24 Şubat 2015

BEŞİNCİ BÖLÜM ESKİ BİR "YENİ DÜZEN'İN HİKAYESİ; III. REİCH VE SİYONİZM

BEŞİNCİ BÖLÜM
ESKİ BİR "YENİ DÜZEN'İN HİKAYESİ;
III. REİCH VE SİYONİZM
"... Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa'da kurulacak olan Yeni Düzen ile, Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarlar oluşturulabilir... Yeni Almanya ile İbrani alemi arasında bir işbirliği mümkündür..."
- Siyonist terör örgütü Stern (LEHI)nin
- 1941 yılında Nazi Almanyası'na yaptığı
- askeri ittifak teklifinden
George Bush, Körfez Savaşı'nın hemen ardından "Yeni Dünya Düzeni" ile ilgili sözler etmeye başlayınca, siyasi tarih bilgileri Başkan'dan daha iyi olan bazı yorumcular dudak bükmüşlerdi. Çünkü Bush, "Yeni Düzen" kavramını ilk kez kendisinin kullandığını sanıyordu, ama yanılıyordu. İlk önce Avrupa'ya sonra da tüm dünyaya bir "Yeni Düzen" getirme iddiası, Başkan Bush'tan yarım asır önce Adolf Hitler tarafından ortaya atılmıştı. Nazi lideri, Aryan ırkının hegemonyası altında kurulacak ve ırk ilkesini temel kabul eden hiyerarşik bir dünya hayal etmiş ve adına da "Yeni Düzen" demişti. Daha önce kurulmuş ve yıkılmış olan iki Alman Krallığı'ndan hareketle, Nazi Almanyası'nı "III. Reich", yani Üçüncü Krallık olarak adlandırmıştı. III. Reich, sözde bin yıl sürecekti ve Avrupa'daki tüm mevcut düzeni yıkıp yerine sözkonusu "Yeni Düzen"i yerleştirecekti. Alman orduları, 1939 yılında sözkonusu "Yeni Düzen"i kurmak için Avrupa'nın dört bir yanını işgal ettiler.
Ancak aslında Yeni Düzen ifadesi, III. Reich'dan da önce kullanılmıştı. Amerika'nın kurucuları, 2. bölümde incelediğimiz gibi ABD'nin Büyük Mührü'ne Novus Ordo Seclorum, yani Yüzyılın Yeni Düzeni ya da Yeni Seküler Düzen ibaresini eklemişlerdi. Sözkonusu Yeni Düzen'in, Avrupa'da dini otoriteye karşı girişilen uzun bir savaş sonucunda kurulduğunu biliyoruz. Dini otoriteye karşı yürütülen bu uzun savaşı organize eden gizli el ise yine 2. bölümde incelediğimiz gibi Yahudi önde gelenleri ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasındaki İttifak'tı. Özetle, Batı'da kurulan bu ilk "Yeni Düzen", yani Novus Ordo Seclorum, eski düzenden memnun olmayan İttifak tarafından kurulmuştu, asıl amacı İttifak'ın amaçlarına hizmet etmekti ve en büyük özelliği de seküler oluşuydu.
Bu noktada Novus Ordo Seclorum ile Naziler'in Yeni Düzen'i arasında önemli bir ortak nokta olduğuna dikkat etmek gerekir: Naziler'in kurma iddiasında oldukları Yeni Düzen de seküler bir düzendi. Nasyonal Sosyalizm, büyük ölçüde anti-Katolik bir ideolojiydi ve Alman ırkının Hıristiyanlık öncesindeki pagan (putperest) dönemine ait geleneğini canlandırmak amacındaydı. Nazilerin en önemli ideoloğu olan Alfred Rosenberg, Hıristiyanlığın, Hitler önderliğinde kurulan yeni Alman Krallığı (III. Reich) için gerekli olan spritüel enerjiyi sağlayamadığını, bu nedenle Alman ırkının antik pagan dinine geri dönülmesini savunmuştu. Rosenberg'e göre, Naziler iktidara geldiklerinde Kiliseler'deki İnciller ve haç sembolleri kaldırılmalı, yerlerine gamalı haçlar, Hitler'in Kavgam adlı kitabı ve Alman yenilmezliğini temsil eden kılıçlar yerleştirilmeliydi. Hitler Rosenberg'in bu görüşlerini benimsedi, ancak toplumdan büyük tepki alacağını düşünerek sözkonusu yeni Alman dini teorisini uygulamaya geçirmedi.1 Ancak Nazi ideolojisi, her zaman için seküler ve din aleyhtarı kimliğini korudu.
2. bölümde bir kuraldan söz etmiştik; her seküler ideoloji, Yahudi önde gelenleri ile masonlar arasındaki İttifak'ın çıkarınadır. Çünkü, İttifak'ın egemenliği için en temel şart, seküler bir dünyanın varlığıdır ve dünyayı bu hedefe götüren her ideoloji de, sonuçta İttifak'a hizmet eder. Nitekim 2. bölümde kapitalizm ve sosyalizm gibi iki zıt ideolojinin de gerçekte İttifak tarafından üretildiğini ve İttifak'ın çıkarlarına yaradığına değinmiştik.
İşte bu noktada önemli bir soru sorabiliriz: Naziler'in Yeni Düzen'i de seküler bir düzen olduğuna göre, acaba bu düzen ile İttifak'ın bir ilişkisi var mıydı? Bir başka deyişle, Naziler'in, Yahudi önde gelenleri ile Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasında kurulu olan İttifak'la bir bağlantıları var mıydı? Ya da İttifak'a hizmet etmişler miydi?
Eğer resmi tarihe bakarak bu soruları cevaplandırmaya kalkarsak tüm bu soruların hepsine kesin bir biçimde olumsuz bir cevap vermemiz gerekir. Çünkü resmi tarihe göre, Naziler, Yahudilerin tarih boyunca karşılaştıkları en büyük düşmanlardan biri ve aynı zamanda da fanatik birer anti-masondurlar. Oysa daha başka pek çok konuda olduğu gibi resmi tarihin bizlere sunduğu bu görüntünün ardında da daha farklı bir gerçek yatmaktadır. Naziler'in hem masonlukla, hem de Yahudi önde gelenleri ile olan ilişkileri bilinenden oldukça farklıdır.
Konuya, Nazizmin Tapınakçı kökenini inceleyerek başlayabiliriz.
Nazizm'in Tapınakçı Kökenleri
Kitabın önceki bölümlerinde Kabalacıların Tapınakçılarla kurdukları tarihi İttifak'ı inceledik. Bu İttifak'ın Tapınakçıların devamı niteliğindeki Gül-Haç ve mason örgütlenmeleri aracılığıyla sürdüğünü biliyoruz. Ancak Tapınakçı geleneğin birbiriyle yakın ilişki içindeki bu iki kolunun, yani mason ve Gül-Haç derneklerinin yanında, başka bazı küçük kolları da kurulmuştur. Tapınakçı geleneğe yani Yahudi mistisizmine ve Yahudilerle stratejik işbirliğine bağlı kalan bu küçük kollar, örgütlenme şekli açısından masonluktan farklılık göstermişlerdir. 2. bölümde değindiğimiz Bavyera Aydınlanmışları (İllüminati) örgütü, bu tür örgütlerdendir. İllüminati, incelediğimiz gibi sosyalizme ve özellikle de anarşist sosyalizme öncülük etmişti.
19. yüzyılın ikinci yarısında Tapınakçı geleneği devam ettiren sözkonusu okült derneklerin sayısı hızla arttı. Hemen her ülkede farklı isim ve görüntüler altında Tapınakçılardan ya da Gül-Haçlar'dan esinlenen gizli dernekler kuruluyordu. Bu derneklerin en önemli özelliklerinden biri ise 2. bölümde değindiğimiz gibi ulus-devletlerin kuruluşu ve milliyetçi ideolojilerin yayılmasındaki önemli katkılarıydı. Alman milliyetçiliği, hatta ırkçılığı da sözkonusu okült dernekleri ile oldukça içli-dışlıydı. İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy adlı kitabında "pan-Cermenik Alman milliyetçiliğinin ruhsal gücünü ve ideolojik kökenini okült derneklerden aldığını ve okült geleneğin 1920'lerde doğan Nasyonal Sosyalizm (Nazi) akımına da büyük bir zemin hazırladığını" yazar.2 Gerçekten de Nazi hareketine kadar uzanan 19. yüzyıl Alman milliyetçiliğini incelediğimizde, Tapınakçı geleneği koruyan ve birbiri ardına kurulan farklı gizli derneklerin bir zincir halinde Nazi partisinin çatısını oluşturduğunu görüyoruz.
Michael Howard'a göre, tüm Almanca konuşan halkların birleştirilmesi hedefini benimseyen aşırı Alman milliyetçiliği, Helene Blavatsky adlı Rus asıllı bir medyum tarafından 1875 yılında kurulan Theosophical Society adlı okült derneğinden büyük ölçüde etkilenmişti. Peki bu derneğin amacı neydi dersiniz?... Howard şöyle açıklıyor: "Blavatsky'nin amacı, doğu mistisizmi ve okültizmi ile; masonluk, Gül-Haççılık, Kabala gibi Batı kaynaklı okült gelenekleri birleştirmekti." 3
Nazi partisinin öncüsü olan Theosophical Society, Gül-Haç, mason ve Kabala öğrencileri ile pan-Cermenik Alman milliyetçiliğini birleştirmişti. Derneğin yanda görülen ambleminde yan yana yer alan gamalı haç ve Siyon yıldızı figürleri ise, bir anlamda, Naziler ve Siyonistler arasında şekillenecek olan ilginç ittifakın sembolik bir ifadesiydi.
Mason, Gül-Haç ve Kabala bağlantısından da anlaşıldığı gibi Theosophical Society, Tapınakçı geleneği koruyan, yani Yahudi mistisizmine sıkı sıkıya bağlı bir örgüttü. Bu, derneğin ambleminden bile anlaşılıyordu; amblemin ortasında kocaman bir Siyon yıldızı vardı, ayrıca taç ve kuyruğunu ısıran yılan gibi M. Tevrat kaynaklı Yahudi sembolleri de amblemde yer alıyordu. Tüm bunların yanında, bir de ilginç bir sembol daha vardı derneğin ambleminde; sonradan Nazi partisinin sembolü haline gelecek olan gamalı haç!
Gamalı haçın sözkonusu Yahudi sembolleri arasında ne aradığını sorabiliriz. Frederick Goodman'ın, Magic Symbols (Büyü Sembolleri) adlı kitabında bu soruya tatmin edici bir cevap getiren bilgiler yer alıyor. Goodman'ın yazdığına göre, oldukça eski bir okült sembol olan gamalı haç (swastika), Kabala mistisizmi ile oldukça yakından ilgilidir. Kabala'nın "Hayat Ağacı" olan Sefirot'taki "Keter" isimli Sefirah, swastikanın çıkış noktasıdır. Buna göre, "swastika (gamalı haç) Süleyman'ın Mührü (altı köşeli Siyon yıldızı) ile de yakından ilişkilidir." 4
Kısacası Theosophical Society, kullandığı sembollerden de anlaşıldığı gibi içinde hem Yahudi mistisizmini hem de Nazilere öncülük eden bir Alman milliyetçiliğini barındırıyordu.
Bu, kuşkusuz oldukça ilginç bir durumdur.
Theosophical Society'den Naziler'e uzanan zincirin devamını incelediğimizde, daha da ilginç gerçeklerle karşılaşıyoruz. Theosophical Society'den kısa bir süre sonra bir başka Alman milliyetçisi okült dernek daha kuruldu: Viril Derneği. Michael Howard'a göre, Viril derneğinin amacı, "Theosophy derneğinin ve Kabala'nın mistik sistemini, İllüminati locasının politik idealleri ile birleştirmekti." 5 Viril Derneği'nin amblemi ise tek başına gamalı haçtı.
Alman milliyetçileri tarafından aynı sıralarda kurulan bir diğer dernek ise Armanenschafft adlı gizli örgüttü. Armanenschafft, Avusturyalı bir okült uzmanı olan Guido von List tarafından kurulmuştu ve Aryan ırkının üstünlüğü teorisini kendine ideoloji olarak benimsemişti. Von List, kurduğu derneği masonik sistemi örnek alarak, Çırak-Kalfa-Üstad gibi derecelere ayırdı. Armanenschafft'ın antik okült geleneği temsil ettiğini söylüyordu. Von List'e göre, Katolik Kilisesi bu geleneği baskı altına almış, ancak bu gelenek Tapınakçılar, Gül-Haçlar, simyacılar ve masonlar tarafından canlı tutulmuştu. Şimdi de Armanenschafft bu Tapınakçı geleneği canlandırmaya çalışacaktı.6



Nazilerin öncülerinden Ordo Templi Orientis (Doğu Tapınak Tarikatı) yandaki amblemi kullanıyordu. Amblemin üst kısmında yer alan masonik üçgen içinde göz sembolü, örgütün Tapınakçı-mason kimliğinin açık bir ifadesiydi.
