24 Şubat 2015

ONUNCU BÖLÜM "DÜZEN"İN MÜSLÜMANLARLA SAVAŞI



ONUNCU BÖLÜM
"DÜZEN"İN MÜSLÜMANLARLA SAVAŞI
"Eğer siz İslam'la ilgilenmezseniz,
İslam sizinle ilgilenecek."
- "Fransız CFR'si" sayılan CERI'nin
önemli beyinlerinden Remy Leveau'nun
Batılı liderlere yaptığı uyarı
"İsrail, İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta,
Batı'nın öncülüğünü yapmak hedefindedir"
- Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Israel Shahak
Önceki bölümlerde Yahudi önde gelenlerinin tarihin akışı üzerindeki büyük etkilerini inceledik ve bu büyük etkilerin de gerçekte, Kuran'ın İsra Suresi'nin başında haber verilen "İsrailoğulları'nın yeryüzünde büyüklenmesi ve bozgunculuk çıkarması" hükmüne uyduğunu gördük.
Bir önceki bölümde ise ayette geçen "yeryüzünde bozgunculuk (savaş, terör, baskı, adaletsizlik, zulüm, kargaşa) çıkarma" ifadesinin bugün için ne denli geçerli olduğunu inceledik. İncelediğimiz bilgiler bize gösterdi ki, İsrail'in ve onun ABD'deki uzantılarının tüm dünyayı kapsayan bir "global strateji"si vardır. Bu strateji, Yahudi önde gelenlerinin kurduğu Dünya Düzeni'ne herkesin boyun eğmesini öngörmektedir; buna karşı çıkan her türlü Düzen karşıtı radikal hareket, şiddet yoluyla bastırılmalıdır.
İşte bu noktada İslam, Düzen'e karşı en büyük tehdit olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü "İsrailoğulları'nın büyüklenme ve bozgunculukları"yla özdeş olan Düzen'in en önemli özelliği din-dışı oluşudur (Novus Ordo Seclorum). Bu Düzen'e karşı en büyük muhalefet ise elbette dinden, daha doğrusu tek Hak Din olan İslam'dan gelmektedir. Düzen'e karşı olan diğer muhalefetler, örneğin bir ülkenin ekonomik ya da sosyal nedenlerle dünya sistemine karşı çıkması, ezilerek yok edilebilir ya da göstermelik tavizlerle ikna edilebilir muhalefetlerdir. Oysa İslam'dan kaynaklanan bir muhalefet ne gerçek anlamda ezilebilir, ne de herhangi bir tavizle ikna edilebilir. Çünkü İslam yalnızca Düzen'in sonuçlarına (yani sömürüye, adaletsizliğe, bozgunculuğa vb.) değil, bizzat Düzen'in kendisine, yani ilahi kıstaslara karşı çıkarak kurulmuş olan din-dışı dünya sistemine karşıdır. Yeryüzünde büyük bir bozgunculuk (fitne) çıkaran Yahudi önde gelenlerine karşı en büyük engel, kuşkusuz "(yeryüzünde) fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın" (Bakara Suresi, 193) hükmünü veren İslam'dır.
Zaten bugün kurulu Dünya Düzeni'ne karşı tek muhalefetin İslam'dan geldiği, bilinen ve sık sık da vurgulanan bir gerçektir. Amerikalı stratejist Samuel Huntington, CFR'nin Foreign Affairs adlı etkili dergisinin 1993 yazındaki sayısında buna dikkat çekmiş, dünyanın yakın gelecekte bir "medeniyetler çatışması"na sahne olacağını ve en büyük çatışmanın da Batı ve İslam medeniyetleri arasında geçeceğini yazmıştı.
Kitabın önceki bölümlerine dayanarak, Huntington'ın "Batı" dediği medeniyeti "Yahudi önde gelenleri ve masonlar arasındaki İttifak" olarak adlandırabiliriz. Çünkü, kitabın ilk bölümlerinde incelediğimiz gibi Batı'yı, özellikle de Amerika'yı şekillendiren, bugünkü yapısına getiren ve halen de kontrol eden güç, İttifak'tır. Huntington'ın kendisinin bir Yahudi oluşu ve makaleyi yayınladığı derginin Yahudi önde gelenlerinin politik kurumu olan CFR'nin yayın organı olması da oldukça anlamlıdır.
Daha önce CFR yanında Trilateral Komisyonu (bkz. 6. bölüm) gibi masonik örgütler ve CIA için de çalışmalar hazırlayan Huntington'ın sözkonusu "medeniyetler çatışması" tezi bugün ABD yönetiminin kısa, orta ve uzun vadeli politikalarının belirlenişinde temel kaynaktır. Serdar Turgut Hürriyet'in Washington muhabirliğini yaptığı sıralar, bu konuya dikkat çekmiş ve sütununda "Huntington'ın makalesinin bugün Amerikan yönetiminin dış politika ile ilgili yetkililerinin elinden düşmediğini" yazmıştı. Turgut'un yazdığına göre, Amerikalılar "bir siyaset anlayışı, bir ekonomi doktrini, bir yaşam biçimi olarak İslami hareketin, seküler sistemler ile kapsamlı bir şekilde hesaplaşmaya hazırlandığını" ve "21. yüzyılda dünyanın en önemli siyasi olayının bu hesaplaşma olacağını" düşünüyorlar.
Ancak bir noktaya dikkat etmek gerekir: Huntington'ın sözünü ettiği, ya da belki ilan ettiği büyük çatışma, yakın gelecekte başlayacak değildir; çoktan başlamıştır. İslam'ın er geç Düzen için büyük bir tehlike oluşturacağı bilindiği için, uzunca bir süredir İslam'ı zayıflatma, yoketme yöntemleri denenmektedir. Son on-onbeş yılda ise (yani Hicri 15. asrın başından bu yana) bu strateji iyice belirginlik kazanmıştır.
İslam'a karşı yürütülen bu savaşın farklı yöntemleri olduğundan söz edebiliriz. İslam aleyhtarı propaganda ile İslam'ı dejenere etme, aslından saptırma çabaları bu yöntemler arasında sayılabilir. Ancak tüm bunların yanında dünya Müslümanlarının kontrol altına alınmaları, zayıflatılmaları ve ezilmeleri de kuşkusuz İslam'a karşı girişilen savaşın önemli bir boyutudur. Son yıllarda yaşadığımız örnekler, Müslümanların fiziksel olarak imha edilmelerinin bile sözkonusu olduğunu gösteriyor.
Bugün İslam dünyasına baktığımızda; Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Doğu Türkistan'da, Çeçenya'da, Endonezya'da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da, ya da Sudan'da
dünya Müslümanlarının ezilmeye, baskı altına alınmaya ve yok edilmeye çalışıldığını rahatlıkla görebiliriz. Bu sayılan coğrafyalarda Müslümanlar görünüşte farklı düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bosna'da Sırplar, Keşmir'de Hindular, Kafkaslar'da Ruslar, Cezayir, Mısır, Fas, gibi ülkelerde de baskıcı rejimler tarafından hedef alınmaktadırlar. Ama her nedense, birbirinden bağımsız gibi gözüken bu İslam-karşıtı güçler, hep benzer yöntemleri kullanmaktadırlar. Sanki hepsi de belirli bir merkezle ilişki içindeymişlercesine...
Bu bölümde, dünyanın dört bir yanındaki İslam-karşıtı güçlerin gerçekte tek bir merkez tarafından koordine edildiklerini, aynı merkez tarafından silahlandırıldıklarını ve hatta eğitildiklerini göreceğiz. Çünkü Müslümanların karşı karşıya oldukları asıl düşman; Sırplar, Hindular, baskıcı rejimler değil, Düzen'dir. Bu seküler Düzen, önündeki son engel olan dünya Müslümanlarını kendisine boyun eğdirmek ya da yok edebilmek için dünyanın dört bir yanındaki yerel İslam-karşıtı güçleri desteklemekte, onları koordine etmektedir.
Düzen ise bildiğimiz gibi İsrailoğullarının ikinci yükseliş ve bozgunculuğunun ta kendisidir. Yani Müslümanların karşı karşıya oldukları güç, Sırplar gibi yerel İslam-karşıtı güçlerin yanında, onları destekleyen, organize eden Yahudi önde gelenleridir.
Kuran, Müslümanların karşılarında düşman olarak kimi bulacaklarını bildirilirken şöyle buyurulur: "Andolsun, insanlar içinde, mü'minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve müşrikleri bulursun" (Maide Suresi, 82). Bugün dünyanın dört bir yanında Müslümanlara düşmanlık gösteren yerel güçler ayetin içindeki "müşrik" (Allah'a ortak koşan) tanımına uymaktadırlar. Ancak ayetin hükmüne göre, müşrikler kadar en az Yahudilerin de Müslümanlara düşmanlığı sözkonusudur. Nitekim bugün İslam dünyasının dört bir yanındaki İslam-karşıtı hareketlerde "müşrik"lerin yanında "Yahudileri" de bulmak mümkündür.
Keşmir Dosyası
Hint yarımadası, II. Dünya Savaşı'nın sonuna dek İngiliz egemenliği altındaydı. Sömürgeciler alt kıtayı terkettiklerinde ise Hintli Müslümanlar Hindular'dan ayrı bir devlete sahip olmayı istediler ve Pakistan'ı kurdular. Pakistan ve Hindistan arasında nüfus mübadelesi yapıldı; Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan'a göç etti. Ancak nüfusunun ezici çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Jammu/Keşmir eyaleti, Hint yönetiminin oyunları ve İngilizlerin de desteğiyle Hindistan egemenliğinde kaldı. O tarihten bu yana Keşmir, İslam ümmetinin kanayan yaralarından birisidir.
