İLK KAPİTALİST ŞEHİR: AMSTERDAM (YA DA YENİ KUDÜS)
Bugün Yeni Dünya Düzeni de dediğimiz düzen, ekonomik ve ahlaki olarak kapitalizm üzerine kuruludur. Maddeci, ilahi kaynaklardan kopuk, ilerlemeci bir ideolojiye dayalı ve kendine hedef olarak da bir "yeryüzü cenneti" belirlemiş olan kapitalizm, Avrupa insanının büyük bir zihinsel değişim geçirmesi sonucunda ortaya çıkabilmiştir. En büyük faktörünün Protestanlık olduğu bu değişimin kökenini daha ayrıntılı olarak 2. bölümde inceleyeceğiz. Burada yalnızca, kapitalist kurum ve yapıların, kapitalist sistemin ilk kez ortaya çıkmaya başladığı, yer olan, o dönemlerin "süper gücü" Hollanda'nın başkenti Amsterdam'a göz atacağız. Amsterdam, ya da diğer adıyla "Yeni Kudüs"...
1579'da Protestan etkisinin kesinlik kazandığı Hollanda topraklarında, dini farklılıklar yüzünden yapılan kısıtlamalar yasaklandı. Bunun üzerine çok sayıda İspanya kökenli konverso buraya akın etti. Portekizli Yahudi tüccarlar 1590 yılı civarında, Amsterdam'a yerleşmeye başladılar ama Yahudi kimliklerini açıkça belli etmediler. İspanya'dan ve özellikle Portekiz'den yapılan yüksek miktardaki Marrano göçü Amsterdam'da sonuçlandı. Bu sayede dünya'nın en önemli ticaret merkezlerinden biri ortaya çıktı. Yahudiler, 1598'de Amsterdam'da ilk sinagoğu kurdular. Yahudi tarihçi Nathan Ausubel, Amsterdam'daki Yahudi etkisinden söz ederken şöyle diyor: "İşte Amsterdam'daki Yahudi topluluğunun çekirdeği bu gruptur. Kısa bir sürede burada gelişen Yahudi dini ve kültürü sayesinde Amsterdam şehrine 'Yeni Kudüs' ismi verilmişti." 60 Judaica ise şehirdeki durumu şöyle anlatıyor:
1648'e dek Amsterdam'da Yahudilerin ekonomik olarak çok büyük bir fonksiyonu yoktu. Bu tarihten sonra pek çok konverso Amsterdam'a yerleşti ve Yahudi cemaatinin etkisi çok büyük oranda arttı. Amsterdam'daki Yahudi tüccarlar, ilk modern-tip kapitalizm yöntemleri ile faaliyet gösteriyorlardı. Onların dış ticarette ilgi alanlarının içine İber Yarımadası, İngiltere, İtalya, Afrika, Hindistan ve doğu-batı Hint Adaları giriyordu. Amsterdam'daki Yahudiler, endüstri ile de ilgilendiler: tütün, baskı ve elmas endüstrisi; özellikle elmas endüstrisi tümüyle Yahudilerin eline geçmişti... 17. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Amsterdam'daki Yahudilerin çok büyük bir kısmı borsada oldukça aktif durumdaydı... Hatta borsaya büyük ölçüde hakim oldular ve onun geliştirilmesine ve organizasyonuna öncülük ettiler. Bazı yazarlar, Amsterdam'ın o dönemdeki büyük zenginliğini tümüyle Yahudilerin ekonomik gücüne bağlarlar.61
"Yeni Kudüs" adı verilen Amsterdam'daki Yahudi cemaattinin pek çok "önde geleni" de, Tapınak'ın yeniden inşa edilmesi ve Mesih'in yeryüzüne inmesi ile ilgili asırlık hayalleri gerçekleştirme amacını güdüyordu. Yanda, o dönemde Amsterdamlı Yahudi Matthew Merian tarafından çizilmiş bir Tapınak tasviri yer alıyor. |
Yahudiler, elde ettikleri ayrıcalıklar ve serbest faiz olanaklarıyla, Amsterdam'da dönemin en büyük ticaret merkezini oluşturdular. Göç edip geldikleri ülkelerdeki soydaşları ile olan bağ sayesinde karşılıklı ticareti inanılmaz boyutlara ulaştırıp, diğer tüccarları para kazanamaz duruma soktular...
Yahudilerin, özellikle Amsterdam'daki sözkonusu Sefarad cemaatinin kapitalizmin doğuşundaki asıl faktör olduğu, daha sonra ünlü Alman tarihçi Werner Sombart tarafından da vurgulanmıştır. Sombart, The Jews and Modern Capitalism (Yahudiler ve Modern Kapitalizm) adlı kitabında, Yahudilerin Kuzeybatı Avrupa'da kapitalizmin gelişmesi için hayati bir rol oynadıklarını söylerken; Yahudilerin Hollanda'da para ve kredi sistemini standartlaştırarak tahvil ve kredi araçlarını kullandıklarını, denizaşırı ticareti ve sömürgeci girişimleri finanse ettiklerini, Hollanda yoluyla İngiltere'ye de kapitalizmin bütün tekniklerini ulaştırdıklarını vurgular. Sombart, ayrıca, Batı'da Reformasyon sürecinin ardından doğmaya başlayan ulus-devletlerin temellerini de aynı Yahudilerin attıklarını not eder. Max Weber de kapitalizmin doğuşunun kaynağı olarak gördüğü "Protestan Ahlakı"nın ardında önemli bir Yahudi etkisi olduğunu kabul eder.
Sömürgeci Yahudiler ya da Doğu/Batı Hindistan Şirketi
Yahudilerin kapitalizmin doğuşundaki rolünün genellikle yalnızca faiz kullanmaktaki ustalıkları, yani bankacılık sistemi olduğu düşünülür. Oysa, kapitalizmin diğer iki temeli, yani sömürgecilik ve köle ticareti de, Werner Sombart'ın da vurguladığı gibi, çok büyük bir Yahudi etkisi taşımaktaydı.
"Yeni Kudüs"ün ilk kapitalist şehir olmasının yanısıra, ilk gerçek sömürgeci şehir olma gibi bir özelliği de vardı. Coğrafi keşiflerin sonucunda pek çok sömürülmeye uygun toprak bulmuş olan beyaz adam, bu iş için sömürgecilik tarihinin en önemli şirketlerini de oluşturmakta gecikmedi. Doğu Asya ve özellikle Hindistan'a el atmış olan Doğu Hindistan Şirketi (Dutch East India Company) ve Amerika kıtasına yönelen Batı Hindistan Şirketi (Dutch West India Company), asırlar sürecek olan sömürgecilik-emperyalizm sürecinin ilk patronlarıydılar. İşin ilginç yanı ise, bu sömürge şirketlerinin sahiplerinin, büyük ölçüde "Yeni Kudüs"ün yeni sahiplerinden oluşmasıydı.
Doğu ve Batı Hindistan Şirketleri yoluyla kontrol edilen sömürge kaynaklarını ele geçirmek, ucu Amerika'dan Avusturalya'ya kadar uzanacak olan yeni ticaret yolunu da elegeçirmek anlamına geliyordu. Bunun için Hollanda'nın yeni sahipleri hiçbir çabadan kaçınmadılar. Nathan Ausubel, "enerjilerini kullanabilecekleri, hazır ve sınırsız bir alan bulan Amsterdam Yahudileri, yeni üretim ve endüstri alanları buldular. Ayrıca etkili bankacılık işleri yaptılar. New York'un tarihinde önemli bir rol oynayan East India Şirketi'nin hisselerinin önemli bir bölümünü kontrol ettiler" diye yazıyor.62 Bir başka Yahudi tarihçi Elie Kedourie ise Spain and the Jews adlı kitabında şöyle diyor:
Yahudiler kapitalizmin yalnızca faiz-bankacılık boyutunu kontrol etmekle kalmıyorlardı. Kapitalizmin diğer iki dayanağı, yani sömürgecilik ve köle ticareti de aslında Yahudilerin önderliğinde uygulanıyordu. 1600'lü yıllarda sömürgeceliğin en büyük uygulayıcısı, sahiplerini Amsterdamlı Yahudilerin oluşturduğu Dutch East-West India Company idi. Yanda, Dutch East India Co.'nin, Amerika'daki Yahudi kolonilerine de destek veren sahipleri. |
Amsterdam borsası dünyanın gerçek anlamda ilk borsası durumuna geldi. 1680'li yıllarda bu borsada günlük işlemleri yönetenler, ki bu işlemler büyük ölçüde East ve West India Company'lerin hisselerinin alım-satımıydı, Sefarad Yahudileri'ydi... Hollanda Sefaradlar'ı, Dutch East ve West Co.'lerin hisselerinin önemli bir bölümünü ellerinde bulunduruyorlardı. 1635-1644 yılları arasında, Hollanda'nın sömürgesi olan Brezilya'daki şeker üretim alanları daha da gelişti. Bu dönemde, Dutch West India Company'nin koruması altında önemli sayıda Sefarad Yahudisi Brezilya'ya göç etti ve şeker ihracı işinin büyük bölümünü kontrol etmeye başladı... Sömürgedeki ekonomik durum gelecek vaadettiğinden ve de West India Company'nin buraya göçeden Yahudilere ekonomik, dini ve kişisel avantaj ve özgürlük sağlaması nedeniyle, Brezilya'daki Sefarad nüfusu daha da arttı.63
Encyclopaedia Judaica ise "17. yüzyılın ikinci yarısında Sefaradlar, East India Company'nin çok önemli bir bölümünü kontrol ettiler. Borsada hisse senedi alım-satımı ile uğraşmaya başladılar ve büyük bir kısmını kontrolleri altına aldılar. Bundan başka yeni kıtalarda elegeçirilen yerleri de kontrol altına aldılar ki bunların arasında Brezilya, Surinam ve Curacao da vardı" diye yazıyor.64 Konu hakkındaki ilginç gerçeklerden biri de, Hollandalı Yahudilerin elindeki Dutch East India Company'nin parayı oldukça kirli yollardan kazanıyor oluşuydu. Şirketin en karlı sektörü, uyuşturucu ticaretiydi:
... Asırlardır süren uyuşturucu pazarı, önce bölgeye ilk gelen Portekizliler'in, daha sonra da Hollandalılar'ın eline geçti. Dutch East India Company, uyuşturucuyu
Hint yarımadasının kuzey bölümlerine, Bengal, Bihar, Orissa ve Benares bölgelerine kadar genişletti. Şirkete bağlı Hollandalı tacirler, Hintli çiftçileri afyon üretmeye zorlamaya başladılar. 1750 yılında Hollandalılar, yalnızca Endonezya'ya yılda 100 tonun üstünde afyon satıyordu.
Afyon tarih boyunca karlı bir ticaret olmuştu ama Hollandalılar, 'ekstra faydaları'nı da keşfettiler. Bir tarihçiye göre, Hollandalılar, afyonun 'ülkelerinde başlattıkları plantasyon sistemine karşı çıkan Endonezyalılar'ın moral direncini kıran iyi bir araç olduğunu da' farketmişlerdi. Bu nedenle, uyuşturucuyu liman kentlerinden kırsal alanlara kadar yaygınlaştırdılar.65
Köle ticareti ve Yahudiler...
Yahudiler, az önce de belirttiğimiz gibi, kapitalizmin alt sistemlerinin tümünde önder konumdaydılar. Bu sistemlerin başında da üstte değindiğimiz sömürgecilik ve batı tarihinin yüzkarası olan köle ticareti geliyordu. Judaica konuyla ilgili son derece önemli bilgiler veriyor:
1839 yılında Surinam'daki bir "köle dükkanı". Dükkanın Yahudi sahibi Yitzhak Abraham Levi, kölelerinden birini "ölçüyor"... |
Yahudiler, az önce de belirttiğimiz gibi, kapitalizmin alt sistemlerinin tümünde önder konumdaydılar. Bu sistemlerin başında da üstte değindiğimiz sömürgecilik ve batı tarihinin yüzkarası olan köle ticareti geliyordu. Judaica konuyla ilgili son derece önemli bilgiler veriyor:
Yahudiler, en eski çağlardan modern zamanlara kadar, köle ticareti işiyle ilgilendiler... İspanya'da 9. yüzyılda Baena kentindeki büyük köle pazarında Yahudi köle tüccarları oldukça fazlaydı... Köleler Yahudiler tarafından da kullanılıyordu, özellikle zengin Yahudilerin ev hizmetinde ve tarlalarında. Özellikle Majorca bölgesinde Yahudilerin çok sayıda kölesi vardı, öyle ki 13. yüzyılda I. James, Yahudilerin köle edinmeleriyle ilgili olarak bazı kısıtlamalar koydu... Kiliseler sık sık Yahudilerin Hıristiyanları da köle olarak kullandıklarını ilan ettiler ki bu yasaktı -, fakat bu yakınmalarının pek bir etkisi olmadı.
Amerika'daki köle ticaretinde de Yahudiler çok etkindiler. 1730'lara dek Dutch West India Company, Amerika kıtasındaki tüm Hollanda kolonilerine yapılan köle ticaretini elinde bulunduruyordu. Bu monopol içinde Yahudiler özellikle Brezilya'daki Hollanda kolonisine (1630-1654) yılları arası yapılan köle ticaretinde büyük rol oynadılar. Yahudilerin hazır parası vardı ve köle ticareti için çok istekliydiler. 1648'de Yahudilere, ticaretini yaptıkları her köle için 5 soldo vergi kondu. Güney Amerika'daki köle ticaretinin merkezi olan Curacao kentinde, Amsterdam'dan gelmiş iki büyük Yahudi köle taciri vardı: David ve Jacob Senior kardeşler. Bir başka Curacaolu Yahudi olan Manuel Alvares Correa uzun yıllar köle ticaretinin en önemli isimlerindendi. Correa, Hollanda ve Portekiz'in kurdukları West India Co. şirketlerinin Africa'dan Meksika'ya getirdikleri köleler için aracı oldu...
Barbados'ta 1706'ya dek, Yahudilerin sahip olabilecekleri köle sayısına belirli bir sınır konmuştu. Jamaika'da ise böyle bir sınırlama söz konusu değildi. Köle ticaretinde uzmanlaşmış Jamaikalı Yahudi tacirler arasında David Henriques, Hyman Levy ve özellikle Alexander Lindo sayılabilir. Lindo, 1782-1792 yılları arasında en fazla köle satanlardan biriydi. 1789'da Jamaika'da köle ölümleriyle ilgili olarak yapılan bir soruşturmada, Lindo'ya ait bir gemide 150 kölenin kötü şartlar nedeniyle öldüğü ortaya çıkmıştı... Ayrıca ünlü Yahudi ailesi Gradis'ler de, Batı Afrika'dan Fransız sömürgelerine yapılan köle ticaretinin içinde önemli role sahipti.
Kuzey Amerika'da ise çok sayıda Yahudi, çok kötü bir üne sahip olan üç aşamalı köle ticaretini gerçekleştiriyordu. Bu üç aşamalı ticaret şöyleydi: Köle tacirleri Afrika'dan zor kullanarak getirdikleri köleleri Amerika'da satıyorlar, bundan kazandıkları parayla New England'da (bugünkü ABD) büyük miktarda içki satın alıyorlar ve bu içkiyi de tekrar Afrikalılar'a satıyorlardı. Philadelphia'daki Yahudi cemaatinden David Franks bu işi yapanların başında geliyordu...Yine Yahudi olan Aaron Lopez ve Jacop Rodriguez Amerika'daki köle ticaretinin önemli isimleriydi. Aynı anda sekiz gemiyle birden Afrika'dan köle getirdikleri oluyordu. Bir başka Yahudi Isaac Da Costa da büyük rakamlarla köle ticareti yapanlardan biriydi.
Amerikan iç savaşının bitimine kadar, güney eyaletlerindeki Yahudi tacirler köle alım-satımına devam ettiler. İki önemli köle taciri olan Güney Carolina'lı Jacob Levin ve Alabam'lı Israel I. Jones'un aynı zamanda bölgelerindeki Yahudi cemaatlerinin liderleri olmaları, Yahudi toplumunun da köle ticaretinden rahatsız olmadığını gösteriyor.
