Atlantis ve Mu Uygarlıkları
Bizden birileri mi? Uzaylı mı?
Alıntı biraz uzun ama konu ile ilgilenen arkadaşların okumasında fayda var. Yazıyı her km derlediyse gerçekten güzel olmuş.
Selamlar.
-ALINTIDIR-
Atlantis'in Bilimsel Kanıtları
11,000 sene önce büyük bir uygarlık var mıydı? Bu uygarlık hemen hemen hiç iz bırakmadan yok oldu mu? Böyle bir olay şüphesiz insan belleğinde derin bir iz bırakırdı. Felaketten kurtulanlar çocuklarına o korkunç günleri anımsatırdı, onlarda aynı şekilde çocuklarına anlatırlardı. Atlantis öyküsünün kalıntılarını dünyanın her tarafında görmekteyiz. Kimi yerlerde Avalon, Asgard, Aztlan, Aden gibi kayıp ülkeler öykülerde, efsanelerde yer alır, kimi yerlerde doğrudan doğruya tufan anlatılır. Ancak efsaneler kendi başlarına yeterli değildir. Bunları destekleyecek bilimsel kanıtlar da gereklidir. Gerçi bu yazıyı yaklaşık on yıl önce yazdık ve bu arada bu yazıda bulunmayan çok ilginç yeni kanıtlar ortaya çıkmıştır. Vakit bulursak ileride bunları da ilave ederek revizyona tabi tutarız.
Platon Atlantis'te sıcak ve soğuk suların yerden fışkırdığını yazmıştı. Bu olay volkanik bölgelerde olduğu gibi, Atlantis dağlarının su üstünde kalmış tepeleri olduğu varsayılan Azor adalarında da görülür. Platon, Atlantis'te kırmızı ve siyah taşlardan duvarlar inşa edildiğini yazmıştı, halen bu renklerde volkanik taşlar Azor kıyılarında görülür. Ayrıca insanların dünyanın yassı olduğunu ve denizin (Atlas Okyanus) dünyanın sonundan boşluğa aktığı inanıldığı bir devirde, Amerika kıtasının keşfinden 2000 bin yıl önce, Platon açıkça Amerikan kıtalarının varlığını dile getiriyordu.
Platon Atlantis'in atların yurdu olduğunu ifade etmişti. Binlerce sene evvel atların ilk soylarının Amerika'da bulunduğunu ve sonradan bu kıtadan yok olup Asya'da varlığını sürdürdüğü bilinir. Ayrıca, Atlantis de fillerin bulunduğunu da yazmıştı. Çeşitli kızılderili medeniyetlerin kalıntılarında fil kabartma motifleri halen açıklanamamıştır.
Paleontologlar Amerika'da mamut kemikleri ilkel insanların yontma taş silahları ile birlikte bulmuşlardır. Ancak fillerin soyları, atlar gibi tufan sonrası bu kıtalardan silinmişti. Platon'un Atlantis öyküsünde tarif ettiği kabuğu sert meyve Hindistan cevizi olabilir, bu meyvede ancak adalarda yetişir.
Mısırlı rahip "Sonchis"in anlattığı gibi Greklerin atalarının Atlantis ile savaşmış olmaları belki de olanaksızdır. Greklerin Yunanistan'ı istila etmeleri M.Ö. 1900 yıllarına rastlar. Proto-Grek Pelasklar ise daha önceleri muhtemelen Kafkasya'dan Anadolu'ya ve Akdeniz kıyılarına göç etmişlerdi. Onlardan önceki yerliler konusunda fazla bir şey bilmiyoruz, ancak bunlar Sonchis'in anlattığı topluluklar olabilir. Ayrıca Sonchis'in anlattığı gibi Mısır'ın böyle bir felaketten sıyrılma olasılığı gözükmüyor. Tanrıça Athena'nın adı ise Neith'in anagramıdır (harflerin yer değiştirmesi ile çıkan farklı sözcük).
Platon'un öyküsü açısından diğer ilginç bir izlenim, Atlas Okyanus'un kıyılarında çok eski yerleşim ve uygarlık bölgeleri oluşudur. Kuzey Amerika'daki yapıtlara ve Peru'da Nazca yapıtlarına benzer esrarengiz yapıtları buralarda görmek mümkündür. Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre, bu kıyılardaki megalit (büyük taş) yapıtlar, sanıldığından çok daha eskidir.
20-30 bin sene evvel oralarda yerleşmiş olan Aurignak adamı, taş devrin en güzel mağara resim örneklerini Fransa ve İspanya'da bırakmıştır. Kromanyon adam ölülerini yüzleri batıya çevrili gömerlerdi. Eski Mısırlıların "ölüler diyarı" Amenti, Batıda bulunmuyordu. Bu motif aynı şekilde bir çok Batı mitolojilerinde yerleşiktir. Batının ölüm diyarı olması güneşin battığı yer oluşundan mı? yoksa Atlantis felaketinin bir anısı mıdır?
Velikovsky'nin doğal felaketleri daha yakın bir tarihte saptaması, onun Eski Ahit'te İbrani peygamberlerin kitaplarını harfiyen doğrulaması çabasından kaynaklanıyor, bunun sebebi de, belki onun politik ilişkilerinden kaynaklanıyor (34). "Çarpışan Dünyalar" adlı kitabında (1950) Velikovsky Atlantis felaketinin aslında Girit adası yakınlarında Thera (Santorini) adasının, M.Ö. 1450 yıllarında bir volkanik patlamada havaya uçmasından kaynaklandığını iddia etmişti. Velikovsky'e göre Platon Atlantis tarihi için 9000 yıla bir sıfır fazla koymuştu, ve asıl zaman Solon'un Mısır ziyaretinden 900 yıl önceymiş. Thera adasında meydana gelen bu felaket beraberinde üzerinde yerleşmiş şehri yok etmişti. Bu patlama aşağıda anlatacağımız Krakatoa yanardağı patlamasından dört misli daha şiddetliydi. Onun meydana getirdiği felaket Minoan uygarlığının sonu olduğu düşünülüyor. Velikovsky "Ages in Chaos"(35) isminde kitabında Thera patlamasının Hz. Musa'nın İsrail oğullarını Mısır'dan çıkartmasıyla aynı zamanda rastladığını, ve Mısır'a gelen cezaların volkanik zincir patlamaların etkileri olduğunu inandırıcı bir şekilde kanıtlamaya çalışmıştı.
Thera-Atlantis tezi 1960 yılında Yunan Sezmolojist, Angelos Galanopoulos tarafından yeniden ortaya atıldı ve Platon'un öyküsü ve Thera olayı arasında 19 ortak nokta olduğu ortaya atıldı(36). Ancak bu ortak noktaların çoğu başkaları tarafından çürütüldü. Her şeyden önce, Platon Atlantis'in yerini açıkça belirti, Atlas Okyanus'da yer aldığını ve Atlantis'in evrensel bir tufan'da batan kıta büyüklüğünde bir ada olduğunu belirtiyordu. Şüphesiz rahip Sonchis'in belirttiği gibi birçok felaketler olmuştur, ancak bir tufan farklı çapta bir olaydır.
Belki de, Velikovsky'nin yazdığı en önemli eser "Sarsılan Dünya"dır (4. Bu eserde Velikovsky birçok bilimsel araştırmalara dayanarak, kanıtları bir bir inceleyen bir detektif gibi dünya geçmişindeki akıl almaz felaketleri saptamaya çalışmıştı. Onun üzerinde durduğu felaketler M.Ö. 776 ve M.Ö. 687 arasında, M. Ö. 1500 civarlarında ve M.Ö. 3200 yıllarındakilerdi. Ancak M.Ö. 10.000 civarlarındaki tufan ve ondan önceki genel felaketler konusunda ilginç veriler de toplamıştır. Velikovky'e göre Kuzey Kutup ve Gronland civarında bulunan mercan kayalık kalıntıları, Güney Kutup ve Gronland'ın buzları altında bulunan sıcak iklim bitki örtüleri, o yerlerin bir zamanlar tropik bölge olduklarını gösteriyor. Aynı şekilde Afrika ve Güney Amerika kıtalarında görülen geniş buzul izleri, ancak Dünya ekseninin yer değiştirmesi ile açıklanabilir. Böyle bir olay ancak astronomik / meteorolojik bir dış etkiden kaynaklanabilir. Velikovsky'e göre hemen hemen bütün önemli sıra dağları nispeten yakın devirlerde aniden oluştu. Çoğunda acı içinde çırpınan balıkların kalıntıları ile serpilmiştir. Zaten fosilleri oluşturan nedenler ancak felaket şartlarında olabilir. Normal şartlarda canlı artıkları eriyip yok olur.
Himalayalar ve Tibet bir zamanlar deniz altını oluştururken, aniden yükseldiği saptanmıştır. Aynı şekilde Amerika ve Afrika'da birçok yeni kara parçaları oluştu(37). Ayrıca Atlas Okyanus'un dibindeki sıra dağların üzerinde bulunan buzul izleri, bu dağların bir zaman deniz üstünde olduklarını işaret ediyor.
Dünyanın her tarafında bulunan toplu hayvan mezarlarına dikkat çeken Velikovsky. Bunların bir genel felakette sular tarafından sürüklenip, kayalar üzerinde parçalandıklarını, üzerlerine suların taşıdığı taşlar yığılıp, üst üstü gömüldüklerini kaydetmiştir. Binlerce parçalanmış hayvan cesetlerinin bir arada oluşunu başka türlü nasıl açıklarız? Bu tip toplu mezarlarda zaman zaman insan cesetlerinin de bulunması, bu felaketin oldukça yakın bir dönemde olduğunu gösterir. Peking yakınlarında Choukoutien'deki bir toplu hayvan mezarında yedi parçalanmış insan iskeleti bulunmuştur. Bunlar üç ayrı ırka aitti, Beyaz, Eskimo ve Melanesyalı. Bu toplu mezarlarda farkı coğrafi bölgelerin hayvanlarının bir arada oluşu, suların onları uzak bölgelerden sürüklediğini gösteriyor. Bu felakette sayısız hayvan türü yok olmuştur.
Paleontolojik bulgulara göre felaketten önce hayvan nüfusu oldukça kabarıkmış ve son buzul çağın sonunda (M.Ö. 10.000 sene) 40 milyon hayvanın ani bir ölüm gördükleri ileri sürülmüştür.
Böyle bir felaket olabilir mi? Her şeyden önce bilmemiz gerekir ki bizim yeryüzünde hayatımız sanıldığı kadar güvenli değildir. Tarih boyunca doğal afetler, önemli toplu ölümlere sebep olmuştur. Bir sene içersinde dünyada hemen hemen her ay olan bu afetlerde ölenlerin sayısı akıl durdurucudur. 1883'de Sumatra ve Java arasında Krakatoa adında ıssız bir adada bir yanardağ patladı. Bu patlama 2 bin mil ötede Avustralya'da insanları uykularından uyandırdı. Şok dalgaları dünyanın etrafında 7 kez döndü. Dev dalgalar köyleri sildi, gemileri kibrit çöpü gibi karaya oturttu. Dalgaları 4.500 mil uzaklara kadar ulaştı. Havaya 13 kübik mil lav püskürtüldü. Bunlar dünyanın etrafını kuşatarak gökyüzünü kararttı, aylardır dünya iklimi soğumuştu, çünkü bu tür volkanik bulutlar güneşten gelen ısıyı keser. Felakette 62.000 kişi öldü.
526 yılında Antakya'da 250.000 kişi, 1042 yılında Tebriz, İran'da 40.000 kişi, 1556'da Çin'de 830.000 kişi, 1908'de Messina, Sicilya'da 200.000 kişi, 1923 Tokyo civarlarında 200.000 kişi ve 1976'da Çin'de 700.000 kişi şiddetli depremlerle hayatlarını kayıp ettiler. Sellere gelince Çin'de 1887'de Huang Ho nehrin taşıması en az iki milyon insanın ölümüne yol açtı. Aynı nehrin 1931'de taşıması 4 milyon insanın ölümüne yol açtı (3.
Atlantoloji açısından, nispeten yakın zamanlarda iki ilginç felaket kayda değer. 1692 yılında Jamaika adası, bir korsan merkeziydi. Ani bir zelzelede limanı Porto Prince'in büyük kısmı 1.600 kişi ile birlikte denizin dibini boyladı. Dev dalgalar karaya oturdu. Halen deniz altında eski şehrin kalıntılarını bulmak mümkün. 1755 yılında, 1 Ekim azizler günü dini törenlerin ortasında, Portekiz'in başkenti ve liman şehri Lizbon büyük bir depremle neredeyse yerle bir olmuştu. Binlerce bina tamamen yıkıldı ve felaketten kaçan halkın üzerine 15 metre yükseklikte deniz dalgaları indi. Lizbon 1531 yılında da çok büyük bir depremle yerle bir olmuştu. Deprem aynı anda Avrupa'da, Karaipler de ve Kuzey Afrika'da duyuldu. Şiddetli deniz dalgaları Amsterdam limanında gemilerin iplerini kopardı. Donnelly felaketi şöyle anlatıyor, "Yer altından bir şimşek sesi geldi, hemen ardından şiddetli bir deprem şehrin büyük kısmını yerle bir etti. Altı dakikada 60.000 kişi can verdi. Korunmak için bir alay insan yeni mermer rıhtımın üzerinde toplandı. Ancak, o birdenbire üzerinde bütün insanlarla birlikte sulara gömüldü ve bir tek ölü beden su yüzüne çıkmadı. Ona yakın demirlenmiş bir çok insan dolu gemiler ve tekneler bir su girdabının içinde yutuldular. Tek bir tekne veya gemi parçası geri dönmedi.
Rıhtımın bulunduğu yer şu anda 600 fit (200 m) su altındadır. Depremin kapsadığı alan çok genişti. Humboldt derki Avrupa'dan dört misli büyük bir alan aynı anda sarsılmıştır. Baltik'ten Karaibler, Kanada'dan Cezayir'e kadar yer sarsılmıştır. Fas'ın bir kaç kilometre yakınlarında 10.000 kişilik bir köyü toprak açılarak yutmuştu. Büyük olasılıkla bu depremin kaynağı Atlas Okyanusunun ortasındaydı ve binlerce yıl önce Atlantis'in batmasına sebep olan felaketin yankısıydı." (39) (Bu dönemi incelerken, ister istemez Kuzey-Anadolu fay hattı ve devinimleri akla geliyor. 1752 yılında İzmit depremi olmuştur ve 1766 yılında büyük İstanbul depremi olmuştur. Unutmamak gerekir ki ondan 250 yıl önce 1509 yılında yeniden büyük bir İstanbul depremi olmuştur. Aynı şekilde 1531 de büyük Lizbon depremi olmuştu. Yukarıdaki yazıyı ele alırsak görürüz ki 250 yıl önce sadece Türkiye'de değil bütün dünyada büyük sarsıntılar olmuştur.
Joseph Goodavage Astroloji Uzay Çağı Bilimi kitabında şöyle yazıyor: "...Isaac Newton, tuhaf konularda araştırma yapmıştır, Hermes'i inceledi ve simya üzerinde geniş bir kütüphanesi vardı. Grek mitolojisi ilgisini çekmişti ve Grek tanrılarının kayıp ve unutulmuş bir uygarlığın gerçek kişileri olabileceğini belirtmişti. Newton teoloji ve kadim gizemcilik konusunda bir milyon kelimeden fazla ve diğer ezoterik konularda 500 bin den fazla kelime yazmıştı. İnsan tarihinde büyük değişikliklere yol açan 250 yıllık güçlü devinimlerden söz etmişti. Bu devinimleri hesaplarken Arap astrolojisindeki Arap noktaları esas olarak almıştı. Esasın bize cebri de veren Arapların matematikleri Newton'un zamanındaki matematikten çok üstündü. Onların matematik sistemleri Arap noktalarını da içermekteydi, ki menşei meçhuldür. Gariptir ki Spengler Tarih ve Devimler eserinde, Pluto gezegenin 248 yıllık yörüngesinin önemi vurgulamaktadır.