Keşmirli Müslümanlar Hint yönetimine direnmek ve bağımsızlıklarını kazanmak istediler. Buna karşın Hint güçleri tarafından, ülkede 1947, 1965, 1971 yıllarında üç büyük katliam gerçekleştirildi. Onbinlerce Keşmirli Müslüman öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi, İslami eğitim veren okullar kapatıldı. 1990 yılından bu yana ise Keşmir'deki soykırım ve asimilasyon hareketi en acımasız şeklini aldı. ABD'de bulunan "Keşmir Amerikan Konseyi", 1992 yılında yayınladığı bir bildiri ile ülkedeki baskı ve vahşetin özetini şöyle vermişti:
- Ocak 1990'dan itibaren, 897'si işkence sırasında, 15.105 kişi öldürüldü. 7.690 kişi yaralandı.
- 1.247 kişi sakat kaldı. Organları kopan 2.030 çocuk hastahanelerde tedavi edildi.
- 14.365 ev kundaklandı.
- 3 günlük gazete ve 490 İslami eğitim yapan okul kapatıldı.

- 11.600 kişi halen işkence hücrelerinde tutuluyor. 95.000 kişi tutuklanmamak için gizleniyor. Keşmir'de şimdiye dek toplam 4.000'den fazla kadının işkenceye ve tecavüze uğradı.1 Hindistan'ın bölgedeki İslam varlığına yönelik saldırıları devam ediyor. Son saldırı 1993 yılı Ekim ayında Keşmir'in başkenti Sirinagar'da Hazratbal Cami'sine karşı gerçekleştirildi. Hindistan makamlarının, Müslümanların askeri karargahı olarak nitelendirdikleri Hazratbal Camisi yaklaşık bir ay süre ile kuşatıldı. Kuşatma sırasında yüzden fazla insan öldürüldü. 300 masum insan tutuklandı. Kentin elektrik ve suyu kesildi. Olaylar üzerine başkent Srinagar ve birçok şehirde protesto eylemleri gerçekleştirildi.

1947 yılında, yeni kurulmuş Pakistan'a göç eden Hint Müslümanları Sih ve Hiduların ortak saldırıları sonucunda ağır kayıplar vermişlerdi. Yanda, 24 Eylül 1947 günü Pencap sınırında katledilen sivil Müslümanlar.
Hindistan'ın Keşmir'de bu denli büyük bir baskı politikasını kırk yılı aşkın bir süredir rahatlıkla sürdürebilmesi, Batı'daki bazı çevrelerden aldığı örtülü desteğin bir sonucudur. Keşmir'deki Müslümanlar, Birleşmiş Milletler'in hiçbir güvenirliliği olmayan kararları sonucunda Hinduların baskıcı yönetimine terkedilmişlerdir. Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan Keşmir'in bağımsız olma çabası ve Pakistan'ın buna verdiği haklı destek, Batı'nın politikası ile baltalanmıştır.
Bu noktada ABD'nin Keşmir politikası kuşkusuz son derece önemlidir. Soğuk Savaş boyunca Pakistan bir Amerikan müttefiğiydi. Hindistan ise Bağlantısızlar blokuna dahildi, hatta kimi zaman Sovyetler Birliği ile de yakın ilişkiler kurmuştu. Bu durumda ABD'nin, hem Pakistan'ın haklılığı hem de müttefiklik ilişkisi nedeniyle, Keşmir sorununda Pakistan'ın yanında yer alması gerekirdi. Oysa öyle olmadı.
Keşmir nedeniyle Pakistan ve Hindistan arasında çıkan iki savaşta da Amerikan politikası, Keşmir'deki statükonun korunması yönünde oldu. Amerikalı siyaset bilimci William J. Barnds, India, Pakistan and the Great Powers (Hindistan, Pakistan ve Büyük Güçler) adlı kitabında ABD'nin politikasını ayrıntılarıyla anlatıyor. Amerika'nın Keşmir konusunda hiçbir zaman Hindistan'a baskı yapmadığını bildiren Barnds, Amerika'nın Hindistan'la olan askeri ilişkilerini ve silah yardımlarını da aktarıyor. Buna göre, ABD, aynı blokta olmamasına karşın Hindistan'ı desteklemiş, Pakistan'ı ise Keşmir konusunda uyarmış ve "fazla ileri gitmemesini" istemişti. Eğer "ileri giderse", yani Keşmir'i Hindistan işgalinden kurtarmaya kalkarsa, Pakistan'a yapılan tüm Amerikan yardımı kesilecekti.2
Nitekim ABD bu tehdidini gerçekleştirmiş ve 1965 yılındaki Pakistan-Hint savaşı sırasında Pakistan'a silah ambargosu koymuştu. Gerçi Hindistan da ambargo kapsamına alınmıştı ama ambargo tamamen Pakistan aleyhineydi: William J. Barnds'ın durumu şöyle açıklıyor:
 Keşmir'de katledilen Müslümanlar.
Keşmir'de savaş başladığında Pakistan'lılar ABD'ye çok kızgındılar. Hem saldırgan Hindistan'a karşı kendilerini desteklemediği için, hem de çatışmalar başlar başlamaz bölgeye koyduğu silah ambargosu için. ABD'nin koyduğu ambargo gerçekten de Pakistan'ın aleyhineydi. Çünkü Pakistan ABD dışında hiçbir yerden silah alamazdı. Oysa Hindistan'ın silah alabileceği pek çok kaynak vardı.3
Barnds, ABD politikasının Pakistan'ı nasıl zor durumda bıraktığını da şöyle anlatıyor:
Savaşın ilerleyen dönemlerinde Hindistan, sonra da Pakistan olası ateşkese sıcak bakmaya başladılar. Pakistan, BM Güvenlik Konseyi dışında hareket edebilmek için aradığı İngiliz ve ABD desteğini bulamamıştı. Bunun ötesinde askeri durumu gittikçe kötüye gidiyordu. Zaten ABD, Pakistan'a hiçbir zaman Keşmir'i Hindistan'dan alabilmek için gereken silahı vermemişti. Pakistan'ın silah açığı onu zor durumda bırakıyordu.4
Amerika'nın ve BM'in politikası daha sonraki dönemde de değişmemiştir. Yıllar boyunca Pakistan Keşmir'i alabilmek için elinden gelen herşeyi yapmıştır. Fakat bunların hiçbiri başarıya ulaşmamıştır. Hindistan ise mevcut statükodan son derece memnundur. Batılı güçlerin yaptığı ise statükonun devamını sağlamaktır.

Hindistan'ın bölgedeki Müslümanlara yönelik son saldırısı 1993 yılı Ekim ayında Keşmir'in başkenti Sirinagar'da Hazratbal Camisi'ne (yanda) karşı gerçekleştirildi. Hindistan makamlarının, Müslümanların askeri karargahı olarak nitelendirdikleri cami, yaklaşık bir ay süre ile kuşatıldı. Kuşatma sırasında yüzden fazla insan öldürüldü. 300 Müslüman tutuklandı ve işkenceleri ile ünlü ceza evlerine yollandı. Üstte ise Hindistan'ın Keşmir'de konuşlandırdığı yarı-askeri kuvvetler tarafından yakılan müslümanlara ait "İslam Koloji"
Batı ve özellikle de Amerikan büyük medyası Hindistan'ın yanındadır. Büyük Amerikan gazeteleri Keşmir'deki vahşete hemen hiç değinmezler. Değindiklerinde ise olayı "Hindistan'a ait bir bölgedeki iç isyanın bastırılması" havasında sunarlar. Örneğin New York Times, 22 Ocak 1990 tarihli sayısında Pakistan'ı Keşmir'deki "ayrılıkçı" Müslüman grupları destekleyerek "ülkedeki istikrarı bozmak"la suçlayan bir yorum yayınlamış ve Pakistanlılar'ın büyük tepkisini almıştı. Batı medyasında ve hatta onların başka ülkelerdeki benzerlerinde de bu tür yorumlara rastlamak mümkündür.5
Son bir kaç yılda, yani Yeni Dünya Düzeni'nin ilan edilmesinden bu yana, Keşmir'deki baskı ve işkence politikası daha artmıştır. Keşmir'deki Hint yönetimi baskı ve asimilasyonu şiddetlendirmiştir. Bir de hükümetin kontrol edemediğini söylediği oysa aralarındaki anlaşmazlığın "danışıklı" olduğu herkesçe bilinen "fanatik Hindu örgütleri" vardır ve bunlar, Babür Şah Camisi katliamında olduğu gibi doğrudan Keşmirli Müslümanların imhasını hedeflemektedirler. "Yeni Dünya Düzeni"nin tek politikası ise saldırganı ödüllendirmek ve cesaretlendirmekten başka bir şey değildir.
Peki bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Acaba neden Amerika ve onun paralelindeki BM gibi Batılı güçler Keşmir'i Hindistan baskısı altında bırakmayı, Hint terörüne destek olmayı ısrarla sürdürmektedirler?
