından, çoğu Yahudi liberalizmin yavaş gelişimi nedeniyle sabırsızlanmaya başlamıştı... Yükselen beklentiler, modern antisemitizmin ilk kıpırdanmaları ile karşılaşınca, sosyalist ütopya, Yahudi cemaatinde kendine önemli bir yer buldu.133



Sosyalizm, Yahudi literatüründeki Mesih beklentisinin ve "yeryüzü cenneti" inancının biraz daha laikleşmiş bir versiyonu olarak doğdu. Bunun bir sonucu olarak da Yahudiler tarafından büyük kabul ve destek gördü. Yanda Marx'ın, Sion Dağı yerine "proleterya dağı"ndan iniyor. Elinde de Tevrat tabletleri şeklindeki Komünist Manifesto.
Evet, liberalizmin yavaş gelişmesi, Yahudi önde gelenlerini, daha doğrudan ve kestirme bir yol olan sosyalizmi desteklemeye itti. 19. yüzyıldaki Yahudi önde gelenlerinin hedefinin, Yahudilerin politik özgürlük kazanması ve bu sayede içinde bulundukları devletlerde yönetimi doğrudan etkileyecek bir konuma gelmesi olduğunu hatırlayalım. Eğer "Mesihin ilk ışıkları" olması gereken liberalizm bunu başarmakta zorlanıyorsa, neden gerçekten oldukça kestirme bir yöntem olan sosyalizme başvurulmasındı?
Sosyalist hareketin büyük bölümünün, Yahudilerin politik egemenliği üzerinde yoğunlaşması ve tüm sosyalist hareketlerde belirgin bir Yahudi etkisi olması da dikkat çekicidir:
İlk sosyalist hareketin kurucusu olan Saint-Simon, Yahudilerin politik özgürlüğe kavuşmasını 'olmazsa olmaz' bir şart olarak gördü. Dolayısıyla, destekçileri arasında çok sayıda Yahudi entellektüel ve finansör bulmasını yadırgamamak gerekir. Ama Yahudilerin sosyalist işçi hareketine önderlik yaptığı asıl yer, Almanya oldu. Karl Marx'a ve Friedrich Engels'e, komünizmin temeli olan tarihi materyalizm kavramını kabul ettiren de sosyalist bir Yahudiydi: Moses Hess. Hess daha sonra sosyalist Siyonizmin fikir babası da olacaktı. 1863'de bir başka Yahudi entellektüel, Ferdinand Lassalle, Almanya'daki ilk gerçek işçi partisini kurdu.
Rusya'daki sosyalist hareket, Yahudi işçilerin Bund'u (Rusya, Litvanya ve Polonya'nın Yahudi İşçileri Partisi) 1897 yılında kurmasıyla başladı. Yüzyılın dönümünde, tüm sosyalist devrimci hareketlerin lider kadrosunda önemli sayıda Yahudi vardı... Sosyalist ütopya, çeşitli Yahudi milliyetçisi akımları da renklendirdi. 'Eğer isterseniz, hiçbir şey imkansız değildir' Theodor Herzl'in Altneuland adlı siyonist ro manının sloganıydı. Her ne kadar Moses Hess ve diğer bazı sosyalistlerce biraz 'burjuva' bulunmasına rağmen, Herzl 'in düşünceleri ve sosyalist ütopya arasında bağlantılar vardır: Herzl ve onu izleyen siyonistler, İsrail topraklarından sosyalist prensiplere ve Aydınlanma'ya bağlı bir toplum yaratma hedefindeydiler. Tarımsal sosyalist ütopyanın çok açık bir uygulaması olan Kibbutz, Doğu Avrupalı Siyonist hareketlerin bir eseriydi. Bu hareketler arasında Ha-Po'el Ha-Za'ir ("Genç İşçi") ve Ha-Shomer Ha-Za'ir ("Genç Muhafız") sayılabilir.
Sosyalist ütopyadan Siyonizme uzanan bağ, hem Filistin'deki Yahudi toplumu tarafından hem de Martin Buber gibi önemli felsefeciler tarafından vurgulanmıştır.134
İttifak'ın, sosyalizmi, iktidarı ele geçirmenin kestirme bir yöntemi olarak görmesinin yanlış bir değerlendirme olmadığı ise, en iyi bir biçimde 1917 Bolşevik Devrimi'yle kanıtlanmaktadır. Devrimin hiç de iddia ettiği gibi "proleterya diktatörlüğü" kurmadığı, tam tersine bir "elitler diktatörlüğü" kurduğu bilinen bir şeydir. İlginç olan da, sözkonusu "elit"lerin, İttifak'ın üyeleri olmasıdır (bkz. 6. bölüm).
