24 Şubat 2015

OSMANLI SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ VE JÖN TÜRKLER




OSMANLI SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ VE JÖN TÜRKLER

Herzl, Filistin'e dönüş projesinin kesin şartı olan Kutsal Topraklar'ı Osmanlı'dan kurtarma planının, "ikna" yoluyla gerçekleşmeyeceğini anlamıştı. Bu durumda Kutsal Topraklar'ı Osmanlı'dan daha başka yöntemlerle almak gerekiyordu. İmparatorluğun parçalanması, ya da en azından Ortadoğu'dan çekilmesi bu noktada kaçınılmaz bir şart olarak belirdi.
Herzl ve diğer yandaşları bu durumda ne yapabilirlerdi? Öncelikle, kuşkusuz Abdülhamid'in tasviyesi gerekiyordu. Çünkü, Kutsal Topraklar'ı Siyonistlere vermeyen oydu. Abdülhamid, Kutsal Topraklar'ın İslam toprağı olduğuna kuşku duymuyordu. Osmanlı'yı bir İslam Devleti olarak sürdürmeye de kararlıydı. Osmanlı Sultanı, herşeyden önce "ilkesel" nedenlerle Kutsal Topraklar'ın Siyonistlere bırakılmasına karşıydı.
Ama eğer bu tür ilkelere sahip olmayan ve devleti bir "İslam birliği" temeli üzerine dayandırmaya çalışmayan bir kadro iktidara geçerse, durum elbette değişirdi. Filistin'i İslam toprağı olarak değerlendirmeyen bu tür bir kadro, bazı pragmatik nedenlerle, bu toprağı Siyonistlere vermeye razı edilebilirdi. Hatta bu tür bir kadro, pan-İslamizm düşüncesinden uzak olduğu için, tüm Ortadoğu'yu kaybetmeye Abdülhamid'den çok daha kolay sürüklenebilirdi.
Herzl, işbirliği yapabileceği böyle bir kadro buldu. Abdülhamid tarafından terslenmesinin ardından günlüğüne şöyle yazıyordu: "Halen bir tek plan aklıma geliyor. Sultan'a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş prensler ve Jön Türkler'le temas kurmalı."29
Hezl'in aklına gelen kısa sürede uygulamaya kondu. Yahudi önde gelenleri, Jön Türkler'le çok ama çok yakın ilişkiler kurdular.
Jön Türkler'in Yahudilerle olan ilişkileri üzerine hem Türk, hem de yabancı, özellikle de İngiliz kaynaklarında çok yazılıp-çizilmiştir. Son derece açık olan bağlantı, esas olarak rengini, Jön Türkler"in merkez olarak Selanik'i seçmelerinde belli eder. Burada çok sayıda Yahudi önde geleni Jön Türkler'e katılmış ya da destek vermiştir. Kendisi de bir Jön Türk olan Yahudi tarihçi Avram Galante'nin yazdığına göre, çok sayıda Selanikli Yahudi ki şehir nüfusunun yarısından çoğunu onlar oluşturmaktadırlar Jön Türkler'e büyük destek vermişlerdir:
Rafael Benuziyar, Selanik'te eczacıydı. Eczanesi Jön Türklerin buluşma yeri idi. Bundan başka İdare-i Hamidiyece şüphe altında bulunan Jön Türklerin haberleşmesi Benuziyar vasıtasıyla gelir, giderdi. 22 Temmuz 1908 senesi akşamı, yani Meşrutiyetin ilan edileceği günün öncesi, Selanik duvarlarına bildiri yapıştıranlardan ve bunları evlere dağıtanlardan biri olmuştur. Aşer ve Avram Salem Kardeşler, Fransa'ya kaçarak Jön Türk hareketine destek vermeye devam etmişlerdir. Leon Gatezno da Fransa'da Jön Türkler lehine büyük faaliyetler yapmıştır. Selanik manifatura tüccarlarından olan Tiamo, Selanik'teki Jön Türk grubuna büyük hizmetlerde bulunmuş ve servetini Jön Türklerin emrine vermiştir.30
Yahudiler'in Jön Türkler'e verdiği destek, bir başka Yahudi tarihçi Isaiah Friedman tarafından da vurgulanır. Friedman, Joseph Naor, Haham Jacob Meir, Nissim Russo, Nissim Mazliyah gibi isimlerin önemine dikkat çeker. Özellikle de ünlü bir ismi, Emmanuel Karasso'yu vurgular. Friedman, sözkonusu kişilerin işlevini şöyle açıklar: "Karasso, Mazliyah ve Russo'nun görevi Türk politikacıları Siyonizmden çekinmenin gereksiz olduğuna inandırmak, bunları davalarına kazandırmaktır... Bunlar kısa sürede amaçlarına ulaştılar. Ahmet Rıza, Enver ve Talat'ı kazandılar." 31
Jön Türkler'in Yahudilerle olan ilişkisi, daha pek çok kaynakta ayrıntılı olarak incelenmiştir.
Jön Türk hareketinin Siyonistlerle bu denli içli-dışlı olmasının yanında bir özelliği daha vardır. Hareket, mason localarıyla da içiçedir. Hareketin Selanik'te kurulu olan Macedonia Risorta ve Veritas localarıyla yakın ilişki içinde, hatta neredeyse "özdeş" olduğu bilinen bir gerçektir. Türk masonlarının "Büyük Üstad"larından Kemalettin Apak, "Selanik'teki Macedonia Risorta ve Veritas locasının İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin gelişmesinde ve Meşrutiyet'in ilanının temin edilmesinde de mühim rolleri olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu localardan büyük bir kuvvet almıştır" diye not ediyor.32
Aynı konuya tarihçi Prof. Tarık Zafer Tunaya da işaret eder:
Masonluk, Osmanlı toplum koşulları içinde kendiliğinden oluşmadığı için, tamamen ithal malıdır. Kurucuları yabancı tebaadan (levanten) kişilerdir. Locaların büyük kısmında tek Türk ve Müslüman üye yoktur, tümüne yakın çoğunluğu yabancı dilde çalışmışlardır. Bu durum 1900 yılından itibaren değişmeye başlayacaktır. Masonluk tarihine göz gezdirilince, büyük ihtilal ve devrim hareketleri önderlerinden çoğunun Mason oldukları saptanabilir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk 'hürriyetçi ve meşrutiyetçi' akımların kalkış noktasında Mason örgütünün bulunduğunu söylemek tarihsel gerçeklere aykırı düşmez. Tanzimat Ricalinin (devlet adamlarının) çoğu Masondur. (Fuat Ali Paşalar, Mustafa Reşit Paşa) Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet seçkinleri de siyasal eğilimlerini Loca'larda geliştirmişlerdir. (Mithat Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi, Şinasi, İbrahim Hakkı Paşa, Sadullah Paşa, 5. Murat, kardeşleri Şehzade Nurettin ve Kemalettin Efendiler, (mabeyinci) Bestekar Ali Haydar Bey, Ali Şefkati Bey ile aynı locaya üyedir.) 33
İlginç olan önce Jön Türkler'le, daha sonra da İttihat ve Terakki ile içli-dışlı olan locaların, asıl olarak Yahudilerin egemenliğinde olmasıdır. Türk masonlarının "büyük üstad"larından Rıfat İnsel, konuyu şöyle açıklar:
Veritas Locası'nın resmi kuruluşu 17 Eylül 1904'te kutlandı. Kurucu üyelerden, Üstad-ı Muhterem Yitzhak Vita Modyano, 1. Nazır Yitzhak Rabeno de Botton, 2. Nazır Yakob M.Mosseri, hatip David Josef Kohen, katip Pol Yitzhak Modyano ve geri kalanlarının tümü, Selanik'in Musevi cemaatine mensuptu. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. 20. yüzyılın başlarında Selanik nüfusunun yarısından fazlasının Musevi olduğu bilinen bir gerçektir. Museviler sadece çoğunluk olmaktan başka, maddi durumlarının parlaklığı, öğrenim düzeylerinin yüksekliği ve Batı'dan gelen pozitivist düşüncelere ileri derecede açık oluşları ile temayüz ediyorlardı. Böyle bir ortamın mason atölyelerinin yerleşmesi için çok elverişli olacağı kuşkusuzdur.34