Yahudi Lobisi'nden Hindulara Destek
Bu üstteki sorunun cevabını vermeden önce bir noktayı hatırlamak gerekir: Amerikan sisteminde farklı dış politika yaklaşımlarını savunan farklı ekoller vardır. Dolayısıyla Amerika'nın Keşmir politikası, tüm Amerikan sisteminin ortak politikası olarak görülemez. Bu yüzden de Amerika'nın Keşmir'de Hindistan yanlısı bir tutum izlemesinin anlamı, Hindistan yanlısı tutum izlemeyi savunan güçlerin (strateji kurumları, lobiler, Dışişleri uzmanları gibi) Amerikan dış politikasını yönlendirmekte olduğudur. Kısacası, Amerika'da Keşmir aleyhtarı ve Hindistan yanlısı bir "lobi" olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Amerika'da Hintlilerin kurduğu kayda değer bir "Hint lobisi" yoktur ki...
İşte Keşmir politikasının anahtarı buradadır: Evet, Amerika'da bir "Hint lobisi" yoktur, ancak çok çok güçlü bir "Yahudi lobisi" vardır. Ve bu Yahudi lobisi, Keşmir'e karşı sonuna kadar Hindistan'ın yanındadır!...
Washington Report on Middle East Affairs dergisi, Ocak 1994 sayısında Yahudi lobisi ve radikal Hindu grupları arasındaki işbirliğiyle ilgili uzun bir araştırma yayınladı. Yazıda, Yahudi lobisiyle Hindular, özellikle de Keşmir'deki Müslüman katliamının baş sorumlusu olan radikal Hindu örgütleri arasında tam bir "ittifak" oluşturulduğu yorumu yapılıyordu.
Washington Report, sözkonusu haberinde Hindistan'da gittikçe güçlenen Hindutva hareketine dikkat çekiyordu. Hindu radikalizminin temsilcisi olan hareket, tam bir dini fanatizme ve Müslüman düşmanlığına dayanıyordu. Hindutva'nın önemli bir özelliği ise Amerika'da da bazı uzantılarının olmasıydı. Washington'da üslenmiş olan BJP, RSS, VHP-World Hindu Council, FISI gibi Hindu örgütleri, Hindistan'daki radikal Hindulara destek vermeye çalışıyorlardı. Haberde bu Hindu örgütlerinin gerçekten de son dönemlerde etki sahibi oldukları yazılıydı. Bunun nedeni ise Hindu örgütlerinin Washington'daki en büyük güç olan Yahudi lobisiyle ittifak yapmalarıydı. Washington Report, BJP-RSS-VHP gibi Hindu örgütlerinin "bir Hindu-Siyonist ittifakı" kurma yolunda oldukları yorumunu yapıyordu.
Sözkonusu örgütler, Keşmir'de ve genel olarak tüm alt-kıtada Müslümanlara yapılan saldırıların sorumlularıydılar. Bu örgütler, Hindistan'daki en saldırgan Hindu örgütü olan Shiv Sena ("Shiva'nın Ordusu"; Shiva Hindu dininde "yok etme tanrısı" olarak kabul edilir) ile çok yakın bağlantı içindeydiler. Bu gruplar, Müslüman camilerine, Bombay'daki ve tüm Hindistan'daki Müslüman topluluklarına yapılan saldırıları organize ediyorlardı. RSS'nin önde gelenlerinden Guru M. S. Golwakar, bir keresinde "Adolf Hitler'in uyguladığı ırk temizliği programının aynısının Hindistan'da da başta Müslümanlar olmak üzere Hıristiyanlar, Budistler ve Sihlere de uygulanmasını" istemişti. İşte Hitler'e imrenecek kadar faşist olan bu Hindu örgütleri, önceki bölümde gördüğümüz faşizm-İsrail bağlantısına paralel bir biçimde, Yahudi Devleti'yle çok samimiydiler. Washington Report, aynı Hindu gruplarının, Şimon Peres'in 17 Mayıs 1993'te Hindistan'a yaptığı ziyaret sırasında Peres'le en yakın bağlantı kuran gruplar olduğuna dikkat çekiyordu. Radikal Hindu örgütleri ile İsrail arasındaki yakınlaşmaya Washington'da yayınlanan The Times of India gazetesi de dikkat çekmişti.
Washington Report, BJP-RSS-VHP liderlerinin İsrail'e ve İsrail lobisine olan hayranlıklarını açıkça ifade etmelerini de vurguluyordu. Örneğin ABD'deki Hindu örgütlerinin liderlerinden biri olan Tiwari, "Yahudi lobisi gerçekten de çok yetenekli ve güçlü, buradaki sistemin nasıl işlediğini çok iyi biliyorlar. Hindistan'ın çıkarları için de şimdiye kadar çok şey yaptılar" diyerek lobiye olan minnettarlığını vurgulamıştı. Tiwari ayrıca "bizim lobi çalışmalarımız çok zayıf. Ama her ihtiyacımız olduğunda İsrail lobisinden yardım istiyoruz. Bizi şimdiye kadar hiç geri çevirmediler" demişti. Washington Report, Yahudi lobisinin Hindulara destek olmak için bazı think-tank'leri de devreye soktuğunu yazıyor ve bunların başında Morton Abramowitz'in yönettiği Carnegie Endowment'ın geldiğini bildiriyordu. Haberde ayrıca Şimon Peres'in Hindistan ziyareti sırasında söylediği "Pakistan'ın terörist devlet ilan edilmesi için size destek vereceğiz" sözünü de hatırlatılmıştı.
Hindular ve İsrail arasındaki bu yakınlaşma, doğrudan Amerika'yı etkilemiş ve ABD, Yahudi Devleti'nin güdümünde Hindistan'ı müttefik edinmeye başlamıştı. 2000'e Doğru da konuya değinmiş ve şu bilgileri vermişti:
ABD hedef tahtasına koyacağı ülkeleri artık önce uyuşturucu kaçakçılığıyla suçluyor. Pakistan'ın atom bombası programından uzun süredir rahatsız olan ABD, bu ülkeyi uzun süredir uyuşturucu kaçakçılığıyla ilişkilendirmeye çalışıyor. Pakistan'dan giderek uzaklaşan ABD Hindistan'a yaklaşıyor ve iki ülke arasındaki sorunlarda Hindistan'dan yana tavır koymaya başlıyor. Yeniden yapılandırılacak olan BM Güvenlik Konseyi'nde Hindistan'a daimi üyelik verileceği söylentileri dolaşmaya başladı. ABD bu çerçevede Pakistan'ın, Hindistan'da meydana gelen olaylarda Müslümanları desteklediği iddialarını ortaya atıyor. ABD Dışişleri Bakanlığı bu türden yardımları sürdürdüğü taktirde Pakistan'ı terörist ülke ilan edeceğini, Küba, Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Suriye'nin bulunduğu listeye dahil edeceğini açıkladı.
Pakistanlı diplomat 2000'e Doğru'ya yaptığı açıklamada, son uyuşturucu operasyonunda Pakistan'ın adının ortaya atılmasını bu ilişkiye bağlıyor. Pakistan'lı diplomatın verdiği bilgiler şöyle; ABD Dışişleri Bakanlığı son bir yıldır Pakistan'ı terörist ülke ilan etmeye çalışıyor. Washington'daki Yahudi lobisi bu faaliyeti yürütüyor. Başı çeken senatör ise Stephan Solarz. Washington bu arada Pakistan'daki etnik kargaşayı da kışkırtıyor.6
Yahudi-Hindu ittifakı aslında daha da kapsamlıdır. Üstte incelediğimiz bilgiler, iki taraf arasındaki diplomatik ittifakla ilgilidir. Oysa iki taraf arasında bir de son derece önemli askeri ittifak sözkonusudur.
Keşmir'e Karşı Hindistan-İsrail İttifakı
Kitabın bir önceki bölümünde İsrail'in dünyanın dört bir yanındaki baskıcı rejimlere verdiği desteği konu edinmiştik. İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection adlı kitabında bunu bir "global strateji" olarak yorumluyordu. Bu "global strateji", Üçüncü Dünya'nın dizginlenmesi ve Düzen-karşıtı (radikal) bir hareket geliştirilmesinin önlenmesi hedefine yönelikti.
Kuşkusuz son dönemde dünyanın en önemli Düzen-karşıtı (radikal) hareketi İslam'dır. Dolayısıyla İsrail'in Düzen'i korumaya yönelik global stratejisi, en başta İslam'ı hedef almak durumundadır. Dünya Müslümanlarının pasifize edilmeleri, baskı altında tutulmaları, asimile edilmeleri İsrail'in başlıca hedefi olmalıdır. Öyledir de... Bugün İsrail, dünyanın dört bir yanındaki tüm İslam-karşıtı güçlere destek vermekte, onlarla ittifaklar kurmakta, bir tür "global anti-İslami cephe" oluşturmaya çalışmaktadır. Kitabın İsrail'i konu edinen bölümünde Yahudi Devleti'nin Ortadoğu'da İslam'a karşı bir "kutsal-olmayan ittifak" oluşturduğuna değinmiştik. Bu cephe yalnızca Ortadoğu coğrafyası ile sınırlı değildir; tüm dünyayı kapsamaktadır.
