Nisa Suresi’nin 56-89.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub...İKİNİN DEVAMI
TEVHİD İNANCI
Bu ders, İslâm düşüncesinin başlıca temelini belirtmekle başlıyor; Tevhid ve yüce Allah’ın uluhiyette birlenmesi… Münafıklara karşı davranışlarında iki gruba ve görüşe bölünen müslüman safın bu tavrı sergilendikten sonra, müslüman toplumun değişik kamplarla nasıl bir davranış içinde olacağına ilişkin çeşitli hükümler bu temelin üzerine bina edilmektedir. -Buradan, Medine’de oturanların dışında münafıklardan özel bir topluluğun varlığı anlaşılmaktadır. Böylece, bu hükümler, -ve bu sergileme- bir bütün olarak İslâm düzeninin dayandığı temel kurallarına dayandırılmaktadır. Rabbanî metod bir hüküm veya direktif belirlediğinde bu temel hep hatırlatılır.
Farklı kamplara karşı sergilenecek davranış biçimlerine ilişkin bu hükümler, -insanlık tarihinde ilk defa- İslâm’ın uluslararası ilişkilerin düzenlenmesi ve bu ilişkiler için, kılıç zoru, kuvvet mantığı ve geçici kanundan başka temeller edinilmesi konusunda yerleştirdiği temel kuralların bir yönünü oluşturmaktadır.
Avrupa, uluslararası kanunu ve onun uzantısı sayılan Uluslararası tüm düzenlemeleriyle bu konuya ancak Miladî on yedinci yüzyılda (Hicri onbirinci yüzyıl) el atabilmiştir. Ancak, bütünüyle bu kanun kağıt üzerinde kalmaktan öteye gitmemiştir. Bu düzenlemeler de tamamiyle, arkasında Uluslararası ihtirasın gizlendiği araç ve soğuk savaş için birer basamak olmuşlardır. Bunlar hakkın ve adaletin gerçekleşmesinden ziyade denk kuvvetlere sahip devletlerin çekişmeleri sonucu ortaya çıkmışlardır. Ancak ne zaman bu denge bozulmuşsa Uluslararası kanunların bir değeri ve Uluslararası düzenlemelerin kayda değer bir işlevi söz konusu olmamıştır.
İnsanlar için gönderilen Rabbanî sistem olan İslâm’a gelince, Uluslararası ilişkilerin esaslarını Miladi yedinci yüzyılda (hicri birinci yıl) belirlemiştir. Bunları, zıt güçlerin zorlaması söz konusu olmaksızın kendiliğinden belirlemiştir. Bunları, kendisi uygulamak ve müslüman toplumun diğer topluluklarla gireceği ilişkilere dayandırmak için ortaya koymuştur. Böylece -cahiliye mensubu- diğer paktlar kendisiyle bu ilkeler uyarınca ilişkide bulunmasalar da İslâm insanlık için adalet sancağını yükseltmeyi ve onlara yolun işaretlerini belirlemeyi istemiştir. Kuşkusuz, ilk defa bu ilkeleri İslâm belirliyordu.
Uluslararası ilişkilere ilişkin bu kurallar, konuları ve münasebetleri bakımından Kur’an sureleri arasında dağılmış durumdadırlar. Ancak bunlar Uluslararası ilişkiler için eksiksiz bir kanun oluştururlar. Böylece İslâm cephesi ile; savaşanı, barışanı, anlaşanı, tarafsızı ve savaşanın, veya barışanın ya da tarafsızın müttefikiyle tüm diğer kamplar arasında baş gösterecek her durumu kapsamaktadırlar.
Burada bu ilke ve hükümleri sunacak değiliz. (Bu, Uluslararası hukuk uzmanı birinin üstleneceği bağımsız bir araştırma konusudur.) Ancak biz, bunlardan şu derste geçen ayetlerde yer alanlarını sunacağız. Bunlar da aşağıdaki gruplarla kurulacak ilişkilerle ilgilidirler.
1- Medine’de oturmayan münafıklar.
2- Müslümanların anlaşma halinde olduğu bir kavimle ilişkide bulunanlar.
3- Dinlerini bırakmamakla beraber ne müslümanlarla, ne de kavimleriyle savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar.
4- Akideyle oynayanlar. Medine`ye gelirken müslümanlıklarını, Mekke’ye girerken de küfürlerini açıklayanlar.
5- Müslümanlar arasında meydana gelen yanlışlıkla adam öldürme veya ülkeleri ve ulusları ayrı kişilerin bilerek adam öldürmeleri durumları.
Uluslararası boyutta kurulacak ilişkilere ilişkin ilkelerin bir yönünü oluşturan bu gibi durumlar hakkında kesin ve açık hükümler bulacağız. Diğer yönü ise, değişik ilişkileri ele alan geri kalan hükümler de anlatılmaktadır.
Kur’anî akışın başladığı İslâm’ın ve çeşitli yönleriyle İslâm düzeninin dayandığı en başta gelen kuralla başlıyoruz biz de.
