ARJANTİN'İN ASKERİ CUNTALARI YA DA İSRAİL'İN SADIK MÜTTEFİKLERİ
Arjantin'in seçilmiş Devlet Başkanı Isabel Peron, Mart 1976'da askeri bir darbe ile devrildi. Ülke, bu darbenin ardından 8 yıl boyunca faşist eğilimli askeri cuntalar tarafından yönetildi. 1981'e kadar ülkeyi yöneten ilk cunta, General Jorge Rafael Videla'nın liderliğindeydi. 1981'de General Roberto Eduardo Viola yönetimi eline aldı ve kendini Devlet Başkanı ilan etti. Üçüncü cuntanın lideri ise General Leopoldo Fortunato Galtieri idi. Ülke birbirini izleyen bu üç faşist yönetimin arkasından ancak 1984 yılında sivil yönetime yeniden kavuştu.
Arjantin, İsabel Peron'un 1976'da devrilmesinden sonra birbirini izleyen üç askeri cunta tarafından yöneltildi. Otuz bin rejim muhalifine yargısız infaz uygulayan ve onbinlercesini işkenceden geçiren bu askeri rejim boyunca, ülke, İsral'in yakın bir müttefiki, hayranı ve en büyük silah müşterisi oldu. Üstte, üçüncü cuntanın lideri General Leopoido Fortunato Galtileri (en solda), kurmaylarıyla birlikte. |
Ve tüm bu cunta yönetimleri boyunca ülkede tam anlamıyla bir katliam yaşandı. Binlerce rejim muhalifi "kayboldu". Aradan geçen yıllardan sonra, Arjantin Genel Kurmay Başkanı Martin Balza, 1995 Nisanında yaptığı bir açıklama ile bu dönem nedeniyle halktan özür dileyecek ve 30 bin kişinin cunta yönetimi tarafından katledildiğini, onbinlerce kişinin işkence gördüğünü açıklayacaktı. Emekli bir deniz subayının ifadesine göre ise cunta rejimi sırasında iki binden fazla siyasi tutuklu Arjantin açıklarında denize atılmıştı. 1995'in 27 Nisanında Arjantin televizyonuna çıkan Federico Talavera adlı eski bir jandarma, cunta rejimi sırasında uygulanan işkenceleri itiraf ederken, doğum sancısı çeken kadınların denize atılmalarından, insanların cinsel organlarını ısırmak için özel olarak yetiştirilen köpeklere kadar pek çok yöntemin uygulandığından söz etmişti. İtirafçının söylediğine göre, özel eğitimli köpekler işkence gören siyasi tutukluların cinsel organlarını ağızlarında tutup emir bekliyor, tutuklu konuşmadığı takdirde ise köpeğe ısırması yönünde işaret veriliyordu...
Sözkonusu kanlı askeri rejim boyunca Arjantin'le en yakın ilişkiler içine giren ülke ise doğal olarak İsrail'di. Cunta liderleri Videla, Viola ve Galtieri, İsrail askeri ve sivil liderlerine zevkle ev sahipliği yapmışlar ve askeri yönetim yıllarında bu isimler Yahudi meslekdaşlarının tümü tarafından yakın birer dost olarak kabul edilmişlerdi. Peled, Lahav ve Reshef gibi İsrail generalleri, Arjantin askeri liderleriyle özel dostluklar kurdular.104
Askeri rejim boyunca, Arjantin, İsrail'in en büyük silah müşterisi oldu. Başkan Carter "insan hakları ihlalleri" nedeniyle 1977'de Arjantin'e yapılan Amerikan yardımını durdurduktan sonra, İsrail cuntanın en büyük silah kaynağı haline geldi. Yahudi Devleti, Arjantin'e, birçoğu Fransız yapımı Mirage jetlerinin gelişmiş versiyonları olmak üzere yaklaşık 100 savaş jeti, 24 Amerikan A-4 Skyhawk savaş uçağı ve bunları donatmak için de İsrail yapımı Shafrir füzeleri sattı.105
İsrail'in 1982'de yapılan Falkland savaşında Arjantin'e silah satması bir çok yoruma sebep oldu ve doğal olarak İngiliz'lerin tepkisini çekti. Ama aslında bu olay, sadece uzun yıllar süren bir ilişkinin doğal sonucunu yansıtıyordu. Arjantin'i birçok İsrail lideri ziyaret etmesine rağmen, en çok dikkati eski askeri liderler çekiyordu. General Mordecai Gur, 1978'de Şili'ye ve Arjantin'e yaptığı ziyarette Arjantin ordu şefi General Alfredo Ciola ve diğer generaller tarafından sıcak bir şekilde karşılanmıştı. Yitzhak Rabin de Ağustos 1980'de Arjantin'i ziyaret etti ve Arjantin Silahlı Kuvvetler Milli Koleji'nde konuşma yaptı.106
Başkan Raul Alfonsin liderliğinde sivil hükümete dönüş yapıldığı zaman, Arjantin İsrail ile olan ilişkilerini soğutmaya başladı. Başkan Alfonsin kontralara ve Orta Amerika'daki askeri rejimlere askeri destek vermeyi reddetti. İsrail'in ısrarla desteklediği cunta liderlerinin önemli bir bölümü de hapse girdi. Daha sonra İsrail'in Arjantin'le olan silah ilişkileri sürdü, ancak cunta dönemine göre çok daha zayıf olarak...
Paraguay'daki Stroessner Diktası
Paraguay, uzun yıllar boyunca Latin Amerika'nın en eski baskıcı diktatörlüklerinden birine sahip oldu. Ülke 15 Ağustos 1954'den Şubat 1988'e dek, kendisine "El Excelentisimo" ("Muhteşem") ünvanını veren General Don Alfredo Stroessner tarafından yönetildi. Generalin rejimi, "dünya üzerindeki en baskıcı rejimlerden biri" olarak biliniyordu. Diktatör, ülkesinde "muhalefetsiz demokrasi" olduğunu söylüyordu. Haklıydı; en ufak bir muhalefet şiddetle bastırılıyordu. Ülke halkının % 10'u rejimin hapishanelerinden geçmişti. Don Alfredo Stroessner, bölgedeki diğer faşist diktatörlerle de her zaman iyi ilişkiler içinde olmuştu. İktidarda oldukları dönemde, Pinochet ve Somoza, Paraguay diktatörünün yakın arkadaşları oldular.
Bu Üçüncü Dünya faşistinin en büyük dostu ise tahmin edilebileceği gibi İsrail'di. İsrail'in Stroessner'le olan ilişkileri İsrail basınında "mükemmel" olarak nitelendiriliyordu. El Excelentisimo, muhafızlarını sadece İsrail silahlarıyla donatıyordu ve İsrail silah endüstrisinin en iyi müşterilerinden biriydi. Diktatörün döneminde, Paraguay dünyadaki en istikrarlı İsrail-yanlısı ülkeydi: Birleşmiş Milletler'de sürekli olarak İsrail lehine oy verirdi. Paraguay subayları da, Yahudi meslekdaşlarına çok sıcak bakan ve onların sertlikleri ve etkinliklerine hayranlık duyan subaylar arasındaydılar.107
Ülke Şubat 1988'de yapılan seçimlerle birlikte Andres Rodriguez'in yönetimine girdi ve "dünyanın en baskıcı rejimlerinden biri" olan Stroessner rejimi tarihe karıştı. O gün İsrail iyi bir dost yitirmişti.
Kokaincilerin Bolivya'daki Generali
Bolivya da diğer Latin Amerika ülkeleri gibi askeri rejimlerle yönetilmeye alışık bir ülkedir. İsrail de, 1970'lerden itibaren bu askeri rejimler ile yakın ilişkiler kurdu. Ancak ilişkilerin zirveye çıktığı dönem, Luis Garcia Meza'nın rejimiydi.
Garica Meza, 18 Temmuz 1980'deki bir askeri darbe ile iktidara geldi. Darbe, Hernan Siles Zuazo'nun seçimleri büyük bir çoğunluk ile kazanmasının hemen ardından gelmişti. Zuazo'nun iktidara gelmesi ordu tarafından engellendi, çünkü Zuazo, ülkedeki "kirli işlerin" üzerine gitmeye kararlı görünüyordu. En başta da ülkeyi kasıp kavuran kokain mafyasını hedeflemişti. Ordu buna izin vermedi; çünkü ordu liderleri kokain mafyası ile işbirliği içindeydiler. Darbeyi yapan General Garica Meza, "kokaincilerin adamı" olarak iktidara oturmuştu.
İşte İsrail'in Bolivya'daki gelmiş geçmiş en iyi dostu bu adamdı; "kokaincilerin adamı" Luis Garcia Meza. Meza, iktidarı eline aldığı gün kendisine Augusto Pinochet'yi örnek aldığını söylemişti. Nitekim öyle de yaptı: "Kokaincilerin generali", İsrail ile çok yakın ilişkiler kurdu. Zaten ona İsrail dışında el uzatan da olmamıştı. Carter yönetimi demokratik yollardan iktidara gelen bir rejimi silah zoruyla yıktığı ve baskı politikaları uyguladığı için Meza'nın Bolivya'sına ambargo koydu. Avrupalı ülkeler ve bazı bölge ülkeleri de aynı yolu izlediler. Oysa İsrail, diktatörün yanındaydı. Meza 1981 yılında İsrail'den baskıcı rejimini ayakta tutabilmek için yardım istemiş ve Yahudi Devleti de bu isteğe çok olumlu cevap vermişti. İsrail kısa bir süre sonra Meza rejimine ekonomik ve özellikle de askeri yardım yapmaya başladı. 1981'de İsrail ve Bolivya arasında geniş kapsamlı bir işbirliği anlaşması yapıldı. İsrailli uzmanlar, artık klasikleşmiş olan işlerini bir kez daha yaparak, Meza rejiminin kurduğu bir tür ölüm mangası olan "halk ordusu"nu da eğitmişlerdi.
Kolombiya'nın Kokain Kartelleri
ve İsrail'in Narko-Terörizm Bağlantısı
Bolivya'daki kokain mafyasının ötesinde, bölgedeki asıl kokain merkezi kuşkusuz Kolombiya'dır. Döviz gelirlerinin yarısını sağlayan kokain ticareti, ülkenin en önemli yasal ihracat maddesi olan kahveden üç kat daha fazla girdi sağlar. Genel olarak kokain ticaretinin para hacmi inanılmaz boyutlardadır. Kokain işlerinde dönen para, BM tahminlerine göre, 300 milyar doları bulmaktadır. İnterpol'un tahmini ise 500 milyar dolar civarındadır. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, fakir ülkelerin faturasını ödemekte o kadar zorlandıkları petrol ticaretinin yıllık hacmi, sadece 180 milyar dolardır.
Bu kirli ticaretin merkezi de Kolombiya'dır. Dünyanın en büyük kokain üreticisi olan ülke, yüzyılın ikinci yarısından itibaren aynı zamanda dünyanın en kanlı ülkelerinden biri oldu. Çünkü ülke içinde farklı kokain mafyaları, daha doğru bir deyimle "kokain kartelleri" vardı. Bu kokain kartelleri, üslendikleri şehirlerin adlarıyla anılıyorlardı: Cali ve Medellin Kartelleri. Ülkeyi yıllar yılı adeta bu iki kartel yönetti: Hükümet görevlilerini ya tehdit ederek ya da satın alarak, kendi adlarına çalıştırabiliyorlardı.
En önemlisi, uzun süre bu iki kartel arasında iç savaşı andıran bir çatışma yaşandı. Birbirini yok etmek ve kokain pazarına tek başına sahip olabilmek için savaşan bu kartellerin doğurduğu terörizm, yani "narko-terörizm", Kolombiya'ya "ölümün tatil yapmadığı yer" denmesine neden olmuştur. Ülkede yalnızca 1992 yılında tamı tamına 28 bin cinayet işlendi. Uzmanlar, cinayetlerin bu hızla işlenmesi halinde ilerdeki 10 yıl içinde ülkenin 32 milyon nüfusunun 3 milyondan fazlasının öleceğini belirtmişlerdi. Kartellerin bu kanlı mücadelesi sırasında en çok acı çeken taraf ise kuşkusuz halk oldu. Çoğu çiftçi olan Kolombiya halkı, kartellerin birinin emri altında tarlada çalışıp kokain üretmek zorundaydı; ancak her an rakip kartelin saldırısı yüzünden hayatını yitirebilir, işkence görebilirdi.