Keşmir, İsrail'in İslam'a karşı oluşturmaya çalıştığı ittifakın kendini gösterdiği bölgelerden biridir. Yahudi Devleti, Amerika'daki Yahudi lobisine paralel olarak, Keşmirli Müslümanların bağımsızlık hareketine karşı Hindistan'a büyük destek vermektedir. Bu destek, Hindistan'a yapılan büyük silah yardım ve satışlarını; Hindistan gizli servisi ve özel timlerinin "ayaklanmaları bastırmak" konusunda eğitilmelerini içermektedir. İsrailliler Filistinlilere karşı yarım yüzyıldır sürdürdükleri soykırım ve işgal altında tutma politikaları nedeniyle, halk ayaklanmalarını bastırmak, halkı işkence, psikolojik savaş ve sistemli terör yoluyla pasifize etmek konusunda uzmandırlar. Bu uzmanlık, başka pek çok baskıcı ve İslam-aleyhtarı rejime olduğu gibi Hindistan'a da ihraç edilmektedir.

Keşmir'deki İsrail eğitimli "güvenlik güçlerine" bağlı bir askeri devriye.
İsrail'in Hindistan'a verdiği destek ile ilgili haberler, dünya basınına ilk kez 1960'lı yılların sonunda yansımıştı.7 Buna göre İsrail, Hindistan'a büyük oranlarda silah yardımı yapıyordu. Bu yardımın en önemli kısmını, İsrail'in 120 mm.'lik son derece kullanışlı ve etkili havan topları oluşturuyordu. Ancak haberde de belirtildiği gibi uzunca bir süredir devam eden bu tür askeri yardımlar son derece "gizli"ydi.
Soğuk Savaş dönemi boyunca Hindistan ve İsrail arasında özellikle istihbarat, savunma ve nükleer araştırma alanlarında yakın bir işbirliği devam etti. Hint ve İsrail askeri yetkilileri yıllardır karşılıklı ziyaret geleneğini sürdürdüler. Her iki ülke birbirinden askeri malzeme satın alıyordu. 1963'te Albay M. M. Sindhi, Hindistan'ın ihtiyaç duyduğu İsrail silahlarını tespit etmek üzere İsrail'e gitmiş ve 2 ay Hayfa'da kalmıştı. Bu ziyaret Hindistan'ın kuzeydoğu eyaletlerinin Çin tarafından işgal edilişinden hemen sonraydı. Hindistan-Çin savaşı sırasında ortaya çıkan İsrail casusluk skandalının anahtar ismi Rama Sawarup'un açıklamasına göre, 1963 yılında İsrail askeri istihbarat şefi Hindistan'a davet edilmişti. Bunun nedeni, kötü durumda olan Sovyet silahları konusunda İsrail'den yardım istenmesiydi .
1965 Hindistan-Pakistan savaşı sırasında ise İsrail askeri uzmanları, Askeri İstihbarat şefi başkanlığında Hindistan'ı ziyaret ederek, Pakistan'ın elinde bulunan Amerikan silahları konusunda Hintlilere bilgi verdiler. 1967 İsrail işgali sırasında da Hindistan taktik ve alınan sonuçları incelemek üzere İsrail'e askeri uzmanlarını gönderdi. İsrail 1971'de Bangladeş'in kurulmasıyla sonuçlanan Hindistan-Pakistan savaşı sırasında da Hindistan'a silah yardımı yaptı.
İsrail Hindistan'la olan ilişkilerinin buluşma yeri olarak Kıbrıs'ı kullanıyor. Batı basınında yer alan haberlere göre merkezi Toronto'da bulunan Yahudi şirketi Levy, "oto yedek parçaları" görüntüsü altında 1981'de Hindistan'a 3.000 ton tank parçası sağladı.
Hindistan ve İsrail arasındaki gizli ittifak, nükleer silahları da içeriyordu. İsrailli yazarlar Dan Raviv ve Yossi Melman'ın yazdıkları ve Mossad'ı konu edinen Every Spy a Prince (Her Casus Bir Prens) adlı kitapta iki ülkenin nükleer alandaki işbirliğine değiniliyor. Victor Ostrovsky'nin bildirildiğine göre, Hindistan 1984 yılında Pakistan'ın atom bombası yapmasından endişe ederek İsrail'den yardım istemişti. İsrail Hindistan'ın bu isteğine olumlu cevap vermiş ve iki ülke arasında gizli bir anlaşmaya varılmıştı. Bunun ardından 2 Hindistanlı nükleer fizikçi, nükleer bomba ve füze başlığı yapımında uzmanlaşmak için İsrail'e gitmişlerdi. İsrail, kendisinin 1981'de Irak'ın nükleer santral inşaatına yaptığı saldırının bir benzerini Pakistan'daki nükleer santrala yapması için, Hindistan'a teknik bilgi aktarmıştı.8
Uzun süre gizlilik içinde yürütülen bu ilişkiler, 1990'lı yıllarda iyice ortaya çıktı. Amerikan kökenli News India gazetesinin verdiği bir haberde, İsrail Gizli Servisi Mossad'ın uzunca bir süredir Hindistan gizli servisi RAW'ın elemanlarını eğittiği ortaya çıkarılmıştı. Mossad'ın Hintli meslektaşlarına verdiği eğitimin konusu ise "halk ayaklanmalarının bastırılması", yani Keşmir'in bağımsızlık mücadelesinin yok edilmesi yönündeydi. Habere göre, İsraillilerin eğitiminden geçmiş yüz kadar RAW ajanı, Keşmir'de faaliyet gösteriyordu.9
1992 yılında İsrailli askeri uzmanlar, BJP ve RSS gibi radikal Hindu örgütlerinin militer merkezlerinde görülmüşlerdi. Ayrıca, İsrail'in sürekli yalanlamasına rağmen, "güvenilir kaynaklar" Keşmir'de İsrailli askeri görevlilerin bulunduğunu bildiriyordu.10
1993 yılında İsrail ve Hindistan arasında imzalanan bir protokolde, Hint ordusunun İsrailli askeri uzmanlar tarafından eğitilmesinin kararlaştırılmış, özellikle de Keşmir'deki Hint birliklerinin İsrailli komando birliklerinin eğitiminden geçirilmesine karar verilmişti.11Keşmirli Müslüman milislerle yapılan bir röportajda ise sözkonusu milisler, İsraillilerin Sirinagar bölgesine kurdukları 3 eğitim kampında Hint askerleri eğittiklerini haber vermişlerdi.12
İsrail devletinin kuruluşundan beri gizli de olsa sürdürülen Hindistan-İsrail ilişkisinin tarihsel gelişimini ise Arap El Hilal Ed-Dawli dergisi, şöyle anlatıyordu:
Hindistan hükümeti İsrail devletini tanıdığını açıklamasının üzerinden henüz iki ay geçmeden, Tel Aviv 'le savunma ilişkilerini kurdu. Gerçekte İsrail'in kuruluşundan beri var olan bu ilişki, Hindistan Dışişleri Bakanı C. N. Nekşit'in İsrail ile Hindistan'ın arasındaki diplomatik ilişkinin doruğa çıkarılacağını açıklamasıyla ortaya çıktı. Hindistan gazetelerinin yazdıklarına göre Aralık ayında Yeni Delhi'yi ziyaret eden Yaser Arafat, kendilerinin Hindistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin sağlamlaştırılması önünde bir engel olmadıklarını söylüyordu.
1950 yılında Hindistan İsrail'i kaçınılmaz bir gerçek olarak tanıdı. Bombay'da konsolosluk açmasına izin verdi. O günden bu yana İsrail devletiyle ticaret ve savunma işbirliğini kurdu. Bu tür olayların gerçekleştiği tarihlerde Hindistan hükümeti Filistin sorununu desteklediğini açıklamaktaydı. FKÖ'nün Yeni Delhi'de elçi bulundurmasına bile izin vermişti. Ekim ayında Hindistan Dışişleri Bakanı, 'biz İsrail'le ancak Filistin'le barış yolunda bir ilerleme kaydettikleri taktirde ilişki kurarız' şeklinde bir açıklamada bulunmuştu. Oysa bir sonraki ayda Hindistan hükümetinin 1975 'te alınan 'Siyonizm ırkçılıktır' kararının iptali için BM Genel Kurulu'nda yapılan oylamada İsrail'in lehine oy kullanması bütün dünyayı şaşırttı. Hemen ertesi ay Hindistan İsrail'le tam ilişkiye girdiğini açıkladı.
Bu işbirliğinin önemli sonuçları var. Keşmir'de İsrail silahları ve İsrail'in baskı ve yıldırma operasyonları kullanılıyor. Hindistan özel amaçları için İsrail'in Filistin tecrübesinden ve Mossad'ın yardımlarından yararlanıyor. Hindistan bu dönemde Uluslararası Güvenlik Konseyi'nin bir üyesi olması dolayısıyla ABD ve İsrail ile ilişkilerini sağlamlaştırıyor. Aslında Hindistan herşeyden önce BM ile ilişkilerini güçlendirme yolunda. Bu arada Washington'da bulunan Yahudi cemaatinin baskılarının işine yarayacağını pekala biliyor. Hindistan İsrail ile tam ilişkiye geçtikten sonra, savunma ilişkilerini geliştirmeyi deniyor.