Bunların yanısıra Amerika'da köle ticareti yapan önemli Yahudiler arasında şu isimler sayılabilir: 1820'lerde New Orleans ve Mobile'de güçlü olan Levy Jacobs, Richmond, Virginia ve Petersburg'da etkili olan Ansley, Benjamin, George ve Solomon Davis'ler, Charleston'daki pazarı kontrol eden B. Mordecai...66
Yahudilerin köle ticaretindeki rollerini tarihçi-sosyolog Eric R. Wolf da vurguluyor ve şöyle diyor: "Yahudiler, Portekiz'den Yeni Dünya'ya olan köle ve şeker ticaretinde lider konumdaydılar. Bu yeteneklerini daha sonra da Hollanda için kullanacaklardı." 67
İlginç olan, köle ticaretinde bu denli önde gelen Yahudilerin, bu işi yaparken bir yandan da bir tür "ibadet" yapıyor olmalarıydı. Çünkü köle ticareti ve köle sahibi olmak, Yahudi dininde övülen ve hatta emredilen bir eylemdi. M. Tevrat, Yahudilere, diğer milletlerden köleler edinmelerini öğütlüyordu:
... Etrafınızda olan milletlerden, onlardan köle ve cariye satın alacaksınız. Ve aranızda oturan gariplerin de çocuklarından, onlardan ve diyarınızda doğmuş olup yanınızda bulunan aşiretlerden (köle) satın alacaksınız; fakat kardeşlerinize, İsrailoğulları'na, birbirinize sertlikle efendilik etmeyeceksiniz.68
Amsterdam'da Bir Kabalacı: Menasseh Ben Israel
Amsterdam'a yerleşen Yahudiler, bankacılık, borsa, sömürgecilik ve köle ticareti kanallarıyla kapitalist sistemin ilk çarklarını döndürürken, öte yandan Mesih Planı da çok titiz bir biçimde yürütülüyordu.
"Mesih'in gelişi için gerekli şartlar ve kehanetleri zorla da olsa yerine getirmek" şeklinde özetleyebileceğimiz Mesih Planı, Kabalacılar'ın çoğu kez bu işi "perde arkası"nda yönetmeyi tercih ettiler, ancak kimi zaman doğrudan kontrolü ele almaları da gerekebiliyordu. Amsterdamlı Kabalacı Menasseh Ben Israel, işte böyle bir durumda ortaya çıkmış ve Mesih'in gelişinin en önemli kehanetlerinden biri olan "Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtma" projesinin eksik kalan son kısmını tamamlamaya soyunmuştu. |
Amsterdam'da kendini Mesih'in gelişini sağlayacak kehanetlere adamış olan bir Kabalacı vardı: Menasseh Ben Israel. Dönemin en önemli Kabalistlerinden biri olan Israel, yoğun bir hahamlık eğitimi almıştı. Kabbala'nın "feyz"inden olacak, karşımıza birçok kılıkta çıkıyor: Hem Hollanda hahamı, hem Hıristiyanlıkla M. Tevrat'ı buluşturan bir entellektüel, hem kurduğu işlerle zengin bir tüccar, hem büyücülükle uğraşan bir astrolog, hatta bildiği diller sayesinde kraliçelere danışman, ayrıca yazdığı kitaplarla da dönemin en önemli yazarlarından biri...
Ancak bu karmaşık işlerinin ötesinde, bir Kabalacı olan Israel'in asıl görevi Mesih Planı'nı ilerletmekti kuşkusuz. Israel, İspanya sürgünü ile birlikte Yahudilerin "dünyanın dört bir yanına" dağılmış olduklarının farkındaydı ve böylece bu kehanetin büyük ölçüde gerçekleştiğini düşünüyordu. Ancak tek bir pürüz vardı: İngiltere'de Yahudi yoktu. Çünkü İngiltere Kralı I. Edward'ın ülkesindeki tüm Yahudileri "halkı tefecilik yoluyla sömürdükleri ve sahte para bastıkları" gerekçesiyle 1292 yılında sürmesinden bu yana, ülkeye hiçbir Yahudi kabul edilmemişti. Bir başka deyişle İngiltere, "Yahudisiz" bir ülkeydi. Ve bu da, Mesih'in gelmesi için Yahudilerin "dünyanın dört bir yanına" dağılması gerektiği şeklindeki kehanete aykırıydı. Kabalacı Menasseh, kendini kehanetin bu eksik kısmını tamamlamaya adadı.
Olayın bu mistik boyutunun yanısıra, İngiltere'yi çok önemli hale getiren bir de pragmatik yönü vardı. Çünkü, İngiltere dönemin en güçlü ülkelerinin başında geliyordu, bugünkü deyimle bir "süper güç" konumundaydı. Bu kadar büyük bir gücün kontrolünden uzak kalmak ise "Mesih'i getirip dünya hegemonyası kurma" hevesindeki Yahudi liderleri için kabul edilecek şey değildi.
Menasseh, bu nedenle Yahudileri İngiltere'ye sokabilmek için çalışmaya başladı. Universal Jewish Encyclopedia, Menasseh'in bu işle neden bu denli yoğun olarak ilgilendiğini şöyle açıklıyor: "Menasseh Ben Israel, Mesih'in kehanetlerinden olan, Yahudilerin Filistin'e dönmeleri hedefine inanıyordu ve bunun gerçekleşmesi için, ilk önce Yahudilerin tüm dünya'ya dağılması gerektiğini biliyordu." 69Yahudi yazar Deborah Pessin ise Menasseh'in düşüncesini şöyle özetliyor:
Kabala üzerinde çok uzun çalışmalar yapmış olan Hollandalı Haham (Menasseh Ben Israel), Mesih'in gelmesi için Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılması gerektiğine inanıyordu... Yapılması gereken en önemli şey, Yahudilerin her yere dağılmasını sağlamaktı. Ancak bu, İngiltere topraklarına Yahudi kabul etmediği sürece başarılmış olmayacaktı.70
İşte Kabalacı Menasseh, uğruna koskoca İspanya sürgününün düzenlendiği bu önemli kehanetin son aşamasını gerçekleştirmek için işe soyunmuştu.
Bu arada İngiltere'de yaşanan bir gelişme, kehanetin gerçekleşmesini sağlamak için Menasseh'e büyük bir fırsat verdi: İngiltere'de bir devrim olmuştu ve iktidarı da "Püritenler" adı verilen bir Protestan mezhebi eline geçirmişti. Püritenlik, Luther'in başlattığı "Yahudileşme" akımını daha da ileri götürmüş ve bütün teolojisini Yahudi düşüncesi ve Eski Ahit hükümleri üzerine kurmuş bir mezhepti. Yahudileri "Tanrı'nın seçilmiş halkı" olarak gören Püritenler için, Mesih'i getirecek kehanetlere destek olmak kutsal bir görevdi.
Menasseh, kehaneti gerçekleştirmek için bulunmaz bir fırsat yakalamıştı. Hemen Püritenlerle bağlantıya geçti ve onlara Mesih'i getirmek için en önemli şartın Yahudileri İngiltere'ye sokmak olduğunu anlattı. Nathan Ausubel, şöyle anlatıyor:
Menasseh, 'son günler'in gelişini hızlandırmak için, Yahudilerin İngiltere'ye yerleşmelerini sağlamak amacıyla, Püriten ilahiyatçılarını ikna etmeye girişti. İddialarına delil olarak ise Tevrat'taki Daniel bölümünün kehanetlerinden olan, '(Mesihi) kurtuluş gerçekleşmeden önce Yahudiler Dünya'nın dört bir yanına yayılacaktır' kehanetini göstermişti. İngiltere'de hiç Yahudi olmadığı için, onlar kabul edilene kadar Mesih'in gelmesi gerçekleşmeyecekti. Onun bu mistik görüşleri Oliver Cromwell dahil, birçok önemli İngiliz'i etkileyecekti.71
Kısacası Kabalacı Menasseh Ben Israel, Mesih Planı'ndaki bu önemli kehaneti Püritenler sayesinde gerçekleştirmek istiyordu. Bu, Püritenlerin Mesih Planı'nda önemli bir yer tuttuğunun göstergesidir. Bu nedenle, önce İngiltere'yi sonradan da Amerika'yı derinden etkileyecek Püriten akımına biraz daha ayrıntılı göz atmakta yarar var. Çünkü, "Yahudisiz" bir ülke olduğu için, "Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtma" projesinin önündeki tek engeli oluşturan ve bu nedenle de Kabalacılar'ın o dönemde "Keher ha-Aretz" (dünyanın son ucu) olarak adlandırdıkları ülke, Püriten anahtarı ile açılacaktı...
İngiltere'nin Anahtarı; Püritenler
"Ahlak ve etik yapısı Tevrat'la tümüyle
eş olan Püritenlik, 'İngiliz Yahudiliği'
olarak adlandırılmıştır." Universal Jewish
Encyclopedia, Vol. 2, s. 648
İngiltere'de 1600'lü yılların başında yeni bir mezhep yayılmaya başladı. William Tyndale adlı bir Calvinist'in kurduğu mezhep, Protestan öğretisinin çoğu konuda daha radikal hale getirilmiş bir şekliydi. Örneğin Protestanlığın Papa'ya ve Katolik Kilisesi'nin hiyerarşisine karşı açtığı savaş, Püritenler adı verilen bu yeni mezhep tarafından daha da ilerletilmiş ve Protestan Anglikan Kilisesi'ni de içine alacak bir düşmanlığa dönüştürülmüştü. Bu yeni mezhebin bağlılarının en ilginç özelliği ise, Luther ve Calvin'in başlattığı "Eski Ahit'e yönelme" hareketini daha da ileri, radikal bir çizgiye götürmeleri ve Eski Ahit'i neredeyse inançlarının tek kaynağı haline sokmalarıydı.
Eski Ahit'e yönelmek demek, doğal olarak Yahudilere yönelmek demekti. Püritenler de öyle yaptılar. Eski Ahit hükümlerine göre, Yahudiler üstün ve seçilmiş bir halktı ve Püritenler bunu kayıtsız şartsız kabul ettiler. Bu, Püritenlerin Yahudilere ve Yahudi dinine büyük bir sempati ve hayranlık beslemelerine yol açtı. Eski Ahit'e bu kadar bağlanmanın bir sonucu daha vardı; Püritenler kendilerini de hayran oldukları Yahudilerle özdeşleştirmeye, kendilerini onlara benzetmeye başladılar.
Judaica, Püritenlik'ten, "Judaizers" (Yahudiciler/Yahudi sempatizanları) başlığı içinde söz ediyor. Bu terimi ise şöyle açıklıyor: "Judaizer: Yahudi olmadığı halde Yahudi dininin bir kısmını ya da bütünün uygulayan veya Yahudi olduğunu öne süren kimse." Bu sınıfa dahil ettiği Püritenler için de şunları söylüyor:
İngiltere ve Amerika dahil, Kuzey Atlantik'te Püritenliğin güçlenmesiyle birlikte, Tevrat'ın incelenmesi buna bağlı olarakta 'Yahudileşme' (judaizing) hareketleri başladı. Bu ibrani dilini kullanma, anayasanın Tevrat'a dayandırılması ve Sabbath'ın Yahudi dinine göre kutlanması taleplerine kadar vardı.72
Püritenler kendilerini Yahudilerle özdeşleştirme konusunda çok ısrarlıydılar. Çocuklarına, Samuel, Amos, Sarah, Judith gibi Yahudi isimleri veriyor, tüm Yahudi dini kural ve geleneklerini uyguluyor, İbranice konuşmaya çalışıyorlar, kısacası Judaica'nın da kullandığı deyimle "Yahudileşiyor"lardı. İngiliz yazar E. Dowden, bu nedenle Puritan and Anglican adlı kitabında, "Püritenlik, İngiltere'nin kalbine ve ruhuna, Tevrat'ın dehasını taşıdı" diyor.73
Ancak Püritenlerin devlet ve kilise hakkındaki radikal düşünceleri, Kral tarafından baskı görmeleriyle sonuçlandı. Bu nedenle 1620'li yıllarda iki büyük Püriten grubu ülkeden ayrıldı; biri Yeni Dünya'nın kuzeyine, bugünkü ABD'ye gitti ve oradaki ilk önemli koloniyi kurdu. Diğeri ise Amsterdam'a göçtü. Kalan Püritenler mücadeleye karar verdiler ve örgütlendiler. Silahlanarak "New Model Army" (Yeni Model Ordu) adını verdikleri bir birlik kurdular. 1640'lara gelindiğinde bu ordu Kral'ın ordusuyla boy ölçüşebilecek hale geldi. Ordunun lideri ise Oliver Cromwell adlı genç bir askerdi. Cromwell'in yönettiği Püriten ordusu, 1649'da Kral I. Charles'ı devirdi ve bir Püriten Cumhuriyeti kurdu. Kendini tüm ülkeye "Lord Protector" (Koruyucu Lord) ilan eden Cromwell de, bir dikta rejimi oluşturdu. Ülkeyi artık "judaizer", yani Yahudilere hayran olan ve kendilerini de onlarla özdeşleştirmeye çalışan Püritenler yönetiyordu.
1649'da Cromwell'e ilginç bir mektup geldi. Mektup, daha önce Amsterdam'a yerleşmiş olan Püriten cemaatinin lideri olan Anne ve Elbenezer Cartright'tan geliyordu. Amsterdam'daki Yahudilerle çok samimi olan Püritenler, anlaşılan Menasseh Ben Israel'in Mesih'in gelişi ile ilgili yorumlarının etkisinde kalmışlardı. Çünkü mektup, Cromwell'e İngiltere'de hiç Yahudi olmadığını hatırlatıyor ve bu durumun da Mesih'in gelebilmesi için gerekli olan "Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılması" şartını bozduğunu haber veriyordu. Amsterdamlı Püritenler, Cromwell'e Mesih'in gelmesini hızlandırmak için ülkeye Yahudileri kabul etmesi gerektiğini bildiriyorlardı. Mektup, yalnızca Yahudilerin İngiltere'ye alınmasından söz etmekle kalmıyor, Mesih geldiğinde Yahudilerin Vaadedilmiş Topraklar'a İngilizler tarafından taşınacağından da söz ediyordu. Cartright şöyle diyordu:
Bu İngiliz ulusu, Hollanda'daki temsilcileriyle birlikte, İsrailoğulları'nı zamanı geldiğinde ataları olan Abraham, Isaac ve Jacob'un topraklarına, onlara vaad edilmiş olan Vaadedilmiş Topraklar'a da gemileriyle taşıma şerefine ulaşacak ilk ulus olacaktır.74
Amsterdamlı Püritenlerin lideri, böylece İngiltere'nin Siyonizme vereceği desteği üç yüzyıl önceden vaadetmiş oluyordu.
Bu kuşkusuz son derece ilginç bir durumdu; çünkü ilk kez, Yahudi olmayan insanlar, Mesih Planı'na açıkça destek oluyorlardı. Gerçi daha önceleri de Yahudiler, bazı Yahudi-olmayanları Mesih Planı için hizmet eden insanlar olarak görmüşlerdi, örneğin Luther'i "Mesih'in yollarını temizleyen adam" olarak değerlendirmişlerdi. Ancak bu kez daha da ilginç bir destek söz konusuydu; çünkü Püritenler açıkça Mesih Planı'nın aşamalarına yardım etmeye gönüllü olduklarını bildiriyorlardı. Bu, kuşkusuz Kabalacılar adına son derece olumlu bir gelişmeydi; çok önemli bir müttefik kazanmışlardı.
Ancak Püritenler nasıl olmuştu da böyle bir işe yanaşmışlardı? Çünkü ne kadar "Yahudileşmiş" olurlarsa olsunlar, sonuçta bu insanlar birer Hıristiyandı. Nasıl olmuştu da Yahudilerin Mesih Planı'nın hizmetine girmişlerdi?
Protestan Mesihçiliği ve Mesih Planı
Yahudilerin Vaadedilmiş Topraklar'dan uzaklaştırılacakları, ancak birgün bir Kurtarıcı önderliğinde yeniden oraya dönecekleri, Eski Ahit'in (M. Tevrat) sıkça vurguladığı konulardan biridir. Bu nedenle Mesih inancı, Yahudi dini kaynaklarının hepsinde büyük bir yer tutar.
Protestanlar da, Eski Ahit'e bağlanırken, doğal olarak Mesih inancını ve Yahudilerin Mesih önderliğinde dünyayı "yönetme" hakkına sahip olduklarını kabul etmişlerdi. Püritenler, her konuda olduğu gibi, bu konuda da Protestan mezhepleri içinde en radikali oldular ve Yahudi bakış açısındaki Mesih inancından büyük ölçüde etkilendiler.