Kolombiya'da, canlı insanlar üzerinde uygulamalı işkence ve cinayet eğitimi yapan özel 'üniveriste'ler var. Bu 'üniversite'lerde İsrailli 'öğretim üyeleri', kokain kartellerinin tetikçilerini eğitiyorlar. Üstte, söz konusu üniversitelerden birinde, eğitim için kullanılan bir köylünün cesedi. |
Kartellerin uyguladığı terör, oldukça sistemli bir terördü. Öyle ki ülkede, kartellerin "tetikçi"lerine eğitim verdiği bazı "özel üniversiteler" kurulmuştu. Bunlar bildiğimiz üniversitelerden oldukça farklıydı; burada öğrencilere uygulamalı 'işkence ve cinayet dersleri' veriliyordu. Nokta dergisi, 1989 yılında bu "üniversite"lerle ilgili olarak şunları yazmıştı:
Kolombiya Güvenlik Dairesi'nin bir sokak çatışmasında yakaladığı Camilo Zamora Guzman, ya da kod adıyla Travolta, polisleri La Sesenta çiftliğine götürdü. Çiftlikte, beş cesetin bulunduğu bir mezarlık, silah deposu ve 'okul ' vardı. Okul, yani katil üniversitesi. La Sesenta çiftliği, kendi binaları, kooperatifleri, eczaneleri, özel haber alma birimleri, motorize ekipleri olan bir şirkete ait. Yasal olarak bir çiftçi-tüccar ortak yatırımı gibi görünen La Sesenta'nın en etkili faaliyeti de bu üniversite işte, daha doğrusu üniversiteler. Uygulamalı vahşet eğitimi. Şirketin tam 32 ayrı birimi var. Kontenjan iki ayda elli mezun verecek düzeyde. Öğrenciler, kokain mafyasının başkenti olarak bilinen Medellin'in yoksullarından seçiliyor. Okulda eğitim, gün doğarken yapılan egzersizlerle başlıyor. İşin en masum yönü bu belki. Sonra patlayıcı ve silah kullanma dersine geçiliyor. Derken: 'arkadaşlar dersimiz işkence'. Hem de canlı vücutlar üzerinde. Nasıl olsa bölgede gariban köylü bolluğu var. Hele o gariban bir de sol görüşlü ise üniversitenin uygulamalı eğitimi için biçilmiş kaftan olarak görülüyor. Sonra da, acımadan biçilmiş insan haline getiriliyor.108
Tahmin edilebileceği gibi kokain kartellerinin kurdukları ölüm timlerinin en büyük "öğretmen"leri İsrailli subaylar ve Mossad ajanlarıydı. İsrailli askeri uzmanlar, hem Cali hem de Medellin Kartellerinin "ölüm üniversiteleri"nde narko-teröristlere İsrail tarzı eğitim verdiler. Bu konuda en çok ün salmış İsrailli ise İsrail ordusundan Albay Yair Klein'dı.109
Olay sadece Mossad ajanı İsrailli askerlerin, para karşılığı narko teröristleri eğitmeleri ile kısıtlı değildir. İsrail, bu ajanlarını uyuşturucu trafiğini kontrol etmek için de kullanır. Kokain satışından elde edilen paralar, ya Amerika'da yaşayan Yahudi işadamı ve politikacıların hesabına yatırılır ya da İsrail'e aktarılır.
Cali Kartel'nin lideri Miguel Miguel Roriguez Orejuela'nın (yanda) pazarı, Medelin Karteli'ne yapılan operasyonlarla daha da büyütüldü. Beyaz Saray'da lobi oluşturacak kadar güçlü olan Cail Kartel ile bağlantısı olan isimlerden biri de Henry Kissinger.
|
Fransız Arabies dergisi, "İsrail'in Narko-Terörizm Bağlantısı" başlığı altında verdiği bir haberde, Yahudi Devleti'nin kokain ticareti içindeki inanılmaz rolünü gözler önüne sermişti. Buna göre, Kolombiya kokain kartellerinin ölüm timlerinin çok büyük bir bölümü İsrailliler tarafından eğitiliyordu. Yair Klein'in komutasındaki İsraillilerden oluşan Hod-Hahanit adlı terör timi, narko-teröristlerin eğitimini üzerine almıştı. Bu işi yapanların arasında, Yair Klein'in yanında Pesakh Ben Or adlı İsrailli "para aklayıcı", Mossad ajanı Mike Harari, İsrailli General Ze'evi ve Lübnanlı Yahudi işadamı Amiram Nir de yer alıyordu.110
İsrail'de yayınlanan Yediot Aharonot gazetesi de 1989 Nisanı içinde yayınladığı uzun bir yazı dizisinde, İsrail askerlerinin Medellin Kokain Karteli'nin terör timlerini eğittiğini doğrulamıştı. 1988 Ağustosu başında Amerikan televizyonu NBC de, İsrailli askerlerin Medellin Kartel'inin baronlarını eğittiğini ve silahlandırdığını söyledi.
İsraillilerin eğittiği narko-terör grupları arasında, vahşeti ile ünlü ACDEGAM grubu da yer alıyordu. Medellin Karteli'nin kurduğu bu grup, ünlü kokain "baba"ları Escobar ve Jose Gonzalo Rodriguez tarafından finanse edilen gerçek bir özel orduydu. ACDEGAM'ın görevi silah zoruyla halka, özellikle koka üreticilerine boyun eğdirmekti. ACDEGAM'ın askerleri, yani "Sicarios"lar, çok iyi silahlandırılmışlardı; çoğu İsrail yapımı Uzi ya da Galil taşıyordu. İsrail'in eğitip silahlandırdığı bu ordu, Kolombiya'daki katliamların çoğundan sorumluydu.111
İsrail ayrıca narko-terör gruplarının silah ihtiyacını da karşılıyordu. İsrail'in Miami'ye yolladığı silahlar oradan Kolombiya'ya aktarılıyordu. 1989 Temmuzunda Miami gümrükçüleri Medellin'e giden ağzına kadar silah yüklü bir gemiyi durdurmuşlardı. Gemide, Medellin Kartelinden iki kişi ve bir de David Kanduiti adlı bir İsrailli yer alıyordu. Gemideki silahlar ise İsrail'in Lübnan'daki gerillalardan ele geçirdiği silahlardı. İsrail bağlantısının içindeki önemli kişilerden biri de, İsrail'in Likud partisinden Knesset (parlamento) üyesi ve eski askeri güvenlik sorumlusu Yehovshova Saguy'du. Saguy'un Kolombiya'da silah satışında uzmanlaşmış bir şirketi vardı.112
İsrail hükümetinin ise tüm bu bağlantılara karşı kullandığı klasik bir yalan vardır: Sözde, kokain kartelleriyle iş yapan Mossad ajanları ya da İsrailli generaller, İsrail'deki görevlerinden "emekli" olmuşlardır ve Latin Amerika'da İsrail hükümeti adına değil, kendi özel işleri için bulunurlar. İsrail hükümeti ise bu "emekli" görevlilerinin faaliyetlerini esefle izler.
Bunun bir yalan, bir aldatmaca olduğunu, Benjamin Beit-Hallahmi, özellikle vurgular. "İsrailli uzmanların 'paralı asker' görüntüsü altında Üçüncü Dünya'ya yollanması iyi bir yöntemdir, İsrail hükümetine ortada resmi hiçbir bağlantı olmadan Üçüncü Dünya'da eylem yapma şansı verir" diyen İsrailli profesör, "paralı asker görüntüsündeki İsraillilerin hemen hepsinin İsrail hükümeti tarafından görevlendirildiğini" haber verir.113
Bundan habersiz olan Kolombiya hükümeti, bir keresinde, saf saf, ülkedeki kartellerin en büyük destekçisi olan İsraillileri İsrail hükümetine şikayet etmeye çalışmıştı. Hükümet 1989 Nisan'ında İsrail yönetimine bir rapor göndermiş ve İsrail askeri gruplarının uyuşturucu kartellerinin servisinde çalıştığı konusunda İsrail hükümetini uyarmıştı. Kolombiya, ülkeyi kasıp kavuran İsraillilerin "kulağını çekmesi" için İsrail hükümetine ricada bulunuyordu. Ama böyle bir şey olmadı elbette. Yitzhak Şamir hükümeti, Kolombiya'daki İsraillilerin "kulağını çekmek" bir yana dursun, Kolombiya hükümetinin yolladığı sözkonusu rapora cevap bile vermedi.114
Panama: Ananas Surat'ın Yanlışları
Eski Panama diktatörü Manuel Noriega. |
Panama'da 1989'da bir Amerikan askeri müdahalesi yaşandı. ABD'nin hedefi, ülkeyi 1981 yılından beri dikta rejimi ile yöneten Manuel Noriega'yı indirmekti. Sam Amca hedefine ulaştı; Noriega yakalandı ve Amerika'ya götürülerek hapsedildi. Amerikan yönetimi, halkını ezen ve demokrasiyi hiçe sayan bir uluslararası haydutu "insani değerler" adına koltuğundan indirdiğini ilan etti.
Oysa gerçekler çok farklıydı.
Manuel Noriega'nın ya da son derece bozuk cildi nedeniyle kendisine takılan lakapla "Ananas Surat"ın 1989'daki askeri müdahaleden 4-5 yıl öncesine kadar Amerika'yla arası çok iyiydi. Hatta Noriega'yı bir hiç iken keşfedip onu Panama lideri yapan da Amerikalılar'dı. Ananas Surat, kariyerine ABD'de gördüğü "psikolojik savaş" eğitimi ile başlamış ve daha sonra da Panama gizli servisi G2'nin başına geçmişti. Noriega, 1970'li yılları, Panama'nın karizmatik diktatörü Omar Torrejos'un perde arkasındaki kirli işlerini yürüten gizli servis şefi olarak geçirdi. Bu dönemde yeni görevi sayesinde CIA ile resmi ilişkilere giren Noriega, ABD'nin başlıca istihbarat kaynağı oldu. CIA ile G2 istihbarat örgütü arasında yapılan anlaşmaya göre, CIA G2'ye yılda yüz bin dolar verecek, karşılığında da dosyalar dolusu raporlar alacaktı. Noriega bundan sonra, Panama solu, bölgedeki gerillalar ve diğer ülkeler hakkında topladığı tüm bilgileri CIA'ya aktaracaktı. Ananas Surat, bir "Amerikan ajanı" olmuştu.
1976'da CIA'nın başına George Bush geçtiğinde Noriega'nın CIA'dan aldığı para da hayli artmıştı. Orta Amerika'daki istihbarat faaliyetlerinin kilit adamıydı. O kadar önemliydi ki, Bush onunla Washington'da yemek yemekte tereddüt bile etmemişti. Torrejos'un 1981 yılında bir uçak kazasında ölmesinden sonra, Panama Ordusu'nun başına geçen Noriega, yerine atadığı kukla yöneticilerle ülkeyi perde arkasından yönetmeye başladı. 1983'te Noriega ordu içindeki hasımlarını altetti ve yalnız Silahlı Kuvvetler'in değil, Panama Devleti'nin de başına geçti.
Noriega Panama üzerindeki otoritesini tam olarak kurduktan sonra, eskiden beri ilgi duyduğu uyuşturucu ve silah ticaretini, kurduğu uluslararası bağlantılar sayesinde geliştirmeye başladı. Ancak bunu yaparken zaman zaman, ABD'nin pek hoşlanmayacağı türden girişimlerde de bulunmaktan çekinmiyordu. Diktatör, rejimini kendi başına ayakta tutabileceğini sanmaya başlamıştı. Amerikan desteğine ihtiyacı olmadığını düşünür olmuştu. Bu nedenle kendini ispatlamak için Amerika'nın hoşuna gitmeyecek bazı politikalar izledi. Sandinistlara silah yolladı, "Amerikan emperyalizmi"ni lanetledi.
Ancak Amerika yine de bir süre Noriega'yı idare etti. Diktatör, bazı şımarıklıklar yapsa da sonuçta pek çok yönden Beyaz Saray'ın çıkarlarına hizmet ediyordu. Reagan döneminin CIA şefi William Casey, Noriega ile olan ilişkileri yeniden düzeltti. Noam Chomsky, ABD'nin o dönemler Noriega'ya nasıl destek olduğunu şöyle anlatıyor:
1984'te, Panama'da o zamanlar hala ABD yanlısı olan ünlü uyuşturucu kaçakçısı General Noriega seçimlere hile karıştırdığında bir sorun çıkmadıysa, ABD'nin egemenliğine kafa tutulmadığı zaman 'demokrasi'yi yerleştirme sorunuyla karşılaşılmıyordu. Nitekim Panama'daki hileli seçim, başkanın göreve başlama törenine George Shultz'un katılmasıyla meşrulaşmıştı. George Shultz, CIA ile ABD Büyük Elçisi'nin ortaklaşa verdikleri brifingte, 'Noriega'nın kendi adaylarının seçilmesini garantiye almak için 50.000'den fazla seçim sandığını çalmış olduğu'nu öğrendiğinde bile, Bu seçimi demokrasinin zaferi olarak övüyor, alaycı bir dille Nikaragua'nın da aynısını yapmasını istiyordu.115
Noriega, Beyaz Saray'la bağlantısı olan Cail Karteli'ni tasviye ederek, rakip kartel Medellin'le şahsi işler yapmaya çalıştı. Bu yanlış, sonunu getirdi: ABD, Noriega'yı Panamaya yaptığı operasyonla devirdi. 3000 kişinin ölümüyle sonuçlanan operasyonun asıl hedefi, Noriega'yı susturarak, ABD ve İsrail ile çevirdiği dolapları ifşa etmesini engellemekti. Üstte, Panama-City'den askeri müdahale manzaraları. |
ABD'nin Noriega'ya karşı olan tutumunu değiştirmesine neden olan, onun uyuşturucu bağlantılarıydı. Noriega, o zamana dek Kolombiya'daki kokain kartelleri ile Amerika arasında aracılık etmişti. Ancak şimdi kendi başına hareket etmeye kalkıyordu. ABD, Kissinger ve Michael Abbell gibi Beyaz Saray'ın önemli yerlerinde görev almış, ancak gizliden gizliye uyuşturucu ticaretiyle uğraşan kişilerin faaliyetlerine engel olunmasına dayanamadı.