Hindistan başbakanı 27 Şubatta Hindistan parlamentosunda yaptığı açıklamada; 'İki ülke arasındaki ilişkilerin düzeltilmesinden sonra hangi alanda olursa olsun mutlaka dayanışma kurulmalıdır' dedi. İsrail ile ilişkiler kurulduktan sonra Mossad'dan yararlanmak garip olmasa gerek... Şubat tarihli Hindistan gazetelerinin yazdığına göre Hindistan Savunma Bakanlığı İsrail üretimi silahları kullanacağı sahaları belirledi. Keşmir bunların başında geliyor.13
İsrail uzmanı Jane Hunter'ın yazdığı bir makalede ise "Amerikan kaynaklı çeşitli raporlara göre Hindistan-İsrail yakınlaşmasının anti-İslami bir tabanı olduğu" haber veriliyor ve ayrıca Hindistan Savunma Bakanı Pawar'ın, Hint ordusunun İsrail tarafından eğitileceğini bildiren açıklamasına dikkat çekiliyordu.14
Sonuç olarak, Keşmirli Müslümanların yarım yüzyıldır yalnızca Hindistan'la, ya da radikal Hindu örgütleriyle değil, aynı zamanda İsrail'le de savaşmakta olduğunu söyleyebiliriz. "Yeni Dünya Düzeni"nin ilanından yani İslam'ın Düzen'in tek düşmanı olarak açıkça ilan edilmesinden sonra sözkonusu ittifak daha da belirginleşmiş ve güçlenmiştir.
İslam dünyasının her yanında bu ittifakı görmek mümkündür. Örneğin Keşmir'in biraz daha doğusuna uzandığımızda, karşılaşacağımız tablo farklı değildir.
Endonezya Dosyası ve Açe Sumatralı Müslümanlar
Keşmir'in biraz daha doğusuna gittiğimizde, bugün pek çok kişinin farkında olmadığı Uzakdoğulu Müslümanlarla karşılaşırız. Uzakdoğulu Müslümanların karşısındaki düşman da, Keşmir'dekinden farklı değildir. Bu coğrafya içinde akla ilk gelen ülke Endonezya'dır. Endonezya bugün bağımsız ulusal bir devlet görünümünde. Oysa, neredeyse Avrupa kıtası kadar geniş bir alana yayılmış olan Uzakdoğu Takımadaları'nın 120 milyona yakın nüfusu, birbirinden çok farklı bir kompozisyon oluşturuyor. Endonezya'nın içinde çok farklı dinler ve kültürler var. Ancak bu farklılık, "bir arada yaşama"yı getirmedi: Ülkenin Sumatra adasında, özellikle de adanın kuzey "açe" bölümünde yaşayan ve sayıları 25 milyonu aşan Müslümanlar, uzun süren bir baskı dönemi yaşadılar.
Endonezya uzun süre Hollanda sömürgesi olarak kalmıştı. Daha sonra Japon işgali yaşandı. Endonezya Milliyetçi Partisi'nin liderliğini yapan Sukarno ise 18 Ağustos 1943'te bağımsız Endonezya Cumhuriyeti'ni ilan etti. Ancak Sukarno'nun kurduğu bu cumhuriyetin sınırları halen ülkede bulunan Hollanda sömürge yönetiminin hoşuna gitmedi. Hollanda ile Sukarno kuvvetleri arasında 3 yıl süren savaş sonucunda, Hollanda, hükümdarlık haklarını Endonezya Birleşik Devletleri'ne bıraktı; Endonezya Birleşik Devletleri, Hollanda-Endonezya birliğinin de bir parçası olacaktı.

Endonezya Devlet Başkanı General Suharto, ülkesindeki Müslümanlara karşı yoğun bir baskı rejimi oluşturmuş durumda. Bir çok Endonezyalı Müslüman, bu baskıdan kurtulmak için Malezya'ya iltica ediyor. Suharto, bu anti-İslami politikasının yanında bir taraftan da karşı-propaganda yöntemini uyguluyor: Bir zamanlar Enver Sedat'ın yaptığı gibi sözde Müslüman tavırları göstererek "İslami şov"lar yapıyor. Endonezya diktatörünün en önemli dostu ise kuşkusuz İsrail...
Hollanda, Endonezya'nın yönetimini, ekonomide ve siyasette tam bağımsızlık isteyen Sumatralı Müslümanlara değil, Hollanda ile iyi ilişkileri bulunan ve ülke nüfusunun sadece % 7'sini oluşturan Java kökenlilere bıraktı. Hollandalıların ülkenin yönetimi için Javalıları seçmeleri boşuna değildi. Java adasının aristokrat kesimi, Hollandalıların bölgeye gelmesinden itibaren onlarla ticari ilişkiler içine girerek, adaların kolonizasyonuna destek olmuşlardı.
Javalılar kısa bir süre içinde Endonezya'yı tamamen egemenlikleri altına almaya giriştiler. Sukarno'nun liderliğindeki Java kökenli yöneticiler 1950 yılında devlet örgütlenişinin üniter (tekçi) bir yapıya dönüştürüldüğünü ilan ettiler. Bu üniter yapı, Java hegemonyası altındaydı elbette.
Ülkede siyasal partilerden Endonezya Milliyetçi Partisi (PNI) Başkan Sukarno'ya yakınlığıyla bilinmekteydi ve oylarının % 80'ini Java bölgesinden sağlıyordu. Bu partinin karşısında ülkenin en önemli siyasal güçlerinden birisi Müslümanların kurduğu Masjumi Partisi'ydi (PM). O kapatılınca yerine Nahdatul Ulema (NU) kuruldu.
Javalılar PNI sayesinde kendi yerel çıkarlarını Endonezya'yı oluşturan adalar halkının ortak ve genel çıkarlarıymış gibi gösterdiler. Bunu yapmak içinde, ülkenin etnik yapısı son derece heterojen olmasına rağmen "Endonezya milliyetçiliği" fikrini ortaya attılar. Oysa bu gerçekte "Java milliyetçiliği"nden farklı bir şey değildi.
Bu milliyetçilik dayatması karşısında, 1953'de Açe Sumatra Müslümanları bağımsız bir devlet kurduklarını ilan ettiler. Javalıların hakimiyetindeki Endonezya yönetimi ise Açe Sumatra özgürlük savaşçılarını "vatan haini" ilan ederek katliamlara giriştiler. (Buradaki durum, Sırbistan ve Bosna-Hersek arasındaki duruma da büyük benzerlik göstermektedir). Bu arada Sukarno'nun yerine ülkenin sağ kanadından General Suharto ABD desteğiyle başa geldi. Bu ise Müslümanların durumunu çok daha kötüleştirdi. Javalıların desteğini arkasına alan Suharto, solcu muhalifleriyle birlikte Müslümanları da yok etme yoluna gitti. Uluslararası Af Örgütü'ne göre Suharto rejimine karşı olan 600.000 kişi öldürüldü. Amerikan medyası ise bu büyük vahşeti tamamen görmezlikten geldi.
1976 yılından bu yana saldırılar, halkı rejime karşı örgütledikleri bahanesiyle Müslüman din adamlarına yöneldi. Ülkenin birçok yerinde imamlar aileleri ile birlikte acımasız şekilde öldürüldü. Ülkedeki Java egemenliği ve Müslümanlara karşı uygulanan baskı ve terör, hala sürüyor.
İsrail'den Endonezya Rejimine Stratejik Destek
Sumatra Müslümanlarının yönetimi ele almalarını ya da bağımsızlık ilan etmelerini engelleyen Java güdümlü Endonezya yönetimi, bu vasfıyla belirgin bir anti-İslami özellik taşımaktadır. Uzakdoğu'da domino teorisine uygun bir biçimde gelişebilecek muhtemel bir İslami uyanışın engellenmesi açısından, mevcut Endonezya yönetiminin varlığını koruması zorunludur. İşte bu yüzden Endonezya, İsrail'in müttefik listesinde önemli bir yer tutmaktadır.
Yitzhak Rabin, FKÖ ile "Gazze-Eriha" anlaşmasının ardından Çin'e resmi bir ziyaret yapmış ve Çin'le olan askeri ittifaklarını daha da güçlendirmişti. Ancak İsrail Başbakanı, Çin dönüşünde pek çok kişinin fazla anlam veremediği bir resmi ziyaret daha yaptı ve Endonezya'ya gitti. Bu ziyaret, İsrail'in Endonezya ile "iyi ilişkiler" kurmak istediğinin bir işareti olarak yorumlandı. Oysa bu yanlış bir yorumdu; Yahudi Devleti Endonezya ile, daha doğrusu Endonezya'yı yöneten Java rejimiyle zaten çok uzun süredir "iyi ilişkiler" içindeydi. Mossad, Müslümanları "terörist" ilan ederek ortadan kaldıran Endonezya rejimine "anti-terör" dersleri vermişti. Washington Report on Middle East Affairs konu hakkında şunları yazıyordu:
İsrail'le arasındaki bağlantıyı kullanarak Washington'dan destek sağlamayı düşünen Endonezya, son dönemlerde sürpriz bir kararla doğrudan İsrail'e yakınlaşmaya başladı. Endonezya hükümeti bu çabanın bir parçası olarak Başkan Rabin'i, Çin gezisinden sonra Jakarta'da konuk etti. Bu pek çok kişi için şaşırtıcıydı. Oysa gerçekte İsrail'in oldukça uzun bir süredir Endonezya'yla gizli bağlantıları vardı. Jakarta'da işyeri görünümünde bir Mossad istasyonu kurulmuş ve oldukça önemli işler başarmıştı. Verilen bilgilere göre, bu Mossad istasyonu aracılığıyla, Endonezya güvenlik güçleri, anti-terörist (kontrgerilla) yöntemleri konusunda eğitim gördüler. İki ülkenin istihbarat servisi arasında 1960'dan beri yoğun bir bilgi alışverişi yaşanmaktaydı...