Yalnız bir farkla: Protestanlar, Yahudilerden farklı olarak, beklenen Mesih'in Hz. İsa olduğuna inanıyorlardı. Protestan düşüncesine göre, Yahudiler kehanetteki şartları yerine getirdikten yani, Vaadedilmiş Topraklar'da devlet kurup, Kudüs'ü ele geçirip, Tapınak'ı inşa ettikten sonra, Beklenen Mesih Hz. İsa dünyaya yeniden gelecekti. Ve Yahudiler onun ilk gelişinde yaptıkları hatayı tekrarlamayacaklar, onu bu kez kabul edecekler ve diğer milletleri Beklenen Mesih Hz. İsa'nın önderliğinde Kudüs'ten yöneteceklerdi. Çünkü Protestanların düşüncesine göre, Yahudiler "Tanrı'nın seçilmiş halkı" olmayı sürdürüyorlardı; ancak Hz. İsa'ya karşı gelmekle bir hata işlemişlerdi ve onun ikinci kez gelişinde bu gerçeği göreceklerdi. (Buna karşılık, Katolikler Yahudilerin "seçilmiş halk" gibi bir sıfatı artık taşımadıklarına inanırlar). Protestanlar, dünyayı Yahudilerin yönetmesiyle birlikte, kendilerine de iyi davranacaklarına ve kendilerinin de çok büyük zenginliğe kavuşacaklarına inanmışlardı. Protestan düşüncesi bugün de hala bu yöndedir.
Ama Yahudilerin beklediği Mesih, Hz. İsa değildi. Onlar Hz. İsa'ya inanmıyorlardı. Zaten onu öldürmeye çalışmışlardı, bu hareketlerinin ardından da inançlarında hiçbir değişiklik olmamıştı. Ama Yahudi önde gelenleri, görünen o ki, Protestanların bu aykırı düşüncesine pek ses çıkarmadılar. Ve Protestanların, özellikle de Püritenler gibi köktenci Protestanların, Mesih Planı'na destek olmalarını zevkle seyrettiler. Kitabın ilerleyen bölümlerinde bunu daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Peki acaba Yahudiler, Mesih geldiğinde, Protestanlara, onların umdukları şekilde iyi davranıp, onları egemenliklerine ortak etmeyi düşünüyorlar mıydı? Hayır, kendilerini "seçilmiş ırk" sayan Yahudiler, Mesih'in gelişiyle birlikte kurmayı düşledikleri "Dünya Krallığı"nı kimseyle paylaşmazlardı. Diğer ırkları belki "uşak" olarak kabul edebilir ama hiçbir zaman "ortak" saymazlardı. Zaten, M. Tevrat'ı "revize" ederken, "Dünya Krallığı"nın yönetiminin "başka kavme bırakılmayacağını" özellikle vurgulamışlardı: "Ve o kralların günlerinde göklerin Allah'ı ebediyen harap olmayacak bir krallık kuracak ve onun hakimiyeti başka bir kavme bırakılmayacak; ancak bu krallıkların hepsini o parçalayacak ve bitirecek ve kendisi ebediyen duracak." 75
Yahudilerin olayı nasıl değerlendirdikleri başka M. Tevrat ayetlerinden de anlaşılıyor:
Ve ecnebiler senin duvarını yapacaklar ve kralları sana hizmet edecekler. Ve kapıların daima açık duracak, milletlerin servetini ve sürgün getirilen krallarını sana getirsinler diye gece gündüz kapanmayacaklar. Çünkü sana kulluk etmeyen millet harap olacak. Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler ve seni hor görenlerin hepsi senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana Rabbin şehri, İsrail Kuddüsünün Siyonu, diyecekler.76
Kabalacılar, Protestanların, özellikle de Püritenlerin kendilerine yaptıkları yardımları, kuşkusuz üstteki ayette tarif edilen şekilde yorumluyorlardı...
İki taraf arasındaki ilişkinin gerçek boyutuna böylece değindikten sonra, şimdi İngiltere'deki Püriten iktidarına dönüp, Mesih Planı'na verilen Püriten desteğine bakabiliriz...
İngiltere'de Püriten İktidarı
ve Mesih Kehanetinin Son Aşaması
Oliver Cromwell'in yönettiği İngiltere, İspanya sürgünüyle başlayan ve Mesih Planı'ndaki en önemli bir kaç aşamadan biri olan "Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtma" projesinin son aşamasının başarıyla sonuçlanmasına sahne oldu. Her Püriten gibi Yahudilere büyük bir sempati ve hayranlık besleyen hatta bu yüzden kendini tarihteki Yahudi kahramanlarına benzeterek "Judah Maccabe" olarak isimlendiren Oliver Cromwell ülkesini Yahudilere açtı. Ancak kehanetin gerçekleşmesi için Cartrightlar'ın gönderdiği mektup yeterli olmamıştı ve bunun üzerine Mesih Planı'nın o dönemdeki asıl lideri, Kabalacı Menasseh Ben Israel ortaya çıktı.
Menasseh Ben Israel, 1645 yılında Spes Israeli (İsrail'in Ümidi) adlı bir kitapçık yazdı. İçinde, Mesih'in gelmesi için M. Tevrat'ta yazılı olan kehanetlerden "Yahudilerin dünyaya yayılması"nın gerçekleştiğini anlatıyor, ancak tek engelin İngiltere'de Yahudi bulunmayışı olduğunu bir kez daha vurguluyordu. Çeşitli Yahudi kaynaklarını referans göstererek yazdığı kitapçık, İngiltere'deki Püriten ilahiyatçılarını çok etkiledi. Cromwell'e Yahudileri ülkeye kabul etmesi yönünde telkinde bulunanlar arasında "Invisible College" üyeleri de vardı.77 Bu son derece anlamlıydı, çünkü Invisible College üyelerinin tümü masondu... (Masonluğun Mesih Planı'ndaki yerine ve Invisible College'a, 2. bölümde çok daha ayrıntılı olarak değineceğiz.)
Oliver Cromwell |
Bunun üzerine Cromwell, Menasseh Ben Israel'e bir mektup yollayarak "Yahudilerin İngiltere'de yaşamaya layık olduklarını, Tanrı dilerse bunun gerçekleşeceğini" yazdı. Aralık 1655'de İngiltere Meclisi toplandı. Meclisin üçte biri Cromwell'in adamlarından oluşuyordu. Cromwell, Yahudilere olumlu yaklaşan 16 tane de rahip seçmişti. 1655 sonbaharında ise Menasseh, Cromwell'in daveti üzerine İngiltere'ye geldi. Yanında üç tane de haham getirmişti. Cromwell'le yapılan samimi görüşmelerin ardından, Yahudilerin ülkeye kabul edileceği sözünü alarak Amsterdam'a döndü. Bu arada Cromwell Yahudileri ülkesine kabul ettirmek için elinden gelen herşeyi yapıyordu, başarılı olamadığı durumlarda baskı ve güç kullanmaktan çekinmiyor ve meclise yaptığı müdahaleler halkın tepkisini çeker hale geliyordu. Birçok İngiliz yurtsever onu Yahudilerden yüksek miktarda rüşvet almakla, ülkeyi Yahudilere satmakla suçluyor, hatta St. Paul Kilisesi'ni sinagog yapmaları için onlara vermek istemesine büyük tepki gösteriyorlardı.
Ama tüm bunlar, Cromwell'in üstlendiği büyük misyonu yerine getirmesine engel olamadı. Menasseh'in görevini yerine getirmenin huzuruyla öldüğü 1655 yılında, Yahudilerin İngiltere'de yaşayabilecekleri resmen açıklandı. Bunun üzerine Yahudiliklerini gizli olarak sürdüren bazı "dönmeler" gerçek kimliklerini açıklayarak ilk Yahudi cemaatini oluşturdular. Ertesi yıl ise çok sayıda Yahudi, Mesih'in gelmesi için gerekli olan kehanetin son eksik kısmını tamamlayarak, İngiltere'ye girdiler.
İngiltere artık Keher ha-Aretz, yani "Yahudisiz ülke" değildi. Tam tersine kısa zamanda Yahudilerin en büyük koruyucusu ve destekçisi haline geldi. Oliver Cromwell'in ölümüyle birlikte Püriten iktidarı sona erse de, Püriten ahlakının İngiliz ruhuna bıraktığı "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) etki daha sonra da devam etti. Bu sayede İngiltere içinde giderek büyük bir güç elde eden Yahudiler ülkeyi Mesih Planı için kullanmakta zorluk çekmeyecekler, "judaizer" ruhunu almış olan İngiliz politikacıları Yahudi önde gelenlerine seve seve destek vereceklerdi.
Püritenlik, Kapitalistleşme ve Yahudileşme
Püritenlik, aynı zamanda tüm Batı'yı etkisi altına alan, "Yahudileşme" akımının da önemli kaynaklarından birini oluşturdu. Püritenliğin içerdiği "Yahudileşme", Yahudi zihin ve ruhunun tümüyle kopya edilmesi temeline dayanıyordu. Luther ve Calvin'in başlattığı M. Tevrat'a dönüş hareketi, Püritenlik ile doruğuna çıkmıştı ve "dünyadan yüzçevirmeyi" emreden Katolik dininin yerine, dünyayı tek kıstas sayan Eski Ahit inancını yerleştirmişti.
Bu nedenle de, aynı Yahudilik gibi dünya-merkezli ve maddeci bir felsefeye dayanan (bkz. 3. bölüm) Püritenlik, kapitalizmin gelişmesinde de kilit rol oynamıştı. Meydan Larousse, Püritenliğin kapitalizmle olan doğrudan ilişkisini şöyle özetliyor: "Püritenlik... zenginliği bir seçkinlik belirtisi sayarak, İngiltere'de kapitalist burjuvazinin oluşmasına ve parlamento rejiminin gelişmesine katkıda bulundu... Sonradan, liberal protestanlığın gelişmesinde de katkısı oldu."
Ünlü Alman tarihçi Werner Sombart ise, Püritenliğin doğuşunda kapitalizme yatkın olmadığını, ancak gittikçe daha fazla Yahudileşerek "Yahudiliğin yörüngesine girdiğini" ve böylece kapitalizme öncü olduğunu savunur. Sonuçta tartışma götürmeyen nokta şudur: Avrupa'nın kapitalistleşmesi, Yahudileşmesinin bir sonucudur.
Öyle ki, kapitalizmin baş düşmanı olan Karl Marx, 1843'te yazdığı Yahudilik ve Kapitalist Zihniyet adlı makalesinde,"Yahudiliğin dünyevi temeli nedir? Pratik ihtiyaçlar ve kişisel çıkar... Yahudiliğin dünyevi ibadeti nedir? Sıkı pazarlıkçılık (bezirganlık)... Onun dünyevi Tanrısı? Para..." dedikten sonra kapitalistleşmenin Yahudileşme olduğunu ilan etmiş ve "bezirganlıktan ve paradan, yani pratik, gerçek Yahudilik'ten kurtulma, çağımızın kendi kendini kurtarması ile aynı şey olacaktır" demişti. Avrupa'nın yaşadığı dönüşümden asıl karlı çıkanın Yahudiler olduğuna dikkat çekerken de şöyle demişti:
Yahudi sadece mali güç kazanmak yoluyla değil, fakat aynı zamanda o yüzden ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hıristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi yoluyla kendini yahudice bir tarzda kurtarmıştır. Yahudiler, Hıristiyanların Yahudileşmesi ölçüsünde kendilerini kurtarmışlardır.
Cromwell'in devirdiği İngiliz Kralı Charles, 30 Ocak 1649'da, "kafası baltayla kopartılarak" idam edildi. Bu devrim, yalnızca İngiliz tahirinin değil, Avrupa'nın sekülarizasyonunun da önemli bir parçasıydı. Cromwell Devrimi, Protestanlıktan sonra dinin siyasi hayatın dışına çıkarılmasının ikinci büyük aşaması olarak kabul edilir. Devrimle birlikte, "yöneticiler yetkilerini Tanrı'dan almalı, Tanrı adına yönetmelidirler" şeklideki Hıristiyan düşüncesi büyük ölçüde ortadan kaldırılmıştır. |
Kapitalistleşme ve Yahudileşme arasındaki ilişkinin altını çizen Marx her ne kadar kendisi de "Yahudileşme"den, materyalizm ve "yeryüzü cenneti" çerçevesinde nasibini almışsa da şunları da ekliyordu: "Para İsrail'in kıskanç tanrısıdır... Yahudi tanrısı dünyevileştirilip dünyanın tanrısı haline getirildi." Marx, Protestan ve Püriten geleneğinin kapitalizmle olan ilişkisinden bahsederken de, Hıristiyanlık'ın Reformla birlikte yaşadığı büyük değişimin yönünü şöyle belirliyordu: "Hıristiyanlık Yahudilik'ten doğdu. Şimdi ise Yahudilik'e geri dönmüştür."
Doğu Hindistan Şirketi ve Yine Sömürgeci Yahudiler...
Az önce dediğimiz gibi, Cromwell'in ölümü İngiltere'nin üstündeki Püriten etkisini de azalttı. Ama, Yahudiler için pek bir şey farketmedi. İngiltere bir kez "açılmıştı". Yahudiler kısa sürede ülkede büyük bir ekonomik güç haline geldiler. İngiltere'de Yahudilerin ekonomik ve dolayısıyla da politik yükselişi çok daha uzun incelenebilir, burada fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak, bu konu hakkında atlanmaması gereken önemli ve ilginç bir gelişme vardır: British East India Company. Önceki sayfalarda Hollandalılar'ın daha doğrusu Hollandalı Yahudilerin sahip olduğu Doğu Hindistan Şirketi'nden söz emiştik. Hollandalılar'ın ardında İngilizler de bir "Doğu Hindistan Şirketi" (East India Company) kurdu. Bu şirket, Yahudilerin İngiltere'de ve İngiliz emperyalizminde ne denli önemli bir rol oynadığının açık bir göstergesidir.
Avrupa'da kapitalizmin doğuşu, bilindiği gibi, iki önemli aşamadan sonra gerçekleşebilmiştir. Bunların birincisi, Protestanlık yoluyla kapitalizm için gerekli olan ahlaki yapının sağlanmış olmasıdır. Böylece faiz meşrulaşmış ve kapitalizmin temeli olan bankacılık-tefecilik kurumu yaygınlık kazanmıştır. İkinci aşama ise kapitalizm için gerekli olan maddi ve ekonomik birikimin oluşması olarak tanımlanabilir. Bu da iki önemli kanalla, yani sömürgecilik ve köle ticareti ile gerçekleştirilmiştir. Sömürgelerden batılı üretim araçlarında kullanılacak hammadde elde edilmiş, köle ticareti yoluyla da ucuz daha doğrusu bedava işgücü sağlanmıştır.
Şaşırtıcı olan, Yahudilerin bu aşamaların hepsinde oynadıkları olağanüstü önemdeki rolleridir. Protestanlığın Yahudilikle ne denli içli-dışlı olduğunu inceledik. Köle ticaretinde Yahudilerin çok büyük bir pay sahibi olduklarını gördük. Sömürgeciliğin ilk önemli temsilcisi olan Hollandalı Doğu Hindistan Şirketi'nin büyük ölçüde Yahudilerin elinde olduğuna da değindik. Bu çizgi, sömürgecilik tarihinin en ünlü şirketi olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi tarafından da devam ettirilmiştir. Sömürgeciliği en uç noktaya kadar uygulayan British East India Company'nin sahipleri de, Hollandalı East India Co.'ninkinden pek farklı değildir:
Yahudiler, Avrupalı East India Co. şirketlerinin kolonilerde fabrikalar ve ticaret büroları kurmalarında çok önemli roller oynadılar. British East India Company'nin önde gelen isimlerinden biri Londra'lı bir Yahudi olan Abraham Navarro idi. Navarro, East India Company tarafından, Hindistan'ın kuzeyindeki Moğol bölgesine elçi olarak atandı. Elmas ve inci ticaretinin yüksek karından etkilenen Yahudiler, 17. ve 18. yüzyıl boyunca, East India Company'nin pek çok bürosunda kendilerine yer buldular. 1683'ten sonra pek çok Portekiz kökenli Yahudi tüccar, elmas ve diğer değerli taşlar alanında İngiliz ticaretinin yayılmasında büyük rol oynadılar. Bu Yahudi tüccarların en ünlüleri şunlardı: Bartholemew Rodriguez (gerçek adı Jacob de Sequeria), Alvaro de Fonseca, Isaac Abendana, Domingo de Porto ve Jacques de Paiva. Bunlar, onları izleyen pek çok Yahudi tüccarla birlikte, Hindistan'ın Madras kentinde bir 'Yahudi ticaret kolonisi' kurdular. Bu koloninin gücü, yüzyılın sonlarında İngiltere'li Yahudi
tüccarların da bölgeye gelip, koloniye katılmasıyla daha da büyüdü. İngiltere'den gelen Yahudilerin arasında Levy Moses, Abraham Solomon, Solomon Franco ve De Castro ailesi dikkat çekiyordu... Sözkonusu Yahudi tüccarlar, Çin, Burma, Bengal, Manila ve Avrupa arasında kurdukları ticaret ağı ile büyük servet kazandılar.