"Amerika'nın uyuşturucu hesapları" ilk başta çok kişiye şaşırtıcı bir ifa-de gibi gelebilir. Çünkü Amerikan yönetimi, özellikle son 10-15 yıldır "uyuşturucuya karşı savaş" açtığı iddiasındadır. Oysa bu bir aldatmaca ve İsrail'in sık sık uyguladığı "ikili politika" tarzının bir örneğidir. Amerikan yönetiminin en üst düzey yöneticileri, ülkelerine uyuşturucu sokan kartellerle işbirliği yaparlar ve bu yolla büyük paralar kazanırlar. Bu kirli ticarete en çok bulaşanların başında ise tanıdık bir isim, Henry Kissinger gelir. Amerikan Executive Intelligence Review grubu, bu nedenle uluslararası uyuşturucu ağını konu edinen kitaplarına Dope Inc. The Book That Drove Kissinger Crazy (Uyuşturucu Şirketi: Kissinger'ı Deli Eden Kitap) adını vermişlerdi.
İşte Noriega, bu uyuşturucu çarkını zedelemeye kalkmış ve Amerika'dan bağımsız hareket etmek istemişti. O yıllarda Amerikalılar Cali karteli ile anlaşmışlar ve yalnızca onunla iş yapmaya karar vermişlerdi. Oysa Noriega, Medellin Karteli ile çalışmakta ısrar ediyordu. Noriega'nın, Cali Karteli'nin kara paraları aklamakta kullandığı bankayı kapatması, bardağı taşıran son damla oldu. Amerikan basını hızlı bir anti-Noriega kampanyası başlattı. Kampanya Panama'ya yapılan askeri müdahaleye kadar sürdü. Amerikalıların Ananas Surat'ı indirdikten sonra ilk yaptıkları iş ise Cali kartelindeki ortaklarını ülkenin yönetimine getirmek oldu. Dope Inc., olayı şöyle anlatıyor:
Panama'da General Manuel Noriega, 1986'da, First Interamericas adlı bankayı, Cali Karteli'ne ait olduğunu kanıtladıktan sonra kapattı. Aralık 1989'da ABD güçleri, Noriega'nın uyuşturucu işi yaptığını ileri sürerek Panama'ya girdi.Ve daha sonra, bu bankanın yönetim kurulunun dört üyesini Başkan, Başsavcı, Anayasa Mahkemesi Başkanı ve Hazine Bakanı olarak atadı... Panama'da uyuşturucu faaliyetleri, Noriega'nın uzaklaştırılmasından beri daha da artmıştır. Bush'un görünürdeki stratejisi on sene içinde uyuşturucuları % 50 azaltmaktı. Ancak bu aslında uyuşturucu işiyle uğraşan bir grupla çalışırken, diğer bir grubu kontrol etmek ya da ortadan kaldırmak için yapılan bir operasyondu.116
'Generalin Arkasındaki Adam' Mossad Ajanı Harari
ve İsrail'in Uyuşturucu İşleri
Panama diktatörü Manuel Antonio Noriega'nın uyuşturucu kartelleri ve Beyaz Saray arasındaki macerası üstte anlatılan şekildeydi. Ancak Ananas Surat'ın macerasında çok önemli roller oynayan bir başka güç daha vardı. İsrail, Noriega'yı yakın takibe almıştı.
ABD Kongresi 1982'de, CIA'nın Nikaragua'daki Sandinist rejimi devirmek için devletin parasını kullanmasını yasaklayınca, kontralara yapılan yardım silah kaçakçılığına dönüştü. Yardımın Panama aracılığıyla devamının uygun görüldüğü dönemde, İsrail, ABD-Panama ilişkilerine Mossad ajanları sayesinde dahil oldu. Panama'da özel olarak görevlendirilen Mossad ajanı Michael Harari'nin misyonu, Noriega'yı İsrail adına yönlendirmekti.
Leslie ve Andrew Cockburn, Dangerous Liasion adlı kitaplarında Noriega'nın Harari bağlantısına "The Man Behind The General" (Generalin Arkasındaki Adam) başlığı altında oldukça geniş bir bölüm ayırıyorlar. Kitapta Noriega'nın Harari ve dolayısıyla Mossad bağlantısından söz edilirken şöyle deniyor: "Michael Harari General Manuel Noriega'nın arkasındaki adam diye bilinirdi. Harari, Mossad'ın el altındaki operasyonlarına başkanlık ederdi. Kendisi Panama'da 'Deli Mike' diye tanınıyordu. General'in akıl hocasıydı."117
Noriega, Harari için 'benim kılavuzum' diyordu. Harari, Noriega'nın korumalarını eğitti ve Panama Ordusu'nda sorguya çekme ve halk hareketlerini bastırma konusunda dersler verdi.118
Aslında Harari'nin Panama'daki faaliyeti Noriega'nın Panama'nın başına geçmesinden çok daha önceleri başlamıştı. Harari, ülkenin Noriega'dan önceki diktatörü Torrijos'un da yakın danışmanıydı. Bu ilişki, Panama'daki Yahudi cemaatinin önde gelen bazı isimlerinin, Mossad ajanı Harari'yi büyük övgülerle Torrijos ile tanıştırmasıyla başlamıştı (Yahudi cemaatinin bu önde gelenleri birer "sayan"dılar yani). Harari, çok kısa sürede Torrijos ile çok yakın arkadaşlık kurdu. Torrijos'un 1981'de esrarengiz bir uçak kazasında ölümünden sonra başa geçen Noriega, Harari'yle olan ilişkiyi miras aldı. Harari kısa zamanda Noriega için en önemli adam durumuna geldi, onun sağ kolu oldu. İsrail-Panama ilişkilerinin ilerlemesini sağlayan da yine Harari'ydi. Halka açıklamalar yapmaktan ve basında görünmekten hoşlanmayan Harari, Noriega'nın 1983'te İsrail'e yaptığı resmi ziyarette, sadece iki kere İsrail basınında görülmüştü. Noriega'nın sözkonusu ziyareti ise başlı başına bir olaydı: İsraillilerin kendisine taktığı "paraşütçü brövesi"ni gururla takan Noriega, İsrail'in askeri tesislerini gezmiş, İsrail ordusunun özel timlerinin eğitimlerini izlemiş ve Yahudi devletine duyduğu hayranlığı her fırsatta dile getirmişti.119
İsrail, Üçüncü Dünya liderlerini yönlendirmek için çoğu kez Mossad ajanlarını devreye sokar. Bu ajanlar, diktatörlere akıl hocalığı yapar, iktidarını korumak için neler yapmaları, halkı nasıl baskı altında tutmaları gerektiği konusunda onları eğitirler. Noriega'nın da bu tür bir "akıl hocası" vardı: Mossad ajanı Mike Harari (resimde Noriega'nın arkasındaki siyah gözlüklü adam). |
Mike Harari ise İsraillerin sık sık söylediğinin aksine, "kendi başına çalışan", hükümetten bağımsız eski bir Mossad ajanı değildi. Aksine, Harari Noriega ile olan ilişkilerini doğrudan Mossad adına yürütüyordu. 1983'de Panama'daki La Prensa gazetesinin sahibi Roberto Eisenmann'a şöyle demişti: "Ben Mike Harari. İsrail gizli servisinin bir üyesi ve Manuel Noriega'nın da çok yakın bir arkadaşıyım." Zaten Harari sürekli olarak "merkez"le bağlantı içindeydi: "Deli Mike" çok sık, hatta bazen günde bir kaç kez Panama'daki İsrail elçiliğine girip çıkıyordu. Eski bir büyükelçilik görevlisinin söylediğine göre, Harari, "elçilikte sanki evindeymiş gibi" hareket ediyor, İsrail'le elçilik arasındaki tüm gizli hatları rahatlıkla kullanıyor ve elçilik içindeki her şeyi de biliyordu.120
Kısacası Harari, doğrudan İsrail adına Noriega'ya "akıl hocalığı" yapıyordu. Noriega'nın uyuşturucu işleri de bunun dışında değildi. Harari, Panama'daki uyuşturucu işini de İsrail adına yönetiyordu. Harari Şebekesi Nikaragua'daki kontralara silah taşımış ve Kolombiya-ABD arasındaki uyuşturucu trafiğini de düzenlemeyi ihmal etmemişti. Middle East International dergisi, konuyla ilgili bir haberinde şöyle diyordu: "Nikaragua'ya karşı gizli savaşın başladığı ilk yıllarda Harari, İsrail, ABD ve Panamalılardan oluşan bir grup kurarak, Güney Amerika'ya silah taşımış, Kolombiya'dan ABD'ye uyuşturucu yollamış, her iki operasyonda da aynı uçakları ve iniş sahalarını kullanmıştır." 121
Harari-Noriega, daha doğru bir deyişle Panama-İsrail işbirliğini, Noriega'nın eski politik istihbarat şefi Jose Blandon ise şöyle tarif ediyor: "Harari, Noriega'nın işinin bir parçası. Kokaini Kolombiya'dan Panama'ya taşıyorlar. Kontralara sağlanan silahlar için kullanılan altyapı, uyuşturucu için de kullanılıyor. Aynı pilotlar, aynı uçaklar, aynı insanlar." 122
2000'e Doğru da konuya değinerek, "Panama'ya uyuşturucu kaçakçılığı, Mossad gözetiminde ve İsrail uçaklarıyla yapıldı" diye yazmıştı.123
Mossad'ın Latin Amerika'daki uyuşturucu işlerini idare için kurduğu paravan şirket Hod Hahnit (Mızrağın Ucu), aslında narko-teröristlere eğitim veriyordu. İsrail subayı Yair Klein (sağda) bu timin liderliğini yapıyordu. Klein, aynı zamanda Kolombiya iç güvenlik servisi DAS'ı da eğitti. Yahudi işadamı Amiran Nir ise (solda), Hod-Hahnit'in, uyuşturucudan kazanılan paralarını aklamakla sorumluydu. |
Kısacası, İsrail, Noriega aracılığıyla yapılan uyuşturucu ticaretini de kontrol ediyordu. Az önce değindiğimiz gibi bu uyuşturucu şebekesinin ABD'deki en büyük ayağı ise Henry Kissinger'dı; yani İsrail'in Amerika'daki en önemli uzantısı. Uluslararası uyuşturucu şebekesini konu edinen Dope Inc. kitabında yazıldığına göre, Amerika'daki uyuşturucu ticaretinin Kissinger'la bağlantılı diğer kilit isimleri arasında ise Yahudi lobisinin etkin kuruluşlarından ADL'nin (Anti-Defamation League of B'nai B'rith) liderleri gelmektedir. ADL'nin; Kenneth Bialkin, Michael Milken, Edgar Bronfman gibi önemli isimleri, Amerika'daki uyuşturucu ticaretini aracılar yoluyla kontrol etmekte ve elde ettikleri paranın önemli bir bölümünü de Kongre üyelerine İsrail lehinde oy vermeleri için rüşvet dağıtmaya ayırmaktadırlar. Ayrıca Amerika'daki mafyanın büyük isimlerinin çoğunlukla Yahudi oluşları da ki ilk anda akla Amerika'nın gelmiş geçmiş en büyük mafya babası Meyer Lansky ve onun ortağı Benjamin "Bugsy" Siegel gelir dikkat çekicidir. Ayrıca son dönemde özellikle New York'ta çok güçlü olan ve uyuşturucu işini yöneten "Rus mafyası" da aslında Rusya'dan göçeden Yahudilerin Evsei Agron önderliğinde kurduğu bir "Yahudi mafyası"dır.124
Bu durumda karşımıza çıkan tablo, Latin Amerika'dan ABD'ye uzanan uyuşturucu ticaretinin asıl olarak Yahudi kontrolü altında gerçekleştiğidir. Ki bu da, İsra Suresi'nde haber verilen "İsrailoğullarının yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları" hükmünün bir başka yansımasıdır.