İki ülke arasında askeri ilişkiler de var. Military Technology dergisinde 6 ay önce yayınlanan bir habere göre, Alhit ve BVR adındaki İsrailli şirketler, Sumatra Adası'ndaki Endonezya Hava Kuvvetlerine bir tesis kurmak için yarışıyorlar. Başka kaynaklar, 1980'lerde İsrail'in, Endonezya'ya 28 tane Amerikan yapımı Skyhawk uçağı sattığını bildiriyorlar.15
İsrail ile Endonezya arasındaki silah ilişkisi Amerikan silahlarının Endonezya'ya satışı şeklinde gerçekleşiyor. Bunun için de İsrail kendi ordusunu kullanıyor. Beyaz Saray'ın İsrail'e verdiği silahlarla, Endonezya gibi bazı Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin orduları besleniyor. Bu da İsrail'in Amerika'dan neden bu kadar çok silah aldığını açıklıyor olsa gerek:
ABD hükümeti İsrail ile anlaşmalı olarak bir ordu besliyor ve bu ordudan Amerikan hükümetinin haberi yok, bu ordu Endonezya'ya ABD'den elde ettiği silahları satıyor. Pentagon yetkilileri, İsrail'in Endonezya'ya 16 tane A4 uçağını gizlice gönderdiğini tespit etti. İsrail ABD yapımı savaş uçaklarının bu tip 3. Dünya Ülkeleri'ne satışından 25.8 milyon dolar aldı.16
Müslümanlara karşı yıllardır baskı politikası izleyen Başkan Suharto 1993'te altıncı kez görevini uzattı. Suharto'ya karşı ülkedeki en önemli muhalif güç ise bir Müslüman koalisyonu yapısındaki Birleşik Kalkınma Partisi (PPP)...
Patani Müslümanları ve İsrail-Tayland İttifakı
Tayland, "özgürlükler ülkesi" anlamına gelir. Ancak Müslümanlar için hiç de öyle değildir. 55 milyon nüfuslu ülkede toplumun %10'nu oluşturan Tayland'lı Müslümanlar 200 yıldır büyük bir baskıyla karşı karşıya. Günümüzde bu baskı, özellikle halkının % 75'inin Müslüman olduğu güneydeki Patani eyaletinde yoğun olarak hissediliyor.
Patani Müslümanları, Siyam ırkından gelmediklerini ve Taylandlılarla değil, Müslüman Endonezya ve Malezya halkı ile aynı ırka mensup olduklarını söylerler. Malezya'daki Müslümanların konuştuğu dil olan Malay dilini kullanırlar. Bu dil yüzyıllardır Arap harfleriyle yazıldığı halde, Tayland yönetimi tarafından Latin harfleri kullanmaya zorlanmışlardır. Rejim, budist inancını Müslümanlara zorla kabul ettirmeyi hedefleyen farklı baskı politikaları uygulamıştır.
İlk olarak 1932'de Tayland hükümeti ülkedeki bütün İslami kurumların faaliyetini yasakladı. 1944'de ise geniş çaplı bir imha hareketi başlatıldı. 1948 yılında Patani Müslümanlarının liderleri ve aileleri budistler tarafından katledildi. Yine aynı yıl Bulikor Samik bölgesinde 125 Müslüman aile diri diri yakıldı. Patani Müslümanları uğradıkları bunca saldırı karşısında kendilerini korumak ve bağımsız bir devlet kurmak için örgütlendiler. Bugün Patani'de Müslümanların kurduğu 16 tane örgüt var. Bunların içlerinde en büyük olanı PULO (Phatani United Liberation Organization), yani Patani Birleşik Kurtuluş Örgütü.
Patani'de bugüne kadar gerçekleştirilen katliamlarda ölen Müslüman sayısı 36.000 kişiyi geçiyor. Yaralanan ve sakat kalan insan sayısı daha da fazla. Kısacası, Tayland Müslümanları topraklarını ve ailelerini dahası İslami kimliklerini koruyabilmek için büyük bir mücadele veriyorlar.
Ve kuşkusuz Patani Müslümanlarının verdikleri bu mücadeleye karşı Tayland rejimini destekleyenler var. "Kim" diye sormaya gerek yok; elbette en başta İsrail. İsrailli yazar Benjamin Beit-Hallami'nin yazdığına göre, Tayland'ı 1976'dan bu yana yöneten askeri rejimin İsrail'le çok önemli ilişkileri var. Bu ilişkiler, askeri darbenin hemen ardından Tayland'lı bir askeri heyetin İsrail'i ziyaret etmesi ile başlıyor. Bu ziyaretin sonucunda 20 bin Galil ve 5 bin Uzi marka İsrail yapımı otomatik tüfek Tayland'a gönderiliyor. Daha sonra Mossad Tayland'ın başkenti Bangkok'ta aktif bir istasyon kuruyor ve Tayland gizli servisi THAI ile ortak çalışmaya başlıyor.
İlerleyen yıllarda sözkonusu yakın ilişkiler daha da güçlenerek sürüyor. 1984'te İsrail Dışişleri Bakanı David Kimche Tayland'ı ziyaret ediyor. Tayland'a İsrailli askeri uzmanların gönderilmesi, daha geniş çaplı silah satışlarının yapılması kararlaştırılıyor. "İsrailli askeri uzmanlar"ın verecekleri eğitim ise yine aynı: Halk hareketlerini bastırmak, sorgu ve işkence yöntemleri...17
Bangsa Moro Müslümanları, Filipinler,
Marcos'un Yamyamları ve İsrail
Filipinler yüzyılın başında Amerikan egemenliği altına girmişti. 1946 yılında Amerika Filipinler'e bağımsızlığını verdi. Ancak Amerikalıların çekildiği sırada önce, "Filipinolar" olarak adlandırılan yerli halk, Filipin adalarının kontrolünü ellerine aldı ve yönetim kademelerinin tamamını ele geçirdi. Filipinolar, Moro ve Sulu adalarında yaşayan Müslümanlarının aksine Amerikanın sömürgeci yönetimine direniş göstermemişler ve onların gönderdiği yöneticileri benimsemişlerdi. Amerikalılar da, Amerikan ekolü bir yönetim oluşturmaları için Filipino önderlerini eğitmişlerdi. ABD Filipinler'den çekilirken bu yüzden ülkedeki siyasi otoriteyi Filipinolara bıraktı. Sulu ve Mindanao'yu tek bir devletin toprakları olarak kabul etti. Böylece bu adalardaki Müslümanlar, Filipinolar'ın egemenliği altına bırakılmış oluyordu.
Filipinolar ülkedeki egemenliklerini sağlamlaştırmaya ve özellikle de Moro'lu Müslümanların topraklarını ellerinden almaya yönelik bir politika izlemeye başladılar. Çıkarılan bir yasayla bir Filipino'ya 24 hektar toprak edinme hakkı verilirken, bu hak bir Morolu İçin 10 hektardan ibaretti. Bunun sonucunda Müslümanlara ait topraklara Filipino göçleri başladı. Böylece bu adalardaki Müslüman halkın nüfus yoğunluğu azaltılacaktı. 1966-1976 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde 3.5 milyon Filipinolu göçmen, Müslüman topraklarına yerleşti.

Filipinler'in lideri Marcos, kurduğu ölüm timleri ile ülkesindeki Müslümanları sindirmeye çalışmıştı. İslam aleytarı kimliğini bu denli çarpıcı bir biçimde ortaya koyan diktatörün İsrail'le "güvenlik" konularında "çok yakın" ilişkiler kurmuş olması, bir rastlantı değildi kuşkusuz.
Tüm bu baskı ve haksızlıklar karşısında Moro ve Sulu Müslümanları Filipinolara karşı kendi haklarını korumak amacıyla mücadeleye başladılar. 1 Mayıs 1968'de Cotabato Valisi Datu Odtug Matalan tarafından "Mindanao Bağımsızlık Hareketi" (MIM) kuruldu. Ancak Cumhurbaşkanı Ferdinand Marcos liderliğindeki merkezi otorite ile uzlaşma yolu arayan bu hareket tutunamadı ve kısa sürede silinip gitti. Bununla beraber hükümet bu olayı basite almadı ve Moro halkına karşı yürütülen sindirme hareketini arttırmak için fırsat bildi. Bu sırada Marcos kendini Silahlı Kuvvetler Komutanı ve Başkan olarak ilan etti. Bir süre sonra da ülkedeki komünistlerin yol açtığı terör hareketi ve Müslümanların direnişini gerekçe göstererek sıkıyönetim ilan etti. Ardından da anayasayı askıya aldı. Marcos, ülkenin diktatörü olmuştu.
Marcos'a karşı Müslümanların direnişi, 1960'larda Ortadoğu'da eğitim gören birkaç genç tarafından örgütlendi. Nur Misuari liderliğindeki Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF)'nin yürüttüğü başkaldırı hareketinin aniden ve geniş çaplı bir ölçekte ortaya çıkması, Marcos rejimini şaşkına çevirdi. Hükümet kuvvetleri ve MNLF üyeleri arasında kanlı çarpışmalar gerçekleşti. Yıllar içinde MNLF ile hükümet kuvvetleri arasında geçen çatışmalarda ölen Müslüman sayısı 50 bini aştı. Bunların çoğu Müslüman sivillerdi, en az 10 bini de kadın ve çocuktu.