Guido von List, kendi örgütünün dışında, iki gizli örgüt ile de yakın bir ilişki içindeydi. Bu iki örgüt de List'in pan-Cermenik, aşırı sağcı görüşlerini paylaşıyorlardı. Örgütlerin adları ise oldukça ilginçti; Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi, yani "Doğu Tapınak Tarikatı" ve "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"!... Adlarından da anlaşıldığı gibi bu iki örgüt de açıkça Tapınakçı geleneği izleyen örgütlerdi. Örgütleri ve kurucularını incelediğimizde bunu daha açık bir biçimde görebiliyoruz.
Ordo Templi Orientis (OTO), 1895 ve 1900 yılları arasında Karl Kellner ve Theodor Reuss adlı ateşli iki Alman milliyetçisi tarafından kurulmuştu. Kellner ve Reuss'un önemli bir ortak özellikleri ise her ikisinin de yüksek dereceli birer mason oluşuydu. Bu iki üstad mason, OTO'yu Memphis and Mizrahim adlı bir İngiliz locasının obediyansı altında kurmuşlardı. OTO'nun kuruluşunda önemli rol oynayan bir üçüncü isim ise çeşitli Gül-Haç localarına üye olan Dr. Franz Hartmann'dı. Theodor Reuss da Almanya'nın çeşitli şehirlerinde Gül-Haç ve mason locaları kurmuştu. OTO'nun amaçları arasında, "tüm masonik ritlere açılan anahtarların ve seksüel büyü"nün ilerletilmesi vardı.7 Bu "seksüel büyü", büyük olasılıkla Tapınakçılar'ın sapkın özelliklerinden biri olan homoseksüelliğin yeni bir varyasyonuydu. OTO'nun mason kurucusu Theodor Reuss, 1912 yılında yazdığı bir kitapta, örgütün ritleri arasında "karşılıklı oral seks"in de yer aldığını açıklamıştı. OTO'nun İngiliz destekçilerinden Aleister Crowley'e göre ise bu "oral seks" ritüelinin kökeni, İllüminati örgütünün kurucusu Adam Weishaupt'un bir "buluşu"ydu ve ondan sonra da çeşitli Gül-Haç localarında uygulanır olmuştu.8 Aleister Crowley, bir süre sonra OTO'nun İngiliz kolunun üstadı oldu ve kendisine "Bafomet" adını taktı. Bafomet, 2. bölümde değindiğimiz gibi Ortaçağ'daki Tapınakçılar'ın kendisine tapındıkları bir tür puttu.
OTO ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir ikinci pan-Cermenik Tapınakçı örgütü ise az önce belirttiğimiz gibi Ordo Novi Templi, yani "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"ydı. Örgüt, kendini bir Ortaçağ kontunun reenkarnasyonu sayan Lanz von Liebenfels adlı bir okültist tarafından kurulmuştu. Liebenfels, örgütün Tapınakçı geleneği koruduğunu açıkça söylüyordu. İngiliz yazar Nicholas Goodrick-Clarke, The Occult Roots of Nazism (Nazizm'in Okült Kökenleri) adlı kitabında, bu örgütün "1300'lü yıllarda kafirlik suçundan dağıtılmış olan Tapınak Şövalyeleri örgütünün mirasçısı" olduğunu yazar. Örgüt, 1907 yılında Burg Werfenstein'deki bir Ortaçağ şatosunda bir "Aryan Şövalye Tarikatı" kimliğinde kurulmuştu. Bu Aryan-Tapınakçı örgütün şatonun burçlarına asılmış olan bayrağı ise gamalı haçtı.9
Nazi Partisi'nin öncülerinden olan gizli örgüt Armanenschafft, Avusturyalı bir okült uzmanı olan Guido von List (yanda) tarafından kurulmuştu. List'e göre, örgüt, Gül-Haçlar ve masonlar tarafından canlı tutulan Tapınakçı geleneği koruyordu.
Nazizm'in öncüsü olan bir diğer gizli örgüt ise Lanz von Liebenfels (üstte) tarafından kurulan Ordo Novi Templi, yani "Yeni Tapınakçılar Tarikatı"ydı.
Naziler'in öncülerinden biri olan Ordo Novi Templi, tahmin edilebileceği gibi aşırı sağcı bir ideolojiye sahipti ve dahası, Avrupa'daki çeşitli aşırı sağcı gruplarla da ilişki içindeydi. İngiliz tarihçi Michael Howard, örgütün 1910'lu ve 20'li yıllarda Avrupa ve Amerika'daki aşırı sağcı gruplar için "uluslararası koordinatör" işlevi gördüğünü yazıyor.10 Bu gruplar içinde, Sırp milliyetçileri en dikkat çekenlerden biriydi. Ordo Novi Templi, I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesine neden olan milliyetçi Sırp grupları ile çok yakın ilişkilere sahipti.11 (Sırp milliyetçiliğinin masonlukla olan ilişkisi için ayrıca bkz. 10. bölüm)
Kısacası 19. yüzyılın başında, Almanya'da aşırı sağ eğilimlere sahip ve birbirleriyle de yakın ilişkilere sahip olan üç Tapınakçı örgüt kurulmuş durumdaydı: Armanenschafft, Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi. Her üçü de Tapınakçı geleneğe bağlı, yani Kabala mistisizmine ve masonik ideolojiye sahip olan bu üç örgütün en önemli icraatlarından birisi, Michael Howard'a göre, Germenorden (Alman Tarikatı) adlı örgütün kuruluşuydu. I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde kurulan örgüt, Aryan ırkının üstünlüğünü savunuyor, pan-Cermenik bir Alman İmparatorluğu'nun kurulmasını ve Hıristiyanlık öncesi (pagan) antik Alman kültürünün yeniden uyandırılmasını hedefliyordu. Örgütün amblemi gamalı haçtı ve tüm ritüellerini de mason ritüellerinden almıştı.12
Thule Locasından Nazi Partisine
I. Dünya Savaşı sırasında ateşli Alman milliyetçilerini organize eden Germenorden'in ortaya çıkardığı en önemli sonuç ise savaşın hemen bitiminde kurulan ünlü Thule Derneği'ydi. Thule Derneği, ya da Almanca adıyla Thule Gesselschaft, Baron von Sebottendorff adlı bir Alman milliyetçisi tarafından Germenorden'in devamı niteliğinde oluşturulmuştu. Sebottendorff ilginç birisiydi. Doğuya geziler yapmış, Mısır ve İstanbul'da uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala üzerinde çalışmış, Gül-Haç felsefesi üzerinde de uzun araştırmalar yapmıştı.13 1901 yılında, Fransız Grand Orient obediyansına bağlı olan bir mason locasına katıldı. Sebottendorff'un bağlı olduğu loca politik amaçları olan bir locaydı ve o dönemde Halife Abdülhamid'e karşı devrim hazırlığı yapan İttihat ve Terakki derneği ile de çok yakın ilişkilere sahipti.14
Sebottendorff'un masonik kariyerine Aytunç Altındal da "Hitler Doğmadan Önce" başlıklı yazı dizisinde değinmişti. Altındal'a göre, Sebottendorff, "Bursa'da Abraham Termudi adlı bir Yahudi bankerin delaletiyle Memphis adıyla tanınan mason locasına üye yapılmıştı." Baron, o yıllarda bir de Türk Masonluğu ve Bektaşilik adlı bir kitap yazmıştı. Altındal'a göre Sebottendorff, II. Dünya Savaşı'nın ardından Türkiye'de "görünmeyen eller" tarafından saklanmıştı. (Bu "görünmeyen eller", büyük olasılıkla Neo-Nazi masonların üye olduğu Moral Re-Armament derneğinin Türkiye'deki kolu olan Manevi Cihazlanma Derneği'ydi.) 15
Sebottendorff'u bu denli önemli kılan icraatı ise kuşkusuz kurduğu ünlü Thule derneğiydi. Baron, 1910 yılında, İstanbul'da bulunduğu sıralarda, masonluk ve simya prensiplerini anti-komünizm ve aşırı sağ felsefe ile birleştiren kendine bağlı yeni bir örgüt kurmaya karar verdi. 1916 yılında Germenorden ile bağlantıya geçti ve sonraki iki yıl içinde örgütün en etkin üyesi haline geldi. Sonuçta, 1918 yılında Germenorden'in adı Thule Gesselschaft'a dönüştürüldü ve Sebottendorff da örgütün büyük üstadı oldu. Umberto Eco, Thule'nin kuruluşunu şöyle anlatıyor:
1912'de Ari ırkın üstünlüğünü öne süren Germenorden diye bir grup oluşuyor.
1918'de Baron von Sebottendorff diye biri buna bağlı bir grup kuruyor: Thule Gesselschaft; gizli bir dernek. Tapınakçı Geleneğe Bağlılık'ın çeşitlemelerinden biri ama güçlü ırksal, pan-Cermenist, Yeni-Arilik eğilimleri var. 1933'te de, bu Sebottendorff, kendisinin ektiklerini Hitler'in biçtiğini yazıyor. Öte yandan, gamalı haç, Thule Gesellschaft çevresinde ortaya çıkıyor. Thule'ye ilk katılanlardan biri kimdi? Rudolf Hess, Hitler'in kötü yoldaşı. Sonra Rosenberg! Sonra Hitler'in kendisi! Gazetelerde okumuşsunuzdur, Hess, Spandau'daki hücresinde bugün bile içrek (batıni) bilimlerle uğraşıyor... (Thule'nin kurucusu olan) Sebottendorff, 1924'te, simyayla ilgili bir kitapçık yazıyor... Gül-Haçlar'la ilgili bir roman da yazıyor.16
Eco'nun anlattıklarından da anlaşıldığı gibi "Tapınakçı Geleneğe Bağlılık'ın çeşitlemelerinden biri" ya da daha basit bir ifadeyle özgün bir mason locası olan Thule, Nazi partisinin öncüsü ve hatta gerçek kurucusuydu. Örgüt kurulduktan sonra hızla büyüdü. 1918 yılında yalnızca Münih kentinde 250, tüm Bavyera'da ise 1.500 üyeye sahipti. Üyeler arasında; yargıçlar, avukatlar, polis şefleri, aristokratlar, doktorlar, üniversite hocaları, bilim adamları, subaylar, sanayiciler ve iş adamları vardı. Önde gelen üyelerden Bavyera Adalet Bakanı Franz Gurtner, aynı makama Nazi rejimi sırasında da atandı. Thule üyelerinden polis şefi Wilhelm Frick ise Nazi Almanyası'nda İçişleri Bakanlığı yapacaktı.

Tapınakçı geleneğin bir devamı olan Thule Derneği, kendisine sembol olarak gamalı haçı benimsemişti. Bu sembol daha sonra Thule Derneği'nin bir ürünü olan Nazi partisinin de resmi amblemi oldu. İlginç olan, gamalı haçın, Thule'nin Tapınakçı kökenine uygun olarak, Yahudi mistisizmine ait bir sembol oluşuydu. Kabalistlik ve masonik kaynaklarda çoğu kez Siyon yıldızı ile içiçe kullanılıyordu. Üstte bunun bir örneği: Fransa Büyük Doğu (Grand Orient) locası Süprem Konseyi'nin Büyük Üstadı Armand Beddarirde tarafından yazılan ve 1928 yılında loca tarafından Paris'te "Sembolizm Kolleksiyonu" serisi içinde basılan Regle&Compas (Gönye ve pergel) adlı masonik sembolizm kitabının kapağında Siyon yıldızı içinde gamalı haç sembolü.
Thule'nin Nazi partisine dönüşümü bir dizi olayın sonucunda gerçekleşti. Örgüt, kurulduğu günden itibaren komünistlerle sürekli çatışma halindeydi. 1919'daki komünist ayaklanma sırasında Thule yeraltına çekildi ve aşırı sağcı karşı-devrimcileri organize ederek silahlı bir terör gücü oluşturdu. Komünistlere karşı halk desteği kazanmak içinse, Alman İşçi Partisi'ni kurdu. İşte bu sıralarda Adolf Hitler de Thule'ye katıldı. Hitler, savaş öncesi dönemde okültizmle yakından ilgilenmiş, özellikle Armanenschafft'ın kurucusu Guido von List'in teorilerinden çok etkilenmişti. Bu nedenle, bir Tapınakçı örgütü olan Thule'ye kolayca adapte oldu. Thule'nin siyasi uzantısı olan Alman İşçi Partisi'nin kendisine amblem olarak gamalı haçı seçmesi ise Hitler'in etkisiyle olmuştu.