87- Kendisinden başka İlah olmayan Allah, sizleri geleceği kuşkusuz olan Kıyamet günü kesinlikle bir araya getirecektir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
İster ruhların eğitiminde, ister toplumun oluşturulmasında, ister bu toplumun kanun ve düzeninin belirlenmesinde, ister bu kanunlar müslüman kitlenin iç düzeni ya da bu kitlenin diğer toplumlarla ilişkilerinde uyduğu uluslararası düzeniyle ilgili olsun, Rabbani sistem her zaman adımlarına Allah’ın birliği ve uluhiyette teklik ile başlamaktadır. Bu yüzden iç ve dış ilişkilerin temel kurallarının bir bölümünü içeren şu ayetler demetinin de bu şekilde başladığını görüyoruz.
Aynı şekilde, ahirete inanmak ve orada onları dünyada bahşettiği amel ve deneme fırsatları konusunda hesaba çekmek için bir olan Allah’ın insanları toplayacağına inanmak hususunda bu metod adımlarına ruhları eğitmek ve onlara, kanun ve direktifler ile hayattaki tüm hareketleri karşısında içlerinde duyarlılık yerleştirmekle başlıyor. Buna göre dünyadaki büyük-küçük her şeyden hesap verilecektir. İşte bu, kanun ve düzenin uygulanabilmesi için en sağlam güvencedir. Çünkü bu, ruhun derinliklerinde gizli bir bekçidir, gözetmeciler uyusa ve idareciler gafil olsa da o hep uyanıktır. Bu Allah’ın sözüdür, bu da onun vaadi:
“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Bu sistemin eğitim yöntemine işaret ettiği kadar müslüman kitlenin hayatındaki pratik itikadî düşünceye de işaret eden kalplere yönelik bu ifadeden sonra…
Evet, bu dokunuştan sonra ayetlerin akışı, münafıkların takındığı cıvıklığı, müslüman kitlenin onlara karşı kararlı olması gereken yerde kararlı olmayışı ve müslümanların -daha sonra açıklayacağımız gibi Medine dışındaki bir gurup münafık konusunda ikiye bölünmelerinin ne denli kötü bir durum olduğunu belirtmekle başlıyor. Nitekim bu ifade, o gün müslümanlar arasında bazı uyumsuzlukların söz konusu olduğunu gösterdiği gibi İslâm’ın, işlerin açıklığı ve kesinliğinin zorunlu olduğunu göstermektedir,
88- Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz? Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir. Allah’ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın.
89- Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler. Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiç birini dost veya müttefik. edinmeyiniz. “
Bu münafıklar hakkında çeşitli rivayetler yapılmıştır ancak en önemlileri iki tanesidir:
İmam Ahmet şöyle der: Bize Behz anlattı, O’na da Şu’be, Adiy b. Sabit’in şöyle dediğini anlatmıştır: Bana Abdullah b. Yezit, Zeyd bin Sabit’ten anlattı: Resulullah Uhud’a çıktığında onunla çıkan bazı insanlar geri döndüler. Resulullah’ın arkadaşları bunlar hakkında ikiye ayrıldılar. Bir grup “Şunları öldürelim” diğer grup “Hayır onlar mümindir” diyorlardı.
Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi: “Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz..”
Resulullah (salât ve salâm üzerine olsun); “Demirci körüğü demirin kirini nasıl gideriyorsa o da pislikleri giderir, buyurdu.” Buhari, Müslim Şu’be’den rivayet ettiler.)
Avfi ibni Abbas’tan şöyle rivayet eder: Bu ayet, müslüman olduklarını söyleyen ancak müşriklere yardımcı olan bir kavim hakkında indi. Mekke’den bazı ihtiyaçlarını temin etmek için dışarı çıkmışlardı. “Şayet Muhammed’in arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez” diyorlardı. Müminler bunların Mekke’den çıktıklarını haber alınca, bir grup “Korkakları öldürmek için atlara binin; çünkü onlar, düşmanlarınıza yardım ediyorlar.” Diğer bir grup da “Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey söylediler- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?” diyordu. Bu şekilde iki gruba ayrılmışlardı. Bu arada Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) yanlarındaydı; Ancak iki gruptan herhangi birine müdahalede bulunmuyordu. Bunun üzerine “Niye münafıklar hakkında iki gruba ayrılıyorsunuz?” ayeti indi. (İbn-i Ebu Hatem rivayet etmiştir. Ancak Ebu Seleme b. Abdurrahman İkrime, Mücahit-Dahhak ve diğerlerinden de benzeri rivayetlerde yapılmıştır.)
İsnad zinciri ve tarihi bakımından birinci rivayet daha güvenilir olmakla beraber tarihsel olguya dayanarak ikinci rivayetin içeriğini tercilı ediyoruz. Çünkü Medine münafıklarıyla savaşmaya ilişkin herhangi bir em,ir söz konusu olmamıştır. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) ne onlarla savaşmış ne de onlardan öldürmüştür. Aksine onlarla ilişkide değişik bir yöntem uygulanmıştır.