Abdülhamid'in Tahttan İndirilişi
Tüm bunlar, Osmanlı içindeki önde gelen ve Siyonist harekete destek veren Yahudilerin, aynen Herzl'in planladığı gibi Abdülhamid'i tahttan indirme yolunda Jön Türkler'le işbirliği içine girdiklerini açıkça gösteriyor. Dönemin şartlarının, Siyonistlerle Jön Türkler arasında bir tür doğal ittifak oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu doğal ittifakın çeşitli dayanakları vardı. Herşeyden önce, her iki taraf da Abdülhamid'in tahttan indirilmesini olmazsa olmaz şart olarak görüyordu. Büyük maddi imkanlara sahip Siyonistlerle güçlü bir organizasyona sahip olan Jön Türklerin birleşmesi, etkili bir güç oluşturmuştu. Jön Türkler'in, Selanikli Yahudilerin aracılığıyla, Viyana, Budapeşte ve Berlin, Paris ve Londra'daki sermayedarlarla bağlantı kurdukları ve finansman sağladıkları da bilinmektedir.35
Siyonistler, Jön Türkler'i ideolojik yönden de olumlu buluyorlardı. Çünkü Rıfat İnsel'in vurguladığı gibi, Batı'nın "pozitivist" öğretileri üzerine kurulu olan localarda yetişen Jön Türkler, hiçbir İslami kimlik taşımıyorlardı. Dolayısıyla, iktidara geldiklerinde bir İslam Birliği değil, "ulus-devlet" kurmaya yönelik davranacakları belliydi. Böylesi bir iktidardan Kutsal Topraklar için taviz istemek ise zor olmayacaktı. Ayrıca Jön Türkler'in bu seküler (din-dışı) yapısı, yalnızca Kutsal Topraklar'ın alınması açısından değil, Yahudi önde gelenlerinin tercih ettikleri devlet ve toplum modeline uygun olması yönünden de onay almıştı.
Bu ortam içinde Abdülhamid'e karşı gelişen muhalefet, asıl büyük icraatını 31 Mart Ayaklanması ile gerçekleştirdi. Sözde ayaklanmayı bastırmak için Makedonya'dan İstanbul'a gelen Hareket Ordusu, isyanı bahane ederek Abdülhamid'i tahtından indirdi. Böylece doğal ittifakın önündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış oluyordu. Abdülhamid'i tahtında indiren Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket'in kişiliği ise "doğal ittifak"ın rolünü yansıtması açısından ilgi çekiciydi. Çetin Yetkin, Türkiye'nin Devlet Yaşamında Yahudiler adlı kitabında, Mahmut Şevket'in geçmişindeki ilginç bir bağlantıyı not ediyor:
... Bağdat Valisi olduğu sıralarda Mithat Paşa'nın, öksüz kalınca sahip çıkıp ilk eğitimini bir Yahudi okulunda (Alliance Universal Israelit=Evrensel Yahudi Birliği) yaptırttığı Mahmut Şevket, yıllar sonra Mahmut Şevket Paşa olarak Hareket Ordusunun başında İstanbul'a girecek ve II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinde en önemli rollerden birini oynayacaktır ki, Galante bunu, Mithat Paşa'nın öcünün alınması olarak değerlendiriyor.36
Abdülhamid'in tahttan indirilişindeki "Yahudi faktörünü" gösteren daha da ilginç işaretler vardır. Padişaha tahttan indirildiğini haber vermeye giden dört kişilik heyetin içinde, Selanik localarında Jön Türkler'e destek veren Yahudilerin başında gelen Emmanuel Karasso da vardır:
Sultan'a durumu bildirmeye gelen heyet dört kişiden oluşuyordu. Esat Toptani, Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi ve Emmanuel Karasso'ydu. Abdülhamid en çok bu heyet içersinde Emmanuel Karasso'nun yer almasına üzülmüştü. Sürgüne gönderildiği Selanik'te muhafızlığıyla görevli yüzbaşıya bu durumla ilgili olarak şunları söylemişti.
'Bana en çok dokunan, bu Mason taslağı Yahudi'nin hal kararını tebliğ edişi olmuştur. Yıldıza gelen mebuslar heyetinde Emmanuel Karasso'yu hiç unutamıyorum. Bu suretle makam-ı hilafet'e hakaret edilmiştir. Yahudilerin, Hazreti Peygamber zamanından beri Sadr-ı İslam'a ve Makam-ı Hilafet'e karşı duydukları kin ve nefret cümlenin malumudur. Ben Osmanlı tahtında iken Siyonistlik davası için bir gün huzuruma Beynelmilel Yahudi Teşkilatının kurucusu Theodor Herzl ile hahambaşı gelmişlerdi. Bunları Yıldız Sarayı'nda kabul etmiş ve maksatlarını dinlemiştim. Her ikisi Yahudiler için bir yurt dileğinde idiler. Bunun için de Kudüs'ü gösteriyorlardı. Hatta o Theodor Herzl, Zat-ı Haşmetpenahileri'ne arz ederim ki Kudüs için her kaç milyon altın tensip buyursanız, derhal takdime amadeyiz, demişti... Makam-ı Saltanatımız'a bu iki Yahudi rüşvet teklifi cesaretinde bulunmuşlardı. Terkedin burayı, vatan parayla satılmaz! diye bağırmıştım. İşte bundan sonra Yahudiler, bana düşman oldular. Şimdi burada Selanik'te çektiklerim, Yahudilere yurt göstermeyişimin cezasıdır'.37
Halife'nin tahttan indirilişinin ardından iktidarı ele alan İttihatçılar, kısa süre içinde kendilerinden beklenen ilk icraatı yerine getirdiler ve Abdülhamid'in koyduğu Filistin'e Yahudi göçü yasağını kaldırdılar:
Abdülhamid'in tahttan indirilmesiyle İttihatçılar faaliyetlerini sürdürmede büyük bir rahatlığa kavuştular. İlk iş olarak Abdülhamid döneminde Siyonist faaliyetlere getirilen kısıtlamalar kaldırıldı. Meclis'ten geçirilen kanun veya kararnamelerle Siyonistlerin Filistin'deki faaliyetlerine büyük kolaylıklar getirildi. Hükümet yetkilileri Yahudilerin Filistin'deki yerleşimlerinden memnunluk duyduklarını belirtiyorlardı... Beyrut valisi Mayıs ortalarında İstanbul'a geldiğinde Dr. Jacobson'un (Yahudi liderlerden ve Le Jeun Turc gazetesinin finansörü) bir akşam yemeği davetini kabul etmiş ve yemekte Filistin'e Musevi iskanının tamamiyle lehinde olduğunu kaydetmişti.38
Bir süre sonra Araplar'dan gelen yoğun tepki sonucunda İttihatçılar bu kararlarından dönmek zorunda kaldılar. Ama zaten çoktan iş işten geçmiş ve Halife'nin indirilişi ile birlikte İmparatorluk hızla dağılma sürecine girmişti. Çünkü Osmanlı'yı bir İslam Birliği halinde ayakta tutabilmenin son fırsatı da yok edilmiş oluyordu. Localarda Batı'nın pozitivizmi ve ulusçuluk öğretisi ile "aydınlanmış" olan ve artık İttihat ve Terakki çatısı altında toplanan Jön Türk kadroları iktidarı ele geçirmişlerdi. Böyle bir ideolojinin savunuculuğunu yapanların, devleti oluşturan Müslüman halkları ki Müslüman olmayanlar zaten bağımsızlıklarını kazanmışlardı bir arada tutması ise elbette mümkün değildi. Çöküş kaçınılmazdı. İttihatçılar'ın Yahudi göçüne izin verip vermemesinin de anlamı kalmamıştı; çünkü artık İmparatorluğun ancak üç beş yıllık ömrü kalmıştı. İttihatçılar'ın ilk başta Siyonistler lehine aldıkları, sonra da Arap tepkisi nedeniyle iptal ettikleri karar, asıl olarak, iki taraf arasındaki bağlantıyı göstermesi bakımından önemlidir.