1920 yılında Alman İşçi Partisi'nin adı Nasyonal Sosyalist Parti (Nazi Partisi) olarak değiştirildi. Partinin lideri ise elbette Hitler'di. Hitler'in bu hızlı yükselişi, Thule'nin desteği ile olmuştu. Hitler'i keşfeden kişi, Thule'nin önde gelen isimlerinden Deitrich Eckart idi. Eckart, yaşlı bir okültist kadının kendisine yıllar önce anlattığı "Almanya'yı kurtaracak Mesih" prototipini Hitler'de görmüştü. Bu nedenle bu genç adamın elinden tuttu, onu Thule'nin zengin ve etkili üyeleri ile tanıştırdı. Nazi partisini ilk günlerinde finanse edenler zengin Thule üyeleriydi; Thule üyesi polis şefleri de Hitler'e korunma sağladılar.
Solda, Thule locasının amblemi;

Sağda ise Dietrich Eckart; Hitler'i keşfeden ve yükselişinde önemli rol oynayan Thule üyesi.
Thule'nin Nazi Partisi'nin çekirdeği olduğuna, Aytunç Altındal da değinmişti. "Hitler'in ünlü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP), 1920'de Thule tarafından başlatılan çabalarla kuruldu" diyen Altındal, Thule'nin özellikleri arasında da "okültizm, simyacılık ve Kilise karşıtlığı"nı sayıyordu.17 Bunlar, bildiğimiz gibi Tapınakçı-mason geleneğinin başta gelen özelliklerindendir. Katolik ilahiyatçı August Knoll da 1950'de, Hitler'in Kilise aleyhtarı görüşlerinin asıl olarak Thule kaynaklı olduğunu dile getirmiştir.
Kısacası, Theosophical Society'den başlayarak; Viril, Armanenschafft, Ordo Templi Orientis, Ordo Novi Templi, Germenorden ve Thule gibi okült derneklerin birbirlerinden aktararak taşıdıkları Tapınakçı-mason geleneği, Nazi partisinin gerçek kökenini oluşturmuştu. Naziler, 1314 yılında kesin olarak yasaklanmalarının ardından yer altına giren ve Gül-Haç ve masonluk gibi örgütlerle yeniden ortaya çıkan Tapınakçı geleneğin yeni bir varyasyonundan başka bir şey değildiler. Bunu açıkça ifade etmekten de çekinmediler. Hitler, Nazi parti sistemini mason localarının sistemine uygun bir biçimde düzenlemiş ve bunu da açık açık söylemişti. 1934 yılında ise şöyle demişti: "Biz bir örgüt kuracağız, saf kan ilkesinin etrafında toplanmış Tapınak Şövalyeleri Biraderliği." 18 Bu "Tapınak Şövalyeleri Biraderliği"ni kurmakla görevlendirilen kişi ise kısa zamanda III. Reich'in Hitler'den sonraki ikinci adamı haline gelecek olan Heinrich Himmler'di. Himmler, 1920'li yıllarda Hitler'in bodyguardları olarak görev yapmış olan SS (Schutzstaffel) örgütünü Tapınakçı ve mason sistemine göre düzenleme işini üstlendi.19 Himmler, SS'ler içinde özel bir araştırma grubu da oluşturdu; bu grup, Tapınakçılar'ın ve diğer okült derneklerin tarih içindeki yerini araştırmakla görevliydi. SS'ler aynı zamanda Tapınakçılar'ın belirgin özelliği olan anti-Hıristiyan ritüellere de sahiptiler. Himmler'in liderliğinde yapılan SS törenlerinde Nasyonal-Sosyalist marşlar söylenerek Hıristiyan haçı yakılır ve yerine gamalı haç yerleştirilirdi.20
Bu bölümün başında, Naziler'in Yeni Düzen'inin seküler oluşuna dikkat çekmiştik. Bu durum, bizleri, Nazizm ile Tapınakçılar ve Yahudi önde gelenleri arasındaki bir İttifak ilişkisi aramaya yöneltiyordu. Nazizmin Tapınakçı kökeni ile ilgili incelediğimiz tüm bu bilgiler ise bize kuşkularımızın yersiz olmadığını, gerçekten de Naziler'in İttifak'la yakından ilgili, hatta İttifak'ın bir parçası olduklarını göstermektedir. Bu bilgiler, Naziler'in Yeni Düzen'inin neden seküler ve din aleyhtarı olduğunu da açıklamaktadır. Çünkü eğer Naziler İttifak'ın bir parçası iseler, kurmaya çalıştıkları Yeni Düzen'in, İttifak'ın kurduğu Novus Ordo Seclorum'un bir türevi olmasını da son derece normal karşılamak gerekmektedir.
Ancak bu noktada normal olmayan bir görüntü ile karşı karşıya kalıyoruz. Eğer Nazi Partisi Tapınakçı-mason geleneğine bağlı bir örgütse, 6 yüzyıllık Tapınakçı-mason geleneğine göre, Nazilerin de Yahudi önde gelenleriyle işbirliği içinde olması gerekir. Çünkü, 2. bölümde incelediğimiz gibi Tapınakçılar ve onların devamı olan örgütler, Yahudilerle daimi bir ittifak kurmuşlar ve başta dini otorite olmak üzere her türlü düşmana karşı ortak bir savaş vermişlerdir. Ancak, Naziler'e baktığımızda, ideolojilerinin merkezinde fanatik bir antisemitizmin var olduğunu görürüz. Hatta tarih kitapları, Naziler'in gözü dönmüş birer Yahudi düşmanı olduklarını ve bu nedenle de 6 milyon Yahudiyi II. Dünya Savaşı sırasında kurulan toplama kamplarında acımasızca imha ettiklerini anlatmaktadır.
Aytunç Altındal da bu konuya dikkat çekmiş ve "Thule'nin bünyesinde hem mason olan hem de Yahudilerden nefret eden bir çok soylu" olduğunu yazmıştı. Altındal, bunun yanısıra Alman localarının kurucuları arasında çok sayıda antisemit olduğuna da dikkat çekiyordu. Bunun ardından da "günümüzde yanlış bilinen bir olguya" değinmek gerektiğini, "mason localarını Yahudilerin kurdukları ve bunlar aracılığıyla dünyada egemenlik sağlamak istedikleri gibi bir saplantı"nın var olduğunu yazmıştı. Kısacası Altındal'a göre, Alman localarındaki antisemit eğilimler, masonlar ve Yahudiler arasında bir ittifak olduğunu açıkça yalanlıyordu.
Altındal'ın yazdıkları ilk bakışta doğruydu. Öyle ya, antisemitizmin mason localarında ve Thule'de bu denli güçlü bir biçimde var oluşu, başka nasıl açıklanabilirdi?
Ancak burada göz ardı edilen bir gerçek vardı. Antisemitizm, yani yahudi düşmanlığı, Yahudi cemaatlerindeki insanlar için korkunç bir belaydı elbette ama Yahudi önde gelenleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Onlar, antisemitizmde büyük bir stratejik fayda görüyorlardı. Hatta, o sıralarda yeni doğan Siyonist hareketin lideri olan Theodor Herzl, bir önceki bölümde değindiğimiz gibi şöyle demişti: "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı olacaktır."
Olaylar, bir kez daha, göründüğünden oldukça farklıydı.
Karmaşık Bir Hikaye; Naziler ve Yahudiler
Nazizmin Tapınakçı-mason kimliği ile Yahudi aleyhtarı görüntüsü arasındaki çelişkiyi çözebilmek için, öncelikle bize empoze edilen dar düşünce kalıplarından kurtulmak gerekiyor. Konu, her şeyde olduğu gibi resmi tarih telkinlerinden ve yüzeysel mantıklardan bağımsız olarak incelenmelidir.
Naziler hakkında bir resmi ve bir de gerçek tarih olduğunu farketmek zor değildir. Her şeyden önce, Nazizmin önceki sayfalarda incelediğimiz Tapınakçı-mason kökeni, kesinlikle resmi tarihte konu edilmez. Aksine bu konu özenle ört-bas edilmiştir. İngiliz tarihçi Michael Howard'ın da belirttiği gibi savaşın ardından Nazizmin okült yönü ısrarla hasıraltı edilmiş, başta Churchill olmak üzere müttefik devletlerin liderleri bu gerçeğin Nuremberg mahkemelerinde ya da başka platformlarda açığa çıkmasını özenle engellemişlerdir. Kısacası, Nazizmin aslında masonluğun çeşitlemelerinden biri olduğu gerçeği, kasıtlı olarak gizlenmiştir. Aslında bu gerçeği gizleyenlerin arasında Naziler'in kendileri de vardır. Hitler, kendi masonik kariyerine karşın sık sık masonluk aleyhtarı yorumlar yapmış, iktidara gelişinin ardından da ülkedeki mason localarını kapattığını açıklamıştır. O yıllara başka bazı ülkelerde de kullanılmış olan bu taktiğin amacı açıktır: Sıradan mason localarını kapatarak, ülkenin gerçekte seçkin bir loca tarafından yönetildiğini gizlemek.
Naziler'in masonlukla olan ilişkisi bu denli etkili bir biçimde gizlendiğine göre, benzer bir dezinformasyonun (yanlış bilgilendirme) Yahudilik konusunda da yapılmış olabileceğini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Naziler'in birer antisemit, yani Yahudi aleyhtarı olduklarına kuşku yoktur elbette. Ama bu Naziler'in Yahudi önde gelenleri ile uyuşmadıkları anlamına gelmez.
Bunun nedeni Siyonizmdir. Önceki bölümde, Mesih Planı'nın bir aşaması olarak 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Siyasi Siyonizmin, modernizmin nimetleri yüzünden asimile olmaya başlayan Avrupalı Yahudilerden rağbet görmediğine değinmiştik. Irk bilinçlerini yitirmiş olan bu Yahudiler, Siyonizmin Filistin'e göç çağrılarına kulak tıkamışlar ve Mesih Planı'nın önünde ciddi bir pürüz oluşturmuşlardı. Bu pürüzün nasıl çözülmesi gerektiğini ise hareketin kurucusu olan Theodor Herzl açıklamıştı: Siyonizm, Yahudileri rahatsız etmek ve göçe ikna etmek için antisemitlerle işbirliği yapmalıydı.
Kısacası antisemitizm, Mesih Planı'nın bir parçasıydı. Planın gerçeğe dönüştürülebilmesi için antisemitizme mutlaka ihtiyaç vardı.
Bu durumda, Almanya'daki mason localarında antisemitizm üretilmiş olmasının açıklaması da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Localar, stratejik bir fayda olan antisemitizmi bilinçli olarak üretmişlerdir. Hatta, Aytunç Altındal'ın da kabul ettiği gibi antisemitizmin üretilmesinde kimi Yahudiler de lider rol oynamışlar ve "Jewish Self-Hate", yani Yahudilerin kendilerinden nefret etmesi hareketi olarak isimlendirilmişlerdir.
İşte bu nedenle, Naziler'in antisemit oluşlarının da, Yahudi önde gelenleri için hiçbir olumsuz yönü yoktu. Aksine Naziler, Herzl'in kurduğu mantığa göre, Siyonizmin en yakın müttefikleri olmalıydılar. Nitekim öyle de oldular. Birbirlerine ideolojik yönden paralel olan bu iki hareket, geleneksel Tapınakçı-Yahudi ittifakının yeni bir örneğini oluşturarak, tarihin en az bilinen paktlarından birini kurdular.
Siyonizm ve Nazizm'in İdeolojik Akrabalığı
Herzl'in Yahudilerin asimilasyon sürecini durdurmak ve tersine çevirmek için antisemitlerle ittifak yapma teorisi, onu izleyen Siyonistler tarafından Avrupa'nın hatta dünyanın farklı ülkelerindeki ırkçılara karşı kullanıldı. Ancak bunlar içinde en önemli olanı kuşkusuz Alman ırkçılarıdır. Nazi hareketinin öncüleri olan Alman ırkçıları, hem siyasi güçleri hem de ideolojik katılıkları sayesinde Siyonistlerin aradıkları müttefik modeline tamamen uyuyorlardı. İki taraf arasındaki ideolojik paralellik ise doğrusu oldukça çarpıcıydı.