Bu yöntem; görmezlikten gelme, toplumun kendiliğinden onları dışlaması ve onları aldatan ve umutlandıran yahudilerin önce Medine’den sonra da bütün Arap yarımadasından çıkarılmasıyla çevrelerindeki dayanakların kesilmesiydi. Ancak burada onların esir edilmesine ve görüldükleri yerde öldürülmelerine ilişkin kesin bir emir görmekteyiz. Bu da gösteriyor ki bunlar, Medine’deki münafıklardan ayrı bir gruptur. Bazıları, onların esir edilmelerine ve öldürülmelerine ilişkin emir, yüce Allah’ın “… Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz” emriyle kayıtlanmıştır, derler. Bu âyet-i kerimede içinde bulundukları bir durumdan vazgeçmeleri için bir tehdit yer almaktadır. Oysa Medine’deki münafıklar geri dönmüş olmalarına rağmen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onlar hakkında bu emri uygulamamıştır. Ancak “hicret edene kadar…” kelimesi, bu grubun Medine’li olmadığını aksine Medine’ye hicret etmeleri istendiğini kesinlikle göstermektedir. Kuşkusuz bu, Mekke fethinden önceydi. Bilindiği gibi -Mekke fethinden önce hicret; küfür diyarından (ülkesinden) İslam diyarına (ülkesine) göç etmek, müslüman kitleye katılmak ve onun hayat düzenine boyun eğmek olarak algılanıyordu. Bunun aksi bir davranış kafirlik ya da münafıklık olarak tanımlanıyordu. Nitekim surenin akışında yer alan gelecek derste hiçbir mazeret yokken (oralı olsalar bile yani esas vatanları olsa dahi) kendilerine göre “Daru’l-küfür” ve “Daru’l-Harp” olan Mekke’de kalan zayıf müslümanların konumuna yönelik şiddetli kınamaların yer aldığını göreceğiz. Bütün bunlar i!
Ayetlerde, münafıklar konusunda iki gruba bölünen mü’minlerin bu davranışlarının ve bu tutumlarının hoşnutsuzluk ve şaşkınlıkla karşılandığını görmekteyiz. Ayrıca durumu bütün gerçekliğiyle düşünmeleri konusundaki direktif ve münafıklarla ilişkilerinde şiddetli ve kesin bir ifade de yer almaktadır.
Bütün bunlar o zamanlar -ve benzeri her durumda- müslüman safta cıvıklık tehlikesinin olduğunu göstermektedir. Evet, “nifak ve münafıklara bakışta” bir cıvıklık vardı, çünkü bu dinin hakikatını algılamada da cıvıklık söz konusuydu. Müslümanlardan bir grubun “Subhanallah! -veya bunun gibi bir şey- Hicret edip yurtlarını terk etmediler diye sizin söylediklerinizi söyleyen bir kavmi öldürecek misiniz? Kanlarını ve mallarını helal mı sayacağız?” demeleri ve durumun bütün belirtilerine ve münafıkların “Şayet Muhammed’in arkadaşlarıyla karşılaşırsak onlardan bize bir zarar gelmez” sözlerine rağmen olayı “Müslümanların söylediklerini söylemek” olarak algılamaları, öte yandan müminlerden diğer bir grubun olaya başka açıdan bakması “Düşmanlarınıza yardım ediyorlar” diyerek bu şekilde düşünmeleri imanın hakikatı konusunda büyük kavram kargaşalığının göstergesidir. Oysa böylesi koşullarda tam bir açıklık ve kesin bir netlik gerekmektedir. Çünkü açıkça müslümanların düşmanı olanlara yardım etmek gibi pratik bir davranışın yanında dille söylenen bir söz, münafıklıktan başka bir şey değildir. Burada hoşgörüye ve görmezlikten gelmeye yer yoktur. Çünkü bu, bizzat düşüncede cıvıklığın olduğunu göstermektedir. İşte Kur’an ayetinin hayret ve nefretle karşıladığı ve iyice açıklamaya özen gösterdiği tehlike budur.
Medine’deki münafıkları görmezlikten gelme konusunda böyle bir durum söz konusu olmamıştı. Çünkü düşünce açıktı; onlar münafıktır. Ancak onlarla ilişkilerde özel bir strateji belirlenmişti. Dış görünüşlerine göre değerlendirmek ve bir süre görmezlikten gelmek. Bu ise; Müslümanlardan bir grubun münafıklarla savaşmasından farklı bir şeydir. Çünkü onlar, müslümanların söylediği sözlerin aynısını söylemelerine ve dilleriyle “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın Resûlüdür” şehadetinde bulunmalarına rağmen müslümanların düşmanlarına yardım ediyorlardı.
Ayetin başında yer alan şiddetli (hoş karşılamama) nedeni, bir grup müslümanın anlayışındaki bu cıvıklık ve münafıklar konusunda müslüman safta baş gösteren bir ayrılıktır. Ardından şu münafıkların konumlarının gerçeğine yönelik ilahî açıklama yer almaktadır.
“Oysa Allah, onları iki yüzlü tutumlarından dolayı aşağılığa mahkum etmiştir.”
Kötü niyetlerinden ve kötü davranışlarından dolayı yüce Allah, onların içinde bulundukları durumlarını bu şekilde belirlemişken münafıklar konusunda niye iki gruba ayrıldınız? Bu, onların durumlarını açık bir şekilde ortaya koyan yüce Allah’ın şahitliğidir. Onlar içlerinde gizledikleri ve işledikleri kötülükler yüzünden kaçınılmaz olarak bu kötü duruma düştüler. Ardından başka bir kınama yer almaktadır.