Pluto gezegenin perhelionu (güneşe en yakın dönüşü) devinimleri 250 yıllık aralıklarla oluşan psiko-kültürel değişiklikleri belirlemekte ve eş zamanlılık göstermektedir ... iki önemli araştırmacı Lamprecht ve Bradford, Sprengler'in fikirlerini desteklemektedir. Newton Pluto kadar uzak ve küçük bir gezegenin etkilerini önceden belirlemiş olabilir mi? (Pluto 1930 yıllında keşfedildi)." Kitabının ayrı bir bölümünde Goodavage şöyle yazıyor: "Felaketleri önceden tespit etmede bilimsel yöntemlerin araştırılmasında yüzde yüz güvenilir bir kurala göre: Büyük depremler her zaman güneş tutulmalarını takip eder ve çoğu zaman önemli gezegen kavuşumları ile birlikte olurlar.... Astrolojik kehanetlerin birinde Newton, İngiltere'den oluşan en ilginç doğal olaylar dizisini önceden bildirdi. Ölümünden 23 yıl sonra 1750'nin ilk üç ayında Aurora Borealis'in (Kuzey Işıkları) göklerde ani ve şaşırtıcı bir gösterisi ile başlayacaktı. Kehanetine göre Kuzey Işıkları yıkıcı rüzgarlarla birlikte gelen büyük fırtınalar takip edecekti... sonra büyük bir deprem dalgası Londra'da büyük hasar ve can kaybına yol açacak... Neredeyse çeyrek yüzyıl sonra ... Kuzey Işıkları İngiliz toprakları üzerinde parladılar. Ondan sonra saatte 100 millik öldürücü rüzgarlar geldi. Korkunç bir deprem salgını ... çığlık atan Londralıları canlı canlı evleri ve yataklarında gömdü.")
Okyanusya civarlarında 1780 yılında keşfedilen Falcon adası, 1894'de denizin dibine çökerek yok oldu. Tomas'a göre "Cook adaları arasında Tuanaki son asırın ikinci yarısında 13.000 yerlisi ile Büyük Okyanus'ta battı. Bir sabah balıkçılar sandalları ile denize açıldılar, döndükleri vakit adaları yoktu." 1819 yılında İndus nehrinin ağzında, depremler eşliğinde büyük bir yer parçası suların altına gömüldü. Suların üstünde sadece evlerin tepeleri, oranın bir zamanlar kara parçası olduğunu gösteriyordu.
Atlas Okyanus'u bir çok volkanik hareketlerin sık sık yer aldığı bir yerdir. 1957'de yanar dağlar eşliğinde yeni bir ada Azorların yakınlarında ortaya çıktı. Azor adalarının dağları volkaniktir. İslanda'da faaliyette yanardağlar hemen hemen eksiksizdir. Yeryüzünde toprağın aşağı veya yukarı hareket etmesi doğal ve hemen hemen her yerde görülür. Fransa her sene 3 milimetre batıyor, Hindistan da Ganj nehri ve Himalayalar arasında yer, her sene 18.1 milimetre yükseliyor, Güney Amerika'da Ant dağlarının Amerikan'nın keşfinden itibaren 60.100 metre yükseldiği saptandı (40). Türkiye'nin kıyılarında kaç tane su altı şehri vardır? Toprak, su seviyesinin altına indiğinde, hemen su örter. Ege Deniz'inde Thera-Santorini adası M.Ö. 1500 sene önce patladığı zaman yeraltında boşalan tonlarca magma yüzünden ada çökmüştü. Kısmen sulara gömüldü. Atlantis için aynı şey olduğunu düşünenler var.
Otto Muck'a göre büyük bir gök taşının Atlantis civarlarında düşmesi ile yüzlerce yanardağ patlamış ve ardından adanın altında oluşan boşluğun çökmesi adanın batmasına sebep olmuştu, çarpışmanın verdiği hareketle denizler karaya inmişti ve dünyanın dört bir yanında tufan olmuştu.(40a)
1988'de San Fransisco'da bir toplantıda bir araya gelen Amerikan Jeofizik Birliğinde Rochester Üniversitesi Jeolog'u Asish Basu, günümüzde bilim çevrelerce en çok konuşulan tezlerden birini ortaya attı. Bu teze göre 66 milyon sene önce bir asteroid Hint Okyanusuna düşmüştü, çarpışma neticesi zincirleme yanardağ patlamaları olmuştu. Yüz binlerce sene süren bu patlamaların ardından, yarattıkları bulut perdeleri dünya ısısını düşürmüştü ve bir buzul çağ başlamıştı. Neticede dinozorların nesli tükenmişti. Hindistan'da bulunan bir kuvars taşının yoğunluğu, ancak böyle bir çarpışmanın eseri olabilirdi. Newsweek'e göre, "Bazı paleontologlar halen hem asteroid tezini, hem de yanardağ tezini inkar ediyorlar, onlara göre yavaş iklim değişiklikleri dinozorların neslinin tükenmesine neden verebilir. Ancak yakın zamanlarda asteroid tezini savunanlar artmaya başladı. Onların iddiaları yeryüzünde bulunan bazı asteroid kraterleri ile güç kazanmıştır...gökbilimciler yörüngeleri dünyaya yakın kesişen 1000 asteroid olduğunu söylüyorlar (41).
Yukarda aktarılan olayın benzeri, Otto Muck tarafından yıllar önce Atlantis konusunda ortaya atılması oldukça anlamlıdır. Şimdi yaşlı Mısırlı rahibin Solon'a anlattıklarına dönelim. Kritias 22c'de Phaethon (fayton) öyküsünün aslında bir gök cisminin yeryüzüne düşerek büyük bir felakete sebep vermesi anlamında olduğunu belirtir. Bu da, kadimlerin ağzından bize, mitolojik öykülerinin nasıl mecazi anlamda tarihi ve bilimsel olayları örttüğünü gösterir. Rahip ayrıca yeryüzünde bir çok felaket olduğunu, insanların birçok kere yok olduklarını yazar. Kısacası Atlantis'i meydana getiren sel tufanından önce başka genel kıyametler ve tufanların olduğunu açıklıyor.
Yeryüzü sürekli bir göktaşı, meteor yağmuru altındadır. Bir günde ortalama 200 milyon göktaşı yağmaktadır. Bunlardan sadece bir milyonu bir yıldız kayması görüntüsü yaratabilecek büyüklükte. Hemen hemen hepsi atmosferde sürtünmeyle yanıp kül oluyor. Ancak, zaman zaman bir göktaşı yere düşmektedir, hatta insanların ve evlerin üzerine düştüğü olmuştur. Hitit Kralı 2. Mursilis kayıtlarında rakibi Efes kralının üzerine gök tanrısı Teşup'un bir göktaşı düşürtüp öldürdüğünü yazmıştı.
M.Ö. 467'de Efes'e düşen bir at arabası büyüklüğündeki göktaşı sonradan heykeltıraşçılar tarafından tanrıça Artemis'in şekline getirildi. Aztek mabetleri de göktaşların düştüğü yerler etrafında inşa edilirdi. Mekke'de Kabe'nin üzerindeki kara taşın bir göktaşı olduğuna inanılır. Bütün bunlara rağmen Aristoteles göktaşlarını inkar ediyordu. 1790'da Güney Batı Fransa'ya bir meteor yağmuru yağdı. Buna rağmen Fransız Akademisi göktaşları getirenleri küstahça kovuyordu ve bu olayı, "fiziksel olarak imkansız" olarak değerlendiriyordu. Ancak, 1820'de onların varlığı kesin olarak kanıtlandı (42). Ayrıca, Milattan önceki devirlerde dünyaya daha fazla meteor yağdığı tespit edildi. Güneş sisteminde serseri mayın gibi dolaşan bu parçacıklar düştükçe azaldığı sanılmaktadır.
Aya yapılan ilk teleskop gözlemleri, yüzeyinin binlerce kraterle delik deşik olduğunu gösterdi. Son bulgulara göre bütün yakın gezegenlerinde aynı izler görülüyor. Bu ışık altında şüphesiz dünyamızı farklı bir şekilde yorumlamamız gerekir. 1939 yıllında yapılan kazılar Arizona kraterinin sönmüş bir yanardağın ağzı değil, fakat dev bir meteor, daha doğrusu bir asteroid'un çarpışması ile meydana geldiğini kanıtladı. Varılan neticeye göre 20 bin sene önce kuzeyden saniyede birkaç kilometre hızla, bir ve iki milyon ton ağırlığı arasında bir gök cismi yerle çarpışarak 300 kilometre çapında bir alanda bütün canlıları yok etmişti ve yeri taşı delerek bir kilometreden fazla derinliğe gömülmüştü. Teksas’ta Odessa grup kraterlerin aynı zamanda meydana geldiği sanılıyor. O halde ya gök cismi atmosfere inerken parçalanarak bir kaç göktaşı oluşturdu, ya da grup halinde dünyanın yörüngesine indiler. Bunların yeryüzüne tesirleri felaket türünden olmaları gerekir (43).
Asteroidler, ilkin 1802'de keşfedilen, Mars ve Jüpiter arasında bir yörüngeye yerleşmiş olan milyonlarca taş ve metal parçalarıdır. Onların patlamış bir gezegenin parçaları olabileceği düşünülmektedir. Asteroidlerin bazıları oldukça büyük ve yörüngeleri eksantrik olduğundan dünya ile çarpışma olasılıkları zaman zaman oluyor. Aslında dünyanın geçmişinde asteroidlerle bir değil, birkaç kez çarpış olması güçlü bir olasılıktır. Hatta bu durumda, çarpmaması bir mucize olur. Yeryüzünde bütün asteroid kraterleri, Arizona krateri kadar belirgin değildir. Bazıları su ile dolup göl oldular, bazıların arazinin kumlu olmasından dolayı izleri silindi. Unutmamak gerekir ki yeryüzünün yüzde 70.8'I denizlerle kaplıdır. Deniz dibinde mutlaka kraterler vardır. Atlantolog Egerton Sykes'a göre Atlantis'i batıran meteor yağmuru Karaib taraflarında düşmüştü. Oralarda bazı meteor kraterleri bulmak mümkün. Belki yakında bu konudaki bulgular Atlantis öyküsünü aydınlatır.
11,000 sene önce böyle bir felaketin olduğuna konusunda izleri ve kanıtlar vardır. Bilindiği gibi, son buzul çağın sonu 10,000 sene önceydi. O zamanlardan önce bütün Kuzey Avrupa kalın bir buz örtüsü altındaydı. Dünya su miktarının büyük kısmı buz halinde kara üzerinde oturduğu için su seviyesi daha düşüktü. Deniz coğrafyası buluntularına göre Atlas okyanusuna boşalan nehirlerin izleri deniz diplerine kadar devam ediyor ve bir zamanlar su altında olan kıyıların şu anda deniz altında olduğunu gösteriyor. Amerikan Jeoloji Cemiyetinin 1936 yılında yayınladığı bir bildiriye göre Atlas Okyanusun'da deniz seviyesi tertiary çağından günümüze dek iki buçuk kilometre kadar inme ve yükselme göstermişti (44). Bazı jeologlar ve deniz coğrafyacıları bir zamanlar Atlas Okyanusun'da bir kıta olduğunu kabul ediyorlar, ancak onun Platon'un verdiği tarihten önceki bir devirde bulunduğu konusunda karar vermeyi tercih ediyorlar.
R. F. Walworth ve G. W. Sjostrom'e göre son buzul çağında su seviyesinin düşük olması Atlantis'in varlığı için yeterli bir sebeptir (45). Bu iki araştırmacıların geniş bir araştırmaya dayanan tezlerine göre periyodik gelen zincir volkanik patlamaları dünyanın geçmişinde uzun buzul çağlar yaratmıştır. Bazı jeolojik izlere göre buzlar bütün kıtaları kaplamıştır, su seviyeler inip yükselmiştir. Halen güncelliğini kazanan ve Donelly tarafından ortaya atılan bir teze göre, Atlantis'in batması ile daha önce onun yüksek dağları tarafından engellenen sıcak Gulf Stream akıntısı Kuzey Avrupa'ya ulaşarak buzların erimesine yol açmıştı. Halen yolunda devam eden bu sıcak hava akımı Avrupa'nın ısısını bulunduğu enleme rağmen ılımlı tutmaktadır. Oysa, aynı enlemde bulunan Rusya'daki şehirler çok daha soğuk iklimlere sahiptir.
Kuzey Sibirya'da buzlar altında on binlerce donmuş mamut cesetleri vardır. Geçen asır sonlarında bu mamutlar'dan en az 20.000 çok iyi durumda fil dişi çıkartılarak piyasaya sürüldüğü kaydedildi. Bu mamutların toplu bir felakete kurban oldukları ortadadır. Ani bir donmadan ölen bu mamutlardan bazıların ağızlarında halen yemekte oldukları otlar bulunduğu görülmüştür. Karbon 14 testler onlar yaklaşık 12,000 sene evvel öldüklerini gösteriyor. Profesör Frank C. Hibben'e göre son buz çağın sonuna gelen bu devrede sadece Kuzey Amerika'da 40 milyon hayvan ölmüştü. Amerika'da Niagara şelalelerin 12.500 yıl evvel meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras dağlar yaklaşık 10,000 sene evvel meydana geldiler. karbon 14 testlere göre şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölgede 11,000 sene önce sedir ormanları vardı. Aynı şekilde İngiltere’ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Gronland yakınlarında deniz diplerinde binlerce sene önce denizin dibini boylamış ormanlar görülür. Unutmamalı ki karbon 14 testlerinde çıkan neticelerde biraz kayma olabiliyor, onun için bütün bu olaylar aynı anda meydana gelmiş olabilir, ancak olayların çoğu Atlantis'in batış tarihine uyuyor (46).
Tomas şöyle yazıyor, "And sıra dağlarının nispeten yakın, insanların gemiler kullandıkları bir dönemde aniden yükselmiş olması gerekir. Eğer bunu reddedersek, Büyük Okyanus'tan 300 kilometre uzaklıkta ve 3800 metre yükseklikte Titicaca gölünde bir deniz limanın bulunmasının açıklanması olanaksız olur. Rıhtımlarda gemi halatlarının halkaları o kadar büyük ki onlar sadece deniz aşırı gemiler için kullanılabilirdi. Bu Ant dağlarındaki limanda halen deniz yosunu kalıntıları bulmak mümkündür. Bir çok yükselmiş kumsal sahil şeridi de var. Titicaca gölünün güney kısmı halen tuzludur."
Atlas Okyanusunun ortalarında Platon'un işaret ettiği yerde deniz altında nispeten sığ olan geniş bir arazi vardır. Bunun adı Orta Atlantik Çıkıntısı (Mid-Atlantic Ridge) dir. Bazı Atlanatologlar, onu batmış kıtanın kalıntıları olarak kabul ederler. 1949 yılında Colombia Universiteden Professör M. Ewing bu düzeyde yaptığı araştırmalarda 4 ile 5.5 kilometre arasında deniz dibinde bir kumsal sahil şeridi bulundu. Kum ancak atmosfer şartlarında erozyonla meydana gelir, su altında oluşması mümkün olmadığına göre bu plajın battığı kaçınılmaz (47). Atlas Okyanusunun dibinde geniş alanların lavla kaplı olduğu görüldü. Fransız jeolog Pierre Termier'e göre su altından alınan lav örnekleri cam basalt lav türündedir ve ancak su dışındaki atmosferik basınç altında katılaşabilmektedir. Eğer su altında katılaşsaydı kristal halini alırdı. Ayrıca Termier bu lavların katılaşmalarından kısa süre sonra suya girdiğini tespit etti. Bu lavların 15,000 sene içinde suda çözülmeleri gerektiğini belirilerek, onların Platon'un öyküsüne kuvvetli bir kanıt olduğu kaydediliyor (4.