Noriega'nın sonunu getiren yanlış, az önce değindiğimiz gibi bu uyuşturucu ağının kurallarına karşı gelmesiydi. Bu uyuşturucu ağı "Yahudi kontrollü" olduğuna göre, Ananas Surat'ın hesabını da Yahudiler görmeliydi. Öyle de oldu. Noriega'ya yapılan Amerikan müdahalesinin hazırlık aşamasında, İsrail ordusundan Albay Yair Klein devreye girmiş ve Noriega'yı devirmek için çalışmaya başlamıştı. Dope Inc.'de Klein'in misyonu şöyle anlatılıyor:
... Klein, Reagan-Bush idaresi tarafından gizli bir operasyonla görevlendirildi. Bu, Panama'daki General Manuel Antonio Noriega'yı devirmekti. 1988'de Klein, İsrail'in eski Panama Büyükelçisi Eduardo Hereira ile gizli görüşmeler yaptı. Hereira daha sonra Elliot Abrams tarafından ABD'ye alınarak CIA'da görevlendirildi. Albay Klein, Hereira ile Panamalı Generali devirmek amacıyla Panama'da bir kontra güç oluşturmakla görevlendirildi.125
Amerika müdahaleyi Yair Klein'den gelen istihbarat üzerine yaptı. Noriega indirildi ve doğruca Amerika'ya götürülerek Miami Hapishanesinin 41586 numaralı hücresine konuldu. Basınla kesinlikle görüştürülmedi. Hala görüştürülmüyor; çünkü onyıllar hizmet verdiği İsrail-Amerika şebekesinin sırlarını açığa vurmasından korkuluyor.
İsrail'in Latin Amerika'daki 'Tarımsal Yardım'ları (!)
Önceki sayfalarda incelediğimiz bilgiler, bizlere, son 30-40 yıl boyunca İsrail'in Latin ve Orta Amerika'da çok büyük bir savaş organize ettiğini göstermektedir. Yahudi Devleti, bölge halkına karşı (ki bu halkın en büyük temsilcisi Katolik Kilisesidir), faşist ve baskıcı rejimleri desteklemekte, uyuşturucu kartellerine yardım etmektedir. Guatemala'da, El Salvador'da, Nikaragua'da akan kanların ardında, ya İsrail silahları ya da İsrail'in askeri uzmanları vardır.
Ancak kuşkusuz tüm bunlar resmi olarak inkar edilmektedir. Hiçbir İsrail lideri, bölgede askeri bir etkileri olduğunu kabul etmez. Basın bundan fazla söz etmez. Sonuçta İsrail bağlantısı bu denli büyük, bu denli etkili olmasına rağmen, pek bilinmemektedir.
İsraillilerin Latin ve Orta Amerika'da İsrail aktiviteleri ile ilgili sorulara verdikleri cevaplar ise şaşırtıcı ve önemlidir. Örneğin Mossad'ın ünlü isimlerinden David Kimche, ülkesinin bölgedeki icraatları ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
Evet, bazı ülkelerle ilişkilerimiz var. Bunlar tarım ilişkileridir. Tarımla ilgili konularda, örneğin daha verimli ürün almak için kullanılan teknikler hakkında bazı ülkelerle işbirliği yapmaktayız. Latin Amerika'nın ücra köşelerine tarım uzmanlarımız gitmekte ve oradaki insanlara ki oralarda Latin Amerikalı olmayan insan pek bulunmaz tarım teknolojisi hakkındaki birikimimizi aktarmaktadırlar.
Örneğin El Salvador'la olan ilişkilerimiz bu türdendir. Orada yalnızca tarım uzmanlarımız vardır. Oysa bazı insanlar El Salvador'la askeri ilişkiler içine girdiğimizi söylüyorlar. Böyle bir şey kesinlikle yoktur. Evet Salvador'da İsrailli uzmanlar vardır; ama bunlar tarım uzmanlarıdır. Başka Latin ve Orta Amerika ülkelerine bu konuda yardım yapıyoruz.126
Belki David Kimche'nin bu sözleriyle "dalga geçtiğini" sanabilirsiniz. Hayır, aksine Mossad şefi son derece ciddidir. Daha doğrusu, son derece ciddi bir yalan söylemektedir. Bu yalan, İsrail'in klasik politikası haline gelmiş durumdadır. Yahudi Devleti, "tarımsal işbirliği" adı altında değişik ülkelere sızmayı veya oradaki rejimlerle ya da rejim muhalifleriyle askeri ilişki kurmayı alışkanlık haline getirmiş durumdadır. Bu aldatmaca, Afrika'da da yoğun biçimde kullanılmıştır.
Durum böyle olduğuna göre, İsrail'in "tarımsal işbirliği" tekliflerine daha bir tedbirli bakmak gerekmektedir. Çünkü Yahudi Devleti, son dönemlerde Türkiye'yi çok yakın ilgilendiren iki ayrı bölgeye de "tarımsal işbirliği" adı altında sızmak hedefindedir: Türki Cumhuriyetlere ve Güneydoğu Anadolu'ya... Dikkatli olmak gerekmektedir: İsraillilerin GAP'a olan "tarımsal" ilgisi, El Salvador'a olan "tarımsal" ilgilerine benzeyebilir.
Bu noktada akla gelen bir başka örnek de Sri Lanka'dır.
Sri Lanka-Tamil Deneyimi
ya da İki Düşman Tarafı Birden Desteklemek
İsrail'in Üçüncü Dünya'daki aktiviteleri arasında, Sri Lanka özel bir yer tutar. Çünkü bu ülkede yaşananlar, yeryüzündeki devletler arasında yalnızca İsrail'e özgü olan, savaşan iki düşman tarafın aynı anda desteklenmesi ve silahlandırılması yönteminin bir örneğidir.
Sri Lanka (eski adı Seylan), Hindistan'ın güneyindeki bir ada-devlettir. 16 milyon nüfusu olan ülkenin % 74'ü Budist Sinhalalar, % 20'si ise büyük çoğunluğu Hindu olan Tamiller'den oluşur. Yönetim Sinhalalar'ın elindedir. Ülkenin kuzeyinde yaşayan Tamiller, İngiltere'den bağımsızlığın kazanıldığı 1948'den bu yana ezildiklerini öne sürerler. 1983'te ise kendilerine "Tamil Kaplanları" adı veren bir grup gerilla, Sinhala rejimine karşı bağımsızlık mücadelesi başlatmıştır. Kanlı bir iç savaşa dönüşen bu çatışma, halen sürmektedir.
Ve İsrail'in Uzakdoğu'daki bu iç savaşla çok yakından ilgisi vardır. Yahudi Devleti, önceki sayfalarda gördüğümüz diğer örneklerde olduğu gibi askeri eğitim ve silah satışı yoluyla iç savaşa dahil olmuştur. Ancak İsrail'in Sri Lanka iç savaşındaki rolü biraz farklıdır; Yahudi Devleti taraf tutmamaktadır. Ya da bir başka deyişle, iki tarafı birden tutar; iki tarafı da birbirini öldürmesi için eğitir ve silahlandırır.
1983'te, gerilla savaşı patlak verdiğinde, Sri Lanka hükümeti yardım için İngiltere ve Amerika'ya başvurmuş; ama bu iki ülke de etnik bir çatışmanın doğrudan içinde bulunmayı istememişlerdi. Müdahale etmekte tereddüt etmeyen tek ülke İsrail oldu. Kısa sürede askeri ilişkiler kuruldu. Sri Lanka ordusu karşı-gerilla faaliyetleri konusunda SHABAK (iç güvenlikle ilgili İsrail gizli servisi) uzmanları tarafından eğitildi. Sri Lanka Savunma Bakanı Lalith Athulathmudali, SHABAK'ın yöntemlerini överek, adamlarının hiç bu kadar iyi eğitim görmediklerini söylüyordu. 1984 Ağustos'undan itibaren, Tamillere karşı yeni bir istihbarat ağı kurmak için hükümetle birlikte çalışan altı İsrailli istihbarat uzmanı ülkede görev yaptı. Sri Lanka Dışişleri Bakanı Douglas Liyenage 1984'de İsrail'i ziyaret etti.
Hükümet, Sri Lanka ve Hindistan arasındaki deniz geçitlerini kontrol etmek için İsrail'e altı adet devriye botu ısmarlamıştı. Bu botun satışıyla ilgili olarak yapılan anlaşma 27 Mayıs 1985'de Matityahu Peled tarafından Knesset'te gündeme getirildi. Savunma Bakanı Yitzhak Rabin bu konuda konuşmayı reddetti ve bunun devlet güvenliği açısından sakıncalı olacağını söyledi. 1985 sonbaharında Başbakan Şimon Peres'in Paris'e yaptığı bir gezi sırasında Sri Lanka başkanı Junius Jayawardene ile ikisi arasında gizli bir buluşma gerçekleşti. Kısacası Yahudi Devleti, Sri Lanka'daki iç savaşa boğazına kadar batmıştı. Benjamin Beit-Hallahmi, şöyle diyor: "İsrail'in 1984'de olaylara müdahale etmesiyle birlikte olaylar daha vahşi ve daha ümitsiz hale gelmiştir. Sri Lanka şimdi 'Güney Asya'nın Lübnan'ı gibi ürkütücü bir lakap kazanmıştır." 127
Kısacası, Sri Lanka hükümeti, Tamillere karşı yürüttüğü savaşta en büyük desteği İsrail'den görmüştü.
Konuyla ilgili diğer bazı ilginç bilgiler ise eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky'nin "best-seller" olan kitabı By Way of Deception'da açıklanmıştı. Mossad'da katsa (birim subayı) rütbesine kadar yükselen, ancak sonradan örgütten ayrılarak yaşadıklarını açıklayan Ostrovsky, kitabında Sri Lanka ile ilgili de önemli şeyler yazdı.
Ostrovsky henüz örgütteki eğitim dönemindeyken bir gün İsrail'e Sri Lanka'dan 50 kişilik bir grup gelmişti. Bu elli kişi üç gruba ayrılmış, ilk grup anti-terör taktikleri konusunda eğitim görmek için Mossad'ın Petha Tivak yakınlarındaki Kfar Sirkin askeri üssüne götürülmüştü. İkinci grup Tamillere karşı ülkenin kuzey kıyılarını korumak için 7-8 adet İsrail yapımı Devora hücumbotu almaya gelmişti. Üçüncü grup ise Sri Lanka sularına mayın döşeyen Tamillere karşı kullanmak üzere radar ve benzeri donanma malzemeleri almak için gelen yüksek rütbeli bir subay grubuydu. Bunlar Sri Lanka hükümetinin adamlarıydı ve İsrail'den her zaman olduğu gibi silah kullanmak ve adam öldürmek için bilgi almaya gelmişlerdi.128
Ostrovsky, İsrail'in Sri Lanka'ya verdiği ilginç bir desteği daha anlatıyordu. Sri Lanka hükümeti İsrail'den satın aldığı silahların parasını ödemekte zorlandığında, Yahudi Devleti onları Dünya Bankası'nı kandırmaları yönünde teşvik etmişti. Mossad üst düzey görevlisi Amy Yaar, Sri Lanka hükümetininin önüne "Mahaweli Projesi" diye proje koymuş ve bunu kullanarak Dünya Bankası'ndan kredi istemelerini öğütlemişti. Proje, ülkedeki Mahaweli ırmağının yatağının değiştirilmesini ve bu yolla tarımsal üretimin arttırılmasını öngörüyordu. Mossad, biri Kudüs İbrani Üniversitesi'nden ekonomi profesörü, diğeri de bir tarım profesörü olan iki İsrailli uzmana, projenin önemine ve maliyetine dair makaleler yazdırdı ve daha sonra da bunları öne sürerek Sri Lanka'nın proje için Dünya Bankası'ndan 250 milyon dolar almasını sağladı. Ama proje hayali bir projeydi ve asla gerçekleşmedi. Alınan kredi ise Sri Lanka hükümeti tarafından satın alınan silahların karşılığı olarak İsrail'e gitti. Ostrovsky'nin yazdığı gibi "proje, silahların parasını ödemek amacıyla Dünya Bankası'ndan para alabilmek için icad edilmişti." 129
Tüm bunlar, İsrail'in Sri Lanka yönetimi ile oldukça kapsamlı bir ilişki içinde olduğunu gösteriyordu
Ama bir de madalyonun öteki yüzü vardı.
Yahudi Devleti, Tamilleri de silahlandırmakta ve eğitmekteydi!... Victor Ostrovsky, By Way of Deception'da Sri Lanka hükümet güçleri ile ilgili yazdığı askeri bağlantıların ardından, İsrail'e eğitim için gelen Tamil gerillalarından söz ediyordu. Hatta Tamillerle Sri Lanka güçleri aynı anda İsrail'de eğitilmişler, bir grup Hayfa'da, öteki grup da Tel-Aviv'de İsrail'in terör taktiklerini öğrenmişlerdi. Tamiller, deniz komandoları üssünde; sızma teknikleri, mayınlama, haberleşme ve hücumbotları batırma konularında eğitilmişlerdi. Durum oldukça ilginçti: İsrail, Sri Lanka yönetimine Devora hücumbotları satarken, Tamillere de bunları batırmayı öğretmişti.130 Ostrovsky, durumu, "İsrail, iki tarafın da üst düzey askeri kuvvetlerini, iki tarafın bilgisi dışında, aynı anda eğitti" diyerek özetliyor.131
Bu durum, kuşkusuz son derece ilginç bir durumdur ve Yahudi Devleti'nin Üçüncü Dünya'da çıkardığı bozgunculuğun hangi boyutlara varabildiği konusunda oldukça aydınlatıcıdır. İki tarafı birden silahlandırmak ve eğitmek, ölüm tacirliğinden başka bir şey değildir çünkü.