“…Allah’ın saptırdığını, siz doğru yola mı iletmek istiyorsunuz”
Bu söz, münafıklara hidayete ermeleri için fırsat verilmesini îma ettiren ve düşmanlığı bir kenara bırakan hoşgörülü grubun sözleri hakkında olabilir. Böylece yüce Allah, kötü davranışları ve çirkin tutumlarıyla bu durumu hakkeden bir kavim hakkındaki bu düşünceyi reddetmiş oluyor:
“Allah’ın saptırdığına sen çıkış yolu bulamazsın.”
Kuşkusuz Allah sapıkları saptırır. Yani bizzat sapıklığa yöneldikleri, bu uğurda çaba sarf ettikleri ve bunu amaçladıkları sürece sapıklık içinde kalmalarını sağlar. Bu durumda ondan uzaklaştıkları, başka bir yol tuttukları, yardım ve hidayeti bir kenara bıraktıkları ve yolun işaretlerini inkâr ettikleri için hidayet yolu yüzlerine kapanmıştır.
Ayetin akışı münafıkların konumunu daha bir belirginleştirme konusunda bir başka adım atıyor. Buna göre onlar; kendi sapıklıklarıyla kalmıyorlar, çaba ve niyetleriyle yüce Allah’ın kendilerini sapıklıkta bırakmasını hakketmekle kalmayıp bir de müminleri saptırmayı arzuluyorlar.
“Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler.”
Müslümanların söylediklerini söylemelerine ve müslümanların düşmanlarına yardımda bulunmak gibi bir davranışın yalanladığı şehadet cümlesini tekrarlamalarına rağmen onlar kâfirdirler. Üstelik onlar bu noktada durmak istemezler. Çünkü kafir, yeryüzünde imanın ve müminin varlığından hoşlanmaz. Müslümanları küfre döndürmek, herkesi aynı duruma getirmek için hareket lazımdır, çalışma lazımdır. Çaba sarf edip tuzaklar kurmak zorunludur.
İşte bu, adı geçen münafıkların konumlarının hakikatına ilişkin ilk açıklamadır. Bu açıklama, iman düşüncesinden cıvıklığı giderip onu birbiriyle uyuşan söz ve hareketin meydana getirdiği apaçık bir temele dayandırmaktadır. Yoksa, çevresinde yalan ve münafıklığa tanıklık eden bunca kanıt varken dille söylenen kelimelerin hiçbir değeri yoktur.
KÜFÜR EHLİ
Kur’an-ı Kerim; “… Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı isterler” buyurmaktadır. Müminlerin duygularına güçlü olduğu kadar ürpertici bir üslupla temas etmektedir.
Küfürden sonra imanın lezzetini yeni yeni tatmışlardı. Cahiliyedeki duygular, konumları ve toplumsal hayatlarıyla İslâm’daki durumları arasındaki değişimi ruhlarında görüyorlardı. Duyguları ve pratik hayatlarındaki bu açık ve bariz fark; kendilerini bu iğrenç ve İslâm’ın bir bir çekip çıkardığı cahiliye bataklığına döndürmek isteyenlere karşı düşmanlık beslemeleri için yeterliydi. Çünkü İslâm onları bu bataklıktan kurtarmış, yüksek zirvelere doğru yükseltmiştir.
Bu yüzden Kur’an metodu bu gerçeğe dayanmaktadır. Münafıklardan kaynaklanan kendilerine yönelik bu iğrenç ve korkunç tehlike karşısında müminlerin, uyanık olmaları ve dirençli olmaları gereken bir anda bu gerçekle yüzyüze getirmektedir:
” . Bu yüzden Allah yolunda hicret etmedikleri sürece onlardan hiçbirini dost edinmeyiniz. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiçbirini dost ve müttefik edinmeyiniz.”
Ayetin müslümanların onlardan dostlar edinmelerini yasaklamasından anlıyoruz ki, Medine’deki müslümanların ruhlarında ailesel ve kabilesel ilişki ve bağlar sürmektedir. -Bu ilişkilerde ekonomik çıkarlar da göz önünde bulundurulmuş olabilir- İşte, Kur’an’ın eğitim metodu bu kalıntıları gidermekte, müslüman ümmet için ilişkilerini dayandıracağı yeni kurallar belirlediği gibi düşüncesinin temel kurallarını da yerleştirmektedir.
Kur’an onların, ümmet oluşunu aşiret ve kabile, kan ve yakınlık ilişkilerine dayanmadığını bildiriyor. Yani bölgede ve aynı şehirde yaşamanın doğurduğu bağlara yahut ticaret ya da ticaret akışı ekonomik çıkarların belirlediği ilgilere dayanamayacağını, aksine ümmetin akideye ve ondan kaynaklanan toplumsal düzene dayanacağını öğretiyordu.