Edgar Cayce okumalarında Atlantis'in yakınlarda tekrar yükseleceğini söylemişti. İlkin 1968 Karaipler’de Bimini adası yakınlarında bir Atlantis mabedinin ortaya çıkacağını söylemişti. 1968 yılında, bu kehaneti incelemek üzere Edgar Cayce Vakıfı (A.R.E.) Bimini civarlarında bir uçakla keşif gezisi düzenledi. Neticede su altında bir megalit (büyük taş) duvar veya yol bulundu. O zamandan beri Bimini yolu arkeolojik incelemelere tabi tutuldu. Yakınlarında yivli mermer bir sütün parçası ve harç ile sıvanmış bir kiremit parçası bulundu. Bimini yolunun insan işi olduğu şüphesiz, bir gözlemcinin dediği gibi, "Doğa kare şeklinde taş yaratmaz, ve taşları da sıra halinde dizmez". Deniz seviyesinin son buzul çağında yükselmesini göze alarak burasının en az 8 bin yıl önce deniz seviyesinin üstünde olduğu hesaplanmıştır.
MU UYGARLIĞI VE NAACALLER
Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri neticesinde gün yüzüne çıkmıştır. İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgilen edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak bu batık uygarlık hakkında beş eser yazmıştır.
Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur. (1)
Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.
Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.
James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.(2)
Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.
Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.(3)
Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı.
Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya'da, Avusturalya'da, Mısır'da incelemeler yapan Churchward'a yeni nur kaynağı Meksika'da parladı. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika'da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu (4). Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika'ya gitti ve Tibet'te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini yazdı (5).
Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını, Hawaii, Haiti, Fiji, Paskalya adaları ile diğer Polonezya adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor. (6)
Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur (7).
Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır (8). Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.
Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.
15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.
Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Birden heryer karanlığa gömüldü. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Heryer yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...
Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.
Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir. Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine, "Mu Dini"ne göz atalım.
Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.
İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. (9) "Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.
Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi (10). Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.
Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.
Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason mabetlerinin tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.
Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.
Aşağı doğru inen sekiz şeritli yol ise, ruhun Tanrıya ulaşması için tırmanması gereken aşamaların ifadesidir. Ruh, en alt kademeden, cansız varlıktan mükemmele, yani Kamil İnsan'a ulaşmak zorundadır.
Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş ise, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında dar boğazların bulunduğu adalar topluluğudur (12). Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan sudur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Pisagor ile Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.
Birçok sembol gibi, Ezoterik Sırlar Öğretisinin üyelerini kabul ettiği inisiasyon törenlerinin kökeni de, Mu Naacal okulundadır. Değişik örgütlenmeler vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmış bu inisiasyon töreninde aday, uzun bir hazırlık ve soruşturma döneminden sonra, layık görülmesi halinde kardeşliğe kabul edilirdi. Naacal kardeşlik örgütüne üyelerin seçilerek alındıkları dışında, kabul töreni ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamakta. Ancak, Naacal kardeşliğinin son durağı olarak da kabul edilebilecek Mısır'ın Hermetik kardeşliğine kabul töreninin Naacaller'in uyguladıkları törenden daha farklı olduğunu varsaymak için hiçbir neden yok. Bu törenin ayrıntılarına Mısır uygarlığını incelerken dönüleceği için, şimdi Naacal öğretisinin diğer kavramlarına geri dönelim. Mu dininin dört temel kavramı vardır:
1- Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.
2- Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.
3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.
4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir. (13)
Naacal öğretisine göre, Tanrı, sevginin ta kendisidir ve tüm evreni de sevgi üzerine kurmuştur. Ancak bu evrensel sevgiyi kavrayabilecek vasıfta olan ruhlar ona geri dönebilecek yeterliliktedir. Bu vasıflara sahip bir insan olabilmek ancak Naacal kardeşi olmakla ve" kardeşlerin de öğretiyi derece derece sindirmeleri ile mümkündür. Naacaller, yalnızca üstad rahiplerin bu aşamaya ulaşabileceklerini kabul ederler.
Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır (14).
Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollarının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük-gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.
**************
Hatırası hafızalardan silinen zamanlarda Büyük Okyonusta merkezi Ekvator'un güneyinde bulunan,çok geniş bir kıta yükseliyordu.Bu kıtanın adı MU'ydu.Bugün deniz yüzünde bulunan kalıntılardan anlayabildiğimiz kadar,bu kıtanın yüzölçümü doğudan batıya 10.000 kilometre,kuzeyden güneye 5000 km'yi buluyordu.Tek ya da takım adalar halinde olsun ,bütün Pasifik Adaları 12.000 yıl önce bir afet sonucunda kaybolan Mu kıtasının parçalarıydı.Depremler ve Volkanik olaylar kocaman uygarlığı yok ederken Büyük Okyonusun suları 60 milyona yakın nüfusu örtüverdiler.Paskalya Adası,Tahiti,Samoalar,Kuk Adaları,Tongalar,Marşal takımadaları,Jilber,Karolina,Marianne,Havai ve Markiz adaları Mu kıatasının kalıntılarıdır.Mu'nun varlığı Hint,Çin,Birmanya,Tibet ve Kamboç'un sayısız efsanelerinde; Yukatan,Orta Amerika,Okyanus Adaları ve Kuzey Amerikada bulunan Tarihöncesi kalıntılarda , ele geçen yazıtlarda,simgelerde;eski Yunan düşünürlerinin yazılarıyla Mısır kaynaklarında açıklanır.
Bütün Bu kaynaklar Mu kıtasının varolduğunu ve insanoğlunun,200.000 yıl önce,ilk defa orada göründüğünü belirtmektedir.Mu kıtası Kutsal Kitabın Cennet'inden başka birşey değildir.
İkinci bir Atlantis olayıyla karşılaşıyoruz; ama bu defa Atlas Okyonusu'nda değilde Büyük Okyonus'ta yükselip 12.000 yıl önce kaybolan,görkemli bir uygarlık kuran,kendinden sonraki bütün uygarlıkları doğuran ya da etkileyen,eğiten bir kıta.
Mu ile Atlantis arasında birçok benzer noktalar vardır:Tarihöncesi dönemlerin,kayıp kıtaların uygarlıklarına tanınan olağanüstü özelliklerin benzeşmesi,Atlantis'te olduğu gibi,Mu'nun da tek bir bilinen kaynaktan çıkması gibi.Bütün bunlara rağmen oldukça önemli bir fark vardır.Atlantis kıtasını kabul eden jeoloji Mu hakkında,bir iki nokta dışında,hala oldukça kuşkulu davranmaktadır.
Büyük Okyonus'un Atlantis'i Mu, 19. yüzyılın sonlarına doğru Hindistan'da görevli Albay James Churcward tarafından keşfedilmiştir.Kendi anlatmasına göre elli yıl süreyle dünyayı dolaşan , her uğradığı yerde Mu'nun varlığını belirten kalıntılar,belgeler-özelliğkle gizli belgeler-bulan,yetmişine varınca keşfini "Kayıp Kıta Mu" 1926, ve "Mu'nun Çocukları" 1931 kitaplarıyla açıklayan Churcward bütün direnmesine rağmen çoğunlukla pek ciddiye alınmamıştır.
Atlatis'i kabul edip ona bir uygarlık payı tanıyan Albay Churchward,Orta Amerikayı karış karış incelemiş-bir defasında kanatlı bir yılanın saldırısına da uğramış- ve çözülemeyen Naskal (Mayaların kendilerine ait gerçekleri açıkladıkları belgeler) yazılarını okumuştur.Hindistan'da Tibet'te en uzak ve tanınmayan manastırlarda araştırmalrını sürdüren Albayı bir Hint bilgini eğitmiştir.Churchward,bir yerden sonra bilimsel yoldan iyice ayrılıp tutkusuna kapılarak gizemciliğe(occultisme) kaçar ve Mu kıtasını Lemurya ile karıştırır.
Ayrıntılara girmeden önce hem Lemurya'yı hem de gizemcilerin bu hayali kayıp ülkeyle ilişkilerini açıklamaya çalışalım.
Lemurya adı jeolojide ve sosyolojide ilkin 1860-1870 yıllarında geçiyor.Lemurya kıtasını destekleyen akımın başında Avusturyalı jeolog Melchior Neumayr'i zooloji uzmanı Philip Scalter'ı ve Alman Ernst Haeckel'i buluyoruz.Üçlünün çalışmalarından doğan görüşe göre 60 milyon yıl önce,merkezi Madagaskar olduğu sanılan bir kıta Hindistan'la Güney Afrika'nın arasında yükseliyordu.Bu görüşün çıkış noktası,çoğunlukla Madagaskar'da ve Hindistan'ın bazı bölgelerinde bulunan maymunların bir çeşit ilkel akrabası olan Lemurlere bağlıdır.Lemur cinsinin denizin ayırdığı iki ayrı bölgede bulunmasını açıklamak amacıyla 19.yüzyıl jeologları bağlantı görevini görebilecek bir kıta tasarlamışlardır.Lemurya görüşü yada mitos'u 1875 Albay Olcott'la Teozofi Derneğini daha doğrusu gizemci bir örgütünü kuran Helena p.Blavatky'nin eline düşünce,hem yer değiştirmiş-Bayan Blavatsky onu Hint okyonusuna yerleştirmişti-hem de yepyeni özelliklere kavuşmuştu
Gizemci Blavatsky'ye göre Lemurya kıtasında yaşayanlar maymuna benzer,kimi dört kollu,kimi üç gözlü,yumurtlayan hermafrodit devlerdi.Bununla yetinmeyerek hayali çok geniş olan Bayan Blavatsky Atlantis'e kadar uzanıp oranın uygarlığınıda kendince bir gelişmeyle uydurmuştu;öyle ki Atlantis toplarla,projektörlerle donatılmış savaş gemileri ve uçaklar kullanan büyücülük ve telepati konularında uzman olan kişilerdi.
Chucward genellikle bu çeşit uç noktalara varmaktan kaçınmıştır.Amacı evrimi inkar edip,insanoğlunun doğuştan bilgi sahibi olarak yaratıldığını;tek bir üstün ırkın sonradan ortaya çıkan bütün uygarlıkları etkilediğini açıklamaktı.Tek ve üstün ırk kuramı her ne kadar bazı Atlantis taraftarları arasında rastlanıyorsada bu kuram hiçbir zaman aşırı noktalara itilmemiştir.Churcward değişik ırkları,uygarlıkları,dinleri tek bir kaynağa bağlayabilmek için epey uğraşmıştır.Şu var ki örnek olarak kullandığı belgeler ve bilgiler ya uydurulmuş ya da karıştırılmış,yanlış yorumlanmıştır.Üstelik, kaynak vermede de Albay titiz davranmıyor,eski bir yazıttan,bir manastırda gizli tutulan bir el yazmasından demeyi yeterli görüyor.En önemlisi başlı başına bir Mu alfebesi yaratıp bununla en değişik ve çeşitli eski yazı türlerini çözmeye kalkıyordu.
Churcward ve Mu üzerine bu kadar durulmasının nedeni,Churcward'a kapılıp dev heykelleri Mu uygarlığına maletmek değil,Büyük Okyonus'ta batık bir kıtanın -varsa-izlerini aramaktır.
A.B.D. deniz kuvvetlerine ait ilk atom denizaltısı Nautilius dünyayı dolaştığında Paskalya Adası'nın yakınlarında denizin dibinde yükselen bilinmeyen bir dağ keşfetmişti.1965 yılında Kaliforniya Üniversitesi ve Deniz Kaynakları Enstitüsü adına araştırmalar yapan Prof.H.W.Menard da Paskalya Adsı yakınlarında bir tortu köprüsünün yükseldiğini belirtmiştir.Washington'daki "Environmental Science Service Administration" da görevli jeolog Robert Dietz,Afrika , Güney Amerika,Antartik,Avustralya ve Hindistan'ın bazı kısımlarını kaplayan batık bir kıtanın haritasını çizmiştir.Dietz'in hesaplarına göre,bu kıta 150 milyon yıl önce vardı.
Bu durumda Churcward'ın 12.000 yıl önce kaybolan,75.000 yıl önce en parlak dönemini yaşayan ve geçmişi 200.000 yılı bulan Mu kıtasından oldukça uzağız.
Churcward, çoğu araştırmacılar gibi,eski efsanelere,geleneklere,mitoslara dayanmış,onları yorumlamıştır.Sonucun inandırıcı olmaması sistemin uygulanmasından değilde Albay'ın yorumlarından doğmaktadır.
Tahiti'de eski bir efsane var.Buna göre insanoğlu Fenua Nui kıtasında doğmuştur.Ama rüzgar tanrısı Ru soluğu ile kıtayı dağıtmış,irili ufaklı adaya ayırmıştır.Efsaneye göre Paskalya Adası Fenua Nui'nin bir parçasıymış.
Karolin adalarının sakinleri ise çok eski zamanlarda ışıl ışıl yanan gemilerle Ponape'ye giden,okyonusun ötesinde yaşayan,değişik dil konuşan mutlu insanlarla ve yüksek binalarla dolu bir ülkeden söz eder ve yerlileri eğiten bir ırkın varlığına inanırlar.
Havai,Yeni Zellanda ve Yeni Ebrid efsaneleri beyaz tenli,uzun saçlı atalarının olğanüstü başarılarıyla doludur.Madagaskar efsanelerinde ise Hint okyonusu'nda bulunduğu sanılan Serne Kıtası'nın adı sık sık geçmektedir.
Her ne kadar Churcward'ın ve arkeolog William Niven'in desteklediği Mu kıtası görüşü inandırıcı olmaktan uzaksa da Albayın hayali keşfin arkasında birtakım esrarlı gerçeklerin bulunduğu açıktır.
Churcward'ın öne sürdüğü ilk ırk ve kayıp uygarlık görüşünü oldukça geniş bir kısmı , Mu'nun çocuklarından saydığı uygurlarla ilgilidir.Albay'a göre Uygur İmparatorluğu,Mu'dan sonra,Dünyanın tanıdığı en yüce imaparatorluk olmuştur. "Doğu'da Pasifik Okyonusu'na,Batı 'da bugün Moskavanın bulunduğu yere kadar uzanırdı;bir ara Orta Avrupa ve Atlas Okyonusu kıyılarına kadar genişlemişti...Uygur İmparatorluğu'nun en parlak döneminde dağlar alçacık,Gobi çölü de bol suların aktığı büyük bir yaylaymış.Uygurlar burada , baykal gölünün güneyinde,başkentlerini kurmuşlar.Çok eski kaynaklara göre daha birçok büyük şehirler kurmuşlardı.Bunlar ya bütünüyle yok edildi ya da bugün Gobi çölünün kumları altında yatıyor.M.Ö 500 tarihini taşıyan bazı Çin kaynakları Uygurları bize şöyle anlatırlar:Saçları sarı,gözleri maviydi,tenleri açık ve beyazdı;güney bölgelerinde yaşıyanların saçları ve gözleri ise koyuydu...Bir manastırda bulunan eski bir yazıta göre,Uygurların başkenti ve halkı imparatorluğun bütün doğu bölgelerini kaplayan bir tayfun tarafından yok edilmişti.." Churchward'ın sözünü ettiği kaynaklar hiç bilinmiyorsada Gobi çölünde,Kara Kota kalıntılarında bulunan 18.000 yıllık bir mezarla,Fransa'da Glozel'de 1925'te keşfedilen ve Uygur yazısıyla benzerlikler taşıyan tarih öncesi toprak çanaklar,Albay'ın birtakım gerçeklerede değinmiş olabileceği görüşünü desteklemektedir.
ATATÜRK VE MU
Batik Uygarliklari yakindan inceledigimizde, dünya tarihine baska bir gözle bakmayi ögrenebiliriz.
Batik kita Mu'nun kesfedilmesiyle birlikte insanligin ve dünyamizin tarihine daha farkli bir gözle bakmak zorunda kaliyoruz. Geçmisimizin ya da dünyamiz üzerinde yasamis olan uygarliklarin, bilinenden çok daha eski oldugunu ve bu uygarliklarin; gelismislik düzeyi, kullandigi esyalar vs. gibi birtakim arkeolojik bulgulardan çok daha önemli 'ezoterik' bilgilere sahip oldugunu görebilmekteyiz. Bu sebeple, Mu Uygarliginin günümüzdeki tarih anlayisindan daha derin bir anlayisla ele alinmasi gerekmektedir.
