HZ. NUH (A.S.) HAYATI DÖRDÜNCÜ BOLÜM
1 HZ. NUH (A.S.) 1 A. Soykütüğü Ve Zamanı 1 B. Peygamberliğinden Önce Kavminin Dînî Durumu. 2 C. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi 3 D. Müşrikler Hz. Nuh (A.S.)'In Dâvetine Karşı Birleşiyorlar. 4 E. Ata Dînî Bahanesi 5 F. Tehditlerin Artması 9 G. Hz. Nuh (A.S.)'In Kavminin Hidâyetinden Ümidini Yitirmesi Ve Onlara Bedduası 10 H. Kurtuluş Gemisi Ve Tufan. 11 I. Hz. Nuh (A.S.)'In Oğlu Ve Hanımı Da Boğulanlar Arasında. 14 İ. Tufanın Sona Ermesi 15 K. Tufanın Kapladığı Alan. 17 L. Hz. Nuh (A.S.)'In Yaşı, Tufandan Sonraki Hayatı Ve Vefatı 19 M. Hz. Nuh (A.S.)'In Güzel Ahlâkı Ve Kıssasından İbretler. 20 DÖRDÜNCÜ BOLÜM HZ. NUH (A.S.) A. Soykütüğü Ve Zamanı Meşhur rivayete göre, Nuh (a.s.)'un soy kütüğü şöyledir: Nuh b. Lâmek b. Mettûşelâh b. Ahnuh (İdris a.s.). Nuh (a.s.), yaygın bir rivayete göre, Hz. Âdem'den yaklaşık bin sene sonra I-rak'ta yaşamıştır. Ebu Ümâme'den nakledilen bir hadiste de, Â-dem ile Nuh arasındaki sürenin on asır olduğu bildirilmektedir.[1] İnsan neslinin devamı açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eden Nuh Tufanı dolayısıyla insanlığın "ikinci atası" konumunda olan Hz. Nuh, Kur'ân-ı Kerim'de ve Hz..Peygamber'in hadislerinde diğer peygamberlere kıyasla daha geniş tanıtılan ve "ülül-azm" olarak isimlendirilen 5 büyük peygamberden biridir. Kur'ân-ı Kerim'de, 28 sûrede hakkında bilgi verilmiş ve 43 yerde ismen zikredilmiştir.[2] 28 âyetten müteşekkil 71. sure onun adını taşır ve baştan sona onun tevhid mücâdelesinden bahseder. Bu şekilde tamamı bir peygamberin mücadelesini konu alan başka bir sûre daha yoktur. Ancak Kur'ân-ı Kerim, Nuh'un (a.s.) hayatının sâdece peygamber olarak görevlendirildikten sonraki safhasından bahsetmiş; doğumu, yetişmesi ve peygamberlik görevine getirilişi hakkında bilgi vermemiştir. Dolayısıyla Kur'ân'da onun hakkındaki bilgiler, tebliğ mücadelesi, kavminin kendisine aşırı düşmanlığı, bu yüzden Tufan ile cezalandırılmaları, o ve ona iman edenlerin ise kurtulması konularıyla sınırlıdır. Ondan bahseden âyetlerin çoğunda, yalnızca kavminin onu yalanlaması ve maruz kaldıkları ilâhî azaba işaret edilirken, 14 yerde daha geniş bilgi verilmiştir. [3] B. Peygamberliğinden Önce Kavminin Dînî Durumu İdris'ten (a.s.) sonraki asırlarda, Allah'a ibâdeti terk eden insanlar, kendi uydurdukları sahte ilâhlara, yâni putlara tapmaya başlamışlardı. Giderek putperestlik yayılmış, doğru yoldan uzaklaşan insanlar her türlü kötülüklere dalmışlardı. Allah Teâlâ, Nuh kavminin putlara taptığını şöyle haber vermektedir: "Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ilâhlarınız Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr'den vazgeçmeyin!"[4] Bâzı rivayetlere göre, insanlık, Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında geçen yaklaşık on asırlık dönemin son zamanlarına kadar, hak din üzere kalmıştır.[5] Beşeriyete arız olan ilk itikadı sapma, Nuh'un (a.s.) mensup olduğu kavim arasında görülmüştür. Bu ilk şirk, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr olarak değil; ancak uydurdukları putları O'na ortak koşma, putları Allah ile kendileri arasında aracı kabul etme şeklinde ortaya çıkmıştır. Mealini verdiğimiz âyetten anlaşıldığı gibi, Nuh kavmi, isimleri zikredilen putlara tapıyordu. Ancak onların arasında putperestliğin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı hususu bilinmemekte, bu konuda farklı rivayetler bulunmaktadır. Buhârî'nin İbn Abbas'a dayandırdığı bir rivayete göre, âyette isimleri geçen putlar, halk içinde iyilikleriyle temayüz etmiş bâzı sâlih insanlardı. Onların vefatından bir süre sonra toplumun ileri gelenleri, şeytanın teşvikiyle bu şahısların hatıralarını unutmamak, isimlerini ve iyiliklerini ebedîleştirerek herkesin örnek almasını sağlamak düşüncesiyle onların heykellerini dikmişlerdi. Ne var ki, zamanla bu şahıslar hakkındaki bilgiler unutuldu ve yeni nesiller onları kendileriyle Allah arasında vâsıta kabul ederek onlara tapmaya başladılar.[6] Bu konuda aktarılan bir diğer rivayete göre ise, Hz. İdris'ten sonraki dönemde hak din üzere yaşayan insanlar arasında, ilk olarak, temeli gözle görülmeyen ruhanî varlıklara ibâdet olan bir düşünce ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, kâinatın yaratıcısı bir Allah'ın mevcudiyetini kabul eden bu mezhebin mensupları, doğrudan Allah'a ulaşmaktan aciz olduklarını farz ederek, O'na ancak kendisine yakın olan ruhanî varlıklar, yani melekler vasıtasıyla ulaşabileceklerini düşünmüşlerdir. Melekleri gözleriyle göremedikleri için, bu defa onlara yedi gezegenle yaklaşabileceklerine inanmışlar, yedi gezegenin bu âlemin idarecileri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu gezegenlerin gündüzleri gözden kaybolması sebebiyle de, onlara ulaşmak için yeryüzünde kendi elleriyle yaptıkları putları aracı edinmişlerdir. Dolayısıyla, putlarla gezegenlere, gezegenlerle ruhanî varlıklara (meleklere), ruhaniler vasıtasıyla da Allah'a ulaşacaklarına inanmışlardır. Asırlar sonra Câhiliye Araplarmda görüleceği gibi, onlar da putlarını, kendilerini tek olan Allah'a yaklaştıran ilâhlar olarak kabul etmişlerdir.[7] C. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi Cenab-ı Hak, putperest bir toplum içinde doğup büyüyen Nuh'u (a.s.) kendisine elçi seçerek onu kavminin peygamberi olarak görevlendirdi. Rivayete göre ona peygamberlik görevi, 40 yaşından sonra verilmişti. Böylece, nebî-rasül ayırımı dikkate alındığında, rasüllerin ilki sayılan Hz. Nuh,[8] Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği gibi, 950 yıl; hatta daha fazla devam ettireceği,[9] uzun süreli tebliğ mücâdelesine başlamış oluyordu. Bunun üzerine onun ilk işi, kavmini tapmakta oldukları putları bırakıp yalnızca Allah'a kulluğa davet etmek oldu. Allah tarafından kurtuluş yolunu göstermekle görevlendirildiğini söyleyerek, insanları tevhide çağırıyordu. Allah'a ortak koştukları putlarını terk etmedikleri takdirde, şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını hatırlatıyordu: "Andolsun ki biz, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik. O şöyle demişti; Gerçekten ben, sizi Allah'ın azabından apaçık korkutanım. Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin. Hakikaten ben, sizin başınıza gelecek acıklı bir günün azabından korkarım.[10] Ne var ki, kavmini kurtuluşa çağıran bu büyük peygamber, insanlardan arzuladığı karşılığı göremedi. Aksine, daha işin başında şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Daha sonraki peygamberlerin başına gelen sıkıntılar, hatta fazlasıyla, onun basma da geldi. Her şeyi ve her doğruyu yalnız kendilerinin düşünebileceği iddiasıyla her defasında peygamberlerin karşısına dikilerek onlara düşman kesilmiş zengin ve şımarık şirk elebaşıları, ona da hemen sapıklık damgasını vurmuşlardı. Zekâsı, ileri görüşlülüğü, hilmi, sabrı ve yüksek ikna kabiliyeti ile bilinen Nuh (a.s.), onlara kendisinde bir sapıklık olmadığını; aksine Cenâb-ı Hak tarafından kendilerini hidâyete kavuşturmakla görevlendirilen bir peygamber olduğunu anlatabilmek için çok uğraştı. Kendilerine söylediği sözlerin, Allah tarafından vahyedilen bilgiler olduğunu açıkladı. Muhataplarına, Allah'a inanarak O'nun emirlerine itaat ederler ve yasakladığı kötülüklerden kaçınırlarsa günahlarının bağışlanacağını, isyandan vazgeçmedikleri takdirde ise, kendilerini ansızın korkunç bir azabın yakalayacağını ve hiç bir gücün bu azabı engelleyemeyeceğini bildiriyordu: "Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce, kavmini uyar, diye, Nuh'u da kavmine gönderdik. Nuh, kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Muhakkak ki ben, sizi başınıza gelecek azaptan açıkça korkutan bir peygamberim. Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun ve bana da itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi muayyen bir vakte kadar ertelesin. Şüphesiz Allah'ın takdir ettiği süre gelince ertelenmez. Eğer bilseydiniz..."[11] D. Müşrikler Hz. Nuh (A.S.)'In Dâvetine Karşı Birleşiyorlar Hz. Nuh ısrarla davetini devam ettirdi; ancak kavmi onu dinlemiyordu. Küfrün elebaşıları, çeşitli sebepler ileri sürerek, onun peygamberliğini reddediyorlar ve davetini engellemeye çalışıyorlardı, içlerinden çok az insan iman etmişti. Onların da tamamına yakını, gelir seviyesi düşük fakir fukara tabakasmdan-dı. Toplum üzerinde hâkimiyet kurmuş olan liderler, daha sonraki peygamberlere karşı da ileri sürülen belli bahanelerle Nuh'un karşısına dikildiler ve onun peygamberliğini şiddetle reddettiler. Kendileri iman etmedikleri gibi diğer insanları da ondan uzaklaştırmanın yollarına başvurdular. Şerefin sâdece mal ve makamda olduğuna inanan bu zengin ve müreffeh zümre mensupları, toplum üzerindeki nüfuzlarını korumak ve menfaatlerinin zedelenmesini önlemek için bütün imkânlarını ortaya koydular. Hz. Nuh (a.s.) ve ona iman edenlere çeşitli kötülükler yaptılar. Dünya zevklerine dalmış zengin ve müreffeh tabaka, daha sonraki peygamberlerin davetlerine karşı da aynı tavrı sergilemiştir. Bunlar, her defasında ıslah yolunda bir engel teşkil etmiş, insanları doğru yola ve hayra çağıran peygamberlerin davetlerini durdurmak için çalışmıştır. Yüce Allah, bu gerçeği şöyle açıklamaktadır: "Biz, hangi ülkeye bir uyarıcı peygamber göndermiş isek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri şöyle demişlerdir: Biz, size gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz. Biz, malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz."[12] Hüd'un (a.s.) kavmi olan Ad kavmi ileri gelenleri de aynı karşılığı vermişlerdi: "Kavminden ileri gelen kâfirler şöyle dediler: Biz, seni kesinlikle aklı kıt biri olarak görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz,"[13] Salih'in (a.s.) kavmi Semûd'un ileri gelenleri de aynı tavrı takınmışlardı: "Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf gördükleri mü'minlere dediler ki: Siz Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? Onlar, 'Şüphesiz biz, onunla ne gönderilmişse ona inananlarız' dediler. Büyüklük taslayanlar dediler ki: Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz. "[14] Kavmin ileri gelenleri, Hz. Nuh ve az sayıdaki ashabının îmanlarından dönmediklerini gördükçe çileden çıkarak yapmakta oldukları kötülükleri daha da artırdılar. Yeni nesiller, baba ve dedelerinin de Nuh'a inanmadıklarını söyleyip, onu öldüresiye dövüyorlardı. Hatta bazen, işkence yüzünden bayılınca, öldü sanarak götürüp evine atıyorlardı. İbn İshak'm naklettiği bir rivayete göre, öldürülen bir nebî .hariç, hiç bir peygamber kavminden onun gördüğü kadar eziyet ve işkence görmemişti. Müşrikler ona saldırırlar ve bayıltana kadar döverlerdi. Bir süre sonra kendisine gelen Hz. Nuh, "Allahım, beni ve kavmimi bağışla; zira onlar bilmiyorlar." diye duâ ederdi.[15] E. Ata Dînî Bahanesi İnkarcılar, hak üzere olduklarım iddia ediyorlar ve iddialarım izlerinden gitmekte oldukları atalarının da aynı dine mensup olmasına dayandırıyorlardı. Körü-körüne atalarını taklit etmeleri yüzünden yanlış yolda olabileceklerini düşünmek dahi istemiyorlardı. Ellerinde hak yolu gösteren bir kitapları olmadığı halde, içinde bulundukları durumun doğruluğunu ısrarla savunuyor ve peygamberlerinin getirdiği din ile üzerinde bulundukları sapık inançlar arasında bir mukayese yapmaya da yanaşmryorlardı. Değil mukayese, bâtıl inançlarına toz kondurulmasma dahi tahammül edemiyorlardı. Nuh kavmi müşrik ileri gelenlerinin açtığı bu çığır, ne yazık ki, Kıyamete kadar taraftar bulacaktı. Ne onlar ne de asırlar boyu onların yolundan gidecek müşrikler, kendilerini bu yanlıştan kurtaramadılar. Atalarının dinine sahip çıkma gerekçesiyle, peygamberlerin getirdiği gerçeği inkâr ederek küfürlerinde direndiler ve bu yüzden büyük azaba çarptırıldılar. Yüce Allah, Kureyş liderlerinin de aynı düşünceyi taşıdıklarını bildirirken, müşrik üst tabakanın bu ortak görüş ve tavnr1 şöyle açıklamaktadır: "Yoksa onlara (Kureyş müşriklerine), Kur'ân'dan önce bir kitap indirdik de ona mı sarılıyorlar? Bilâkis onlar, 'Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izinde, doğru yolda gidiyoruz. ' dediler. Aynı şekilde, senden önce ne zaman bir ülkeye bir peygamber göndermiş isek, o ülkenin ileri gelen varlıklı şımarık kimseleri, mutlaka şöyle demişlerdir: 'Biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerini takip ediyoruz.' Gönderilen peygamber onlara, 'Ben, size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?' dedi. Onlar, 'Biz sizinle gönderilen şeyleri kesinlikle inkâr ediyoruz. ' dediler. Bunun üzerine biz de, peygamberlerini yalanlayanlara lâyık oldukları cezayı verdik. Peygamberleri yalanlayanların akıbetleri nasilmış bir bak!"[16] Bu âyetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, her hususta ataları taklit etmek ve körü-körüne onlara tâbi olmak, her devirde insanların hakikati görmesine büyük bir engel teşkil etmiştir. Nitekim, insanlık tarihinde bu zümrenin bilinen ilk örneğini teşkil eden Nuh kavmi müşrikleri, gerçeği bizzat araştırmak ve Hz. Nuh (a.s.)'ın söylediklerini kendi akıllarıyla değerlendirmek yerine körü körüne atalarını taklit ederek, onlarda böyle bir şey görmedikleri gerekçesiyle kendilerine hidâyet yolunu göstermek isteyen peygamberi yalancılık ve delilikle suçladılar. Onun bu işi, dünyalık elde etmek, üzerlerinde hakimiyet ve otorite kurmak için yaptığını söylediler. Bunun için de bahaneleri hazırdı: Hz. Nuh (a.s.) da kendileri gibi bir insandı ve asla peygamber o-lamazdı. Sanki inanacaklarmış gibi, onlar da ancak bir meleğin peygamber olabileceğini iddia ediyorlardı. Cenab-ı Hak, Nuh kav-mi şahsında, inkarcıların bu ortak tavrını açıklarken şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki, Nuh'u kavmine peygamber olarak gönderdik, 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?' dedi. Bunun üzerine, kavminden kâfir olan liderler topluluğu şöyle dediler: 'Bu sizin gibi bir insan olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah isteseydi, muhakkak ki, bir melek gönderirdi Biz, önceki atalarımızdan böyle bir şey duymadık. Nuh, yalancı ve kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp, gözetleyin bakalım!"[17] Müşriklerin Hz. Nuh (a.s.)'ın Peygamberliğini kabul etmeyiş sebeplerinden biri, âyette ifade edildiği gibi, onun kendileri gibi yiyip içen, sokaklarda dolaşan sıradan bir insan olmasıydı. İnkâr etmek için bahane arayan müşriklerin anlayışına göre, peygamber insan değil, bir melek olmalıydı. Başka bir bahaneleri ise, Hz. Nuh (a.s.)'a iman edenlerin, işçilerden, çiftçilerden ve küçük meslek erbabından olan fakir kimseler; yani zayıf kabul ettikleri mustaz'aflardan ibaret olmasıydı. "Getirdiğin bilgiler doğru olsa, seni ilk tasdik edenler bizler olurduk" diyerek diğer şirk ehli gibi, mü'minlerin inandığı prensipler üzerinde düşünmek yerine, bu şekilde çeşitli bahaneler buluyorlardı. Hz. Nuh (a.s.) ve ona inanan fakir fukaranın kendilerinden faziletli olabileceği ve daha doğru düşünebileceği ihtimalini hiç mi hiç akıllarına getirmiyor-lardi. Bunun neticesi olarak Hz. Nuh (a.s.) ve ona inananları yalancı sayıyorlardı: "Bunun üzerine, Nuh'un kavminden ileri gelen kâfirler şöyle dediler: Seni ancak bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz. İçimizden, düşünmeden hareket eden basit görüşlü alt tabakadan olan kimselerden başkasının sana tâbi olduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis, sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz."[18] Hz. Nuh (a.s.)'ı ve ona iman eden güçsüz ve fakir mü' minleri hakir gören müşrikler, var güçleriyle daveti engellemeye çalışıyorlardı. Ancak kavmine son derece düşkün olan ve onları küfür ve tüm kötülüklerden kurtarmak için canla başla çalışan Hz. Nuh (a.s.), kendisine yapılan kötülüklere karşı sabır zırhına bürünüyor, öfke ve kızgınlık göstermeksizin onlara elinden geldiğince şefkatli davranıyordu. Zannettikleri gibi aklından zoru olan sapık biri değil; aksine Allah tarafından görevlendirilen bir peygamber olduğunu söylüyor; Allah'ın vahiy yoluyla kendisine gönderdiği, dünya ve âhiret saadetini sağlayacak prensipleri tebliğ ettiğini açıklıyordu. Bir beşerin peygamberliğini kabullenemeyip kendi elleriyle yaptıkları heykellere tapan bu cahil insanlara, kendilerini Allah'ın rahmetine çağırmak ve Allah'ın azabından sakındırmak için çalıştığını söylüyor ve böyle bir görev yapan kişinin yadırganmaması gerektiğini ifade ediyordu: "Muhakkak biz, Nuh'u, kavmine peygamber olarak gönderdik. 'Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilâhınız yoktur. Doğrusu, sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum.' dedi. Kavminin ileri gelenleri ona şöyle cevap verdiler: 'Biz, seni cidden bir sapıklık içinde görüyoruz.' Bunun üzerine Nuh dedi ki: 'Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Fakat ben, âlemlerin rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum. Allah'tan gelen bir vahiy ile sizin bilemeyeceğiniz şeyleri biliyorum. Size o korkunç akıbeti haber vermek için, korunmanız için ve (belki) o sayede rahmete kavuşturulmanız için, aranızdan bir adam vasıtasıyla rabbinizden size bir ihtar geldi diye hayret mi ettiniz."[19] Hz. Nuh (a.s.), Yüce Allah tarafından kendisine gönderilen mesaj üzerinde düşünmelerini ve sonunda doğru bir karar verip toplum içinde sâdece kendisine gönderilen bu büyük rahmetten istifade etmelerini sağlayabilmek için, adetâ onlara yalvarıyordu. İmanın bir gönül işi olduğunu belirterek, onları imana zorlaya-mayacağını söylüyor ve gerçeği görüp gönüllü bir şekilde iman etmelerine zemin hazırlamaya çalışıyordu. Kur'ân-ı Kerim, onun bu tavrını şöyle açıklamaktadır: "Dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben, rabbim tarafindan açık bir delil üzere isem. ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz istemediğiniz halde, biz sizi onu kabule zorlayacak mıyız?[20] Nuh (a.s.), bütün engellemelere rağmen insanları ikna etmeye çalışarak davetini devam ettiriyordu. Onları imana meylet-tirebilmek için, elinden geldiğince nazik davranıyor, öfke ve kızgınlıktan uzak duruyordu. Daveti sebebiyle kendilerinden herhangi bir maddi karşılık istemediğini belirterek; sâdece Allah tarafından verilen görevi yürüttüğünü ve yaptığının karşılığını da yalnızca Allah'tan beklediğini söylüyordu. Mal ve mevkiye aldanmaları ve cahillikleri sebebiyle iman etmekten kaçındıklarına işaret ederek gerçeği görmeleri için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Hz. Nuh (a.s.)'m ibret dolu sözlerinden etkilendikleri anlaşılan varlıklı kâfirler, zengin ile fakiri eşit sayan bir dini kabul edemeyeceklerini beyanla, ondan kendisine iman eden fakir ve zayıf kimseleri etrafından uzaklaştırmasını istemişlerdi. Ancak Nuh (a.s.), fakir ve zayıf mü'minlerin Allah'a yakın kimseler olduklarını ve âhirette onun tarafından mükâfatlandırılacaklarım, onları hakir gören müşriklerin ise cahil olduklarını söyledi. Mü' minlerİ asla yanından uzaklaştırmayacağmı; böyle yaptığı takdirde zâlimlerden olacağını ve Allah'ın azabından kurtulamayacağını açıkladı. Israrla kendisinin bir insan olduğunu, gaybı bilmediğini, böyle bir iddiada da bulunmadığını, insan üstü şeyler yapamayacağını ve Allah'ın hazinelerine sahip olmadığını vurgulayıp, bütün yaptığının kendisine tevdi edilen risâlet görevini yerine getirmekten ibaret olduğunu söylüyordu: "Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeme karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir. Ben, iman edenleri yanımdan kovacak değilim; çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır (kurtuluşa ereceklerdir). Fakat ben, sizi bilgisizce davranan cahil bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'tan kim korur? Düşünmüyor musunuz? Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben bir meleğim de, demiyorum. Gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir, diyemem. Çünkü onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onlan kovduğum takdirde, ben, gerçekten zalimlerden olurum.