Siyonsitler ve Nazilerin ideolojileri birbirine çok benziyordu ve pek çok konuda da iyi anlaşıyorlardı. Anlaştıkları konuların başında ise "ırk saflığı" kavramı geliyordu. Her iki taraf da Almanlar ile Yahudilerin iki ayrı ırk olduğu ve hiçbir şekilde birbirlerine karışmamaları gerektiğini düşünüyordu. Yanda, genç Naziler, Hitler'in saf ve güçlü Ari ırk ile ilgili teorileri dinliyorlar.
Kendisini anti-Siyonist bir Yahudi olarak tanımlayan Amerikalı tarihçi Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators (Diktatörler Devrinde Siyonizm) adlı kitabında, Siyonistler ile antisemitler arasındaki ittifakın bilinmeyen tarihini gözler önüne serer. Brenner'ın vurguladığı gibi Siyonistler ile antisemit ırkçılar arasındaki yakınlık, daha Siyonizm hareketinin ilk yıllarında kendini göstermeye başlamıştır. Örneğin Siyonist hareketin Herzl'den sonra ikinci adamı olan Max Nordau, 21 Aralık 1903 günü Fransa'nın ünlü antisemiti Eduard Drumont ile bir söyleşi yapmış ve biri Yahudi diğeri de Fransız şovenizmini temsil eden bu iki ırkçı arasındaki konuşmalar, Drumont'un La Libre Parole adlı antisemitik gazetesinde yayınlanmıştır. Nordau şöyle demektedir: "Siyonizm bir din değil, tamamen bir ırk sorunudur ve bu konuda hiç kimseyle Bay Drumont ile olduğum kadar fikirbirliği içinde değilim."
Brenner'ın kitabın başında dikkat çektiği konulardan biri, Alman ırkçıları ile Siyonistler arasındaki ideolojik paralelliktir. Buna göre, I. Dünya Savaşı öncesinde Alman entellektüel çevrelerinde hızla yaygınlaşan Blut und Boden fetişizmi, Siyonistlerin iddialarıyla tam bir uyum içindedir. Bu ideolojiye göre, Alman ırkı kendine has bir kana (blut) sahipti ve kendine ait bir toprak (boden) üzerinde yaşamalıydılar. Yahudiler Alman kanından değildiler, Alman halkının (volk) bir parçası olamazlardı ve dolayısıyla Alman toprakları üzerinde yaşamaya hak sahibi değildiler. Brenner'ın vurguladığı gibi Siyonistler Blut und Boden ırkçılarının tüm argümanlarını içtenlikle desteklemişlerdi. Siyonistlere göre de Yahudiler Alman halkının (volk) bir parçası değildi, dolayısıyla Alman kanıyla karışmamalı, yani Almanlar'la evlenmemeliydiler. Yapmaları gereken en doğru şey ise kendi öz topraklarına (boden) dönmekti; yani Filistin'e.
Kuşkusuz Siyonistler Alman ırkçılığının iddialarını paylaşırken, antisemitizmi de onaylamış oluyorlardı. Çünkü madem Yahudiler Alman halkının bir parçası değildiler, Alman ırkçıları Yahudileri tecrit etmek istemekte haklıydılar, onları sürmek istemekte de haklıydılar. Siyonist düşünceye göre, antisemitizmin varlığı, Yahudilerin kendi suçuydu. Kendilerine ait olmayan bir toprak üzerinde ısrarla yaşayarak, kendilerine yabancı bir ırka karışmaya çalışarak Yahudiler kendileri antisemitizmi kışkırtıyorlardı. Suç antisemitlerin değil, asimile olan Yahudilerin suçuydu. Yıllar sonra bir Chaim Greenberg adlı bir Siyonist, Jewish Frontier adlı Siyonist yayın organında bu ilginç mantığı şöyle özetleyecekti: "İyi bir Siyonist olmak için bir parça antisemit olmak gerekir." 21
Lenni Brenner bu konuda şöyle diyor: "Eğer bir insan ırk saflığı kavramına inanıyorsa, bir başkasının ırkçılığını reddedemez. Ve eğer bir ırkın ancak ve ancak kendi geleneksel vatanında rahat edebileceğini düşünüyorsa, başkalarının da kendi toprakları üzerindeki 'yabancı' ırkları temizlemesine karşı çıkamaz." 22
Naziler ve Siyonistler arasındaki ideolojik akrabalığa Texas Üniversitesi'nde çalışan Amerikalı tarih profesörü Francis R. Nicosia da The Third Reich and the Palestine Question (III. Reich ve Filistin Sorunu) adlı kitabında değinir. Nicosia'ya göre, Siyonistler yalnızca Naziler'le değil, onların öncüleri olan 19. yüzyıl ırkçıları ile de büyük bir ideolojik yakınlığa sahipti. Önceki sayfalarda değindiğimiz Arthur de Gobineau bunlardan biriydi. 1902 yılında, Dünya Siyonist Örgütü (WZO) tarafından yayınlanan Die Welt gazetesinde, Gobineau'nun düşüncelerini öven ve onun Yahudilerin ırk saflığına olan hayranlığını saygıyla karşılayan yazılar yayınlanmıştı. I. Dünya Savaşı öncesi dönemde, önde gelen Siyonistler Elias Auerbach ve Ignaz Zollschan, Gobineau ve Houston S. Chamberlain gibi ırkçı felsefecilerin teorilerinin ateşli savunucuları olmuşlardı.23
Francis Nicosia, antisemitlerin Siyonizme olan sempatilerine de dikkat çeker. Durum öylesine ilginçtir ki, antisemitler henüz 19. yüzyılın başlarında, yani Siyasi Siyonizmin aktif biçimde var olmadığı bir sırada Avrupa Yahudilerinin Filistin'e transferini, yani Siyonizmi savunmuşlardır. Faşizmin öncüsü sayılan ünlü ırkçı Alman düşünürü Johann Gottlieb Fichte bunlardan biridir. Alman volksgeist'ının (ulusal ruh) sağlamlaştırılması için başta Yahudiler olmak üzere tüm azınlıkların temizlenmesini savunan Fichte, Yahudilerin Almanlar ile aynı sosyal haklara sahip olmalarını bir felaket olarak görmüş ve Yahudi sorununun tek çözümünün de bu ırkın topluca Filistin'e transfer edilmesi olabileceğini yazmıştır. Fichte'nin bu "Siyonist" düşünceleri, yüzyılın sonlarında mantar gibi çoğalan takipçileri tarafından da aynen benimsenecektir. Eugen Dühring, bunlardan biridir.24
Antisemitlerin Siyonizme olan bu sempatisi, I. Dünya Savaşı sonrası Almanya'da (Weimar Cumhuriyeti döneminde) de devam etmiştir. Nicosia, Weimar Cumhuriyeti'ndeki; Wilhelm Stapel, Hans Blüher, Max Wundt ve Johann Peperkorn gibi önde gelen antisemitlerin, Siyonizmin Yahudi Sorunu için en iyi çözüm olduğu yönündeki düşüncelerine dikkat çekiyor.
Siyonizm ile Nazizm'in Flört Günleri
Yahudi ulusçuluğunu temsil eden Siyonizm ile Yahudi düşmanlığı ile yüklü olan Alman ırkçılığının arasında akrabalık olduğunu söylediğinizde, bunu ilk duyan kişi büyük olasılıkla bunun mantıksal bir çelişki olduğunu düşünecektir. Oysa az önce göz attığımız bilgilerin bize gösterdiği gibi iki taraf arasında kendi içinde son derece mantıklı olan bir paralellik sözkonusuydu. Siyonist hareketin önemli ideologlarından Jacob Klatzkin, 1925 yılındaki bir yazısında bu mantığı şöyle açıklamıştı:
Eğer bizler antisemitizmin haklı bir hareket olduğunu kabul etmezsek, kendi milliyetçiliğimizin haklılığını reddetmiş oluruz. Eğer bizim halkımız kendi öz kimliğini korumak ve kendine ait yaşam tarzını sürdürmek istiyorsa, o halde aralarında yaşadığı uluslar içinde bir yabancıdır. Dolayısıyla, kendi ulusal bütünlüklerini korumak için bize karşı savaşmak onların hakkıdır... Bize düşen görev, Yahudilerin sosyal haklarını azaltmak isteyen antisemitlere karşı mücadele etmek değil, Yahudilerin sosyal haklarını artırmak (dolayısıyla onları asimile etmek) isteyen dostlarımıza karşı mücadele etmektir.25
Siyonizmin antisemitizme olan sempatisi, kuşkusuz en başta Siyonist hareketin beyni olan Dünya Siyonist Örgütü (World Zionist Organization WZO) saflarında yaygındı. WZO'nun Herzl'den sonraki ikinci efsanevi lideri olan Chaim Weizmann ki daha sonra İsrail'in ilk Devlet Başkanı oldu antisemitizme olan sempatisini sık sık vurgulamıştı. 1912 yılında Alman Yahudilerine yaptığı bir konuşmada "her ülke, eğer mide ağrıları çekmek istemiyorsa, ancak belirli sayıda Yahudiyi hazmedebilir" demiş ve eklemişti, "Almanya'nın zaten gereğinden çok fazla Yahudisi var." 1914'de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour'la yaptığı bir söyleşi sırasında ise şöyle demişti: "Kültürel antisemitlerle tamamen aynı fikirdeyiz. Bizce de 'Musevi inancına sahip Almanlar' kavramı son derece rahatsız edici, demoralize edici bir fenomendir." 26

Hitler, 1932 yılında Nasyonal Sosyalist Parti'nin bir toplantısında.
WZO'da hakim olan bu düşünce yapısı, doğal olarak örgütün Almanya kolu olan Almanya Siyonist Federasyonu (Zionistische Vereinigung für Deutschland ZVfD) tarafından da paylaşılıyordu. ZVfD, o yıllarda Almanya'daki iki büyük Yahudi örgütünden biriydi. Yahudi İnanışına Bağlı Alman Yurttaşları Merkez Birliği (Centralverein CV) ise asimilasyonist Yahudilerin kurduğu diğer Yahudi örgütüydü. ZVfD ve CV doğal olarak pek çok konuda anlaşamıyorlardı. Birisi Yahudilerin bir ırk, diğeri ise yalnızca dini bir cemaat olduğu inancındaydı. En büyük anlaşmazlık konusu ise antisemitizm hakkındaydı. CV'ye bağlı asimilasyonistler için, antisemitizm olabilecek en büyük tehlikeydi. Almanya'daki mutlu hayatlarını tehdit eden bu virüsü yoketmek için ellerinden gelen herşeyi yaptılar. Asıl virüsün asimilasyonizm olduğunu düşünen Siyonistler ise antisemitizmin yükselişinden endişe duymak bir yana, bunu son derece olumlu bir gelişme olarak algılıyorlardı. ZVfD'nin önce genel sekreteri sonra da başkanı olan Kurt Blumenfeld, antisemitizm hayranı Yahudilerin başında geliyordu. Blumenfeld, Brenner'ın ifadesiyle "Almanya'nın Ari ırka ait olduğunu ve bir Yahudinin Almanya'da resmi bir görev almasının bir başka halkın işlerine tecavüz olduğunu savunan antisemit görüşü tamamen kabul ediyordu." 27
Sözünü ettiğimiz Alman antisemitleri, Naziler'di elbette. Naziler 1920'li yılların hemen başında Alman sokaklarından görünmeye başlandılar. Hitler, etrafına topladığı; eğitimsiz, saldırgan, psikolojik yönden dengesiz, ırkçı, sadist ve zorba çapulcularla birlikte bu yıllarda ünlü Birahane Darbesi'ni denedi. Sokak gücü olarak kurulan SA'lar (Strum Abteilung Yıldırım Kıtaları) siyasi muhalifleri (komünistler, liberaller, vs.) hedef almaya başladılar. İşte Nazi hareketinin doğduğu bu yıllarda, Nazi-Siyonist flörtü de başladı. Siyonistler, az önce değindiğimiz gibi Naziler ve benzeri antisemitlere sürekli kur yapıyorlardı. Hitler de karşı tarafa anlamlı mesajlar gönderdi. Nazi önderi, Francis Nicosia'nın da dikkat çektiği gibi, 1920'lerin başında Yahudi Sorunu ile ilgili olarak yaptığı konuşmaların tümünde, çözümün yalnızca Yahudilerin Almanya dışına transfer edilmesi ile mümkün olabileceğinden söz etmişti. Hitler'in bu çizgisi, Yahudilere sokak saldırıları (pogromlar) düzenlemekten başka bir şey bil- meyen kaba ve cahil antisemitlerden oldukça farklıydı. 6 Nisan 1920'de Münih'te yaptığı bir konuşmada, Yahudi cemaatine karşı bir pogrom kampanyası başlatmaktansa, Nasyonal Sosyalizm'in tüm enerjisini Yahudilerin Almanya'dan çıkarılması için kullanması gerektiğinden söz etmişti. Hatta bunun nasıl yapılabileceği konusunda da açık bir mesaj veriyordu. "Gerekirse bunun için Şeytan'la işbirliği ile yaparız" diyordu. Bununla, elbette ki Siyonistlerle ittifakı kastetmişti. 29 Nisan'da yaptığı bir konuşmada ise aynen şöyle dedi: "Son Yahudi Almanya'dan çıkartılıncaya kadar mücadelemizi sürdüreceğiz." 28 Nazi lideri, 16 Eylül 1919 tarihli bir mektubunda ise şöyle yazıyordu:
Duygusal dürtüler üzerine kurulu olan antisemitizm, kendisini her zaman için pogromlar yoluyla ifade edecektir. Oysa, rasyonel bir antisemitizm, Yahudilere verilen sosyal hakların iptali ve Yahudilerin ülkeden çıkarılması için için planlı ve sistemli bir program uygulamak zorundadır.29
Hitler'in sözünü ettiği Yahudilerin Almanya dışına çıkarılması işlemi, Naziler'in en önemli ideoloğu Alfred Rosenberg tarafından da hedef olarak belirlendi ve en önemlisi, Rosenberg bu iş için Siyonizmle işbirliği yapılması fikrinin mimarı oldu. Nazi ideoloğu, Die Spur'da henüz 1920 yılında yayınlanan bir yazısında "Siyonizm, Almanya'daki Yahudilerin ülke dışına çıkartılarak Filistin'e gönderilmesi için aktif şekilde desteklenmelidir" diye yazmıştı.30 Amerikalı tarihçi Francis Nicosia, "Rosenberg'in, Almanya'daki Yahudilerin toplumdan izole edilmesi ve ikinci aşamada da Filistin'e yollanması için Siyonizmle işbirliği yapma görüşünün Naziler'in iktidara gelişi ile birlikte gerçek bir ittifaka dönüştüğünü" söyler.31
Gerçekten de öyle oldu. Koyu bir Alman ırkçılığı ve ona bağlı bir antisemitizmle yoğrulmuş olan Nazi hareketi, bilindiği gibi 1929 ekonomik krizi, Weimar Cumhuriyeti'nin zayıflığı ve Alman toplumunun sosyo-psikolojik durumu gibi faktörlerin birleşmesiyle önce siyasi gündemin merkezine sonra da 1933 yılında iktidara oturdu. Naziler'in bu zaferi, Siyonistleri sanki kendileri iktidara gelmiş kadar sevindirmişti.