Osmanlı'nın Çöküşünün İdeolojik Temelleri
Osmanlı'nın çöküşünde ulusçuluğun oynadığı rolü inceleyenlerin bazıları, imparatorluğun çökeceğinin kesin olarak anlaşılmasından sonra, ulusçuluğun tek yol olarak görüldüğünü, ilk ayrılanların Araplar olduğunu ve imparatorluğun ardından "ulus-devlet" kurulmasından başka çare bulunmadığı tezini işlerler. Ayrıca, ulusçuluğun zaten modern çağın vazgeçilmez ideolojisi olduğunu hatırlatır ve bu ideolojiye sarılmanın devlet olmanın biricik şartı haline geldiğini söylerler.
Oysa, tüm bunlar, ulusçuluk ideolojisinin İslam dünyasına Batı tarafından sokulduğu ve İmparatorluğun büyük ölçüde bu yüzden yıkıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Önce Türklerin mi yoksa Arapların mı bu ideolojiye kapıldığı ayrıca tartışılabilir. Ama hangi taraf önce davranıp, diğerini yüz üstü bırakmış olursa olsun, bu durum, önemli ölçüde Batı etkisinde gerçekleşmiştir. İnkar edenlerin, iman edenler arasında "cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu kılıp-kışkırttıkları"nı (Fetih Suresi, 26) bildiren Kuran'ın hükmü, Osmanlı'nın çöküşü için de geçerlidir.
Napolyon'un 19. yüzyılın hemen başındaki Mısır seferine dek, Osmanlı'nın Müslüman halkları tam bir bütünlük ve huzur içinde yaşıyordu. Bu tarihten sonra Fransız Devrimi'nin etkisiyle esmeye başlayan ulusçuluk rüzgarları, önce Balkanlar'daki hıristiyan azınlıkları etkiledi. İlginç olan, azınlık isyanlarının, özellikle de Sırp isyanının localar tarafından desteklenmesi, hatta organize edilmesiydi. Bu, bizlere, ulusçuluğu kullanarak Osmanlı'yı parçalamak isteyen Batılı güç odaklarının başında mason örgütlenmesinin geldiğini gösterir. Osmanlı toplumuna ilk ulusçu fikirleri aşılayan Napolyon'un Mısır seferinin gerçek amaçlarından birinin "Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak" olması da anlamlıdır. (Bkz 3. bölüm)
Mason örgütlenmesi, Arapların Osmanlı'ya karşı isyan etmesinde de Balkanlar'da oynadığı misyonu aynen yerine getirmiştir. Emekli Büyükelçi İsmail Berduk Olgaçay, 20. yüzyıl başında bazı Arap şeyhlerinin mason localarına alındıklarını, hatta "üstad"lık derecelerine ulaştıklarını ve Arap ayaklanmalarında da önemli rol oynadıklarına dikkat çeker. Olgaçay, H. U. F. Winstone'un yazdıklarını kaynak göstererek şöyle der:
... Bu konulara (masonluk ve Osmanlı'nın yıkılışı) yaklaşım genellikle yüzeysel kalıyor, fazla derine gidilmiyor. Oysa Winstone, biraz da olsa yüzeyin altına iniyor. Bazı Türk, İngiliz, Arap masonların adlarını, bazılarının o zamana kadar bilinmeyen eylemlerini anlatıyor. Bu açıklamalardan, İngiliz Mason Örgütü açısından, Türkiye'nin, Mezopotamya ve Hindistan'ı da kapsayan Doğu Bölgesi içinde yer aldığı anlaşılıyor Dışişleri Bakanlıklarının ya da Haberalma Örgütlerinin bölge ve iş taksimatı gibi bir şey. Doğu Bölgesinin başında 1873'ten 1898'e kadar Stephan Soucouladi adında bir zat var...
Masonların bölgede yeni birimler kurarak gittikçe genişledikleri anlaşılıyor... Zaman geçtikçe Mezopotamya locaları gittikçe büyük önem kazanıyor. Bu bölgede eylemleri ile dikkat çeken iki kişi var. Bunlardan biri Muhammere Şeyhi Hazal. Muhammere, Basra'nın karşısında, Şattülarabs'ın İran kıyısında, şimdi yerinde yeller esen bir şeyhlik. Şeyh Hazal, bütün Mezopotamya'nın büyük üstadı, Güney İran ve Irak'taki petrol tesislerinin de koruyucusu gücü bunu yapmaya nasıl yetiyor, meraka değer. Ayrıca Kuveyt Şeyhi Mübarek, Riyad'da oturan İbni Saud, Osmanlı ordusunda hizmet gören ve kısa süre sonra ayaklanacak Arap subayları ile sıkı ilişkiler içinde. Türkiye ve İran'da patlak verecek ayaklanmalarda etkili olduğu kitapta açıklanıyor.
İkinci kişi Şeyh Mübarek. Kuveyt devletinin bugünkü şeklini alışında büyük rolü olan ve Kuveytlilerin Büyük Mübarek diye adlandırdıkları bu kişi de Büyük Üs- tad. Kuveyt tarihini şekillendirmiş olan bu kişinin önemi hakkında şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Kuveyt devletinin başına geçmek için Sabah ailesinden olmak gerektiği malum, fakat bu yeterli değil. Bir de Mübarek'in hattından geçmek lazım...39

Osmanlı'nın çöküşü, Yahudi önde gelenleri için büyük bir önem taşıyordu. Çünkü böylece Vaadedilmiş Topraklar İslam egemenliğinden çıkıp, "Hıristiyan Siyonist" bir güç olan İngilterenin eline geçiyordu. Bu nedenle, Yahudi önde gelenleri ve masonluk arasındaki İttifak, Osmanlı'nın çöküşü için büyük bir çaba harcadı.

Yanda, tarihi bir gün, 9 Aralık 1917; Kudüs'ün İngiliz orduları tarafından işgali.