Üzerinde yasadigimiz Anadolu topraklari birçok uygarligin besigi olmustur. Ayrica Anadolu'nun güneydogusundaki Mezopotamya bölgesinde kurulan Sümer, Babil, Asur gibi önemli uygarliklarla da sürekli bir etkilesim içinde bulunmustur. Ancak bilinen tarihin biraz daha derinlerine inip baktigimizda (özellikle Anadolu'da) bugüne kadar pek dikkate alinmamis Batik Uygarliklarla Anadolu arasindaki baglanti oldukça dikkate degerdir.
Ezoterik bilgilerimize göre Dogu ve Bati uygarliklarinin iki ana kaynagi vardir. Bunlardan biri 'Atlantis' digeri de büyük Anavatan 'Mu Uygarligi'dir. Batik Mu Uygarligi konusunda elde mevcut belgeler o kadar birikmistir ki, bu belgelere dayanarak dünya beser tarihinin geçmisi yeniden yazilsa, kuskusuz pek çok sey degisecektir.
Bu büyük kitanin varligini kanitlayan belgelere genel olarak baktigimizda sunlara rastlariz: Hindistan, Çin, Burma, Tibet ve Kamboçya'da bulunan çesitli yazilar, kitaplar; Naakal tabletleri, kitabeler ve efsaneler; Yukatan ve Orta Amerika'da bulunan eski Maya yazitlari, tabletler, semboller ve efsaneler; Pasifik adalarinda özellikle Tahiti, Samoa, Tonga, Cook gibi adalarda bulunan arkeolojik kalintilar; Meksika ve Meksiko City yakinlarinda bulunan tas tabletler; Kuzey Amerika'da bulunan ilkel Amerikalilarin yazilari ve kitabeleri; eski Yunan filozoflarinin kitaplari. Bu belgelerden en önemlileri arkeologlarin da bilimsel belge olarak gördükleri pismis topraktan yapilmis tabletlerdir. Bu tabletlerdeki bilgilere göre; Mu Uygarligi, Pasifik Okyanusunda var olan on binlerce yil önce yesermis ve yaklasik 12.000 yil önce çesitli depremler ve volkan patlamalariyla birlikte sulara gömülmüs olan bir uygarliktir. Atlantis kitasiyla Mu kitasi hemen hemen ayni dönemde batmis olmasina ragmen Atlantis daha çok taninir. Oysa bugünkü bilimsel bulgularin isiginda, Mu kitasinin Atlantis'ten çok daha yasli bir kita oldugunu, üzerinde yüz binlerce yil pek çok kültürün olustugunu, bu kültürlerin Anakitadan Atlantis ve diger bölgelere yayildigini ve Dünya tarihinde en az Atlantis kültürü kadar önemli bir yeri oldugunu ögrenmis bulunmaktayiz. J. Churchward, Mu uygarliginin eldeki mevcut belgeler incelendiginde 50.000 yildan daha önce basladigini söylemektedir. Ve bu tarihi jeolojik arastirmalar da dogrulamaktadir.
MU konusuyla Atatürk de ilgilenmis, o dönemde birçok tarihçimizi bu konuda arastirmalar yapmak için görevlendirmis ve New York'tan getirttigi Churchward'in eserlerini bölümlere ayirtarak resmi ve özel kurumlarin 60 kadar çevirmenine kisa sürede tercüme ettirmisti. Atatürk bu çeviriler üzerinde önemle durup pek çok notlar alarak bu konudaki çalismalarini sürdürdü. Ayrica o dönemdeki tarihçilerimizden Tahsin Mayatepek'in Mu Uygarligi ile ilgili Meksika'da yapmis oldugu arastirmalarinin raporlarini da incelemis ve konudan çok etkilenmisti. Atatürk, özellikle insanin yaratilisi, Mu'nun insanligin anayurdu oldugu, ilk insanin orada yaratildigi, Mu'nun batis nedenleri, göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Anadolu ile ilgili kisimlarin altlarini çizerek okumus ve notlar almistir. Bu sekilde Atatürk Türklerin kökenini arastirmaya yönelik daha pek çok çalismalar yapmis, Türklerin Maya ve Inkalarla olan benzerliklerini bulmustur. Atatürk'ün o dönemde dilimize çevirttigi J. Churchward'in kitaplari bugün Anitkabir'de Atatürk'ün kitaplarinin bulundugu bölümdedir. (J. Churchward'in elli yillik arastirmalarini içeren MU uygarligi ile ilgili dizi kitaplar Ege Meta Yayinlari tarafindan Batik Kita Mu'nun Çocuklari, Kayip Kita Mu, Mu'nun Kutsal Sembolleri adlariyla yayinlanmistir.)
Mu Uygarligi'nin kesfi
Mu Uygarligini tanimamizi saglayan ilk arastirmaci, Ingiliz Albay James Churchward'dir. J.Churchward Mu ile ilgili ilk arastirmalarina Hindistan'da bulundugu sirada baslamis ve elli yili askin bir zaman içerisinde tüm dünyayi dolasarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmistir. Aslinda pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusunda bir kitanin yer aldigina, bu kitanin üzerinde on binlerce yil hüküm süren ileri bir uygarligin yesermis olduguna ve bu uygarligin yozlasarak yok olduguna dair atiflar yer almaktaydi. Örnegin, Hintlilerin'Ramayana Destani'nda, Maya Kutsal metinlerinde ve Misir'in Ölüler Kitabi'nda kismen ya da açikça Mu Uygarligindan söz edilmektedir. Fakat Mu Uygarligini dini ve mitolojik kimliginden siyirip, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kisi J. Churchward'dir.
Hindistan'da görevli bulundugu sirada bir tapinaga konuk olan J. Churchward Batik Mu Uygarligi hakkinda ilk bilgilerini bu tapinaktaki arsivlerden edinir. Naga-Maya dili denilen, çesitli sekillerden, sembollerden olusan çok eski ve ölü bir dilde yazilmis olan bu tabletler Mu kutsal metinlerinden kopya edilmistir. Naga-Maya dili Hindistan'daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en ilkel Hint dilinden daha eskidir. J.Churchward Naga-Maya dilini bilen basrahipten bu ölü dili 2 yillik bir çalisma sonunda ögrenir. Ve rahibin de yardimiyla bu tabletlerde yazilanlari çözer. Burada yazilanlara göre, bu yazilar 15.000 yil önce yazilmis olup Hindistan'a Mu'nun bilim rahipleri dedikleri 'Naakaller' tarafindan getirilmis tabletlerdir. J.Churchward bundan sonra Güney Pasifik adalarina, Orta Asya'ya, Misir'a, Sibirya'ya, Birmanya'ya, Avustralya'ya, Orta Amerika gibi daha birçok yerlere giderek Mu'nun varligina iliskin pek çok kanit elde eder.
J.Churchward'dan baska Amerikali bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yillari arasinda yaptigi Meksika kazilari sirasinda buldugu 2600'ü askin tabletlerde Mu Uygarligi'nin varligina iliskin geçerli kanitlar elde etmistir. Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanlari bunlarin gerçek tabletler oldugunu ve simdiye dek bilinen hiçbir uygarliga ait olmadiklarini açiklamistir. Niven'in arastirmalarini duyan Churchward Meksika'ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunlarin Hindistan'da gördügü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazilmis oldugunu görür. Bu tabletler bugün Meksika Müzesinde bulunmaktadir ve 12.000 yil önce yazildigi düsünülmektedir.
Niven ve Churchward'in buldugu tabletler disinda Mu'ya iliskin diger bilimsel belgeler ise sunlardir:
-Yukatan'da hazirlanmis eski bir Maya kitabi olan 'Troano El Yazmasi'. Bugün British Museum'da bulunmaktadir.
-Troano El Yazmasiyla ayni yasta olan bir baska Maya kitabi 'Cortesianus Kodeksi'dir. Bugün Madrid Ulusal Müzesinde bulunmaktadir.
-Paul Schlieman tarafindan Tibet'te bir Budist tapinaginda bulunan 'Lhasan Belgesi'.
-Yukatan'da Mu kitasi anisina insa edilmis Uxmal Tapinagindaki Yazitlar yaklasik 12.000 yilliktir. Bu tapinakta 'Geldigimiz yer olan Bati ülkelerinin anisini korumak için insa edilmistir,' diye kabartma yazilar bulunmaktadir.
-Meksiko sehrinin 96 km güneybatisinda yer alan 'Xochicalo Piramiti Yazitlari'. Bu piramit, üzerindeki kabartma yazilara göre 'Bati ülkelerinin yikiminin anisina' insa edilmistir.
-Dr. Niven'in Alaska'da buldugu Mu kitasi sembolleriyle islenmis bir totempol.
-Eflatun'un Timeus ve Critias adli eserinde batik kitaya dair su sözler geçer: 'Mu ülkesinde 10 halk vardi.'
Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchward'in buldugu tabletlerdeki yazilar ayrintili olarak 'Dünya ve insanin yaratilisini ve insanin ilk zuhur ettigi yerin Mu oldugunu' ifade ediyorlardi. Bu tabletlerdeki yaratilis öyküsü kutsal kitaplardaki yaratilis öyküsüne çok benzer bir sekilde anlatilmisti. Ayrica; kayip kitanin Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kitalari arasinda bulundugunu, Kuzey Hawaii'den Fiji ve Paskalya adalarina kadar uzandigini, dogusu ile batisi arasinda 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasinda yaklasik 4.500 km'lik bir mesafe oldugunu anlatiyordu. Kita deniz ve bogazlarla birbirinden ayrilan 3 ana kara parçasindan olusuyordu. Pasifik Okyanusuna tek tek ya da gruplar halinde dagilmis kayalik adalarin tümü, bir zamanlar Mu kitasinin birer parçasiydilar. Bu kita üzerinde yasayanlar yeryüzünü kolonize etmislerdi. Mu kitasi bundan 12.000 yil önce korkunç yer sarsintilarindan sonra, su ve ates girdaplari içinde kaybolup sulara karismisti ve beraberinde 83.000 yillik bir uygarligi da götürmüstü.
BATIK KITA MU' NUN SAKINLERI ANTAKYA'NIN ILK ZIYARETÇILERI MIYDILER ?
Tarih, geçmisin olaylarini eldeki kaynak sayilan malzeme ve dokümanlari kronolojik sirayla tutarlilikla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açiklamaya çalisan bilim dalidir. Tarihçi, topladigi bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle in parçalari gibi akil yürütme yolu ile birlestiren, yeniden kurgulayan kisidir. Bütün bu çalismalari yaparken, arkeoloji, bibliyografya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazitbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanir.
19. yüzyilda gerçeklesen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine ragmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yasadigi toplumun parçasidir. Bu da geçmisi algilayisini belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanimlamasinda, vardigi neticede hep parçasi oldugu toplumun izlerini ÖZ BENIN de tasir, tasiyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmaciligindan koruyan ve tarihçileri dogruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabidir. Hangi konumda olursa olsun INSANIN / INSANLARIN dogup büyüdügü, geçmisten gelecege baglandiklari topraklarinin, belki de suuraltindaki mesru müdafaalaridir. Bu bakimdan tarihçi bütün teknolojik gelismelere ragmen SÜBJEKTIFTIR. Bu yazinin sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog degildir. BIR INSAN olarak önce kendi ÖZ BENIni gelistirmek arzusu ile okumaya, ögrenmeye önem vermektedir.
Burada anlatilanlarin hayal mahsulü oldugunu düsünenler olabilir. Yazinin sonuna konacak kaynakçalara bakildiginda, OKUYUCU merak eder kaynaklara basvurur, olaylari kendince irdelerse hayal ile gerçegin ne kadar ince bir çizgide seyrettigini hissedecektir. Daha da önemlisi ATATÜRK'Ü, ONUN BITTI DENILEN BIR IMPARATORLUKtan NASIL BIR HALK, BIR MILLET YARATTIGINI yalniz ASKERI DEHASI ile degil, aslinda bir an denebilecek zaman araliklarinda GELECEK için, BIZLER için arastirip sentezledigi belgelerde, ANITKABIR'de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENINde kendince özümsenecek, sekillenecektir.
Dünyaya gözümüzü açtigimiz andan kisa bir süre sonra algilamaya basladigimiz ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettigimizde uyumaya çalisirken anlatilan geçmis zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasinda, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kitanin varligindan bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmis zaman hikayesi degildir. Bu, INSAN denilen üstün varligin yeryüzünde geliserek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin basladigi yerdir!
Her sey Ingiliz arastirmaci Colonel James Churcward'in (Ingiliz silahli kuvvetlerinde albay) görevli olarak gittigi Hindistan ve Tibet'te 1880 yilinda basladi. Günümüzde evrim kurallari, mühürbilim ve arkeoloji bilimlerine büyük katkilar saglayan arastirmalarinda Churcward eski dinlerin kökenleri ile ilgili çalismalar yaparken, 1883 yilinda Bati Tibet'te bulunan bir manastirda manastirin Bas rahibi RISHI ile tanisti. Burada günümüzden yaklasik 15.000 yil önce yazildiklari ispat edilen tas tabletlerin varligini ögrenen Churcward, NAACAL TABLETLERI olarak adlandirilan bu tabletleri çözümleyebilmek amaci ile manastirda Rishi'nin yaninda iki yil kaldi. Bu süre içerisinde çesitli sembollerden ve sekillerden olusan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi'den ögrenen ve tabletleri çözümleyen bilim adami dünyanin çesitli bölgelerinde, Kuzey, Orta ve Güney Amerika'da, Misir'da, Avusturalya'da, Güney Pasifik adalarinin nerdeyse tamaminda Orta Asya ve Sibirya'da 50 yil sürecek arastirmalarin kiyisinda oldugunu bilebilir miydi?
Simdi biraz basa dönelim ve bas rahip Rishi'nin binlerce yildan beri gizli kalmis bu tabletleri neden Churcward'e gösterdigini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin ögrettigini düsünelim. Bu konuda ispatlanmis kesin bilgilere sahip degiliz. Ancak tabletler çözümlendiginde 15.000 yil önce yazilmis bu tabletlerin Hindistan'a MU kitasindan Naacal rahipleri tarafindan getirildigi ortaya çikiyordu. Bunlara Naacal Kardeslik örgütü de denmekteydi. Naacal'lar hem bilim adami hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydilar. Mensubu olduklari ilk TEK TANRIli dini (belkide simdilik kaydiyla) hem kendi kitalarinda, hem kolonilerde yasayan insanlara daha rahat anlatabilmek amaci ile bu semboller dilini kullaniyorlardi. Bu dilin ezoterik, manalarini ise yalnizca imparator ve kendileri biliyorlardi.
Ezoterizmin Osmanlica karsiligi batinilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamindadir. Ezoterizmin ziddi olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlica karsiligi harici, Türkçesi dissaldir. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açiklanmayan, belli egitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulasabilmek için insan önce egzoterik bilgileri ögrenmekle baslar ve çabalariyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir.
Ezotorik bilgiler genelde yazili olmayabilirler ve bir ögreten, yol gösteren tarafindan sembollerle, belirli bir sistemle ögrenciye verilir ögretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örnegin Saman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasini bulur. Çaglar içerisinde Mu dan baslayarak sirasiyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Misir, Hint uygarligi, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diger batini ekollerin) kaynaginda ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediginde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasinda büyük bir kitanin varligini ortaya çikardi. Bu kita günümüzden yaklasik 200.000 yil önce üzerinde belki de ilk insani barindirmaya baslamisti. Kitanin topraklari o kadar genis ve bereketli, hava o kadar iliman ve güzeldi ki her sey hizla çogaldi. Yillar çaglari, çaglar bin yillari kovaladi ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yil önce Mu kitasi yaklasik 60.000.000'dan fazla insani barindiran dev boyutta bir kita olmustu, hayvani, bitkisi ayni zamanda teknolojisi ile. Ilk kolonilesme yeni yerler arama dürtüsü bu yillara rastlar. Bu hareketlenmenin sonunda bati ve dogu yönünde iki göç yolu,iki büyük koloni ortaya çikar. Churcward'ü toplam 50 yil süren bu arastirmalarinda hiçbir sey arkeolog William Niven'in 1921-1923 yillarinda Meksika'da ortaya çikardigi tabletler kadar etkilemez ve gerçege yaklastirmaz. Niven, Meksika'da eski çaglara ait çok fazla tablet bulmustu. Bütün bunlarin çözümlemesi Naacal lisani ile yazildiklari için ancak Churcward tarafindan yapilabildi. Böylece Mu kitasi, göç yollari ve batisi hakkindaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven'i günümüz bilimlerine, kendisine isik tutan, katkida bulunan çalismalarindan dolayi sevgi ve saygi ile anmaktadir. Belki de Niven'in buluslari olmasa Churcward çalismalarini bu kadar ileri götüremeyecekti.