Bengal'de East India Company adına çalışan önemli ilk Yahudi Lyon Prager idi. Prager, Londralı Yahudi tüccar Israel Levin Solomons tarafından, Benares ve Kalküta bölgeleriyle ilişki kurmak için yollanmıştı. İlk amacı elmas ticaretini kontrol etmekti, daha sonra uyuşturucu ticaretini de eline aldı.78
Doğu Hindistan Şirketi'nin Elindeki Uyuşturucu Pazarı
East India Company'nin emri altında afyon üretiminde çalışan Çinliler.
|
Yahudilerin içinde bu denli etkin oldukları East India Company, parayı pek de temiz yollardan kazanmıyordu. Şirketin en önemli ticari malı uyuşturucuydu. İzlenen yöntem ise, yalnızca uyuşturucu satmakla kalmıyordu. Şirket, kendine pazar yaratabilmek için, insanları uyuşturucuya bağımlı hale getiriyordu. Bu "uyuşturucuya bağımlı hale getirme" operasyonu, ünlü Çin deneyiminde uygulandı. Çin, o dönemde Avrupalılar için çok cazip olan malların anavatanıydı. Şirket, Çin'den bu malları -ki bu malların başında o dönemde Avrupa'da lüks içecek olan çay geliyordu- alıp Avrupa'ya satıyordu. Ama bunun için Çin'e oldukça yüklü paralar ödüyor, dolayısıyla istediği kara ulaşamıyordu. Yapılması gereken Çin'e de bir şeyler satmaktı; böylece bu dev pazardan yalnızca mal almayacaklar, aynı zamanda buraya mal da satabileceklerdi. Ama sorun da buradaydı; Çin kendi kendine yeten bir ülkeydi ve East India Company'nin sattığı malların hiçbirine ihtiyacı yoktu.
Bunun üzerine şirket, Çinliler'e, almak zorunda kalacakları yeni bir "mal" tanıtmaya karar verdi. Çin, şirketin ticaretinde önemli bir yer tutan afyon ile tanıştırıldı. Şirket, Çin'in Canton Limanı'ndaki ofisinden başlayarak halka ücretsiz olarak Hindistan'dan getirdiği afyonu sundu. Ama bu "ücretsiz hizmet" yalnızca ilk birkaç deneme içindi, daha sonra "satma" dönemi başlayacaktı. Tarihçi-sosyolog Eric R. Wolf, olayın devamını şöyle anlatıyor:
Afyon ticareti gizli ve illegal bir biçimde yapılıyordu ve olağanüstü derecede karlıydı. Şirketin afyonla ilgilenen acentaları, daha öncesinde Canton Limanı'nda normal mallarla yaptıkları ticaretten dört kat daha fazla kazanıyorlardı. Şirketin memurları afyonu ülkenin daha da iç kısımlarına taşıdılar. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, her on Çinli'den biri afyon bağımlısı haline gelmişti. Avrupalılar, böylece Çin'e satabilecekleri bir mal bulmuş oluyorlardı.79
East India Company'nin afyon ticareti ile ilgili bilgileri, Dope Inc.: The Book That Drove Kissinger Crazy (Uyuşturucu Şirketi: Kissinger'ı Deli Eden Kitap) adlı çalışmada da bulabiliyoruz. Kitabın ilginç yanı, East India Company'nin uyuşturucu ticaretini masonların "ataları" konumundaki Tapınakçılar'dan devraldığını vurgulaması: (Tapınakçılar için bkz. 2. bölüm)
"Uluslararası uyuşturucu trafiği tarihe ilk kez Suriyeli Haşhaşiler'le girer. Bu dönemde Haşhaşi Şeyhi El-Cabal Tapınakçılar'la ortak çalışmaktadır. Daha sonra uyuşturucu ağı, Arap köle tacirleri tarafından Asya'ya yayılır. Levant Company'nin Venedikli köle tacirleri bu görevi devralırlar. Levant Co. İngiltere ve Hollanda'ya taşınınca adını 'East India Company' olarak değiştirir. British East India Co.'nin sahipleri, 18. yüzyılda afyon trafiğinin tekelini oluştururlar..." 80
Kitap, East India Co.'nin Çin operasyonunu ise şöyle anlatıyor:
1715'te British East India Co. ilk Uzak Doğu ofisini Çin'in Canton limanında açtı ve uyuşturucu ticaretine başladı. Bu tarihten 1840'daki ilk afyon savaşına kadar uyuşturucu ticareti olağanüstü derecede gelişti. Asya'daki uyuşturucu ticaretini yapanlar, Londra'da da önemli bir finansal ve ekonomik güce sahip oldular. Şirketin baş propagandacısı, şirketten maaş alan Adam Smith idi. Ünlü eseri The Wealth of Nations'da İngiltere'nin politikasını kolonilerdeki hammaddeleri kullanmak ve üstü kapalı bir biçimde afyon ticaretini geliştirmek olarak açıklıyordu. Smith, East India Co.'nin kolonilerdeki çiftçilere zorla afyon ürettirme politikasını onaylıyordu.
... 1787'de İngiltere Dışişleri Bakanı Dundas, İngiltere'nin afyon pazarı için Çin'e daha fazla açılmasını önerdi. Bu dönemde East India Company uyuşturucunun Hindistan'dan gizlice Çin'e girmesini ve burada kullanılmaya başlamasını sağladı. Bunun için aracılık eden şirketlerden biri Jardine Matheson'du. Bu şirket hala Uzakdoğu eroin ticaretinde aktif rol oynamaktadır... Jardine Matheson ve diğer aracı şirketlerin eliyle Çin'e yönelik uyuşturucu ticareti dev boyutlara ulaştı. 1830 yılında, Çin'e sokulan afyon paketleri dört katına çıkarak 18.956 pakete ulaştı. 1836'da bu sayı 30.000'i buluyordu. Dışarı sattığı mallar sonucunda Çin'e giren para 7 milyon gümüş dolar iken, büyük bölümü afyon yüzünden Çin'den çıkan para 56 milyon gümüş doları buluyordu. O dönemde afyon, dünyanın en büyük ticari malıydı...
... 1840'da Çin İmparatoru, ülkesini kasıp-kavuran büyük bir uyuşturucu bağımlılığı krizi ile karşı karşıya geldi. Bunun üzerine East India Company'nin uyuşturucu satışını sınırlandırmaya karar verdi. İngiltere'nin buna cevabı savaş açmak oldu... İngiliz Başbakanı Palmerston'ın girişimiyle Çin'e savaş açıldı. Çin ordusu, emperyalist orduya karşı bir varlık gösteremedi. 1841'de imzalanan Chuenpi anlaşmasıyla Çin'e afyon satışı tekrar legal hale geldi.
Bu savaşın üstünden henüz iki onyıllık bir süre bile geçmemişken İngilizler Çin'e ikinci afyon savaşını açtılar. İlki gibi, Çin'e yıkım, afyon tacirlerine ise büyük kar getiren savaşı... Pekin 1860'da İngiliz donanması tarafından kuşatıldı ve sonuçta İngilizler Çin'i açma politikalarını tamamladılar. İskoç Riti Masonluğunun Büyük Üstadı Başbakan Lord Palmerston, bu savaşı yöneterek, 20 yıl öncesinden ortaya attığı 'Açık Çin' teorisini tam olarak gerçekleştirmiş oluyordu.81
Yahudilerin yönetiminde büyük ölçüde etkin olduğu East India Company'nin destekçisi olan İngiliz Başbakanı Palmerston'un bir "Üstad Mason" olması sanırız bir tesadüf değil. Çünkü Palmerston'un Yahudilerle olağanüstü ilişkileri var. İktidarda bulunduğu dönemde Siyonizme verdiği büyük destekle tanınıyor. Judaica, Palmerston'un "Yahudi olmadığı halde Siyonizme büyük destek veren önemli isimlerden olduğunu" bildiriyor.82
East India Company (Doğu Hindistan Şirketi), Çin'i afyonla tanıştırdıktan sonra, ülkede afyon bağımlılığı hızla arttı. Öyle ki, 19. Yüzyılın sonlarına doğru, her on Çinli'den biri bağımlı hale gelmişti. Solda, o dönemden kalma, East Indıa Co.'nun eseri afyon bağımlısı bir Çinli. Sağda ise İngiliz Başkanı Lord Palmerston; Doğu Hindistan Şirketi'nin yürüttüğü uyuşturucu ticaretinin bir numaralı destekçisi, İskoç Riti masonluğunun büyük üstadı ve Siyonizm'in ateşli savunucusu.
|
Şimdiye dek incelediğimiz bilgiler, bizlere İspanya sürgünü ile birlikte Mesih Planı'nın ilk büyük aşamasının, yani "Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtma" projesinin gerçekleştirildiğini ve bunun da çok önemli politik, sosyolojik ve ekonomik sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Çünkü "dağıldıktan" sonra Hollanda, İngiltere gibi güçlü Protestan ülkeler içinde etkin hale gelen Yahudiler, bu ülkelerde sömürgeci kapitalizmin doğmasına öncülük etmişlerdi. Ortaçağ Avrupası'ndan çıkmış olan Hıristiyanlar bu büyük işi kendi başlarına beceremezlerdi; çünkü kendi halklarını dünyanın diğer uluslarından üstün görme alışkanlığına ve tüm dünyayı yönetme hırsına sahip değildiler. Kapitalizmin temeli olan ve beyaz adamın sömürgeciliğinin içeriğini oluşturan bu ruh, ancak Yahudi öğretisinin bir özelliğiydi.
Öyle ki o din, kendine tabi olanlara "milletlerin servetlerini yiyeceksiniz ve onların izzeti size geçecek" (İşaya, 61/6); "kapıların daima açık duracak, milletlerin servetlerini... sana getirsinler diye gece gündüz kapanmayacak" (İşaya, 60/10-12) gibi hükümler veriyordu. Bu işi yapabilmek için "hileli teraziler kuralım da fakirleri gümüşe ve yoksulları bir çift çarığa satın alalım ve buğdayın süprüntüsünü satalım" (Amos, 8/5,6) gibi "akıl"lar veriyor, kullanışlı bir sömürü aracı olarak da "yabancıya faizle borç verme"yi (Tesniye, 23/20) gösteriyordu. Bu gibi M. Tevrat ayetlerinde verilen sömürgeci mantık, Yahudiler ve Eski Ahit'i temel kaynak kabul eden "Yahudileşmiş" Hıristiyanlara yol gösterdi. Bu nedenle de kapitalizm, Yahudiler ya da "Yahudileşmiş", yani Protestan ve özellikle de Püriten Hıristiyanların elinde olgunlaştı.
Yahudi kökenli Batı değerleri yalnızca kapitalizmle de sınırlı değildi, Anglo-Sakson ırkçılığının ve emperyalizminin ardındaki Yahudi kökeni, ilerki sayfalarda daha ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Şimdi, Mesih Planı'nın asıl işleyiş yerine, yani Kabalacı Kolomb'un keşfettiği Yeni Dünya'ya bakabiliriz...
Kuzey Amerika'nın Şekillenmesi
ve Mesih Planı'nın Yeni Aşamaları
Önceki sayfalarda, Kolomb'un keşfinin sonuçlarını Latin Amerika'nın sömürgeleştirilmesindeki Yahudi etkisinden söz ederek noktalamıştık. Portekizli ve İspanyollar'ın conquistadorlarının arasında çok sayıda Yahudi vardı ve bunlar, Kolomb'un, Yeni Dünya'nın Yahudiler için "iyi bir yer" olacağı şeklindeki öngörüsünü haklı çıkarmışlardı. Ancak Yeni Dünya'nın Yahudiler ve Mesih Planı açısından en önemli bölgesi, kuzey kısmı, yani bugünkü ABD oldu. Önce Hollanda, sonra da İngiltere tarafından kolonileştirilen Kuzey Amerika, bu iki sömürgeci devletin eliyle, Yahudiler için bir kez daha "iyi bir yer" haline geldi.
Kuzey Amerika'daki ilk Yahudi yerleşim bölgeleri, Hollanda kolonisi olan New Amsterdam'da kurulmuştu. Ancak Yahudiler koloniye ayak basar basmaz, koloni valisi Peter Stuyvesant bu yeni misafirlerden rahatsız olmuş ve "merkez"e, bu Yahudileri buradan geri yollamak istediğini bildirmişti. Fakat koloni, Dutch West India Company'nin egemenliğindeydi ve bu şirketin hisselerinin sahiplerinin çoğu da önceden incelediğimiz gibi Amsterdamlı Yahudilerdi. Bu nedenle "merkez"den Stuyvesant'a sert bir cevap geldi; Yahudiler kesinlikle New Amsterdam'a yerleşeceklerdi. Bu Yahudi cemaati gittikçe gelişerek büyük bir ekonomik güce ulaştı.
17. yüzyılda Kuzey Amerika'ya yapılan Yahudi göçü |
1664'de İngilizler, Hollandalılar'ı mağlup ederek, onları "New Netherland"dan (Yeni Hollanda: Bugünkü ABD'nin doğu sahili ve gerisini kaplayan alandaki koloni bölgesi) attılar. Koloninin adı ise "New England" (Yeni İngiltere) oldu. Bu kolonide de önemli sayıda Yahudi yaşıyordu ve Yahudilerin sayısı da, Londra, Amsterdam, İspanya ve Portekiz'den gelen Sefarad Yahudileri ile daha da artıyordu. 17. yüzyılın sonunda Aşkenaz Yahudileri de Amerika'ya gelmeye başladı... Yahudiler tüccarlık yapıyorlar, Avrupa'daki sömürgeci ülkelere koloniden hammadde yollayıp, işlenmiş olarak geri getiriyorlardı. Bazıları ise köle ticaretiyle uğraşıyordu. Kuzey'deki Yahudilerin güçlenmesi üzerine, Latin Amerika'daki bazı Yahudiler de oraya göç ettiler. Yeni Dünya, ilk baştan beri Yahudiler için uygun bir yurt oldu. Yahudi tarihçi Eli Barnavi Yahudilerin Kuzey Amerika'da son derece rahat hareket ettiklerini ve Katolikler gibi diğer azınlıklara göre çok daha özgür olduklarını vurguluyor.83
Ama Yahudi önde gelenlerinin (Kabalacıların) amacı yalnızca Yahudilerin ekonomik yönden güçlenebilecekleri özgür bir ortam yaratmak değildi ki... Onlar, Mesih'in dünyaya gelmesini ve dolayısıyla Yahudi ırkının bir "dünya egemenliği" elde ederek tüm diğer ırklara tahakküm etmesini istiyorlardı. Bunun için ne yapmak gerekliydi?...
Kabalacıların Mesih'in gelişinin birinci temel şartını yerine getirdiklerini, yani Yahudileri "dünyanın dört bir yanına" dağıttıklarını biliyoruz. Mesih'in gelişi için ikinci yapılması gereken, Yahudileri Vaadedilmiş Topraklar'a döndürmekti (bkz. "Giriş"). Ama bu nasıl mümkün olacaktı ki? Yahudiler, her ne kadar gittikçe ekonomik üstünlüklerini artırıyor olsalar bile, yine de hala bu iş için yeterli politik güce sahip değildiler. Bunu yapabilmek için,
1- Vaadedilmiş Topraklar'ın Yahudilere ait olduğu tezine ısrarla karşı çıkan Katolik Kilisesi'nin etkisinin ortadan kaldırılması,
2- Vaadedilmiş Topraklar'ın, orayı elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılması gerekiyordu.