Marcos, ülke içindeki muhalifleri, en başta da Müslüman MNLF'yi ve ardındaki halk desteğini yok etmek için özel eğitilmiş terör timleri kurmuştu. Bu timlerin uyguladıkları vahşet ise tüyler ürperticiydi. Marcos'un terör timleri içinde en acımasız olanı ise Ilaga'ydı. Nokta dergisi, "Marcos'un Yamyamları" başlığıyla yayınlanan haberinde şunları yazıyordu:
... Bayan Kassam'ın kocasının üzerinde tepiniyorlardı. Parçalanan kafatasının içinden aldıkları beyin parçalarını etrafa saçıyorlardı. Diğer silahlı milisler ise yerlere saçılan beyin parçalarını kapışarak yiyorlardı. Mensubu oldukları `Ilaga' örgütünün anlayışına göre kurbanının kanını içmek ve etini yemek onları `yenilmez' yapacaktı.
Dehşetengiz yenilmezlik! Filipinler'de 1970'li yıllarda başlayan Müslüman ayaklanmaları sırasında kurulun `Ilaga' örgütü milisleri o dönemde binlerce Müslümanı işkence ile öldürmüşlerdi. Bu öldürülen kurbanların kanından içen veya etinden bir parça yiyen Ilaga mensupları böylece doğaüstü bir güce sahip olduklarına inanıyorlardı.
Ilaga'nın bir başka hedefi Marcos yönetimine karşı savaşan komünist eğilimli Yeni Halk Ordusu (NPA) olmuştu. Müslüman olsun olmasın NPA yanlısı köyler Ilaga tarafından basılıyor ve insanlar vahşice öldürülüyordu. Bunun da ötesinde saldırı amacı tamamıyla yağmacılığa dönüşüyordu. Mindanao'nun bir köyünde ise geçenlerde bulunan bir büyük şişe dolusu kesik kulağın sahipleri henüz tespit edilememişti. Bu kulakların öldürülen NPA üyeleri ve sempatizanlarına ait olduğu tahmin ediliyordu.18

Filipin rejimine karşı mücadele veren Morolu Müslüman savaşçılar.
Peki Müslümanların "beyinlerini parçalayıp yiyen", insanları canlı canlı parçalara ayıran bu terör timlerini kim eğitiyor, kim silahlandırıyor, Marcos rejimini Müslümanları yok etmesi için kim ayakta tutuyordu dersiniz?... Elbette en başta İsrail!...
Benjamin Beit-Hallahmi'nin bildirdiğine göre, Marcos rejimi ile İsrail arasında özellikle askeri alanda ve "özel timler" alanında büyük bir işbirliği vardı. 1965'de ABD desteği ile iktidara gelen ve 1986 yılındaki düşüşüne kadar Filipinler'i baskı ile yönetip sömüren Marcos, Hallahmi'nin deyimiyle İsrail'e "binbir açık ve gizli bağla bağlıydı." İsrail, klasik bağlarını Marcos yönetimiyle de kurmuştu: Ferdinand Marcos'un korunması İsrailli görevlilerce yürütülüyordu: Diktatörün İsrailli askerlerden oluşan bir özel ordusu vardı. Ayrıca Marcos'un bazı "seçkin" arkadaşları da aynı ayrıcalıktan yararlanabiliyor, İsraillilerden kurulu özel ordulara sahip olabiliyorlardı. İsrailli uzmanlar Marcos'un askerlerini de eğitiyorlardı (Ilaga, İsraillerin eğitiminden geçen birliklerden biriydi.) Gözlemcilerin bildirdiğine göre, 1980'lerin başında ülkede çok sayıda İsrailli paralı askerler bulunuyordu. 1981 yılında Bayan Marcos bir "Filipin-İsrail ittifakı" kurulmasından bile söz etmişti. İsrail-Filipin bağlantısı yoğun olarak, emekli İsrailli generallerin Tel-Aviv'de kurdukları Tamuz Control Systems (Tamuz Kontrol Sistemleri) adlı şirket tarafından yürütülüyordu. Şirket, Üçüncü dünyanın baskıcı rejimlerine "güvenlik sorunlarını çözmede" (yani halk hareketlerini bastırmada, daha doğrusu Müslümanları ezmede) teknik-taktik destek veriyordu. Tamuz'un en aktif olduğu ülke ise Marcos'un Filipinler'iydi.19
Şubat 1986'da Marcos'un bir halk ayaklanması neticesinde devrilmesinden sonra yeni bir başkan Corazon Aquino başa getirildi. Aquino yönetimi kuşkusuz Marcos kadar sert ve saldırgan değildi. Ancak yine de Müslümanların siyasi talepleri konusunda Marcos'tan daha tavizkar da değildi. Morolu Müslüman aydınlardan Salah Jubair, Bangsa Moro adlı kitabında bu durumu şöyle anlatıyor:
Güney Eyaletlerindeki Müslümanların problemleri açısından Marcos Rejimi ile Aquino rejimi arasında hiçbir fark yoktur. Görünüşte farklı olmalarına ve önceki rejimin şimdikine oranla daha sert olmasına karşılık, Müslümanların sorunlarına bakışları aynıdır. Müslümanları ve İslam'ı bölgeden yok edip eritmeyi amaçlarlar. Marcos da, Aquino da değişik metot ve araçlara başvurarak aynı amacı hedeflenmektedir. Ancak Sulu ve Moro Müslümanları onlara teslim olmayı düşünmüyor.
Son zamanlarda Müslümanlar ile Manila hükümeti arasında sakinleşmiş görünen ilişkiler, 1994 yılı başlarında camilerin bombalanması ile yeniden gerginleşti. Moro Müslümanlarının bağımsızlık mücadelesi, Moro İslami Kurtuluş Cephesi ve yeni kurulan Ebu Sayyaf örgütü altında, halen sürüyor. İsrail'in Manila rejimi ile olan ittifakı da...
Burma Müslümanlarının Mücadelesi
ve İsrail-Burma İttifakı
Toplam nüfusu 38 milyon olan Burma halkının %15'i Müslümandır. Sayıları yaklaşık 6 milyonu bulan Müslümanlar, ülkenin "Arakan" adlı bölgesinde yoğunlaşmışlardır.
Arakan bölgesine İslam, ilk kez Arap tüccarlar aracılığıyla girmişti. İslam'a karşı olan büyük yöneliş, 1430 yılında bölgede bir İslam devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu devlet 350 yıl varlığını korudu. Ancak bu dönemin sonunda Budistler Arakan'ı işgal ederek İslam devletini ortadan kaldırdılar.
1783 yılında Müslümanlar siyasi iktidarı kaybettikten hemen sonra Burmalılar, Müslümanları ezmeye, hatta fiziksel olarak imha etmeye yönelik bir politikayı uygulamaya koydular. Binlerce Müslüman katledildi. Ülke 1948'e kadar süren İngiliz egemenliğinin ardından bağımsızlığını kazandı. Müslümanlara yönelik baskılar ise hem İngiliz yönetimi sırasında hem de daha sonra devam etti.
1962 yılında General Ne Win askeri bir ihtilalle ülkedeki iktidarı ele geçirdi. Sosyalist bir hükümet kurduğunu ilan eden Ne Win, ilk ve en önemli düşmanın Müslümanlar olduğunu açıkça ilan ederek, devletin tüm imkanlarını ülkeden İslam'ı kazımak için seferber etti. Hazırlanan hükümet programında her türlü yol kullanılarak Müslümanların dinlerinden uzaklaştırılması amaçlanıyordu. Müslümanlar, tüm siyasi haklardan mahrum edildi. Ayrıca tüm İslami eğitim kurumları, camiler ve benzeri dini merkezler kapatıldı. Hacca gitmek, kurban kesmek, topluca namaz kılmak ve benzeri İslami ibadetler yasaklandı. Bu baskılar nedeniyle Müslümanların bir bölümü, özellikle de gençler ülkeyi terketmeye başladı. Ancak bu göçlere rağmen Müslümanlar yine de Arakan'da çoğunluğu oluşturuyorlardı. Bu nedenle Ne Win rejimi daha ağır baskılar uygulamaya başladı: Tutuklamalar, işten çıkarmalar, dayak ve işkence olayları birbirini izledi. Bu vahşi uygulamalar sonucu bir milyondan fazla Burmalı Müslüman yurtlarını terk etmek zorunda kaldı.

1962'de Burma'da başa geçen Ne Win, iktidarda kaldığı 24 yıl boyunca 20 binden fazla Müslümanı yoketti...
Kesin rakamlara göre, 1962-1984 yılları arasında 20.000 Arakanlı Müslüman öldürüldü. Müslüman kadınlara yapılan ve tespit edilebilen tecavüz sayısı 200'ün üzerindeydi ve bu tecavüzlerin tamamına yakını Burma ordusu tarafından yapılmıştı. Milyonlarca dolar tutarındaki Müslüman mülküne de el kondu.