Bu yüzden İslâm ülkesinde (dar-ul İslâm) müslümanlarla kendileri dışındaki küfür ülkesinde (dar-ul harp) kalanlar arasında dostluk söz konusu olamaz. O gün için dar-ul harp, ilk muhacirlerin yurdu Mekke’ydi. Dolayısıyla dilleriyle İslâm kelimesini söyleyenler hicret edip müslüman topluma -yani İslâm ümmetine- katılmadıkları sürece onlarla dostluk yoktur. Hicretlerinin Allah uğruna ve Allah yolunda olabilmesi için inançları uğrunda hicret etmelidirler, başka bir gaye için değil. Bu şekilde net ve bu derece kesin… Başka bir kuşkunun, ya da çıkarın veya hedefin karışmasına imkan bırakmayacak kadar açık..
Şayet bunu yayarlarsa, ailesini, yurtlarını ve çıkarlarını dar-ul harp’te -savaş ülkesi- bırakıp, İslâm akidesinden kaynaklanan ve İslâm şeriatına dayanan İslam düzeniyle yaşamak için İslâm ülkesine -dar-ul İslam- hicret ederlerse, evet bunu yapacak olurlarsa İslâm toplumunun bir üyesi ve İslâm ümmetinin bir yurttaşı olurlar. Bunu yapmayıp hicret etmekten kaçınırlarsa, bundan sonra, davranışların yalanladığı sözlerin hiçbir değeri yoktur.
“Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayınız, bulduğunuz yerde öldürünüz, hiçbirini dost ve müttefik edinmeyiniz.”
Kuşkusuz İslâm, kendisine, muhalif inançlara mensup kişilere son derece hoşgörülü davranır ve hiçbir zaman onları kendi akidesini kabul etmeye zorlamaz. Onlar -İslâm düzeni ve devleti himayesinde yaşarken bile- İslâm’a muhalif inançlarını yaşama hakkına sahiptirler, müslümanları kendi taraflarına çekmeye çalışmadıkları ve İslâm’a hakaret etmedikleri sürece… Kur’an-ı Kerim’de, ehl-i kitaptan kaynaklanan bu tür hakaretlerin hoşnutsuzlukla karşılandığına ilişkin hükümler yer almaktadır. Bununla beraber, günümüzde bazı cıvık görüşlerin ileri sürdüğü gibi İslâm, kendi himayesinde yaşayan, kendisine itiraz eden gerçeklerini örten ve hakkı batılla karıştıran kişileri kendisine inanmaya zorlamadığı kuşkusuzdur.
İslâm onları inancını kabullenmeye zorlamaz, bununla beraber hayatlarını, mallarını ve kanlarını korumayı üzerine alır. Onlarla müslümanlar arasında bir ayırım gözetmeksizin İslâm yurdunun nimetlerinden yararlandırır. Genel düzenle ilgili sorunların dışında kendi şeriatlarını uygulamalarına müsaade eder.
İslâm, inanç konusunda kendisine muhalif oldukları gün gibi aşikâr olanlara karşı bu derece hoş görülüdür. Ancak dilleriyle İslâm kelimesini söyleyen fakat davranışlarıyla bunu yalanlayanlara karşı aynı hoşgörüyü göstermez. Allah’ı birlediklerini, ondan başka ilah olmadığına tanıklık ettiklerini söyleyenler sonra da hakimiyet ve insanlar için kanun koymak gibi ilahlığın en belirgin özelliğini iddia edenlere ve bu iddialarını tanıyanlara hoşgörülü davranmaz. İslam ehl-i kitabı müşrik olarak tanımlamaktadır. Çünkü “Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa’yı Allah’tan başka Rabbler edindiler.” Onlar haham ve papazlarına taptıkları için değil, onların koyduğu helal ve haramlara uyuyorlardı.
İslâm, münafıklardan, bir grubun mü’min olarak nitelendirilmesine de hoşgörülü davranmaz. Çünkü onlar “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in (salât ve selâm üzerine olsun) Allah’ın Resulü olduğuna tanıklık etmiş sonra da küfür ülkesinde kalıp müslümanların düşmanlarına yardımcı olmuşlardır.
Çünkü buradaki hoşgörü, hoşgörüden çok cıvıklıktır. Evet İslâm, hoşgörü akidesidir; Ancak, cıvık bir inanç değildir. O, ciddi bir düşünce ve ciddi bir düzendir. Ciddiyetse, hoşgörüye değil cıvıklığa karşıdır. İlk müslüman kitleye yönelik Kur’an metodunun bu uyarı ve dokunuşlarında bir açıklık ve bir mesaj vardır.
Sonra müslümanların, düşmanlarına yardım eden münafıklardan bu gruba ilişkin bu hükümden -esir alma ve öldürme hükmü- müslüman kitle ile aralarında -ateşkes veya zimmet gibi- bir sözleşme bulunan bir kampa sığınanlar istisna edilmektedir. Böyle bir durumda sığındıkları veya bağlandıkları topluma göre muamele görürler.
Nisa Suresi’nin 90-125 .Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub
90- Yalnız sizinle arasında anlaşma bulunan bir gruba sığınan ya da sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size başvuran Yahudiler bu hükmün dışındadır. Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır, onlar size savaş açarlardı.
Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir.