Sri Lanka örneği, İsrail'den destek alan ya da uman başka ülkeleri de düşündürmelidir. Yahudi Devleti, kendilerine hissettirmeden hem Tamilleri hem de hükümet güçlerini eğitip silahlandırdığına göre, bu ikili desteği başka yerlerde de uygulayabilir. Bu nedenle, "teröre karşı İsrail'den yardım" bekleyen Türkiye'nin de, biraz daha bilinçli olmasında yarar vardır...
İsrail'in Öteki Faşist Dostları:
Sol-Faşistler, Neo-Naziler ve Gladio...
İsrail'in Üçüncü Dünya aktiviteleri, yalnızca önceki sayfalarda incelediğimiz Afrika ve Latin ve Orta Amerika ülkeleri ile sınırlı değildir. Filipinler'deki kanlı Marcos iktidarı, Endonezya'daki Suharto diktası İsrail'den en çok destek almış rejimlerdir. Bunun yanısıra Yahudi Devleti'nin; Hindistan, Burma, Tayland, Singapur gibi Asya ülkeleri ile de çok yakın askeri bağlantıları vardır. Mossad, tüm bu ülkelerde son derece aktiftir veya faşist rejimleri ayakta tutmaya çalışmıştır ya da hür rejimlere karşı faşist muhalefetleri desteklemiştir. (Bu ülkeleri, anti-İslam özellikleri nedeniyle, dünya Müslümanlarını konu edinen bir sonraki bölümde inceleyeceğiz.)
Hallahmi, ülkesinin Üçüncü Dünya'daki faşist güçlerle olan tüm bu ilginç bağlantılarını aktardıktan sonra, İsrail-faşizm ilişkisinin artık bir kural haline geldiğini bildiriyor ve şöyle diyor: "Dünyanın dört bir yanındaki aşırı sağcıların tü- mü, İsrail'e hayranlık beslemekte ve onu kendilerine bir model olarak kabul etmektedirler." 132 İsrailli yazar, bu psikolojiyi şöyle açıklıyor:
Günümüzün aşırı sağcılarının hepsi İsrailli savaşçı prototipine hayrandır: Uzun boylu, sert, acımasız, elinde Uzi taşıyan ve koyu renkli yerlileri çekinmeden öldüren İsrailli tipi, Arjantinli Generalleri, Paraguaylı albayları ya da Afrikalı faşist birlikleri İsrail'e hayran kılmaktadır.133
İsrail'in faşist rejim ya da örgütlerle kurduğu ilişkiler, Üçüncü Dünya'yı aşmakta ve diğer coğrafyalarda da geçerlilik kazanmaktadır. Örneğin Avrupalı faşistler arasında İsrail'in gizli dostlarının sayısı hayli kabarıktır. Bu faşistlerin hepsinin "aşırı sağcı" olmaları da gerekmez; bir kısmı, "sol-faşist"tir.
İsrail'le işbirliğine giden "sol-faşist"lerin içinde Romanya'nın eli kanlı diktatörü Nikolay Çavuşesku başta gelir. Çavuşesku, Doğu Bloku ülkelerinin genelinin aksine, İsrail'in haksız işgali ile sonuçlanan Altı Gün Savaşı'nın ardından Yahudi Devleti'ni kınamamış ve BM'de onun aleyhine oy vermemiştir. İsrailliler, Çavuşesku'nun bu jestini iyi görmüşler ve diktatör ile yakın bağlantılar kurmuşlardır. İsrail lobisi, Amerikan Kongresi'nde Romanya lehine lobi yapmaya söz vermiş ve gerçekten de Yahudi lobisinin çabaları sonucunda Çavuşesku Romanyası, Amerika'nın "ticarette en çok tercih edilen ülke" (Most Favoured Nation) listesinde yıllar boyu yerini korumuştur. Bunun yanısıra, İsrail ve Romanya arasında Romen Yahudilerinin İsrail'e göç ettirilmesi ile ilgili anlaşmalar imzalanmış ve uygulamaya konmuştur. İsrail'in Çavuşesku'ya verdiği lobi desteği de, eli kanlı diktatörün devrilmesine kadar sürmüştür.134
İsrail'in ya da onun Amerikalı uzantılarının sol-faşistlerle yakın ilişki içinde olduğunu, yakın çevremize baktığımızda da görebiliriz. "Nasyonal Sosyalizm"in alaturka versiyonu olan "ulusal sol"un fosilleşmiş liderinin, Kissinger'ın çok yakın bir dostu, daha doğrusu istikrarlı bir öğrencisi oluşu bir tesadüf değildir. Bölücülüğe karşı çıkma adına en büyük bölücülüğü yapanlar, dine ve dindarlara karşı şahin kesilenler, hep bu "ulusal sol"un dinazorlarıdır.
İsrail'in Avrupalı faşistler ve neo-Naziler'le olan yakın ilişkileri de az bilinen ama doğruluğuna kuşku olmayan bir gerçektir. İsrail, Avrupa'daki aşırı sağcı örgütler ve kontrgerilla örgütlenmeleri ile çok yakın ilişkiler kurmuş ve onları farklı yönlerden desteklemiştir.135Yahudi Devleti'nin, Batı Alman gizli servisinin şefi ve eski bir Nazi generali olan Reinhard Gehlen'in aracılığıyla neo-Nazilerle kurduğu ilişkili bunun bir örneğidir. Alman Gizli Servisi BND'nin şefi olan Gehlen, Mossad'la çok yakın ilişkiler kurmuş ve onun zamanında iki gizli servis arasındaki işbirliği en üst düzeye çıkmıştır. İsrail Gehlen aracılığı ile Alman neo-Nazileriyle de yakın ilişkiler kurmuştur. (Almanya'daki kontrgerilla hareketinin adının "Gehlen Harekatı" olması da bir başka ilginç noktadır). Gehlen ve neo-Nazilerle kurulan bu bağlantının İsrail cephesindeki mimarı ise oldukça tanıdık bir isimdir; Şimon Peres.136
Peres'in İdi Amin, ırkçı Güney Afrika rejimi, Somoza gibi faşistlerle bağlantılarına önceki sayfalarda değinmiştik. İsrail'deki "solcu" İşçi Partisi'nin ağır topu Peres'in faşistlerle bu denli yakın ilişkiler kurması, bizlere İsrail siyasi sisteminin ne denli "yekpare" bir sistem olduğunu göstermektedir: İsrail'in "solcu" İşçi Partisi ve "sağcı" Likud bloku arasında hiçbir gerçek fark yoktur. Her iki parti de, 8. bölümde de değindiğimiz gibi aynı derecede faşist ve ırkçıdır. (Şu günlerde barış havarisi geçinen Peres'in faşist bağlantıları hala aynı hızla sürmektedir. Onu, dünyanın çeşitli ülkelerine yaptığı resmi ziyaretler sırasında faşist partilerin liderleri ile son derece samimi sohbetler yaparken görebilirsiniz).
Livia Rokach, İsrail eski Başbakanlarından Moshe Sharett'in özel günlüğüne dayanarak yazdığı İsrail'in Kutsal Terörü adlı kitabında Yahudi Devleti'nin başka Avrupa faşistleri ile olan bağlantılarına değinir. Buna göre, İsrail'in faşistler ve sol-faşistler aracılığıyla en çok yıpratmaya uğraştığı ülkelerin başında İtalya gelmektedir. "Anti-Siyonist Katolik bir kültürle yoğrulmuş olan İtalya", İsrail tarafından potansiyel bir düşman olarak algılanmaktadır. Rokach, İsrail'in bu "potansiyel düşman"a karşı oynadığı faşist kartını şöyle anlatır:
60'lı yılların başında, İtalya; Siyonist İşçi Partisi üyelerinin, resmi ve yarı resmi radikal sağcıların, faşistlerin ve neo-Nazilerin İtalyan demokrasisini dinamitlemek için buluştukları bir merkez oldu... 1971'deki ikinci (faşist) darbe girişiminin lideri olan eski SS komutanı Valerio Borgheise'nin İsrail'e kaçtığı yolundaki haberler basında yer almıştır... 1972'deki seçim kampanyasında, Mussolini'nin eski sağ kolu Faşist Parti başkanı Giorgio Almirante ve eski NATO generali Gino Birindelli, İsrail üst düzey yöneticileriyle yakın ilişkilerinden gurur duyduklarını açıkça belirtiyorlardı. 1973'de Hıristiyan Demokrat Başbakan Mariano Rumor'a suikast yapan Bertolli'nin yanında cinayet aracı olarak İsrail ordusunun işaretini taşıyan bir bomba bulunmuştur. Yapılan araştırmalar sonucu suikastçinin bir süre öncesine dek bir İsrail kibbutzunda yaşadığı saptanmıştır.137
Rokach, tüm bu verdiği bilgilerin "devlet güvenliği" gerekçesiyle kamuoyundan gizli tutulduğunu ve İsrail'in tüm bu aktivitelerinin gizlilik perdesi içinde kaldığını söylüyor. (Zaten bu nedenle de Noam Chomsky, Rokach'ın kitabını "resmi tarihin ardında yatan gerçek dünyanın perdesini kaldırmak isteyenler için çok değerli bir kaynak" olarak tanımlar). Rokach, "gerçek dünyanın perdesini aralayan" başka bilgiler vermeye devam ediyor:
İsrail'in İtalyan ve diğer Avrupalı faşist gruplarla işbirliği 70'li yılların sonlarından 80'li yıllara uzanmıştır. Son yıllarda bu işbirliği Lübnanlı Falanjistlerin desteğiyle daha da güç kazanmıştır... (Lübnan'daki) eğitimin kamplarında İtalyanların yanısıra Alman, İspanyol ve Fransız faşistleri de eğitilmekte, kamp personeli tahmin edilebileceği gibi İsraillilerden oluşmaktadır.138
İsrail'in İtalya'daki bağlantıları arasında, ünlü P2 locası ve locanın yakın ilişki içinde olduğu kontrgerilla örgütü Gladio da vardı. Eski Mossad ajanı Victor Ostrovsky, çok yankı uyandıran By Way of Deception adlı kitabından sonra 1994'te yayınladığı The Other Side of Deception'da, Mossad-P2-Gladio bağlantısından söz eder. Ostrovsky'nin yazdığına göre, Licio Gelli, yani P2 mason locasının ünlü üstadı, "Mossad'ın İtalya'daki müttefiki"dir ve Gelli'nin yönettiği P2 ile yine Gelli'yle yakın ilişkisi olan Gladio örgütü de Mossad'la ittifak içindedir. Mossad, Gelli-P2-Gladio bağlantılarını kullanarak 80'li yıllarda İtalya üzerinden silah ticareti yapmıştır.139
Ostrovsky'nin sözünü ettiği Mossad-Gladio bağlantısı son derece önemlidir ve bizlere başka ülkeler hakkında da önemli bir ipucu vermektedir. Çünkü İtalyan Gladio'su, Soğuk Savaş döneminde NATO ülkelerindeki rejim muhaliflerini ortadan kaldırmak için kurulmuş olan büyük kontrgerilla ağının yalnızca İtalya'daki koludur. Ve eğer kontrgerilla ağının İtalya kolu "Mossad'ın müttefiki" ise ve Mossad'la ortak operasyonlar gerçekleştiriyorsa, bu ittifakın kontrgerillanın diğer ülkelerdeki versiyonları açısından da geçerli olduğunu düşünebiliriz. (Az önce Alman kontrgerillası Gehlen'in Mossad ilişkisine de değinmiştik).