Yalnızca bunlar bile, Arap ayaklanmalarında locaların büyük rolü olduğunun önemli işaretleriydi. Masonların devrede olduğu bir organizasyonda Yahudi önde gelenlerinin yer alması ise elbette yadırganacak bir gelişme değildi. Önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi, Siyonist liderler Osmanlı'nın Ortadoğu'dan çekilmesini ve bölgenin kendi davalarını destekleyen İngilizler'in denetimi altına girmesini istiyorlardı. O dönemlerde, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulmasını başlıca misyon edinmiş İngiltere, bilindiği gibi Arapları Osmanlı'ya karşı ayaklanmaya teşvik etmişti. Bu ajitasyonun bir numaralı ismi olan Arabistanlı Lawrence'ın (Lawrence of Arabia), o sıralarda Siyonizmin en büyük destekçilerinden olan Lord Rothschild ile son derece yakın ilişkiler içinde olması dikkat çekicidir.40
Osmanlı'ya isyan eden Arapların İngilizler'in kışkırtmasına alet olduğu kuşkusuzdur. Burada atlanmaması gereken nokta ise İngilizler'in bu işi yaparken, resmi tarihte sıkça tekrarlanan petrol, stratejik çıkarlar gibi nedenlerin de ötesinde, Siyonizme destek verme hedefinde olduklarıdır. Dönemin İngiliz politikacılarının genelde birer "Hıristiyan Siyonist" olduklarını önceki sayfalarda görmüştük.
İngilizler, Siyonizmin ya da diğer bir deyişle Mesih Planı'nın hedefleri doğrultusunda böyle bir ulusçuluk propagandası yaparken, İslami kimliği güçlü liderlerin Osmanlı'ya bağlı kalmış olması da unutulmamalıdır. Bu kim- likten kopmuş Arap liderler isyan etmişlerse de, örneğin o dönemde Kürtlerin lideri olan Şeyh Mahmut El-Berzenci, İngilizlere alet olmamıştır. Öyle ki, Şeyh Mahmut, Kürtlerin Osmanlıyla savaşması için kendisiyle görüşmeye gelen İngiliz valisinin elini bile sıkmamış, "Müslümanların halifesine savaş açan bir ülkenin valisinin eli necis (pis)dir" cevabını vermişti. Yine bir başka Kürt lideri olan Adıyamanlı Bedir Ağa, kendisini isyana teşvik etmek için altın yüklü katırlarla gelen İngiliz temsilcisine "Ben Halife'ye isyan etmem" demiş ve İngiliz temsilcisini altınlarıyla birlikte kovmuştu.
Ama İslami kimliği güçlü liderler "Müslümanların Halifesi"ne böyle bir bağlılık gösterdiği sıralarda, Müslümanlık bilinci, hilafetin merkezi olan İstanbul'da gittikçe erimekteydi. Batı'nın pozitivist düşünceleriyle localarda "aydınlanmış" olan Jön Türk-İttihatçı geleneğinin liderleri, İslam Birliği'ni çoktan gözardı etmiş ve yine localardan aldıkları ulusçuluk ideolojisine kapılmışlardı...
Ve, doğal olarak, Osmanlı İmparatorluğu tarihin derinliklerine gömüldü.
İkinci Sorun: "Sürgünlerin Toplanması"...
Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşı ile yıkılması ve Kutsal Topraklar'ın İngiltere'nin eline geçmesi, Siyonist liderler açısından önemli bir problemin, "Osmanlı sorunu"nun ve ona bağlı olan "Kutsal Topraklar sorunu"nun aşıldığı anlamına geliyordu. Kutsal Topraklar'a dönüş projesinin birinci şartı yerine getirilmiş, asırlardır beklenen şey olmuş, "Yahudi diyarı" kurtarılmıştı. Bu "diyar", orayı Yahudilere vermeye hazır olan ve bunu, birer "Hıristiyan Siyonist" olan yöneticilerinin yayınladığı Balfour Deklarasyonu ile dünyaya duyuran İngiltere'nin eline geçmişti. Amerika da Yahudilerin arkasındaydı.
Öyleyse Kutsal Topraklar'a dönüş başlayabilirdi. İsrail, "sürgünlerini toplamaya" hazırdı...
Ancak, Kutsal Topraklar sorununun çözülmüş olmasına rağmen, laik ve dindar Siyonistlerin kurduğu ittifak, bu aşamada ikinci bir sorunla karşılaştı. Bu kez sorunun kaynağı Yahudi halkıydı. Çünkü dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudilerin büyük bölümü, evlerini bırakıp Kutsal Topraklar'a göç ederek sonu belli olmayan bir maceraya atılmak istemiyorlardı. Gitmek isteyenler, yalnızca bir grup idealist Yahudiydi. Bunların bir bölümü, Kabalacılar'ın savunduğu gibi, Kutsal Topraklar'a dönüşü Mesih'in ayak sesleri olarak görüyor ve bu büyük Plan'da yer alabilmek için varlarını-yoklarını satıp Filistin yolunu tutuyorlardı. En önemlileri, Rusya ve Doğu Avrupa'da etkili olan Hibbat Zion (Siyon Aşıkları) adlı örgüttü. İdealist kanadın içindeki ikinci grup ise laik Siyonistlerin yolunu izleyen, yani dinden uzak ama "ırk bilinci"ne yeterince sahip olan ve bir Yahudi ulus-devleti kurmak isteyen Yahudilerdi.
Buna karşın, Yahudi cemaatleri içinde çok sayıda insan Filistin'e dönüşe soğuk bakıyor, hatta bazıları buna açık açık karşı çıkıyorlardı. Karşı çıkanların arasında dindarlar da vardı. Bu dindarlar, konunun başında da vurguladığımız gibi, Kabalacı gelenekten habersizdiler ve dolayısıyla Mesih'in gelişinin
tamamen kutsal bir biçimde ve insan iradesi dışında gerçekleşeceğine inanıyorlardı. (Ancak bu "saf" dindarların tamamına yakını, İsrail Devleti kurulduktan sonra Kabalacılar tarafından ikna edildiler ve bu teolojik başkaldırıdan vazgeçtiler.)
Ancak, asıl büyük sorunu, hem dini yapısını hem de ırk bilincini yitirmiş olan büyük Yahudi kitleler oluşturdu. Bu "sıradan" Yahudiler Siyonizm için en büyük engellerden biri durumundaydılar. Çoğu, yaşadıkları ülkelerde belli bir zenginliğe ulaşmıştı ve statükodan memnun hale gelmişti. Daha da önemlisi, 19. yüzyılda Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde Yahudilere sağlanan politik eşitliğin getirdiği özgür ortam nedeniyle, "Yahudi" olduklarını gittikçe daha az önemser hale gelmişlerdi.
2. bölümde de değindiğimiz gibi politik eşitlik, Yahudi önde gelenlerince aslında Mesih Planı'na doğru giden yolda olumlu bir aşama olarak değerlendirilmişti. Kabalacılar, Yahudilerin hıristiyanlarla eşit haklar kazanmalarını "Mesihi dönemin ilk ışıkları" olarak yorumlamış ve bu sayede Avrupa politikasını birinci elden kontrol etme imkanına sahip olacaklarını hesaplamışlardı. Ancak politik eşitliğin hesaba katılmayan bir büyük sakıncası doğmuştu: Yahudiler üzerindeki kısıtlamaların kalkması, Yahudi toplumunda önemli bir dini inanç ve "ırk bilinci" kaybı yaratmıştı. Alman tarihçi Werner Sombart, Ortaçağ boyunca Yahudiler üzerine konmuş olan hukuki kısıtlamaların gerçekte hahamların (bu elbette Kabalacılar'ı da yoğun olarak kapsar) otoritesine yaradığını şöyle vurguluyor:
Ulusal Tapınakları yerle bir edilip, devletleri sona erdirildiği zaman, Yahudiler, Ferisilerin ve Heine'nin 'portatif anavatan' diye adlandırdığı Tevrat'ın çevresinde kümelendiler. Hahamlar böylece otoritelerini kurdular ve Yahudilerin Ortaçağ'daki kaderi yalnızca bu otoritenin güçlenmesine yaradı... Aralarında yaşadıkları milletler tarafından dışlandıkça veya kendi kendilerini dışladıkça hahamların etkisi de o kadar artıyordu.41
Ancak Sombart'ın da tespit ettiği bu sistem Aydınlanma ile değişti. Yahudiler üzerine konan bu kısıtlamalar hıristiyan kökenliydi ve Kabalacılar ve Tapınakçı geleneği koruyan masonlar arasındaki İttifak, 2. bölümde incelediğimiz gibi, Avrupa'yı önce Protestanlık sonra da Aydınlanma ile Hıristiyanlık'tan koparmıştı. Avrupa'nın Hıristiyanlık'tan kopması, Yahudiler üzerindeki kısıtlamaların kalkması anlamına geliyordu ve bu da Yahudi kimliğinin erimesi ve başta Kabalacılar olmak üzere hahamların Yahudi toplumu üzerindeki gücünün zayıflaması sonucunu yaratmıştı. Siyasi Siyonizmin Yahudi toplumlarından beklenen oranın çok altında kabul görmesi, bu sürecin tehlikeli bir boyuta ulaştığını gösterdi.