Mu kitasindan çikan, kitaya göre batiya giden bir göç yolu Uygur Imparatorlugunu ortaya çikarmistir. Imparatorluk Asya ile Avrupa nin çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu'nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorlugunun sinirlari zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kiyilarina kadar ulasti. IÖ.1000'li yillardaki Çin belgeleri Uygur'larin 17.000 yil önce uygarliklarinin zirvesinde oldugunu söyler.
Ikinci göç yolu kita ya göre doguya giden, Meksika'nin güneydogusundan Atlantis kitasina geçen yoldur. Atlantis-Uygur'la birlikte ikincil, ilk anakaradir. Mu'dan çikan dogu koloni yollari Atlantis'ten sonra Atlantik Okyanusu'nu geçerek Akdeniz'e ulasmis ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Misir'a kollar vererek Anadolu'ya ulasmistir. Mu kitasi günümüzden yaklasik 12.000 yil önce yasanan depremler ve volkanik patlamalarla sularin derinliklerine gömülmüs, yok olmustur. Churcward'ün derlemis oldugu haritalar incelendiginde çaglar boyu medeniyetlerin besigi olan
Anadolu'nun hem Uygur Imparatorlugu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarinin adeta bir harman yeri oldugunu görüyoruz. Bu da aslinda Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlik etkilesimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlik etkilesimleri oldugu gerçegini ortaya çikarmaktadir. Bu gerçegi teyit eden bir baska bulus ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yilinda ortaya çikardigi buluntulardir. Solecki Toros daglarindan baslayan, Agri Dagi'na dogru devam eden buradan güneydoguya Zagros Daglari'na (Irak, Iran siniri) inen, buradan da güneybatiya Suriye, Lübnan'a dogru bir kavis çizen daglik arazilerde (Solecki buna uygarlik kavisi demektedir) Sanidar magarasinda 44.000 yil öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanitlar bulmustur. Solecki'nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yil öncesine ait daha çok sayida magara gün isigina çikarilmayi beklemektedir. Onbinlerce yildan beri bir çok medeniyete ev sahipligi yapmis ANTAKYA'nin geçmisinin genelde ve hakli olarak IÖ.333 yilinda Pers hükümdari Darius'u Issos savasinda maglup eden Iskender'in bu topraklari tanimasi ile basladigi zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yillara ait arastirmalarin, buluntularin arastirmayi yapanlarin çalismalarini ve neticelerini yeterince tanitamamalarindan veya bütün bunlarin dar bir çerçevede, çevrede kalmasindan kaynaklanmaktadir. Bunun ötesinde yapilan bu çalismalara, arastirmalara verilen lokal ve genel destekler, olaylarin ciddiye alinip algilanmasi da moralite yönünden arastirmacilarin cesaretlenmesinde ve genel paylasimlarinda pozitif bir rol oynayacaktir.
Antakya'nin çok eski geçmisi ile ilgili ilk arastirma AMIK KAZILARI PROJELERI kapsaminda, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arasi arkeolojik tanimlamalar çerçevesinde "Oriental Institute's Syrian Expedition" tarafindan 1932-1938 tarihleri arasinda yapilmistir. Ikinci arastirma Sir.Leonard Charles Woolley tarafindan önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yillari arasinda Tell Atchana'da yapilmistir. Woolley ve daha önce bu arastirmalara ve kazilara konu olan çaglar IÖ.1400-1800, günümüzden yaklasik 3400 - 3800 yillar arasindaki dönemleri kapsamaktadir. Woolley bu çalismalarindan önce 1907-1911 yillari arasinda Misir'in güneyinde ve Sudan'in kuzeyinde arastirmalar, kazilar yapmistir. Woolley bu arastirmasindan sonra 1922 yilinda British Museum, University of Pensilvanya ortak çalisma grubunun genel yöneticisi olarak Ur'daki (modern Irak) bir arastirmaya da baskanlik etmistir. Buradaki arastirma konusu günümüzden 6000-2400 yil öncesinin bulgularinin tespit edilmeye çalisilmasidir. Bu iki arastirmadan sonra bir baglanti olarak günümüzden yaklasik 3400-3800 yil önceyi gün isigina çikaran Tell Atchana çalismalari (yeni ANTAKYA HIKAYESI) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Misir, Irak yaklasimlarini düsünürsek?...
Hatirlamaya çalisalim!
Mu'dan baslayan, Atlantis'ten gelen göç yollari haritasindaki yerlesimlerden en önemlilerinden birisi MISIR'di... ve nihai varis noktalarindan bir digeri ANTAKYA degil miydi?
Solecki'nin ifade ettigi gibi, Ur "geçmis uygarlik yari kavisi"nin Dogu'daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karsilayan Antakya olamaz mi?
Simdi daha yakin çaglara gelelim.
Iskender'i IÖ. 333 yilinda bu topraklara baglayan animsanan, bir cümle ile hatirlayalim. "TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLI, SULAR ÖYLE BERRAKTI KI GIDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA ISKENDER. SUYUNDAN IÇTIGI PINAR ANNESININ SÜTÜ KADAR TATLI GELDI ONA. OLIMPIAS OLSUN ADI, ANNEMINKI GIBI." dedi ve gitti ........
Mu'dan ayrilan insanlarin da ayni hislerle arkalarina bakmadiklarini kim bilebilir?
Zaman akmaya devam etti ........
IÖ.100'lü yillarda Roma'dan sonra, kültürü, sanati, ticareti ve zenginligi ile dogu ve batinin her bakimdan bulustugu bir sentez baskenti idi Antakya.
Samandag'da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coskuyla gelir kiyilara çaglardan beri... diger açik AKDENIZ limanlari gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanin kerteriz alinmasi gerektigini söyler. Açik havalarda Kibris'in en kuzey ucundan Zafer limanindan bakildiginda Kel Dag (Cebel Akra), çogu zaman Kel Dag'dan bakildiginda Zafer Limani görünür.
Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarini nasil buldular?...
Günümüzde 1995'li yillarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute'nin yeniden baslattigi bir çalisma var ANTAKYA'da. Adi AMIK VADISI PROJESI. Arastirilan zaman günümüzden 6.000 yilin daha öncesi. Projenin basinda tanidik bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslihan Yener baskanliginda Tony Wilkinson ve diger degerli bilim insanlari. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden degerli ögretim görevlileri ve arastirmacilari. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararasi ortak bir çalisma.
Bu yazi bundan 3-5 sene sonra yazilsaydi arastirilan dönem günümüzden 6.000 yil öncesi yerine 10.000 yil veya daha öncesi olmayacak miydi?
ATATÜRK
Yil 1930'dan 2 kisa zaman sonra 1932'de (Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk tarafindan kurulmasi 1930) gelisen arastirmalar çerçevesinde; Ilkel Diller Uzmani, degerli bilim adami, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinlesen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK'e Maya dili ile Türk dili arasindaki benzesmelerden bahseder. (Türkçe de "tepe" sözcügünün karsiligi Maya dilinde "tepek"tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100'den fazla oldugundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla arastirmasi için o yillarda Tahsin Mayatepek'i Meksika'ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki arastirmalarinda Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalismalar yaparken William Niven'le tanisan Tahsin bey, hem Niven'in tabletlerini inceleme firsatini elde eder, hem de Churhward'in 50 senedir üzerinde çalisip bitirdigi MU medeniyeti ile ilgili eserin varligini ögrenir. Bu gelismelerin düzenli olarak ATATÜRK'E aktarilmasi sonucu, Churcward kitabinin ilk nüshasi getirtilir ve yaklasik 40-50 kisilik bilim adamindan olusturulan grup tarafindan incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven'in buldugu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitaplari üzerinde yapilan çalismalara bizzat nezaret eder. Kendi kayitlarini tutar. 1960 li yillarin sonlarina kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABIR arsivine devredilmistir. Bu gün orijinal baskilari ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK'ÜN tuttugu notlarla birlikte ANITKABIR'de saklanmaktadir.
MU ALFABESİ...
Paskalya adası v.b. adalar (Avusturalya-Güney Amerika arasında) eskiden büyük bir kıtanın parçalarıydı! ....İnsanlığın anavatanı olduğu sanılan ve artık araştırma yapılabilen batık bir kıta MU KITASI! ... Mu kıtası büyük tufan sular altında kalır; ki bu büyük tufanın 'nuh tufanı' olduğu sanılmaktadır...Aynı zamanda maya, aztek, olmek mitolojilerinde de büyük tufan'dan bahsedilir! .... Mu kıtası sular altındadır ve sadece bir kaç parçası ayakta kalbilmiştir...Paskalya, Hawaii v.s v.s....
Mu'dan göçen insanlar çeşitli yerlere yerleşmişlerdir... İşte burda olay biraz nuh tufanıyla çakışıyor; çünkü o zamanki insanlar bazı telepatik v.b güçleri olduğundan, dejenerasyonun ve bozulmaların getireceği felaketi anlamış ve göç etmişlerdir... Örnek veriyorum: ''Uygur'' kabilesi kuzeye gidip Uzak Asya'ya yerleşmiştirn binlerce yıl sonra kurulan Uygur devletinin adı tesadüf müdür? ? ! ! Bu kabilelerden biri de karyenlerdir..(ismini tam hatırlayamıyorum ama böyle bir şey idi) Karyenler de uzun bir yolculuktan sonra Akdeniz ve Ege denizine ulaşmışlardır...Bunların da hani lise tarih kitaplarında (benim şu anda okumakta olduğum) gördüğümüz sümer, hitit, iyon, lidya, trak, yunan v.s... lerin ataları oldukları zannedilir.. (tabii bu medeniyetler arasında farklı yerlerden göç edip de gelenler de vardır!) Hatta Heredot karyen soyundan gelmesiyle övündüğünü anlatır....Ayrıca yunan alfabesi de Mu destanından oluşmaktadır! ! ! ! ...
Al-paa-ha(alpha) be-ta(beta) kam-ma (gamma) tel-ta (delta) ep-zil-onom (epsilon ze-ta (zeta) et-ha (eta) thetheha-ha (theta) ıo-ta (ıota) kap-paa (kappa) lam-be-ta (lambta) MU (mu) devam ediyor....
EGOSUNA YENİK DÜŞEN BİR UYGARLIK
Atlantis için çağlardan beri hep var mı, yok mu? tartışması yaşandı. Ben ise, onun varlığını kabul edip, insanlarının yaptıkları hatalara ve bu hataların bugünün Dünyasını etkilemesine bir göz attım. Varlığına inanıp, inanmamak size kalmış Tarihin kadim zamanlarında büyük bir uygarlık vardı. Insanlığın ulaşmış olduğu en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmış olan "Mu" Uygarlığı. Munun çevresi de yavru uygarlıklarla çevriliydi. Bu yavru uygarlıklardan biri de Atlantis Uygarlığı'ydı. Bugün, her iki uygarlık hakkında "efsanevi" tanımlaması yapılıyor olsa da onların varlıkları bilimsel araştırmalar ve arkeolojik bulgularla her geçen gün biraz daha gerçeklik kazanıyor. Onların varlığına kanıt arayanlar için bir kaç örnek verebiliriz: Eflatun, Atlantisle ilgili ilk yazdığı eseri Timea (Timaios) ve daha sonra MÖ.345 yılında "Kritias"I yazdığı zaman kaynak olarak M.Ö.7.yy da yaşamış atası politikacı Solon'u gösteriyordu. Solon M.Ö 590'da Mısır'a gitmiş ve Mısırlı rahiplerden kadim bilgiler edinmişti. Bu bilgiler Atlantis'de yaşam şeklinin yanı sıra Mısır Uygarlığı'nın köklerinin Mu ve Atlantis'e dayalı olduğuna ilişkindi. Bu büyük ada ülke Solonun anlatımlarına göre, Solonun doğumundan 9 bin sene önce çok güçlü bir krallıktı ve buradan gelen işgalci kabileler, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere yayılmışlardı.Ve Solon rahiplerden birşey daha öğrenmişti; uzun yıllar boyu Mısır'ın batı ülkeleriyle bağlantısının kesilmiş olduğunu. Bunun nedeni Atlantis'in deprem ve su taşkınları sonucu batmasının ardından, Atlantik Okyanusu'nun, Atlantis'in varolduğu kabul edilen bölgesinde, denizin bir çamur ve yosun tabakasıyla geçit vermez oluşuydu. Bu durum başka tarihçiler tarafından da anlatılır. Rusyada St. Petesburg Müzesinde bulunan ve bilinen en eski papirüslerden olan bir papirüsde ise, Ikinci Hanedan Firavunlarından Sentin, onlara bilgeliği getiren atalarının, anavatanlarını araştırmak üzere bir araştırma grubunu Atlantik Okyanusuna gönderdiği yazılıdır. Arkeolojik açıdan bu konuya ilişkin önemli bulgular ise, Eski Truva'da Dr. Schliemann tarafından bulunan ve ithaf yazısında "Atlantis Kralı Kronosdan yazılı Baykuşlu Vazove yine üzerinde aynı yazı bulunanKuş Sfenksidir. Kanıt olarak; çözülmüş NaacalTabletleri'ndeki anlatımlar, Mısır Uygarlığı'nın hiyerogliflerinden elde edilen bilgiler, Maya yazıtları, efsaneleri, ilahileri de gösterilebilir. Jeolojik kanıtlar ise, Kuzey Atlantik Okyanusu'nun dibi ya da yatağının biçimidir. Buradaki veriler "bölgesel çökmeye" işaret etmektedir. Bugünkü teknolojiyle Kuzey Atlantik bölgesinde Atlantis'in haritası da çıkarılmıştır. Jeolojik olarak da kabul edilen diğer kanıtlar ise şöyle sıralanabilir: Amazon Denizi'nin yok oluşu, Missisippi Vadisi'nin kuruması, St. Lawrence Vadisi'nin kuruması, Florida'nın ortaya çıkışı, Kuzey Amerika Atlantik kıyı hattının genel olarak genişlemesi Bunların hepsi de büyük bir kütlenin denize batması ve batma nedeniyle deniz dibinde oluşan büyük çukura çevre suların dolmasını kanıtlar niteliktedir. Ayrıca jeologlar, Brest ile A.B.D.nin kuzeyi arasındaki alanda 15 bin yıl öncesine ait açık havada katılaşmış olan lav parçaları keşfetmişlerdir. Atlantis'in, efsane mi, gerçek mi olduğu, Rönasans döneminde de kafaları en çok meşgul eden sorulardan biri durumundaydı. Özellikle 17. ve 18 yyda bu tartışmalar oldukça yoğunluk kazanmıştı. Atlantis, Dünya Edebiyatının devleri tarafından da tartışılmıştı. Bu tartışmaların sonucunda onun varlığına tüm kalpleriyle inanan yazarlar; Montaigne, Bafflon ve Voltaire olmuşlardı.. Atlantis vardı ve battı? Peki neden? Neden çok basit, sadece küçücük bir kelime; egoBugünkü biz Dünya çocuklarına ne kadar da yakın gelen bir sözcük değil mi? Hemen hemen tümümüzün içini kemiren, bizi olmadık yollara, aşklara, yaşamlara ve hırslara sürükleyen o çoklukla kontrol edemediğimiz yönümüz içimizdeki yaramaz çocuk ego... Peki Atlantislileri bu ego'nun en uçlarına sürükleyen ve onları yokoluşa götüren nedenler nelerdi? Aslında bu nedenler bugün yaşadıklarımızdan hiç de farklı değildi? Insanları, geçmişte toplu yokoluşlara götüren hatalar günümüzde hala tüm hızıyla devam ediyor? Peki devam etmek zorunda mı? Bu sorunun yanıtı tabii ki "Hayır"... Şimdi, bu "Hayır"I gerçekleştirmek için Atlantis'in tarihine bir göz atalım...