3- Bütün bunlar yapılsa bile, bir de Yahudileri seve seve Vaadedilmiş Topraklar'a yerleştirecek ve orada da destekleyecek bir koruyucu güce de ihtiyaç vardı. Zaten bu kehanetlerde de geçiyordu ki, asırlar sonra Siyasi Siyonizm teorisini geliştiren Kabalacı Kalischer, "Mesih'in dönüş süreci, doğal olaylarla başlayacaktır: Yahudilerin Filistin'e yerleşme isteği ve diğer milletlerin gönüllü olarak bu işe yardım etmesi ile" hükmünü verecekti. (Bkz. 4. bölüm)
Dolayısıyla, Mesih Planı öyle bir anda gerçekleşebilecek gibi değildi, uzun ve sabırlı bir çalışma istiyordu. Ama Kabalacıların işi de bu değil miydi zaten?...
Bu üç amacın ilk ikisini, yani Katolik Kilisesi'nin nasıl etkisiz hale getirildiğini ve Vaadedilmiş Topraklar'ın nasıl Osmanlı-İslam egemenliğinden koparıldığını, kitabın 2. ve 4. bölümlerinde inceleyeceğiz. Burada Kabalacılar'ın üçüncü amacına, yani "Mesih'in gelişine gönüllü olarak yardım edecek milletler"in oluşturulmasına göz atacağız. Bu milletlerden biri, az önce değindiğimiz gibi İngiltere olacaktı. Ama Kabalacıların en çok üzerinde durduğu ve Mesih Planı'na da en çok destek verecek olan ülke, Amerika'ydı.
Yeni Dünya, Kolomb'un ve diğer Kabalacı dostlarının hesapladığı gibi, Süleyman Tapınağı'nı inşa etme ve dolayısıyla Mesih'i getirme hedefinin en büyük yardımcısı olacaktı...
Püritenlerin Amerika'ya Yüklediği Misyon
Amerika'nın "Mesih'in gelişine gönüllü olarak yardım edecek" bir ülke olarak doğmasının ardındaki en büyük faktör, bu ülkenin Püritenler tarafından kurulması ve temel değerlerinin de bu Püriten mirasına dayanmasıdır.
Önceki sayfalarda İngiltere'deki Püritenlerden söz ederken, 1620'de, henüz Cromwell iktidarının kurulmadığı yıllarda, Püritenlerin ülke içindeki baskı nedeniyle iki büyük göç yaptıklarını belirtmiştik. Bu iki büyük göçün birisi Amsterdam'a oldu ve incelediğimiz gibi Amsterdam'a giden bu Püritenler, Kabalacı Menasseh Ben Israel'in yönettiği "Yahudileri kehaneti tamamlamak için İngiltere'ye sokma" projesine candan destek verdiler. İkinci Püriten grubu ise, Yeni Dünya'ya, Amerika'nın kuzeyindeki Massachusetts bölgesine gitti ve burada büyük bir koloni kurdu. (Bu Kabalacılar için yalnızca mükemmel bir tesadüf müydü, yoksa bunu "Sefirotla oynayarak" mı başarmışlardı, bilemiyoruz.) Bugünkü ABD'nin çekirdeği olarak kabul edilen koloni (*), Püritenlerin klasik yapısını, yani "judaizer" (Yahudici/Yahudi sempatizanı) misyonunu taşıyordu. Britannica, İngilizce baskısında Massachusetts kolonisi ile ilgili şöyle diyor:
Avrupa kolonizasyon tarihinde hiçbir koloni Massachusetts kolonisinin ulaştığı zenginlik seviyesine ulaşamadı. Koloniyi kuran Püritenlerin amacı Amerika'nın uçsuz bucaksız topraklarında yeni bir Siyon yaratmaktı. Bu, İngiltere'de sağlanan reformasyonun bir benzerini oluşturmalarını sağlayacaktı... Püriten mirası, Amerikan ruhunun şekillenmesinde şüphesiz büyük bir faktör olarak yerini aldı.
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya "New England" (Yeni İngiltere) yerine "New Israel" (Yeni İsrail) adını vereceklerdi.84 İngiliz yazar Karen Armstrong, Holy War adlı kitabında, Püritenlerin taşıdığı Yahudi ruhuna dikkat çekiyor. Armstrong, Püritenlerin kendilerini "pilgrims" (hacılar) olarak adlandırdıklarını ve aynı sıfatın daha sonra Filistin'e giden Siyonistlerce de kullanılacağını hatırlatıyor. Armstrong, Püritenlerin kendilerini "Yahudi" gördüklerini şöyle anlatıyor: "Püritenler, Yeni Dünya'daki mücadelelerinin aynı Tevrat'ta anlatılan Yahudilerin mücadelelerine benzediğine inanıyorlardı. Bu nedenle, kolonilerine 'İngiliz Kenan'ı' adını verdiler" 85
Kenan, bilindiği gibi M. Tevrat'ta Filistin topraklarına verilen isimdi ve M. Tevrat'a göre de bu bölge Yahudilere aitti. En büyük istekleri "seçilmiş halk" kabul ettikleri Yahudilere benzemek olan Püritenler de, Amerika'yı Kenan diyarına benzettiler ve kendilerini de bu diyarı fethetmekle yükümlü Yahudiler olarak düşündüler. Kısacası, yapay bir Kenan diyarı üzerinde, yapay Yahudiler olmaya çalışıyorlardı. Bu nedenle, Amerikan toprakları üzerinde kurdukları kentlere; Hebron, Salem, Bethlehem, Zion ve Judea (Yahuda) gibi Eski Ahit"te geçen Yahudi isimleri verdiler.86 Armstrong, aynı işlemin daha sonra Filistin'i "Yahudileştirmeye" çalışan Siyonistlerce de yapıldığına dikkat çekiyor.
Püritenler, Amerika'yı ele geçirmeye "hak sahibi" olduklarını da çeşitli M. Tevrat ayetlerini göstererek sözde ispat etmeye çalışıyorlardı. 1622'de, koloninin önde gelen isimlerinden Robert Cushman, Amerikan topraklarındaki yerlilerin "ilkel yaratıklar" olduğunu söylüyor ve onların ellerindeki toprağa el koyma hakları olduğunu ise M. Tevrat'ın "Tekvin" bölümünden 13/6, 11, 12 ve 34/21 gibi ayetleri göstererek kanıtlamaya uğraşıyordu. Armstrong, aynı ayetlerin ve aynı mantıkların daha sonra Siyonistler tarafından da Filistinliler hakkında kullanılacağını hatırlatıyor.
Kısacası, Amerika M. Tevrat'ta vaadedilen ve Mesih'in gelişiyle kurulacak olan Siyon Krallığı'nın bir prototipi şeklinde oluşturuluyordu. Vaadedilmiş Topraklar'a benzetilen topraklar üzerinde, kendilerini Yahudilere benzeten Püritenler, M. Tevrat'ta emredilen yöntemleri kullanarak Amerika'yı kuruyorlardı. Toprak ve yeni sahipleri M. Tevrat'a uydurulunca geriye bir tek toprağın eski sahipleri, yani Kızılderililer kalıyordu. Onlara da M. Tevrat içinde bir yer bulmakta gecikilmedi.
Bu, Kızılderililerin sonunun başlangıcıydı...
Yeni Dünya'daki Püriten Vahşeti ve
M. Tevrat'a Göre Gerçekleştirilen Kızılderili Katliamı
"İsrailliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse,
Massachusetts kolonisindeki İsrailliler
(Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler"
-Thomas Gossett
Kızılderililer, Amerika'nın keşfedilmesinin ardından, Yahudi önde gelenlerinin haklarında çokça konuştukları bir konu olmuştu. Mesih'in dönüşünün hesaplarını yapan Yahudi önde gelenleri de Püritenlerle birlikte Amerika'yı bir tür "Vaadedilmiş Toprak" olarak görüyor, üzerindeki yerlileri de Eski Ahit'e göre konumlandırmaya çalışıyorlardı. Bu ortamda, Kızılderililer hakkında ortaya atılan ilk tez, onların, Yahudilerin "On Kayıp Kabile"sinin bir parçası oldukları şeklindeydi.
On Kayıp Kabile, eski bir inanışa dayanıyordu. Buna göre, MÖ 719 yılında, Yahudi ülkesine saldıran II. Sargon Kuzey Krallık'ı yenmiş ve halkını sürmüştü. Bu Yahudiler, daha sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış ve "İsrail'in On Kayıp Kabilesi"ni oluşturmuştu. Ve yine Yahudi inanışına göre, Mesih'in gelmesinin şartlarından biri, bu kayıp kabilelerin bulunmasından geçiyordu.
Kızılderililer'in geleceği bu ortamda belirlenmeye başladı. Püritenler ve Yahudi önde gelenleri Kızılderililerin "On Kayıp Kabile"den biri olup olmadığını tartıştılar. Adetlerinin ve dillerinin Yahudilerinkine benzeyip benzemediğini araştırdılar. Yahudi tarihçi Lee M. Friedman Kızılderililer'in On Kayıp Kabile'den olup olmadığı hakkında Yahudilerin ve Püritenlerin öne sürdükleri düşünceleri detaylarıyla anlatıyor.87
Bu tartışmanın sonucu ise Eski Ahit'e göre yapılan Kızılderili katliamının başlangıcı oldu. Çünkü Yahudiler ve Püritenler, Kızılderililer'in On Kayıp Kabile'den olmadığına karar verdiler. Ama bu kez onlara Eski Ahit'e göre bir başka rol biçtiler: Bu teoriye göre Kızılderililer, Vaadedilmiş Topraklar üzerinde yaşayan "Kenan Halkı"ydı. Vahşet, işte bu noktada başladı.
Çünkü Kenan Halkı, Eski Ahit'e ve dolayısıyla Yahudi inanışına göre, Vaadedilmiş Topraklar'ı Yahudilerden "gasp etmiş" olan bir halktır. Ve yok edilmeleri gerekir. M. Tevrat ayetleri, "Kenan Halkı'nın yok edilmesini" şöyle emreder: "... Ey Kenan, Filistinliler diyarı, Rabbin sözü size karşıdır; seni yok edeceğim, öyle ki artık sende oturan kimse olmayacak." (Tsefenya, Bab 2/5) Bir başka ayette uygulanacak vahşet şöyle detaylandırılır:
Püritenlerin başlattığı Kızılderili katilamı, ABD kurulduktan sonra da resmi olarak sürdürüldü. Yanda, 19. Yüzyılın başında Amerikan askerlerinin giriştiği bir "etnik temizlik" operasyonu... |
Ve Allah'ın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; Ve Allah'ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin... Ancak Allah'ın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; fakat onları... Kenanlılar'ı... Allah'ın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin. (Tesniye, Bab 20/10-17)
Tarihin en büyük dramlarından biri olan Kızılderili katliamı işte bu ayetlere göre gerçekleştirildi. Year 501: The Conquest Continues (Yıl 501: İşgal Hala Sürüyor) adlı kitabında, Noam Chomsky, Püritenlerin M. Tevrat ayetlerine dayanarak, "Kenan diyarının halkı" olarak gördükleri Kızılderililer'e karşı gerçekleştirdikleri katliamları anlatıyor:
New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, şükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.' Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her Amerikan çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (M. Tevrat) kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmiş halkına ait olan Vaadedilmiş Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek'.
Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, 'kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir başka Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyor'du. Katliamı uygulayanlar ise 'Yehova'nın övgüsüne layık' oluyorlardı.
Bundan bir kaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin 'temizlenmesi' operasyonu düzenlendi. Örneğin, Şubat 1643'de Güney Manhattan'da Hollandalı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi: 'Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı.
Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.88
Chomsky'e göre, ABD'nin 20. yüzyılda dünyanın dört bir yanında uyguladığı ya da uygulattırdığı terör (terörizm kültürü) de kaynağını Püritenlerin Amerika'ya yüklediği vahşet geleneğinden almaktadır:
Püritenlerin gerçekleştirdikleri katliamlar, asırlar sonra hala ABD tarafından işlenen toplu cinayetlere de fikir babalığı yapıyor. Yüzlerce örnek arasında akla gelenlerden biri, 1980'de El Salvador'da ABD'nin çıkardığı Salvador-Honduras savaşı sırasında gerçekleşen Rio Sumpul katliamı. Sayısız benzeri gibi bu katliam da, ABD tarafından eğitilmiş, ABD tarafından silahlandırılmış ve elitlere hizmet eden birliklerin işlediği bir cinayetti. Asırlardır ABD'nin öğrettiği doktrinlerin yeni bir uygulaması olan bir cinayet...89
Püritenlerin uyguladıkları vahşetin Yahudi öğretisine dayandığına, Arnold Toynbee de dikkat çeker. Toynbee, "Amerika'daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının, onlara, dinsizleri yok etmekle görevli seçilmiş bir halk oldukları inancını verdiğini" savunmaktadır.90 Amerikalı sosyolog Thomas Gossett ise, "İsrailliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusetts kolonisindeki İsrailliler (yani Püritenler) de Kızılderililer'i öyle yok ettiler" diye yazar.91 Püritenlerin ve diğer kolonicilerin Kızılderililer'e uyguladıkları vahşet yöntemleri oldukça çarpıcıdır. Chomsky, "vahşetin felsefesi"ne de değinerek anlatıyor:
Kolonizasyon hareketinin ilk dönemlerinde Virginia korsanların ve sömürgecilerin merkeziydi. Sömürgeciler, Kızılderililer'i vahşi köpeklerle avlıyor, kadınlarını ve çocuklarını katlediyor, ekinlerini yağmalıyorlardı. Bir de Kızlderililer'e battaniye satıyorlardı. Ama üzerlerine çiçek hastalığı mikrobu enjekte edilmiş olan battaniyeler!... ... George Washington, 1783'de şöyle yazmıştı: 'Bizim yerleşim bölgelerimizin yayılması, belli bir şiddet gerektirecektir; aynı bir kurt gibi. Şekillerimiz tümüyle farklıdır ama her ikimiz de avcıyız.' Bu sözlerin sahibi Washington resmi literatürde 'pragmatik' olarak tanıtılır. Öyledir, baskı, hile ve tehditle Kızılderili topraklarını (yok pahasına) satın almıştır.
Thomas Jefferson ise John Adams'a kehanette bulunarak Kızılderililer'in 'vahşet ve sefalete maruz bırakılacaklarını, savaş nedeniyle sayılarının azalacağını ve kendi istekleriyle dağlara gitmeyi seçeceklerini' söylemişti. Daha sonra da şöyle demişti: 'Ve tabii onlar isteyince biz de onları oralara süreceğiz!' Aynı yöntem daha sonra Kanada'da da izlendi, yerliler Afrika'ya veya Karaibler'e sürüldü...
Sömürgecilerin uygulamalarını onları izleyen tüm önemli devlet adamları devam ettirdi. Theodore Roosevelt'den, 1991'de Körfez katliamını düzenleyen George Bush'a kadar hepsi 'dünyanın egemen ırkları'nın çıkarları için 'savaşta vahşet hakkı olduğu'nu savundular... Öyle ki, Winston Churchill zehirli gazın 'medeni olmayan kavimlere' (örneğin Kürtler veya kısmen Afganlılar gibi) karşı kullanılabileceğini savunmuştu.92
("Yapay Yahudi" Püritenlerin uyguladığı bu vahşet, gerçek Yahudilerce acaba nasıl uygulanır? Bu sorunun en iyi cevabını, İsrail'in 1948'den beri "Kenan Halkı" olarak tanımladığı Filistinliler'e karşı uyguladığı vahşet veriyor. Bu vahşete 8. bölümde değineceğiz)
Kısacası Kızılderililer, büyük ölçüde, Kabalacı hahamların M. Tevrat'a soktuğu sapkın inançların kurbanı oldular. Kabalacı Kolomb ve onun ardından gelen milyonlarca "beyaz adam", kıtaya, batının açgözlülüğünü, üstün ırk inancının sömürüsünü ve de M. Tevrat'ın vahşetini getirdiler. Ve bugün, Chomsky'nin deyimiyle "işgal hala sürüyor"...
Amerika'nın Yahudileşme Süreci...