Bu hükümden, temel sistemiyle çelişmediği sürece imkan bulduğu her durumda İslâm’ın barışı tercih ettiği açıkça görülmektedir. Ancak tebliğ ve seçme özgürlüğü bulunmalıdır. Müslümanların güvenliğinin sağlanmasıyla birlikte davet hareketini engelleme söz konusu olmamalıdır. Müslümanlar eziyetlere maruz kalmamalıdır. Bizzat İslâm davası, donukluk ve tehlikeyle karşı karşıya bulunmamalıdır.
Bu yüzden -zimmet veya ateşkes gibi- sözleşmeli toplumlara sığınan, onlara bağlanan ve aralarında yaşayan kişiler de bu toplumlar statüsüne tabidirler. Onlar gibi muamele görürler. Onlarla yapılan barışın kapsamına girerler. Kuşkusuz bu, şu hükümlerde somutlaşan açık ve belirgin barış ruhudur.
Aynı şekilde esir alma ve öldürme hükmünden bir diğer grup da istisna edilmektedir. Bunlar, kavimleriyle müslümanlar arasında meydana gelen savaşta tarafsız kalmayı tercilı eden kişiler, kabileler ya da toplumlardır. Bunlar kavimleriyle birlik olup müslümanlarla savaşmaktan hoşlanmazlar. Aynı şekilde müslümanlarla birleşip kendi kavimleriyle de savaşmayı istemezler. Bu yüzden, şunlara ya da bunlara dokunmaktan dolayı duydukları sıkıntı yüzünden her iki gruptan da ellerini çekerler.
“… Sizinle ve tuttukları grupla savaşmayı içlerine sindiremeyerek size başvuran yahudiler bu hükmün dışındadır.”
Böylece İslâm’ın, müslümanlara ve davalarına saldırmaktan vazgeçenler ile müslümanlarla yahut onlarla savaşanlar arasında tarafsız kalmayı yeğleyenlere karşı savaşmaktan kaçınıp barışı istediği açıkça görülmektedir. Ne müslümanlarla ne de kendi kavimleriyle savaşmaktan hoşlanmayan kişiler Yarımada da, hatta bizzat Kureyş içinde de mevcuttu. Ancak İslâm, onları yanında veya karşısında yer almaları için zorlamadı. Buna rağmen karşısında yer almalarını da istemiyordu. Kendilerini İslâm’a girmekten alıkoyan engeller ortadan kalkınca İslâm’a girmelerini istiyordu. Nitekim öyle de oldu.” (Bu hükümler, pratik denemelerden sonra yarımadada iki dinin bir arada yaşayamayacağı anlaşılınca Tevbe suresindeki ayetlerle değiştirilmiştir (nesh edilmiştir).)
Yüce Allah savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar hakkında bu tavrı takınmayı müslümanlara sevdirirken, durumlarında olabilecek ikinci bir tavrı açıklamaktadır. Kuşkusuz -bu şekilde savaşmaktan hoşlanmayan tarafsızlar olacaklarına- yüce Allah onları müslümanlara musallat edip düşmanlarıyla birlikte onlarla savaştırabilirdi. Ancak yüce Allah bu şekilde onları vazgeçirdi. O halde barış en uygunudur. En iyisi onları bulundukları durumda bırakmaktır.
“Allah dileseydi onları üzerinize saldırtır, onlar size savaş açarlardı. Eğer size sataşmaz, savaş açmaz, barış teklifi getirirlerse Allah onlara karşı herhangi bir eyleme girişmenize izin vermemiştir.”
İşte Kur’an’ın hikmetli eğitim metodu, bu grup hakkında böyle bir tavır takınmaktan hoşlanmayan yiğit müslümanların ruhlarını bu şekilde okşamaktadır. Bu tavırdaki yüce Allah’ın lütuf ve planını, müslümanların omuzlarındaki yükü kat kat arttıracak düşmanlık ve eziyetlerin bir kısmını kaldırdığını açıklayarak okşamaktadır. Onlara, sunulan iyiliği almalarını, tepmemelerini ve kendilerinden uzak bir yol tutan kötülükten kaçınmalarını ve onunla karşılaşmamalarını öğretmektedir. Ancak bunların hiçbiri dinlerinde tefrite kaçtıklarını, inançlarında gevşek olduklarını ve basit bir barış uğruna razı olduklarını ifade etmez.
Kuşkusuz İslâm, ucuz bir barışı müslümanlara yasaklamaktadır. Çünkü İslâm’ın amacı, ne pahasına olursa olsun savaştan kaçınmak değildir. İslâm, dâvânın ve müslümanların hiçbir hakkını feda etmeyen bir barışı hedeflemektedir. Ferdî ve kişisel hakları değil elbette, yüklendikleri ve bu sayede müslüman ismini aldıkları bu sistemin hakları kastedilmektedir.