Kısacası, Sosyalizm, İttifak'ın kendi kurduğu Düzen'e karşı oluşturduğu kontrollü sahte bir muhalefettir. Bu çıkmaz sokak, 19. yüzyıldan bu yana dünyanın dört bir yanında halk kitlelerini ve idealist entellektüelleri Düzen'e karşı çıktıkları hissiyle uyutmuştur. Oysa İttifak'ın dini otoriteyi ortadan kaldırarak kurduğu Yeni Düzen'in (Novus Ordo Seclorum), temel özelliği seküler olmasıdır. Dolayısıyla bu Düzen, ancak ve ancak sekülerizmin ortadan kaldırılmasıyla yıkılabilir.
Sosyalizm'den bu kadar söz etmişken, Rusya'ya değinmemek olmaz. Dünyanın en önemli Marksist devrimine sahne olan Rusya'da da İttifak'ın ilginç icraatları olmuştur.
Rus Çarı'yla Yapılan Mücadele
Yahudi önde gelenleri ve masonluk arasındaki İttifak, incelediğimiz gibi Avrupa'da tümüyle yeni bir düzen kurdu. Bu yeni düzenin en büyük özelliği seküler oluşuydu. Bu düzenin yerleştirilmesi için de, eski düzeninin tüm öğelerinin yok edilmesi yoluna gidildi. Bu yönde yapılan en büyük mücadele, önceki sayfalarda incelediğimiz Kilise-karşıtı savaştı. İttifak, eski düzenin en önemli siyasi gücü olan dini otoriteyi uzun bir mücadele sonucunda yok etti.
Eski düzenin ikinci siyasi gücü ise monarşilerdi. Aslında İttifak, Kilise'yi mağlup edebilmek için ilk önceleri Avrupa'daki krallıklarla işbirliğine gitmişti. Ama monarşiler de son tahlilde eski düzenin bir parçasıydılar ve İttifak'ın kurmak istediği Yeni Seküler Düzen'de yerleri yoktu. Bu nedenle, Aydınlanma çağının ardından, İttifak Avrupa'daki monarşilere karşı da eyleme geçti. Fransız Devrimi bunun ilk başarılı örneğiydi. Bu anti-monarşik saldırıdan payını alan ülkelerin biri de kısa bir süre sonra Rusya oldu.
Rusya, Kilise ile uyum içindeki Romanov hanedanı tarafından yönetiliyordu. Masonluğun ülkeye girişi ise 18. yüzyılın ikinci yarısında oldu. Örgüt özellikle entellektüeller arasında yayıldı. Dıştan yalnızca kültürel bir klüp gibi görünmesine karşın, localarda Avrupa kaynaklı anti-monarşik ve ve anti-Kilise liberal düşünceler gelişiyordu. Bunu ilk farkedenler ise Ortodoks Kilisesi'ni yöneten rahiplerdi. Rahipler, masonların Çar rejimini yıkmak için komplo düzenlediğine dair aldıkları istihbaratı Kilise ile arası oldukça iyi olan Çar Alexander'a ilettiler. Çar bunun üzerine 1822 yılında bir kanun yayınlayarak ülkedeki tüm mason localarının kapatıldığını ve örgütün de yasadışı sayıldığını ilan etti. Ancak masonlar, tahmin edilebileceği gibi yok olmadılar, yalnızca yeraltına indiler.

Çar I. Nicholas, masonların düzenlediği darbe girişimini orduyu kullanarak bastırabilmişti.
Alexander locaları yasakladıktan üç yıl sonra yakalandığı hastalık nedeniyle öldü. Yerine Nicholas geçti. Ancak Nicholas'ın tahta çıkması bir dizi çekişme ve entrika sonucunda gerçekleşmiş ve ülkede de ciddi bir kaos ortamı doğmuştu. Bu ortamı değerlendirmek isteyen ve Çar rejimini yıkmayı hedefleyen "birileri", yeni Çar'a karşı bir darbe planı yaptılar. Ordu içinde çok sayıda yandaşları vardı. Buna güvenerek 14 Aralık 1825 sabahı St. Petersburg'da devrimci askerler ve onları destekleyen bazı siviller Çar'ın sarayına doğru yürüyüşe geçtiler. Devimciler ile Çar'a bağlı birlikle arasında silahlı çatışma çıktı ve devrimciler yenildi. Bu grup, devrim yapmaya kalktıkları tarihten dolayı "Aralıkçılar" olarak adlandırıldı. Aralıkçılar'ın liderleri tutuklandı ve 5 tanesi asılarak idam edildi.
Peki bu Aralıkçılar kimlerdi dersiniz?... Subaylar, entellektüeller ve yazarlardan oluşan bu grubun üyelerinin hepsi, üç yıl önce Çar Alexander tarafından yasaklanmış olan locaların üyeleriydi. Bu devrimci masonlar arasında ünlü yazar Kont Pushkin de yer alıyordu.135
Aralıkçılar'ın girişimi başarısızlıkla sonuçlandı ama İttifak Çar'ı devirme hedefinden vazgeçmedi. İngiliz tarihçi Michael Howard, mason localarının 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da kalan iki önemli imparatorluğu, Avusturya-Macaristan ve Rus İmparatorluklarını yıkmak için çaba harcadıklarını söylüyor. Howard'a göre, bunun en iyi örneklerinden biri, I. Dünya Savaşı'nın kıvılcımı olan Saraybosna Suikasti ile ortaya çıkmıştı. (Saraybosna Suikasti'nde masonluğun rolü için bkz. 10. bölüm)

Son Çar II. Nicholas, ailesi ve ordudan bazı generallerle birlikte.