Kuşkusuz bu durum, Kabalacılar ve onların laik partnerleri haline gelmiş olan Siyonist liderler için kabul edilemez bir durumdu. Asırlar boyu süren bir uğraştan sonra Kutsal Topraklar'a dönüşü başlatma imkanına sahip olmuşlardı. Mesihi dönemin çok yaklaştığını düşünüyorlardı. Mesih'le ilgili son kehanetlerden biri olan "sürgünleri toplama" projesine girişmek üzerelerdi. İşte böylesine kritik bir aşamada, Yahudi toplumunun önemli bir bölümü, Mesih Planı'na yüz çeviriyor, adeta Kabalacılar'a ihanet ediyorlardı.
İhanet, Kabalacılar ve Siyonist liderler için affedilir şey değildi. Bu nedenle, "ikinci sorun"a, yani Yahudi toplumunun bilinçsizliğine yönelik olarak aranan çözüm, aynı zamanda bir "cezalandırma" boyutu da içermeliydi.
İşte tam bu sıralarda, Avrupa'da yeni bir akım gittikçe güçlenmeye başlamıştı...
19. Yüzyıl Irkçılığı ve Modern Antisemitizm
Kitabın 2. bölümünde incelediğimiz gibi, Kabalacılar ve Tapınakçı geleneğin koruyucusu olan masonlar arasında kurulu olan İttifak, Avrupa'yı Hıristiyanlık'tan kopardıktan sonra, yerine ideolojileri yerleştirdi. Liberalizm, sosyalizm gibi ideolojilerin, birbirlerine karşıt tarafları olmasına rağmen, İttifak'ın dünya görüşünün temeli olan, sekülerizm, "yeryüzü cenneti" ve "ilerleme" gibi kavramları paylaştığını inceledik.
İttifak'ın dünya görüşünden doğan bu ideolojilerin biri de ırkçılık saplantısıydı. Irkçılık da, kitabın 1. bölümünde incelediğimiz gibi, Katolik Avrupa'nın tanımadığı bir düşünceydi ve "dışardan" getirilmişti. Kaynak ise yine aynıydı: İttifak'ın dünya görüşü, ya da daha açık bir ifadeyle İbrani öğretisi. Çünkü, bir ırkın ötekilere üstün olduğu gibi bir safsatayı savunan, yani ırkçı olan tek geleneksel kaynak Yahudi diniydi. Katolik Avrupa düzeninin sarsılmasının ardından başlayan "Tevrat'a dönüş" hareketi, Tevrat'a eklenmiş olan ırkçı düşünceyi Avrupa'ya da taşımıştı. Irkçı ideolojinin mimarları, kendilerine Tevrat'ı kaynak edinmişlerdi.
Örneğin, yine 1. bölümde incelediğimiz gibi, İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine adlı kitabıyla ünlenen Arthur de Gobineau, bunlardan biriydi. İnsan ırklarını bir "merdiven" teorisi ile sınıflara ayıran ve merdivenin en alt basamağına siyahları, ortasına sarı ırkı, en üstüne de beyazları yerleştiren Gobineau, bu "tasnif"i yaparken, temel kaynak olarak, Tevrat'a eklenmiş olan "Nuh'un oğulları" efsanesini kullanmıştı. İngiliz ve Amerikan (Anglo-Sakson) ırkçılığının da İbrani öğretisiyle çok içli-dışlı olduğunu, hatta Anglo-Sakson ırkçılarının kendilerini Yahudilerle özdeşleştirerek "üstün"lüklerini (!) kanıtlamaya çalıştıklarını yine 1. bölümde konu edindik.
Ancak, Anglo-Sakson ırkçılarının aksine, başta Alman ırkçıları olmak üzere pek çok ırkçı düşünür, bir yandan da antisemit düşünceler geliştirdiler. "Aryan" ve "Sami" ırkları arasındaki farktan söz eden bu ırkçı düşünürler, Yahudilerin, kendi ırkları arasında yaşayarak, ırklarının "saflığını" bozduklarını söylüyorlardı. Onlara göre, Yahudiler tecrit edilmeli ve kendi ırklarıyla karışmaları önlenmeliydi. Bu düşünürlerin Yahudileri tecrit etmeye yönelik düşüncelerinden güç bulan fanatik Yahudi aleyhtarlığına ise "modern antisemitizm" dendi. Bu antisemitizm "modern"di; çünkü Ortaçağ'ın aksine, Yahudilere dinleri nedeniyle değil, ırkları nedeniyle antipati duyuyordu. Özellikle Yahudilerin elde ettikleri servete paralel olarak yükselen antisemitizm, 19. yüzyılın sonunda Fransa'daki ünlü Dreyfus olayı ile doruğa tırmandı.

Modern çağ dini yok edince, ırkçılık doğdu. Irkçılığın doğal bir sonucu ise modern antisemitzm oldu. Avrupalı ırkçıların hemen hepsi, kendi ırklarını "saf" hale getirmeyi hedefliyordu; bunun için yapılması gereken en önemli şey ise, başta Yahudiler olmak üzere azınlıkları toplumdan dışlamaktı. Bu amaçla, sistemli bir Yahudi düşmanlığı körüklemeye başladılar. Viyana'da yayınlanan ve Yahudiler vampir olarak tasvir eden yandaki Kikeriki dergisi, Avrupa'daki sayısız antisemit yayından biriydi.
Ancak antisemitizme dayanak olan ırkçı düşünürlerin ilginç bir özelliği vardı: Bunlar, Yahudilerin ırklarına karışmasını bir tehlike olarak görüyorlardı belki ama, bir yandan da Yahudilere karşı büyük bir hayranlık besliyorlardı. Çünkü gerçekleştirmeyi hedefledikleri ırk izolasyonunu en iyi başaranlar Yahudilerdi. Yahudilerin bu başarısına hayran olanların başında da Alman ırkçılığının en önemli kuramcısı ve Hitler'in de ilham kaynağı olan Houston S. Chamberlain geliyordu. Chamberlain, "üstünlüklerini yeniden üretmek için Kan Yasası'nı uygulamakta gösterdikleri beceriden dolayı" Yahudilere hayrandı. "Onlar, ana kaynağı el değmemiş durumda korumuşlardır, ona bir damla bile yabancı kan karıştırmamıştır" diyordu.