Bu sistemin, yolunda çağrısının duyurulmasına ve yeryüzünün her köşesinde insanlara ulaşmasına mani olan her engelin kaldırılması onun başta gelen hakkıdır. Yeryüzünün her köşesinde -kendisine bu çağrı ulaşmış- dileyen her kişi hiçbir zarar ve işkenceye uğramaksızın bu dine rahatlıkla girebilmelidir. Ayrıca, ne şekilde olursa olsun ona inananlara zarar vermeyi düşünenleri korkutacak bir gücün bulunması da zorunludur. Bundan sonra barış esastır. Cihad ise kıyamete kadar sürecektir kuşkusuz.
Ancak burada bir diğer grup vardır ki, İslâm onlara aynı hoşgörüyü göstermiyor. Bunlar ilk grup gibi zararlı bir münafık grubudur. Ne bir ant(aşmaya uyuyorlar ne de müslümanlarla antlaşma bulunan bir kavme bağlanırlar. O halde İslâm serbesttir. Bunları da önceki münafıklar gibi bir uygulamaya tabi tutar.
91- Bir de hem sizden ve hem de tuttukları gruptan yana güven içinde olmak isteyen başka birtakım kimselere rastlayacaksınız. Bunlar ne zaman fitneye, bozgunculuğa itilseler ona balıklama dalarlar. Eğer bunlar sizden uzak durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el çekmezlerse onları yakalayınız ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size apaçık bir yetki verdik.
İbn-i Cerir Mücahit’ten şöyle nakleder: Bu ayet Mekkeli bir topluluk hakkında inmiştir. Resulullah’a (salât ve selâm üzerine olsun) gelip görünürde müslüman olduklarını söylerlerdi. Sonra da Kureyşlilerin yanına dönüp tekrar putlara taparlardı. Bu şekilde hem burada hem de orada kendilerini güvenceye almak istiyorlardı. Şayet vazgeçip ıslah olmazlarsa öldürülmeleri emredildi. Bunun için yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Eğer bunlar sizden uzak durmaz size barış teklifi getirerek savaştan el çekmezlerse onları yakalayınız ve nerede bulursanız öldürünüz. Onlara karşı size apaçık bir yetki verdik.”
Böylece hoşgörü ve bağışlamanın yanında İslâm’ın kesinlik ve ciddiyetten oluşan bir diğer yönünü de görmüş oluyoruz. Tabii ki, bunun yeri ayrı diğerinin yeri ayrıdır. Bunu belirleyecek olan durumun özelliği ve realitesidir.
İslâm’ın bu ikï özelliğini bu şekilde görmek, müslümanın duygusunda olduğu kadar İslâm düzeninde de bir denge meydana getirmek için bir güvencedir. (Zaten İslâm düzeninin temel ve baslıca özelliği budur). Bazı katı kimseler çıkıp olayı sertlik, yiğitlik, şiddet ve heyecan olarak algılarsalar kuşkusuz bu İslâm değildir. Aynı şekilde, laubali, cılız ve İslâm için cihad etmekten kaçınan bazı kimseler çıkıp sanki İslâm töhmet kafesindeymiş onlar da tehlikeli ithamları bertaraf ediyorlarmış gibi tavır takınırlar. İşi; hoşgörü, barışı görmezlikten gelme, bağışlama ve salı İslâm yurdunu ve müslüman toplumu savunmak olarak algılarlar. Davanın hiçbir engelle karşılaşmadan yeryüzünün her tarafına duyurulma özgürlüğünün ve yeryüzünün herhangi bir köşesinde İslâm inancını kabul etmek isteyen bir kişinin güvenliğinin sağlanması ve İslâm inancını benimseyen -benimsemeyen tüm insanların gölgesinde güvencede olduğu üstün düzenin ve kanunun egemen olması olarak düşünmemeleri de İslâm değildir.
Uluslararası ilişkilere ilişkin hükümlerin bir kısmı duyurulup açıklanmış oldu böylece.
ÖLDÜRME HUSUSU
Bunlar, müslümanların diğer kamplarla ilişkilerinde söz konusu olan hükümlerdir. Müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine gelince; ülkeleri farklı da olsa -nitekim her zaman müslümanların farklı ülkelerde yaşaması mümkündür- aralarında öldürme ve savaş söz konusu olamaz. Öldürme; ancak hadd veya kısas cezaları nedeniyle olabilir. Çünkü müslümanla başka bir müslüman arasındaki inanç bağına baskın çıkacak hiçbir neden olamaz. Bu yüzden, aralarında bu kadar sağlam bir bağ varken müslümanın müslümanı öldürmesi düşünülemez. Olsa olsa yanlışlıkla olabilir. Ancak yanlışlıkla adam öldürmek için birtakım kanunlar ve hükümler belirlenmiştir. Bilerek adam öldürmenin telafisi yoktur. Çünkü bu, hesapların ötesindedir. İslâm’ın sınırlarının dışında bir olaydır.
92- Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir. Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve ölünün ailesine diyet ödemesi gerekir. Eğer ölenin ailesi diyeti bağışlarsa bu gereklilik ortadan kalkar. Eğer ölü size düşman bir kavme mensub bir mümin ise o zaman mümin bir köle azad etmek gerekir. Eğer anlaşmalı olduğunuz kavimden ise ailesine fidye ödemek ve mümin bir köle azad etmek gerekir. Bunları bulamayan kimse Allah’ın tevbesini kabul etmesi için aralıksız bir ay oruç tutar. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
93- Kim bir mümini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet yağdırmış ve kendisi için büyük azap hazırlamıştır.