Masonluğun Rus Çarı'na karşı yürütülen mücadeledeki rolünü gösteren ilginç bazı gelişmeler de son Çar II. Nicholas zamanında olmuştu. Çar II. Nicholas ve Çariçe Alexandria, her ikisi de okültizm ve büyüye oldukça meraklıydılar. Bu nedenle 1900-1905 yılları arasında Fransız medyum Dr. Gerard Encausse'u çok defa kabul etmişler ve Çar bu medyuma devlet meseleleri ile ilgili önemli konular danışmıştı. Encausse 1905'te ülkesine döndü. Ancak bir süre sonra kendisine ulaşan haberler onu endişelendirmişti; Çar ve Çariçe, bu kez Rasputin adlı garip bir papazın mistik güçlerine itibar etmeye başlamışlardı. Rasputin, cahil ama çok zeki bir adamdı ve kısa sürede Çar ailesini avucunun içine aldı. Ailenin eski medyumu Encausse ise Rasputin'in yöntemlerini teşhis etmiş ve Çar'ı şöyle uyarmıştı: "Kabala'dan aldığı ilhamlarla size konuşan Rasputin, pandoranın kutusu gibi kötülüklerin kaynağıdır." 136 Bu oldukça ilginç bir ifadeydi elbette, Encausse, Rasputin'in metafizik gücünün kaynağını keşfetmişti; Kabala!...
Peki Rasputin'in Kabala ile ne ilgisi olabilirdi ki? Okuma yazması bile olmayan bu Ortodoks rahip nasıl ve neden Kabala'yla ilgilenebilirdi?

20. yüzyılın en ilginçi karakterlerinden biri olan Gregory Rasputin, Çariçe Alexandria üzerindeki psikolojik egemenliği sayesinde I. Dünya Savaşı öncesi dönemde adeta Rusya'yı yönetir hale gelmişti.
O dönemde bu garip rahip ile ilgili ilginç bazı yorumlar da yapılıyordu. Fransız medyum Encausse'a göre, Rasputin ihlamını Kabala'dan alıyordu. Ortodoks Kilisesinde ağızdan ağıza gezen bir habere göre ise, 1905 yılında Brüksel'de büyük bir masonik konferans toplanmış ve Rasputin'in Çar rejimini yıkmak için kulanılmasına karar verilmişti.
O dönemde bu soruya cevap verebilecek bazı bilgiler ortaya çıkmıştı. Ortodoks Kilisesinde ağızdan ağıza gezen bir habere göre, 1905 yılında Brüksel'de büyük bir masonik konferans toplanmış ve Rasputin'in Çar rejimini yıkmak için kullanılmasına karar verilmişti.137 Bu haberle Encausse'un Rasputin hakkındaki teşhisi yan yana getirildiğinde ilginç bir sonuç ortaya çıkıyordu; Rasputin, İttifak tarafından Çar rejimini yıkıma götürmek için seçilip kiralanmış bir görevliydi ve sahip olduğu metafizik etkileri de Kabalacı hocalarının kendisine verdiği taktiklere borçluydu!...
Rasputin'in gerçek kimliği ne olursa olsun, sonuçta gerçekten de Rus Çarı İttifak tarafından yıkıldı. Bolşevik Devrimi neredeyse tümüyle bir "Yahudi devrimi"ydi. 6. bölümde bunu ayrıntılı olarak inceleyeceğiz...
Dini otoriteyle birlikte monarşilerin de bu şekilde birer birer yıkılması Yeni Seküler Düzen'in Avrupa'da tam olarak yerleşmesi anlamına geliyordu. Ancak Avrupa yalnızca ilk aşamaydı; yeterli değildi.
Yeni Seküler Düzen'in İhracı
Bölümün başından bu yana, Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği sürdüren masonlar arasındaki İttifak'ın, Batı dünyasını nasıl etkilediğini inceledik. İttifak'ın, Batı'daki en büyük rakibinin Kilise olduğunu, Kilise'yi ve onun temsil ettiği ilahi değerleri yıpratmak için büyük bir çaba harcadığını gördük. Siyasi egemenliği ele geçirme hedefindeki İttifak, böylece dini otoriteyi ortadan kaldırmış ve kendi iktidarını sözde meşrulaştıracak yeni ideoloji ve sistemler üretmişti. Batı, bugün bu ideoloji ve sistemlerin, yani İttifak'ın kontrolü altındadır.