İşte 19. yüzyıl ırkçılığının tamamen Yahudilerle özdeşleşmeye çalışan Anglo-Saksonlar'ı hariç tutarsak böyle garip bir özelliği vardı. Hareket, felsefi temelini İbrani öğretisindeki "üstün ırk" kavramından alıyor ve Yahudilerin asırlardır sahip olduğu ırk bilincine ulaşmaya çalışıyordu. Yahudilerin bu yöndeki yeteneklerinden dolayı da, onlara hayranlık besliyordu. Öte yandan,
kendi ırklarını saf tutabilmek için, Avrupa ülkelerindeki en büyük azınlık olan Yahudileri tecrit etmeye çalışıyorlardı. Çünkü, az önce de vurguladığımız gibi Yahudiler politik eşitlik kazanmalarının ardından kendi ırk bilinçlerini yitirmeye ve Avrupa toplumları içinde asimile olmaya başlamışlardı.
Bu noktada çok ilgi çekici bir gerçekle karşılaşıyoruz: Yahudilerin asimilasyonundan rahatsız olanlar, yalnızca Avrupalı ırkçılar değildi. Yahudilerin asimilasyonundan rahatsız olan, Avrupalı ırkçılardan başka, ikinci bir grup daha vardı.
İkinci grup kimdi dersiniz?
Kuşkusuz ikinci grup, Yahudilerin Avrupalı halklar içinde asimile olmaya başlamasından,"Yahudi ırkı" adına rahatsız olanlardı. Yani Tevrat'ın, "başkalarına kız vermeyeceksiniz ve onlardan kız almayacaksınız" hükmüne sıkı sıkıya bağlı olan Kabalacılar ve onların laik partnerleri olan Siyonist liderler...
Ortaya ilginç bir tablo çıkmıştı. Bir taraf, Yahudilerin kendi ırklarına karışmamasını istiyordu. Öteki taraf ise kendi ırkları olan Yahudi ırkını, diğer ırklardan ayrı tutabilmenin ve "Yahudi bilinci"ni koruyabilmenin derdindeydi. Görüldüğü gibi yapmak istedikleri aslında aynı şeydi. Aralarında bir felsefi paralellik de vardı. Peki neden bu işi hep birlikte yapmasınlardı?
Bu soruya ilk açık cevap, Theodor Herzl'den geldi.
Herzl'in Antisemitizm Politikası
"Bütün antisemitler bizim en
yakın dostlarımızdır."
- Theodor Herzl
Yahudi toplumlarının eskiden beri sahip oldukları, ancak 19. yüzyılda erimeye başlayan ırk bilincini yeniden uyandırmanın kuşkusuz en iyi yöntemi, Yahudi aleyhtarlığını körüklemekti. Kabalacıların olayı böyle gördüğüne kuşku yoktu. Zaten bu yöntem, onlar için artık gelenekselleşmiş bir yöntemdi. Hatırlayalım: Mesih Planı'nın ilk büyük aşaması olan İspanya sürgününü de Kabalacılar kışkırtmıştı ve kendi halklarını "antisemitizm" kullanarak kehanete göre "dünyanın dört bir yanına" dağıtmışlardı. Şimdi onları Kutsal Topraklar'a döndürmek, "sürgünleri toplamak" için, en iyi yol yine aynıydı: Yahudileri bu iş için zorlamak. Bu Yahudileri hem göçe ikna edecek, hem de onlara kaybetmekte oldukları ırk bilincini yeniden kazandıracaktı.
İşte bu nedenlerden ötürü, Alkalay ve Kalischer gibi Kabalacılar'ın çizdiği stratejiyi izleyen Siyasi Siyonizm hareketi, antisemitlerle işbirliği yapmaya karar verdi. Kararı uygulamaya koyan kişi, hareketin ilk lideri olan Theodor Herzl'di. Theodor Herzl, çok iyi farketmişti ki, Yahudileri bulundukları ülkelerden ayrılarak İsrail'e göç etmeye zorlamak için Siyonizmin Yahudi düşmanlığına ihtiyacı vardı. Bu nedenle, ikna planı bu temel üzerine kurulmalıydı.
Bu arada, 19. yüzyıldaki ırkçılığa paralel olarak doğan antisemitizm, zaten, çoğu Yahudinin, bundan böyle Avrupa'da hiçbir kısıtlama altında kalmadan yaşayacakları yönündeki umutlarını yok etmeye başlamıştı. Theodor Herzl, bu konuyu ısrarla işleyerek, antisemitizmin bir tür hastalık olduğunu, bu hastalığın tedavisinin bulunmadığını, Yahudiler için tek kesin kurtuluşun Filistin'de bir devlet kurmakta yattığını ilan edecekti. Herzl'in "Yahudiler ve Yahudi olmayanlar kalıtımsal olarak uyum içinde bir arada yaşayamazlar" şeklindeki tezi, aslında Yahudi-aleyhtarı ırkçıların teziyle büyük bir paralellik gösteriyordu.
Herzl işte bu nedenle Siyonist tez ile Avrupalı antisemit ırkçılar arasındaki büyük paralelliğe değinerek şöyle demişti: "Antisemitizm, bizim isteklerimize şahane bir yardımcı olacaktır."
Herzl, 'Bütün antisemitler bizim en yakın dostlarımızdır' diyordu. Böylelikle göç kolaylaşacaktı. Herzl 9 Haziran 1895'te günlüğüne ise şöyle not düşüyordu: 'Ülkesindeki Yahudilerin orayı terketmesi için, önce Çar'la görüşeceğim, sonra Alman Kayzeri'yle, sonra Avusturyalılarla sonra da Fas'taki Yahudiler için Fransızlarla'.42
Herzl, Yahudileri göç ettirmek için yalnızca diplomatik temaslarla yetinmedi. Ünlü Fransız düşünür Roger Garaudy, Türkçe'ye Siyonizm Dosyası adıyla çevrilen kitabında, Herzl'in bu politikası ile ilgili olarak şunları söylüyor:
Herzl'e göre Yahudiler ayrı bir din ve ayrı bir kültür yerine ayrı bir devlet meydana getirmek amacıyla, içinde bulundukları diğer uluslardan ayrılmalıdırlar. Bu amaca ulaşmak için Herzl konuştuğu herkese karşı, Yahudilerin teşkil ettikleri tehlikeyi anlatmak ve bir an önce çıkıp gitmeleri gerektiğini izah etmek için en aşırı kelimeleri kullanmaktan çekinmemiştir. Herzl Almanya Dışişleri Bakanı Von Blow ve II. Guillaume, Rus İçişleri Bakanı Plehve ve Çar II. Nicola ve en ileri Yahudi düşmanlarına karşı hep aynı dili kullanmıştır. 1903 Nisanı'nda Yahudilere karşı en korkunç katliamlardan biri olan Kichinev Kesimi'nin sorumlusu Plehve bunların arasında en zalim olanıdır. Mayıs ayında Plehve'ye mektup yazan Herzl, Siyonizmin ihtilali önleyici bir antidot olduğunu ileri sürüyordu. Plehve bu mektuba Ağustos ayında cevap vererek Herzl'den Siyonist hareketin kendisini desteklediğine dair bir mektup istedi. Plehve bu mektubu aldı. Mektupta Yahudilerin göç etmesini sağlayacak bir Siyonizm akımının destekleneceği vaat ediliyordu.43
Herzl, Rus İçişleri Bakanı Plehve'ye, eğer Yahudilerin Filistin'e gönderilmesine yardım ederse, o dönemde Çar'a karşı düzenlenen Bolşevik ayaklanmasında büyük rol oynayan Yahudileri ikna edeceğini ve Bolşevik ayaklanmasını bastırabileceğini de vaad etmişti.44
Herzl'in uygulamaya koyduğu antisemitlerle işbirliği yönündeki plan, bu tarihten itibaren Yahudi liderlerin en sık kullandığı yöntem haline gelecekti. Böylece Herzl antisemitik hareketlerin en hararetli savunucusu olmuştu.