İtalyan terör örgütü Kızıl tugaylar, İsrail'in ilişki kurduğu sol-faşistlerin tipik bir örneğiydi. Başbakan Aldo Moro, İsrail aleyhtarı oluşunun da etkisiyle, 1978 Nisanında Kızıl Tugaylar tarafından kaçırıldı ve kurşuna dizildi. Üstte, Moro'nun öldürülmeden kısa bir süre önce teröristler tarafından çekilen resmi.
|
Nitekim Mossad-kontrgerilla bağlantısının önemli bir başka örneğini yine Victor Ostrovsky vermektedir.140 Eski Mossad ajanı, Belçika'daki Gladio ve bu Gladio'nun sivil kanadını oluşturan Westland New Post (WNP) adlı faşist partinin Mossad'la çok yakın ilişki içinde olduğunu anlatır. Buna göre, Belçika Gladio'sunun Belçika gizli servisi içindeki uzantıları ve WNP, 1980'lerin ortalarında bir seri suikast ve bombalama eylemini Mossad'ın yardımı ile gerçekleştirmiştir. Bu "destablizasyon" eylemlerinin amacı, sol çizgiye kaymaya başlayan hükümeti baltalamaktır; Gladio tarafından gerçekleştirilen eylemler solcuların üstüne atılacak ve böylece karşı tarafın arkasındaki halk desteği zayıflatılacaktır. Gerçekleştirilen eylemlerin arasında, Belçika Başbakanının öldürülmesi ve çok sayıda süpermarketin bombalanması vardır. Belçika Gladio'sunun sözkonusu eylemleri gerçekleştirmek için kurduğu gruptan üç kişi 1985'te ülkeyi terketmek zorunda kalarak İsrail'e kaçmış ve orada Mossad tarafından kendilerine yeni sahte kimlikler sağlanmıştır. Ostrovsky, bu sahte kimlik sağlama işleminin, Mossad ile Belçika aşırı sağı arasındaki gizli anlaşmanın bir parçası olduğunu yazıyor. Eski Mossad ajanının verdiği bir diğer bilgi ise "Fransa'daki faşist gruplar ile Mossad arasındaki işbirliği." 141
İsrail, tüm bunların yanısıra, az önce de belirttiğimiz gibi kimi zaman sol-faşistlerle de yakın bağlantılar içindedir. İtalya'yı yıllar boyu kasıp kavuran Kızıl Tugaylar'ın İsrail ve Mossad ile kurduğu yakın bağlantılar bunun bir örneğidir. Bu bağlantı şimdiye kadar pek çok kaynakta açıklandı. İtalyan Panorama dergisi, İsrail'in 1970'lerin başından bu yana Kızıl Tugaylar'a silah, para ve askeri eğitim verdiğini yazmıştı.142 Noam Chomsky de Kızıl Tugaylar-Mossad ilişkisine değinir. Chomsky'nin yazdığına göre Kızıl Tugaylar'ın İtalyan Başbakanı Aldo Moro'yu öldürmesinde de İsrail'in rolü vardır; çünkü Moro İsrail karşıtı düşüncelere sahiptir. İsrail'in Kızıl Tugaylar'a destek vererek yapmak istediği şey ise İtalya'yı istikrarsızlığa sürüklemektir.143
İtalya örneği bize İsrail'in stratejisi ile ilgili önemli bir gerçek göstermektedir: İsrail, kendisine düşman olarak gördüğü halkların baskı altında tutulması, terörize edilmesi, istikrarsızlığa sürüklenip "destablize" edilmesi gerektiğine inanır. Faşistleri ve bazen de sol-faşistleri desteklemesinin mantığı temelde budur. Bu "düşman" halkların çoğu kuşkusuz Düzen tarafından ezilen ve dolayısıyla Düzen'e tepki duyan Üçüncü Dünya halklarıdır. Dünyanın "en Katolik" ülkesi olan İtalya ise Katolik düşüncesinde yer alan anti-Siyonizm nedeniyle "düşman halklar" kategorisine girmiştir (ancak Vatikan'ın İsrail'le kurduğu son ilişkilerden sonra bu durumun önemli ölçüde değiştiği söylenebilir). Kuşkusuz İsrail'in din yönünden "düşman halklar" sınıfına koyduğu halkların başında ise özellikle son dönemlerde, Müslümanlar gelmektedir. Bunu kitabın bir sonraki bölümünde inceleyeceğiz.
Üçüncü Dünya ile Savaş
Önceki sayfalarda incelediğimiz İsrail bağlantıları kuşkusuz pek çok kimse için şaşırtıcıdır. Ancak bu bağlantılar bizi düşünmeye yöneltmelidir. İsrail'in neden Üçüncü Dünya'da büyük bir savaş verdiği, neden dünyanın öbür ucundaki rejimlerin durumu ile bu denli yakından ilgilendiği, neden yerkürenin dört bir yanındaki faşistlerin en büyük müttefiki olduğu, çözülmesi gereken bir sorudur. 5 milyon nüfuslu küçük bir ülke olan İsrail'in, 120'yi aşkın ülkeden oluşan ve en az 2 milyar insanı barındıran Üçüncü Dünya'ya karşı neden ve nasıl böyle bir savaş başlattığını bulmak zorundayız.
Ancak İsrail Üçüncü Dünya savaşında yalnız değildir. Amerika da bu savaşın içindedir. Bu savaşın Amerikan kaynaklı olduğu, İsrail'in de onun yardımcısı olduğu söylenir. Oysa gerçekler önceki sayfalarda da belirttiğimiz gibi daha farklıdır.
CFR'nin önde gelen beyinlerinden George Kennan'ın 1948 yılında söylediği sözler, Üçüncü Dünya savaşının mantığını kavramak bakımından önemlidir. Kennan, şöyle diyordu: "Dünya servetinin %50'sine ama nüfusunun %6.3'üne sahibiz... Bu durumda kıskançlık ve kızgınlık odağı olmamız gayet normal. Önümüzdeki dönemde asıl görevimiz bu ayrıcalıklı pozisyonunun devamını sağlayacak bir ilişki modeli kurmamızdır." 144
Evet, en başta Amerika'nın yer aldığı Birinci Dünya, Üçüncü Dünya'nın yanında inanılmaz bir zenginliğe sahipti. Bir taraf açlıktan ölürken, öbür taraf aşırı lükslerle dolu birer tüketim toplumuydu. Ve CFR ideoloğu George Kennan'ın dediği gibi Birinci Dünya, en başta da Amerika, bu adaletsiz sistemin sürmesi için çaba harcamak zorundaydı. Bu, Batı ile Üçüncü Dünya arasında geçecek bir savaş demekti.
Bu doğal bir durum olarak karşılanabilir. İnkarcı insanın bencil tabiatının bir sonucu olarak, Batı'nın elindeki lüksleri Üçüncü Dünya ile paylaşmamak istememesinin ve bu nedenle de Üçüncü Dünya'ya karşı savaş açmasının mantığı anlaşılabilir. Anlaşılması daha zor olan bir şey varsa, o da neden Birinci ve Üçüncü Dünya'lar arasındaki bu savaşta en büyük rolü Yahudilerin oynadığıdır.
İkinci Dünya Savaşı öncesi sağ kanat Siyonizmin lideri olan Vladimir Jabotinsky'nin ilginç bazı sözleri, bize bu konuda ışık tutabilir. Jabotinsky, şöyle demiştir:
Siyonizmin esas amacı tüm Akdeniz'i Avrupa ellerinde tutmaktır... Bu durumda, örneğin Suriye'nin bağımsızlığı söz konusu bile olamaz... Bu konu Fransa, İtalya ve İngiltere tarafından anlayışla karşılanacaktır, çünkü kendi koloni imparatorluklarının korunmasına yöneliktir... Biz her türlü Doğu-Batı çatışmasında Batı'dan yana oluruz... Biz bugün bu kültürün en sadık ve önde gelen taşıyıcılarıyız. İngiliz imparatorluğunun yayılması bizim İngilizlerden bile daha çok işimize gelir.145
Siyonist liderin bu sözlerinde oldukça önemli bir mantık yatmaktadır: Jabotinsky, İngiliz emperyalizminin yayılmasının, İngilizlerden çok Yahudilere yarayacağını söylemektedir. Bunun anlamı ancak şu olabilir: Yahudiler, İngiltere devletini bir tür aracı olarak görmekte, İngiltere'yi kullanarak, kendi güçlerini artıracaklarını düşünmektedirler.
O dönemin süper gücü olan İngiltere, günümüzde yerini Amerika ile değiştirmiştir. Aynı mantığın geçerli olduğunu düşünürsek, bugün Amerikan emperyalizminin yayılması, Amerikalılardan çok Yahudilere yarıyor olmalıdır.
Amerika'yı biraz büyüteç altında incelediğimizde, bunun bir varsayım değil, bir gerçek olduğunu görebiliriz. Çünkü Amerika'yı, normal bir ülke iken emperyalist bir süper güç yapanlar Yahudi önde gelenleridir. Amerika'nın dış politikasını yönlendiren ve bu dış politikadan en çok çıkar sağlayanlar da yine onlardır. (Bkz. 6. ve 7. bölümler) Amerikan dış politikasının İsrail'le uyumlu oluşunun gerçek nedeni de budur.
Dolayısıyla Amerika'nın Üçüncü Dünya egemenliğinin zayıflaması, Yahudi önde gelenlerinin zayıflaması anlamına gelir. Daha geniş ölçekte, Yahudi önde gelenleri, Üçüncü Dünya'ya karşı tüm Batı dünyasının yanındadırlar. Çünkü Batı'nın bugünkü şekli, Yahudi önde gelenlerinin bir ürünüdür. Yahudi önde gelenleri, Yeni Seküler Düzen'i (Novus Ordo Seclorum) Batı'da kurmuşlar, Batı'yı kendi istedikleri gibi şekillendirmişlerdir. Batı, onların Üçüncü Dünya'ya karşı ellerindeki en büyük silahtır.
İsrail'in Üçüncü Dünya'da Batı kuklası rejimleri ayakta tutmak için verdiği savaş da bunun bir sonucudur. Hallahmi şöyle diyor: "İsraillilerin savaş çığlığı 'Batı kazanabilir'dir: Batı, Güney Afrika olsun, Ortadoğu olsun veya Orta Amerika olsun, Üçüncü Dünya'daki radikal hareketlere karşı zafer kazanabilir." 146
İşte bu nedenle İsrail, Batı aleyhtarı hareketlere Batı'dan daha çok düşmandır. Amerikan karşıtı hareketlere, Amerika'dan daha sert tepki vermektedir. Çünkü Jabotinsky'nin İngilizler için söylediğine benzer şekilde, Amerikalıların kazanması, Amerikalılardan çok Yahudilere yaramaktadır.
Tüm bunların yanında, Üçüncü Dünya, aynı zamanda İsrail'in doğrudan kendisine yönelik bir tehdittir.
Üçüncü Dünya'nın İsrail'e Tepkisi
İsrail, Üçüncü Dünya savaşına Batı egemenliğini korumak için girmiştir, ancak zamanla bu savaş, doğrudan Üçüncü Dünya ile İsrail arasındaki bir savaş halini almıştır. Üçüncü Dünya halkı, savaştıkları düşmanın kim olduğunu daha iyi görmeye başlamış ve doğrudan İsrail'e yönelik bir tepki geliştirmiştir. Hallahmi, Üçüncü Dünya'da İsrail'e karşı gelişen antipatiyi şöyle anlatıyor:
İsrail bütün bu faaliyetlerin sonucunda Üçüncü Dünya ülkelerinde genel olarak olumsuz bir görünüm oluşturmuştur. Dünyanın dört bir yanındaki faşistler İsrail'in koyu birer hayranı olurken, bu ülkelerin halkları, İsrail'i ve İsraillileri, istediği zaman istediği şeyi yapabilecek şeytani bir güç olarak görmeye başladılar. Baskıcı rejimlerin idaresi altında yaşayan milyonların, yüz milyonların gözünde, o baskıcı rejime destek veren dış güçler, düşmanla özdeşleşmektedir. Bu yüzden İsrail, İran'daki son şahla, Afrika'daki Portekiz koloni rejimiyle, Nikaragua'daki Somoza'yla ve Güney Afrika'daki ırk ayrımı rejimiyle özdeşleşmiş durumdadır.147
Üçüncü Dünya'nın bu tepkisi, gittikçe artan bir biçimde açığa çıktı. Nisan 1955'de Endonezya'da, Bandung'da yapılan Asya-Afrika Konferansı, Üçüncü Dünya Koalisyonunun kurulmasındaki ilk adımdı. İsrail, bu konferansa davet edilmemişti. Bandung Konferansı kurulan koalisyonun İsrail'e pek dostça bakmayacağını belirlemişti.
1975'de BM Genel Kurulu'nun aldığı, Siyonizmin ırkçılık olduğunu öngören karar, Üçüncü Dünya'da ortaya çıkmaya başlayan fikir birliğinin bir sonucuydu. Birinci Dünya Siyonizmi meşru bir politik ideoloji olarak benimserken, Üçüncü Dünya onu ırk ayırımı ile aynı kefeye konması gereken bir sömürgecilik biçimi olarak görüyordu. BM'de, 1967'den beri yaklaşık iki yüz İsrail karşıtı önerge oylaması yapıldı. Bunların bazıları en başta Üçüncü Dünya ülkelerinin oyuyla benimsendi, yaklaşık otuz kadarı da sadece Amerika vetosuyla geçersiz kılındı. Bu nedenle İsrail, Üçüncü Dünya'nın bağımsızlaşmasını, doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak algılar hale geldi. Hallahmi şöyle diyor:
İsrail liderleri, Üçüncü Dünya radikal hareketlerinin zafer kazanmasını uzun vadede İsrail'e bir tehdit olarak görmektedirler. Birincisi Amerika'yı zayıflattığı için, ikincisi de İsrail'e karşı ve Arapların yanında olan Üçüncü Dünya radikalizasyonunu kuvvetlendirdiği için. Amerika üstünlüğüne yapılan her tehdit İsrail için de geçerlidir. Eğer Amerika'nın gücü azalırsa, ona bağlı devletlerin de gücü azalır. Bu noktada İsrail liderleri gerçekten, dünyada sadece bir tek savaş olduğunu ve tek bir cephe olduğuna inanıyormuş gibi davranmaktadırlar.148
Üçüncü Dünya'ya Karşı İsrail Tarzı
İsrail, tüm bu üstte saydığımız nedenlerden dolayı, hem kurulu Dünya Düzeni'ne hem de kendi gücüne karşı bir tehdit olarak gördüğü Üçüncü Dünya'ya karşı büyük bir savaşı organize etti. Dünyanın dört bir yanındaki faşistler, Üçüncü Dünya halklarını ezdikleri, onların bağımsız olmalarını engelledikleri için İsrail'in müttefiki oldular.