[21] "Nuh kavmi de peygamberleri yalanladılar. Bir zaman kendilerinden biri olan Nuh (a.s.), onlara şöyle dedi: 'Allah'tan korkmaz mısınız? İyi bilin ki, ben, size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ben, davetime karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatımı verecek olan ancak âlemlerin rabbi Allah'tır. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.' Kâfirler, 'Sana adî ve bayağı kişiler tâbi olmuşken, bizler sana iman eder miyiz hiç! ' dediler. Nuh (a.s.), şöyle dedi: Onların ne yaptıklarım ben ne bileyim? Onların hesabı ancak Rabbime aittir. İyi düşünürseniz bunu anlarsınız. Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.[22] Hz. Nuh (a.s.)'m sözlerine kulak tıkayan kâfirler, çok erken bir dönemden itibaren ona meydan okumaya başlamışlardı. "Söylediklerin doğruysa kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabı bir an önce getir!" diyorlardı. Onların hakaret ve meydan okuyuşlarına karşı Nuh (a.s.), azabı getirmenin Allah'ın elinde olduğunu, onun istediği zaman kendilerini helak edebileceğini ve kimsenin buna mâni olamayacağını söylüyordu. Yüce Allah helaklerini dilemiş ise kendisinin buna engel olamayacağını hatırlatıp sonunda Allah'a döndürüleceklerini açıklıyordu: "Kâfirler şöyle dediler: 'Ey Nuh! Bizimle cidden çok uğraştın! Bizimle olan bu mücâdelende ileri gittin! Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi tehdit edip durduğun azabı haydi getir, bakalım!' Nuh dedi ki: Dilediği takdirde, o azabı size ancak Allah getirir. Siz Allah'ı âciz bırakamazsınız. Eğer Allah, sizi sapıklığa düşürmek isterse, öğüt vermek istesem de, Öğüdüm size fayda vermez. O sizin rabbinizdir, tekrar O'na döndürüleceksiniz.[23] Kavmini hidâyete ulaştırmak uğrunda var gücünü harcayan Nuh (a.s.), gece gündüz demeyip davet çalışmalarını yürütüyordu. Şartlara göre, davetini bazen gizli bazen de açık yapıyordu. Ne var ki, onun bu yoğun gayreti, kâfirlerin inadını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Müşrikler onun sesini duymamak için parmaklarım kulaklarına tıkarlar, nasihatlarını dinlememek için elbiseleriyle başlarını ve yüzlerini örterlerdi. Onlar inkâr ve taşkınlıklarını artırdıkça artırdılar. Büyük bir kibir ve gurur içinde imandan yüz çevirdiler. Buna rağmen Hz. Nuh (a.s.), onlara gider, inkâr ve isyandan vazgeçerek tevbe etmelerini ister, Allah'ın çok merhametli olup tevbeyi kabul ettiğini söyler; bu takdirde Allah'ın kendilerine bol yağmur ve çeşitli nimetler vereceğini hatırlatırdı. Allah'a iman ederlerse göklerin ve yerin bereketlerini elde edeceklerini belirterek teşvikte bulunurdu: "Nuh, Rabbim dedi, doğrusu ben kavmimi gece-gündüz imana davet ettim; fakat benim davetim, ancak imandan kaçmalarını artırdı. Doğrusu ben, günahlarım bağışlaman için onlan ne zaman imana davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Elbiselerine hüründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben, kendilerine açık açık davette bulundum. Sonra da, onlara bazen açıktan açığa, bazen de gizliden gizliye tebliğde bulundum. Dedim ki: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; çünkü- O, çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur yağdırsın. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın; size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.[24] Allah'ı inkâr edenler için sâdece âhirette değil bu dünyada da sıkıntılı bir hayat söz konusudur. Bunun aksine Hz.Nuh'un bu âyetlerdeki sözlerinden açıkça anlaşıldığı şekilde, eğer bir toplum iman eder ve Allah'ın emirlerine uyarsa, âhirette olduğu gibi bu dünyada da çeşitli nimetlere kavuşacaktır. Nitekim asırlar sonra, Hüd (a.s.) da kavmine bolluk ve berekete kavuşmaları için aynı şeyleri söylemişti: "Ey kavmim! Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O'na tevbe edin ki, üzerinize bol bol semanın feyzini indirsin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkarlar olarak yüz çevirmeyiniz." [25] Nuh ve Hûd kavimleri eğer iman etselerdi, bu iki peygamberin haber verdikleri gibi, çeşitli nimetlere kavuşacaklardı. Nitekim, bu gerçek A'râf suresinin 96. âyetinde şöyle dile getirilmektedir: "Eğer o memleketlerin ahalisi iman edip Allah'tan korksay-dılar, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler açardık. Lakin onlar gerçeği yalanladılar; Biz de, işleyegeldikleri (kötülükler) yüzünden onlan yakalayıverdik." Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi, bir toplum, Allah'a iman e-der, O'ndan korkar ve O'nun emir ve yasaklarına uyarsa, o toplumda adalet ve emniyet tesis edilmiş olur. Allah, onların rızklarını artırır ve kazançlarını bereketlendirir. Üretilen mal, adil bir şekilde paylaşılır. Beşeri ilişkilere ihlâs ve samimiyet hâkim olur. Dünya malına gerektiği kadar önem verilir; toplum, mal hırsı yüzünden ortaya çıkan kötülüklerden korunmuş olur. Nuh (a.s.), inkârdan vazgeçerek iman edip istiğfarda bulunmalarının faydalarını açıkladıktan sonra, onların dikkatlerini Allah'ın büyüklüğüne çevirmek istiyordu. Yüce Allah'ın insanoğlunu bir kaç merhalede yarattığını, yedi semâyı birbiri üstünde kat kat halkettiğini, ayı dünya semasında gece karanlığını aydınlatan bir nur, güneşi de aydınlatıcı ışık kaynağı bir kandil kıldığını açıkladı. Topraktan yaratılan insanın yine toprağa döndürüleceğini ve oradan yeniden diriltilip çıkarılacağını haber verdi. Yeryüzünün insanların yararlanmasına sunulmak üzere buna uygun bir şekilde yaratıldığını beyan etti ve dikkatlerini görmekte oldukları nimetlere yönlendirdi: "Size ne oluyor da Allah'a büyüklük yakıştıramıyor, O'nun yüceliğine inanmıyorsunuz? Halbuki O, sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır. Allah'ın yedi göğü birbiriyle ahenkli bir şekilde nasıl yarattığını; o tabakalar içinde ayı bir nur, güneşi de nasıl bir'kandil yaptığını görmez misiniz? Allah, sizi de yerden ot bitirir gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi oradan yine diriltip çıkaracaktır. Allah, geniş yollarında gezip dolaşasınız diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.[26] F. Tehditlerin Artması Nuh'un (a.s.) bu teşebbüsleri de etkili olmadı. Aksine, müş-riklerin düşmanlıklarını daha da artırmalarına yol açtı. Kavminden çok az sayıda insan ona iman ederken, zengin ve azgın sınıfın güdümündeki çoğunluk, onun davetinden usanmış, onu yalancılıkla itham ederek beyinsizlik ve delilikle damgala-mışlardı. Çeşitli tehdit, eziyet ve işkencelerle, tebliğ faaliyetini engellemeye çalışıyorlardı. Allah Teâlâ, Nuh'un (a.s.) bu durumunu, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) başına gelenlerle mukayese ederek şöyle buyurmuştur: "Kureyş kâfirlerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Kulumuz Nuh'u yalanlayarak, ona 'mecnun' demişlerdi. Nuh tebliğden alıkonulmuştu.[27] Yapmakta oldukları kötülükleri gittikçe artıran kâfirler, bütün bunlara rağmen Hz.Nuh (a.s.)'ı tebliğden vazgeçiremeyince, son çareye başvurmaya karar verdiler. Ve sonunda onu taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler: "Dediler ki: Ey Nuh! Eğer dâvandan vazgeçmezsen, bil ki, taşlananlardan olacaksın![28] Hz. Nuh (a.s.) ise bütün bu engellemelere rağmen tebliğ görevini yerine getirebilmek için var gücüyle çalışıyordu. Kuvvetli imanı ve engin sabrı sayesinde, bu tehdide de kulak asmadı; onlara peygamber olarak görevlendirilmesi hoşlarına gitmese ve bu durum kendilerine ne kadar zor gelse de, Allah'a tevekkül ederek her şeye rağmen davetini devam ettireceğini açıkladı. İstedikleri kötülükleri yapsalar da, kendisine bir zarar veremeyeceklerini; zira Allah'ın kendisini gözettiğini söyleyip âdeta onlara meydan okudu. Ayrıca, bu iş için kendilerinden bir ücret de istemediğini ve karşılığını sâdece Allah'tan beklediğini tekrar etti. Davetten asla vazgeçmeyeceğini vurguladı: "Ey Muhammed! Onlara, Nuh'un kıssasını oku. Hani o kavmine demişti ki: Ey kavmim! Eğer, uzun süre aranızda durmam ve Allah'ın âyetleriyle öğüt vermem sizlere ağır geldi ise, bilin ki, ben yalnız Allah'a dayanıp güvenmişimdir. Siz de ortaklarınızla beraber, toplanıp ne yapacağınızı kararlaştınn. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra bana ne yapacaksanız yapın. Bana mühlet de vermeyin. Eğer davetimden yüz çevirirseniz, zâten ben sizden bunun karşılığında bir ücret istemedim. Benim mükâfatım ancak Allah katındandır. Ben (sâdece O'nun emirleri-ne itaat eden) müslümanlardan olmakla emrolundum.[29] Hz. Nuh (a.s.)'in bu âyette geçen son sözlerinden anlaşıldığı gibi, peygamberlerin ortak dini olan İslâm, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dinidir. Peygamberlerin şeriatlarında bir takım değişiklikler olsa da, onlara gönderilen dinlerin itikadı esasları aynıdır. Bu âyette Hz. Nuh (a.s.)'m dile getirdiği bu gerçeği, Yusuf (a.s.) da şöyle ifade etmiştir: "Rabbim, bana mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünya ve âhirette dostum sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihler arasına kat[30] Hz. Süleyman (a.s.)'a iman eden Sebe melikesinin sözleri de aynı hakikati açıklar: "Melike, 'Rabbim! Gerçekten ben kendime zulmetmiştim. Şimdi Süleyman'la beraber, âlemlerin rabbi olan Allah'a teslim olup müslüman oldum.[31] dedi. Bu gerçeği vurgulayan Peygamberimiz (s.a.v.), peygamberlerin dininin tek bir din olduğunu ifâde etmiştir.[32] G. Hz. Nuh (A.S.)'In Kavminin Hidâyetinden Ümidini Yitirmesi Ve Onlara Bedduası Müşriklerin kötülüklerine aldırmayan Nuh (a.s.), davet uğrunda sabır zırhına bürünmüştü. Onların kendisini taşlayarak öldürme tehditlerine rağmen davetini aralıksız devam ettiriyordu. Ne var ki, atalarından kalma örf ve âdetlerini din haline getirerek bâtılı hak, hakkı bâtıl görme hastalığını üzerlerinden atamayan kâfirler, kendilerine hitap eden kişi Allah'ın peygamberi olduğunu söylese de ona karşı olan tutumlarını değiştirmiyorlardı. Aksine halk, mevcut düzenin devamını isteyen zâlim hükümdar ve avenesinin etrafında kenetleniyor; hatta kraldan fazla kralcı kesiliyordu. Toplumu yöneten bu kişiler de, putlarına ve uydurma dinlerine sahip çıkma edebiyatıyla, halkı Hz. Nuh (a.s.)'e karşı kışkırtıyorlardı. İnsan üstü bir gayret ve çaba göstermesine ve bütün gücünü sarfetmesine rağmen bütün kapılar Hz. Nuh'un yüzüne kapanıyor ve artık kendisine iman eden olmuyordu. Kâfirlerin hidâyete ulaşma ihtimallerinin hemen hemen ortadan kalktığı bu günlerde, Cenab-ı Hakk'm onlara tanıdığı mühlet sona ermek üzereydi. O günlere kadar birkaç asır boyunca bütün zorluklara göğüs germiş olan Hz. Nuh (a.s.), durumunu Allah'a arz ederek şöyle demişti: "Nuh şöyle dedi: Rabbim, doğrusu bunlar, bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını artırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular. Kendilerine uyulan bu kimseler de, büyük hileler, büyük desiseler kurdular! Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Vedd'den, Suva'dan, Yeğus'tan, Yeuk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin.' Böylece onlar, gerçekten birçoklarını saptırdılar. Sen de bu zâlimlerin ancak şaşkınlıklarını artır.'[33] Bu sıkıntılı safhanın sonunda Nuh (a.s.), zâlim hükümdar ve maiyetinin peşinden ayrılmayan ve kendisine karşı kötülüklerini bütünüyle şiddetlendiren kavmini Allah'a havale etti. Çünkü O, asırlarca süren daveti esnasında kazandığı tecrübesinden, kâfirlerin artık îman etmeyeceklerini, üstelik yaşadıkları sürece diğer insanları da saptırmaya çalışacaklarını ve yine çocuklarını kendileri gibi yetiştireceklerini, bu hususta onları zorlayacaklarını anlamıştı. Allah'a sığınarak inkarcıları helak etmesini, inananları ise bağışlamasını istedi: "Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz kavmim beni yalanladı. Artık benimle onlar arasında hükmünü ver de, beni ve bana iman edip benimle birlikte olan mü'minleri kurtar. "[34] "Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç birini yeryüzünde bırakma! Çünkü onlan yeryüzünde bırakırsan, senin kullarını hak yoldan çıkarırlar. Onlar doğurdukları çocukları da ancak kâfir ve günahkar olmaya zorlarlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mü' min olarak gireni, mü'min erkekleri ve kadınları affet. Zâlimlerin ise sâdece helakim artır."[35] H. Kurtuluş Gemisi Ve Tufan Allah Teâlâ, Nuh'un (a.s.) duasını kabul etti. Kavminin kâfirlerini suda boğarak toptan helak edeceğini, onu ve mü'minleri ise kurtaracağını haber verdi. Bu arada, o ana kadar inanmış olanların dışında, artık hiç bir kimsenin îman etmeyeceğini bildirdi. Ona, kâfirlerin kendisini yalanlaması ve davetini reddetmesi yüzünden müteessir olmamasını tavsiye etti. Bunun ardından Nuh'a (a.s.) bir gemi yapmasını emretti ve geminin yapımı süresince ilâhî himaye altında olacağını, müşriklerin kendisine zarar veremeyeceğini haber verdi. Bu arada artık küfürlerinde ısrar eden kâfirlerin kurtuluşu için duâ etmekten vazgeçmesini bildirdi. Verilen emir üzerine Nuh (a.s.), hemen gemi yapımına başlamıştı, onun mahir bir marangoz gibi gemi inşa etmesi, kâfirlerin alaylarına yol açtı. Peygamberliği bırakıp marangozluğa mı başladığını, gemisini karada mı yüzdüreceğini sorarak onu alaya alıyorlardı.[36] İçinde boğulacaklarını söylediği tufanı yalanlıyorlardı. Nuh (a.s.) ise, asıl alaya alınacakların kendileri olduğunu; zira şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını söylüyordu: "Nuh'a şöyle uahyedümişti: 'Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık asla iman etmeyecek. O halde onların yapmakta oldukları şeylerden dolayı üzülme. Gözetimimiz altında ve vahiyle sana öğreteceğimiz şekilde bir gemi yap. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme (kurtulmaları için duâ etme). Çünkü onlar mutlaka suda boğulacaklardır. ' Nuh gemiyi yapıyor; kavminden ileri gelenler ise, her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nuh onlara dedi ki: Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay ettiniz ise, biz de sizinle alay edeceğiz. Artık pek yakında rezil edici azabın kimin başına geleceğini ve devamlı bir azabın kime isabet edeceğini yakında bileceksiniz.)[37] Nuh (a.s.), Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde titiz bir çalışma sonunda geminin yapımım tamamladı. Diğer yandan bu günlerde büyük bir tufanın vuku bulacağını gösteren alâmetler görülmeye başlamıştı. Yeryüzünden sular fışkırıyor, bardaktan boşanırcasma şiddetli yağmurlar yağıyordu. Allah Teâlâ, gemiyi tamamlayan Nuh'a (a.s.) yeryüzünde mevcut olan her canlı türünden bir erkek bir de dişi olmak üzere birer çifti gemiye almasını emretti. Diğer canlılar tufanda boğulacağı için bu canlıların türleri gemiye alman birer çiftten devam edecekti. Aynı şekilde Yüce Allah, kendisine îman etmeyen karısı ve bir oğlu hariç, î-man etmiş yakınlarını ve az sayıdaki diğer mü'minleri de gemiye almasını bildirdi. Rivayetlere göre, gemi üç katlı olarak yapılmış; alt kat vahşî hayvanlara, orta kat insanlara üst kat ise kuşlara tahsis edilmişti. Kur'ân ve hadislerde, yapılan geminin yapım süresi; eni, boyu, yüksekliği, diğer özellikleri ve ne şekilde yüzdüğü hususlarında bilgi yoktur. Tefsir ve tarih kitaplarında bu hususlarda aktarılan bilgiler, ya Ehl-i Kitap'tan nakledilmiştir veya bâzı tahmin ve yorumlardan ibarettir. Yahudi metinlerinden aktarılan rivayetlerin büyük kısmı asılsızdır; hakkında Kur'ân ve hadiste bilgi bulunmayan hususlarda, bu rivayetlerin az olan doğrularını ayırmak da kolay değildir. Bu yüzden buraya almaya gerek duymadık.[38] Yeryüzünden fışkıran sular ve kesintisiz yağan şiddetli yağmurlar sonunda ortalığı kaplayan seller gittikçe yükselmişti. Nuh'un gemisi yükünü aldıktan sonra hareket ederek dağlar gibi dalgaların arasında yüzmeye başladı. Geride kalan bütün canlıların boğulacağı açıkça görünüyordu. Kur'ân-ı Kerim, gemi yapımını, diğer hazırlıkları ve bu olayı şöyle açıklamaktadır: "Nuh, 'Rabbim, dedi. Beni yalanlamalarına karşı bana yardım eti' Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: 'Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde o gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de tan-dır/tennûr[39] kaynayıp kabarınca, her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de aile fertlerinden daha önce kendileri aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındakileri gemiye al. Zulmetmiş olanlar hakkında bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır. Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde, 'Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun!' de. Ve de ki: Ey Rabbim beni mübarek bir yere güvenli bir şekilde indir. Sen indirilmesi gereken yere indirenlerin en hayırlısısın.)[40] Bir başka yerde de şöyle denilmektedir: "Nihayet emrimiz gelip, su o tandırdan fışkırmaya başlayınca, Nuh'a şöyle dedik: 'Her hayvan türünden birer çift ile boğulmalarına hükmetmiş olduklarımız hariç aile fertlerini[41] ve iman edenleri gemiye yükle.' Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti. Nuh, kavminden iman edenlere dedi ki: 'Gemiye bininiz; o-nun yüzmesi de durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz rabbim, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.' Gemi, içinde onlar olduğu halde, dağlar gibi yükselen dalgalar üstünde seyrediyordu...[42] Tufan, kavmi tarafından reddedilen ve tebliğden alıkonulan Nuh'un (a.s.) mağlubiyetini belirterek Allah Teâlâ'dan yardım istemesi üzerine, bardaktan boşanırcasma yağan yağmurlar ve yanlan yeryüzünden fışkıran suların her yeri kaplamasıyla başlamıştı. Bu sırada Nuh (a.s.), verilen emirle gemiye bindi, kendisine verilen mükâfat olarak gemi, Allah'ın gözetiminde akıp gidiyordu: "Nihayet Nuh, rabbine şöyle duâ etmişti: 'Şüphesiz ki, ben mağlup oldum, bana yardım et!' Bunun üzerine, biz de, bardaktan boşanırcasma bir yağmur ile göğün kapılarım açıverdik. Yeryüzünü de yanp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir iş için, yerin ve göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh'u, çivilerle birbirine tutturulmuş tahtalardan yapılmış gemiye bindirdik. Kavmi tarafından inkâr edilen Nuh'a bir mükâfat olarak, o gemi gözetimimiz altında akıp gidiyordu. Biz, bu hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç düşünen var mı? Azabım ve uyarılarım nasılmış gördünüz mü? Muhakkak biz, bu Kur'ûn'ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?[43] I. Hz. Nuh (A.S.)'In Oğlu Ve Hanımı Da Boğulanlar Arasında Nuh'un (a.s.) oğullarından biri küfürde inat ederek, bir türlü Allah'a ve babasının peygamberliğine iman etmemişti. Tufanın başlangıcı esnasında Nuh (a.s.), bu oğlunu hatırladı, babalık şefkatiyle onu da gemiye çağırdı. Aklını başına toplayıp kâfirlerden ayrılarak kendilerine katılır ve boğulmaktan kurtulur ü-midiyle, ısrarla onu gemiye davet etti. Ancak oğlu bu hassas anda dahi ona kulak asmadı ve küfründe direndi. O, cereyan eden şeyleri, her zaman yaşanan normal tabîî afetlerden biri zannederek, gemiye binmeden de kurtulacağını sanıyordu. Kendisini kurtulması için gemiye çağıran babasına, dağa çıkarak boğulmaktan kurtulabileceğini söylemişti. Nuh (a.s.), kâfirlere takdir edilen bu cezadan kurtulmanın iman edip gemiye binmek dışında mümkün olmadığını söylediyse de, inadından vazgeçmedi ve bir süre sonra dalgalar, arasında boğulup gitti. Kur'ân-ı Kerim, baba oğul arasında geçen ibret dolu bu hâdiseyi şöyle anlatır: "Gemi, onlan dağ gibi dalgalar içinde yüzüp götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna, 'Yavrucuğum! Gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerle birlikte olma!' diye seslendi. Oğlu şöyle dedi: 'Bir dağa sığınırım, dağ beni sudan korur.' Nuh, 'Bugün Allah'ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.' dedi. Derken aralarına dalga giriverdi, o da boğulanlardan oldu.[44] Nuh (a.s.), boğulan bu oğlunu kurtarması için Allah Teâlâya yalvarırken, kendisine önceden aile fertlerini kurtaracağı va'dinde bulunduğunu hatırlatmıştı. Ancak Allah, kâfir olan bu oğlunun, kurtarmayı, vadettiği aile efradından olmadığını bildirdi. Ona sâdece kendisine iman edenlerin ailesinden sayılacağını; boğulan oğlunun ise, peygamberliğini inkâr ettiği için, bunun dışında kaldığını haber verdi. Mü'min bir kimse ile öz evlâdı da olsa bir kâfir arasında herhangi bir velayetin olmadığını, mücâdelenin onun ailesiyle diğer aileler arasında değil, iman edenlerle kâfirler arasında cereyan ettiğini hatırlattı. Nuh (a.s.)'m istediği şekilde yetişmeyen ve ona iman etmeyen oğlunun gayr-i sâlih bir amel sahibi olduğunu ve bu bakımdan aile dışı sayıldığını bildirdi. Ayrıca, mâhiyetini bilmediği bir şeyi kendisinden istemekle câhillerden olmaması hususunda onu uyardı. Bunun üzerine, Nuh {a.s.