Ama İttifak'ın hedefleri yalnızca Batı dünyası ile sınırlı değildi. Hedef "dünya egemenliği" olduğu için, İttifak, yayılmak, diğer coğrafyaları da kontrol altına almak, en azından zararsız hale getirmek zorundaydı. Bu nedenle de İttifak, yüzyıllar süren bir çaba sonucunda üretmiş olduğu Yeni Seküler Düzen'i (Novus Ordo Seclorum) Avrupa'dan dünyanın geri kalan bölümüne ihraç etmeye karar verdi.
19. yüzyıla gelindiğinde İttifak'ın elinde bu "Düzen ihracı"nı gerçekleştirecek güç oluşmuştu. Avrupa'nın tüm büyük güçleri onların egemenliği altına girmişti. "Pozitif bilim" yoluyla elde edilen teknoloji, İttifak'ın yönetimindeki Avrupa'yı diğer medeniyetlere karşı askeri yönden üstün kılmıştı. (Zaten hatırlarsak, Francis Bacon, "pozitif bilim" kavramını, İttifak'a dünya egemenliği yolunda kullanacağı bir takım güçler vermesi için üretmişti). Bu sayede İttifak, Avrupalı askeri güçleri kullanarak dünyanın öteki coğrafyalarını egemenliği altına alabilirdi. Nitekim öyle de oldu; Avrupalı güçler, dünyanın dört bir yanını istila ettiler.
Ancak İttifak yalnızca askeri bir işgalle yetinmeyi düşünmüyordu. Düzen'in en büyük özelliği din-dışı olmasıydı. Yani Düzen, herşeyden önce, insanların zihnine etki etmeli, insanların zihnini işgal etmeli ve o zihinlere din-dışı düşünceyi yerleştirmeliydi. İttifak, bunu yapabilmek için, aynı Avrupa'da yaptığı gibi kendi içinden ya da kendisine bağlı olan düşünürleri kullandı.
19. yüzyılda mantar gibi çoğalan bu düşünürlerin tek bir hedefi vardı: Yeni Seküler Düzen'i övmek ve diğer medeniyetlerin de bu Düzen'i kabule mecbur olduğu telkinini vermek. Aralarında; Auguste Comte, Emile Durkheim, Ferdinand Tönnies, Herbert Spencer, Karl Marx gibi isimlerin yer aldığı bu düşünürler, tarihi ve toplumları yorumlayıp sınıflandırmaya giriştiler. Geliştirdikleri teorilerde ilginç bir ortak nokta vardı: Çoğu toplumların değişimini farklı kıstaslara göre yorumluyorlardı ancak ne olursa olsun hepsi en "ileri" toplumların "seküler" (din-dışı) toplumlar olduğunu söylüyorlardı. Örneğin Fransız Yahudisi Durkheim'e göre toplumlar "organik dayanışma"dan "mekanik dayanışma"ya doğru ilerleyen bir gelişim süreci içindeydiler. "Mekanik dayanışma"nın en önemli özelliklerinden biri seküler olmasıydı. Alman Yahudisi olan Marx ise toplumların gelişimini ekonomik kıstaslara dayandırmıştı, ancak ona göre de insanlığın en ileri aşaması seküler bir toplum olan komünist toplumdu. Comte insanlığın gelişimini teolojik, metafizik ve pozitivist evrelere bölmüştü. En ileri evre saydığı pozitivist toplumun en büyük özelliği de yine seküler oluşuydu.
Bu düşünürlerin demek istedikleri şey aslında aynıydı. Hepsi de Batı'da gerçekleşen dinden uzaklaşma sürecini övmekle işe başlıyorlardı. Daha sonra bu sürecin "tarihin değişmez kuralları"nın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu öne sürüyor ve diğer medeniyetlerin de mutlaka aynı süreci yaşayacaklarını iddia ediyorlardı. "Modernizm" ya da "modernite" adını verdikleri Yeni Seküler Düzen (Novus Ordo Seclorum), onlara göre, kaçınılmaz olarak diğer medeniyetlere de egemen olacaktı. Öyleyse diğer medeniyetler de dine bağlı kalmakta ısrar etmemeli, "modern" olmalıydılar.
Bu düşünürlerin oluşturduğu felsefi taban, İttifak'a, Yeni Seküler Düzen'i ihraç etme yolunda sözde meşruiyet sağladı. İttifak, "modernizm"i yaydığını iddia ederek kendi Düzen'ini ihraç etmeye ve "dünya egemenliği" hedefine yürümeye başladı. Batı dışındaki medeniyetlerde de bilinç kaymasına uğramış bazı aklıevveller, Marx, Durkheim gibi düşünürlerin etkisi altına girerek, Yeni Seküler Düzen'in ihracını sevinçle karşıladılar.