Herzl, 1895'te kitabını yayınlamadan önce onu eleştirenlerden biri yüzüne karşı şunları söylüyordu: 'Yahudileri korkunç bir zarara soktunuz. 'Herzl, buna şöyle cevap vermekten çekinmiyordu: 'Bütün Yahudi düşmanları içinde en büyük olmaya kazanıyorum... Yahudi düşmanları bizim en ileri dostlarımız olacaklar...
Yahudi düşmanı ülkeler en yakın müttefiklerimiz arasına girecekler'... Theodor Herzl çok iyi bilmektedir ki, Yahudileri bulundukları ülkelerden kaçarak İsrail'e göç etmeye ikna etmek için, Siyasi Siyonizmin 'Yahudi düşmanlığı' kavramına ihtiyacı vardır. Herzl'in bu fikrinin, Siyasi Siyonizm tarafından, bu günlere, kadar nasıl değişmez bir temel olarak korunduğunu ilerde göreceğiz...
Bu davranış Yahudileri içlerinde yaşadıkları halkın yabancısı olarak göstermek, böylece 'Yahudi düşmanlığının' en çok ihtiyacı olduğu gıdayı ona sunmak ve göçü hızlandırmak için işkence iddialarına kuvvet kazandırmaktır. Herzl'in Yahudi düşmanlığının kabarmasından korkmak bir yana, onu hareketlendirmek için giriştiği çabaların sırrı buradadır. Bununla birlikte Herzl'e yönelen uyarıların da ardı arkası kesilmemiştir. Avusturya Parlamentosu Başkanı, Baron Johann Von Cholemski Herzl'e şunları yazıyordu: 'Eğer eğiliminizin ve propagandanızın emeli Yahudi düşmanlığını körüklemekse bunda başarılı olacaksınız. Tamamıyla inandım ki böyle bir propagandanın sonucunda Yahudi düşmanlığı çığ gibi büyüyecek ve siz ırkınızı bir katliama doğru sürükleyeceksiniz'.45
Herzl, günlüğünde bu önemli noktayı şu cümlelerle ifade ediyordu: "Antisemitizm büyümüştür ve büyümeye devam etmektedir ve ben de büyümeye devam ediyorum." 46
Herzl ve diğer Siyonistler, antisemit ırkçılarla, az önce sözünü ettiğimiz ortak payda altında anlaşıyorlardı. Çünkü Siyonistler Yahudilerin hepsini toplayıp Filistin'e götürmek niyetindeydiler ve bu, ırklarını Yahudilerle karışmaktan kurtarıp "saf" olarak korumak isteyen ırkçılar için de mükemmel bir çözümdü. Öyle ki, sonradan Deutsch-Soziale Blatter adını alacak olan ve bir Yahudi aleyhtarı yayın olarak kabul edilen Antisemitische Correspondenz dergisinin yayımcısı, ünlü antisemit Theodor Fritsch, I. Siyonist Kongre'nin toplanmasını alkışlıyor ve Kongre'ye "Yahudilerin bir an önce Almanya'dan ayrılarak Filistin'e yerleşmeleri tasarısının uygulanması için en iyi dileklerini" gönderiyordu.
Yahudilerin yaşadıkları ülkelerde kendilerini huzurlu hissetmelerinin siyonizme zarar vereceğini düşünen Theodor Herzl, bu görüşünü de şöyle ifade ediyordu: "Yahudiler, uzun bir dönem süresince kendilerinin güvenlik içinde yaşadıklarına inanırlarsa, herhangi bir toplumun içinde eriyebilirler. Bu gerçek hiçbir zaman bize yarar sağlamayacaktır." 47
Bu yüzden, Siyonist liderlerin görüşüne göre alınması gereken ilk önlem, bu ülkelerde yapay bir Yahudi düşmanlığı ajitasyonu yaratmak idi. Daha sonra da, Yahudileri bu psikolojik gerilim içinde tutarak, onları provokatif, antisemit saldırılarla sürekli huzursuz etmek gerekiyordu. Tüm bu uygulamaların neticesinde ise Siyonist liderlerin beklentisi, Yahudi halkı güvenli yerlerde yaşamadıklarına ve sadece Vaadedilmiş Topraklara göç ederek kurtulabileceklerine ikna etmek idi.
Herzl, antisemitizmi körüklemek için çok ilginç bir yöntem daha denemiş ve günlüğüne, antisemitleri bir "Yahudi komplosu"nun varlığına inandıracak ve onları Yahudi toplumlarına karşı kışkırtacak ifadeler eklemişti. 1922 ve 1923 yıllarında, Almanya'da, ölümünden sonra Herzl'in günlüğünün üç cildi yayınlandığı sırada, Avusturyalı yazar ve Oesterreichische Wachenschrift gazetesinin yayıncısı Joseph Samuel Bloch, Herzl'i yakından tanımış bir kişi olarak şunları yazıyordu:
Rothschild ve Baron Hirsch'e yazılan ve Yahudilerin bulundukları ülkelerde kurulu iktidarlara karşı baş kaldırdıklarını ve ihtilallere katıldıklarını öne süren iddia, Yahudi halkı yok etmek için yeterli bir sebeptir. Herzl, Yahudilerin düşmanlarına, 'Yahudi problemini' halletmek için en sağlam temeli göstermiştir. Onlara gelecekteki çalışmalarında izleyecekleri yolu tarif etmiştir. Bu yüzden bu 'günlük' korkunç bir belgedir.48
Ancak Herzl'in bu çabaları fazla önemli bir sonuç doğurmadı. Avrupalı Yahudilerin çoğu, Kutsal Topraklar'a göç etmemekte direndiler.
Siyonizme Karşı Yahudi Direnişi!...
Amerikalı psikolog Edward Hoffman, Amerika'daki tutucu Yahudi gruplarından Lubaviçler'i konu edindiği Despite All Odds: The Story of Lubavitch adlı kitabında, 20. yüzyılın başlarında Yahudiler arasında yaygın olan bir anekdot anlatır. Günlerden bir gün Avrupalı bir tüccar Yahudi, etraftan duyduğu heyecanlı haberleri karısına yetiştirmek için eve gelir. Haberlere göre Mesih yeryüzüne inmiştir ve tüm Yahudiler kısa bir süre sonra mucizevi bir biçimde Vaadedilmiş Topraklar'a aktarılacaklardır. Ancak karısı şaşırır ve sorar: "Peki Mendel'in bize olan borçları ne olacak? Moşe'nin ve öteki müşterilerin bize olan borçları havaya mı gidecek? Hem sonra yeni aldığımız koltuklar ne olacak? Ayrıca yeni ısmarlayıp parasını ödediğimiz eşyalar daha iki hafta sonra gelecekti; bu işten çok zarar ederiz!"
Bunun üzerine karı koca birbirlerine umutsuz bir şekilde bakarlar. Sonra birden erkek gülümser, karısına döner ve şöyle der: "Merak etme, Tanrı tarih boyunca bizleri pek çok felaketten kurtardı. Öyleyse şimdi de bizi Mesih'ten kurtaracaktır!"