(Aşağıdaki bilgiler Eflatun'un KritiasAkaşa Yayınları'nın Galaktik Insan Ruh ve Madde Yayınları'nın "Kahin" isimli kitabında Edgar Cayce'nin, 1000e yakın kişiye yaptığı önceki yaşamlara döndürme seansları- sırasındaki Atlantis dönemine ilişkin okumalarından elde edilmiştir).
Dünya'nın unutulmuş tarihinin önemli bir bölümünde, Dünya üzerindeki hakimiyet dinozorumsu ve sürüngenimsi ırkın kurmuş olduğu uygarlıklardaydı. Bu ırklar bugünkü Dünya insanlarıyla kıyaslanacak olurlarsa üstün bir zekaya sahiptiler. Ama kötü bir yanları vardı, kendileri dışındaki fiziksel varlıklara yaşam hakkı tanımıyorlardı. Bu nedenle, 900 bin yıl kadar önce, o dönemlerde karada yaşayan, memeli deniz öncelleri dediğimiz varlıkların ( yunuslar ve balinalar) ve Dünya spiritüel hiyerarşisi'nin de desteği ile Dünya'dan yokedildiler. Ve bu yokedilişten bir süre sonra Dünya'da insan ırkı var olmaya başladı. Dünya insanları ilk kolonilerini, Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan, Lemurya Kıtası (MU) denilen yerde kurdular. Insanın beş ırkının bu kıtada yaratıldığı ve sonraları Dünyaya yayıldıkları söylenir. Ilk koloninin kurucuları olan bu insanlar, hayatın tüm düzeylerinde demokratik ilkelerin geçerli olduğu bir Lyra/Srius uygarlığı oluşturdular. Sonraki 850.000 yıl boyunca Lemuryalılar bir dizi yavru imparatorluklar kurarak Dünyaya yayılmaya başladılar. Bu yavru imparatorlukların en önemlisi, Atlantik Okyanusu'nun ortasında bulunan kocaman bir ada olan Atlantis idi. Atlantis'in batısında Kuzey ve Orta Amerika, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika yer alıyordu. Yüzölçümü bugünkü, Avrupa ve Rusyanın birleşik yüz ölçümlerine eşitti. Poseidon, Atlantis'in kurucusuydu. Atlantisliler, babaları olduğunu kabul ettikleri Poseidon için bir tapınak yapmışlardı. Her beş ve her altı yılda bir insanlar burada toplanır ve boğalar kurban ederek tapınağın sütünlarına işlenmiş kutsal yazılara riayet için yemin ederlerdi. Atlantisliler topraktan gelmiş insanlardan, Euenor'un kızı Kleito'yu anneleri olarak kabul ederlerdi. Insanları; kültüre, bilime, sanata oldukça düşkündüler. Kibar insanlardı. Atlantisde çoğunluk kızıl ırktaydı. Yönetim şekli ise, sosyalist eğilimli bir monarşiydi. Toplumda din adamlarının sayısı hayli fazlaydı. Din adamları, o devrin en bilgili kadın ve erkekleriydiler. Hekimlik, vicdani ahlaki değerlerin danışmanı olarak görev yapıyorlardı. Atlantis varolduğu dönem boyunca üç imparatorluk dönemine ayrılmıştı. Galaktik Insan Kitabı'nda Atlantis'in yükselişini ve düşüşünü incelerken şöyle bir anlatıma yer veriliyor; "Atlantis'in tarihinin üç imparatorluğa ayrıldığını görürüz. Ilk tarihi dilime Eski Imparatorluk denir (M.Ö 400.000 yıldan 25.000 yıla kadar uzanır) Eski Imparatorluk, Lemurya ile aynı zamanlarda var oldu ve nihayet Lemurya'nın yıkımını planladı. Ikinci tarihi dilime, Orta Imparatorluk denir (M. Ö 25.000 yıldan 15.000 yıla kadar uzanır) ve o, Dünya Gezegeninin ilk gerçek hiyerarşik yönetimine sahne olmuştur. Son tarihi devreye ise Yeni Imparatorluk denir. O Atlantis tarihinin son 5000 yılını kapsayan nihayi çatışma ve yıkımın öyküsünü içerir (MÖ. 15.000 yıldan 5000 yıla dek uzanır). Santesson kitabında ise Atlantisdeki yaşam, Eflatunun yazdıklarından yola çıkarak Atlantisi şöyle tasvir edilir; Atlas soyundan gelenler, Atlantise hakim olmayı sürdürdüler. On bölge yöneticisi, birbirlerinden sadece askeri işlerle ilgili ayrıntılar bakımından ayrılıyorlardı. Atlantis krallarının her biri kendi ülkesinde hükümdardı, ama hepsi merkezi adadaki Poseydon Mabedinde dikili, Orişalktan yapılmış bir sütüna, ilk on kral tarafından kazılmış bir işarete itaat ederlerdi. Atlant krallarının ilk yasası, birbirlerine karşı silah kullanmamak, hücuma uğramaları halinde birbirlerine yardım etmekti. Atlantis’in doğal kaynakları sanki sınırsızdı. Kıymetli madenler çıkarılıyor, kokulu bitkilerden kokulu özler damıtılıyordu. Köprü ve kanal ağı, ülkenin çeşitli bölgelerini birleştiriyordu. Kıtanın altında bulunan taş ocaklarından çıkarılan beyaz, siyah ve kırmızı taşlar, evlerin ve sair yapıların yapımında kullanılıyordu. Her bir araziyi çevreleyen duvarlar yapıyorlar, bu dış duvarları bakırla kaplarken, şehri tahkim eden iç duvarları orşalk, orta duvarları ise kalayla kaplıyorlardı. Merkezi adada kurulu şehirde saraylar, mabetler ve halka ait diğer binalar kurulmuştu. Merkezde altın bir duvarla kuşatılmış bir mabed bulunuyordu. Bu mabed, Kleyto ile Poseydona adanmıştı Bahçe ve koruluklarda sıcak su kaynakları akıyordu. Çeşitli tanrılara adanmış birçok mabet, insan ve hayvanlariçin arenalar, hamamlar ve bir hipodrom vardı. Pek büyük limanlardan kalkan gemiler, Dünyanın her yerine gidiyordu. Bölge halkının nüfusu o kadar yoğundu ki her yerde sesleri işitiliyordu. Merkezi şehrin etrafında, sarp yükseklik ve güzelliklerinden dolayı ünlü dağların koruduğu çok geniş bir ova uzanıyordu. Ovada senede iki kez hasat yapılıyordu. Bu büyük imparatorluk Helen Devletlerine en kudretli ve şanlı oldukları bir devirde hücum etti. Ve böylece bilgelik ve biat yolundan saptı. Ölçüsüz alanlara sahip olan Atlantis kralları, tüm Dünyayı zapt etmek azmindeydiler Bundan sonraki bölüm, Kritiasın orjinalinde şöyle devam ediyor; Zeus, Işte o zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını farkederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evrenin ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki Eflatunun KritiasI burada sona eriyor. Sonrası malum
KİMYASAL SİLAHLAR VE ŞİDDET
Atlantis batışından once üç kez tufana uğramıştır. Edgar Caycenin okumalarına göre, bu tufanlar günümüzden; 50 bin, 28 bin ve10.600 yıl kadar once gerçekleşmiştir. Bu tufanların nedenlerini incelediğimiz de günümüzle ne kadar da özdeş olduklarını tüm gerçekliğiyle görüyoruz. Ilk tufanın nedenine baktığımızda günümüzde de sıklıkla kullanılmakta olan kimyasal maddeleri ve silahları görüyoruz. Bu maddelerin ilk kez yoğun olarak kullanılmasının öyküsü ise şöyle; M.Ö. 50200 yılında etobur, iri cüsseli hayvanlar, insanlar için büyük sorun oluşturmaya başlayınca Dünyanın beş ulusundan gelen, beş ırkın temsilcileri bir araya geldiler, topraktaki ve havadaki unsurlarda bulunan güçlü kimyasal enerjileri hayvanlara karşı kullanmak için karar birliğine vardılar. Bu kararların sonucunda hayvanların yaşadıkları mağaralara ve bölgelere çok büyük miktarlarda kimyasal maddeler, gazlar verildi. Bilinçsizce kullanılan bu kimyasal maddeler ve güçlü patlayıcılar doğanın dengesini bozdu. Verilen gazlar, halen soğumakta olan yerkürede volkanik patlamalara, zelzelelere, buzul çağına girilmesine ve Atlantisin ilk tufanını yaşamasına yol açtı. Bu maddeler size de tanıdık geliyor mu??? Atlantis de uzun yıllar boyunca toplumsal olarak da karışıklıklar yaşandı. Toplum yönetiminde hakim olan ve Işığı temsil eden Birin Oğulları; bir Tanrı, bir din, bir eş kurallarını toplumda yerleştirmeye çalışırlarken, Karanlığı temsil eden, Belial Oğullarının, bu kurallar hiç işlerine gelmiyordu. Onlar toplumsal normları hiç sayıyor, insan hakları konusunda ise kayıtsız kalıyorlardı. Maddesel, sefahata eğilimli, şiddete dayalı bir hayat biçimi ve anlayışları vardı. Toplum hayatında bu iki grubun anlaşmazlığı gittikçe artıyor, bu da iç savaşlara ve huzursuzluklara neden oluyordu. Belial Oğullarının bedene bağlı, materyalist yaşam biçimleri bazı Birin oğullarına da cazip geliyor ve onların tarafına geçmelerine neden oluyordu. Belial Oğulları, bugün Dünya üzerindeki hakim güçlere baktığımızda, sizce de bildik birilerini anımsatmıyorlar mı???
GÜCÜ YANLIŞ AMAÇLARLA KULLANDILAR
Atlantisteki ikinci tufan ise M.Ö. 28.000e doğru gerçekleşti. Bu tufanın öyküsü ise şöyle anlatılır; Atlantisliler ilk tufanın şokunu atlattıktan sonar hızlı bir toparlanış dönemi geçirdiler. Atlantisin ikinci döneminde Atlantisliler, elektrik ve elektronik alanında önemli buluşlar yaptılar ve büyük gelişmeler gösterdiler. Uranyumdan elde edilen atom enerjisini taşımacılıkta kullanılıyolardı. Laser gibi her türlü ışıklı şualar keşfetmişlerdi. Ölüm şuası da bu gruba dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava, kaucuk ve bugün henüz bilinmeyen bakır, aliminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar kullanılıyordu. Asansör, telefon, radyo, Tv yaygındı. En önemli bilimsel başarıları ise güneş enerjisine hakim olmalarıydı. Bu gücü denetim altında tutan merkeze,Tuaoil Taşı veya Ateş Taşı adını veriyorlardı. Bu dönemde insan bedeni,kristallerden çıkan şuaların hafifletilmiş bir uygulaması ile gençleştirilebiliyordu. Bununla berebar Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla işkence ve ağır cezaların yerine getirilmesinde de kullanılıyordu. Bu merkezin kuvvetinin, çok ileri bir düzeye ulaştığı bir zamanda yapılan bir hata, şuanın elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında birçok yangının çıkarmasına yol açtı ve volkanik patlamalar meydana geldi. Güç kaynaklarının bilinçsiz ve kötü kullanımının bugünün Dünyası için de yok oluşu getireceği çoğumuzun kabul ettiği bir gerçek değil mi???
GENLERLE OYNADILAR
Atlantililerin hatalarından birisi de genlerle oynamaları olmuştur. Belial Oğullarının etkisi altındaki, Atlantislilerin yaptıkları, bugünün dünya insanlarını genetic bakımdan indirgenmiş ve mutasyana uğratılmış durumda da bırakmıştır. Nedir bu genetic bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış olmak? Yapılan işlem bugünün gen mühendislerinin üzerinde çalıştıkları yöntemlere çok benzer. Sadece Atlantisliler bu işlemi yaparken, hayvan türleriyle yetinmemişler, insanlar üzerinde de denemeler yapmışlar daha da ileri giderek insan ve hayvan karışımı yaratıklar meydana getirmişlerdi. Atlantisliler bu yaratıkları köle olarak en ağır işlerde kullanıyorlardı.Insanların önceleri daha büyük olan kafa yapısını küçültenlerde yine Atlantisliler oldu. Atlantislilerin hırsı sınır tanımıyordu. Yaptıklarıyla yetinmeyip, insanlarda önceleri 12 sarmallı olan DNA yapısını, 2 sarmala indirdiler. Öfke, korkular, şiddet eğilimi, telepati yeteneğimizin azalması gibi olumsuz durumlar insan ırkından bu sarmalların çalınması sonucu oluştu. Ve bizler günümüzde bu hırsızlığın bedelini hala yaşamlarımızda ödüyoruz. Peki bugünün dünyasın da yapılan genetik çalışmalar, acaba onların geleceği nereye doğru gidiyor???
KENDİLERİNİ TANRIYLA EŞ KOŞTULAR VE ACIMASIZLAŞTILAR
Atlantisliler zamanla, yaptıkları yaratım ve genlerle oynama çalışmalarını öylesine abattılar ve Dünyaya hakim olma istekleri öylesi bir boyuta geldi ki, bir anlamda kendilerini, Allah, Tanrı, Yaradan,Ogan, Kutsal Beyaz Işık gibi birçok isimle anılan "BüyükYaratıcı Güç"le eş görmeye başladılar. Çünkü onlar yaratmanın sırrına erdiklerini düşünüyorlar ve "Büyük Yaratıcı Güce ihtiyaçları olmadığını iddia ediyorlardı. Işi iyice ileriye götürüp başta Alpha Centauri ve Pleiades kökenli ve Dünya Spiritüel Hiyerarşisi tarafından dışlanan "asiler" denilen gruplarla ittifak içine girdiler. Öte yandan, Dünyadaki askeri gücün büyük bölümüne sahip olma istekleri onları Ana imparatorluk Lemuryayı yok etme düşüncesine de götürdü. Çünkü Lemuryada tıpkı, Atlantis gibi egosunu ön plana almış, Dünya üzerinde hakimiyetini sürdürmek isteyen bir konumdaydı ve Atlantisin Dünyaya hakim olma yönündeki amacına engel teşkil ediyordu. O tarihlerde Dünyanın iki tane ayı vardı. Atlantisliler uzaylı asilerle yaptıkları ittifaktan da güç bulurak bu aylardan birini kullanarak Lemuryayı yok etmeye karar verdiler. Şimdiki Dünya ayının dörtte üçü büyüklüğündeki ayı spiral çizen bir yörüngeye soktular. Uzay gemileri, çekme ışınlarını kullanarak, Dünyanın aylarından birini Lagranj( kritik kütle konumu) noktasına yaklaştırdılar. Uzay gemileri parçacık ışın silahlarını ateşleyerek ayı, otam Lagranj noktasına girmeden once parçaladılar ve ay parçalarının oluşturduğu meteor sağanağı Lemuryayı ve kıtayı suyun üzerinde tutan gaz odalarını parçaladı. Böylece Lemurya okyanusun derinliklerine, büyük depremler, su baskınları ve üzerinde yaşayan binlerce insanla birlikte battı. Hırs ve gücün bilinçsizce kullanılmasının getireceği sonuçlar bugünün ülkelerinin, kıtalarının da sonu olamaz mı sizce???
YERKÜRENİN DENGESİNİ BOZDULAR
Atlantislilerin bu uzaylı asi gruplarla iş birliği, Dünya'ya savaşı getirdi. Bu dönemde Atlantislilerin Dünyaya hakim olma istekleri ve kendileriniYüce Yaratıcıyla eş koşma kibirleri çok daha uç boyutlara geldi. Yaratıcı güce sırtlarını döndüler. Tapınaklarda insanlar kurban edilmeye başlandı. Doğa güçlerini kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmalarının işkence ve ceza amaçlı kullanımı öylesine artmıştı ki halk bunlara Korkunç Kristaller adını vermişti. Insani değerlere hiç saygı kalmamıştı.