Masonluğun öteki medeniyetlerde hızla büyümesi ve pek çok eliti içine alması, bu "Düzen ihracı"nın en önemli araçlarından biri oldu. Batı'daki Yeni Seküler Düzen'i Yahudilerle birlikte kuran masonluk, öteki medeniyetlerde de aynı Düzen'in bayraktarlığını yapıyordu. Türk Mason Dergisi'nde yer alan bir ifade bu yönden oldukça ilginçtir. Bir üstad, masonluğun misyonu hakkında şöyle demektedir: "Bugün Batı dünyasının büyük kısmında masonluk muzaffer olmuş... İdeallerini cemiyete mal etmiştir. Daha geri olan ülkelerde de bu hedefe doğru ilerlemektedir ve mutlaka muzaffer olacaktır." 138
Yeni Seküler Düzen'in karşı karşıya geldiği medeniyetlerin başında da İslam dünyası geliyordu. Bu, Düzen'in İslam'la ilk karşılaşmasıydı. (Ama bu ilk karşılaşma, asıl karşılaşma değildi. Asıl karşılaşma, yakın gelecekte yaşanacaktır).
Ve İttifak, İslam'a Karşı
"Medreseler, minareler yıkılmadıkça, yani
skolastik düşünceler, dogmatik inanışlar
ortadan kalkmadıkça, fikirlerdeki esaret,
vicdanlardaki ızdırap da kalkmayacaktır."
(Ülkü Muhterem Mahfili (Locası),
1952-1953 Çalışma Rehberi)
İslam, İttifak'ın empoze ettiği ideoloji ve sistemlere en başından karşıydı. İslam'ın oluşturduğu toplum ve insan modeli, İttifak'ın kurmak istediği dünya ile taban tabana zıttı. Ve en önemlisi, İslam, İttifak'ın dayattıklarına karşı koyacak potansiyele de sahipti. Dolayısıyla da İttifak'ın önündeki en büyük engeldi (bugün de hala öyledir). Ayrıca, "kurtarılması" asırlardır İttifak'ın en önemli hedefi haline gelmiş olan "Yahudi diyarı" da, İslam egemenliği altındaydı. Bu nedenlerle, İttifak, özellikle 19. yüzyılın başından itibaren, İslam'ı ve özellikle de onun en önemli temsilcisi konumundaki Osmanlı'yı kendine düşman olarak belirledi. Bu yüzyıl boyunca, Yahudi önde gelenlerinin ve masonların öncelikli hedefleri arasında, Hilafet makamının temsilcisi olan Osmanlı'nın dize getirilmesi de yer aldı.
İttifak'ın Osmanlı'yı çökertme çabası, ilk olarak 19. yüzyılın hemen başındaki Sırp isyanında kendini gösteriyordu. Karayorgi ve Petar Icko gibi Belgrad Locası'na dahil masonların önderliğinde gelişen isyanın en büyük yardımcıları, Sırbistan'daki zengin Yahudilerdi. Judaica, Yahudilerin isyancı Sırplara silah ve cephane sağladığını, daha sonraki dönemde de Karayorgi hanedanı ile çok yakın ilişkiler içinde olduklarını bildiriyor. (İsyancı Sırp çeteleri "Çetnik"lerle masonlar arasındaki işbirliği zamanla daha da gelişmiş ve anti-İslam karakterli Çetnik hareketi, mason localarında organize edilir olmuştur. İkinci Dünya Savaşı'nda yüzbin Müslümanı işkence, tecavüz gibi yöntemler de kullanarak katleden ve aralarında çok sayıda Yahudinin, hatta özel bir "Yahudi birliği"nin bulunduğu Çetniklerin lider kadrosunun ve ideologlarının tamamı masondur. Aynı ilişkiler bugün için de geçerlidir. (12. bölümde buna değineceğiz)
Bunun yanısıra, Sırp Meşit Paşa, Londra büyükelçisi olduğu dönemde İngiliz localarının eğitiminden geçmiş ve Tanzimat'ı yani Osmanlı'nın sonunun başlangıcını da bu eğitimi esas alarak hazırlamıştı. İttifak'ın öteki kanadı da devletin ekonomik çöküşünün başlıca mimarları oldu: Galata Bankerleri olarak ünlenen Yahudiler, devletin kasasının bomboş kalmasında ve Düyun-u Umumiye'nin kurulmasında baş rolü oynamışlardı.