Ve İsrail, tüm bu faşistleri, Üçüncü Dünya halklarına karşı daha da baskıcı, daha da acımasız olmaları için teşvik etti. İsrail'in dünyanın dört bir yanındaki faşist rejimlere gönderdiği işkence uzmanları, askeri uzmanlar, psikolojik savaş uzmanları bu misyonu yerine getirdiler. Yahudi Devleti, Amerikalıları da daha sert yapabilmek için uğraştı. Noam Chomsky'nin sayfalar dolusu anlattığı "ABD terörü", İsraillilerin gözünde yeterli değildi. Onlar Üçüncü Dünya'ya karşı daha da sert yöntemler kullanılmasını, daha çok kan akıtılmasını istiyorlardı. Hallahmi, bu konuda şöyle diyor:
Amerikan Dışişleri Bakan yardımcısı Harold Saunders, İsrail'in Lübnan politikalarını eleştirmiş ve Lübnan'ın İsrail'in Vietnam'ı olacağını iddia etmişti. Weizman bunun karşılığında 'Bize ne yapacağımızı söyleme. Siz her yerde kaybettiniz. Angola'yı, İran'ı, Etiyopya'yı kaybettiniz... Zafiyet gösteriyorsunuz. Mesela Küba'ya bak' dedi. Söylenmek istenen açıktı: Amerikalılar Üçüncü Dünya için fazla yumuşaklar. İsrailliler bu işin nasıl yapılacağını biliyor. Sert ve kararlılar. 1977'den beri Knesset'te Likud üyesi ve eski Mossad operatörü olan Eliyahu Ben Elissar şöyle demişti; 'Keşke Amerikalılar Etiyopya ve İran konusundaki tavsiyelerimizi dinleselerdi; dinlemedikleri için ikisini de kaybettik'. İsrail liderleri de sık sık Üçüncü Dünya'daki Amerikan politikalarının, tereddütlü,ve 'yumuşak' olduğu için başarısız olduğunu ima eder ve Amerikan yumuşaklığına karşı İsrail acımasızlığı ve sertliğini önerirler.149
Evet, Üçüncü Dünya'yla en iyi savaşanlar, her zaman için İsrailliler oldu. Bu nedenle Üçüncü Dünya'nın dört bir yanındaki faşistler her zaman İsrail'in desteğine muhtaç oldular. Hallahmi şöyle diyor: "İsrail Üçüncü Dünya ile başa çıkmada; onu zayıf ve savunmasız kılmada başarılı bir model geliştirmiş ve bu modeli ihraç etmiştir." 150
Bu konuda eski bir Güney Afrika faşistinin söylediği sözler son derece ilginçtir. Siyah halkın isyanlarını bastırmak için şiddet kullanmayı gelenek haline getirmiş olan apartheid rejiminin eski İçişleri Bakan Vekili Louis Le Grange, 1976 yılındaki bir konuşmasında İsraillilerin halk hareketlerini bastırma yönünde neden daha "başarılı" olduğunu şöyle açıklıyordu: "İsrailliler yerlilerin ayaklanmalarını bizden çok daha iyi ezebiliyorlar. Çünkü doğrusunu söylemek gerekirse bizimkilerden çok daha rahat adam öldürüyor, bizimkilerden çok daha sert ve seri davranabiliyorlar." 151
İsrail'in taşıdığı bakış açısı Amerika'ya da belli ölçüde aşılanmıştır. Amerika'da Üçüncü Dünya aleyhindeki akımların arkasında genellikle İsrail uzantıları vardır. Benjamin Beit-Hallahmi, Amerika'da "Üçüncü Dünyanın canı cehenneme" şeklinde ifade edilen söylemin asıl olarak Yahudi çevrelerin bir ürünü olduğuna, Daniel Patrick Moynihan ve Jeane Kirkpatrik gibi İsrail bağlantılı isimlerin bu düşüncenin propagandasını yaptığına dikkat çekmektedir.152
Hallahmi, İsraillilerin nasıl olup da böylesine ortak bir acımasızlığa, sertliğe sahip olabildiklerini de araştırır. Üçüncü Dünya'nın halklarına ki bu halklar baskı ve zulüm altında ezilen, çaresiz, yani insanın vicdanını sızlatan bir durumdadırlar neden ve nasıl böyle bir nefret duyabildikleri önemli bir sorudur. Bu nefretin, yalnızca Üçüncü Dünya'daki İsrail askeri uzmanlarını ya da Mossad ajanlarını değil, tüm İsrail toplumunu kapsamakta oluşu daha da ilginçtir.153
İsrail Tarzı Sosyal Darwinizm
Bir psikoloji profesörü olan Hallahmi, İsrail'in Üçüncü Dünya'ya duyduğu nefretin kaynağı ile ilgili ilginç tespitlerde bulunur. Bazı önemli yorumları şöyledir:
İsraillilerin en çok övündüğü şey, açıklı sözlü oluşlarıdır; 'Bu dünyada herkes kendi için vardır ve kimse bize aldırmaz, öyleyse biz de bencil olmak zorundayız, tıpkı tüm dünya gibi', 'dünyanın kuralı bu' 'varolmak için çetin olmalısın'. Bu sözler İsrail askerlerinin kendilerine Üçüncü Dünya'daki İsrail faaliyetleri hakkında soru sorulduğu zaman verdikleri cevaplardır. İsrail toplumunun özelliği hep kazananlardan yana olması ve kaybedenlere hiç acıma duymamasıdır. 'Onlar gibi olmak istemiyorsan hiçbir zaman zayıflara acıma'; işte İsrail hayatını yönlendiren ruh budur... Bir İsrailli bir subay hiçbir durumda kurban olmaz. Tek bildiği gerçek, diğer insanlardan üstün olmak, onları kontrol etmek ve onlara hükmetmektir...
İsrailliler Üçüncü Dünya insanlarını küçümserler küçümserler çünkü onların çoğu zayıftır ve baskı görmüştür. Bu küçümsemede hiç acıma yoktur, kurbanlara hiç şefkat duyulmaz. Üçüncü Dünya insanları kurbandırlar, zayıf ve çaresizdirler. İsrail'den hiçbir merhamet göremezler... Bu satırların yazıldığı sırada İsrail işgali altındaki Gazze Şeridi'nin nüfusu 525.000 ve km2 başına 2150 kişi düşüyor. Sağlığı yerinde olan çoğu Gazzeli 8 yaşından itibaren ortalama İsrail ücretlerinin % 40 altındaki ücretlerle İsrail'de çalışmaya başlıyorlar. Gelir vergisi ve sosyal güvenlik vergisi ödüyorlar ama hiçbir haktan yararlanamıyorlar, çünkü vatandaşlık hakları yok.
İşte İsraillinin gözünde Üçüncü Dünya Gazze, Gazze de Üçüncü Dünyadır. İsrail anlayışına göre, Gazze çaresizliğin ve fakirliğin sembolüdür ama Gazze vatandaşlarına acıma yoktur, çünkü onlar düşmandır. Dolayısıyla İsrailliler için Üçüncü Dünya uzak bir kavram değildir. İsrailliler Üçüncü Dünya'yı Gazze'de görürler, onunla birlikte yaşar ve hergün onunla savaşırlar...
İsrailli olmanın insana kazandırdığı deneyim, savaşmaktır. Devamlı, barış umudu olmaksızın savaşmak. Savaş sadece bir hayat tarzı olmakla kalmaz, ayrıca hayata bir bakış açısı halini de alır. Bu bakış açısı bir boğaz kesme yarışı halini alır; insanların ve milletlerin arasındaki sosyal ilişki dünyasını sadece en güçlünün yaşamını sürdürebileceği vahşi bir ormana döndüren bir bakış açısı olur. İsrail'in dünyaya olan bakış açısı, Sosyal Darwinizm denilen şeye, yani dünyanın yönetenler ve yönetilenler, hükmedenler ve hükmedilenler olarak ikiye bölündüğünü savunan düşünceye dayanır.154
Evet, İsrail dünyaya Sosyal Darwinizm gözüyle bakmaktadır. Dünyanın ezenler ve ezilenler olarak ikiye bölündüğünü, dünya halklarının bir kısmının diğerlerini ezmeye hakları olduğunu savunan bir düşüncedir bu. İsrail'in böyle düşünmesi bir tesadüf de değildir; çünkü bu düşüncenin asıl kaynağı Yahudilik'tir. Kitabın ilk bölümünde 19. yüzyılda Sosyal Darwinizmi savunan Arthur de Gobineau ya da Houston S. Chamberlain gibi ırkçı ideologların, tezlerini Yahudi kaynaklarına dayandırdıklarına ve Yahudi ırkçılığından da büyük ölçüde etkilendiklerine değinmiştik.
İşte İsrail, kendi icadı olan Sosyal Darwinizmi tüm dünyaya uygulama hedefindedir. Kendisine "müttefik" olarak seçtiği ulusları (ki bunlar Batılı uluslardır), aşağı gördüğü uluslara karşı üstün kılmak ve tüm bu müttefikleriyle birlikte dünyada "yönetenler" sınıfını oluşturmak eğilimindedir. Yahudi Devleti dünyayı hiyerarşik/totaliter bir düzen içine sokmayı hedeflemektedir. Hiyerarşinin tepesinde ise elbette kendisi, yani İsrailoğulları bulunacaktır. Mesih, bu hiyerarşinin kesin olarak kurulmasını sağlayacak lider olarak tasarlanmaktadır. (Dini düzenin yıkılmasıyla kurulan Yeni Seküler Düzen [Novus Ordo Seclorum] da, aslında bu hiyerarşik/totaliter dünya sistemini kurmak için vardır. Çünkü ancak dinin olmadığı bir yerde sözkonusu hiyerarşik dünya düzeni oluşturulabilir. Din hakkı, seküler düzenler ise gücü üstün tutmaktadır. Gücün tek meşru ölçü sayılması, yani İsrail'in zihnindeki Sosyal Darwinizmin galip gelebilmesi, dinin tam olarak yenilgiye uğratılmasıyla mümkün olabilir.)
M. Tevrat'taki sapkın "Nuh'un oğulları" kıssası, İsrail'in Sosyal Darwinizminin temelini oluşturmaktadır. Kıssa, dünyadaki bazı ırkların lanetli, bazılarının en başta Yahudiler olmak üzere övülmüş olduğunu anlatır. Şimdi İsrail bu kıssada tasarlanmış olan ırk ayrımını gerçeğe dönüştürme, dünyayı Sosyal Darwinizm kuralına göre gruplara ayırma hedefindedir.
Kuşkusuz bu Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "yeryüzünde bozgunculuk"tur. Çünkü Allah, insanları yapay bölünmelerle bölmeyi ve onlara baskı uygulamayı tam bir bozgunculuk (fitne) olarak bildirir. Firavun bunun en iyi örneğidir:
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürü- yor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Firavun'un Mısır'da yaptığını bugün İsrail global düzeyde yapma eğilimindedir. (Üçüncü Dünya halkalarını çocuk ayrımı yapmadan "boğazlayan"lar, İsrail eğitiminden geçen faşistlerdir). Bu, Yahudi Devleti'nin "global bir bozgunculuk" peşinde olduğunu gösterir ki, İsra Suresi'nin başında haber verilen de tam olarak budur: "Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: "Muhakkak siz yer(yüzün) de iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir kibirleniş-yükselişle kibirlenecek-yükseleceksiniz." (İsra Suresi, 4)
En doğrusunu Allah bilir, ancak bizim görebildiğimiz, ayette haber ve- rilen bozgunculuğun ikincisinin bugün tam anlamıyla yaşanmakta olduğudur.
İsrail, Müstekbirler ve Mustazaflar
Yahudi devleti, sahip olduğu bu misyonla birlikte, bugün dünyada egemen olan sistemi, Düzen'i koruma ve ayakta tutma işini de üstlenmiş durumdadır. Düzen, hükümetlerden çok halkların tepkisi ile yıkılabilir. İsrail ise bunu engellemek için elinde gelen herşeyi yapmaktadır. Bu nedenle Hallahmi, "İsrail, Batının, Amerikan gücünün ve varolan dünya sisteminin çökeceğinden endişe duyanlar için bir esin kaynağı olarak çok önemli bir rol oynar" diyor.155
Ancak İsrail'in bu noktada başvurduğu çok önemli bir yöntem gözlerden kaçmamalıdır. İsrail, üstlendiği bu büyük misyonu elinden geldiğince kimseye farkettirmeden sürdürmektedir. İsrailliler hiçbir zaman Üçüncü Dünya'ya karşı giriştikleri savaştan söz etmezler. Herşey gizli yürütülmektedir. Mesih Planı 500 yıldır gizli olarak yürütülmekte olduğuna göre, onun bir uygulaması olan Üçüncü Dünya savaşı da elbette saklı tutulacaktır.