Nasyonal Sosyalizm'in İktidar Yılları ve Siyonistler
Naziler'in iktidara geldiği sıralarda Alman Yahudileri ülke nüfusunun % 0.9'unu oluşturuyorlardı. Ancak ekonomik yönden çok daha önemliydiler. Çoğunun refah seviyesi oldukça yüksekti. % 60'ı işadamı ya da yöneticiydi. Diğerleri ise esnaf, din adamı, öğrenci ya da çok az sayıdaki işçilerden oluşuyordu. Sayıları az olmasına karşın, yine de Almanya'nın en önemli ırksal azınlığı durumundaydılar ve bu Yahudilerden kurtularak Alman ırkını saf hale getirmek, Nazi politikasının önde gelen hedeflerinden biriydi. Irk saflığı Naziler için o kadar önemliydi ki, Hitler "ideal" vasıflardaki Alman genç kız ve erkeklerini "üreme çiftlikleri"ne doldurup yeni bir üstün Ari nesil yaratmaya bile çalışacaktı. Irkın saf tutulabilmesi için de Yahudilerin Almanlardan tecrit edilmesi ve ikinci aşamada da ülkeden çıkarılması gerekiyordu.
Dikkat edilirse, bu Siyonistlerin de istediği şeydi. Bu nedenle Nazi hareketinin henüz iktidara yürüdüğü sıralarda iki taraf arasında ilginç ilişkiler kurulmaya başlandı. Bu ilişkilerin en çarpıcılarından biri, ZVfD yönetim kurulundan Kurt Tuchler ile üst düzey SS'lerden Baron Leopold Itz Edler von Mildenstein arasında kurulmuştu. Tuchler Mildenstein'a Siyonizmin Nazi hareketine ne kadar paralel olduğu konusunda uzun bir brifing vermiş ve onu Siyonizmi öven bir yazı dizisini Nazi yayın organlarında bastırması için ikna etmişti. SS subayı Mildenstein bununla kalmayıp Tuchler ile birlikte Filistin'e bir gezide bulunmayı da kabul etmişti. Hitler'in iktidara gelişinden sonra Siyonist Tuchler ile SS Mildenstein yanlarına eşlerini de alarak altı ay süren bir Filistin gezisine çıktılar. Mildenstein gezi dönüşü yazdığı yazılarda Siyonizme övgüler düzmeye devam etti.32 İyi niyet ziyaretleri de Nazi iktidarının ilk aylarında gerçekleşti. Mart 1933'te Hermann Goering Siyonist liderlerden oluşan bir Yahudi heyeti ile görüştü.
Siyonistlerin Naziler'e karşı geliştirdikleri bakış açısını en iyi gösteren eylem ise 21 Haziran 1933 günü ZVfD tarafından Nazi yönetimine gönderilen memorandumdu. 1962 yılına kadar gün ışığına çıkmamış olan bu belgede, Siyonistler açık açık işbirliği teklif ediyorlardı Naziler'e. Uzun mektubun bazı ilginç satırları şöyleydi:
... Irk esası üzerine kurulan yeni Alman devleti içinde bizler de kendi cemaatimizi genel yapıya uydurmak ve bize ayrılacak olan sahada Babayurdu (Almanya) için faydalı olmak istiyoruz. Bizim Yahudi milliyetçiliğine olan bağlılığımız, Alman ulusunun nasyonal ve ırksal gerçekleri ile büyük bir ilişki ve uyum içindedir. Çünkü bizler de karışık evliliğe (Almanlar ve Yahudiler arasındaki evliliklere) karşıyız ve Yahudi toplumunun kan saflığının korunmasını savunuyoruz.
... Dolayısıyla bizim burada tarifini yaptığımız ve adına konuştuğumuz bilinçli Yahudilik, yeni Alman devleti içinde uygun bir yer bulabilir... Bizler, cemaat bilincine sahip olan Yahudilerle Alman devleti arasında dürüst ve samimi bir işbirliği kurulabileceğine inanıyoruz. Siyonizm, pratik amaçları için Yahudilere düşman olan bir yönetimin dahi desteğini kazanma ümidindedir.33
Lenni Brenner bu memorandum hakkında şöyle diyor: "Alman Yahudilerine karşı açık bir ihanet olan bu belgede, Alman Siyonistleri Naziler'e oldukça hesaplı bir ittifak önermektedirler. Bu işbirliğinin nihai amacı bir Yahudi Devleti kurmaktır. Naziler'e söylenen şey ise basittir: Size karşı asla savaşmayacağız, yalnızca size karşı koyanlarla savaşacağız." 34
Memorandumu kaleme alan Siyonist ekipte yer alan haham Joachim Prinz, sonraki yıllarda neden böyle bir şey yaptıklarını şöyle anlatmıştır: "Dünyada Yahudi Sorununun çözümü için Almanya kadar çaba gösteren bir başka ülke daha yoktu. Yahudi Sorununun çözümü? Bu bizim Siyonist rüyamızdı zaten! Biz hiçbir zaman Yahudi Sorununun varlığını reddetmedik ki! Disimilasyon bu bizim en büyük istediğimizdi zaten!..." 35

Naziler'in iktidara gelmeleri, ülkedeki "Yahudi sorunu"nun çözülmesini sabırsızlıkla bekleyen Siyonistler için çok sevindirici bir gelişme oldu. Vakit kaybetmeden Nazi paritisine resmi bir ittifak teklifinde bulundular. Üstte, Hitler, Şansölyeliğe atanmasının ardından tebrikleri kabul ediyor.
Prinz'in de belirttiği gibi Naziler ve Siyonistleri yaklaştıran faktörlerin başında "Yahudi Sorunu"nun varlığına olan inançları geliyordu. Her iki taraf Avrupalı Yahudilerin varlığını bir sorun olarak algılıyor, Yahudilerin Yahudi-olmayanlarla birarada yaşamalarının mümkün olmadığını düşünüyordu. Buna karşın asimilasyonist Yahudiler böyle bir sorunun varlığını bile kabul etmek istemiyorlardı. Bu ise Siyonistlerin gözünde açık bir ihanetti. Bu nedenle de Yahudi Sorunu'nun şiddetle çözülmesi, bu sorunun varlığını bile kabul etmeyen kimliğini yitirmiş Yahudilerin zorla yola getirilmesi gerektiğinden söz etmeye başladılar. ZVfD'nin haftalık yayın organı Judische Rundschau'da asimilasyonistleri yerden yere vuran yazılar çıkmaya başladı. Derginin editörü Robert Weltsch, bir keresinde şöyle yazmıştı:
Tarihin kriz dönemlerinde Yahudi halkı hep kendi suçlarının cezasını çekmiştir. En önemli dualarımızdan birinde 'günahlarımız yüzünden yurdumuzdan sürüldük' ifadesi kullanılır... Bugün de Yahudiler Theodor Herzl'in (göç) çağrısını duymazlıktan gelmiş oldukları için suçludurlar... Yahudiliklerini onurla ifade etmedikleri, Yahudi Sorunu'nu hasıraltı etmeye çalıştıkları suçludurlar ve Yahudiliği geriletmiş olmanın cezasını çekmelidirler.36
Siyonistlerin mantığı açıktı: Asimilasyonist Yahudiler Siyonizmin çağrısını umursamamakla ve kendi ırksal kimliklerini reddetmekle büyük bir günah işlemişlerdi ve bunun cezasını da Siyonistlerin müttefiki olan Nazilerin baskısı ile ödeyeceklerdi. Nitekim Judische Rundschau'da asimilasyonistlere şiddetle saldıran yazılar çıkarken, bir yandan da Nazizmin haklılığını anlatan yazılar çıkıyordu. ZVfD genel sekreteri Kurt Blumenfeld, Nisan 1933'teki bir yazısında şöyle diyordu: "Bu topraklarda yabancı bir ırk olarak yaşayan bizler, Alman ulusunun ırksal bilincine ve ırksal çıkarlarına büyük bir saygı göstermekle yükümlüyüz." 37 Siyonist haham Joachim Prinz ise Siyonistlerin ancak kendileri gibi birer ırkçı olan Naziler'le anlaşabileceğini şöyle anlatıyordu: "Ulusun ve ırkın saflığı prensipleri üzerine kurulmuş olan bir devlet, aynı prensiplere inanan Yahudilere ancak saygı duyacaktır." 38
Naziler iktidara gelmelerinden kısa bir süre sonra Yahudilerin bazı toplumsal haklarını kısıtlayan yasalar çıkardılar. Ancak bu politika Siyonistleri hiç rahatsız etmedi. Zaten Naziler de çıkardıkları bu anti-asimilasyonist yasalarla aslında Yahudilere iyilik ettiklerini düşünüyorlardı. Nazilerin basın sorumlusu A. I. Brandt, Siyonist yayın organı Judische Rundschau'ya verdiği bir demecinde şöyle diyordu:
Çıkarılan yeni (antisemit) kanunlar Yahudiler için de yararlı ve motive edicidir. Almanya Yahudi azınlığa kendi öz yaşam tarzını yaşama fırsatı vermekle, Yahudiliğe ulusal karakterini güçlendirmesi için yardımcı olmakta ve iki halk arasındaki ilişkilerin doğru bir zemine oturtulmasına katkıda bulunmaktadır.39
İşte bu mantık üzerinde tarihin en garip ittifaklarından biri olan Nazi-Siyonist ittifakı şekillendi. Nazi iktidarının ilk aylarında iyi niyet gösterileri ile başlayan ilişkiler, kısa bir süre sonra son derece somut ve organize bir işbirliğine dönüşecekti. Bu satırları okuyanlar, belki, Siyonistlerin Naziler'in ne denli fanatik birer Yahudi aleyhtarı olduklarının kestirememiş olduklarını ve ileri görüşlülükten yoksun oldukları için böyle ittifaka giriştiklerini düşünebilir. Nitekim bu ittifakı ört-bas etmeye çalışanlar da konuyu bu argümanı kullanarak geçiştirmeyi denemektedirler. Oysa gerçekler hiç de böyle değildir. Siyonistler Naziler'in taşıdıkları Yahudi antipatisinin çok iyi farkındaydılar ve bunun tehlike olduğunu düşünmek bir yana, bunun daha da artmasını istediler. Naziler'in Alman Yahudileri aleyhine çıkardıkları her kanun onları daha da fazla memnun etti. Brenner şöyle diyor: "Naziler Yahudiler üzerindeki vidayı sıkıştırdıkça, Siyonistlerin Naziler'le ittifak yapma yönündeki inançları daha da sağlamlaştı. Onlara göre, Naziler Yahudileri Alman toplumundan ne denli çok dışlarlarsa, bu Yahudilerden kurtulmak için Siyonizme de o kadar çok ihtiyaç duyacaklardı." 40
Alman Yahudilerine Hitler'e Oy Verme Çağrısı!