Bunların yanında, İttifak'ın Osmanlı'ya karşı giriştiği mücadelenin en büyük örneği, kuşkusuz II. Abdülhamid dönemidir. Filistin'i Siyonist liderlere vermeyi reddeden ve İslam Birliği'ni ayakta tutmaya çalışan Halife, bilindiği gibi masonların ve Selanikli Yahudi önde gelenlerinin, Jön Türkler'le yaptığı işbirliği sonunda tahttan indirilmiştir. (Bkz. 4. bölüm)
Abdülhamid'in indirilişinin ardından "çorap söküğü" örneği dağılıp parçalanan İslam dünyası, çoğunlukla İttifak'ın emperyalist politikaları ile işbirliği yapan ve ülkelerinde de "yukarıdan aşağı sekülerleştirme" (dinden koparma) uygulayan liderlerin eline geçmiştir. Bu liderlerin önderliğinde kurulan ulus-devletler, aynen Avrupa'da olduğu gibi dini otoritenin ortadan kaldırılmasına paralel olarak gelişmiştir. Ulus-devletlerin baskıcı liderlerinin çoğunlukla mason olması da kuşkusuz bir tesadüf değildir. Ülkelerinde Müslümanlara karşı büyük bir baskı uygulayan Cemal Abdünnasır ve Şah Rıza Pehlevi, bu mason liderlerin en önemlileri arasında sayılabilir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Yehova'nın Oğulları ve Masonlar) İttifak, tüm bu ülkelerde yukarıdan aşağıya sekülerleşme ve "modernleşme" politikaları uygulamış, dini, "cehalet ve taassub" olarak tanımlayarak ortadan kaldırmaya uğraşmıştır. Bir loca metninde, "Cumhuriyet idaresinin ön saflarında" yer alan masonların sözde "cehalet ve taassuba", yani dine açtıkları savaş şöyle vurgulanır:
Cehalet ve taassuba karşı savaş açıp büyük adımlarla inkilap ve irfan yolunda yürüyen Cumhuriyet idaresi bu inkilap hamlelerinin ön safında daima ve her zaman biz masonları bulacaktır. Çünkü yol ve hedef birdir ve düşman aynıdır kardeşlerim.139
Kısacası, İslam dünyasının politik olarak İttifak'ın denetimine girmesi, oldukça kısa bir sürede, Osmanlı'nın yıkılması sayesinde sağlanabilmiştir. Osmanlı'nın parçalanması sonucunda oluşan ve son derece zayıf olan yirmiyi aşkın ulus-devleti yönetmek, bunların başına kendi adamlarını", ya da en azından kendileriyle uyumlu kişileri geçirmek, çoğu kez İttifak için zor olmamıştır.
Ama İslam dünyası içinde, İttifak'ın asla çözemediği (ve çözemeyeceği) bir sorun oluşmuştur. Hatırlarsak, İttifak, Avrupa'da dini otoriteyi ortadan kaldırdıktan sonra, dinin özüne de sızmış ve Hıristiyan dinini, kaynakları yönünden de kendi yörüngesine oturtmuştu. Öyle ki, Katolik dininin resmi ağzı olan Vatikan, "Yahudilerin seçilmiş ırk olduklarını" kabul etmiş, masonlara sempati ile yaklaştığını duyurmuş ve dini kaynakları bu doğrultuda revize etmişti.
Ama bu öze sızma İslam için asla geçerli olamamıştır. İttifak, İslam dünyasında dini otoritenin gücünü yok etmiş ve politik egemenliği ele geçirmiştir ama asla İslam'ın özünde kendisine ve sistemine yönelik bir sempati ve bağlılık oluşturamamıştır. Kabalacılar, Vatikan'a, "İncil'deki Yahudi aleyhtarı ifadeleri çıkarın" emri vermişlerdir, ancak kuşkusuz-ilahi korumaya alınmış, tek bir harfi dahi değişmemiş ve değişmeyecek olan-Kuran'a dokunamamışlardır. Daha genel bir ifadeyle, Hıristiyanlık sekülerleşmeyi kabul etmiştir ama İslam asla!... Dolayısıyla, İttifak için, hep bir "geri dönüş" tehlikesi, İslam dünyasının İttifak'ın yörüngesinden çıkma ihtimali vardır. Kuşkusuz onlar da bunun farkındadırlar. Öyle ki, kendi ifadelerine göre, her gün duydukları ve "kulaklarını tırmalayan" ezan sesi, onlara "ben ölmedim, ölmeyeceğim" mesajı vermektedir!