"Amerika'ya bağlı olmakla Yahudiliğe
bağlı olmak arasında hiçbir
uyumsuzluk yoktur. Yahudi ruhu,
aslında modernizmdir ve bütünüyle
Amerikalı'dır" - Louis D. Brandeis
Püritenlik, aynı İngiltere'de olduğu gibi, Amerikan ruhuna yalnızca çok önemli bir Yahudi sempatizanlığı enjekte etmekle kalmadı, aynı zamanda Yahudi düşüncesindeki pek çok faktörü de Amerikan kültürüne ekledi. Bu faktörlerin başında, az önce incelediğimiz gibi, M. Tevrat kökenli vahşet geleneği geliyordu. Noam Chomsky, ABD'nin bugün dünya çapında uyguladığı vahşetin kökeninin (ki buna Culture of Terrorism-"Terörizm Kültürü" adını veriyor), Püritenlerin Kızılderililer'e yaptığı katliamlara dayandığını vurguluyor.
Yahudi toprağı Amerika: Kolomb gerçekten Yahudiler için "iyi bir yer" bulmuştu. Yanda, 19. Yüzyılın sonlarında, Avrupalı soydaşlarını bu "iyi yer" e çağıran Yahudiler... |
Bunun dışında, gerçekte Yahudi dininde olan pek çok faktör, Amerikan ruhuna etki etti. Böylece Amerika, açık bir "Yahudileşme" yaşadı. Yahudi düşüncesine tümüyle uyum sağladı, onu tümüyle kabul etti, ona tümüyle teslim oldu... Ve Amerika, Kolomb'un amacına uygun olarak, "Yahudiler için iyi bir yer" oldu. Yahudi inancı ve felsefesi, Amerika'nın kurumlaşmasına kaynak olmuştu. The Universal Jewish Encyclopedia, "The United States" başlığı altında şunları not ediyor:
ABD'nin kurucuları, cumhuriyeti şekillendirirken, etkilendikleri kaynakların başında İbrani Kutsal Kitap'ı geliyordu. Özellikle Püritenler, felsefelerini şekillendirirken temel olarak Tevrat'ı kabul ettiler. Pratikte tüm New England kolonileri aynı kaynaktan etkilenmiştir. 1655'te yayınlanan New Haven Code of Laws'un (yeni kanun düzenlemesi) içerdiği 79 prensibin yarısından çoğu orijinini ve otoritesini İbrani Kutsal Kitabı'na dayandırır. Amerika Birleşik Devletleri oluştuktan sonra da, Musa yasasındaki otorite prensibi, hükümet kurumu için rehber olmuştur...
... Sonuçta Amerikan Devleti'nin orijini o dönemdeki pek çok tarihsel ve ideolojik faktöre dayansa da, şüphe yoktur ki bunlar Yahudi halkının inançlarıyla güçlendirilmiş ve desteklenmiştir.
Kuruluşunun ardından Amerika'nın dış politikası, diğer ülkelerin içişlerine karışmamak yönünde olmuştur. Tek bir istisnayla: Diğer ülkelerdeki Yahudi sorunu hep Amerika'nın ilgisini çekmiş, Amerika Yahudileri desteklemişti.
Amerikalı yazar Peter Grose, Israel in the Mind of America (Amerika'nın Zihnindeki İsrail) adlı kitabında, Amerika'nın Yahudiler ve Yahudilikle olan ilginç beraberliğinin öyküsünü anlatıyor. Amerikan-Yahudi ilişkisinin kökeninde Püriten geleneğinin yattığını vurgulayan Grose, Amerikan elitlerinin Yahudilere bakış açısında da hep bu geleneğin etkili olduğunu ortaya koyuyor. Bu arada, Yahudilerin ekonomik güçlerinin de gittikçe arttığına dikkat çeken Grose, 19. yüzyılın yarısına gelindiğinde, "ilk başlarda seyyar satıcılık yapan" Yahudilerin artık "pazarın prensi" haline gelmiş olduklarını vurguluyor.93
Yahudi yazar Eli Barnavi de Amerikan-Yahudi ilişkisinin çarpıcılığından söz ederek, " Amerika'da antisemitizme rastlamak pek mümkün değildi; nefret, Yahudilere değil, Katoliklere yönelikti. Hatta, kimi durumlarda 'philosemitism' (Yahudi sevgisi) gözlemlenebiliyordu. Yahudilere ait özellikler olarak kabul edilen çaba, hırs, sosyal aktivite, cemaat bilinci, Amerikan ruhunun dayandığı temel prensipler olarak kabul ediliyordu" diyor.94
Amerika'nın Yahudilere bu denli büyük bir sempati ve yakınlıkla bağlanması, kuşkusuz bazı somut sonuçlar da doğuracaktı. Bu somut sonuçların başında ise Mesih Planı geliyordu. Kabalacılar, Amerika'yı Mesih Planı'na destek olacak ve Plan gereğince Vaadedilmiş Topraklar'ın Yahudilerin eline geçmesine yardım edecek bir müttefik olarak planlamışlardı. Bu, "Yahudilerin Vaadedilmiş Topraklar'a diğer milletlerin gönüllü olarak yardım etmesiyle gidecektir" şeklindeki kehanetin de gereğiydi. Mesih Planı'nda, Amerika'nın başlıca misyonu buydu...
Amerika'nın bu misyonu seve seve yerine getireceğinin ilk belirgin işaretini, bir Amerikalı Protestan rahip, 1870'li yıllarda verdi. Peter Grose, olayı şöyle anlatıyor.
1841'de New York'da bir Protestan metodist olarak doğan William Eugene Blackstone, gençlik yıllarında Kutsal Kitap üzerinde uzmanlaştı... 1878'de Blackstone büyük eseri Jesus Is Coming'i (İsa Geliyor) yayınladı ve kısa sürede ün kazandı. Evanjelik cemaatleri onu alkışladılar. Kitabı bir milyonun üstünde sattı ve İbranice'yi de kapsayan 48 dile çevrildi.
Blackstone, arkadaşları Dwight L. Moody ve Cyrus I. Scofield ile birlikte, Kutsal Kitap'ın Yahudilerin 'Tanrı'nın seçilmiş halkı' olduğu şeklindeki hükmünün hala geçerli olduğunu savundu... Aralarında John D. Rockefeller, Cyrus Mc Cormik, J. Pierpont Morgan gibi isimlerin, Kongre sözcüsünün, senatörlerin, hakimlerin, avukatların, gazetecilerin bulunduğu 413 seçkin Amerikalı Blackstone'un bu fikrine destek verdi. Yahudilerin seçilmiş halk olduğu fikrini destekleyenler, Amerikan elitinin kapsamlı bir listesi durumundaydı...
Blackstone, daha sonra Rusya'dan göçen Yahudilerin sözkonusu olduğu dönemde, şu öneriyi getirdi: 'Niçin Filistin'i Yahudilere vermiyoruz?'... Peki Filistin 'bizim' miydi ki onu Yahudilere verecektik? Buna karşılık Blackstone, 1878 Berlin Anlaşması ile birer Türk eyaleti olan Bulgaristan ve Sırbistan'ın Bulgarlar'a ve Sırplar'a verildiğini hatırlatıyor ve şöyle diyordu: 'Bulgaristan'ın Bulgarlar'a, Sırbistan'ın da Sırplar'a ait olduğu kadar, Filistin de Yahudilere ait değil mi?'... Yahudi devleti, aynı Bulgaristan ve Sırbistan gibi, Türk Hükümeti'nden anlaşma sonucu alınacak Filistin toprakları üzerine kurulabilirdi... Böylece Amerikalı bir Protestan olan Blackstone, Avrupalı bir Yahudi olan Theodor Herzl'den yıllar önce Siyasi Siyonizmi ortaya atmıştı...
Blackstone, ölümünden iki yıl önce, 1933'de Chicago'daki protestan cemaatine yazdığı mektupta, asırlar önce Püritenlerin eliyle Amerika'ya yüklenmiş olan misyonunun hala geçerli olduğunu vurguluyor ve, 'İsrail'in uyanışıyla şimdi her zamankinden daha çok ilgileniyorum' diye yazıyordu, 'dualarımız sayesinde beklenen Mesih'lerine kavuşabilirler'.95
Kısacası Blackstone, Amerika'nın Mesih Planı'nda kendine biçilen misyonunu yerine getirmesi gerektiğini duyuruyordu. Bu konuda Amerikan elitlerinden büyük destek görmesi, kuşkusuz Püriten geleneğinin yanında bir de masonluk faktörü ile açıklanabilir. Bunun yanısıra, Blackstone'ın destekçileri arasındaki en önemli isim ve Amerika'nın petrol kralı olan Rockefeller'ın ise zaten örtülü bir Yahudi olması (bkz. 6. bölüm) dikkat çekicidir.
Blackstone'un, Püritenliğin Amerika'ya Yahudilikle ilgili bir misyon yüklediğini hatırlatması ve bu misyonun devam ettiğini vurgulaması oldukça önemliydi ve Mesih Planı'nın yolunda gittiğini gösteriyordu. Püritenliğin Amerika'ya yüklediği bu misyon, zaten Yahudi önde gelenlerince de sıkça vurgulanıyor, Amerikalılara Yahudilik konusunda bir görevleri olduğu hatırlatılıyordu. Bu hatırlatmayı yapanların biri, Siyonist hareketin 20'li yıllarda ABD'de önderliğini yapan Louis D. Brandeis idi. Peter Grose, Brandeis'in Amerikan-Yahudi ilişkileri ile ilgili bazı ilginç yorumlarını aktarıyor:
Siyonist hareketin Amerika'daki liderlerinin başında Louis Dembitz Brandeis geliyordu... Brandeis'in Yahudi cemaat bilincini Siyonizmle birleştirme çabası, Amerikan rüyasıyla da özdeşleşiyordu. 'Hiçbir Amerikalı Siyonizmin Amerikan vatanseverliği ile çatıştığını sanmasın' diyordu, 'Amerika'ya bağlı olmakla Yahudiliğe bağlı olmak arasında hiçbir uyumsuzluk yoktur. Yahudi ruhu, aslında modernizmdir ve bütünüyle Amerikalı'dır'...
Brandeis, Amerikan tarihi ile Eski Ahit (M. Tevrat) arasındaki bağlardan da söz ediyordu. Püritenlerin etik toplumlarını yaratabilmek için doğaya ve diğer insanlara karşı verdiği mücadeleyi yüceltiyor, 'Siyonizm bu mücadelenin yeniden doğuşu ve yeni haccıdır' diyordu... Brandeis, Amerikan ve Yahudi mirasının ortak olduğunu vurguluyordu. 'İyi Amerikalılar olmak için daha iyi Yahudiler olmalıyız' diyordu, 'daha iyi Yahudiler olmak için de Siyonist olmamız gerek'.96
Püritenlikten kaynaklanmış olan Amerikan Protestanlığının Yahudilikle olan paralelliğini ve Yahudilerle ilgili olarak taşıdığı misyonu başka kaynaklar da vurguluyor. Edward Tivnan, Yahudi lobisini konu edinen The Lobby adlı kitabında konuyu şöyle dile getiriyor:
Brandeis, yeni kurduğu Amerika Siyonist Organizasyonu'nu geliştirmeye çalışırken, Siyonist hareket birdenbire Beyaz Saray'da bir dosta sahip oldu. Bu dost Başkan Wilson'dı. Wilson, yalnızca Brandeis'i 1916'da Anayasa Mahkemesi'ne atamakla kalmayacak, aynı zamanda bu genç arkadaşının seslendirdiği Siyonizm teorisine de destek çıkacaktı...
Wilson'ın bu tavrı, pragmatik bir siyasi karar olmaktan çok daha öteydi. Bir Prespiteryen papazın oğlu ve Kutsal Kitap'ın sürekli bir okuyucusu olarak Wilson, Yahudilerin kaderi ile duygusal olarak ilgiliydi. Peter Grose'un Israel in the Mind of America kitabında işaret ettiği gibi, Amerikan protestanlığında Siyon idealine karşı büyük bir sempati geleneği vardır. Grose, Wilson'ın 'Ben, bir protestan papazın oğlu olarak, Vaadedilmiş Topraklar'ın oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmalıyım' dediğini de belirtir.
Yahudilere Filistin'e dönme konusunda büyük destek olan bir başka 'Hıristiyan Siyonist' ise Lord Balfour idi. İngiltere'nin Dışişleri Bakanı olan Arthur Balfour, dindar bir Hıristiyan ve Yahudi tarihi uzmanıydı. Romalıların Yahudileri Kudüs'ten çıkarmasını, 'tarihin en önemli yanlışlarından biri' olarak nitelendiriyordu. Balfour, Yahudi tarihindeki onurlu yerini, 1917'de Lord Rothschild'e yazdığı kısa mektubunda, 'Majestelerinin Hükümeti'nin Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulmasını desteklediğini' deklare eden satırlarıyla aldı.97
Tivnan, ayrıca, 1943'de Amerika'da kurulan AZEC (Amerikan Siyonist Hareket Konseyi) adlı kuruluşun da Protestan cemaatleri ile çok yakın ilişkiler içine girdiğini bildiriyor. Amerikalı yazar, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulmasına çalışan AZEC'in, en büyük desteği yine sözkonusu Protestan cemaatlerinden ve bir de masonluğun "anaokulu" sayılan Rotary Kulüpleri'nden aldığını da vurguluyor.98
Amerika'nın tam da Kolomb'un ve Kabalacı dostlarının hesapladığı gibi, "Yahudileşme"si, kuşkusuz Mesih Planı için çok önemli bir aşamaydı. Böylece Yahudi önde gelenleri, gerçekleştirmeye uğraştıkları Mesih Planı için çok önemli bir doğal müttefik kazanmış oluyorlardı. Gittikçe dünyanın tek süper gücü olmaya doğru ilerleyen bu ülke, gerçekten de Mesih'i getirme çabasında çok büyük bir rol oynadı. Bu açık biçimde ilk olarak, Plan'ın en önemli aşamalarından biri olan İsrail Devleti'nin kuruluşunda yaşandı. İsrail kurulurken, Amerika ve diğer tüm "Yahudileşmiş" Hıristiyanlar Vaadedilmiş Topraklar'da bir Yahudi devleti kurulması için canla başla çalışacaklar ve "Hıristiyan Siyonistler" ünvanını kazanacaklardı. "Hıristiyan Siyonistler"in Mesih Planı'na yaptıkları önemli katkıları, kitabın ilerleyen sayfalarında ayrıntılı olarak inceleyeceğiz...
Amerika'nın yaşadığı bu "Yahudileşme" sürecinin ikinci bir büyük etkisi daha oldu: Birinci etki, az önce de vurguladığımız gibi, Amerika'nın Mesih Planı'nı gönülden destekleyecek bir "doğal müttefik" haline gelmesiydi. İkincisi ise, Amerika'nın Yahudi dünya görüşünü benimsemesiyle ortaya çıktı. Bu, Yahudi dininin pek çok temel özelliğinin Amerikan ruhuna, kültürüne ve dolayısıyla da siyasetine ve dış politikasına girmesi anlamına geliyordu. Amerikan ırkçılığı (zenci düşmanlığı da dahil) ve Amerikan yayılmacılığı böyle doğdu...
İngiliz-Amerikan Irkçılığı ve Yahudi Öğretisi
"Tanrı, İsrailoğulları'na tarih
boyunca nasıl rehberlik ettiyse, Amerika'nın
kurucularına da öyle rehberlik
etmiştir" - Thomas Jefferson
Avrupa, modern çağın başlangıcına dek ırkçılık kavramıyla tanışık değildi. Ortaçağ'da Katolik Kilisesinin kurduğu toplum modeli ırkçılıktan tümüyle uzaktı. İnsanlar kendilerini şu ya da bu ırkın üyesi değil, Hıristiyan dininin bağlıları olarak kabul ediyorlardı. Hıristiyan olmayan toplumları da ırk yönünden aşağı görmek gibi düşünceleri yoktu. Hatta, 590-604 yılları arasında Papa Gregory (Gregory The Great) Yahudilere her türlü baskı yapılmasını ya- saklamıştı ve bu kural yüzyıllarca devam ettirildi. 11. yüzyılda Yahudilere karşı sert bir tutum başlamıştır ama bu bir ırkçılıktan çok, Yahudilerin "İsa'nın katilleri" olarak görülmesinden, yani dini nedenlerdendir.