Şimdiye dek Naziler konusunda asimilasyonistlerle Siyonistler arasında çok açık bir ayırım olduğunu, Siyonistler'in Naziler'i birer müttefik olarak görürken asimilasyonist Yahudilerin Nasyonal Sosyalizm'e karşı nefret beslediklerini vurguladık. Bu iki taraf arasındaki fark, Almanya Siyonist Federasyonu (ZVfD) ile asimilasyonist Alman Yahudilerinin kurduğu Yahudi İnanışına Bağlı Alman Yurttaşları Merkez Birliği (CV) örgütlerinin Naziler'e yönelik düşünce ve uygulamalarından açıkça görülmektedir. Siyonistler ile asimilasyonistler arasındaki bu büyük fark, Nazi Almanyası'ndan başka ülkelerdeki aşırı sağcı rejimlere karşı da belirmiştir. İlerleyen sayfalarda bunlara değineceğiz. Genel bir kural olarak, Siyonistlerin aşırı sağcı, faşist elementlerle çok iyi anlaştığını, asimilasyonistlerin ise bu gruplara tepki duyduğunu söyleyebiliriz.


Naziler iktidara geldikten hemen sonra, ülke çapında antisemit uygulamalar başlattılar. Yahdilerin dükkanları boykot edildi, psikolojik baskı altına alındılar. Yanda, Berlin'de Naziler tarafından taciz edilen yaşlı bir Yahudi görülüyor.
Ancak, kuşkusuz tüm bunlar Siyonistleri tedirgin etmiyor, aksine sevindiriyordu. Onlara göre, ancak bu baskı politikası sayesinde, Alman Yahudileri bu ülkenin kendi yurtları olduğuna inanacaklardı.
Ancak bu kuralın istisnaları vardır; asimilasyonist Yahudiler içinde de, özellikle sol tehlikeden rahatsız olan burjuvazi arasında, aşırı sağcılarla ittifak kuran ya da en azından ittifak arayışına girenler olmuştur. Almanya'da asimilasyonist Yahudilerin kurduğu CV'den sonra ikinci önemli örgüt olan Ulusal Alman Yahudileri Birliği (Verband nationaldeutscher Juden VnJ) bunun en belirgin örneğidir. 1934 yılında, VnJ yönetimi Hitler'in iktidarını sağlamlaştırmak için etkili bir kampanya başlattı. New York Times, 18 Ağustos 1934 tarihli sayısının 2. sayfasında yaptığı haberde bu kampanyayı haber veriyor ve VnJ'nin "tüm Alman Yahudilerini Hitler'in Başbakanlığı için oy vermeye davet eden" tebliğini aynen yayınlıyordu:
Biz 1921 yılında kurulmuş Ulusal Alman Yahudileri Derneği olarak, savaşta olsun, barışta olsun kendi çıkarlarımızı Alman halkının ve Alman vatanının çıkarları üstünde tutmaktayız. Bu nedenle bize sıkıntı getirse de 1933 Ocağı'nda Hitler'i iktidara getiren ayaklanmayı selamlıyoruz... Hitler'in Başbakanlığı'nı ve hareketinin özündeki tarihsel önemindeki büyüklüğü tamamen onaylıyoruz. Alman Ulusuna manen ve maddeden bağlı olan Yahudiler olarak bizler, Almanya'dan başka bir ulus tanımayız. Hitler'in Başbakanlığını ve Başbakanlık kurumlarının birlikteliğini destekliyoruz ve kendini Alman hisseden tüm Yahudilerin 19 Ağustos'da Hitler'e evet oyu vermelerini ısrarla tavsiye ederiz.
Anti-Nazi Boykotun Siyonist Desteğiyle Aşılması
VnJ bir istisnaydı kuşkusuz. Onun taşıdığı Nazi sempatisinin asimilasyonist Yahudilerin çoğunluğu için de geçerli olduğunu söylemek kuşkusuz mümkün değildi. Almanya'dakilerin yanında diğer Batılı ülkelerdeki asimilasyonistler de Hitler'in Alman lideri oluşunu büyük bir tedirginlikle izlediler. Ve Siyonist soydaşlarının işbirliği girişimlerinin aksine, Naziler'e karşı koyabilmek için yollar aramaya başladılar. Faşizme karşı çıkan diğer gruplarla (sosyal demokratlar, komünistler, liberaller gibi) birlikte Naziler'e karşı etkili bir eylem yapma arayışına girdiler.
Nazi aleyhtarı boykot bu şekilde doğdu. İlk kez Jewish War Veterans (JWV) adlı New York'lu asimilasyonist bir Yahudi örgütü 19 Mart 1933 günü Alman mallarına boykot uygulanması çağrısında bulundu ve dört sonra da Nazi aleyhtarı büyük bir protesto mitingi düzenledi. Bu kıvılcım gittikçe büyüdü ve solcuların da desteğini alan asimilasyonistler Non-Sectarian Anti-Nazi League adlı Anti-Nazi Birliği'ni kurdular ve tüm Amerikalıları Nazi mallarını boykot etmeye çağırdılar. Boykot bir süre sonra Avrupa'ya sıçradı ve oldukça da etkili oldu. Bu, atılım yapmaya çalışan Alman endüstrisi için hiç de olumlu bir gelişme değildi. Naziler'in en büyük iki pazarı Amerika ve Avrupa'ydı ve bu iki pazarda da asimilasyonistlerin başını çektiği boykot Alman mallarının satışını ciddi biçimde düşürüyordu.
İşte bu noktada birileri Naziler'in yardımına koştu ve Nazi ekonomisinin içine girdiği darboğazı büyük ölçüde genişletti. Kimlerdi bunlar dersiniz?...
Siyonistler elbette. Evet, asimilasyonist Yahudiler Nazi ekonomisini çökertmek için boykot kampanyaları düzenlerken, Siyonistler bu ilginç müttefiklerine yardım eli uzatmışlardı.
Aslında Siyonistler Nazi yanlısı çabalarını henüz boykot başlamadan önce başlatmışlardı. Yahudi örgütleri tarafından boykot ilanı ile ilgili yapılan tüm öneriler Siyonistler tarafından ısrarla reddedilmişti. Amerika'da doğan boykotu engellemek için en çok uğraşmış olan kişi, Siyonist hareketin Amerika'daki en büyük lideri ve Başkan Franklin D. Roosevelt'in de yakın dostu olan Stephen Wise'dı. WZO'nun Amerika kolu sayılan American Jewish Congress'in (AJC) başkanı olan Wise Naziler'den nefret eden asimilasyonist soydaşlarının boykot ilan etme çabalarını suya düşürmek için uğraşmıştı. Bir keresinde Siyonist bir dostuna yazarken "burada kitlelere karşı koymak için neler yapıyorum bilemezsin", diye yazmıştı, "(Nazi aleyhtarı) büyük sokak gösterileri yapmak istiyorlar." 41
Wise'ın bağlı olduğu Dünya Siyonist Örgütü (WZO) de, önce boykotun ilanını engellemeye çalıştı. Bunu başaramayınca da Nazi dostlarının ekonomik sıkıntısını çözebilmek için uğraştı. Brenner şöyle diyor: "WZO, yalnızca Alman mallarını satın almakla kalmadı, onların satışına aracılık etti ve hatta Hitler ve onu destekleyen sanayiciler için yeni müşteriler buldu." 42

Dünya Siyonist Örgütü adına Hitler'e "minnettar" olan Emil Ludwig
WZO yönetimin böyle davranmasının nedeni, Hitler'i kendileri için Allah'ın bir lütfu olarak algılamalarıydı. Siyonizmin Hitler sayesinde büyük bir destek elde ettiğini, onun sayesinde bilinçlerini yitirmiş Yahudilerin akıllanıp Filistin'e göç edeceklerini düşünüyorlardı. Dönemin etkin Siyonistlerinden dünyaca ünlü yazar Emil Ludwig, WZO'nun bakış açısını şöyle ifade ediyordu:
Hitler adı belki bir kaç yıl sonra unutulacak olabilir. Ama Filistin'de muhteşem bir Hitler anıtı dikileceğine eminim... Yahudiliklerini yitirmiş olan binlerce Yahudi onun sayesinde kimliklerine geri döndürülebilmiştir. Bu yüzden ben şahsen ona karşı büyük minnettarlık besliyorum.43
Yine ünlü Siyonistlerden biri olan Chaim Nachman Bialik ise "Hitlerizm, asimilasyonun pençesindeki Alman Yahudiliğini yokolmaktan kurtarmıştır" diyor, Hitler'le olan ideolojik akrabalığını da vurgulayarak "aynı Hitler gibi ben de kan düşüncesinin gücüne inanıyorum" diye ekliyordu.44
WZO saflarında mücadele eden İtalyan Yahudisi Enzo Sereni de benzer ifadelerde bulunmuştu. "Hitler'in antisemitizmi Yahudilerin kurtuluşuna yarayacak" diyordu. Bir keresinde ise şu sözleri söylemişti: "Filistin'i inşa etmek için Almanya'daki Yahudilerin karşılaştığı sıkıntıları kullanmamız hiç de utanılacak bir şey değildir. Eski liderlerimizin ve öncülerimizin bize öğrettiği bir şeydir bu: Diasporadaki Yahudilerin başına gelen felaketleri yeniden inşa için kullanmak." 45
Siyonistler Alman Yahudilerinin karşı karşıya kaldığı "Nazi çözümü"nden o denli memnundular ki, bunu başka ülkelerdeki asimilasyonist Yahudileri yola getirilmesi için de kullanmayı düşünüyorlardı. Amerikalı haham Abraham Jacobson, 1936 yılındaki bir konuşmasında Siyonistlerin sözkonusu mantığına tepki göstererek şöyle diyordu: "Kim bilir kaç kere, Siyonizme tepkisiz kalan Amerikalı Yahudilerin de yola gelmek için bir Hitler'e ihtiyacı olduğu şeklindeki pervasız lafları duyduk. Söylediklerine göre ancak o zaman Yahudiler Filistin'e gitmeye ikna olurmuş..." 46


I. Dünya Savaşı'nın ardından Almanya'yı sarsan ekonomik kriz, Nazi iktidarına kadar inişli-çıkışlı da olsa sürmüştü. 1923 yılında 1 İngiliz sterlini, 622 bin Alman markına karşılık geliyordu.
Yanda, o dönemlerden kalma bir tablo: Değersiz mark desteleri ile oynayan Alman çocukları. Bu kötü ekonominin üstüne, bir de 1933 yılında anti-Nazi boykot eklendi. III. Reich'in ekonomik yönde çökmesi gerekirdi. Oysa öyle olmadı, ekonomi hızla düzeldi. Ve bu başarının sırları arasında, Siyonistlerin gizli ekonomik desteği de önemli bir yer tutuyordu.
Naziler'e bu denli sıcak bakan Siyonistlerin onlarla ekonomik işbirliğine de girmesi kadar doğal bir şey olamazdı. Öyle de oldu. İki taraf arasındaki en büyük ekonomik işbirliği, Alman Yahudilerinin malvarlıkları ile birlikte Filistin'e transferini öngören Ha'avara adlı göç anlaşmasıydı (birazdan buna daha ayrıntılı olarak değineceğiz). Bu anlaşmaya paralel olarak Siyonistler Alman mallarının Filistin'de satılmasını sağladılar. Bir süre sonra işler daha da büyüdü. WZO, Nazi gemilerini kullanarak Belçika ve Hollanda'ya portakal ihraç etmeye başladı. 1936 yılında ise WZO yetkilileri Alman mallarını İngiltere'de satmaya başladılar.