Son yıllarda bu baskılar sistemli bir "fiziksel imha"ya dönüşmüş bulunuyor. Ocak 1992'de Burma'da yaşayan Müslüman azınlığa mensup 500 ile 700 kadar kişinin, askeri cunta tarafından Bangladeş sınırı yakınlarında bulunan toplama kamplarında boğularak öldürüldüğü ortaya çıktı. Halen Burmalı Müslümanlar dikta yönetimi altında baskı ve işkence ile karşı karşıyalar. 1994 yılı içinde Burma rejiminin "yargısız infaz" yönetimiyle öldürdüğü Müslüman sayısı 1.000'in üzerinde. Müslüman kadınlara sistemli tecavüz uygulandığı ve Müslümanlara karşı cezaevlerinde ağır işkenceler uygulandığı sık sık rapor ediliyor. Kısacası, Burma'daki Müslümanlar, yalnızca Müslüman oldukları için zulme maruz bırakılıyor.
Bu durumda Burma'nın İsrail'le olan yakın ilişkileri de anlam kazanmaktadır. Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection'da İsrail ile Burma arasında 1950'lerden bu yana süren stratejik işbirliğini anlatır. Buna göre İsrail ile Burma arasındaki diplomatik ilişkiler, 1953'te başlamış ve Ağustos 1954'te Burmalı bir askeri uzman heyeti İsrail'i ziyaret etmiştir. Burma Başbakanı U Nu ise bir sonraki yıl İsrail'e giderek silah ve askeri eğitim konusunda görüşmelerde bulunmuştu. 1954 yılında İsrail, Burma'ya büyük miktarlarda silah ve İngiliz yapımı Spitfire savaş uçakları satmıştır. Ayrıca İsrail uçuş uzmanları ve teknik elemanları da Burma'ya gönderilmiştir. Hallahmi, Burma ile İsrail arasındaki ilişkilerin "beklenenin çok üstünde bir hız ve boyutta gerçekleştiği"ni ve Burma'nın İsrail'le yakınlaşarak başka Üçüncü Dünya ülkelerine de yol gösterdiğini söylüyor.20
Hallahmi'nin yazdığına göre ilerleyen yıllarda da ilişkiler sürüyor. 1959'da İsrail Devlet Başkanı Yitzhak Ben-Zvi Burma'ya resmi ziyarette bulunuyor. İki yıl sonra Başbakan David Ben-Gurion da Burma'ya gidiyor. Gurion, U Nu'yla olan görüşmesini bir tür "hac"ca benzetiyor ve "Budizm hakkında daha çok bilgi edinmekten dolayı mutlu" olduğunu söylüyor.
İlerleyen dönemlerde ilişkiler zaman zaman zayıflasa da sürüyor. Şu anda İsrail hala Rangun'da bir büyükelçilik bulunduruyor ve ilişkiler sürüyor.21
Doğu Türkistan Dosyası
Doğu Türkistanlı Müslümanlar, yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altına yaşıyorlar. Bağımsızlık için giriştikleri çeşitli çabalar şiddetle bastırıldı. Çinliler, bir İslam toprağı olan Doğu Türksitan'a "Şincang" (kazanılmış topraklar) adını koydular ve kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949 yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimi ele geçirmesinin ardından, Doğu Türkistan üzerindeki baskılar daha da arttı. Komünist rejim politikası, asimile olmayı reddeden Müslümanların fiziksel olarak imhasına yöneldi. Katledilen Müslüman sayısı korkunç boyutlarda. 1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin; 1952-1957 arasında 3 milyon 509 bin; 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin; 1961-1965 yılları arası 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu, ya da rejimin doğurduğu kıtlık sonucunda öldürüldüler. 1965'ten sonraki katliamlarla birlikte, öldürülen Doğu Türkistanlı sayısı 35 milyon gibi inanılmaz bir rakamı bulmaktadır.
Halkın hayatta kalabilen bölümü ise büyük baskı ve işkencelere maruz bırakılmıştır. Doğu Türkistan'ın sürgündeki genel sekreteri İsa Yusuf Alptekin, Türkiye'de yayınlanan Doğu Türkistan Davası ve Unutulan Vatan Doğu Türkistan adlı kitaplarında sözkonusu baskı ve işkenceleri ayrıntılarıyla anlatır. Buna göre, Doğu Türkistan'da halka uygulanan baskılar, Sırplar'ın Kosova'da Arnavut çoğunluğa uyguladıklarından farklı değildir. Ülkedeki Çin mahkemelerinin "ceza" yöntemleri de son derece çarpıcıdır. Diri diri toprağa gömmek, öldüresiye dövülen bir insanı çıplak halde karlarda yatırmak, iki bacağı iki ayrı öküze bağlanan bir insanı ikiye bölmek gibi "ceza"lar uygulanmıştır.

Doğu Türkistan, ya da Çinlilerin deyimiyle "Şincang" (kazanılmış topraklar).
Rejim müslümanları imha ederken bir yandan da bölgeye sistemli bir biçimde Çinli göçmen yerleştirmişlerdir. Çin hükümetinin 1953 yılında başlattığı bu kampanyanın etkisi şaşırtıcıdır. 1953 yılında bölgede % 75 Müslüman, % 6 Çinli yaşarken bu oran 1982 yılında %53 Müslüman, % 40 Çinli'ye yükseldi. 1990 yılında yapılan son nüfus sayımında ulaşılan % 40 Müslüman, % 53 Çinli nüfus oranı bölgedeki etnik temizliğin boyutlarını gösteriyor.
Bu arada Çin yönetimi, Doğu Türkistanlı müslümanları nükleer denemelerinde kobay olarak kullanmıştır. Bölgede ilk olarak 16 Ekim 1964 başlatılan nükleer denemelerin olumsuz etkileri yüzünden bölge insanı ölümcül hastalıklara yakalanmış, 20 bin özürlü çocuk dünyaya gelmiştir. Nükleer demeler nedeniyle ölen müslüman sayısının 210 bini bulduğu bilinmektedir.
Batılı güçler ise doğal olarak tüm bu vahşete karşı tepkisizdir. Birleşmiş Milletler'in soykırım için yaptığı tanım, Çin işgali altındaki Doğu Türkistan'daki duruma tam olarak uymaktadır. Buna rağmen Doğu Türkistanlılar BM'nin koruyucu şemsiyesi altına girememektedir. BM'ye yapılan tüm başvurular geri çevrilmiştir. 25 milyon Doğu Türkistanlı müslüman, halen Çin baskısı altındadır. Binlerce siyasi tutuklu vardır. Bazıları hapishanelerde "kaybolmuş" durumdadırlar.
Tutuklulara işkence yapılması sıradan bir olaydır.
Kısacası Çin, Uzakdoğu'nun en önemli İslam-karşıtı güçlerinden biridir. Doğu Türkistanlı müslümanlara yönelik politikasının yanında, etrafındaki İslami potansiyel için de ciddi bir düşmandır. Dünyanın en kalabalık ülkesinin bu stratejik "anti-İslami" konumunu, komünist rejimden kapitalist ekonomiye geçilmesiyle de hiçbir şekilde azalmamıştır.
Bir başka deyişle Çin, Düzen'in son dönemde kurmaya çalıştığı "global anti-İslami cephe" içinde mutlaka yer alması gereken bir aktördür.
1 Hilal ed-Dawli, Mayıs 1992.
2 William J. Barnds, India, Pakistan and the Great Powers, Published for the Couincil On Foreign Relations, USA: Praeger Publishers 1972, s. 196.
3 Ibid., s. 205.
4 Ibid., s. 208.
5 Türk basınında bir "büyük gazete"de 31 Ekim 1993 Hinduların Babür Şah Camisi katliamını temize çıkarmaya yönelik bir haber çıktı. Haberde ABD Dışişleri Bakanı yardımcısı Robin Raphel'in Hindistan'daki olayların sorumlusunun Hindistan olduğunu ve Hindistan'ın 1947 yılında Keşmir'i işgal ederek kendi ülkesinin ayrılmaz bir parçası olarak ilan etmesini kabul etmediğini söylemesinin büyük bir gaf olduğunu ve bütün dünyada alay konusu olduğu belirtiliyordu. Yine aynı gazete Keşmir'de müslümanların çoğunluğu Hindulara kaptırdığı yalanını söyleyerek müslümanların referandum isteklerinin bölgede huzursuzluğu tırmandırdığını yazmıştı. Cumhuriyet de Keşmir konusunda benzer bir çizgi izleyen Türk gazetelerindendir. 1 Kasım 1990 tarihli sayısında yayınladığı bir haber, açıkça Hindu vahşetini makul göstermek için yazılmıştı. 
6 2000'e Doğru, 17 Ocak 1993. 
7 New York Times'ın Kudüs muhabiri Terence Smith, 28 Ağustos 1968'de yayınlanan uzunca bir makalesinde İsrail-Hint bağlantısı açıklamıştı
8 Indian Express, 8 Şubat 1986. 
9 Zaman, 17 Ekim 1992. 
10 Washington Report on Middle East Affairs, Ocak 1994.
11 Yörünge, 21 Mart 1993. 
12 Vakit, 4 Nisan 1994. 
13 El Hilal Ed-Dawli, Mayıs 1992. 
14 Jane Hunter, Middle East International, 6 Mart 1992.
15 Washington Report on Middle East Affairs, Ocak 1994. 
16 Washington Post, 5 Ekim 1979.
17 Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection: Who Israel Arms and Why, 1.b., New York: Pantheon Books, 1987, s. 33. 
18 Nokta, 18 Ağustos 1985. 
19 Benjamin Beit-Hallahmi, The Israeli Connection, ss. 28-29. 
20 Ibid., s. 25. 
21 Ibid., s. 26. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...