Katoliklerin baskıcı ve saldırgan bir tutum izlemesinin en önemli örneği olarak İspanyol Engizisyonu gösterilir. Ama resmi tarihin bu telkininde gözden kaçan bir nokta vardır. Bu bölümün başında incelediğimiz gibi, Engizisyon'un uyguladığı sürgün ve Granada Müslümanlarına uygulanan vahşet, Katoliklerden çok Yahudilerin eliyle gerçekleşmiş bir tür provokasyondur. Dolayısıyla buradaki vahşeti, doğrudan Katoliklerin hanesine yazmak büyük bir yanlış olacaktır.
Bu arada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Katolik Kilisesi'nin, Kolomb ve adamlarının öne sürdüğü "Amerikan yerlilerinin bir tür hayvan olduğu" şeklindeki düşünceye karşı çıkmış olmasıdır. Amerika'yı Yahudilik adına keşfe çıkan Kabalacı Kolomb, Yahudi öğretisindeki ırkçılık düşüncesini Amerikan yerlilerine uygulamaktan çekinmezken, Katolik kilisesi buna tepki göstermiş ve bu insanlara da dinin anlatılması gerektiğini bildirmişti. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın, Kolomb ile birlikte Yeni Dünya'ya ayak basan kolonicilerin "yerliler bir tür hayvandır" iddiasına karşılık, yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmuş olmasıdır. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Las Casas'ın yerlileri savunan düşünceleri, daha sonra bir başka rahip Domingo de Soto tarafından da savunulacak ve Soto, "imanı kılıçla kabul ettirmek, onu iğrenç hale getirmektir" diyecekti. Aynı şekilde, Dominiken rahip Fray Antonio Montesinos da 1511 yılında San-Domingo kilisesinde sömürgeci conquistadorların uygulamalarını lanetlemiş ve "masum bir halka uyguladığınız vahşet nedeniyle hepiniz ölümcül bir günah içindesiniz" diyerek onları suçlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı Sublimis Deus adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililer'in gerçek insanlar (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.99
Ancak Katolik kilisesinin kurduğu Avrupa düzeni önce Protestanlık, sonra da Aydınlanma ile yıkıldı. Kurulan yeni düzen, beraberinde ideolojileri doğurdu. Bu ideolojilerin en önemlilerinden biriyse ırkçılık saplantısıydı. Irkçılık, ilk olarak Protestan ideolojisiyle birlikte yeşerecek zemin buldu. Luther'in öğretisinin ırkçılığın gelişimine önemli bir zemin hazırladığı kabul edilir. Yeni Dünya'da ırkçılığın en önemli temsilcileri ise başta Püritenler olmak üzere Protestan İngiliz kolonicileridir. Burada doğan ırkçılık, Anglo-Sakson (İngiliz ve Amerikan) ırkçılığını oluşturmuştur. İngilizce konuşan ırkların diğerlerinden üstün olduğunu savunan bu öğreti, birazdan inceleyeceğimiz gibi emperyalizme de güç vermiştir.
Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett, Race: The History of an Idea in America (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında, Anglo-Sakson ırkçılığındaki Protestan ve özellikle de Püriten etkisinin önemine dikkat çekiyor. Gossett'e göre, ırkçı düşüncenin gelişiminde önemli rol oynayan isimlerin başında Amerikalı Protestan din adamı Josiah Strong gelmektedir. Strong, Sosyal Darwinizm'le Protestan öğretisini birleştirerek, Anglo-Sakson ırkının üstün bir ırk olduğunu ve "Kızılderililer'i Tanrı'nın izniyle yok etme hakkına" sahip olduklarını öne sürmüştür. Thomas Gossett, bu üstün ırk safsatasının kaynağının şöyle analiz eder:
Beyaz olmayan ırkların, Tanrı'nın isteğine uygun olarak yok edilmesi düşüncesi, kuşkusuz Josiah Strong'un kendi başına geliştirdiği bir düşünce değildir. 'Tanrı, kendi halkına yer açmak için, diğerlerinin yok edilmesini istedi' cümlesi, Püriten din adamlarınca söylenmiştir. Bir başka Püriten, 'Tanrı, aralarında hastalık yayarak Massachusetts'deki Kızılderililer'in sayılarını 30 binden üçyüze indirmemizi istedi' demişti. Benjamin Franklin, daha sonra aynı düşünceyi savunacak ve otobiyografisine şöyle yazacaktı: 'Yerlilere içirdiğimiz rom içkisi Tanrı'nın bu pislikleri (Kızılderililer'i) yeryüzünden kaldırmak için yaptığı planın bir parçasıydı'.
İngiliz kolonicileri, biyoloji kuralları (Sosyal Darwinizm) ile ispatlanmaya çalışılmadan çok daha önce de kendilerinin seçilmiş halk olduğuna inanıyorlardı. Püritenler, Tanrı'yla aralarındaki ilişkinin, İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki ilişki gibi olduğunu düşünüyorlardı. Amerikan bağımsızlığının ardından, 'Amerikalı İsrailoğulları' başlıklı bir dini konuşma yapan Ezra Stiles aynı düşünceyi vurgulamıştı. İki yıl sonra Thomas Jefferson, Amerikan Büyük Mührü'ne İsrailoğulları'nın kurtuluşu ile ilgili bir tasvir yerleştirmeyi teklif etti. 1787'de Timoty Dwight, Amerikalılar'dan 'seçilmiş ırk' olarak söz etmeye başladı.100
Açıkça görüldüğü gibi, Anglo-Sakson ırkçılığı, M. Tevrat'taki Yahudi öğretisinde yer alan "seçilmiş ırk" safsatasının, Amerikalı ve İngilizler'e uyarlanması ile kendine dayanak buluyordu. Diğer bir deyişle İngilizce konuşan halkların ırkçılık akımı, açık bir "Yahudileşme"ydi. (Gossett'in üstte sözünü ettiği Kızılderili katliamındaki Yahudi etkisini az önce daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)
1805 yılında Thomas Jefferson'ın "Tanrı, İsrailoğulları'na tarih boyunca nasıl rehberlik ettiyse, Amerika'nın kurucularına da öyle rehberlik etmiştir" demişti. ("İsrailoğulları"na bu denli düşkün olan Jefferson, bir sonraki bölümde inceleyeceğimiz gibi bir Gül-Haç ve masondu). Gossett, bu üstün ırk inancının 19. yüzyılın ırkçı havasıyla daha da güçlendiğini anlatıyor ve "1840'larla birlikte, seçilmiş ırk düşüncesi, 'Anglo-Sakson ırkı'nın üstün özelliklerinin belirlenmeye başlamasıyla daha da güçlendi" diyor. Öyle ki 1846'da, Senatör Thomas Hart Benkon, bu "üstün ırk"ın Pasifik sahillerine kadar tüm Amerika'yı ele geçireceğini, daha sonra da Asya'yı kolonileştirmeye başlayacağını müjdelemişti. Gossett'in anlattığına göre, 19. yüzyıl boyunca Amerikalı ve İngiliz Protestan din adamları, Sosyal Darwinizm'le, Eski Ahit'in (M. Tevrat) ırkçı öğretilerini birbiriyle kaynaştırıp, Anglo-Sakson üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştılar.
Anglo-Sakson Irkçılarının Sloganı:
'Bizler de Yahudiyiz; Yeryüzü Bizim Olmalı'!
Amerikalı sosyolog Thomas Gossett, ırkçılığın kökenlerini incelediği kitabında, Anglo-Sakson ırkçılarının kendilerini Yahudilerle özdeşleştirmelerini anlatırken, bir de bu düşünceye bağlı olarak geliştirilen ilginç bir teoriyi anlatıyor. İngiliz din adamı John Wilson tarafından geliştirilen teori, Anglo-Saksonlar'ın yani Amerikalı ve İngilizler'in kendilerini Yahudilerle özdeşleştirme çabalarına, somut ve organik bir temel oluşturma denemesinden ibaretti. "Anglo-İsrail" hareketini başlatan bu teoriyle, Anglo-Saksonlar, aslında kendilerinin de "Yahudi" olduğunu ispatlamaya (!) uğraşıyorlardı:
Anglo-İsrail hareketi, 1837'de İngiltere'de başladı. John Wilson adlı 'nonconformist' (bağımsız protestan) bir rahip, Eski Ahit'te anlatılan ve Jacob'un (Hz. Yakub), oğlu Joseph'a (Hz. Yusuf) ebediyen zaferle dolu bir kader vaad ettiği hikayeyi değişik bir biçimde yorumladı: Wilson, Joseph'ın zaferle müjdelenmiş soyunun İngilizler olduğunu öne sürdü. Ona göre, İngilizler, açıkça Joseph'ın soyundan geliyorlardı. Şöyle ki; İsrailoğulları'nın on kabilesi, Asurlular tarafından MÖ 8. yüzyılda İsrail'den sürülmüşlerdi. Daha sonra bu kabileler kaybolmuş ve akibetleri tarihin derinliklerine gömülmüştü. Ama, Wilson'a göre, İsrail'in 'On Kayıp Kabile'si artık bulunmuştu: Bu 'kayıp' Yahudiler, İngiltere'nin Anglo-Saksonları'ydı... Gerçi İngilizler'in fiziksel özelliklerinin Yahudilere uymadığı şeklinde bir itiraz gelebilirdi ama Wilson ve öğrencileri buna karşı da ustaca bir açıklama getiriyorlardı: Yahudiler orjinal olarak aslında aynı İngilizler gibi sarışın insanlar olmalıydılar. Çünkü Kutsal Kitap, David'in (Hz. Davud) 'kızıl saçlı' olduğunu söylüyordu! Kısacası, Anglo-Saksonlar da gerçek birer Yahudiydiler; yani Tanrı'nın seçilmiş ırkındandılar...101
İngiliz ırkçılarının ortaya attığı bu teori hızla benimsendi. Kısa süre sonra İngiltere'de Anglo-Israel Association (Anglo-İsrail Birliği) kuruldu. Daha sonra British-Israel Association (Britanya-İsrail Birliği) adını alan örgüt, ülke içinde pek çok sempatizan topladı. Örgüt, 1890'dan 1915'e kadar yayınlanan Our Race, Its Origin and Its Destiny (Irkımız, Kökeni ve Geleceği) adlı haftalık bir gazete çıkardı. Gazetede, İngilizce konuşan halkların da "Yahudi" olduğuyla ilgili "delil"ler sunuluyor, Eski Ahit'ten seçilmiş ırk düşüncesini destekleyen pasajlar aktarılıyordu. Gazetenin yazarları, M. Tevrat ayetlerine dayanarak, İngiltere ve Amerika'nın geleceğiyle ilgili tahminler de yapıyorlardı. Anglo-İsrail hareketi, 1870'lerde Amerika'ya da sıçradı. 1884 yılında, İngiliz Anglo-İsrail hareketinin misyonerlerinden olan Edward Hine adlı bir rahip Amerika'ya yollandı ve büyük bir propaganda kampanyası açtı. Böylece, "bizler de Yahudiyiz" sloganı Amerikan ırkçılarının da ağzında gezmeye başladı. Gossett, Anglo-İsrail hareketinin bugün de hem İngiltere'de hem de Amerika'da bazı dini gruplar tarafından sürdürüldüğünü bildiriyor...
Kuşkusuz ne İngilizler ne de Amerikalılar, "seçilmiş ırk" değillerdi. Anglo-İsrail hareketinin ve benzeri "Yahudileşme" akımlarının asıl etkisi de zaten içinde bulundukları toplumları "seçilmiş ırk" olduklarına inandırmak olmadı. Önemli olan bu "Yahudileşme" hareketlerinin, İngiliz ve Amerikalılar'ın toplumsal bilinci üzerindeki etkisidir. Çünkü bu toplumlarda, sözkonusu "Yahudileşme" hareketlerinin sonucunda, Yahudilere karşı duyulan olağandışı sempati ve Yahudilerin Filistin'e dönme hakkına olan inanç daha da güçlendi.
İngiltere ve Amerika'daki bu toplumsal etki, bu iki ülkenin Yahudilerin Vaadedilmiş Topraklar'a dönme çabası olan Siyonizmi neden büyük bir istekle desteklediklerini de açıklar. Yahudileri "seçilmiş halk" olarak görme alışkanlığına sahip bu iki ülkeden pek çok kişi, 20. yüzyılda Siyonizme büyük destek vererek "Hıristiyan Siyonistler" sıfatını kazanmıştır.
Zenci Düşmanlığının İbrani Kökenleri
"Siyah doğmuş olmak Tanrı'nın
bir cezasıdır" - Kabala'dan
Anglo-Sakson ırkçılığının Yahudi öğretisinden bu denli etkilenmiş olması, İngiliz ve de özellikle Amerikan ırkçılığının en açık gözüktüğü alan olan zenci düşmanlığının kökenini de açıklamaktadır. Çünkü, yüzyıllardır siyah derili insanlara uygulanan acımasız ve ilkel ırk ayrımcılığının kökeni de Yahudi kaynaklarına dayanmaktadır.
Zenci düşmanlığının kökenini araştırırken karşımıza çıkan ilginç tablo, zenciler aleyhindeki ilk aşağılayıcı ifadelerin Yahudi kaynaklarında yer aldığını gösterir. Thomas F. Gossett, M. Tevrat'ta Resul Yeremya'nın ağzından aktarılan "Etiyopyalı derisinin rengini değiştirebilir mi, ya da leopar lekelerinden kurtulabilir mi?" cümlesinin, zencileri aşağılayıcı ilk mesajı verdiğini not eder.102 Gossett, Yahudi kültüründe ırkçılığın temelini oluşturan "Nuh'un oğulları" efsanesine de dikkat çeker. Bu efsaneye göre, sözde Hz. Nuh'un oğulları arasından biri, yani Ham, babası tarafından soyuyla birlikte lanetlenmiştir. Kendilerinin Hz. Nuh'un diğer övülen oğullarının soyundan geldiğine inanan Yahudiler, Ham'ın soyunun lanetli olduğuna inanırlar. Ve M. Tevrat'ta Ham'ın soyunun rengi hakkında bilgi verilmediği halde, Yahudiler MÖ 6. ve 2. yüzyıllar arasında yazılan Babil Talmudu'na "Ham'ın soyundan gelenlerin zenci olduklarını" eklemişlerdir.103
Diğer Yahudi kaynaklarında da benzer sapkın inanışlar bulmak mümkündür. Örneğin Kabala'ya göre, zenci olmak, doğrudan aşağı bir ırktan olmak anlamına gelir. Kabala'nın temel eserlerinden olan Yaratılış Kitabı (Sefer ha Yetsira), "Siyah doğmuş olmak Tanrı'nın bir cezasıdır" hükmünü içerir.104 Dolayısıyla, pek çok motifini Yahudi kaynaklarından almış olan Batı ırkçılığının, zenci düşmanlığını da aynı kaynaktan derlediğini anlamak pek zor değildir.
Zenci düşmanlığındaki Yahudi etkisi, en son New York Üniversitesi'ne bağlı bir zenci profesör tarafından da vurgulandı. Türkiyeli Yahudilerin yayın organı Şalom gazetesi, profesörü "antisemit ve saldırgan" ilan eden önyargılı üslubuyla, konuyla ilgili haberi şöyle veriyordu:
New York Üniversitesi Amerikan-Afrika Araştırmaları Kürsüsü Başkanı zenci profesör Leonard Jeffries'in üniversitede öğrenci ve profesörlere yaptığı ve daha sonra yayımlanması için tüm radyo-televizyon şirketlerine gönderilen konuşması New York'ta Yahudiler arasında büyük tepkilere neden oldu. İki saat süren konuşmasında ABD'de var olan siyah ırk düşmanlığını Yahudilerin başlattığını ve finanse ettiğini iddia eden Jeffries, özellikle Hollywood filmlerini finanse eden mafya ile yakın işbirliğinde olan Rus Yahudilerinin yönettikleri filmlerde zenci düşmanlığını körüklediklerini söyledi. Prof. Jeffries, bugün bile zenci düşmanlığını Yahudilerin devam ettirdiklerine işaret ederek, Yahudilere karşı çıkmanın antisemitizmle ilgili bir şey olmadığını, onurlarını kurtarmanın herşeyin üstünde olduğunu ileri sürdü. Konferansa katılanların belirttiğine göre, zenci profesör, bazı Yahudileri tek tek ismen suçlayarak bu Yahudilerin köle ticaretini finanse ettiklerini iddia etti.105
Zenci profesör Jeffries'in söyledikleri doğruydu ama Amerika gibi "Yahudileşmiş" bir toplumda böylesine keskin bir "başkaldırış"a izin verilmedi ve Jeffries'in bu açıklamaları cevapsız bırakılmadı. "Cevap", klasik Yahudi tarzına uygundu. Haberin devamında bildirildiğine göre, profesörün görevden alınması için çeşitli derneklerce çağrı yapıldı ve hakkında soruşturma açıldı. Ve bu kampanyanın ardından Jeffries üniversiteden uzaklaştırıldı...