Siyonist-Nazi işbirliği bu kadarla da kalmamıştı. Siyonistler, Alman silah yapımcılarına döviz kaynağı da sağlamışlardı. Albert Norden, So Werden Kriege Gemacht? isimli kitabında ayrı bir Nazi-Siyonist ticari bağlantısını ortaya koyuyordu. Norden, Almanya için stratejik önemi olan hammaddelerin, Siyonist International Nickel Trust adlı şirket vasıtasıyla sağlandığına dikkat çekiyordu. Siyonist sermayedarların denetiminde olan bu şirket, kapitalist ülkelerdeki nikel üretiminin %85'ine sahip durumdaydı. Hitler'in iktidara gelmesinden bir yıl sonra IG Farben Industrie adlı Alman Şirketi ile söz konusu Siyonist şirket arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma gereğince, Almanya'nın nikel üretiminin yarıdan fazlasının, Siyonist International Nickel Trust tarafından karşılanması öngörülüyordu. Almanya böylece %50 oranında döviz tasarruf etmiş oldu.
Hitler'in Siyonist Finansörleri
Batılı ülkelerdeki büyük Siyonist sermayedarlar da Hitler'e önemli finansal destekler verdiler. WZO'nun aracılığıyla gerçekleşen bu finansal destekler, Nazi Almanyası'nın güçlenmesinde çok büyük pay sahibiydi. Amerikalı araştırmacı Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers adlı kitabında Hitler'in Yahudi finansörlerle savaş öncesinde ve savaş sırasında kurduğu bağlantılarla ilgili son derece önemli bilgiler veriyor. "Hitler'i savaşa sokmak için ona top güllesi ve petrol konularında garanti vermek gerekiyordu. İsveç Enskilda Bankası'ndan Yahudi Jacob Wallenberg, 'SKF' top güllesi üretim fabrikasını kontrol ediyordu ve Nazilere savaş boyunca gülle top mermisi sağladı" diyen Mullins ayrıca Amerikalı Yahudi finans hanedanı Rockefeller'ın sahibi olduğu Standard Oil petrol şirketinin, Nazi gemilerine ve denizaltılarına İspanya ve Latin Amerika'daki istasyonlarıyla petrol sağladığını bildiriyor. Ayrıca, II.
Dünya Savaşı başlamadan önce, Ethyl-Standard şirketi, 500 tonluk etil kurşununu Yahudi Warburg hanedanının perde arkasında sahip olduğu I. G. Farben aracılığıyla Reich Hava Kuvvetleri Bakanlığı'na gönderiyor. Ödeme 21 Eylül 1938 tarihli bir teminatla Brown Bros Harriman tarafından gerçekleşiyor.47
Mullins, kitabında Hitler'in bilinmeyen bağlantılarından söz etmeye devam ediyor. Hitler'in finansmanında önemli bir rol oynayan isimlerden birisi; Amerika'nın önde gelen zenginlerinden Clarence Dillon (1882-1979). Samuel ve Bertha Lapowski (ya da Lapowitz) adlı iki Amerikalı Yahudinin çocuğu olarak dünyaya gelen Dillon, I. Dünya Savaşı sırasında ünlü Yahudi finansör Bernard Baruch'un "sağ kolu" olarak çalışıyor. Hitler'le ilişkiler ise II. Dünya Savaşı öncesi yıllarda kuruluyor. Dillon, Reich'ın savaşa hazırlanmasına büyük katkılarda bulunuyor.48
Mullins'in kitabında verilen en ilginç bilgilerden biri de Führer ile Dulles kardeşler arasında yapılan gizli toplantı. Buna göre, 4 Ocak 1933 günü Allen Dulles (mason, CFR üyesi, sonradan CIA şefi oldu) ve John Foster Dulles (CFR üyesi, sonradan Dışişleri Bakanı oldu) Baron Kurt von Schroder'in Cologne'deki evinde Hitler'le gizli bir görüşme yapıyorlar. Dulles kardeşler, toplantıda Amerika'nın dev Yahudi şirketlerinden Kuhn, Loeb Co.'nin temsilcisi sıfatını taşıyorlar ve Hitler'le Almanya'ya verilen kısa vadeli kredilerin vadesinin uzatılması konusunu görüşüyorlar. Toplantı, olumlu sonuçlanıyor.49
Mullins Hitler'in destekçileri arasında Yahudi Samuel hanedanı tarafından kurulan ünlü petrol şirketi Royal Dutch Shell'i de sayıyor. Şirketin yöneticisi Sir Henry Deterding ile Naziler'in ünlü isimlerinden Alfred Rosenberg arasında Mayıs 1933'te Deterding'in İngiltere'deki Windsor Kalesi'nin 1 mil yakınındaki büyük evinde gizli bir görüşme gerçekleşiyor. Daha sonra de süren ilişkiler sonucunda Yahudi Samuel ailesi, Deterding aracılığıyla Hitler'e toplam 30 milyon pound aktarıyor.50
Tüm bu bilgiler, bizlere Nazi hareketi ile Yahudiler, daha doğrusu Siyonizmi benimsemiş Yahudi sermayedarlar arasında çok yakın bir ilişki olduğunu, Alman "Führer"inin bu sermayedarlar tarafından finanse edildiğini göstermektedir. İlginçtir, Hitler de bu gerçeği kabul etmiş ve Yahudiler tarafından finanse edildiğini itiraf etmiştir. II. Dünya Savaşı öncesi dönemde Hitler'in yakın dostları arasında yer alan Herman Rauschning, Hitler M'a Dit (Hitler Bana Dedi ki) adlı kitabında Nazi liderinden şu cümleyi aktarır: "Yahudiler bana mücadelemde önemli katkılarda bulundular. Hareketimizde çok sayıda Yahudi beni mali olarak destekledi." 51
Hitler M'a Dit 1939 yılında savaşın patlak vermesinden kısa bir süre önce basılmıştır. Herhangi bir maksatla veya siyasi-ideolojik bir endişeyle kaleme alınamayacak kadar erken bir zaman olan bu baskı tarihi, eserin önyargısız ve sağlıklı bir kaynak olduğunu ortaya koymakta. Nitekim, Ultra isimli dergi de, Şubat 1992 tarihli sayısında, Hitler M'a Dit kitabından "son derece güvenilir bir kaynak" olarak bahsetmişti. Hitler M'a Dit kitabını, belge kılan ayrı bir nokta da yazarının, Hitler'in kendisine en yakın, sayılı dava arkadaşlarından birisi olmasıdır. Kitabın yazarı Herman Rauschning, Nazi Almanyası'nın çekirdek-kadro mimarlarından ve Danzing Hükümeti'nin eski Nasyonal Sosyalist lideridir.

İngiliz Faşistler Birliği lideri Oswald Mosley.
Kısacası Hitler, Siyonist sermayedarlardan önemli finansal destekler almıştır ve bu da WZO ve onun Almanya kolu olan ZVfD ile kurduğu işbirliğinin bir hediyesidir. En büyük Yahudi düşmanı olarak tanıtılan Hitler ile Yahudiler arasında kurulmuş olan bu ilişkiler, anti-Nazi boykotun aşılmasında ve Nazi Almanyası'nın bir endüstri devi olarak savaşa girmesinde önemli rol sahibidir.
İngiliz hükümeti asimilasyonist Yahudilerin teşvikiyle anti-Nazi boykotu destekleme kararı aldığında, ülkedeki en büyük Hitler sempatizanı olan İngiliz Faşistler Birliği (British Union of Fascist BUF) lideri Sir Oswald Mosley, yayın organı Blackshirt'te şöyle yazmıştı: "Şimdi biz zavallı Yahudileri korumak için Almanya ile olan ticaretimizi kesiyoruz öyle mi?... Ama Yahudiler kendileri Almanlar'la birlikte çok karlı işler yapıyorlar. Almanya ile olan dostça ilişkilerimizi kesmek isteyenler için bundan iyi bir cevap olamaz herhalde."52
Siyonistlerin Nazi Almanyası ile birlikte yaptıkları "karlı iş"lerin en önemlisi ise az önce de belirttiğimiz gibi Alman Yahudilerini Filistin'e transfer etmek için imzalanan göç anlaşmasıdır. Bu anlaşma, Naziler ile Siyonistler arasındaki ittifakın en önemli sonuçlarından biri sayılabilir.
Alman Yahudilerini Göç Ettirmek İçin
Yapılan Siyonist-Nazi Anlaşması
Naziler'in iktidara gelmesinden çok kısa bir süre sonra, Alman Yahudilerinin Filistin'e göçünü mümkün kılacak ilginç bir göç anlaşması imzalandı. WZO'ya bağlı Anglo-Filistin Bankası ile Reich maliye bakanlığı arasındaki anlaşma, hem Yahudilerin malvarlıklarıyla birlikte Filistin'e transfer edilmesine imkan veriyor hem de Alman sanayi mallarının satışı için pazar yaratmış oluyordu. Alman araştırmacı Conor Cruise O'Brien, anlaşmanın detaylarını şöyle anlatıyor:
Anglo-Filistin Bankası ile Alman İktisat Bakanlığı arasında 25 Ağustos 1933'de imzalanan anlaşma aracılığıyla Yahudi malvarlığı, Filistin'de gerekli şeylerin satın alınması amacıyla kullanılacaktı. Bu anlaşma Yahudilerin resmi yoldan göçünün ana dayanağı oldu. Naziler ve Siyonistler, Yahudilerin Almanya'dan Filistin'e mallarının bir bölümüyle göç etmelerini sağlamak için beraber çalıştılar.
1933 yılında, Anglo-Filistin Bankası, Tel-Aviv'de Trust and Transfer Office Ha'avara Ltd. adlı bir şirket kurdu. Dört Yahudi bankerin önderliğinde Hamburg'dan Max Warburg ile M.M. Warburg, Berlin'den Siegmund Wassermann ile A. E. Wassermann Berlin'de bu şirketin bir uzantısı kuruldu. Berlin'deki söz konusu Yahudilere ait olan Palastina Treuhandstelle zur Beratung Deutscher Juden isimli bu şirkete verilen görev ise Filistin'e göç etmek isteyen Alman Yahudilerinin Alman makamlarındaki sorunlarını halletmekti.
1933-1939 arasında 50.000 Yahudi Ha'avara vasıtasıyla Almanya'yı terkederek Filistin'e göç etti. Yine, 1933-1939 arasında 63 milyon sterline yakın bir sermaye Filistin'e transfer edildi... 1933-1939 arasında yürürlükte olan gerçek Alman politikası da, Filistin'deki Yahudileri Araplara karşı desteklemekti.53
Ha'avara adlı göç anlaşması ile hem Siyonistlerin en büyük hedefi olan Filistin'e Yahudi göçü gerçekleştirilmiş, hem de boykot nedeniyle sıkıntıda olan Nazi ekonomisi rahatlatılmış oluyordu. Göç eden Yahudilerin malvarlığı ile Alman sanayi ürünleri satın alınıyor, bunlar Filistin'de satılıyor ve elde edilen karla da göç eden Yahudinin Almanya'da bıraktığı para karşılanıyordu.
Dünya Siyonist Örgütü, Yahudi boykotunu kırmakla kalmadı, aynı zamanda Nazi mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa'daki en büyük dağıtımcısı oldu. WZO, Tel-Aviv'de, kurduğu Trust and Transfer Office Ha'avara adlı şirketle, Filistin'e getirilen, Alman mallarının temel satış hakkını aldı. Alman-Yahudi zenginlerinden temin edilecek parayla, büyük miktarlarda Nazi malı satın alınacaktı. Böylece WZO, Ortadoğu bölgesinde, Nazilerin geniş pazar olanaklarına kavuşmasını sağlamış oldu. Döviz işlemleriyle ilgilenen Alman Bürosu, 7 Aralık 1937'de, şunu açıklıyordu: "Dış satıma dayalı transfer işlemleri, Filistin'e 1933'ten beri 70 milyon altın mark kar getirmiştir."
Siyonist liderler ile Nazilerin arasında var olan bu ilişkiler, özellikle de Ha'avara göç anlaşması, başka birçok kitapta da uzun uzadıya incelenmiştir: Lenni Brenner da Zionism in the Age of Dictators'da Ha'avara göç anlaşmasını anlatır. İsrail'de Moshe Shanfield tarafından yayınlanan The Holocaust Victims Accuse, Documents and Testimony on Jewish Criminals, ya da Amerikalı tarihçi Francis R. Nicosia tarafından kaleme alınan The Third Reich and the Palestine Question başlıklı kitaplarda da Naziler ve Siyonistler arasındaki göç anlaşmasını konu edinilir.