... Milli Meclis'te, hiç münasebet almadığı halde caminin sıralarından yükselen ezan sesi; 'Ben yaşıyorum, ölmedim, ölmeyeceğim diyen' O'nun 'Essela'sından başka bir şey midir?... Memleket aydınlarının kulaklarını tırmalayan bu ses, hepimize ikaz ve basiret görevini ihtar eden bir hatırlatmadır.140
Bir başka loca metninde, bu duruma karşı takınılması gereken tavır şöyle açıklanıyor:
Toplumumuzda, İslam medeniyetinden kalma ve onu o medeniyete bağlamaya çalışan gizli kuvvetler vardır. Bunun varlığını kabul etmekten kaçınmamak lazımdır. Ama, onu ezecek tedbirleri düşünmek ve uygulamak şarttır.141
Ankara'daki Bilgi Locası'nın metinlerinde yer alan bu ifade, kuşkusuz, masonik emir-komuta zincirinin küçük bir halkasına verilen misyonu tarif etmektedir. Emir-komuta zincirinin işleyişi çok önemlidir: Çok üst kademelerden, uluslararası "Süprem Konsey"lerden verilen kararlar, masonik "obediyans" (itaat, bağlılık) kuralı içinde ülkelerin büyük localarına aktarılır. Büyük localar, diğer localara bu kararları, "bazı dikkat edilmesi gereken hususlar" gibi üsluplar içinde sunarlar. Sonuçta en alt kademedeki masona ulaşan "tavsiye", "ülkedeki bağnaz yapılara karşı dikkatli olunması, biraderlerin ellerindeki imkanları kullanırken buna da özel bir dikkat göstermeleri" şeklindedir. Bu mesajı alan mason, örneğin bir medya mensubuysa, hazırladığı haberlerde ve yorumlarda "bağnaz çevreleri" hedef almaya daha çok özen gösterecektir. Tasarlanan planın, gerçekte çok büyük bir anti-İslam hareket olduğu ve İttifak'ın genel stratejisi içindeki yeri ise, ancak en üst kademe tarafından tam olarak bilinir. (Bu kademe ise, önceki sayfalarda açıkça gördüğümüz gibi Mesih Planı'nın işleyişini de denetleyen gruba, Yahudi önde gelenlerine, yani Kabalacılar'a bağlıdır.)
İttifak'ın, karşı karşıya olduğu "geri dönüş" tehlikesine karşı, "toplumu İslam medeniyetine bağlamak isteyenleri ezmeyi" seçtiği, yakın tarihe biraz göz atıldığında açık seçik gözükmektedir. Bununla ilgili olarak çok fazla örnek sayılabilir ama yalnızca Bediüzzaman Said Nursi örneği bile, İttifak'ın, Müslümanları "ezmek" konusunda ne denli ısrarlı olduğunu göstermektedir.
Geçen yüzyılın (hicri) en büyük İslam alimlerinden biri olan Bediüzzaman, 1920'li yılların ortasından vefat ettiği tarih olan 1960'a dek, bir İslami yeniden diriliş haraketi başlatmış, insanları İslam'a bağlamaya çalışmıştı. Bu, İttifak gözünde, Bediüzzaman'ın "ezilmesi gereken güçler" arasına girmesi için yeterli oldu. Hayatının 30 yılını sürgün ve hapislerde geçiren Bediüzzaman'a karşı yapılan saldırıların arkasında, büyük ölçüde masonların yer alıyor olması, kuşkusuz çok anlamlıdır. Bediüzzaman'ı, "dini siyasete alet etmek, etrafındaki 'müridlerini' kandırıp paralarını toplamak, insanları kandırmak" gibi ucuz iftiralarla karalamaya çalışan ve hapse attıran İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın Resne Locası'na bağlı 33. dereceden bir üstad olması tesadüf değildir. Bediüzzaman'a "fiilen" saldıran Nevzat Tandoğan, ya da eserlerini toplattırıp yaktıran Refik Tulga gibi valilerin, ya da onu "sahte peygamberlikle, sapkınlıkla" suçlayan medya patronlarının mason olmaları da anlamlıdır. Bediüzzaman'ın, "dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler, ta hiddetimden ve işkencelerine karşı artık yeter dememden bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler..." 142 şeklindeki ifadesi bile ki konuyla ilgili daha pek çok ifadesi vardır masonluğun bu büyük İslam savunucusuna karşı girişilen kampanyadaki rolünü vurgular.
Bediüzzaman yalnızca bir örnektir; İttifak'ın, dinden kopardığı İslam dünyasının yeniden dine dönmesine engel olabilmek için son derece dikkatli davrandığını göstermektedir. İslam dünyasının hemen her yerindeki anti-İslam hareketlerin ardında İttifak'ın bulunduğunu kitabın ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz (bkz. 10. bölüm).
Bölümün başından bu yana incelediğimiz bilgileri özetlersek şunları söyleyebiliriz; Batı kültüründeki büyük Yahudi etkisinin kaynağı, Tapınakçılar'a uzanmaktadır. Kabalanın mistik güçlerinin -ki bu Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "şeytani"dir- etkisinde yalnızca Yahudiler değil, Yahudi-olmayanlar da kalmıştır. Bunlar önce Tapınakçılar, sonra da Gül-Haçlar ve masonlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu iki kanadın, yani Yahudi önde gelenlerinin ve "Yahudileşmiş" (judaizer) Yahudi-olmayanların arasındaki İttifak, tüm Avrupa'yı derinden etkilemiştir. İttifak, bir numaralı rakip olarak gördüğü dini otoriteyi ve dini otoriteyle barışık olan monarşileri yıpratmak ve yıkmak, yani kurulu düzeni ortadan kaldırmak için çalışmıştır. Bu düzenin yerine yerleştirdiği düzen, kapitalizm ve onun ahlaki-felsefi yansımalarıdır ki, bunlar da yoğun olarak Yahudi dininde kaynak bulmaktadır. İttifak, kapitalizme karşı sosyalizm gibi sahte-muhalifler de üretmiştir. Bir düzeni tam olarak kontrol edebilmek için, yalnızca iktidarı değil, muhalefeti de kontrol etmek, hatta muhalefet üretmek gerekir çünkü...