Askeri üstünlük için, yerküreyi onların değimiyle, Leydi Gaiayı dengelemek amacıyla kullanılan Maldek ayını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladılar. Bu kullanım Dünyaya isyanları ve kaos dolu günleri getirdi. Engizisyon ve işkence dönemi başladı. Yü gibi, Lemuryanın yavru imparatorlukları Atlantislilerin zulmünden kaçmak için Himalayalara oradandan yerin altına sığınarak bugün Agarta veya Şambala denilen 5. boyutsal bir uygarlık kurdular. (bu konuya ilişkin farklı bilgilerde mevcuttur).
Birin Oğulları insanları uyarıyor, doğruya çekmeye var güçleriyle uğraşıyorlardı. Ama Belial Oğullarının insanlara, zaaflarına yönelik sundukları olanaklar her geçen gün Atlantisli insanların Karanlığın temsicileri Belial Oğullarının tarafına daha fazla yönelmesine neden oluyordu. Belial Oğulları ve Birin Oğulları arasındaki savaşlar öyle bir duruma geldi ki kristal tapınaklara saldırılar sonucu Dünyanın iklimini dengede tutan gökkubbelerde önemli boyutta çatlamalar meydana geldi. Işte bu çatlamalar Atlantisin sonunu hazırladı. Dev ada büyük bir tufanla karşı karşıya kaldı. Depremler, sağanak yağışlar volkanik patlamalar sonucu Atlantisin batışı gerçekleşti. Atlantisin ilk olarak 11.500 yıl önce bir dip yükseltisi oluşturarak battığı, daha sonra bu günkü seviyesine indiği söylenir. Bermuda Şeytan Üçgeninin de Atlantisin batması sonucu oluşan boyutlar arası bir geçiş kapısı olduğu söylenir.
RUHSAL DÜŞÜŞE NEDEN OLDULAR
Eflatun, KritiasI Zeus dedi ki diye bitirmişti Onun Zeus olarak nitelendirdiği, bizim Allah dediğimiz o Yüce Yaratıcı Güç belli ki tufan emri vermişti. Yahudi ve Hristiyan metinlerinde Atlantisin sulara gömülüşü insanın düşüşü olarak ele alınır. Çünkü Atlantisliler yaptıkları hatalar nedeniyle insan ırkının spiritüel yani ruhsal olarak düşmesine neden olmuşlardır. Bu gün isimler farklı olsa da zulme uğrayan, sürülen halklar ve Dünyaüzerinde güç ve iktidar hırsı içinde olan ülkelerin yaptıkları bu anlatılanlarla ne kadar da çok benzerlik gösteriyor değil mi? Bugün de Dünyada gücü elde etmek amacıyla üretilen nükleer silahların denemeleri sonucunda ozon tabakası delinmiyor mu? Kutuplardaki buzlar, eko dengenin bozulması nedeniyle eriyor ve bu durum Dünyayı sular altında bırakma tehlikesini beraberinde getirmiyor mu? Vücutlar kimyasal maddelere kanserle karşılık vermiyor mu? Biyolojik denemelerin kötü amaçlarla kullanılması daha önce adını bile bilmediğimiz hastalıkların bizlere bulaşmasına neden olmuyor mu? Ve genler üzerinde yapılan denemeler; melez hayvanların yaratılması, hayvan ve insanların kopyalanması bunlar acaba gelecekte ne ölçüde olumlu şekilde kullanılacak?
Tarih iyi bir öğretmendir diyenler yanılıyor olamazlar. Bugünün hatalarının yaratacağı sonuçları, dünün Dünyasına bakarak anlamak olası Atlantislilerin başına gelenler ve bugünün Dünya insanlarının başına gelmesi muhtemel olanlarAslında bunların yaşanmaması yine insanların elinde Dünya insanlarına, Ona her ne ad veriyorsanız biz yazımızda Büyük Yaratıcı Güç olarak niteledik, O Büyük Yaratıcı Güçten büyük bir sevgi ve ışık yağmaktadır. Bu, peygamlerler, melekler, başmelekler, mesih enerjisi, foton kuşağı enerjisi, Beyaz Yıldız enerjisi gibi birçok kanalla bizlere ulaşmaktadır.
Bu ışığın amacı bizleri yeniden ilk varoluşumuzdaki düzeye Galaktik insan bilincine ulaştırmaktır. Yani sevgi dolu, egosunu aşmış, bilge, yükselmiş varlıklara dönüşmemiz istenmektedir. Burada bize düşen görev içimizdeki sevgiyi, birliği, iyiliği keşfedip mümkün olduğunca egomuzdan sıyrılarak yaşamaya çalışmamızdır. Yaptıklarımızın sonucunu görerek yapmamız, çıkar savaşlarından, şiddetten, maddi çıkarlarımızdan mümkün olduğunca vazgeçerek yaşamamızdır. Yapmamız gereken hem çok kolay hem çok zor, Parola Egondan sıyrıl Okuduklarınız size bir masal veya bilim kurgu öyküsü gibi gelebilir.
Ama masal ama gerçek. Ne farkeder? Anlatılan öykü egosuna yenik düşen, kibrin sınırlarını zorlayan, insan ırkının üzerinde haddini bilmezcesine tahakküm kurmaya çalışan bir uygarlığın öyküsüdür Gerçek mi, değil mi ? diye merak ediyorsanız, yanıtını kalbinize sorun. O size daima doğru olanı söyleyecektir
Sevgili okur, bu ilginç araştırma her ne kadar Yaşar Mükrim Altınada adıyla bazı sitelerde yayınlansada Özlem Süyev Zat'a yazının kendisine ait olduğunu belirten bir e-mail ile beni uyarmıştır. Yazı http://ozlem.suyev.sitemynet.com adresinde de yayınlanmaktadır.
ATLANTİS 2
Atlantik okyanusunun üzerinde olduğu iddia edilen ve varlığı, James Churcwarddan binlerce yıl önce Mısırlı rahipler tarafından Yunanlı filozof Eflatun aracılığı ile insanlığa duyurulan Atlantis, kuşkusuz uygarlığın ilk beşiği değildi. Atlantis, Mu uygarlığının bir kolonisiydi ve zaman içinde bağımsızlığını kazanarak, bir imparatorluğa dönüştü. Peki Mısırlı rahipler durup dururken Eflatuna bu sırrı niye vermişti? Çünkü Eflatun da Mısırda inisiye edilmişti ve kardeşleriydi.
Churcward Atlantisin Amerika ile Afrika arasında yer aldığını söylüyor. Diğer bazı araştırmacılar bu batık kıtayı başka yerlerde arıyorlarsa da kıtanın battığı okyanusun aynı adı taşıması Atlantisin Atlantik okyanusu üzerinde olduğu savlarını gçlendirmektedir. Özellikle Bermuda, Bahama ve Azor adalarının Atlantisin yüksek kalan kesimleri olduğu söylenmektedir
Eflatun Atlantisi Solon ve Kritiasın ağzından almıştır. Bu iki filozof arasındaki konuşmaya göre Firavun amosis döneminde (M.Ö. 570-525) Sais şehrini ziyaret eden Solon burada bir üstad rahip tarafından Atlantis hakkında bilgilendirilmiştir. Bu rahip Solona eskiden cebelitarık boğazı ötesinde çok büyük bir kıta olduğunu , Mısırdan hareket eden bir kişinin denize ulaştığında, adadan adaya geçerek okyanusu aştığını ve ve karşı kıyıdaki bir diğer kıtyaya ulaşabildiğini söylemiştir. Rahibin ifadesine göre bu kıta 9 bin yıl önce (günümüzden 12 bin yıl önce) büyük bir tufan ve deprem neticesinde sulara gömülmüş ve kolonisi olan Mısır ile ilişkisi kesildiği için Mısır uygarlığı gerilemiştir.
Mısırda 10 yıl kadar kalan Solon’un yönetici rahiplerle yakın temasına rağmen onların kardeşlik örgütüne inisiye edilip edilmediği hakkında bilgi yoktur. Öte yandan bir diğer Yunanlı tarihçi Heredot’da Mısırı ziyaret sırasında yine rahiplerle görüşmüş ve bu rahipler kendisine örgütlerinin 11 bin yıldan bu yana varlığını sürdürdüğünü söylemişlerdir.
İngiliz Araştırmacı Churcward, Naacal tabletlerinde Atlantise önemli bir yer verildiğini ve önceleri Munun kolonisi olarak uygarlaşan Atlantların zaman içinde bağımsızıklarını kazanarak kendi imparatorluklarını kurduklarını belirtiyor. Tabletler, Mu kolonisi Atlantisde Mu kozmik Dinini öğreten okulların bulunduğunu ancak bağımsızlık sonrası ana dinden uzaklaşıldığını ifade ediyor. Naacal tabletlerine göre Atlantlı rahipler kendi güçlerini arttırmak için ana dini yozlaştırmayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır.
Atlantisin okumalara göre 200.000 yıl öncesinde başlayan bir tarihi olduğu, birincisi bundan 50.000, ikincisi 28.000 yıl ve sonuncusu da 10.600 yıl önce olmak üzere üç büyük tufan geçirdiği anlaşılmıştır. Pekçok uygarlığın tarihinde ve mitolojide bahsi geçen bu son tufandır. Son tufan ile birlikte Atlantis tamamiyle sulara gömülmüş, kaçanların bir bölümü Tibet, bir bölümü ise bugünkü Mısıra gelmişti. Zaten Atlantis kelime anlamıyla inceleyecek olursak: ATL ve ANTE kelimelerinin birleşimiyle oluşmuş olup, ATL=Su, ANTE=İndi anlamına gelir ve birlikte suya inmiş, suya batmış olarak nitelendirilir. Sonundaki İS eki ise Platon tarafından konulmuş ve sonunda ATLANTİS olarak kalmıştır.
Atlantis ve Mu döneminde 5 ayrı ırkın aynı anda yaratıldığından bahsedilir. Bu ırklar değişik bölgelerde yaşamlarını sürdürmektedirler. Atlantislilerde kızıl, Mulularda ise esmer ırkın hakim olduğu fakat daha sonra tüm ırkaların birbiriyle karıştığı söylenmektedir. Tufanlara da neden olan güç savaşının Mu dinini korumak isteyen Birin Oğulları ile gücü kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyen Belialın Oğulları arasında olduğu anlaşılmıştır. Sayıca üstün olan Belialın Oğullarının bu savaştan galip çıkmış ve karanlık güçler Atlantise egemen olmuştur. Savaş o kadar büyük boyutlu olmuştur ki fiziki ve atmosferik dengeleri bozulan koca kıta deprem ve su baskınları ile sular altına gömülmüştür. Bu yıkımdan kurtulmak isteyen bazı Atlantislilerin yerin altına indiklerinden bahsedilir. Özellikle Caycenin okumalarından edindiğimiz bilgiler ve Lobsang Rampanın kitaplarında da bahsi geçen iki gruptan söz edilmektedir. Bunlar Birin Oğullarının devamı olan AGARTA ve Belialın Oğullarının devamı olan ŞAMBALA dır. Her iki grubun ellerinde bulunan bilgiler aynıydı ama kullanım alanları farklıydı. Yer altına yerleşen iki ayrı grup çalışmalarını buralarda sürdürdüler. Agarta birçok inisiyeyi ve peygamberleri özel yerlerde eğitti. Ezoterik bilgilerin yok olmaması için inisiyatik merkezler kurulmasına yardımcı oldular. Şambala ise dünya üzerinde yaşayan insanların bilgiden uzaklaşması için çeşitli faaliyetlere girişti. Dünya üzerinde yaşayan bazı insanlarla temasa geçerek, onları kendi felsefeleri doğrultusunda eğittiler. Bunların başında da tarihte kanlı sayfalar açan Adolf Hitler gelmektedir. Bu grubun tek amacı vardı: İnsanları Ezoterik Bilgilerden uzak tutmak. Bu gruba Kara Tarikat denilmektedir ve üyeleri dünyada önemli güç noktalarını ele geçirmiştir. Halen dünya üzerinde devam eden çıkar savaşlarında ve büyük güçlerin arkasında bu mücadele vardır. İnsanlığın bilgi ve düşünce gücü olarak gerilediği dönemlerin artık sonuna gelindiği söylenmektedir. Yani dünya üzerinde Şambala etkisinin azaldığı ve Agarta, Mu kültürünün tekrar yükselişe geçtiği bir süreci yaşamaktayız.
Atlantisde dini yozlaştırma Osirisin ortaya çıkışına kadar sürdü. Naacal tabletlerinden ikisi günümüzden 22 bin önce Atlantisde doğan bu büyük insana ayrılmıştır. Tabletlere göre Osiris genç yaşında doğduğu yeri terk ederek Muya gitti ve burada Bilgelik Okullarından birisine girdi. Mu kıtasında Naacaller arasında üstad rahip ve kutsal kardeş ünvanını alana kadar kalan Osiris dini bir reform başlatma görevi ile ülkesine geri döndü. Yozlaşmış atlantis dinine ve rahipler sınıfına karşı savaş açan Osiris, güçlü kişiliği ile halkı da yanına aldı ve yozlaşmış rahipleri , itibarını yitiren mabetlerden temizledi. Ölene kadar ülkesinin ruhani lideri olan Osiris, kendisine teklif edilen imparatorluk ünvanını reddetti. Öldükten sonra takipçileri ve rahip kardeşleri onun anısına, yaydığı dine Osiris dini adını verdiler. Osiris adı Mısır tanrıları arasında da geçmektedir. U adın Hermes (Toth) tarafından Mısıra getirildiği fakat zaman içersinde bu saf dinin yozlaşması nedeniyle Osirisiin de ilkel tanrılardan birine dönüştüğü sanılmaktadır. Mısır tanrı panteonunda adı daima Osiris ile anılan İsis, aynı tanrının dişil ifadesi, her ikisinin oğulları olan Horusda kutsal kelamın ifadesidir. Hermes de, Osiris ve İsis gibi bir süre sonra tanrısallaştırılmıştır. Kendisine 3 defa büyük anlamına gelen trimejist sıfatını yakıştırmışlardır. Mısırda Osiris Dininin devamını yani bugünkü büyük Mısır kültürünün temelini atan Hermes hem rahip, hem kral, hem de din kurucusu olarak kabul edilmiştir. Günümüzden 16.000 yıl önce Mısırda yaşayan Hermes, Osiris ekolünün devamını Nil deltasında kurmuştur. Hermes kurduğu okullar ve kutsal yerler ile dini yaymış ve günümüzden 5.000 yıl öncesine firavun Menes dönemine kadar Mısır medeniyetini etkilemiştir.
Atlantisten çok bahsettik ve onun önemli bir uygarlık olduğunu söyledik. Niçin bu uygarlık önemliydi? Eski yazıtlardan ve Caycenin okumalarından elde ettiğimiz bilgiler aslında çok şaşırtıcıdır. Günümüze elle tutulur çok az şey kalmış olan bu uygarlıkların teknolojik yönden çok ilerlemiş olduğunu öğreniyoruz. Örneğin kristalleri çok yoğun kullanan Mu ve Atlantislilerin pek çok şeyi onlarla yaptıklarını anlıyoruz. Telepati ve düşünce güçlerini kristaller ile yoğunlaştırıp belli bir noktaya toplayabilen ve özellikle rahiplerin elinde olan bu güçler kimi zaman iyi, kimi zamansa kötü niyetle kullanılmıştır. Bugünkü atom gücünün kullanımına benzeyen fakat çok daha güçlü olan bu enerji kullanımı koca bir kıtanın batmasına neden olmuştur. İyi ve kötü rahipler arasındaki savaşta dünyanın etrafındaki aydan büyük bir gezegenin dahi bu güçlerle yok edildiğinden bahsedilmektedir. Kristaller büyük hava gemilerinin de enerji kaynaklarıydı. Başka bir enerji kaynağına ihtiyaç olmadan bu gemilere kristallerden elde edilen güçle kumanda edildiği ve bu sayede gezegenler arası yolculuklar yapıldığından bahsedilir. Kristaller bilgi depolama ve şifa amacıyla da kullanılmaktaydı. Özellikle saf kuartz kristallerinin bu özellikler sahip olduğunu bugünkü teknoloji ile de kanıtlanmıştır. Günümüz şifacılarının tamamı bu kristalleri kullanmaktadır.