}, işlediği bu hatâdan tevbe ederek Allah'ın rahmetine iltica etti. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nuh (a.s.)'m duası ve Yüce Allah'ın verdiği cevabı şöyle aktarmaktadır: "Nuh, rabbine dua edip şöyle dedi: 'Ey Rabbim! Elbette oğlum benim, ailemdendir. Senin va'din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkim'tin.' Allah da şöyle buyurdu: 'Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Çı'inkü o3 sâlih olmayan bir amel sahibi idi. O halde, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Seni câhillerden olmaktan men ederim! ' Nuh, 'Ey Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer bağışlamaz ve merhamet etmez isen, ziyana uğrayanlardan olurum.' dedi[45] Hz. Nuh (a.s.)'m küfürde inat eden karısı da, boğulanlar arasındaydı. Çünkü o da, Hz. Lût (a.s.)'m karısı gibi, kocasının peygamberliğini kabul etmemişti. Bu iki kadın, peygamber hanımı olsalar da, kocalarına iman etmedikleri için kâfirlerle birlikte azaba çarptırıldı. Peygamber hanımı olmaları, küfürleri yüzünden onlara hiç bir kazanç sağlamadı. Hz. Nuh (a.s.)'m boğulan oğlunun ve bu iki kadının durumu, akrabalığın iman etmeye yeterli olmadığı ve inanmadıkça bu yakınlığın hiç bir yararının söz konusu olamayacağı gerçeğini açıkça ortaya koymaktadır. Onların bu durumu, son derece dikkat çekici bir ibret tablosudur. Zira onlar, dünya ve âhiret saadetini kazanmaya çok müsait bir mevkide bulunuyorlardı. Bir peygamberin hanımı veya oğlu olmak, onu en yakından tanımayı ve o mükemmel insana inanmayı şüphesiz kolaylaştırıyordu. Ancak buna rağmen bu üç insan, İbrahim'in (a.s.) babası gibi küfür üzere kaldılar. İnsan kâfir olunca, iyi kişilere hattâ peygamberlere yakınlığı, Allah'ın azabından kurtulması hususunda hiç bir fayda sağlamaz. Akrabalık acı sonucu değiştirmez. Bu husus, Kur'ân-ı Kerim'de, çok açık bir şekilde vurgulanmaktadır: "Allah, kâfirlere, Nuh'un kansı ile Lüt'un karısını bir misal yapmıştır, O ikisi, kullarımızdan birer sâlih kulun nikahlan altında oldukları halde, kocalarına hainlik ettiler. îşte bu yüzden, bu iki peygamber, Allah tarafından kanlarının başına inen azaba engel olamadı. O iki kadına şöyle denildi: Diğer İnkarcılarla beraber siz de Cehenneme girin![46] Bu örneklerden anlaşıldığı gibi, asıl olan imandır. İmanın olmadığı yerde akrabalığın bir faydası kalmaz. Küfür akrabalık ilişkilerini büyük ölçüde koparır; dostluk ve sevgiyi ortadan kaldırır. Bu gerçek, mü'minlerin iman etmeyen anne, baba ve kardeşlerine karşı dostluk beslemelerinin yasaklanmasında da görülmektedir: "Ey iman edenler! Eğer küfrü tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Kim onlan dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.[47] "Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiç bir kavmin, Allah'a ve peygamberine düşman olan kimselere, onlar babalan, oğullan, kardeşleri veya akrabalan da olsa, sevgi beslediğini göremezsin, îşte Allah, bunlann kalplerine imanı yerleştirmiş ve onlan kattn-dan bir nur ile desteklemiştir.[48] İ. Tufanın Sona Ermesi Nuh tufanı, dünya tarihinde benzeri görülmeyen büyük bir felâket olmuştur. Rivayete göre 40 gün devam eden şiddetli yağmurlar ve yerden fışkıran sular her yeri kaplayınca kâfirlerin tamamı boğulmuş; sâdece Nuh'un (a.s.) gemisine binen mü'minler ve gemiye alman diğer canlılar kurtulmuştur. Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte kurtulan mü'minlerin sayısı hakkında, kaynaklarda farklı rakamlar zikredilmekte, bu rakamlar, 7 ilâ 80 arasında değişmektedir.[49] Bütün kâfirlerin boğulmasından sonra, Allah Teâlâ, yeryüzüne suyunu yutmasını, göğe de yağmuru kesmesini emretmişti. Bu emir üzerine sular çekilirken gemi Cüdî dağı üzerinde durup karar kıldı: "Ey arz suyunu yut ve ey gök yağmuru tut! denildi. Su çekildi ve is bitirildi. Gemi de Cüdî dağı üzerinde karar kıldı ve 'zâlimler helak olsun!' denildi."[50] Yeryüzünü kaplayan sular çekilince Yüce Allah, Nuh (a.s.)'a hitap ederek artık gemiden inmelerini emretti. O ve beraberindekiler gemiden indiler. Bir rivayete göre gemi, Recep ayının ilk günü hareket etmiş, 6 ay yüzdükten sonra 10 Muharrem Âşûrâ günü demirlemiştir. Hz. Nuh (a.s.) ve ashabı geminin demirlediği gün oruç tutmuşlardır.[51] Nuh tufanından sonra, yeryüzünde insan olarak sâdece gemidekiler kalmıştı. Dolayısıyla bu olaydan itibaren insan nesli, Hz. Nuh ve onunla birlikte gemiye binenlerin soyundan devam etmiştir. Kur'ân-ı Kerim, bu hususu şöyle tespit etmektedir: "Andolsun, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz, onun duasına ne güzel cevap vermiştik; kendisini ve ailesini büyük felâketten kurtardık. Biz, yalnız Nuh'un soyunu kalıcılar kıldık. Sonradan gelenler için ona iyi bir ün bıraktık. Alemler içinde Nuh'a selâm olsun! İşte biz, doğrulan böyle mükafatlandırırız. Zîra o, bizim inanmış kullarımızdan idi. Sonra ötekileri suda boğduk.[52] Tufandan sonra insan neslinin, gemiye binenlerin soyundan devam ettiği hususunda görüş birliği vardır. Ancak Nuh (a.s.)'m gemideki üç oğlunun soylarının devam ettiği kesin olarak bilindiği halde, onlarla birlikte gemiye binen ve tufandan kurtulan diğer mü'minlerin soylarının devam edip etmediği hususunda ihtilâf vardır. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, sâdece Hz. Nuh (a.s.)'m soyu devam etmiştir, dolayısıyla yeryüzündeki insanların tümü, onun soyundandır; insan nesli, onun üç oğlu Sâm, Hâin ve Yâfes'in nesilleriyle devam etmiştir.[53] Bu rivayetin Tevrat'ta verilen bilgilere dayandığı görülmektedir. Çünkü orada Nuh (a.s.) ile birlikte gemiye binen ve tufandan kurtulanların, Nuh (a.s.)'ın hanımı, üç oğlu ve onların hanımlarından İbaret olduğu ve dolayısıyla insan soyunun onlardan devanı ettigi bildirilmektedir.[54] Müfessirlerin ekseriyeti, Tevrat'ta yer alan onların dışındaki tüm insanların evlât bırakmadan helak olduğu, dünyada sâdece Nuh (a.s.) ve zürriyetînin kaldığı şeklindeki bu görüşü benimsemiştir. Ancak Kur'ân-ı Kerim, Tevrat'tan farklı olarak kurtulanlar arasında sayıları az da olsa Nuh (a.s.)'a iman etmiş diğer mü' minlerin bulunduğunu haber vermektedir. Ayrıca Hz. Nuh (a.s.)' m ailesinden olmayan bu insanların nesillerinin devam ettiği şeklinde anlaşılabilecek ifadeler de kullanmaktadır. Bâzı müfes-sirler, bu bilgilere dayanarak, Tevrat'a dayanan meşhur görüşe karşı çıkmışlar, gemideki diğer mü'minlerin nesillerinin de devam ettiği neticesine ulaşmışlardır. Bu kanâatte olan Mevdûdî, insan neslinin Hz. Nuh {a.s.)'m üç oğlundan devam ettiği şeklindeki yanlışın Tevrat'tan kaynaklandığına işaretten sonra, onlarla birlikte gemiye binen diğer insanların nesillerinin de devam ettiğine delil olarak şu iki âyeti gösterir:[55] "Ey İsrailoğullanl Siz, Nuh ile birlikte gemide taşıdığımız insanların soyundansımz. Nuh'u rehber edinin; çünkü o, çok şükreden bir kul idi.[56] "İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerdir. Bu peygamberler, Âdem'in ve Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın soyundan İbrahim ve ismail'in neslinden ve hidâyete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir...[57] Aynı görüşü paylaşan Elmalılı ise, kanâatini şöyle açıklamaktadır: "Gemide bulunan diğer mü'minlerin hepsi nesil bırakmadan vefat etti, denilmişse de, biz bunu, Hûd suresinin 48. âyetine uygun bulmuyoruz ki, bu âyette şöyle buyurulmaktadır: "Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle birlikte olanlara bizden selâm ve bereketle gemiden in! Fakat ileride kendilerini bir çok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler olacaktır." Çünkü, âyette geçen 'seninle birlikte olanlar' ifadesiyle, aynı surenin 40. âyetindeki 'onunla beraber iman edenler pek azdı.' diye belirtilen az kişilerin kasdedilmiş olduğu açıktır. O halde, buradaki tahsisin, gemidekilere değil, boğulanlara nispetle olması daha uygundur. Bununla birlikte denilebilir ki, gemidekile-rin nesli, tağlib yoluyla, onun zürriyeti hükmünde tutulmuş, bakî kalanlar, onun zürriyeti sayılmış, Nuh (a.s.)'a 'İkinci Âdem' denilmiştir.[58] K. Tufanın Kapladığı Alan Kur'ân-ı Kerim'deki atıflar ve Tevrat'taki bilgilerden, Hz. Nuh (a.s.) ve kavminin Irak'ta Musul dolaylarında yaşadığı anlaşılmaktadır. Kur'ân'da, tufanın sâdece Nuh kavmini kaplayıp suda boğarak helak ettiği ifade edilmiş; ancak tufanın yalnızca bu kavmin yaşadığı bölgeyi mi, yoksa bütün yeryüzünü mü kapladığı açıklanmamıştır. Bununla birlikte kapladığı alan açıklanmasa da, Kur'ân-ı Kerim'de verilen bilgilerden, tufanın sâdece Nuh kavmini ilgilendirdiği ve dolayısıyla bölgesel olduğu neticesini çıkarmak mümkündür. Diğer yandan tufanın Dicle ve Fırat havzasını kapladığı şeklindeki bilgiler, arkeolojik kalıntılar ve jeolojik delillerle de te'yid edilmiş bulunmaktadır. Mezopotamya ovasının önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak'ta yapılan arkeolojik araştırmalar, Sümer ve Akad'm korkunç sel felâketine mâruz kaldıklarını ortaya çıkarmıştır. Leonard Woolley, 1927-1929 yılları arasında Ur şehrindeki bir mezarlıkta yaptığı araştırmalarda, büyük bir sel tarafından getirildiği anlaşılan ve mevcut medeniyeti bütünüyle sona erdiren 2,5 metre kalınlığında bir çamur tabakası keşfetmiştir.[59] Erich Schmidt 1920-1930 yılları arasında Güney Mezopotamya'nın tarihi kentlerinden Şuruppak' ta yaptığı kazılarda bu şehirde milâttan önce 2900-3000 yılları civarında büyük bir sel felâketinin yaşandığı neticesine ulaşmıştır. Tufan izlerini taşıyan bir başka şehir ise, Sümerlüer'in Kiş şehridir. Sümer kayıtlarında bu şehir, "Büyük Tüfan'dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti" olarak nitelendirilmiştir. Uruk kentinde de, diğerlerinde olduğu gibi, milâttan önce 290ü-3000 civarına tarihlenen bir sel tabakasına rastlanmıştır.[60] Tevrat'ta ise, bunun zıddına, tufanın bütün yeryüzünü kapladığı bildirilmiştir.[61] önce geçtiği gibi Kur'ân-ı Kerim'de, insan ırkının tufandan sonra Hz. Nuh (a.s.) ve beraberindekilerin neslinden devam ettikleri belirtilmiştir. Böyle olunca, tufanın bütün dünyayı kaplamasına gerek kalmamaktadır. Çünkü bu ilâhî azabın muhatabı Nuh kavmi müşrikleridir. Yeryüzünün başka bölgelerinde de insanların bulunduğunu var saydığımız takdirde, diğer kesimlerindeki bu insanların, Nuh kavminin suçu sebebiyle boğulduğunu düşünmek gerekir ki, bunun imkânsızlığı açıktır. Tufandan sonra yeryüzünde gemidekilerin dışında hiç bir insanın kalmadığı hususu kesin olduğuna göre, demek ki, tarihin o döneminde insanlar, yeryüzünün yalnızca bu bölgesinde yaşıyorlardı; daha sonraki asırlarda diğer kıtalara dağıldılar. Dicle ve Fırat vadisinin halkı, tufandan sonraki dönemlerde, 12 levha üzerine tufan kıssasını yazmışlar ve bu levhalarda, bölge halkının tamamına yakınının boğulduğunu; ancak bir gemi yapıp içine binen, aile fertlerini ve bâzı hayvan ve böcekleri de gemiye alan sâlih bir kişinin, gemidekilerle birlikte kurtulduğunu, artık yeryüzünü onların imar ettiğini belirtmişlerdir.[62] Tarih itibariyle Kitab-ı Mukaddes'ten çok daha eski olan bu kitâbeler-deki bilgiler, Kur'ân'm verdiği bilgilere uymaktadır. İnsanların başına gelen felâketler hakkında aktarılan rivayetlerin en yaygın olanı, tufan rivayetleridir. Sümer, Akad, Bâbil, Asur, Yunan, Mısır, Hind ve Çin edebiyatlarında Hz. Nuh'un kıssasına benzer rivayetler mevcuttur. Aynı şekilde, Burma, Malaya, Doğu Hint adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile Amerika'nın bâzı bölgelerinde anlatılmakta olan bâzı rivayetler de bu kıssaya benzemektedir. Bu rivayetlerin çoğunda tufan, Yüce kudret'in öfkesine sebep teşkil eden bir günaha bağlanmaktadır.[63] Bütün bunlar, o dönemde yerleşik dünyanın Musul ve civarından ibaret olduğunu göstermektedir. Buradan dağılan insanlar, aradan asırların geçmesiyle tufan olayının gerçek hikâyesini unutmuş olsalar da, bu hikâye onların tasavvurlarıyla karışmış olarak nesilden nesile aktarılmış bulunmaktadır.[64] Ancak Mecûsîler, ekseriyetle Nuh tufanının vuku bulduğunu kabul etmemişlerdir. Onlar, Ciyumirt adını verdikleri Â-dem'den itibaren, saltanatın kendilerinde olduğunu iddia ederler. Onlardan bâzıları, tufanı kabul etmekle birlikte, tufanın sâdece Babil şehri ve civarında vuku bulduğunu ve Şark'ta olan Ciyumirt ve kavminin bundan etkilenmediğini ileri sürmüşlerdir.[65] L. Hz. Nuh (A.S.)'In Yaşı, Tufandan Sonraki Hayatı Ve Vefatı Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Nuh (a.s.)'m yaşıyla ilgili olarak şöyle denilmektedir: "Andolsun ki. biz, Nuh'u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuzyüzelli yıl onların arasında kaldı. Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayiverdi. Fakat biz, onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık"[66] Görüldüğü gibi âyette Hz. Nuh (a.s.)'m 950 yıl kavmiyle birlikte olduğu belirtilmiş; ancak bu sürenin onun bütün Ömrünü, veya peygamberlik süresinin tamamını ya da tufana kadar olan safhasını içine aldığına işaret edilmemiştir. Dolayısıyla tarihçiler bu süre hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Meselâ, İbn Abbas, kendisinden aktarılan bir rivayette, bu rakamı onun bütün ömrü olarak kabul etmiştir. Buna göre o, 40 yaşında peygamberlik görevine getirilmiş, 890 yaşında iken tufan meydana gelmiş ve bundan sonra 60 yıl daha yaşamıştır. İbn Kesir gibi, bu süreyi sadece tufan öncesi peygamberlik müddeti olarak düşünenlere göre ise, Hz. Nuh (a.s.)'m yaşı bu rakamdan çok fazladır. Çünkü o, peygamberlik öncesi yaşadığı 40 yıl yanında, tufandan sonra da uzun süre hayatta kalmış ve peygamberlik görevini devam ettirmiştir.[67] Hz. Nuh (a.s.)'m ömrü gibi kavminin ömürlerinin de uzun olduğu kuvvetle muhtemeldir. O asırlarda insanların azlığına karşılık ömürlerinin uzun olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Rasülullah (s.a.v.), bir hadislerinde, insanların ömürlerinin zamanla kısaldığına işaret etmişlerdir.[68] Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde Hz. Nuh (a.s.)'m tufandan sonraki hayatı ve vefatı hakkında bilgi verilmemiştir. Dolayısıyla bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün değildir. Kabrinin bulunduğu yer hakkında da kesin bilgi yoktur. Ancak bâzı merkezlerde ona ait olduğuna inanılan kabirler mevcuttur. Taberî ve Ezrakî'nin naklettiği bir rivayete göre, onun kabri Mekke'de Mescid-i Haram'dadır. İbn Kesir, bu konuda nakledilen rivayetlerin en sahihi kaydıyla aktardığı bu haberin ardından, onun kabrinin Belkâ'daki yerleşim merkezlerinden Kerek'te bulunduğunu ve bu merkezde onun adına bir cami yapıldığını bildiren bir haber daha aktarır.[69] Yakut ise, bir yerde, Ceziretü İbn Ömer/Cizre ile Semânın köyü arasında kalan Bâsûrîn civarındaki Deyru Abûn manastırı rahiplerinin, Hz. Nuh (a.s.)'ın kabrinin bu manastırda olduğunu iddia ettiklerini, [70] bir yerde de, meşhur Kerek şehrinden başka Baalbek yakınında büyük bir köy olan Kerek ve civarı halkının oradaki uzun bir kabrin Hz. Nuh'a ait olduğuna inandıklarını söyler.[71] Meşhur Seyyah İbn Battüta'nın Beyrut'tan sonra ziyaret ettiğini söylediği Kerek Nuh burası olmalıdır.[72] Ancak o, orada Hz. Nuh (a.s.)'a ait bir mezarın bulunduğundan sözetmemiştir. Necefte gördüğü üç büyük kabirden bahsederken ise, halkın bu kabirlerin Hz. Nuh (a.s.), Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Ali (a.s.)'e ait olduğuna inandığını belirtmiştir.[73] M. Hz. Nuh (A.S.)'In Güzel Ahlâkı Ve Kıssasından İbretler Nuh (a.s.), kalbî, kavlî ve amelî itaatlerin tamamını içine alan şükretme[74] sıfatıyla meşhurdur. Nitekim Yüce Allah, onu çok şükreden bir kul olarak tavsif etmiştir: "Ey İsrailoğullarıl Siz, Nuh'la birlikte gemide taşıdığımız insanların soyandansınız. Nuh'u, kendinize rehber edinin. Çünkü Nuh, çok şükreden bir kul idi.[75] Nuh (a.s.), aynı zamanda sabır ve tahammülün zirvesini temsil ediyordu; inancı yüzünden başına gelen her türlü sıkıntıya asırlar boyu sabretti ve karşılaştığı bütün zorluklara rağmen tebliğ faaliyetini aksatmadan devam ettirdi. Büyük sabır ve tahammül sahibi/ülül-azm beş peygamberin zaman itibariyle birincisi ve kendisinden sonraki peygamberler ve ümmetleri için sabır örneği oldu. Nitekim Allah Teâlâ, Hüd suresinde Hz. Nuh kıssasının sonunda, Peygamberimiz Hz. Muhammed'e ( s.a.v.) hitap ederek, ne kendisinin ne de kavminin önceden bilmediği bu kıssanın vahiy yoluyla bildirdiği gayb haberlerinden olduğunu hatırlatmış ve ona Nuh (a.s.) gibi sabretmesini tavsiye ederek, zaferin takva sahiplerinin olacağını müjdelemiştir: "İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce bunları ne sen biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret! Şüphe yok ki, sonunda kazanacak olanlar takva sahipleridir."[76] Nuh (a.s.), mü'minlerinin azlığına, onların da çoğunun fakir ve zayıf kimselerden olmasına ve kendilerine her türlü kötülüğün yapılmasına rağmen, hiç bir zaman Allah'ın yardımından ümidini kesmemişti. Aksine davetini yürütmek uğrunda elinden geleni yaparak sonucu Yüce Allah'a havale edip inkarcılara karşı yalnızca O'ndan yardım istedi ve sonunda muradına erdi. O ve az sayıdaki ashabı kurtulurken, kendilerini dünyanın yegane hakimi sayan gurur ve kibir sahibi çoğunluk, başlarına gelen tufan sebebiyle tarihin en Önemli ibret sayfalarından birini oluşturdu. Bundan sonra da hep öyle olacaktı: "Daha önce Nuh da dua etmiş, Biz onun duasını kabul etmiştik. Böylece onu ve yakınlarını büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Onu, âyetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk. Gerçekten onlar, fena bir kavim idi; bu yüzden de topunu birden suya gömdük. "[77] Allah Teâlâ'nın iman eden ve salih amel işleyenlere yeryüzünde zafer va'di ve onları Nuh (a.s.) ve ashabı gibi mutlu sona ulaştırması gerçeği başka bir âyette de şöyle dile getirilmiştir: "Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle va'detmiştir ki, onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hâkim kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından bir güvene eriştirecektir."[78] Nuh Tufanı, Cenab-ı Hakk'ın yüce kudretinin işaretlerinden ve kâfirleri cezalandırdığı azapların en şiddetlilerinden olması itibariyle de, insanlık için önemli bir ibret levhâsıdır. Peygamberlerini yalanlayan ve onlara her türlü kötülüğü yapan zâlimlerin ne şekilde ilâhî azaba çarptırıldığını gösteren ilk örnektir: "Nuh kavmini de, peygamberlerini yalanladıkları zaman boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret yaptık. Biz, zâlimlere çok acıklı bir azap hazırladık.[79] "Su taştığı vakit, sizi gemide biz taşıdık; onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve belleyici kulaklar onu bellesin diye yaptık."[80] [1] Bu konudaki hadisler İçin bkz. İbn Kesir, el-Bidâye, I, 100. [2] Hz. Nuh (a.s.)'ın isminin geçtiği sure ve âyet numaraları şöyledir: Âl-i Imrân sûresi, 3/33; Nisa sûresi, 4/163; En'am sûresi, 6/84; A'râf sûresi, 7/59, 69; Tevbe sûresi, 9/70; Yunus sûresi, 10/71; Hûd sûresi, 11/25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; İbrahim sûresi, 14/9; İsrâ süresi, 17/3, 17; Meryem sûresi, 19/58; Enbiya sûresi, 21/76; Hac süresi, 22/42; Mü'minûn süresi, 23/23; Furkan süresi, 25/37; Şuarâ sûresi, 26/105, 106, 116; Ankebüt sûresi, 29/14; Ahzâb sûresi, 33/7; Saffât süresi, 37/75, 79; Sâd sûresi, 38/12; Mü'min sûresi, 40/5, 31;Şûrâ süresi, 42/13; Kâf sûresi, 50/12; Zâriyât süresi, 51/46; Necm sûresi, 53/52; Kamer sûresi, 54/9; Hadîd sûresi, 57/26; Tahrim sûresi, 66/10; Nuh sûresi, 71/1, 21, 26. [3] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 112. [4] Nuh sûresi, 71/23 [5] İbn Sa'd, I, 42; Taberî, Tarih, i, 90; İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, I, 91. [6] Buharı, Tefsir, 71. Buhârî'nin aynı yerde naklettiği bir rivayete göre, Nuh kavminin taptığı bu putlar, daha sonraları Câhiliyye Arapları tarafından da ilah kabui edilmiştir. Benî Kelb'in putu olan Vedd, Dûmetül-cendel'de bulunuyordu Suvâ' ise Benî Hüzeyi'in putu idi. Benî Murâd ve Benî Gutayfa ait olan Yeğûs, Sebe yakınında Cevf'te dikiliydi. Yeûk putu Benî Hemdan'a, Nesr İse Himyerîler'e ait idi. [7] Îbnül-Esir, I, 68. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 113-114. [8] îbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, I, 84. Buhâri'nin Ebu Hureyre'den naklettiği şefaat hadisinde, Hz. Nuh,*ilk rasüi olarak tanıtılmaktadır. Rasülullah (s.a.v.), bu hadisinde şöyle buyurmuştur: "(Kıyamet gününde) insanlar, Âdem'e gelirler ve şöyle derler: 'Ey Âdem! Sen beşeriyetin atasısın, Allah seni kendi eliyle yaratmış, sana kendi ruhundan üfle-miş, meleklere sana secde etmelerini emredince onlar sana secde etmişler ve sonra seni Cennette iskan etmiştir. Bizim için rabbine şefaatte bulunmaz mısın? Başımı za geleni, içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?' Bunun üzerine Âdem şöyle der: 'Rabbim bir ağaca yaklaşmamı yasaklamışken O'na âsi oldum, bu yüzden daha önce ve sonra hiç kızmadığı derecede bana kızdı ve öfkelendi Benim i-şim bana kâfidir, siz başkasına gidiniz, Nuh'a gidiniz.' Onun etrafında toplananlar, bu defa Hz. Nuh'un yanına giderler ve şöyle derler: 'Ey Nuh! Sen dünyaya gönderilmiş ilk rasülsün, Allah seni şükreden bir kul olarak tanıtmıştır, içinde bulunduğumuz durumu, başımıza gelen sıkıntıyı görmüyor musun? Bizim bağışlanmamız için rabbin nezdinde şefaatta bulunmaz mısın?'..." Hz. Nuh'un kendisine gelenleri Hz. Muhammed'e {sav.) göndermesi, onun şefaat etmesi ve şefaatinin kabul edilmesi şeklinde devam eden hadisin tamamı için bkz. Buhârî, Enbiyâ, 3. [9] Kurân-ı Kerim'de Hz. Nuh'un yaşı hakkında şöyle denilmektedir: "Andolsun ki, biz, Nuh'u kendi kavmine gönderdik de, O, dokuzyüzelli yıl onların arasında kaldı. Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yaka-layıverdi. Fakat biz, Onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yaptık." (Ankebut sûresi, 29/ 14-15). Ayette belirtilen 950 yıllık süreyi, peygamber olarak görevlendirilişinden tufana kadar geçen müddet olarak düşünenler de vardır. Bu takdirde, Hz. Nuh (a.s.), 950 yıldan fazla peygamberlik yapmış olmaktadır (bkz. İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, I, 117; Mevdûdi, Tefhim, IV, 235). Hz. Nuh'un yaşı hakkında daha sonra bilgi verilecektir (bkz. s. 126-128). [10] Hûd sûresi, 11/25-26. [11] Nuh süresi, 71/1-4. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 114-116. [12] Sebe' suresi, 34/34-35 [13] A'râf sûresi, 7/66. [14] Araf suresi, 7/75-76. [15] Îbnül-Esir, I, 68. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 116-118. [16] Zuhruf sûresi, 43/22-25. [17] Mü'minûn sûresi, 23/23- 25. [18] Hûd sûresi, 11/27. [19] A'raf süresi, 7/59-63. [20] Bu âyet, bilindiği kadarıyla, dini kabul hususunda bir zorlamanın olmadığım ve istemeyen kimselerin zorla dine sokulamayacağını gösteren ilk delil olmaktadır. [21] Hûd sûresi, 11/28-31. Bu âyetlerin indiği günlerde Rasülullah (s.a.v.) ile Kureyş eşrafı arasında da aynı şeyler yaşanıyordu. Mekke ileri gelenleri, aynı duygu ve düşünceleri taşıyorlardı. Onlar da, Peygamberimiz (s.a.v)'e zayıf ve fakir müsSûmanları yanından kovmasını teklif ediyorlar, hattâ İçlerinden bâzıları, onları kovduğu takdirde kendileri ve yandaşlarının müsîüman olacaklarını söylüyorlardı. Rivayete göre, bir defasında, Rasülullah (s.a.v), Selmân-i Fârisî ve bir grup fakir müsîüman ile beraber otururken, kabile liderlerinden Uyeyne b. Hısn yanlarına gelmişti. Selman'm üzerinde yünden bir aba vardı ve onun içinde terlemişti. Uyeyne, Rasülullah (s.a.v)'e şöyle dedi; "Bunların kokusu seni rahatsız etmiyor mu? Biz Mudar boyunun liderleriyiz. Biz müsîüman olursak herkes müsîüman olur. Bizi sana inanmak ve senin peşinde gitmekten, işte bunlar alıkoyuyor. Onlan yanından kov ki, sana uyalım. Ya da, bize başka, onlara başka meclis tahsis et." Rivayete göre Rasülullah (s.a.v.) onun teklifini mâkul buiur bir eğilime girince, Kehf sûresinin 28. âyeti nazil oldu ve bu hususta şöyle uyarıldı: "Ey Muhammedi Rabierinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibâdet eden (zayıf ve fakir) müslümanlarla birlikte candan sebat et. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularının kulu kölesi olmuş, işi gücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma!" Başka bir defa da, Rasülullah'a gelen Kureyş büyükleri, fakir mü'minlerin yanlarından uzaklaştırılmasını istemişlerdi. Onların İman etmesini arzu eden Rasülulİah (sa.v.), bu teklifi kabule meyledince şöyle uyarıldı: "Rabierinin rızasını İsteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorumluluk yoktur ki onları kovup zâlimlerden olasın." (En'am sûresi, 6/ 52) Yine aynı günlerde Peygamberimiz, Kureyş ileri gelenlerine İslâmı anlatmaya çalışıyordu. Tam bu sırada âmâ bir mûslüman olan Abdullah b. Ümmü Mektum yanlarına geldi ve ona bâzı meseleleri sormak istedi. Fakat muhataplarını gücendirmek istemeyen Rasülullah (s.a.v), onunla İlgilenmemiş, hattâ ısrarından dolayı biraz da yüzünü ekşitmişti. İşte bu yüzden Allah tarafından şöyle ikaz edildi: "Peygamber âmânın kendisine gelmesinden dolayı yüzünü ekşitti ve geri döndü. (Rasülüm! onun halini) sana kim bildirdi?! Belki o temizlenecek, yahut öğüt a-lacak da Öğüt ona fayda verecek. Kendini sana muhtaç görmeyene gelince, ki sen ona yöneliyorsun. Oysa onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin." (A-bese sûresi, 80/1-7). [22] Şuarâ süresi, 26/105-115. [23] Hûd sûresi, 11/32-34. [24] Nuh sûresi, 71/5-Î2. [25] Hûd sûresi, 11/52. [26] Nuh sûresi. 71/13-20. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 118-126. [27] Kamer süresi, 54/9. [28] Şuarâ sûresi, 26/116. [29] Yûnus sûresi, 10/71-72. [30] Yusuf süresi, 12/101. [31] Nemi sûresi, 27/44. [32] Buhari, Enbiya, 48. Bu hususta daha geniş bilgi için bkz. s. 52-57. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 126-128. [33] Nuh sûresi, 71/21-24. [34] Şuarâ sûresi, 26/118-119. [35] Nuh sûresi, 71/26-28. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 128-129. [36] Taberî, Tarih, I, 91. [37] Hûd süresi, 11/36-39. [38] Hz. Nuh ve Tufan hakkında aktarılan ve büyük kısmının uydurma olduğu anlaşılan İsrâİlî rivayetlerin bir değerlendirmesi hakkında bkz. Aydemir, Peygamberler, 47-55. Bu konudaki rivayetler için ayrıca bkz. Taberî, Tarih, I, 91-92; İbn Kesir, Kasasul-enbiyd, I, 100-101. [39] Müfessirler, âyette geçen ve fırın, tandır, yeryüzü ve su kaynağı mânâlarına gelen "tennur" kelimesi hakkında muhtelif görüşler belirtmişlerdir. Bu görüşlerden meşhurları şöyledir: 1. Müfessİrlerin çoğu, tennûr'un bir ocak, bir fınn olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak onlar, bu ocağın kime ait olduğu, nerede bulunduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüş mensuplarına göre, sular, suyun kazanda kaynaması şeklinde fırından kaynayıp fışkırmaya başlamıştır. Mevdüdî, kelime nin başındaki harf-i ta'rifi/belirlilik takısını dikkate alarak, bu fırının tufanı başlatmak üzere modeli Allah tarafından belirlenmiş özel bir fınn olduğunu ve emir gelir gelmez suyu kaynatmaya başladığını söylemiştir {Tefhim, II, 394). 2. Âyette geçen tennûr, yeryüzüdür. Yani yeryüzünün çeşitli yerlerinden ateş mahalli, fırın demek olan tennurlar ortaya çıkmıştır. İbn Kesir bu görüştedir {Kasasu'l-enbiyâ, I, 101). 3. Tenııur, burada yeryüzünün yüksek mevkileri demektir. Harikulade bir olay olarak oralara bile sular fışkırmıştır. 4. Âyette geçen "Fare't-tennûr" İbaresi, şafak attı, tanyeri ağardı, sabah oldu mânâsına gelir. Bu görüş, Hz. Ali'den nakledilen bir rivayete dayandırılmıştır. 5. Bu tâbir, iş kızıştı, şiddetlendi mânâsına kullanılmıştır. 6. Hasen-i Basrî'den nakledilen rivayete göre ise, tennûr gemide suyun toplandığı yer demektir. Bu görüşleri aktaran ElmaUlı, âyetteki feveran tâbirinin mânâsının şiddetli bir şekilde kaynamak ve fışkırmak olduğuna işaret etmiş, buradan geminin buharla çalışan bir gemi olabileceği ihtimali üzerinde durarak şu yorumu yapmıştır: "Görülüyor ki, müfessirlerin rivayetlerinin bâzı noktaları, arzettiğimiz bu mânâya değinir bir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir. Rivâyetlerdeki bu ayrıntılar da görüldükten sonra, biz şimdi hakkıyla diyebiliriz ki, tennürun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel değildir. Müfessirlerin ekseriyetinin tennûr'un ocak olduğu hakkındaki rivâyetiyle bu yorum arasında çelişki de yoktur. Harf-i ta'rif ile "et-tennûr" buyurulması, bunun gemiye ait bir ocak olduğuna açıkça işaret eder. Aynı zamanda Hz. Nuh (a.s.)'a ait bir tennûr olması da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir mûcizesidir... (Lügat bakımından) tennürun feveranı, gemideki yapım i-şinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de başlangıcı ve şartı olarak gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde bulundurulursa, tennürun feveranının, gemiyi harekete geçiren kuvveti ifâde ettiği anlaşılır... Âyetin bu zahirine karşı, 'o zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?' gibi vehim ifade eden bir İki soru akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların oiduğu bile tarihî misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh (a.s,), gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya Allah'ın vahyi ve yine Onun gözetiminde yapmıştır..." (Bkz. Hak Dini, IV, 539-540). [40] Mü'minun süresi, 23/ 26-29 [41] Nuh'un (a.s.) yakınlarından helakine hüküm verilen iki kişi, karısı ile onun gibi iman etmeyen oğludur. Rivayetlerde, karısının adının Vâile, boğulan oğlunun a-dının ise Kenan olduğu bildirilmiştir. [42] Hûd sûresi, îl/40-42. [43] Kamer sûresi, 54/10-17. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 129-134. [44] Hûd süresi, 11/42-43. [45] Hud suresi, n/45-47. [46] Tahrim sûresi, 66/ÎO. Âyette geçen hainlikten maksat, âlimlerin büyük ekseriyetine göre, bu iki kadının kocalarının peygamberliğine iman etmemeleridir. Yoksa bu iki kadının kocalarını başka erkeklerle aldatmaları söz konusu değildir. Şöyle ki, Uz. Nuh (a.s.)'ın karısı, toplumun müşrik alaycılanyla birlikte, kocasıyla alay etmiş, onun mecnun olduğunu söylemiş ve yine onun bir takım sırlarını ifşa etmiştir. Hz. Lût (a.s.)'in karısının ihaneti ise, kocasına gelen misafirleri kafirlere ihbar etmesidir. Peygamber hanımlarından hiç birinin zina etmediği ve dolayısıyla bu iki kadının kocalarına ihanetlerinin de zina olmadığı bütün tefsirlerde beyan edilmiştir. Bu anlayışa göre, Cenab-ı Hak, kendisine elçi seçtiği peygamberlerinin evini bu çirkin fiilden korumuştur (geniş bilgi için bkz. Elmalılı, VIII, 167 vd.). Ancak sayıları az da olsa, bunun zıddına düşünen âlimler olmuştur (Bu konudaki görüşler için bkz. Neccâr, 54 vd.). [47] Tevbe sûresi, 9/23. [48] Mücâdele sûresi, 58/22. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 134-137. [49] Bu konudaki rivayetler için bkz. Taberî, Tarih, I, 95-96; Îbnül-Esir, I, 70; İbn Kuteybe, Maârif, 12. [50] Hûd sûresi, 11/44. İlk müfessirlerden Mücâhid, Cûdî aağınm, Cezire'de bir dağ olduğunu söylemiştir (Buharı, Enbiyâ, 3). Taberi, geminin Kardâ'da bulunan Cüdi dağına demirlediğini, gemide bulunan seksen kişinin o civarda seksen ev yaptığını, bu evlerden meydana gelen Semânîn köyünün onların sayısı olan seksen sayısından isimlendirildiğini ve bu köyün, kendisinin yaşadığı yıllarda (hicrî üçüncü asrın sonu-dördüncü asrın başı) aynı ismi taşıdığını söyler {Tarih, I, 96). Taberİ'nin bahsettiği Karda bölgesi, sonradan Cizre'nin kurulduğu yörenin adıdır. Mes'üdî de Cüdî dağının Bâsûrîn ile Cezİretü İbn Ömer (bugünkü Cizre) yakınında bir dağ olup, Dicle nehrine 8 fersah uzaklıkta bulunduğunu zikreder. Hz. Nuh ve beraberindeki 80 kişinin dağın eteğinde sayılarınca kurdukları Semâ-nîn/Seksenler adı verilen köyün, kitabını yazdığı günlere, yani hicri 332 yılına kadar aynı isimle bilindiğini söyler (Mürûcu'z-zeheb, I, 74). Bu arada, Buhâri, İbn Ebî Hatim, Abdürrezzak ve Taberî gibi muhaddis ve tarihçiler, Katâde'den, Cezire bölgesi fethedildiğinde, orduda bulunan bâzı sahabilerin Cûdî dağında geminin kalıntılarını gördüğüne dâir bir haber aktarmışlardır (Mevdüdî, Tefhim, IV, 237, VI, 51). 1229 yılında vefat etmiş olan meşhur tarihçi ve coğrafyacı Yakut el-Hamevî, meşhur eseri Mu'cemül'büldân'da, Tevrat'tan "harfiyyen Arapçaya tercüme ettiğini" söyleyerek şu bilgiyi aktarmıştır: "Tufan, Nuh'un Ömrünün 600. yılında, İkinci ayın onyedinci gününde vuku buldu. Yağmur 40 gün 40 gece sürdü. Sular, 150 gün boyunca yeryüzünde kaldı. Gemi, tufanın yedinci ayının onyedinci gününde Cüdî'ye demirledi..." [Mu'cemü'l-büîdân, Darül-fikr, Beyrut, II, 179). Süleyman Ateş, bu ifâdeyi, Yakut'un zamanında elde bulunan bâzı Tevrat nüshalarında dahi geminin Cûdi dağına demirlediğinin yazıldığına bir delil olarak değerlendirmiş, zamanla bu nüshanın kaybolma ihtimâline işaret etmiştir [Çağdaş Tefsir, IH, 361, IV, 311). Eski tarihler de, geminin oturduğu dağın Cûdî dağı olduğunu te'yid etmektedir. Mesela, M.Ö. üçüncü asrın ortalarında yaşamış olan Bâbil'in dînî lideri Berasus, Keldânüerle ilgili tarih kitabında, geminin Cûdî dağı üzerine demirlediğini söyler (Mevdûdî, Tefhim, II, 390). Aristo'nun talebelerinden Abydenus ise, bu rivayeti nakletmenin de ötesinde, bâzı Iraklılar'm, bu gemiden kalma parçalara sahip olduklarını, içine bu parçalan daldırdıkları suyun şifalı olduğuna inanarak, bu suyu hastalara içirdiklerini yazmıştır (Mevdûdî, Tefhim, II, 396; Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, IV, 384 ). Van gölünün kuzeyinden ziyâde güney ve güneybatısındaki yöreyi ifade eden "Yüksek memleket" anlamındaki "Urartu" kelimesinin Kitab-ı Mukaddes yazarlarınca yanlış seslendirilmesi sonucunda ortaya çıkan Ararat kelimesi (Tekvin, 8/4), hatalı yorumlanmış ve Nuh'un gemisinin demirlediği yer olarak Ağrı dağı gösterilmişse de, bu gerçeğe uygun görülmemektedir. Bu yanlışa işaret eden Hikmet Tanyu, gerek Cûdi dağının yapısının, gerekse konuyla ilgili tarihî bilgi ve rivayetlerin, Kurân-ı Kerim'de geminin üzerine oturduğu bildirilen Cudi dağının, Cizre bölgesindeki dağ olduğu kanâatini destekler mahiyette olduğunu belirtir ("Cudi Dağı", DÎA, VIII, 79-80). Diğer yandan Ağrı dağı, gemiden inenlerin barınıp hayatlarını sürdürmelerine müsait bir ortam olmadığı gibi, bu dağda Nuh'un gemisiyle ilgili yapılan yoğun araştırmalardan hiçbir olumlu netice alınamamıştır. Buna karşılık, 19701i yıllarda Cûdî dağına çıkan Alman araştırmacı Freideric Bender, bu dağda bulunan bâzı tahta parçalarının 6630 yıllık olduğunu tespit ederek, Nuh'un gemisinin kalıntılarını Ağrı dağında arayan Batı basınını CûdîVe yöneltmiştir (A. Yaşın, "Nuh'un Gemisi, Cûdî ve Cizre", Hz. Nuh'tan Günümüze Cizre Sempozyumu, İstanbul 1999, s.40}. [51] Ebu Hureyre'den gelen bir rivayete göre. Rasülullah (s.a.v.), hicretten sonra Medine'de Aşürâ günü oruç tutan bir grup Yahudi ile karşılaşmıştı. O gün oruç tutmalarının sebebini sorunca, Hz. Musa ve Benî İsrail'in Firavun ordularının önünden kaçtıkları sırada o günde boğulmaktan kurtulduklarını, yine Nuh'un gemisinin o gün Cûdî dağına demirlediğini; bu münasebetle Hz. Musa ve Hz. Nuh'un Allah'a şükür niyetiyle Aşûra günü oruç tuttuklarını söylediler. Bunun üzerine Rasülullah, "Ben Musa'ya onlardan daha yakınım, bu gün oruç tutmaya daha haklıyım." dedi, Aşûrâ günü oruç tuttu ve ashabına da oruç tutmalarını tavsiye etti (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 360). [52] Saffât sûresi, 37/75-82. [53] Taberi, Tarih, I, 97; Sâbûnî. Safvetü't-tefâsir, V, 255. [54] Tekvin, 6/18; 7/7,; 9/18-19. [55] Tefhim, II, 394. [56] îsrâ sûresi, 17/3. [57] Meryem sûresi, 19/18-24. [58] Hak Dini Kuran Dili, VI, 441. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 137-141. [59] Harman, Ö. F., "Kitâb-ı Mukaddes ve Diğer Dinlere Göre Hz. Nûh ve Tufan", Hz. Nuh'tan Günümüze Cizre Sempozyumu, İstanbul 1999, s. 14; Cavit Yalçın, Kavim-lerinHelâki, İstanbul 1995, 18-28. [60] Yalçın, 21. [61] Tekvin, 7/18-24. [62] Tabbâra, 85 (R. More'den naklen). [63] Çeşitli kültürlerdeki Tufan rivayetleri hakkında bkz. Harman, agm., 16-20 Yalçın, Kavimlerin Helaki, 24-28.. [64] Mevüdî, Tefhim, II, 396 [65] Taberî, Tarih, I, 97; tbnül-Esir, I, 73. Tufanı inkâr etmenin, ateşe tapan şeytanın tabileri Mecusilerin bîr inancı olduğunu ve bir safsatadan, ağır bîr küfür ve koyu bir cehaletten kaynaklandığını söyleyen İbn Kesir, eski Hindliler'in de tufanı kabul etmediklerini ilâve eder. Diğer milletlerde ve din ehlinde tufanın vuku bulduğu hususunun kesin kabul gördüğünü, tufanın tüm dünyayı kapladığını, Nuh'un duası istikâmetinde yeryüzünde hiç bir kâfir kalmadığını belirtir (Kasasul-enbiyâ, I, 114). Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 141-143. [66] Ankebut süresi, 29/14-15. [67] Bu konuda bkz., İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, I, 117; Mevdüdi, Tefhim, IV, 235- Bu hususta başka rivayetler de vardır Hatta onun toplam ömrünü 17001ü rakamların üstüne çıkaranlar olmuştur (Bu konudaki rivayetler için bkz. İbn Kuteybe, el-Maârif, 11; İbn Sa'd, I, 40-41; Taberî, Tarih, I, 90-91; İbnül-Esir, I, 68; İbn Kesir, Kasasu'l-enbiyâ, I, 84; Ömer A. Ömer, Ülü'l-azm mine'r-rusul, I, 57 vd.; Seyyid el-Vekü, I, 95). 950 rakamı Tevrat'ta da geçmekte ve orada, bu müddetin onun bütün ömrünü içine aldığı, Hz. Nuh'un tufan sırasında 600 yaşında olduğu (Tekvin, 7/6), tufandan sonra 350 yıl daha yaşadığı ve 950 yaşında öldüğü zikredilmektedir (Tekvin, 9/ 28-29). [68] Buharı, Enbiyâ, 1. [69] el-Bidâye, I, 120. Bir rivayette de, Kabe'de üçyüz peygamberin kabrinin bulunduğu, Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hüd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)'e ait kabirlerin Mültezem ile Mekam-ı İbrahim arasında kaldığı bildirilmiştir (Fâkihî, Ahbâru Mekke (nşr. Abdülmâlİk Abdullah Düheyş), Beyrut 1414, II, 291; ayrıca bkz. Hasen-İ Basıl, Fezâilü Mekke (nşr. Sami Mekkî el-Ânî), Kuveyt 1400, I, 20). [70] Mu'cemül'bûldân, Darül-fıkr, II, 496. [71] Mu'cemû'l-büldân II, 453. [72] Rıhle, I, 82. [73] Rıhle, I, 199. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 143-145. [74] ibn Kesir, Kasasu'l-enbiuâ, I, 115. [75] Isrâ sûresi, 17/3. [76] Hûd sûresi, 11/49. [77] Enbiyâ sûresi, 21/76-77. [78] Nur sûresi, 24/55. [79] Furkân sûresi, 25/37. Görüldüğü gibi, bu âyette, Nuh kavminin, sâdece kendi peygamberleri Nuh (a.s.)'ı değil, çoğul olarak "peygamberlerini yalanladıkları" belirtilmektedir. Bunun sebebi, kendilerine gönderilen peygamberi inkâr eden kavimlerin, aynı zamanda peygamberliği de inkâr etmeleri veya bir peygamberi yalanlayan toplumların aynı zincirin halkaları durumunda olan diğer peygamberleri de yalanlamış olmalarıdır. Çünkü peygamberlerin tamamına birden iman etmek gerekir. Bu bakımdan Âd, Semûd, Lut ve Eyke kavimleri için de, aynı şekilde "peygamberleri yalanladıkları" ifâdesi kullanılmaktadır: "Ad kavmi de gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Hûd, onlara şöyle demişti: Allah'tan korkmaz mısınız? " ( Şuam sûresi, 26/123-124). "Lut kavmi de gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Lut, onlara şöyle demişti: Allah'tan korkmaz mısınız?" (Şuara sûresi, 26/160-161). "Eyke halkı da gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman Şuayb, onlara şöyle demişti: Allah'tan korkmaz mısınız?" (Şuara sûresi, 26/176-177) "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ve peygamberleri arasında ayrılık gözetenler, 'onların bir kısmına inanır, bir kısmına inanmayız.' diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar, gerçekten kafir olanlardır. Biz, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlar arasında hiç bir ayınm gözetmeyenlere gelince, Allah, işte onlara mükâfatlarını verecektir. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir." (Nisa sûresi, 4/150-152). [80] Hakka sûresi, 69/11-12. Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 145-147.