Anekdot ilginçtir ve gerçek bir tarihi gelişimi yansıtmaktadır. Mesih Planı, 20. yüzyılın başlarında, pek dindar olmayan ve ırk bilinçleri de körelmiş olan bazı Yahudilerin, özellikle de refah düzeyi yüksek Avrupalı Yahudilerin direnişiyle karşılaşmıştı. Mesih Planı'nın bir uygulaması olan Siyasi Siyonizmin Filistin'e göç çağrısı, Avrupa toplumları içinde asimile olmaya başlamış olan bu Yahudilerden çok az kabul gördü.
Herzl'in kurduğu ve onun 1904'deki ani ölümünden sonra giderek daha da büyüyen Dünya Siyonist Örgütü (World Zionist Organization WZO), kendine bir numaralı hedef olarak Yahudileri Filistin'e götürmeyi belirlemişti. Ancak örgütün birçok ülkede Yahudilere yönelik yaptığı tüm teşviklere rağmen, göçler beklenen düzeyde gerçekleşmedi. Hatta, 1925 yılından sonra göçlerde ani bir düşüş bile gözlemlenmişti. Bu da yetmiyormuş gibi göç edenlerden geri dönenlere bile rastlandı. 1926-1931 yılları arasında, yılda ortalama 3.200 Yahudi Filistin'i terkediyordu. 1932 yılında Filistin'de 770.000 Arap nüfusa karşılık, 181.000 Yahudi nüfusu vardı. Araplar hala bu bölgede ezici çoğunluktaydı. Siyonist liderler, bu kadar az bir Yahudi nüfusu ile devlet kuramayacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Özellikle Almanya, Fransa ve Amerika gibi ülkelerde yaşayan Yahudiler zenginleşmiş ve elde ettikleri yüksek yaşam düzeyini ve kurulu düzenlerini bırakıp, Filistin topraklarına göç etmeyi göze alamamışlardı.
Yahudi halkının Siyonizme karşı açtığı bu direnişe, dönemin tanınmış pek çok Yahudisi de katılıyordu; Fizikçi Albert Einstein, filozof Martin Buber, Kudüs İbrani Üniversitesi birinci başkanı Profesör Judah Magnes gibi... Entellektüel Yahudilerin yanısıra, geniş Yahudi halk kitleleri de, Siyonist liderler tarafından dayatılan göçe karşı çıkıyorlardı. Rusya'da küçük bir kesim dışında neredeyse bütün Yahudiler Siyonizmi reddettiler. Gidenlerin bir bölümü de, Filistin'deki yaşam koşullarının umdukları gibi çıkmaması karşısında, Rusya'ya geri döndü.
1920'lerde, Siyonist liderlerin hepsi, 1917'de yayınlanan ve Filistin'de bir Yahudi devletine yeşil ışık yakan Balfour Deklarasyonu'nun Filistin'e göçü hızlandıracağını sanmışlardı. Oysa, ilerleyen yıllarda, evdeki hesabın çarşıya uymadığına büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak şahit olacaklardı.1920'lerde Filistin'deki Yahudi nüfusu iki katına çıkarak 160.000'e ulaştı. Fakat göç edenlerin sayısı sadece 100.000 kadardı ve bunların %75'i de Filistin'de kalmadı. Yani, göçlerin toplamı yılda 8.000 civarındaydı. Hatta 1927 yılında sadece 2.710 kişi geldi ve 5.000 kişi de ayrıldı. 1929'da ise İsrail'e gelenler ile gidenlerin sayısı aynı orandaydı.
En kısa sürede en fazla Yahudiyi ne yapıp edip, bir şekilde Filistin'e getirmeyi hedefleyen Siyonizm açısından, yaşanan bu olumsuz gelişme, gerçekten de dev bir fiyaskoydu. WZO'nun yoğun propagandasına rağmen, Kutsal Topraklar'a göç faaliyeti çok zayıf kalmıştı. 19. yüzyılın sonunda Filistin'de 50.000'den az Yahudi yaşamaktaydı. Bu rakam, Filistin halkının %7'sini oluşturmaktaydı. Bununla birlikte, 1917 Balfour Deklarasyonu'ndan iki sene sonra, nüfus hala 65.000'in üzerine çıkamamıştı. 1920 ile 1932 arasında geçen 12 yıl içinde, sadece 118.378 Yahudi bir şekilde Filistin'e getirtilmişti ki, bu da dünya Yahudi toplumunun yüzde biri bile değildi.
Belli ki bu iş böyle olmayacaktı. Göçe direnen Yahudi toplumunu ikna etmek için, bir-iki antisemit hareket yetmiyordu. Bu nedenle, Siyonist liderler, Herzl'in açılışını yaptığı ilginç yöntemi daha etkin bir biçimde kullanma yoluna gittiler. Yahudileri, özellikle de kurulması hedeflenen İsrail Devleti için gerekli oldukları düşünülen "kalifiye" Avrupa Yahudilerini daha fazla "rahatsız" etmek gerekiyordu. Yani, antisemitizm daha da güçlenmeliydi. Asırlardır özenle hazırlanan Mesih Planı'na başkaldıran Yahudi toplulukları, hem Plan'ın o anki en önemli şartı olan Kutsal Topraklar'a göçe ikna edilmeli, hem de işledikleri suçun cezasını çekmeliydiler.
Nazi Almanyası, ya da öteki adıyla III. Reich, tam da bu yıllarda doğdu.
29 Ibid., s. 374.
30 Avram Galante, Türkler ve Yahudiler, s. 94.
31 Isaih Friedman, Germany, Turkey and Zionism 1817-1918, Oxford: Clarendon Press, 1977, s. 143.
32 Kemalettin Apak, Ana Çizgileriyle Türkiye'de Masonluk Tarihi, s. 18.
33 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, s. 380.
34 Rıfat İnsel, 20. Yüzyıl Başlarında Selanik'teki Fransız Obedyansına Bağlı Fran-Masonluk, s. 77. 
35 R. W. Seton-Watson, The Rise of Nationality in the Balkans, New York: Howard Ferting Press, 1966, ss. 123-146.
36 Çetin Yetkin, Türkiye'nin Devlet Yaşamında Yahudiler, İstanbul: Afa Yayınları, Şubat 1992, s. 137.
37 Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, ss. 44-45.
38 Mim Kemal Öke, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar: İhanetler.. Komplolar.. Aldanmalar..., 3.b., İstanbul: Çağ Yayınları, 1991, s. 195. 
39 İsmail Berduk Olgaçay, Tasmalı Çekirge, ss. 106-107.
40 Amerikalı tarihçi Eustace Mullins, Lawrence'ın Rothschild hanedanı ile yakın ilişkilerine değiniyor ve Lord Rothschild'ın Paris'te verdiği bir yemekte, Lawrence, Rothschild'la Arap lideri Faysal arasında tercümanlık yaptığını da not ediyor. Eustace Mullins. The World Order, s. 23.
41 Werner Sombart, The Quintessence of Capitalism, s. 135.
42 Anikam Nachmani, Greece, Turkey and Zionism: Uneasy Relations in the East Mediterranean, Totowa: Frank Cass, 1987, s. 55.
43 Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, Çev. Nezih Uzel, 1.b., İstanbul: Pınar Yayınları, Ekim 1983, s. 118.
44 Lenni Brenner, Zionism in the Age of the Dictators, Chicago: Lawrence Hill Books, 1983, ss. 6-7.
45 Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 119, 120.
46 Marvin Lowenthal, The Diaries of Theodor Herzl, New York: 1956, s. 7.
47 Roger Garaudy, Siyonizm Dosyası, s. 120.
48 Ibid., s. 121.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...