Gizli tutulan gerçeklerin başında, dünya sistemi açısından İsrail'in konumu gelir. Kuran, dünyadaki insanların çoğunu iki ana gruba ayırır: Müstekbirler ve mustazaflar. Mustazaf; za'fa uğratılmış, güçten düşürülmüş, ruhsal, maddi ve zihni yönlerden güçsüzleştirilmiş, gerçekte kendisi zayıf olmadığı halde dondurulmuş, önüne engel çekilmiş anlamına gelir. Buna karşılık, müstekbir ise; büyüklenen, kendinde büyüklük ve sınırsız güç vehmeden ve mustaz'aflar üzerinde haksız baskı ve tahakküm kuran anlamına gelmektedir.
Önceki sayfalarda incelediğimiz bilgiler, İsrail'in tam anlamıyla "müstekbir" olduğunu gösteriyor. Ancak gerçek ile görüntü arasında fark vardır. Dünya hakkında çok şey bildiğini düşünen pek çok insan, önceki sayfalarda incelediğimiz İsrail bağlantılarının çoğunu hiç duymamıştır. Aksine, pek çok kişi İsrail'i tam ters yönde algılar. Yahudi Devleti'nin ve onun uluslararası uzantılarının propaganda gücü öylesine etkindir ki, dünyayı olduğundan farklı gösterebilmektedirler. Pek çok kişi, dünyanın dört bir yanındaki faşistlerin birer antisemit (Yahudi aleyhtarı) ve dolayısıyla İsrail düşmanı olduğunu düşünmektedir.
Son derece yaygın olan bu düşünce kendiliğinden oluşmamıştır. Bu düşüncenin temelinde, Yahudi soykırımı efsanesi yatar. Dünyayla ilgilendiği söyleyen insanlara gidip de Naziler hakkında soru sorduğunuzda, size büyük olasılıkla Nazi denen canavarların 6 milyon masum Yahudiyi fırınlarda yaktı-ğını söyleyeceklerdir. Oysa, bu bir yalandır. Aksine Naziler ve Siyonistler müttefiktir ve soykırım diye bir şey asla olmamıştır. Ancak bunu kimse bilmemektedir. Bilmesine de izin verilmez. Pek çok Batılı ülkede soykırımı inkar edenler hapse atılmakta, yayınları yasaklanmaktadır. Çünkü Nazi efsanesi, tahmin edilemeyecek kadar önemli bir etki yaratmaktadır. Faşist, Nazi demektir; Nazi de Yahudi aleyhtarı. Faşistlerin "kötü" insanlar olduğunu herkes kabul etmektedir. Bunun sonucunda tek bir şey çıkar: Madem kötü faşistler Yahudilere düşmandır, öyleyse Yahudiler "mustazaf" bir toplumdur.
İsrail, işte bu illüzyonu kullanarak tüm dünyaya kendini ve uluslararası uzantılarını "mustazaf" olarak göstermektedir. İsrail'i ziyaret eden her yabancı liderin ilk önce Yad Vashem Soykırım Müzesi'ne götürülmesinin nedeni budur. Yahudi Devleti, özene bezene hazırladığı soykırım dekorlarını göstermekte ve kendisinin zavallı insanların kurtarıcılığını yapan bir devlet olduğu imajını beyinlere yerleştirmektedir. Aynı illüzyon, medya yoluyla milyonlarca insanın daha beynine her gün enjekte edilir. Bu imajı körüklemek için bazen diasporadaki "önemsiz" Yahudi hedeflerine provokasyon saldırıları da düzenlenir. Mossad, sinagogları bombalar. Amaç, illüzyon yaratmak ve İsrail'in gerçek konumunu gizlemektir.
İsrail bugün aynı yöntemi "Ortadoğu barış süreci" adı altında da sürdürmektedir. Dünyadaki "bozgunculuğun" önde gelen sorumlusu olan Yahudi Devleti, kendisini barış meleği olarak sunma gayreti içindedir. Ancak bu da "bozgunculuğun" bir parçasıdır. Çünkü Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, asıl bozguncular (fesadçılar), iyilik yapmak istediklerini iddia edenler, "suret-i haktan" gözükenlerdir:"Kendilerine: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde: 'Biz sadece ıslah edicileriz' derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır..." (Bakara Suresi, 11-12)
İşte İsrail ve Yahudi önde gelenleri uzunca bir süredir ayette tarif edilen tavır içindedirler. Ellerindeki güçlü propaganda araçları ile de büyük yığınları, özellikle de Batılıları inandırmışlardır. Bugün Batı'daki pek çok insan, Siyonizmin son derece meşru, hatta "insancıl" bir hareket olduğu düşüncesindedir (Üçüncü Dünya ülkelerinin Siyonizmi ırkçılık sayan 1975 tarihli BM Genel Kurulu kararı, bu kişiler için anlaşılamaz bir tutumdur). Hallahmi, "Siyonizmin hümanist tarihi masalı" dediği bu illüzyonla ilgili şunları söyler:
Problem Begin, Şaron veya Peres'le değil, Siyonizmin kendisiyle başlar. Sorun şahsiyetlerde değil ana prensiplerdedir. Güney Afrika'da İsrail jetlerini ve danışmanlarını görenlerin bir kısmı, İsrail'in ilk günlerindeki 'hümanistik Siyonizmin ne olduğunu merak ederek dişlerini gıcırdatmaya başlarlar. Cevabım ona hiçbir şey olmadığıdır, çünkü Siyonizm hiçbir zaman hümanist olmamıştır. Özellikle Amerika'da, İsrail'le ilgili gerçeklerden dolayı şaşkınlıklarını gizleyemeyenler, şok olanlar vardır. Onlar, İsraillilerin ilerici, aydın ve hümanist olduğuna inanmakta ve 'bu kadar erdemli insanlar nasıl bu kadar pis işlere karışabilirler?' diye düşünmektedirler. İsrail'i savunanların bir kısmı da, İsrail'in Siyonist ideallere rağmen Üçüncü Dünya'daki baskı rejimlerini desteklediğini ileri sürmektedirler. Halbuki İsrail bu idealler yüzünden Üçüncü Dünya'daki baskı rejimlerini destekliyor olamaz mı?" 156
İsrail, yaymaya çalıştığı imajın aksine, "mustazaf" değildir. Tam tersine, Yahudi Devleti "müstekbir"dir, hem de dünyadaki en büyük "müstekbir". Yeryüzünü kasıp-kavuran ve en çok da Üçüncü Dünya'yı vuran bozgunculuğun en büyük mimarı odur çünkü. Üçüncü Dünya'nın ayaklanması, Düzen'e başkaldırması, 500 yıllık bir emeğin ürünü olan Mesih Planı'nı bozması, İsraillilerin en büyük kabusudur. İsrail'in Üçüncü Dünya'daki savaşının mantığı, bu kabustan kurtulmaktır. Hallahmi şöyle diyor:
Filipinler'deki Manila'dan, Honduras'daki Tegucigalpa'ya, Namibya'daki Windhoek'e kadar, İsrailliler, gerçekte bir dünya savaşı olan aralıksız bir çatışmanın içindedirler. İsrail dev bir coğrafyada, dev bir düşmanla savaşmaktadır. Bu düşman, devrimini yapmasına izin verilmeyen Üçüncü Dünya nüfusudur...
İsrail, Üçüncü Dünya'ya kendi zihniyetini ihrac etmektedir. İsrail'in ihrac ettiği şey, baskının mantığıdır, tek bir idare altında birleşmiş bir dünya kavramıdır. İhrac edilen tek şey teknoloji cephane ve deneyim veya sadece uzmanlık değil, aynı zamanda belli bir düşünüş şeklidir. Üçüncü Dünya'nın kontrol edilebileceği ve Üçüncü Dünya'ya hükmedebileceği, buradaki radikal hareketlerin durdurulabileceği ve modern Haçlıların bir geleceğe sahip olabileceğini öngören bir düşünüş, bir hissediş şekli.157
Bölümün başından bu yana incelediklerimizi toplarsak, İsrail'in Üçüncü Dünya'daki aktivitelerinin sıradan askeri ilişkiler olmadığını, Yahudi Devleti'nin bu konuda önemli stratejik hesaplar içinde olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü Dünya savaşı, yalnızca İsrail Devleti'nden değil, ondan çok öncelere uzanan bir hedeften, Yahudi önde gelenlerinin dünya egemenliği hedefinden, yani Mesih Planı'ndan kaynak bulmaktadır. İsrailoğulları egemenliğinde hiyerarşik ve totaliter bir dünya düzeni kurmak isteyen Plan, Üçüncü Dünya halklarını bu hiyerarşinin en altına koymuştur. Bu halklar, bunu kabul etmek durumundadırlar. Aksi halde cezalandırılacaklardır. İsrail'in Üçüncü Dünya savaşının mantığı da budur.
Yahudi Devleti'nin Üçüncü Dünya'daki "bozgunculuğu" halen tüm hızıyla sürmektedir. En son olarak 1995 Şubatında Peru ile Ekvador arasında sınır anlaşmazlığı nedeniyle doğan savaşta da İsrail'in rolü olduğu ortaya çıktı. Basına sızan haberlere göre, İsrail Ekvador'la yeni bir silah anlaşması yapmış, içinde Mirage savaş uçakları, Exocet füzeler ve Hut anti-zırh füzelerinin de yer aldığı silahların Ekvador'a satılması kararlaştırılmıştı. Kısacası, İsrail, Ortadoğu'da oynamaya çalıştığı "barış havarisi" rolüne karşın Üçüncü Dünya'da savaş körüklemeye devam ediyordu.158
Ancak son yıllarda İsrail'in Üçüncü Dünya'ya karşı giriştiği bu savaşta önemli bir stratejik değişiklik olmuştur. Bu değişiklik, Yahudi Devleti'nin Düzen için en büyük tehlikenin Üçüncü Dünya'daki herhangi bir radikal hareketten değil, İslam'dan geldiğini anlamasıyla gerçekleşmiştir. Bugün İsrail, hem Ortadoğu'da hem de global düzeyde, acil ve önemli hedef olarak İslam'ı seçmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla şimdi İsrail'in İslam'a ve Müslümanlara karşı giriştiği savaşı incelemek gerekmektedir...
109 Executive Intelligence Review, Dope, Inc.: The Book That Drove Henry Kissinger Crazy, Washington: Executive Intelligence Review, 1992, ss. 23-26.
115 Noam Chomsky, Medya Gerçeği, Çev. Abdullah Yılmaz, 1.b., İstanbul: Tümzamanlar Yayıncılık, Ağustos 1993, s. 121.
124 Bilim Araştırma Grubu, Yehova'nın Oğulları ve Masonlar: Yeni Dünya Düzeninin Gerçek Mimarları, 1.b., İstanbul: Araştırma Yayıncılık, Eylül 1993, ss. 365-370.
134 Paul Findley, Deliberate Deceptions: Facing the Facts about the U.S.-Israeli Relationship, 1.b., New York: Lawrence Hill Books, 1993, ss. 147-148.
135 Livia Rokach, İsrail'in Kutsal Terörü: Moshe Sharett'in Özel Güncesi Üzerine Bir İnceleme, Çev. Zeynep Neşef, 1.b., İstanbul: Belge Yayınları, Şubat 1984.
139 Victor Ostrovsky, The Other Side of Deception: A Rogue Agent Exposes the Mossad's Secret Agenda, New York: Harper Collins Publishers, 1994, s. 226.
144 Noam Chomsky, Turning the Tide: U.S. Intervention in Central America and the Struggle for Peace, 6.b., Boston: South End Press, 1985, s. 48.
145 Lenni Brenner, The Iron Wall: Zionist Revisionism from Jabotinsky to Shamir, 1.b., London: Zed Books, 1984, ss. 75-77.
153 Tüm İsrail toplumu Üçüncü Dünya'ya karşı aynı hisleri besler. Bunun en açık göstergesi, İsrail'in Üçüncü Dünya'daki aktivitelerinin toplumdan hiçbir tepki görmemesidir.
Oysa Amerika farklıdır. Amerikan hükümetinin akıttığı kanlar Amerikan toplumundaki bazı insanları rahatsız eder. Buna karşın, Hallahmi'nin de dediği gibi, böyle bir muhalefet İsrail'de yoktur. Yalnız bireysel tepki veren bazı entellektüeller vardır ki, Hallahmi, Israel Shahak gibi isimler bunların arasında ilk dikkat çekenlerdir.