Bu İttifak'dan en çok yararlananlar ise, Mesih Planı'nı gerçekleştirip, "dünya egemenliği" hedefine varmaya uğraşan Kabalacılar olmuştur elbette. Çünkü Batı'nın yaşadığı büyük dönüşüm sonucunda, dünyanın maddesel yönden en güçlü medeniyetini kendilerine müttefik hale getirmişlerdir.
Tarihin akışını derinden etkileyen bu büyük dönüşüm sonucunda, önceden asırlar boyu "İsa'nın katilleri" sayılan Yahudilerin, gerçekte "Tanrı'nın seçilmiş halkı" olduğu düşüncesi, Batı medeniyetinde bilinçaltında da olsa genel bir kabul görmeye başlamıştır. Masonlar ve Püritenler gibi köktenci Protestanlar ise, bu düşünceye en fanatik biçimde bağlananlar olmuştur. Böylece, sanırız, M. Tevrat'ın "... Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni hor görenlerin hepsi ayaklarının tabanında yere kapanacaklar. Ve sana Rabbin şehri, İsrail Kuddüsü'nün Siyonu diyecekler" 143 şeklindeki vaadi, "tarihin akışını değiştirme" yöntemi sayesinde gerçekleştirilmiştir. Batı, yaşadığı büyük dönüşüm sonucunda, "seçilmiş halk" sayılan Yahudilerin, "Vaad Edilmiş Topraklar"ına dönmesini kabullenecek, hatta bu işe Kabalacıların 4. bölümde inceleyeceğimiz kehanetine göre "gönüllü olarak yardım edecek" hale gelmiştir.
Bu arada, unutmadan, Tapınakçıların yeryüzünde egemenliği ele geçirecekleri zaman olarak hesapladıkları tarih 2000 yılıdır!... Umberto Eco şöyle diyor: "Tapınakçılar, iki bin yılının, onların Kudüs'ünün başlangıcını belirleyeceğini düşünüyorlar: Bir yeryüzü Kudüs'ü." Eco, ayrıca, konunun uzmanlarından Gauthier Walther'in de, La Chevalerie et les Aspects Secrets de I'Histoire adlı kitabında, "Tapınakçılar'ın erki ele geçirme planının 2000 yılında gerçekleştirilmesinin öngörüldüğünü" söylediğine dikkat çekiyor. Eco da "Tapınakçılar gizli bir örgüte dönüştükten sonra, altı yüzyıl sürecek, yüzyılımızda sona erecek bir Plan hazırlamışlardı" diyor.144
Acaba Tapınakçılar'ın "Plan"ı gerçekten yüzyılımızda sona erecek ve Mesihi dönem, Kabalacıların hesabına göre, 2000 yılında mı başlayacaktır?... Bu kuşkusuz önemli bir sorudur. İlerleyen bölümlerde, cevabını birlikte bulacağız...
116 Kitabı Mukaddes: Eski ve Yeni Ahit. İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 1981, Tesniye, Bab 7/23.
117 Mason Dergisi sayı 25-26, s. 14.
118 Mimar Sinan, sayı 38, Yıl 1980, s. 18.
119 Mason Dergisi, Aralık 1976.
120 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 446.
121 Encyclopaedia Judaica, vol. 7, s. 163.
122 J. M. Hoene-Wronski, Histoire et Doctrine des Rose-Croix, C. P. Sedir, Rouen, 1932; Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 300.
123 Büyük Şark, 1933, no. 10, s. 6.
124 Büyük Şark, 1934, no. 14, s. 16.
125 Encyclopaedia Judaica, vol. 11, s. 1415.
126 Karl Marx, Early Writings, Londra; Penguin Books, 1974, s. 222.
128 Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers, s. 5.
129 Lewis Spence, The Encyclopedia of the Occult, s. 223.
130 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 63.
131 Mimar Sinan, sayı 13, s. 78.
132 Gerard Sarbenesco, Histoire de la Franc-Maçonnerie Universelle, 4.b., Paris: 1969, s. 234.
133 Eli Barnavi, A Historical Atlas of The Jewish People, s. 196.
134 Ibid., s. 196.
135 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 105.
136 Ibid., s. 120.
137 Ibid.
138 Türk Mason Dergisi, sayı 3036.
139 Masonluk Tarihi, 24.3.1932 tarihli konferans.
140 Büyük Üstad Haydar Ali Kermen Hatırası Broşürü, Birlik Tek:. Muhterem Mahfili Yayını, 1949, no. 1, s. 10
141 Ankara Bilgi Locası Neşriyatı, no. 1, s. 74.
142 Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, 13. Şua.
143 Kitabı Mukaddes, İşaya, Bab 60/11-15.
144 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, s. 366. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...