BİMİNİ ADASI, ATLANTİS VE
DÜNYAYI BEKLEYEN BÜYÜK TEHLİKE
Aşağıdaki metin hakkında ön bilgi:
UFO'larıyla dünyamızı ziyaret eden varlıklar 1972 yılında, bir üniversite profesörü, immünoloji araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu'nun önde gelen üyesi olan dünyaca ünlü Meksikalı bir bilim adamı olan Prof.R.N.Hernandez ile temas kurdular. Temasçı genç bir kadın görünümündeydi. Kadın, ANDROMEDA Takımyıldızındaki (net görüntü ve resimleri son yıllarda Hubble teleskobundan sağlandı) INXTRIA gezegeninden geldiğini söylüyordu. Bu varlık, profesörle çok önemli bilimsel ve sosyolojik sorunları tartıştı ve ona son derece önemli bilgiler verdi ; profesörü uzay gemisine götürerek dünyamızla ilgili pek çok ilginç şey gösterdi. Bu görüşme ile ilgili tüm bilgiler Profesör'ün "kaybolduğu" 1984 yılına dek yapılan temasların , yüzlerce sayfa günlük notları, steno ile kaydedilmiş konuşmalar, tanımlamalar vb'den oluşmaktadır. Orjinali İspanyolcadır.
Aşağıda bu belgelerden derlenen UFO isimli Yrb. Wendelle C. Stevens ve Zitha Rodriguez Montiel tarafından derlenen kitabın 156-170.ci sayfalarında geçen bir LYA (uzaylı kadın) ve Prof.Hernandez arasında konuşmaya yer verilmiştir.
" Zamanınızdan altı milyon yıl önce , kıtaların tümü tek bir kara parçası meydana getiriyordu. Bunun üzerinde yaşayan uluslar birbirlerine oldukça yakındılar. Ancak, bir gece, deniz, Atlantis dediğiniz kenti tümüyle yutuverdi. Bu büyük karanın orta yerinde yaşayanlar, kara ikiye bölününce boğuldular. Oldukça bilgiliydiler ancak daha çok bilgi toplamak istemeleri topyekun mahvolmalarına neden oldu."
"Orada o büyük kentte, Atlantisli bilim adamları, askeri üstünlük kazanabilmek için çabalıyorlardı. Bunu yapacak zihinsel kapasiteye ermemiş olmalarına karşın, tüm galaksiye hakim olmak istiyorlardı. Niyetleri, dünyanıza ve sistemin tümüne kayıtsız şartsız egemen olmaktı. "
"Atlantisliler, güneş sisteminin Maldek ( Maldek=Marduk=niburu olmasın? ) denen gezegeninden gelmişlerdi. (Bugün orası astroid kuşağı olarak biliniyor.) Bu gezegen , SİON'dan gelen ve bilimsel ilerlemeleri nedeniyle büyük güç kazanmış varlıkların sığınağı olmuştu. Neyse, günün birinde, bilim adamları kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler ve bazıları Dünya'ya göç ettiler. O zamanlar, dünya , güneş sisteminin dördüncü gezegeniydi. Bu sömürgeciler, dünyanın, burada eskiden beri oturan diğer sakinleri için çekilmez hale geldiler ; çünkü , gelişmiş silahlarıyla onları tehdit ederek küçük uluslara boyun eğdiriyor ., sapık amaçlarını ve egemenliklerini bu sulahlarla gerçekleştiriyorlardı. Dünya, başka gezegenlerden gelenler için büyük bir sığınak olmuştu. Bunlar arasında, gerek örf ve adetler gerekse genetik olarak büyük farklılıklar vardı. Zengin minerallerden dolayı yeni bir yerleşim bölgesi oluşturan bu gezegen, birçok uygarlığı çekiyordu kendine. O zamanlar, sadece tek bir kara vardı. Gezegeniniz, Maldek gezegeninden büyük kuşkularla gözetlenen bir serayı andırıyordu. "...............
............."Bu silah bir antinükleer reaktöre ve antienerjiye sahipti; böylece, aynı zamanda hem molekül parçalayıcı, hem manyetik denge bozucu, hem de güç nötralleştirici ve her çeşit enerjiye karşı alıcı gibi kullanılabiliyordu. Onunla hayatı ve hareketi kontrol edebiliyorlardı."
"Sayesinde, o güne dek erişilmemiş bir güce sahip oldukları bu silaha antimadde cihazı adını verdiler. o devrin konvansiyonel silahları ile bu antimadde silahı arasındaki fark bir uçurum kadar derindi. Diğer silahlar, maddeyi yok edebiliyorları, organik enerjiyi değil. Ama yeni ve onlara göre müthiş keşifleri, onlara insanoğlunun psişik ve spiritüel enerjisini yok etme olanağını sağlıyordu. Evet, bu silah, biri maddesel öteki de spiritüel olan her iki varlığı da yok edebiliyordu."
" Pardon LYA, ' her iki varlık' sözüyle ne demek istediğinizi anlayamadım? "
" Evet, sizler, insanın psişik ve organik bileşim maddelerine, ruh ve madde diyorsunuz. Bunlar birer varlıktır. sizin ruh dediğiniz varlık, konvansiyonel ölümle yok olmaz. Onun enerjisi ölümden sonra da devam eder. Ama bu silah, hareket halinde olsun olmasın, (yaşasın, yaşamasın) titreşimsel ya da psişik varlığı bütünüyle yok ediyordu. Bir kez hedefe doğru yönlendirildi mi, artık hedefinin sesini arayıp buluyordu. Bu, ses, o bölgede yaşayan insanların soluk alıp vermeleri ya da bitkilerin solunumu olabiliyordu. Kentlerin ve ormanların enerjilerini tümüyle absorbe ederek onları yeryüzünden siliyordu. "
" Bu silah, ona karşı koyacak yolları arayıp bulamayan Maldek'lileri çok telaşlandırdı. Silahın gücü, nedenli küçük olurlarsa olsunlar, tüm canlı hücreleri yok edebiliyordu. Ne kadar büyük olurlarsa olsun, herhangi bir gezegenin yörüngesini değiştirebiliyor, antimanyetik bir vorteks meydana getirerek, yörüngedeki dünyaların çarpışmalarına neden olabiliyordu. "
" Bu korkunç silahın yapılması, Maldeklileri öylesine endişelendiriyordu ki, Dünya'da olup bitebilecek şeyler karşısında büyük bir sorumluluk duymaya başladılar. Sonunda, dünyanıza gelerek, Atlantislileri bu projelerinden vazgeçirmeye ve barış içinde yaşamaya ikna etmeye karar verdiler. Ama, geç kalmışlardı. Dünyalılar, bu silahın onlara, gezegenlerarası bilim adamları arasında büyük bir güç ve ayrıcalık kazandırdığının farkına varmışlardı. Dünyalıların sürekli karşı koymaları üzerine, Maldekliler, dünyanın dengesini tehlikeye atma pahasına, silahı, kendileri etkisiz hale getirmeye karar verdiler.
Ancak, her şeye karşın niyetlerini gerçekleştiremediler. Dünyalılar bu silahı, gece gündüz koruma altında tuttukları, devasa bir piramidin içine sakladılar. Bunu gören Maldekliler savaş ilan ettiler. Bu savaş bir yıl kadar sürdü. Bu, eşit iki güç arasında yapılan, zor ve güçlü bir karşılaşmaydı. Dünyalılar, gerektiğinde silahı kullanmaya karar verdiler. "
" Bütün bu kargaşa sürerken, Maldekli bilim adamları, son bir kez, Atlantislileri bu kararlarından vazgeçirmeye çalıştılar, ama güçlü bir direnişle karşılaştılar. Dünyalılar, yeni güçlerinin simgesi olan silahtan vazgeçmeye yanaşmıyorlardı. Doğrusu, hiç de sağduyu sahibi değillerdi ; kozmik yasayı hiçe sayıyorlardı ; zaten kendi uygarlıklarının yasalarını da sürekli ihlal ediyorlardı. Hücresel hayatı sıfırlayan, teknolojiyi tehdit eden, tüm bio-genetik enerjiyi ve güneş sisteminin barışını mahvedecek olan bu silahlarını teslim etmeyi ya da etkisiz hale getirmeyi redderek, kardeşlerine karşı savaşmayı sürdürdüler.
"Savaşın şiddeti içinde, dünyalılar toprak kaybettiler. Diğer güneş sistemlerinden gelen ileri uygarlıklar da Maldekliler'e yardım ediyorları. O zaman , Dünyalılar, Maldek gezegeninin manyetik alanını kaybetmesine ve yakınındaki diğer gezegenlerle (en yakındaki Mars'tı ) çarpışmasına neden olacak şekilde ayarladıkları silahlarını çalıştırdılar"
"Yörüngesinden çıkan Maldek gezegeni, çok enerji yitirdi. Bu enerji kaybının farkına varan bilim adamları, bir gece, Dünyalılar'ın bu saldırganlığını ve gücünü oluşturan silahı yok etmeye karar verdiler. Maldek laboratuvarlarından yayınlanan güçlü bir ışın, o büyük kentin (Atlantis) üzerine düşerek, kıtayı ikiye böldü. Bu ışın, dünyanın büyük bir bölümünün bir uçurum gibi açılmasına neden olmuştu ve aynı gece , tüm Atlantis kenti sulara gömüldü."
" Diğer, daha küçük kentler, büyük bir su baskınının (tufanın, Nuh tufanımı acaba?) karaları kaplayacağı konusunda uyarılmışlardı; bunların bazıları yine Maldek bilim adamlarının yardımıyla, insanların tahliyesiyle ilgili gerekli önlemleri alabildiler."
"İkiye bölünen büyük kara parçası parçalandı, yavaş yavaş sulara gömülen kısımlarında, birçok masum insan da öldü. Kalan parçaların biri batıya, biri de doğuya doğru savruldu. Dünyanın manyetik kutbu kayboldu. O zamandan beri de olması gereken yerde değildir."
"Dünyanız yörüngesini değiştirdi; bu çatışmalardan haberleri dahi olmayan suçsuz uluslar tufanda yok oldular."
"Bugün bile, karalar hareketlerine devam ediyor ve bu hareketleri, o gece sulara gömülmüş bazı kara parçalarının yeniden su yüzüne çıkmasına neden olacak. Dünyanız, o zamandan beri sürekli hareket halindedir. "
"Maldek gezegeni ise, bir süre, yörüngesel enerjisini yitirmeye devam etti ; bu süre içinde Maldekliler, kendilerine sığınma hakkı tanıyan gezegenlere göç ettiler. Sonunda Maldek gezegeni , Mars ve Jüpiter ve hatta Dünya'nızla da çarpışmasını gerektiren bir yörüngeye girdi. (Sümer anlatısıyla örtüşmüyormu? Ayrıntılar için bu sayfaları takip etmeye devam edin.) Yakın gezegenlere, yağmur gibi göktaşları yağdırdı. Bu kozmik toza Satürn halkalarında hala rastlanabilir... Bu parçaların diğerleri , halen astroid kuşağı adını verdiğiniz bölgede, bir düzene girmeye çalışıyorlar."
"Antimadde silahı da, Florida açıklarında , BİMİNİ dediğiniz adacıklar arasına rastlayan bölgede , denizin dibine gömülmüş büyük piramidin içinde duruyor."
Büyük şaşkınlıkla ona baktım. bu öyküye inanıp inanmamak konusunda ikircikli kaldığımı anladı. Kendimi aşağılanmış hissediyordum. Yavaşça sordum:
"Hala okyanusun dibinde mi yani?"
"Evet, profesör" dedi, " Yıldızlararası topluluk, şimdi eskisinden daha çok endişeleniyor. Çünkü, artık zayıflamış olmasına rağmen, eğer güneş ışınları tarafından aktive edilirse, dünyanızda manyetik değişikliklere ve molekül bozulmalarına neden olabilir. "
" Bu antimadde silahı, korkunç etkilerini, değişik şekillerde fakat sık sık gösteriyor. Bu da bilim adamlarınınz dikkatini , o bölgede olup bitenlere çekiyor. O bölgede, pusulalar, iletişim ve deniz trafiği sık sık aksıyor. Hala, Solar güç tarafından uyarılıp aktive edildiği zaman, yaşam enerjisini algıladığında, enerji vortex(girdap)ını harekete geçiriyor. Ayrıca, çevresinde, tepkime ile çalışan herhangi bir alet algıladığında antimolekül alanının uyarıldığı kesindir. Aslında bir sesle hareket geçer. Hala, kullanılır durumda ve çok tehlikelidir. Sizin ona erişmeniz olanaksız, çünkü, gücü karşısında hemen yok olursunuz."
"Bunca yıldan sonra, hala dediğiniz kadar öldürücü mü?"
"Aslında profesör" dedi. , heyecanlı bir duyarlılıkla, " onu ele geçirmek isteyen birçok yıldız toplumu var; ancak, dünyanıza gelip, araştırma ve analizler yaparak silahın yerini bulmaları ve onu çıkarmaları için gereken izin , üstün varlıklar tarafından onlara verilmiyor. Ne onlar ne de siz, antienerjiyi ve antimaddeyi kontrol altında tutacak ve onu etkisizleştirecek kadar bilgiye sahipsizin. Bu bilgi sadece gelişmiş varlıklarda var"
"Bunu siz başarabilir misiniz LYA ?"
"Tabii profesör. Unutmayın ki , biz bir bilim ve keşif grubuyuz. Ancak, bu dünyanızı antimadde güçlerine maruz bırakır. Biz hayata saygıyı esas alırız. Sadece maddesel değil, enerjik hayata da. Bizim prensiplerimiz, canlı türlerini yaşatmaya ve geliştirmeye çalışmaktır."
"Biz bir gün bu silahı kontrol etmeyi başarabilecekmiyiz?"
"Bu koşullar altında, hayır. Şu andaki bilgileriniz, daha uzayda yolunuzu bulmak için gerekli olan üstuzay prensiplerini bile anlamaya yeterli değil. Bunu için , gemilerinizi yürütmek için çok büyük ölçüde enerjiye gereksinim duyuyorsunuz. Uzayın içerdiği tehlikeleri anlamak için milyonlarca saatlik uzay araştırmalarında bulunmanız gerekiyor. Bu yüzden , bu silahı, insanlarınızın korkunç genetik zararlara uğramayacakları bir biçimde kontrol ederek yüzeye çıkaracak yeterli bilgiye henüz sahip değilsiniz. Onu yüzeye çıkarırsanız, yüzlerce kilometre uzaklıkta bulunan kentler bir an içinde yok olabilirler ., tarihiniz boyunca böyle olaylara rastlanmıştır. Dünya dışı gemiler bunu yapabilir ; fakat , enerjinin tahliyesi sırasında birçok insan ölebilir. Ancak çok ileri bir uygarlık bunu başarabilir. Aksi halde, dünyanızın manyetik alanı kuvvetli bir değişime uğrar.
Bugün BİMİNİ adası açıklarında deniz altında bulununan taştan yola benzer yapılar ve ünlü Scott Taşları ile ilgili deniz dibi araştırmaları büyük bir heyecanla devam ettiriliyor. İlgili araştırmacılar, bölgenin Atlantis'e ait olabileceği konusunda ciddi fikirlere sahipler.
Bimini adasındaki son durum ve resimleri Eski Uygarlıklar sayfasından takip edebilirsiniz. Ayrıca ilgili olduğunu düşündüğüm Japonyada sualtında bulunan piramit ile ilgili resim ve yazıyıda aynı yerde bulabilirsiniz.
Ufoloji Forum: