Nisa Suresi’nin 56-89.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub...İKİNİN DEVAMI
CİHAD KAÇKINLARI
“Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin’ direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların Allah’tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan, bir grubu `Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı haksızlığa uğramazsınız.”
“Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur…”
Yüce Allah, bu insanların durumunu hayret ettirici bir şekilde ifade ediyor. Mekke de müşriklerden işkence, zulüm ve fitne gören bu insanlar, Allah’ın dilediği bir hikmetten dolayı savaş izni verilmemişken yiğitlik gösterip savaş konusunda acele ediyorlardı. Allah’ın takdir ettiği uygun zamanda uygun şartlar oluşup -Allah yolunda- savaş emri verildiğinde ise bunlardan bir grubu şiddetli bir panik ve korku alıyor. Öyle ki savaşmakla emr olundukları insanlardan -oysa onlar da insandırlar- zâtı gibi hiç kimsenin azab edemediğini, O’nun gibi hiç kimsenin bağ vuramadığı Kahhar ve Cebbar olan Allah’tan korkar gibi “ya da bundan bile daha fazla korkuyorlar”. Üzüntü, korku ve panik içinde “Ey rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın?” diyorlar. Bir müminin böyle bir soru sorması çok gariptir. Bu onun bu dinin yükümlülükleri ve görevleri hakkındaki düşüncesinin açıklığa kavuşmadığını gösterip, bu isteklerinin ardından bitkin ve düşkün bir güvence istiyorlar. “Bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?” Bu ağır ve korkunç yükümlülükle karşılaşmadan önce bir süre daha bekletseydin?. ‘
İnsanlar arasında aşırı yiğitlik gösterenler, çabucak heyecanlanıp ortaya atılanlar, iş ciddiyete binip olay karşısına geldiğinde ise en çabuk paniğe kapılan ve korkup hezimete uğrayanlardır. Hatta bu bir kuraldır da. Çünkü heyecan, öne atılma ve aşırı yiğitlik çoğu zaman sorumluluğun hakikatini değerlendirmemekten kaynaklanır; cesaret, dayanıklılık ve dirençten değil. Dayanma gücünün azlığından kaynaklanır. Sıkıntı, işkence ve yenilgiye dayanamamaktan… Bu dayanıksızlık, yükümlülüklerini değerlendirmeksizin onları hareket, savunma ve galibiyet arzusuna yöneltir. Bu yükümlülüklerin; değerlendirdiklerinden daha ağır, düşündüklerinden daha zor olduğunu görünce de paniğe kapılan, kaçıp dağılan ilk grubu oluştururlar bunlar. Bu arada, kendilerini tutanlar, zaman zaman uğradıkları sıkıntı ve işkencelere dayananlar işin gerektirdiği hazırlığı yapıp hareketin doğurduğu yükümlülüklerin hakikatini ve ruhların bu yükümlülükleri yerine getirme gücünü bilenler dayanırken, sabrederken, işin gerektirdiği hazırlığı yapıp acele etmezken; hemen öne atılanlar ve heyecanlanıp yiğitlik gösterenler onları zayıf sanırlar. Acele etmemeleri ve işleri ölçüp biçmeleri hoşlarına gitmez. Tabii ki hangi grubun daha dayanıklı olduğu ve hangisinin uzak görüşlü olduğu savaş alanında açığa kavuşur.
Genel kanıya göre ayetlerin kastettiği grup; Mekke’de dayanılmaz işkencelerin yaktığı ve bu işkenceleri onurlarına yediremeyen zümredir. Bu yüzden gayrete gelip Resulullah’tan kendilerini savunmak ve onurlarını korumak için savaş izni vermesini istemişler. Ancak Resulullah bu konuda; yavaş yavaş, bekleyerek, eğitim, hazırlık ve uygun zamanı gözetmek şeklinde Rabbinin emrine uyuyordu. Daha sonra bu grup Medine’de kendilerini güvencede hissedip artık işkence ve horlanma ile karşılaşmayıp olaylardan şahıslarına bir zarar dokunmaz olunca savaşın gereğine inanmaz veya en azından savaşın zorunluluğuna bir neden görmez oldular.
” . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların Allah’tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu “Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler.”
Bu grup bizzat mü’minler de olabilir. üzüntü ve yakarışla Allah’a yönelmeleri bunun kanıtıdır. Kuşkusuz bunu da hesaba katmamız gerekir. Çünkü henüz olgunlaşmamış bir düşünceye sahip biri, bu dinin yeryüzündeki görevini algılayamaz ve cihadın kişilerin, ulusların ve ülkelerin korunmasından daha önemli olduğunu bilemez. Bu dinin fonksiyonlarının arasında; Allah’ın insanlar için seçtiği hayat metodunu yeryüzüne yerleştirmek vardır. O’nun adil düzenini dünyanın dört bir yanında kurmak ve Allah’ın davasının karşısında hudutların kapanmasını engellemek veya yeryüzünün herhangi bir yerinde fertlerle dâvâ arasında engel olmaya çalışanları bertaraf etmek gerekir. Yine kendi isteğiyle dinini seçenin bundan dolayı -ne şekilde olursa olsun rızkını temin edip yaşamını sürdürmesini sağlamak için yeryüzünde otorite sahibi etkin bir güç oluşturmak da gerekir. İşte bütün bunlar kişilerin işkenceye uğratılıp uğratılmamasından çok daha önemli şeylerdir. O halde -hatta hiçbir tehditle karşılaşmadan varlıklarını sürdürdüklerini farz etsek bile- Medine’deki güvenli ortam müslümanların oradaki görevlerinin bitmesine ve cihattan el çekmelerine neden olamazdı.
Henüz olgunlaşmamış iman, kişinin kendini işin dışında görmesine neden olabilir. Sadece Allah’ın emrine kulak vermek, onun illet (neden) ve maul (bağ), sebep ve müsebbib (var eden) -sorumlusu hikmetini bilsin veya henüz algılamamış olsun- onun son söz olduğunu kabul etmek ve belirtileri henüz açığa kavuşmamış bir düşünce mümine bu dinin yeryüzündeki fonksiyonunu ve -mümin olarak- kendi görevini ve kendisinin yüce Allah’ın bu hayatta dilediği şeyi onunla uyguladığı kaderinden bir parça olduğunu öğretebilir. Bu yüzden Kur’anî akışın tasvir ettiği böyle bir tutum kendisinden kaynaklanınca bu şekilde hayret ve bu denli nefretle karşılanması zorunludur.
Ancak yüce Allah -Mekke’de- zalimleri yenmek, düşmanı püskürtmek ve güç kullanarak işkenceleri bertaraf etmek için müslümanlara niçin izin vermemişti. Birçokları bunu yapabilirdi. Zayıf veya ezilmiş kişiler değillerdi. O zaman azınlıkta olmalarına rağmen kendilerine yönelik saldırılara karşı koymaktan aciz değillerdi.
Bazı müslümanların çekilmez işkence ve azaba uğratılmasına, bu işkencelerin kiminin gücünü aşmasına, kimisini dininden bile döndürmesine ve kimisinin de uzun süren işkencelere dayanamayıp baskılar altında can vermesine rağmen; savaştan uzak durmanın, namaz kılıp zekât vermenin ve sabredip dayanmanın hikmetine gelince…
Bunun hikmetini kesin bir şekilde belirleyecek değiliz. Böyle bir durumda Allah’ın bize açıklamadığı bir hikmeti uydurmuş oluruz. Allah’ın emirlerine birtakım sebep ve illetler farz etmiş oluruz. Bunlar gerçek sebep ve illetler olmayabilir de olabilir de. Ancak bunların ötesinde yüce Allah’ın, içinde bizim için hayır ve iyilik olduğunu bildiği, fakat bize açıklamadığı başka sebep ve illetler de olabilir. Müminin herhangi bir yükümlülük veya yüce Allah’ın açık, kesin ve kat’î bir sebebini bildirmediği Allah’ın şeriatından herhangi bir hüküm karşısındaki tavrı budur. Bu hükmün veya yükümlülüğün yerine getiriliş hikmetine ilişkin aklının algıladığı ve güzel gördüğü tüm düşünceleri birer ihtimal olarak değerlendirmek gerekir. Bir kişinin Allah’ın koyduğu hükümlere ilişkin bilgisi, aklı ve düşüncesi ne kadar güvenilir olursa olsun, gördüğü şey için “hikmeti budur”, nass olarak Allah’ın dilediği hikmet bundan ibarettir, “Bunun ötesinde ve bundan başka birşey söz konusu değildir” diye kestirip atması doğru değildir. Bu titizlik, Allah’a karşı takınılması gereken edebin gereğidir. Bu bir şeyin tabiatı ve hakikatını ilişkin Allah’ın ilmi ile insanların bilgisi arasındaki farklılığın zorunlu bir sonucudur.
İşte biz, cihadın Mekke’de farz edilmeyip Medine’de farz edilmesinin hikmetini bu zorunlu edep tavrı çerçevesinde ele alıyoruz. Görebildiğimiz hikmet ve sebepleri zikrediyoruz. Ancak bunların sırf birer ihtimal olduğunu biliyoruz. Bunun ötesini Allah’a bırakıyoruz. Ondan başka kimsenin bilmediği ve açık bïr nassla belirleyip haber vermediği sebep ve illetleri, emrinin zorunlu bir sebebi olarak görmüyoruz.
Bunlar, bir çalışmanın sonucu ortaya konan sebeplerdir. Yanlış ta olabilir doğru da. Bunları azaltmak mümkün olduğu gibi çoğaltmak da mümkündür. Ancak zamanın akışıyla birlikte meydana gelen olayların bize gösterdiği sonuçlara uygun olarak Allah’ın hükümlerini düşünmekten başka bir şey yapamayız.
MEKKE’DE CİHADA NİÇİN İZİN VERİLMEDİ?
1- Bunun nedeni, Mekke döneminin, belli bir ortamda, belli bir ulusu, belle koşullarda eğitip hazırlama dönemi olabilir. Böyle bir ortamda yapılacak eğitim ve hazırlığın hedeflerinden biri; Arap insanını, kendi şahsına veya kendisine sığınan birine karşı işlenen haksızlıklar gibi geleneksel olarak dayanamayacakları şeylerde sabırlı olmalarını sağlamaktır. Ancak bu şekilde benliklerinden kurtulup nefislerinden arınabilirlerdi. Şahıslarına veya kendilerine sığınanları hayata bakışlarına bir eksen edinmeyecek, hayattaki hareketlerinde bunların bir etkisi olmayacaktı. Aynı şekilde sinirlerini kontrol etmeleri için de eğitiliyorlardı. Böylece -tabiatlarında olduğu gibi- ilk etken karşısında parlamayacak, heyecanlandırıcı bir şey görür görmez heyecana kapılmayacaklardı. Bu şekilde karakterlerinde ve davranışlarında denge sağlamış olacaktı. Bir de düzenli bir toplum hayatına uymaları için eğitiliyorlardı. Hayatlarına ilişkin herhangi bir konuda müracaat ettikleri bir önderleri vardı artık. Her ne kadar alışkanlıklarına ve geleneklerine aykırı da olsa. Bu önderin emrinin dışında bir tutum takınamayacaklardı. Bu nokta, düzensiz kabile hayatından farklı, ileri uygar ve yönlendirici önderlik makamına boyun eğen “İslâm Toplumu”nu inşa ederek Arap insanının hazırlanmasının temel taşını oluşturmaktadır.
2- Bir başka nedeni, Kureyş gibi gurur ve onuruna düşkün ortamlarda barışçı davetin daha etkili ve daha kolay olması da olabilir. Böyle bir dönemde, savaşla birlikte davayı sunmak onları daha çok inatlaşmaya ve Dahıs, Gabra ve Besus gibi uzun yıllar süren ve birçok kabilenin yok olmasına neden olan savaşları gibi meşhur Arap ayaklanmalarına benzer yeni kanlı ayaklanmalara neden olabilirdi.
Artık İslâm, zihinlerinde ve hatıralarında bu yeni ihtilallerle birlikte anılır olacaktı. Bu yüzden hiçbir zaman hidayete yanaşmayacaklardı. İslâm bir dava olmaktan çıkıp bir isyana, bir intikam hareketine dönüşecekti. Daha işin başında, düşüncesi bir daha hatırlanmamak üzere unutulup gidecekti.
3- Bir başka nedeni, her evde bir çarpışma ve bir savaş alanı oluşturmaktan kaçınmak da olabilir. Çünkü orada müminleri cezalandıran, işkenceye uğratan genel ve düzenli bir otorite söz konusu değildi. Her kişinin velisi bu işi üstlenmişti. Onları cezalandıran, işkence eden ve “terbiye eden” (!) bu efendilerdi. Böyle bir ortamda savaş iznini vermek her evde bir çarpışma ve savaş alanı meydana getirmek olacaktı… Sonra da “İşte İslam budur” diyeceklerdi. İslâm “Savaştan uzak durun” emrini verdiği halde bile bunu söylemişlerdi. Nitekim, Kureyş propagandacıları kalabalık arasında, hac veya ticaret için gelen çevre Arapları arasında “Muhammed, kavmini ve aşiretini böldüğü yetmezmiş gibi baba ile oğlun arasını açıyor” diyorlardı. Ya bir de her evde ve her mahallede oğulların babalarını, kölelerin efendilerini öldürmelerini emretmiş olsaydı durun ne olacaktı?
4- Bir başka neden de, Yüce Allah’ın ilk müslümanları dinlerinden dolayı işkenceye uğratan, onları cezalandıran ve onlara eziyet edenlerden birçoğunun İslâm’ın samimi birer askeri hatta komutanı olacağını bilmesi de olabilir. Nitekim Ömer b. Hattab bunlardan biri değil miydi?
5- Başka bir nedeni de, Arapların kabile ortamında; işkencelere direnen ve çekinmeyen mazlumlara yardim etmeyi övünç vesilesi kabul etmeleri olabilir. Özellikle bu eziyet aralarındaki şerefli kişilere karşı olursa… Bu husustaki görüşü destekleyen birçok olay meydana gelmiştir: Nitekim İbni Duğne -eşraftan bir insan olan- Ebu Bekir’in (Allah ondan razı olsun) Mekke’den çıkıp hicret etmesine gönlü razı olmamış, bunu Araplar için bir utanç kabul etmişti. Ebu Bekir’e komşusu olmasını ve himayesini önermişti. Bu örneklerden bir başkası da, uzun süre aç kaldıktan ve zorlu sıkıntılar çektikten sonra Haşim oğullarından Ebu Talip mahallesine karşı başlatılan boykot kararının kaldırılmasıdır. Oysa köklü uygarlıklara sahip başka toplumlarda; eziyetlere karşı sessiz kalmak; alaya alınmak, maskara olmak ve toplum tarafından hor görülmek bunları gerçekleştiren işkenceci, zalimin saygınlık kazanmasına neden olurdu.
6- Bir başka neden ise, o zaman müslümanların sayısının az olması ve Mekke’de kuşatılmış durumda olmaları da olabilir. İslâm çağrısı henüz yarımadanın geri kalan bölgelerine ulaşmamıştı, sadece bazı dağınık bilgiler yayılmıştı etrafa. Diğer kabileler, Kureyş’le bazı mensupları arasında baş gösterecek çarpışmada tarafsız kalmayı yeğliyordu. Böylece sonuca göre tavır takınmayı düşünüyorlardı. Böyle bir durumda meydana gelen bir savaş -kendisiyle savaşanlardan kat kat fazlasını öldürmüş olsalar bile- azınlık durumdaki müslüman kitlenin toptan öldürülmesiyle sonuçlanırdı. Şirk yine devam edecek ve müslümanlar yok olacaktı. Yeryüzünde İslâm düzeni kurulmayacak ve pratik varlığı söz konusu olmayacaktı. Oysa İslam; bir hayat metodu, pratik ve gerçek bir hayat düzeni olmak için gelmiş bir dindir.
7- Ayrıca o sıralarda bütün bu endişeleri bir yana bırakıp savaş emrini ve eziyetleri savaş iznini vermeyi gerektirecek zorlayıcı ve kaçınılmaz bir zorunluluk da söz konusu değildi. Çünkü bu davada -o zaman- esas olan unsur “Davetin varlığıydı”. Evet davet Resulullah’ın şahsında varlığını sürdürüyordu. O’nun şahsı da Haşim oğullarının kılıçlarının gölgesindeydi. Ona uzanmaya yeltenen her el kesilme tehdidiyle karşı karşıya kalırdı. Yürürlükte olan kabile düzeni, Hz. Muhammed’e (salât ve selâm üzerine olsun) el uzatmak isteyen kabilelerin Haşim oğullarıyla savaşmalarını gerektirirdi. Böylece davetçinin şahsiyeti yeterince korunuyordu. Dolayısıyla davetçi, kabileci düzenin gereği olarak, davetini Haşim oğullarının kılıçlarının gölgesinin altında sürdürüyordu. Davasını saklama veya gizleme gereğini duymuyordu. Kâbe’deki Kureyş toplantılarında, Safâ tepesinde ve genel toplantılarda davetini yürütmesine engel olmaya kimse cesaret edemezdi. Ağzını kapatmaya, kaçırmaya, hapsetmeye veya öldürmeye kalkışamazdı. Kimse dininin bazı gerçeklerini söylememesi veya bazısından vazgeçmesi konusunda zorlayıcı bir söz sarf edemezdi. Nitekim, Tanrılarına dil uzatmaktan vazgeçmesini istemelerine rağmen vazgeçmemiş, babalarının, atalarının dinlerini kınamaktan ve onların cehennemde olduklarını söylemekten vazgeçmesini istemelerine rağmen susmamıştır. Bazı geleneklerine uyması, kendilerinin de İslâm’ın bazı ibadetlerine uymaları şeklindeki karşılıklı täviz yani karşılıklı hoşgörülü olmayı önermelerine rağmen Resûlullah böyle bir yumuşamaya yanaşmamıştır. Kısacası İslâm çağrısı, Haşimoğullarının kılıçlarıyla korunan Resulullah’ın şahsında eksiksiz olarak varlığını sürdürüyordu. Dilediği yerde, dilediği şekilde Rabbinin çağrısını tam manasıyla duyurabiliyordu.
Bu yüzden savaşmakta acele etmeyi gerektirecek zorlayıcı unsur söz konusu değildi. Davaya destek olan ve yayılmasına yardımcı olan böyle bir ortamda bu imkânları görmezlikten gelmenin gereği de yoktu.
Bu değerlendirmelerin tümü -zannettiğimiz kadarıyla- eğitime hazırlıklarının tamamlanması, bu ortamda takip edilen stratejinin tüm imkanlarından yararlanılması ve müslümanların, uygun zamanda gelecek önderlik makamının emrinin beklentisi içinde olmaları, şahıslarını sorunun dışında tutmaları, kendilerine bir pay çıkarmamaları, tamamen Allah için ve O’nun yolunda hareket etmeleri için müslümanlara savaştan kaçınmalarını namaz kılıp zekat vermelerini emreden yüce Allah’ın takdir buyurduğu hikmetlerin bazısını olu tururlar. Nitekim “İslâm çağrısı” varlığını sürdürüyordu. Ayaktaydı, fonksiyonunu yerine getiriyordu. Hem de korunup himaye edilerek…
Uygulanan bu taktiğin gerisindeki hikmet ne olursa olsun, savaş izni verildiği anda, daha önce yiğitlik gösteren birtakım kimselerin eteklerinin tutuşacağı da bir gerçektir: ‘
” . Şimdi üzerlerine savaş farz kılınınca, onların; Allah’tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla insanlardan korkan bir grubu `Ey rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?’ dediler.”
Müslüman safta böyle bir grubun yer alması, kargaşanın meydana gelmesine neden oluyordu. Aynı şekilde paniğe kapılan ve telaşlanan bir grupla, kalpleri sağlam ve mutmain -bütün zorluklarına rağmen- cihadın yükümlülüklerini vakar, güven, kararlılık ve yiğitlikle karşılayan, ancak uygun zamanda hareket etmesini bilen müminler arasında uyumsuzluğun oluşmasına neden oluyordu. kuşkusuz, bir şeyi yerine getirmek, yiğitlik göstermek gerektiği zamanda söz konusu oluyorsa gerçek yiğitliktir. emir verilmeden önce yiğitlik göstermek heyecan ve gereksiz gürültüden başka birşey değildir. Tehlike anında kaybolup gider.
İşte Kur’an, bu durumu ilahi metoduyla tedavi etmektedir:
KISA SÜRELİ DÜNYA ZEVKİ
” . Onlara de ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız.”
“Nereden olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kaleler içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur.’!
Bu adamlar ölümden korkuyorlar ve yaşamak istiyorlar. Bu yüzden zillet dolu bir üzüntüyle yüce Allah’ın biraz daha süre tanımasını ve yaşamaktan bir parça daha yararlanmalarını müsaade etmesini arzuluyorlar.
Kur’an bu duyguları kaynağından tedavi ediyor. Ölüm ve ecel hakikatını ilişkin düşünce bulanıklığını gideriyor. Okuyalım:
“… De ki; Dünya zevki kısa sürelidir.”
Bütün dünya zevkleri… Dünyanın tümü… Öyleyse günlerin, haftaların, ayların veya yılların ne önemi var? Bütün uzunluğuna rağmen dünya hayatındaki zevk az bir şey olduktan sonra. Günler, haftalar, aylar ve seneler boyu sürecek zevki kim gerçekleştirebilir ki? Bütün zevkleri ve bütün uzunluğuyla dünya az bir şeydir.
“… Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır.”
Bir kere dünya yolun sonu ve yolculuğun bitimi değildir. Ötesinde ahiret vardır. Oradaki zevk gerçek zevktir. -Hem oradaki zevk daha uzun sürelidir Öyleyse daha iyidir. “Sakınanlar için daha hayırlıdır.” Takva, sakınma ve korkunun hatırlatılması geliyor ardından. Takva Allah için olmalıdır. Çünkü sadece O, sakınılmaya layıktır. Ondan korkulur, insanlardan değil. O insanlar ki az önce, “Allah’tan korkar gibi hatta ondan bile daha fazla” onlardan korkarlar denmişti. Kuşkusuz Allah’tan korkan, insanlardan korkmaz. Allah korkusuyla kalbini donatan kişi, kimseden korkmaz. Zaten Allah dilemedikçe ona ne yapabilirler ki?
“… Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız.”
Öyleyse, dünya zevkinden bir pay kaçırdılarsa, bu onların aldatıldıklarını, haksızlığa uğradıklarını ve zulüm gördüklerini göstermez. Çünkü ahiret vardır. Gerçek mükafat vardır. Dünya ve ahiretin bu son hesabında alınacak mükâfatta, zulüm ve haksızlık söz konusu olamaz.
Ancak -bütün bunlara rağmen- bazı insanlar, ahirete inandığı ve oradan hayırlı mükafat beklentisi içinde olduğu halde yeryüzündeki hayatlarının birkaç gün daha uzamasına can atarlar. Özellikle şu grupta olduğu gibi bu durum imanın olgunlaşması aşamasında söz konusu olursa…
Burada diğer bir hüküm yer almaktadır. Bu; ölüm-hayat, ecel-kader ve bunların bu derece paniğe kapıldıkları bu denli insanlardan korktukları savaşla olan ilişkilerin gerçek mahiyetleri konusundaki düşünceleri doğrultmaktadır.
“Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur.”
Ölüm, takdir edilmiş zamanında kesinlikle meydana gelir. Ölümün savaş ve barışta kişinin sığındığı yerin sağlam oluşu veya az sağlam oluşu ile bir ilgisi yoktur. O halde savaş izninin geciktirilmesi ölümü geciktiremez. Aynı şekilde cihatta insanlarla karşı karşıya gelmek de belirlenen süresinden öne alamaz ölümü.
Bu ayrı bir şey, öbürü ayrı bir şeydir. Aralarında hiçbir ilgi söz konusu değildir. Burada ölüm ve ecel, Allah’ın takdir ettiği süre ve bu s,ürenin dolması arasında bir ilgi vardır, başka herhangi bir ilgi mevcut değildir. O halde savaşın gecikmesini istemenin, savaşta veya savaş dışında insanlardan korkmanın bir anlamı yoktur.
Bu ikinci ifade ile Kur’an’ın eğitim metodu, bu konuda zihinlerde baş gösteren tüm kuşkuları, karmaşık düşüncenin doğurduğu tüm korku ve dehşeti tedavi etmektedir.
Ancak bu, insanın hazırlıklı olmaması ihtiyatlı davranmaması, gücü yettiğince hazırlık yapmaması, tedbir almaması ve sakınmaması anlamına gelmemelidir. Daha önce yüce Allah’ın hazırlıklı olmayı emrettiğini görmüştük. Başka yerlerde müslümanlardan korku namazı ve benzeri hususlarda ihtiyatlı davranmalarını emretmektedir. Başka surelerde yığınak ve hazırlık yapmalarını buyurmaktadır. Ancak bütün bunları yapmak ayrı, ölüm ve eceli bunlara bağlamak apayrı bir şeydir. Kuşkusuz hazırlıklı olmak, yığınak yapmak uyulması gereken emirlerdir. Gizli ve açık hikmetleri vardır. Ötesinde Allah’ın bir planı söz konusudur. -Bütün hazırlık ve ihtiyata rağmen- ölüm ve belirlenen süresi arasındaki ilgiye ilişkin doğru düşünce de uyulması gereken diğer bir emirdir. Bunun da gizli ve açık hikmetleri vardır. Bunun da ötesinde Allah’ın bir planı vardır kuşkusuz.
Ölçü ve denge… Her tarafıyla yakınlık…Ve her tarafta uyum…
İşte İslam budur. İslam’ın fert ve toplum hayatında uyguladığı eğitim metodu budur.
Muhacirlerden bu gruba ilişkin sözler burada son bulup, İslâm toplumuna dağılmış gruplardan bir diğerinden söz açılmış olsa gerektir. Kuşkusuz müslümanlar hem bunlardan hem de başkalarından meydana geliyordu. Ayetlerin akışı kesintiye uğramamış, aralık verilmemiş ve bundan sonra başka bir gruptan söz açılmıştır. Her ne kadar bu gruba ilişkin sözler burada sona ermiştir diye bir durak yapılmamış olsa da biz konuya daha önce yaptığımız değerlendirmeler ışığında devam ediyoruz. Birinci grup hakkındaki sözler bitmiştir.
“Eğer onlar iyilikle karşılaşırlarsa `Bu Allah’tandır’ derler. Ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir’ derler. Onlara de ki; Her ikisi de Allah’tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar.”
“Karşına çıkan her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter.”
“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim ona sırt çevirirse, bilsin ki biz seni onların başına koruyucu olarak göndermiş değiliz
Bu sözleri sarf edenler yani karşılarına çıkan iyiliği Allah’a, başlarına gelen kötülüğü ise Hz. Peygambere dayandıranlar konusunda bir kaç görüş ileri sürülebilir.
Birincisi: Bunlar, Resulullah’tan dolayı uğursuzluğa uğradıklarına inanıyorlardı. Onu (haşa) kendileri için bir uğursuzluk kabul ediyorlardı. Başlarına bir kötülük gelmişse O’nun yüzündendir. Yıl kurak geçmişse, koyunlar doğurmamışsa, bir çarpışmada yenilmişlerse bunu Resulullah’ın uğursuzluğuna bağlarlardı. Şayet bir iyilikle karşılaşmışlarsa bunu da Allah’a dayandırırlardı.
İkincisi: Bunlar bilerek Resulullah’ın önderliğini yıpratmayı istiyorlardı. Böylece emrettiği yükümlülüklerden kurtulmuş olacaklardı. Savaş yükümlülüğü bunlar arasındaydı -ya da en başta geleniydi- Zayıf kişiler olduklarını, bu yüzden savaşı karşılamaktan korktuklarını söyleyeceklerine bu dolambaçlı yola başvuruyorlar. `Karşılaştığımız iyilik Allah’tandır. Başımıza gelen kötülükse Resulullah ve O’nun emirlerinden başka bir şeyden kaynaklanmıyor’ diyorlardı. İyilik-kötülük kâr veya zarardan kastettikleri ise yakın ve görünürdeki şeylerdi kuşkusuz.
Üçüncüsü: Bu düşünce, hayatta kendileri ve tüm insanların başına gelen şeylerin hakikatına ve bunların yüce Allah’ın iradesiyle olan ilişkilerine, Resulullah’ın emirlerinin mahiyeti ve peygamberin yüce Allah’la olan bağının ne olduğu gerçeğine ilişkin sahip oldukları kötü bir düşüncedir.
Üçüncü görüş -şayet doğruysa- ölüm ve ecelin hakikatına ilişkin kötü düşünceleri, Allah’tan korkar gibi hatta daha da fazla insanlardan korkmalarına neden olan ve bu yüzden “Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?” diyen muhacirden bir grubu yakıştırmak mümkündür. Bununla beraber biz, burada söz konusu edilenin başka bir grub olduğu düşüncesindeyiz. Bunların durumu anlatılan görüşlerin tümüne veya aralarında şu üçüncü görüş de olmak üzere bir kısmına uygun düşmektedir.
Kuşkusuz şu ayetlerin ele aldığı mesele, kelâm ve felsefe tarihinde “kaza ve kader” veya “cebir ve ihtiyar” olarak bilinen büyük “problemin” bir yönünü oluşturmaktadır. İşte burada geçen ayet, insanlardan bu grubun durumunu düzeltmek, onlara gereken cevabı vermek ve düşünceleri düzeltmek içindir. Ancak Kur’an, içinde bir düğüm ve kapalılık bırakmadan sade ve açık bir şekilde ele almaktadır meseleyi. Öyleyse biz de olduğu gibi ve Kur’an’ın ele aldığı şekilde aktaralım:
“Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `Bu Allah’tandır’ derler ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir’ derler. Onlara de ki: Her ikisi de Allah’tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?”
Evrende meydana gelen herşeyin, insanların başına gelen tüm olayların ve insanlardan kaynaklanan tüm hareketlerin ilk ve tek yaratıcısı yüce Allah’tır. İnsanlar bir şey düşünebilir veya girişimde bulunabilirler. Ancak, -hangisi olursa olsun- herhangi bir fiilin meydana gelmesi ancak Allah’ın dilemesi ve takdiriyle mümkündür.
Buna göre, iyilik veya kötülüğün oluşmasını ve bunların başlarına gelmesine -kendileri gibi bir insan ve tıpkı kendileri gibi yaratılmış olduğu halde Resulullah’a dayandırmak doğru bir mantık değildir. Bu tutum bu konudaki bilgi yetersizliklerini göstermektedir.
Kuşkusuz insan, yüce Allah’ın iyiliği gerçekleştirdiğini gösterdiği araçlarla iyiliği gerçekleştirmeye yönelir ve çabalar. Bununla beraber iyiliğin fiilen gerçekleşmesi yüce Allah’ın dilemesi ve takdiriyle tamamlanır. Çünkü, eşya ve olayları meydana getiren, evrendeki vakıaların oluşmasını sağlayan Allah’ın gücünden başka bir güç değildir. O halde -insanın başvurduğu araçlar, yöneliş ve çabasıyla- iyiliğin gerçekleşmesi İlâhî irade ile mümkündür.
Yine insan, kötülüğü gerçekleştirmeye yönelir ya da kötülüğün oluşmasını gerektiren bir davranışta bulunabilir. Ancak kötülüğün fiilen meydana gelmesi, temelde varolması Allah’ın kudret ve takdiriyle mümkündür. Çünkü bu evre de eşya ve olayları meydana getiren Allah’ın gücünden başka bir güç yoktur.
Buna göre her iki durumda da olayın var oluşu ve gerçekleşmesi Allah tarafındandır. Bu, birinci ayetin,belirlediği bir gerçektir. İkinci ayete gelince:
“Karşına çıkan her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir.”
Bu da başka bir gerçeği açıklamaktadır. Birinci gerçeğin sahasına girmeyen ona benzemeyen bir gerçektir. Bu, başka bir vadidedir. Buraya kadar konuya bir açıdan bakılmaktadır.
Kuşkusuz yüce Allah, bir metod koymuştur. Bir yol açmıştır, iyiliği göstermiş ve kötülükten sakındırmıştır. İnsan bu metoda uyup bu yolu takip ederse, iyilik için çalışıp kötülükten sakınırsa, yüce Allah “Bizim için çaba sarf edenlere yollarımızı gösteririz.” (Ankebut Suresi, 69) buyurduğu gibi hidayete ermesi için yardımcı olur. Böylece insan iyiliğe ulaşmış olur. Ulaşılan sonucun dışarıdan insanların kazanç saydıkları görünüşlere benzemesine önem vermez bundan sonra. Bu, Allah’ın mizanında fiilen iyiliktir. Ve bu Allah katındandır. Çünkü metodu koyan, yolu açan, iyiliği gösterip kötülükten sakındıran Allah’tır. Şayet insan, Allah’ın koyduğu metoda uymaz, O’nun açtığı yolu takip etmez, gösterdiği iyiliği elde etmeye çalışmaz ve sakındırdığı kötülükten korunmazsa, o zaman da başına felâketler gelir. Gerek dünyada gerek ahirette ve her ikisinde de gerçek anlamda bir kötülük. Bu da insanın kendindendir. Çünkü Allah’ın metoduna ve O’nun yoluna uymayan insanın kendisidir. Bu anlam birinci anlamdan farklıdır. Sahası da birinciden ayrıdır. Sanırız bu gayet açıktır.
Ancak bu; iyiliğin ve kötülüğün gerçekleşmesini ve meydana gelişlerinin Allah’ın gücü ve takdirinden başka bir güçle mümkün olmadığına ilişkin birinci gerçekten bir şey değiştirmez.
Çünkü yapılan, meydana gelen ve olan her şeyi yapan meydana getiren ve yaratan yüce Allah’tır. Bu, meydana gelen ve olan şeyde insanların istek ve çalışmaları ne olursa olsun…(Bu ayetlerin bir yönünü. yansıttığı ve hatırlattığı probleme; Cebir (zorunluluk) ve ihtiyar (Serbest olma) problemine gelince:
Acaba, insandan kaynaklanan veya insanın başına gelen olaylarda insanın iradesi ne derece etkindir? Aralarında insanın iradesi niyet ve davranışı da olmak üzere olan herşeyi meydana getiren yüce Allah’ın iradesi olduğuna göre nasıl olur da insanın ceza ve mükafat görmesine neden olan bir iradesi söz konusu olabilir? Ve bu problemden kaynaklanan daha bir çok soru… Kur’an ayetleri, “Meydana gelen herşey Allah’ın iradesi ve takdiriyle meydana gelir” diyor. Aynı zamanda “İnsan irade eder ve hareket eder, bu ifade ve hareketiyle de hesaba çekilir” der. Kuşkusuz Kur’an bütünüyle Allah’ın sözüdür. Bir kısmının diğer kısmıyla çelişmesi mümkün değildir. O yukarıdaki iki ifade arasında belirgin bir ilişki bulunmalıdır. Aynı şekilde Rabbani iradenin ve ilâhi takdirin alanına tecavüz etmeden, insanın ceza ve mükafat görmesini gerektirecek şekilde irade ve hareketinin bir sahası bulunmalıdır. Ama nasıl? İşte bunu açıklamak mümkün değildir. Çünkü insan aklı, yüce Allah’ın fiillerinin içerdiğini kavrayacak kapasitede değildir.)’
Ardından Resulullah görev ve hareketinin sınırları, insanların O’na karşı ve O’nun insanlara karşı konumu açıklanmakta ve en sonunda iş tamimiyle yüce Allah’ın iradesine bağlanmaktadır:
“Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahid olarak Allah yeter.”
“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim O’na sırt çevirirse bilsin ki, biz seni onların başına koruyucu olarak göndermiş değiliz.”
Peygamberin görevi, mesajını tebliğ etmektir. İyilik veya kötülük meydana getirmek değil. -Daha önce de değindiğimiz gibi-bunlar Allah’ın işidir. Onun görevini yapmak üzere gönderilmiş bir peygamber olduğuna Allah şahittir. ” Buna şahit olarak Allah yeter.”
İnsanların Peygambere karşı durumları ise şöyledir; O’na itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Çünkü Allah ile Resûlünü ayırmak mümkün değildir. Allah’ın sözü ile Resûlünün sözü de farklı değildir. Kim de karşı çıkıp yakalanmak suretiyle yüz çevirirse hesap ve ceza açısından işi, yüce Allah’a kalmıştır. Peygamber onu hidayete zorlamak, dine girmesi için ona baskı yapmak üzere gönderilmemiştir. İsyan ve sapıklıktan korumakla yükümlü değildir. Böyle birşey peygamberin görevleri arasında yer almaz, zaten buna gücü de yetmez.
Bu açıklamayla başlarına gelen şeyin özüne ilişkin düşünceleri düzeltilmiş oluyor. Buna göre hiçbir şey Allah’ın iradesi ve takdiri dışında gerçekleşemez. İyi veya kötü -hangi anlamda olursa olsun, isterse yüzeysel kendi gördüklerine göre, ister işin gerçekten olduğu şekliyle olsun- başlarına ne gelmişse Allah`tandır. Çünkü Allah`tan başka hiç kimse herhangi bir şeyi yapamaz, meydana getiremez, yaşatamaz ve var edemez. -Allah’ın mizanında- gerçekten iyilik olan birşey başlarına gelmişse bu Allah tarafındandır. Çünkü bu Allah’ın metodu ve yol göstericiliğiyle gerçekleşmiştir. -Allah’ın mizanında- gerçekten kötülük olan birşey karşılarına çıkmışsa bu da kendilerindendir. Bunun nedeni de Allah’ın metodundan sapmaları ve O’nun yol göstericiliğine sırt çevirmeleridir.
Peygamberin ilk ve son görevi peygamberliktir. Ne bir şeyi yoktan ortaya koyabilir, ne meydana getirebilir ve ne de yaratabilir. Yaratma, yapma ve meydana getirme gibi İlâhlığın özelliklerinde Allah’a ortäk olamaz. O Allah’tan kendisine geleni tebliğ etmekle yükümlüdür. O halde emrettiği şeye tâbi olmak, Allah’a uymaktır. Zaten peygambere uymanın dışında Allah’a uymanın başka bir yolu da yoktur. Peygamber; tebliğ edip açıkladıktan sonra, karşı çıkıp yüz çevirenler için hidayet meydana getirmek veya onları karşı çıkmak ve yüz çevirmekten alıkoymak zorunda değildir. -Bu şekilde- belirgin, geniş, açık ve net olan hakikatler düşünceyi kurup bilinci rahatlatarak, yüce Allah’ın bu kitleyi eğitme, büyük ve tehlikeli rolüne hazırlama işleminin bir yönünü oluşturacaktır.
MÜSLÜMANLARIN SAFLARINDA BİR GRUP
Bundan sonra ayetlerin akışı -müslüman safta yer alan- başka bir grubun durumunu anlatmaktadır. Yoksa bunlar da; yeni hareketleri, ek özellikleri hatırlatılan o münafık grubundan mıdır? Çünkü anlatımla birlikte davranışın kınandığı da görülmektedir. Tabii kınanmanın yanında eğitim, direktif ve düzenleme amacı da güdülmektedir. Bütün bunlar, birkaç ayette ve sayılı ibarelerde yer almaktadır:
81- Yüzüne karşı ` peki” derler. Fakat onların bir gurubu yanından ayrıldıktan sonra geceleyin aleyhinde sana verdikleri sözle bağdaşmayan komplolar kurarlar. Hiç şüphesiz Allah onların geceleri kurdukları komploları yazıyor. Sen onlara aldırış etme, Allah’a güven. Vekil olarak Allah sana yeter.
82- Bunlar Kur’an’ı hiç incelemiyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı.
İnsanlardan bazısı Rasulullah’ın yanında Kur’an’ı ve içindeki yükümlülükleri duyunca “Peki, baş üstüne” diyorlardı. Bu şekilde; kapsamlı ve genel… Mutlak surette itaat ortaya konuyor. İtiraz söz konusu değil, anlaşılmayan, açıklanması istenen istisna edilmesi gereken bir şey yok. Ancak Resulullah’ın yanından çıkar çıkmaz onlardan bir grup söyledikleri şeylerden bir kısmını yerine getirmemek ve bunların yükümlülüğünden kurtulmak için planlar hazırlıyorlardı.
Yoksa ayet-i kerime, tüm müslümanların durumunu tasvir ettikten sonra özel durumları ve uygulamaları bulunan bir grubu mu tasvir ediyor? Buna göre şu anlam çıkar: Bütün müslümanlar, topluca “Peki, baş üstüne” diyorlardı. Ancak onlardan bir grup Resulullah’ın yanından -ki onlar da o münafık gruptu- çıkar çıkmaz dediklerinden farklı şeyler tasarlıyorlardı. Bu, aynı zamanda müslüman saftaki karışıklığı da çizen bir tablodur. Çünkü müslüman kitle her alanda var gücüyle savaşa girişmişken, içinde üslenen bu tür davranışlarda bulunan bu adamlar her halûkarda müslüman saffı incitip karışıklığa neden oluyorlardı.
Yüce Allah Peygamber ve saftaki samimi müslümanlara güvence veriyor. Gözlerinin komplo ve hileler tasarlayan bir grubun üzerinde olduğunu belirtmekle güvence veriyor onlara. Müslümanların, yüce Allah’ın komplocu ve hilebaz grubu gözlediğini bilmeleri kalplerini sağlamlaştırmakta ve bu grubun şantaj ve komplolarıyla kendilerine hiç bir zarar veremeyeceğine inanmalarını sağlamaktadır. Hem bu, komplocu ve şantajcılara bir tehdit ve vaattir de. Öyle kaçıp kurtulamazlar, iflah olamazlar.
“… Allah onların geceleri kurdukları komploları yazıyor.”
Yüce Allah’ın Peygamberini münafıklara karşı uygulamaya yönelttiği taktik, onları dış görünüşlerine göre -gerçek niyetlerine göre değil- değerlendirmek, aldırış etmemek, işledikleri suçları görmezlikten gelmektir. Bu taktik, en sonunda onları yıpratmış ve zayıflatmıştır. Nitekim geri kalanları gitgide zayıflık ve mahcupluğa mahkûm olmuşlardır. İşte burada bu taktiğin bir yönü yer almaktadır.
“… Sen onlara aldırış etme.”
Onları görmezlikten gelmeye ilişkin bu direktifin yanında, Allah’ın vekilliğine ve komplolarına karşı kendisini koruyacağına güvenilmesi gerektiği de yer almaktadır.
ALLAH’A GÜVENMEK
” Allah’a güven… Vekil olarak Allah sana yeter.”
Evet… Vekil olarak Allah yeter. Vekili Allah olana hiçbir zarar dokunmaz. Ne şantajlar, ne komplolar, ne de tuzaklar ona hiçbir şey yapamaz.
Sanki, bu grubun, Peygamberin huzurunda herkesle birlikte; “Peki itaat ettik deyip çıkarken dedikleriyle bağdaşmayan komplolar kurmasının nedeni… Sanki bunun nedeni, Rasulullah’ın emrettiklerinin kaynağından kuşkulanmaları ve Kur’an’ı O’nun uydurduğunu sanmalarıdır.. Bunun gibi bir kuşku bir an için söz konusu oldu mu verilen emrin ve yükümlülüğün tüm otoritesi yok olup gider. Kuşkusuz bu ağırlık verilen emrin Allah’ın kelamı olduğuna ve Peygamber’in kendi arzusuna göre konuşmadığına kesin ve tam inanmaktan kaynaklanmaktadır. Bu gerçeğe ilişkin tekrarlanan sağlam ve kesin pekiştirmenin nedeni budur.
Burada Kur’an onlara bir yol gösteriyor. Bu da; insanı ve insan aklını onurlandırmada, kullarına son derece iyilikte bulunan yaratıcının bahşettiği ve bu beşeri oluşum ve idraki saygın kılmada İlahî metodun ulaştığı bir zirvedir. Kur’an’ı anlamayı, bizzat onların anlayışlarına ve akıllarının düşünme yeteneğine bırakmaktır. Onlara olaylara doğru bir bakış açısı metodunu belirlemekte ve bu metoda uydukları sürece gözden kaçırmayacakları bir mucize de göstermektedir. Bu mucize bu yönden Kur’an’da bütün açıklığıyla gözler önündedir. Diğer yönüyle insan aklı tarafından da rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Kur’an’ın Allah katından gelişini kanıtlayışı da tartışma götürmez bir gerçektir:
“Bunlar hiç Kur’an’ı incelemiyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı içinde bir çok çelişkiler bulacaklardı.”
KUR’AN ÜSLÛBUNUN GÜZELLİĞİ
Bu sunuş ve direktifte, -daha önce değindiğimiz gibi- insana, onun anlayış kişiliğine verilen onurun son noktası yer almaktadır. Ayrıca bu şekilde kavramaya çalışmak; anlayışları yormayan ve son derece kolay bir yöntemdir. Hem -daha önce değindiğimiz gibi- bunun tartışma götürmez bir kanıtı da vardır.
Mutlak, kapsamlı ve eksiksiz ahenk; bu Kur’an’ı inceleyen herkesin farkına varacağı bir olgudur. Ancak akıllar ve nesiller seviyeleri ve imkanları oranında bunu algılayabilirler. .Bununla beraber her akıl ve nesil -gücüne, kültürüne, tecrübe ve takvasına göre- güç, kültürü, tecrübe ve takvası oranında bir yönünü kavrayabilir.
İşte o nesilde yer alan bu grup da, algıladığı şeylerle muhatap oluyordu. Kapasitesine göre kavramak suretiyle tutumunu gerçekleştirebiliyordu.
Öncelikle bu mucize… Çelişkinin olmayışı mucizesi ya da uyum mucizesi, Kur’an’ın ifade tarzında ve sanatsal yöntemlerinde belirginleşmektedir. İnsan sözünde, üstünlük ve düşüklük, başarı ve başarısızlık, sağlamlık ve zayıflık, boşluk ve bayağılık, hafiflik ve ağırlık, parlaklık ve sönüklük gibi insanların özelliklerini gösteren bir çok nitelik yer alır. Bu özelliklerin başında da “değişkenlik” ve bir durumdan diğer bir duruma geçişte göze çarpan sürekli farklılıktır. Bütün bunlar, insanların sözünde; bir edebiyatçının, bir düşünürün, bir sanatçının, bir politikacının veya bir askerî komutanın yaptıklarına yahut açıkça insan damgası taşıyan herhangi bir sanata bakıldığında hemen görülebilecek özelliklerdir. Bunlar; “değişkenlik” ve “farklılık”tır.
Gözle görülen bu gerçeğin aksinin “değişmezlik” ve “uyum” olduğu bütün açıklığıyla gözler önündedir. -Bu da Kur’an-ı Kerim’de yer alan bir mucizedir- Biz şu anda sadece sözlü ifade ve üslûp şeklinden söz ediyoruz. -Bu kitapta tek bir düzey göze çarpmaktadır -Ele aldığı konu değiştikçe düzeyin şekli de değişir- . Ancak yüksek düzeyi ve ufku hep birdir. İfade tarzındaki eksiksizlik düzeyler farklı olsa bile insanların yaptığı şeylerdeki durumun aksine değişiklik ve farklılık göstermeden sürmektedir.
Kur’an-ı Kerim İlahi sanatın mührünü taşımaktadır. Bu yüzden sanatkârına ve durumdan duruma değişmeyen ve durumu farklılık göstermeyen varlığa işaret etmektedir.
Farklılığın bulunmayışı mucizesi… Mutlak, kapsamlı ve eksiksiz uyum.. Bunlar sonra ibarelerin taşıdığı ve ifade tarzının belirlediği insan ruhunun ve toplumların eğitim metodunda bu metodun içeriği ve sayısız yönlerinde göze çarpmaktadır. Gerek fert, gerekse fertlerden oluşan toplum olarak insanlık yeteneklerini düzenleme metodunda nesillerin ve bu metodun değişmesiyle toplumların hayatında ortaya çıkan değişik yönleri ve koşulları karşılayışında bu uyum görülebilir. İnsan idrakini güçlendirme ve kavrama işleviyle birlikte, değişik güç enerji ve ürünlerini ele alış metodunda- her toplum, nesil ve düzeydeki insan varlığı, bu varlığın içinde yaşadığı evren, dünyası ve ahireti ve her ikisiyle ilişkilerinde gerek her ferdin ve gerekse şu evrende yaşayan genel anlamda “insan”ın dünyasında ortaya çıkan sayısız koşullar arasında uyum meydana getirme metodunda açıkça görülebilir bu mucize…
Allah’ın sanatı ile insan sanatı arasındaki fark, sözlü ifade ve edebi tarz bakımından bu denli açık olduğuna göre; düşünce, yasal düzenleme ve şeriat açısından daha açık olur. Hiç bir beşerî dünya görüşü, hiçbir beşeri ekol yoktur ki sınırlı bakış ve görüş, geçici olarak geçici problemlerden etkilenme; görüşlerde, ekol ve hareket tarzlarındaki çelişkileri görememek gibi insanî özellikleri bünyesinde barındırmasın. Nitekim bu çelişkiler -er veya geç- onları ortaya koyanlar arasında bir çarpışmaya neden olmaktadır.
Çünkü onlar bir bütün olarak insanlık kişiliğinin bazı özelliklerini ve teker teker sınırlı kavrama yeteneğinden ve onda meydana gelen herşeyi bilmemesi bir yana, o anda meydana gelen herhangi bir şeyin ötesini de bilmemesinden kaynaklanan onlarca, yüzlerce eksiklik ve farklılık gibi insanın bir çok özelliğini hesaba katmaktan acizdirler. Bu yüzden insan kişiliğinin bazı özelliklerinin incinmesine neden olurlar.
Bunların aksi, Kur’an’ın kapsamlı, eksiksiz ve kökleri sağlam metodunun ulaştığı düzeydir. Bu da tıpkı -değişmezliğine rağmen- sınırları dahilinde hareketliliğe izin veren kâinattaki ilâhi kanunlar gibi değişmezdir.
Ufukları bu denli geniş olan bu mucizeyi inceleyip kavrama olayı tüm idrakler ve tüm nesiller için bir değildir. Aksine her idrak kavrama noktasında bir diğeri ile çelişecektir. Her nesil anlama bakımından payına düşeni alıp geri kalan ufukları, bilgi ve deneyimi herhangi bir yönünde ileriye gitmiş nesillere bırakacaktır. Bununla beraber -diğer şeylerdeki birçok ayrılıklar gibi- bu mucizeyi kavrama konusundaki tüm beşeri ihtilafların ötesinde her idrakin ve her neslin üzerinde birleştikleri hususlar da olacaktır. Bu da, şu sanatın ayrı, insan sanatının ise apayrı bir şey olduğu ve bu sanatta ayrılık ve tutarsızlık bulunmadığı aksine birlik ve uyum bulunduğu gerçeğidir. Bundan sonra insanlar bu uyumun; ufuklar, boyut ve çeşitlerini algılama noktasında birbirlerinden ayrılırlar.
Düşündüğü sürece her insanın yanılmayacağı bu aşamada yüce Allah; her kişi, her toplum ve her nesile olduğu kadar konuyu bu gruba da havale etmektedir. Herkesin ortaklaşa idrak ettiği bu aşamada yüce Allah Kur’an’la hükmetmeyi, inançlarını “Bu Kur’an’ın Allah’tan geldiği” ve ondan başkasından gelmesinin mümkün olmadığı esasına dayandırmayı onlara bırakmaktadır.
Bu konuda ve dinin bütün emirlerinde insan idrakinin sahasını belirlemek için burada biraz durmamız yerinde olur. Yüce Allah’ın, bu şekilde tasarruf yetkisini vermekle insana bahşettiği onur; gurura kapılmasına, güvenilir sınıra tecavüz etmesine, koruyucu duvardan kurtulup çöllerde kılavuzsuz kalmasına neden olmamalıdır.
Kuşkusuz Kur’an-ı Kerim’de yer alan bu direktiflerin boyutlarını kavramak zordur. Bu yüzden eski-yeni bir grup İslâm alimi insan idrakine, bu dinin emirlerinde nihaî hükmetme yetkisini vermeye başladılar. Giderek bütün insan idrakini Allah’ın şeriatına denk bir konuma hatta ona egemen bir konuma getirdiler.
Oysa durum böyle değildir. Şu ulu cihaz, -beşerî kavrama cihazı- kuşkusuz, yüce Allah’ın bir lütfudur. Bu yüzden ilk gerçeği algılama işi ona bırakmaktadır. Bu dinin yüce Allah’ın katından geldiği gerçeği… Çünkü bu noktada kavramasını kolaylaştıran kanıtlar vardır. -Beşerî kavramanın yol göstericiliği bu dinin Allah katından geldiğine yeterli bir kanıttır aslında. Bu büyük temel bu şekilde kabul edilince bu idrakin mantıksal sonucu olarak, bu dinde yer alan her şey de kabul edilir. Bundan sonra gizli olan hikmetini kavraması veya kavramaması önemli değildir. Çünkü emir Allah katından geldiği sürece hikmeti kesinlikle ortaya çıkacaktır. O halde hemen bulunulan ortamda “Menfaatin” gerçekleştiğini görmek önemli değildir. Çünkü Allah’tan geldiği sürece “menfaat” de kesinlikle gerçekleşecektir. İnsan aklı da Allah’ın şeriatına denk değildir; -nerde kaldı ki ona egemen olsun- Çünkü insan aklı, sınırlı bir boyutta eksik şeyler kavrayabilir ancak. Sorunlara her açıdan bakması ve her çıkarı göz önünde bulundurması ne şimdi ne de bütün tarih boyunca mümkün değildir. Oysa Allah’ın şeriatı herşeyi kuşatmaktadır. O halde şeriat konusunda hüküm vermeyi ve şeriatın değişmez ve kesin hükümlerini değerlendirmeyi insan idrakine bırakmak doğru değildir. İnsan idrakinden; en fazla, hükmün anlamını ve uygulanışını kavraması istenir, hükümdeki yarar ve yararsızlığı araştırması değil. Aslında hükmün Allah’tan gelmesiyle yarar gerçekleşmiştir. Ancak insan aklının araştırma imkanı, hakkında hüküm bulunmayan; fakat hükmü gerektiren konularda doğmaktadır. Bunun yöntemi de daha önce açıklanmıştı. Konuyu Allah’a ve O’nun Rasulüne havale etmek… Hükmü anlamaya çalışmanın, üzerinde durmanın yanında içtihadın gerçek sahası burasıdır. Yoksa ayetin anlamında bir hikmet varmıdır yok mudur diye araştırmak insan aklına verilen bir yetki değildir. İnsan aklının esas sahası evrensel kanunları öğrenip maddî alemde yeni harikalar bulmaktadır. Bu da yeterince geniş bir alandır.
Kendisi için uygun olan bir sahada yüce Allah’ın ona bahşettiği onur oranında insan idrakine saygılı olmamız gerekir, yoksa çöllerde kılavuzsuz kalakalırız. Ya da yolun bilinmezliklerinden habersiz bir şekilde yol alan kılavuzun elinde kalırız. Bu da kılavuzsuz yol almaktan çok daha tehlikelidir kuşkusuz.’
BİR BAŞKA GRUP
Surenin akışı başka bir grubun durumunu tasvir etmekle sürüyor. Yahut müslüman kitlede yer alan bir grubun başka bir tutumunu vasf etmektedir:
83- Onlar güvene ya da korkuya ilişkin bir haber alınca onu hemen yayarlar. Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı. Eğer Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir äzınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız.
Bu ayetin çizdiği tablo, İslâm cephesinde yer alan, ruhları henüz düzene alışmamış, cephede kargaşa bulunduğuna ilişkin dedikodu çıkarmanın, bunun doğuracağı sonuçları ve bunun bir felaket olacağını kavrayamayan bir grubun tablosudur. Bunlar henüz olayları yorumlama seviyesine ulaşamamışlar ve durumun ciddiyetini de kavrayamamışlardır. Bunlar, dilden dökülen, ağızdan çıkan bir kelimenin gerek kişi için gerekse mensubu bulunduğu toplum için akla gelmeyecek ve hiçbir şekilde telâfisi mümkün olmayacak sonuçlar doğurabileceğini bilmiyorlar. Ya da -belki de İslâm cephesinde gerçek anlamda ve eksiksiz bir desteğin nasıl olacağını bilmiyorlar. Böylece her dedikoduya ilgi duymak, duyulanı orada burada anlatmak, dilden dile aktarıp yaymak gibi şeyleri rahatlıkla yaparlar. Bu dedi-kodunun güven veya korkuyla ilgili olması fark etmez. Çünkü her ikisinin dedikodusu da mahvedici tehlikelere nedendir. Örneğin hazırlığını yapmış uyanık ve düşmanın her hareketini izleyen bir cephede güvenle ilgili bir söylenti çıkarmak… Böyle bir kampta güvenle ilgili bir söylenti çıkarmak -uyanık olunması konusunda ne kadar emir verilirse verilsin bir tür gevşekliğe neden olur. Çünkü tehlike var endişesinden kaynaklanan uyanıklık, sırf verilen emirlerden kaynaklanan uyanıklıktan farklıdır. Böyle bir gevşeklik ölüm getirir. Gücüne güvenen ve bu güvenden dolayı da ayakları sabit olan bir kampta korku söylentisini çıkarmak da öyle. Korku söylentisi burada kargaşa, bozguna ve korkudan sakınma endişesinden doğan gereksiz hareketlere neden olur. Kuşkusuz bu da felakettir.
Hangisi olursa olsun; henüz düzenini veya önderlik makamına bağlılığını ya da her ikisini birden tamamlamamış kampın özellikleridir bunlar. Bu çizginin ve her iki özelliğin, iman, idrak ve bağlılık bakımından farklı düzeylerde grupları kapsayan o günkü müslüman kitlede yer aldığı belli olmaktadır. İşte Kur’an’ın ilahi eğitim metoduyla tedavi ettiği bu kargaşadır.
Kur’an, müslüman kitleye doğru yolu göstermektedir.
“Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürselerdi, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı.”
Yani şayet onlar güven veya korkuya ilişkin kendilerine ulaşan haberleri, beraberindeyse Resulullah’a emirlerine götürmüş olsalardı; bu gerçeği yorumlamaya, çelişen haberler ve yoğun kuşkular arasında sonuç çıkarmaya yetenekli olanlar haberin gerçeğini öğrenirlerdi.
Mü’min bir yetkilinin -iman şartı ve bağıyla- kumanda ettiği müslüman orduya mensup iyi bir askerin görevi; bir haber işittiğinde koşup onu Peygamberine veya yetkilisine haber vermesidir. Arkadaşlarına veya bu haberi ilgilendirmeyen kişilere söyleyip yayması değil. Çünkü gerçeği yorumlamaya yetkili olduğu kadar -kesinleştikten sonra- haberin yayılıp yayılmamasının yararlı olup olmadığını değerlendirmeye mümin komuta merkezi yetkilidir.
İşte böyle eğitiyordu Kur’an… Mü’min yetkililere inanıp bağlanmayı böyle oturtuyordu. Bir tek ayette, hatta ayetin bir bölümünde ordu düzenini bu şekilde öğretiyordu. Ayet-i kerime, güven ya da korkuya ilişkin bir haber duyan ve bu haberi kesinleşmeden, araştırmadan ve komuta merkezine bildirmeden etrafına söyleyip yayan bir askerin tuhaf bir tablosunu çizmekle başlıyor ve devamında belirttiğimiz eğitimi gerçekleştiriyor. Ayetin sonu ise, bu konuda kalpleri yüce Allah’a bağlamakta, O’nun lütfunu hatırlatıp bu lütfa karşı şükretmeye yöneltmektedir. Bu kalpleri, pusuda bekleyen ve Allah’ın lütfu ve rahmeti olmadıkça kalpleri bozan şeytana uymaktan sakındırmaktadır.
” ..Eğer Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız.”
Bütün bu yükü taşıyan, sorunu tüm yönleriyle ele alan, vicdan ve gönüllere yerleştiren, aynı zamanda direktif ve talimatını veren bir tek ayettir. Çünkü Allah katından gelmiştir o.
” . Eğer o Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı.”
ALLAH YOLUNDA SAVAŞIN
Ayetlerin akışı, ve hayattaki konumuna etki eden saftaki kusurları düzelttikten sonra -bu düzeltme konunun başından beri sürmektedir- şimdi de konuda sözü edilen savaşa teşvik konusunda zirveye ulaşıyor. Bu zirve, şahsi sorumluluktur. Kişi, ağırdan almak ve desteklememek şeklinde bu sorumluluktan geri kalamaz. Ne saftaki kargaşa ne de yolun engelleri geride kalmasına neden olamaz. Tek başına da olsa savaşması için hitap Rasulullah’a yöneltilmektedir. Çünkü o cihatta kişisel sorumluluğundan başka bir şeyle yükümlü değildir. Bu arada müminleri savaşa teşvik etmesi de emredilmektedir. Böylece gönüllere güven ve zafer ümidi estirilmektedir. Çünkü savaşı yönlendiren yüce Allah’tır. Şüphesiz ki Allah’ın azabı ve darbesi çok şiddetlidir:
84- Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun Müminleri de savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah’ın kahrı, öldürücü darbesi pek şiddetlidir.
Bu ayetten, -öncekiyle bağlantılı olarak- o günkü müslüman kitlenin bir çok belirtilerini gördüğümüz gibi her zaman için insan ruhunun bazı karakteristik özelliklerini de görüyoruz:
a- Müslüman safta baş gösteren kargaşanın boyutlarını, ağırdan almanın, engel olmanın ve alıkoymanın derin izlerini görüyoruz. Öyleki, Resulullah’ı tek başına da olsa Allah yolunda savaşmakla yükümlü tutmak ve sadece kendisinden sorumlu olduğunu belirtmek böylece müminleri teşvik etmesini istemeyi gerektirecek derecede ve teşvikte neden olacak bir düzeye ulaşmıştı bu davranışlar. Buna göre, onların uyması ve uymaması Resulullah’ı cihad görevinden alıkoymamalıdır. Her ne kadar topluca çağrısına uymamaları söz konusu olmasa bile, meseleyi bu şekilde ortaya koymak, bu yükümlülüğü bu şekilde coşturmanın zorunluluğunu göstermektir. Bunun ötesinde -tabiatıyla- ayet-i kerime İslâm düşüncesinin temel ve değişmez bir gerçeğini, her ferdin tek başına hesap vereceği gerçeğini de içermektedir.
b- Aynı şekilde, o gün müşriklerle savaşmaktan duyulan korku ve çekilen zorlukların boyutlarını da görüyoruz. Öyle ki yüce Allah, en sonunda müminlerin ümidini; kendisinin savaşı üstleneceğine, kafirlerin baskısını önleyeceğine, müslümanların sadece kafirleri müslümanlara baskı yapmaktan alıkoymak konusunda O’nun kudretinin örtü olacağına bağlamaktadır. Bu arada yüce Allah, kendi azabının daha şiddetli ve darbesinin daha öldürücü olduğunu vurgulayarak gücünü göstermektedir. Kuşkusuz bu sözler, o günkü kafirlerin son derece etkin baskılarını ve müslüman safta saldıkları korkuyu göstermektedir. Bu durum Uhut ve Hendek savaşları arasındaki dönemde söz konusu olması muhtemeldir. Çünkü bu dönem Medine’deki müslüman kitlenin, münafıklar, yahudilerin tuzakları ve müşriklerin baskısı altında geçirdiği en zor dönemdi. Müslümanlar arasında İslâm düşüncesinin yeterince olgunlaşmadığı, netleşmediği ve uyuma kavuşmadığı bir dönemdir.
c- Ayrıca, kendisine zor gelen bir yükümlülük altına sokulan insan ruhunun Allah’a, O’na güvenmeye, O’ndan yardım dilemeye, O’nun güç ve kuvvetine dayanmaya olan güçlü ilgisini de göstermektedir. Çünkü tehlike doruğa çıkınca bunun dışındaki, tüm takviye yöntemleri işe yaramaz olur. Bunların tümü İlâhi metodun başvurduğu gerçeklerdir. Çünkü bu ruhları yaratan Allah’tır. Nasıl eğitileceklerini, nasıl güçlendirileceklerini, nasıl coşturulacaklarını ve ne reaksiyon göstereceklerini en iyi bilen O’dur.
CİHAD ETME YÜKÜMLÜLÜĞÜ
Peygamber’in müminleri, konunun sonunda sözü edilen savaşa teşvik etmesi ve dersin başında da Uhud’a çıkmayı ağırdan alan ve başkalarını da alıkoyanların hatırlatılması münasebetiyle aracılık konusunda direktif, öğüt ve yardımlaşmayı kapsayan genel bir kural yerleştirilmektedir.
85- Kim iyi bir işe aracı olursa kendisinin de o iyilikte bir payı olur. Kim bir kötülüğe aracı olursa onun da kötülükte bir sorumluluk payı olur. Allah herşeyin karşılığını verir. “
Allah yolunda savaşmak için insanları cesaretlendiren, teşvik edip yardımlaşan kişinin davanın ecir ve etkilerinde bir payı vardır. Ağırdan alıp başkalarını da alıkoyanlarsa bundan ve sonuçlarından sorumludurlar. Metinde geçen “kifl” (günah) kelimesi, bunu yapanların bu davranışlarının sonuçlarından sorumlu olduklarını ilham ettirmektedir.
İyi olsun kötü olsun her aracılık için geneldir bu ilke. Ayrıntılı bir olay üzerine genel bir kural yerleştiren, aynı şekilde bireysel bir olguyu genel ilkeye bağlayan Kur’an’ın metodu uyarınca bu genel ilke de özel koşullar nedeniyle hatırlatılmış oluyor.
Bütün işleri… Herşeyin rızkını veren ya da herşeye gücünü bahşeden Allah’a bağlamak.. Evet bu, ayetin sonunda yer alan “makît” kelimesini açıklamaktadır.
“Allah herşeyin karşılığını verir.”
Ardından, ayetlerin akışı, aracılığı anlattıktan sonra, selam verildiğinde onu daha iyisiyle veya benzeriyle karşılama konusuna dönmektedir. Selâm; gerekli kurallarına uyulduğu sürece toplumun hayat çarklarının rahatlıkla dönmesini sağlayan ilişkilerden birisidir. Toplumsal atmosferde, selam ile daha önce açıklanan aracılık arasında yakın bir ilişki vardır:
86- Size bir selam verildiğinde ona daha güzeli ile ya da aynısı ile karşılık veriniz. Hiç kuşkusuz Allah her şeyi hesaba katar.
İslâm, müslüman toplumun belirginleştiği özel bir selam getirmiştir. Böylece toplumun taşıdığı tüm çizgileri hatta günlük basit çizgiler bile farklı ve belirgin olmuştur. Öyle ki bu çizgiler, başka toplumların karakteristik çizgileri ve işaretleri arasında silinip yok olmaz.
İslâm selâmı; “Es selâmualeyküm” veya “Esselâmu aleyküm ve rahmetullah” ya da “Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu” şeklinde belirlemiştir. bunlara karşılık verme; daha güzel bir şekilde ve kelimeleri arttırmak şeklinde olacaktır. -Ancak üçüncüsü hariç çünkü arttırılacak bir şey kalmamıştır- Buna göre birincinin karşılığı: “Ve aleyküm selam ve rahmetullah” ikincisinin ise, “Ve aleyküm selam ve rahmetullahi ve berakâtuhu” üçüncüsünün ise “Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakâtühü”dur. Bu yüzden benzeriyle karşılık vermek yeterlidir. Evet bu husus Resulullah’tan bu şekilde rivayet edilmiştir.
Şu selam ayetinde gizli hikmetlerin önünde biraz duralım:
Öncelikle selâm, İslâm’ın kendine özgü kanunları ve düzeni olduğu gibi özel işaret ve gelenekleri de olması için müslüman topluma kazandırmak istediği farklı bir özelliktir. Nitekim kıble değişikliğinden söz ederken bu özellikten müslüman toplumun akidesiyle olduğu kadar kıblesinin belirginleşmesi hususunda söz etmiştik. Bu konu Fi zılal’de Bakara suresinde ele alınmıştı.’
İkinci olarak selâm; müslüman kitleyi oluşturan fertler arasındaki sevgi ve yakınlık bağlarını güçlendirmeye yönelik sürekli bir çabadır. Kuşkusuz selamı yaygınlaştırmak ve selâma daha güzeliyle karşılık verme, bu bağların oluşması ve güçlenmesi için en iyi araçlardır. Nitekim Resulullah’a “hangi iş hayırlıdır?” diye sorulmuş, O da “Yemek yedirmen ve tanıdığın, tanımadığın kimselere selâm vermendir”‘ buyurmuştur.” (Buhari) Bu, öncelikle müslüman toplum arasında selamı yaygınlaştırmaya ilişkindir. Ve bu sünnettir. Verilen selâma karşılık vermek ise bu ayete göre farzdır. Kalplerin temizlenmesi, tanışmayanların tanışması ve birbirlerine bağlı bulunanların arasındaki bağın güçlendirilmesi konusunda bu geleneğin pratik etkileri göz önünde bulundurulduğunda bu işe verilen önemin değeri de anlaşılır. Bu, böylesi geleneklerin toplumda bıraktığı etkileri göz önünde bulundurup olağanüstü sonuçlarını inceleyenler tarafından rahatlıkla algılanabilecek bir gerçektir.
Üçüncü olarak selâm, öncesinde sonrasında yer alan savaş ayetlerinin arasında rahatlatıcı bir esintidir. Belki de bununla da İslam’ın esas temeline yani barışa işaret etmek istenmiştir. Çünkü İslâm barış dinidir. Ve o, geniş ve kapsamlı anlamıyla yeryüzüne, insan fıtratının Allah’ın metodu üzere istikamet bulmasından kaynaklanan barışı yerleştirmekten başka bir şey için savaşmaz.