Bu arada, Yahudi öğretisinin içerdiği ırkçı ve zenci düşmanı düşüncenin, yalnızca Anglo-Sakson ırkçılığını değil, 19. yüzyılda Avrupa'yı saran büyük ırkçılık çılgınlığını etkilediğini de vurgulamak gerek. Irkçı ideolojinin başta gelen kuramcılarına baktığımızda bunu görebiliyoruz. Örneğin ırkçı doktrinerlerin en önde gelenlerinden biri olan ve İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine adlı kitabıyla ünlenen Arthur de Gobineau bunlardan biriydi. İnsan ırklarını bir "merdiven" teorisi ile sınıflara ayıran ve merdivenin en alt basamağına siyahları yerleştiren Gobineau, bu ırkın, "insanlığın en aşağı örneğini oluşturduklarını" öne sürüyor ve "bu ırk en geri zeka düzeyini aşamamıştır" diyordu. İkinci olarak "sarı ırk"ın varlığından söz eden Gobineau, bu ırkın da siyahlardan daha gelişmiş olmasına rağmen, yine de güçsüz ve iradesiz olduklarını iddia ediyordu. Irkçı ideolog, "beyaz ırk"ın üstünlüğünü ise şöyle anlatıyordu: "Güzeli eksiksiz anlatmak mümkün olmadığı için, onun karakteristikleri bu kadar kısa özetlenemez... Onur, bu ırkın eyleminin özgün dinamiğini oluşturur." Gobineau, bu ayrımın ardından, "beyaz ırk"ın diğerlerinden kesin olarak üstün olduğunu ve bu üstünlüğü politik alanda yansıtmasının, yani ötekilere tahakküm etmesinin de gayet doğal olduğunu söylüyordu.
İşin en ilginç yanı ise Gobineau'nun bu ırkçı safsatalarına dayanak olarak Eski Ahit'i (M. Tevrat) kullanmasıydı. Fransız Akademisyen François de Fontette, Gobineau'nun ırkları ayırırken, M. Tevrat'taki "Nuh'un oğulları" kıssasını kendine referans olarak aldığını bildiriyor.106 Gobineau, etkisinde kaldığı Eski Ahit'in asıl sahiplerini de övmekten geri kalmamış ve Yahudileri "özgün, güçlü, zeki ve insanlığa tüccar kadar hekim de vermiş bir halk" olarak tanımlamıştı.107
19. yüzyılda mantar gibi çoğalan ırkçıların ilginç özelliklerinden biri de, Yahudilerin ırklarını koruma yeteneğine duydukları hayranlıktı. Çünkü ırkçıların en büyük amacı, kendi ırklarını başka ırklarla karışmasını engellemek ve "saf ırklar" üretmekti. Ve Yahudiler bu işi asırlardır mükemmel bir şekilde başaran tek ırktı. Yahudilerin bu "başarı"sına hayran olanların başında da Alman ırkçılığının en önemli kuramcısı ve Hitler'in de akıl babası olan Houston S. Chamberlain geliyordu. François de Fontette; "üstünlüklerini yeniden üretmek için Kan Yasası'nı uygulamakta gösterdikleri beceriden dolayı Yahudiler, Chamberlain'in hayranlığına mazhar olmuşlardır. (Chamberlain'e göre) Onlar, ana kaynağı el değmemiş durumda korumuşlardır, ona bir damla bile yabancı kan karıştırmamıştır" diyor.108
Amerikan Emperyalizmi ve Ardındaki Yahudi Etkisi
"Yahudileşme"nin Amerikan ruhuna yaptığı bir başka M. Tevrat-kaynaklı etki, emperyalizmle ilgiliydi. Anglo-Sakson ırkçılığının Yahudi kaynaklarını referans aldığını inceledik. Bu ırkçılığın hedefi ise elbette "dünyaya egemen olmak"tı. Amerikan emperyalizmi, bu noktadan doğdu. Dünyayı yönetmenin sözde seçkin milletlere ait bir"hak olduğu şeklindeki emperyalizm mantığı, yine Püriten gelenekten aktarılma bir M. Tevrat öğretisiydi.
Amerikan yayılmacılığının bir tür "Mesihsel" sözde meşru temele dayandığı düşüncesi, en açık olarak, Amerikalılarca 19. yüzyılda geliştirilen "Manifest Destiny" (Belirlenmiş Yazgı) teorisinde görülebilir. Amerikalılar'ın Tanrı tarafından seçilmiş bir halk olduğu ve dolayısıyla askeri, kültürel ve ekonomik yönden yayılmaya hak kazandığını öne süren teori, gerçekte M. Tevrat öğretisinde yer alan seçilmiş halk safsatasının yalnızca yeni bir yorumuydu. Britannica'nın İngilizce baskısında, "Manifest Destiny" ve Püriten etkisi ile ilgili olarak şunlar yazıyor:
Manifest Destiny: Amerikan tarihinde yer alan ve Amerikalılar'ın seçilmiş ve kutsanmış bir halk olduğu ve dolayısıyla Tanrı tarafından vahşi milletlere uygarlık modeli oluşturmakla görevlendirildiğini öne süren düşünce geleneği. Bu anlamda, Manifest Destiny'nin 1630'da Massachusetts'de kurulan Püriten kolonisiyle birlikte doğduğu söylenebilir. Terim, coğrafik anlamda, 1800'lerde Amerikan yayılmacılarının, ABD'nin sınırlarını Pasifik Okyanusuna kadar genişletme isteklerini tarif eder.
Amerikan yayılmacılığına felsefi temel oluşturma çabası olarak tanımlanabilecek olan Manifest Destiny teorisi, Amerika'nın 19. yüzyılda Meksika, Küba ve Filipinler'e karşı giriştiği müdahale ve işgallere meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştı. Böylece Kuzey Amerika'yı "Vaadedilmiş toprak", üzerindeki Kızılderililer'i de bu toprağı gasp etmiş olan "Kenan halkı" olarak değerlendiren Püritenlerin geleneği, daha büyük ölçekte, tüm kıta çapında uygulanmış oluyordu.
Amerikan emperyalistleri, yayılmacı hırslarını sözde meşrulaştıran bu Püriten geleneğine şevkle sarıldılar. Diğer halkları sömürmeyi ve aşağılamayı doğal hak sayan Yahudi öğretisi, böylece Amerikan emperyalizmine kaynak oldu. 27 Nisan 1898'de, Senatör Albert J. Beveridge, üstün ırk teorisinden dayanak bulan yayılmacı Amerikan hedeflerini şöyle açıklıyordu:
... Daha soylu ve daha erkek insanlardan doğan yüksek uygarlıklar önünde, alçak uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması Tanrının sınırsız tasarısının bir parçasıdır. Amerikan fabrikaları Amerikan halkının kullanabileceğinden daha fazlasını yapmaktadırlar. Amerikan toprağı tüketebildiğinden daha fazlasını çıkarıyor. Tutacağımız yol bizim için çizilmiş bir yazgıdır, dünya ticareti bizim olmalıdır, olacaktır. Ve bunu anamızın (İngiltere) örnek olduğu biçimde yapacağız. Bütün yeryüzünde Amerikan ürünlerinin dağıtım noktaları olarak ticaret karakolları kurulacak, okyanusu ticaret filomuzla kuşatacak ve büyüklüğümüzle orantılı bir donanma meydana getireceğiz. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak, kurumlarımız ticaretin kanatları altında bayrağımızı izleyecektir.109
Beveridge, bir başka konuşmasında ise; "Amerikan Cumhuriyeti, tarihin en üstün ırkının kurduğu bir cumhuriyettir. Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlettir" diyor ve şöyle devam ediyordu; "... bu cumhuriyetin liderleri de yalnızca devlet adamı değil, aynı zamanda Tanrı'nın peygamberleridir." 110 Yahudi düşüncesine dayanan Manifest Destiny teorisinin en önemli savunucusu sayılan Beveridge, belli ki, Yahudi düşüncesiyle çok ilişkili birisi olmalıydı. Öyleydi de, senatörün ilginç bir özelliği mason oluşuydu; Indianapolis'teki 500 numaralı "Oriental Lodge" adlı locaya kayıtlıydı.111
Amerika'yı "dış müdahale"ye iten Manifest Destiny teorisinin kaynağını Yahudi kaynaklarından alması ve bu teorinin en önde gelen savunucusunun da mason olması, kuşkusuz önemli bazı gerçeklerin işaretleridir. Amerikan yayılmacılığındaki Yahudi etkisi, Amerikan dış politika geleneği üzerinde bugüne dek büyük etkiye sahip olmuştur. David L. Larson, The Puritan Effect in United States Foreign Policy (ABD Dış Politikası'nda Püriten Etkisi) adlı kitabın girişinde konuya değinirken, Manifest Destiny'nin "Mesihi" bir köken taşıdığını belirtiyor ve yine Albert Beveridge'e dikkat çekiyor:
Manifest Destiny, Amerika'nın kıtanın diğer bölgelerine ve Pasifik'e yayılmasını rasyonelize etmek için ortaya atılmıştır. Manifest Destiny teorisini savunanların başında, eski Püriten kolonisi Massachusetts'den Kongre adayı olan Robert C. Winthrop'un gelmesi de oldukça ilginçtir. Winthrop, konuyla ilgili şunları söylemiştir: 'Manifest Destiny, tarihte yeni bir çığır açmaktadır. Umuyorum ki, yayılmaya hak kazandıran böylesine bir açık yazgı (Manifest Destiny) diğer uluslara değil, yalnızca bizim ulusumuza bahşedilmiştir.'
Manifest Destiny düşüncesi, 1900 yılında Filipinler'in Amerika tarafından ilhak edilmesi konusu gündeme geldiğinde zirveye çıkmıştır. İlhakı savunanların başında gelen Senatör Albert Beveridge, köktenci protestanların merkezlerinden olan Indiana'dan seçilmişti. Manifest Destiny'i savunan konuşması ise üç konuyu vurgulaması yönünden ilgi çekicidir: (a) Emperyalizmin rasyonelize edilmesi, (b) Püriten etiğinin vurgulanması ve (c) Amerika'nın Mesihi misyonunun ilan edilmesi.112
Böylece Amerika iki ayrı şekilde ortaya çıkan bir "Yahudileşme" yaşamış oluyordu. Birinci şekil, Luther'den başlayıp Püritenlikle devam eden ve Yahudilerin Eski Ahit (M. Tevrat) hükümlerine göre "seçilmiş halk" olduğunu kabul eden geleneğin bir sonucuydu: Yahudilere karşı olağandışı bir hayranlık duyuluyordu. Bu hayranlık, Siyasi Siyonizmin ortaya çıkmasıyla birlikte "Hıristiyan Siyonizmi" adı verilen akımı oluşturacak, böylece Yahudi olmadıkları halde, Yahudilerin Filistin'de devlet kurma davasına büyük destek veren Hıristiyanlar ortaya çıkacaktı. Bu çizgi, bugün Amerika'nın köktenci Protestan cemaatlerinde hala sürmektedir. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu konuyu ayrıntılarıyla inceleyeceğiz.
"Yahudileşme"nin ikinci şekli, Protestanların ve özellikle Püriten geleneğinin etkisinde kalmış olan Amerikalılar'ın, Eski Ahit"in Yahudilerle ilgili hükümlerini kendi üzerlerine almalarıyla gelişti. Böylece, aynen kendilerine Yahudilerle özdeşleştirerek Kızılderililer'i M. Tevrat hükümlerine göre katleden Püritenler gibi, "yapay Yahudilik" geleneği doğdu. Bu, Yahudi karakteri ve felsefesinin kopya edilmesi temeline dayanıyordu. Anglo-Sakson ırkçılarının kendilerini "Yahudi" saymaları, gerçek Yahudiler gibi kendilerinin de dünyayı yönetme hakkına sahip olduklarını iddia etmeleri bundan kaynaklanmıştır. Amerikan emperyalizmini rasyonelize etmeye çalışan Manifest Destiny teorisi de, aynı "Yahudileşme" sürecinin bir örneğidir.
İngiliz ve Amerikalılar'ın "bizler de Yahudiyiz" gibi sloganlarla kendilerini Yahudilerle özdeşleştirmeleri ve böylece çok sağlam ve köklü bir biçimde "Yahudilerin tarafına" geçmeleri ise, herhalde en çok Yahudi önde gelenlerini tatmin etmişti. Bu "Yahudileşme" süreci sonucunda, Mesih Planı için gereken önemli aşamalardan birisi yerine getirilmiş oluyordu. Yahudilerin "seçilmiş halk" olduğunu kabul etmiş ve kendisini onlarla özdeşleştirmeye çalışan ve Mesih Planı'na da gönüllü destek verecek iki önemli güç oluşmuştu. Özellikle Amerika, tam da Kabalacı Kolomb'un hesapladığı gibi, Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa etmek için gerekli gücün kaynağı haline gelmişti. Yeni Dünya, Mesih Planı'nda kendisi için biçilen rolü oynamaya hazırdı.
Ancak Yeni Dünya'nın Yahudi önde gelenlerinin tarafına geçmesi, kuşkusuz yeterli değildi: Eski Dünya da aynı tarafa geçmeli, en azından zararsız hale getirilmeliydi. Bunun için de aşılması gereken iki büyük engel vardı:
1- Katolik Kilisesi'nin Avrupa'yı etki altında tutan Yahudi aleyhtarı doktrinleri değiştirilmeliydi. Avrupalılar, Katolik düşüncesi nedeniyle Yahudileri "İsa'nın katilleri" olarak görmekten vazgeçmeli, tam tersine, Yahudileri "seçilmiş ve üstün halk" olarak kabul etmeye ve Vaadedilmiş Topraklar'ı seve seve onlara teslim etmeye hazır hale gelmeliydiler. Bunun için de, Avrupa, ya farklı bir dini doktrini (Püritenlik gibi) kabul etmeli, ya da tümüyle dinden kopmalıydı.
2- Vaadedilmiş Topraklar, orayı elinde tutan Müslümanların elinden alınmalıydı. Ayrıca, Yahudi önde gelenlerinin "dünyaya egemen olma" hedefine en büyük tehlikeyi oluşturabilecek olan İslam dünyası, zayıflatılmalı ve de Yahudiler açısından zararlı olan unsurlarından arındırılmalıydı.
Kuşkusuz bu iki hedef de, gerçekleşmesi son derece zor iki hedefti. Belki Yeni Dünya'nın istenen çizgiye gelmesinden de daha zordular. Ancak kendilerine meslek olarak "tarihin akışını Mesih Planı'na göre değiştirme"yi belirleyen Kabalacılar, bu iki hedefi yerine getirmek için çalışmaktan geri durmadılar. Ama bu işe yalnız başlarına girişmediler. Aynı Püritenler gibi onların üstünlüğünü tanıyan ve onlarla kader birliği yapan bir başka güç de bu büyük projeye destek verdi. Olaylar, bu gücü Kabalacılarla bir araya getirmiş ve ortak çıkarlar içinde buluşturmuştu. Böylece Mesih Planı, yalnızca Kabalacılar ve onların önderliğindeki Yahudi toplumu değil, Kabalacılar'a bir başka noktadan bağlanmış olan bu güç tarafından da yürütüldü.
Bu güç, bu bölümde de yeri geldiğinde bir parça değindiğimiz bir örgüttü: Masonluk... Örgütün Kabalacılarla olan ilişkisi, Mesih Planı'nın ilk büyük aşaması olan "Yahudileri dünyaya dağıtma" projesinden, yani 1492'den de önce başlamıştı. Mesih Planı boyunca da sürdü.
Şimdi, Mesih Planı'nın en önemli uygulama sahalarından biri olan Avrupa'nın, Kabalacılar ve onlarla "ittifak" kuran masonlar önderliğinde nasıl şekillendirildiğine bakabiliriz...