Wilhelmstrasse'nin gizli arşivleri de, Hitler İmparatorluğu ile Yahudi Ajansı arasında, Alman Yahudileri'nin Filistin'e göçlerini kolaylaştırmak amacıyla bir antlaşma imzalandığını ortaya koymaktadır. Alman Dışişleri Bakanlığı'na ait 22 Haziran 1937 tarihli bu belge, Nazilerin önayak olmasıyla bir Yahudi Devletinin kurulabileceğini şöyle not eder: " İç politika koşullarının dikte ettirdiği bu Alman tedbiri, hiç kuşkusuz Yahudiliğin Filistin'de kuvvetlenmesine yardım edecek ve bu ülkede bir Yahudi Devletinin kuruluşuna yardımcı olacaktır." 54 Aynı belgede Yahudi göçünün Hitler tarafından koordine edildiği, Alman diktatörünün konu ile özel olarak ilgilendiği de vurgulanmaktadır.
Bugün bunlar bugün pek çok kişiye şaşırtıcı gelen bilgilerdir. Bunun nedeni, tarihin bu ilginç ittifakının resmi tarih tarafından özenle gizlenmiş olmasıdır. İşbirliğinin en hızlı biçimde yürütüldüğü yıllarda bile Siyonistler ve Naziler bu ittifakı gizli tutmak için çalışmışlar ve iki taraf arasındaki ilişkiler dünya kamuoyunun gözlerinden uzak tutulabilmiştir. Yalnızca bazı söylentilerin dolaşması engellenememiştir. Amerikalı yazar Edward Tivnan, ülkesindeki Yahudi lobisinin politik gücünü incelediği The Lobby: Jewish Political Power in US Foreign Policy adlı kitabında, Siyonistler ile Naziler'in yaptığı ittifak ile ilgili olarak 1930'ların sonunda Amerikalı Yahudiler arasında söylentiler dolaştığını ve bunun büyük bir husursuzluk doğurduğunu not ediyor.55
Göç anlaşması 1933'ten savaşın patlak verdiği 1939 yılına dek kesintisiz uygulamada kalmıştır. Göç işleminin 1939'da durmuş olmasının nedeni de, iki taraf arasındaki herhangi bir anlaşmazlık değil, savaş şartlarının Alman gemilerinin İngiliz mandası olan Filistin'e gidişini mümkün kılmayışıdır. Bu dönem boyunca da 60 bine yakın Alman Yahudisi Filistin'e transfer edilmiştir. Hem de oldukça hoş şartlar altında. 1933 Ekiminde Hamburg-Güney Amerika Denizcilik Şirketi, Hayfa'ya direk seferler düzenlemiş ve yolda da yolculara Hamburg hahambaşılığının denetimi altında hazırlanmış Koşer (Yahudilerce helal) yemek servisi sunmuştur.56
Amerikalı revizyonist tarihçi Mark Weber de The Journal of Historical Review dergisinin Temmuz/Ağustos 1993 tarihli sayısında yayınlanan Zionism and the Third Reich (Siyonizm ve III. Reich) başlıklı makalesinde Ha'avara'dan söz eder. Buna göre, Aralık 1937'de Alman İçişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bir rapor, Ha'avara'nın sonuçlarını şöyle anlatmaktadır:
Ha'avara anlaşmasının Filistin'in 1933 yılından bu yana yaşadığı hızlı gelişimde çok büyük payı olduğuna kuşku yoktur. Anlaşma sayesinde Filistin'i hem en büyük para kaynağı, hem de en zeki ve entellektüel göçmenler yöneltilmiştir. Ülkenin gelişimi için gerekli olan makinaların ve endüstri ürünlerinin büyük kısmı da yine Ha'avara ile ulaştırılmıştır.
Weber'in de vurguladığı gibi anlaşmayı sekteye uğratan tek şey, II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesidir. Aksi halde Nazi-Siyonist işbirliğiyle yürütülen Yahudi göçünün artarak devam edeceğine kuşku yoktur. Nitekim 1938 ve 1939 yıllarında göç eden Yahudi sayısı eskiye oranla daha da artmıştır. 10 bin Alman Yahudisinin ise Ekim 1939'da Filistin'e transfer edilmesine karar verilmiş, ancak Eylül ayında savaşın başlamasıyla bu "rezervasyon" iptal edilmiştir. Ha'avara uygulaması 1941'e kadar kesintili olarak sürmüştür. Sonuçta 1933-1941 yılları arasında 60 bin Alman Yahudisi Nazi-Siyonist işbirliği ile Filistin'e transfer edilmiştir ki, bu da o dönem Filistin'deki Yahudi nüfusunun % 15'ini oluşturmaktadır. Ha'avara'nın ekonomik sonuçları da az önce vurguladığımız gibi oldukça önemlidir. Tarihçi Edwin Black, Ha'avara'yı konu edinen The Transfer Agreement adlı kitabında Ha'avara'nın Filistin'de "ekonomik bir patlama yaratarak, İsrail Devleti'nin kuruluşuna büyük bir katkıda bulunduğunu" yazar.57
1 Michael Howard, The Occult Conspiracy: The Secret History of Mystics, Templars, Masons and Occult Societies, 1.b., London: Rider, 1989, s. 130.
2 Ibid., s. 106.
3 Ibid.
4 Frederick Goodman, Magic Symbols, Lon-don: Brian Trodd Publishing House, 1989, s. 97.
5 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 109.
6 Ibid., s. 110.
7 Ibid.
8 Ibid., s. 112.
9 Nicholas Goodrick-Clarke, The Occult Roots of Nazism, Northamptonshire: Aquarian Press, 1985.
10 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 113.
11 Ibid., s. 112.
12 Ibid., s. 113.
13 Ibid., s. 124.
14 Ibid.
15 Aytunç Altındal, Thule'nin kurucusu olan Baron von Sebottendorff ile tüm bu bilgileri, 2-11 Kasım tarihlerinde Sabah'ta yayınlanan "Hitler Doğmadan Önce" adlı yazı dizisinde vermişti. Moral Re-Armament, 1920'de bir rahip tarafından kurulmuş sözde Hıristiyan bir dernekti. Ancak 1936 yılında İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. İngilizler derneği "beşinci kol" faaliyetlerinde bulunan yıkıcı kuruluşlar listesinin en başlarına almışlardı. Ancak bu Nazi yanlısı dernek Hitler'in yenilgisinden sonra daha güçlenerek varlığını sürdürdü. Altındal'a göre "Nasyonal Sosyalizm bitmemiş, yer altına geçerek yeni bir savaşım modeli ve direniş biçimi geliştirmeye başlamıştı. Özellikle Münih ve çevresinde masum adlar altında birçok dernek ve örgüt kurulmuştu." İşte bunların en önemlisi Moral Re-Armament'tı. Örgüt, 1945'te Alman ve Fransız önde gelenlerini gizlice buluşturarak 5 yılda 3 bin kişiyi bir araya getirdi. Fransızların 17'si devlet adamı Mitterand dahil 200'ü sendikacı, 207'si sanayici, 30'u gazeteci, 100'ü eğitimciydi. Alman tarafı ise, en başta Şansölye Konrad Adenauer olmak üzere, 82 devlet adamı, 400 sendikacı, 14 ilahiyatçı, 160 gazeteci ve 35 eğitimci içeriyordu. Altındal'a göre Avrupa Topluluğu'nun nüvesi, Moral Re-Armament'ın düzenlediği bu görüşmelerde atıldı.
Moral Re-Armament'ın bir de Türkiye kolu vardı. Manevi Cihazlanma Derneği adındaki bu dernek, Moral Re-Armament'ın İsviçre Caux'daki şatosunda eğitilmiş olan Türkler tarafından 1958 yılında Ankara'da kuruldu. Manevi Cihazlanma Derneği, Thule'den Nazi Partisi'ne aktarılmış olan masonik geleneği aynen taşıyordu. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi ve ünlü üstad mason Fahrettin Kerim Gökay'dı. Önde gelen üyeler arasında bir başka ünlü üstad ma son Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalı'lar vardı. Altındal'ın yazdığına göre, "bunların bir kısmı, geçmişte Thule ile sıkı ilişkileri olan kişilerdi" (Aytunç Altındal, "Neo-Nazi Örgütü Türkiye'de", Aktüel, 23-29 Kasım 1995)
Thule ile ilişkili olmak, masonlukla ilişkili olmak demekti elbette. Altındal da bir de Manevi Cihazlanma Derneği'ne üye olan "bir vali"nin homoseksüel olduğundan söz ediyordu. Örgütün ilginç özelliklerinden biri de anti-İslami çizgisiydi; Altındal'a göre, örgüt, "en büyük tehlike" dediği "şeriatçılığa ölümüne karşı"ydı. (Aytunç Altındal, "Hitler Doğmadan Önce", Sabah, 8 Kasım 1995)
Manevi Cihazlanma Derneği'nin bu masonik yapısı, bir de "yahudi bağlantısı" akla getiriyordu doğal olarak. Gerçi Aytunç Altındal böyle bir bağlantının olmadığı, zaten genel olarak yahudiler ile masonlar arasındaki ilişki bulunmadığı konusunda ısrarlıydı. Ancak solcu yazar Memduh Eren, dernekle ilgili ilginç bir bilgi aktarıyordu. 27 Mayıs döneminin ihtilalci subaylarından Celil Gürkan Paşa, ihtilalden 10 gün sonra, İstanbul'dan komşuları olan iki yahudi aile tarafından ziyaret edilmiş, bu aileler birlikte İsviçre gezisi teklif etmişlerdi. Gürkan ve eşi, teklifi kabul edip İsviçre'ye gittiklerinde kendilerini Moral Re-Armament'ın merkezi olan Caux'taki şatoda bulmuşlardı. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders görmüş, "beyin yıkamaya maruz kalmışlar", zar zor kaçıp kurtulabilmişlerdi. (Aytunç Altındal, "Neo-Nazi Örgütü Türkiye'de", Aktüel, 23-29 Kasım 1995)
16 Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Çev. Şadan Karadeniz, 2.b., İstanbul: Can Yayınları, s. 484.
17 Aytunç Altındal, "Hitler'den Önce, Hitler'den Sonra", Cumhuriyet, Aralık 1992.
18 Michael Howard, The Occult Conspiracy, s. 131.
19 Ibid.
20 Aytunç Altındal, "Hitler Doğmadan Önce", Sabah, 5 Kasım 1995.
21. Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, Chicago: Lawrence Hill Books, 1983, s. 24. 
22 Ibid., s. 25.
23 Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, 1.b., Austin: University of Texas Press, 1985, s. 18.
24 Ibid., s. 20.
25 Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 30.
26 Ibid., s. 34.
27 Ibid., s. 30.
28 Francis Nicosia, The Third Reich and the Palestine Question, s. 22.
29 Ibid., s. 17.
30 Ibid., s. 25.
31 Ibid.
32 Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 45.
33 Ibid., ss. 48-49.
34 Ibid., s. 49.
35 Ibid., s. 47.
36 Ibid., s. 50.
37 Ibid., s. 51.
38 Ibid., s. 52.
39 Ibid., s. 54.
40 Ibid.
41 Ibid., s. 58.
42 Ibid., s. 59.
43 Ibid.
44 Ibid., s. 60.
45 Ibid., s. 71.
46 Ibid., s. 61.
47 Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers, 2.b., Staunton: Ezra Pound Institute of Civilation, 1992, s. 93.
48 Ibid., ss. 126-127.
49 Ibid., s. 153.
50 Ibid., s. 154.
51 Hermann Rauschning, Hitler M'a Dit: Confidences du Führer; Sur Son Plan de Conquete du Monde, 59.b., Paris: Coopération, 1939, s. 124.
52 Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 75.
53 Conor Cruise O'Brien, Belagerungszustand: Die Geschichte des Zionismus und des Staates Israel, München: Deutscher Taschenbuch Verlag, Ağustos 1991, s. 130.
54 Wilhelmsrasse'nin Gizli Arşivleri, Kitap II, Paris: Plon, 1954, s. 3.
55 Edward Tivnan, The Lobby: Jewish Political Power in US Foreign Policy, New York: Simon and Schuster, 1987, s. 22.
56 Lenni Brenner, Zionism in the Age of Dictators, s. 83.
57 Edwin Black, The Transfer Agreement, London: 1984, s. 382.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...