Bu hükümler dört durumu kapsamaktadır. Üç tanesi yanlışlıkla adam öldürmeyle ilgilidir. Bu da, bir ülkede -İslâm ülkesinde- yaşayan müslümanlar arasında olabileceği gibi farklı uluslardan oluşan değişik ülkelerde yaşayanlar arasında da olabilecek bir durumdur. Dördüncü durum ise, bilerek adam öldürmeyle ilgilidir. Bunu ise Kur’an’ın üslûbu daha baştan uzak bir ihtimal olarak görmektedir. Böyle bir şey olamaz. Çünkü, bu dünya hayatından hiçbir şey, bir müslümanın bilerek akıttığı diğer bir müslümanın kanına denk değildir. Dünya hayatındaki hiçbir şey, bir müslümanın diğer bir müslümanı bilerek öldürecek kadar aralarındaki ilişkiyi gevşetemez. İslâm, müslümanlar arasında öylesine sağlam, derin, büyük, üstün ve güçlü bir ilişki meydana getirmiştir ki, hiçbir zaman bu derece tehlikeli bir şekilde zedelenmesine müsaade edilmez. Bu yüzden konuya, yanlışlıkla adam öldürmenin hükümlerinden giriliyor.
“Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez. Bu ancak yanlışlıkla olabilir.”
İslâm anlayışına göre olabilecek tek ihtimal budur. Aynı zamanda realiteye göre de tek ihtimal budur. Çünkü müslümanın varlığı diğer bir müslümanın yanında büyük bir olaydır. Gerçekten büyük bir olay… Son derece büyük bir nimettir. Bir müslümanın böyle bir nimeti tepmesi, bilerek ve kasten bunu ortadan kaldırmaya kalkışması düşünülemez. Şu unsur… Müslüman unsuru yeryüzünde var olan en üstün unsurdur. İnsanlar içinde bu unsurun üstünlüğünü en iyi algılayan yine kendisi gibi bir müslümandır kuşkusuz. O halde öldürmek suretiyle bu unsuru yok etmeye kalkışamaz bir müslüman. Bunu müslümanlar bilir. Ruhlarında ve duygularında hissederler bu gerçeği. Bunu yüce Allah, bu akide ve bağla öğretmiştir onlara. Onları Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) etrafında birleştirerek yakınlaştırmış sonra da, kalplerini olağanüstü bir şekilde kaynaştıran yüce Allah’ın birliğinde toplamıştır.
Ancak yanlışlıkla adam öldürme meydana geldiğinde, ayetlerin akışının hükümlerini açıkladığı şu üç durum söz konusu olur:
Birinci durum: Ailesi İslâm ülkesinde yaşayan bir mümini öldürmek. Bu durumda, mümin bir köle azat etmek ve ölünün ailesine diyet vermek gerekmektedir. Mümin bir köle azat etmeye gelince; bu tamamen öldürülen mümin bir kişiye karşılık müslüman topluma mümin bir kişi kazandırmak amacına yöneliktir. Aynı zamanda bu, İslâm’ın köleleri hürleştirme hareketinin de bir gereğidir. Diyet ise; ruhlarda intikam duygusunu yatıştırmak, bu acıyı yaşayanların gönlünü almak bir de ölüm nedeniyle kaybettikleri bazı menfaatlerine bir karşılıktır. Bununla beraber İslâm, ölünün ailesine -gönülleri razı oluyorsa bağışlamayı telkin etmektedir. Çünkü bu, müslüman topluma egemen olan şefkat ve hoşgörü atmosferine daha uygun bir tavırdır.
“Kim yanlışlıkla bir mümini öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve ölünün ailesine diyet ödemesi gerekir.”
İkinci durum: Dar-ul harpte (savaş ülkesinde) yaşayıp İslâm’a karşı savaşan bir aileye mensup mümin bir kişiyi öldürmek. Böyle bir durumda; İslâm’ın kaybettiği öldürülmüş bir mümin kişinin yerine geçmesi için mümin bir köle azat etmek gerektir. Ancak müslümanlarla savaşan aileye diyet ödemek doğru değildir. Bu müslümanlara karşı savaşlarında onlara bir tür yardım olacaktır. Burada ölünün ailesini hoşnut etmenin ve onların sevgisini kazanmanın imkanı da yoktur. Çünkü onlar İslâm’la savaşıyorlar, müslümanlara düşmandırlar.
Üçüncü durum: Zimmet ve ateşkes sözleşmesiyle müslümanlarla anlaşmış bir kavme mensup bir mümini öldürmek. Aslında böyle bir durumda öldürülenin mümin olması şartı belirtilmemiştir. Bazı müfessir ve fıkıhçılar ayeti mutlak olarak algılamış ve öldürülen mümin olmasa bile, mümin bir köle azat etmeyi -anlaşmalı- ailesine de bir müslümanın diyetini vermeyi zorunlu görmüşlerdir. Çünkü müminlerle anlaşmış olmaları kanlarını tıpkı müslümanların kanı gibi dokunulmaz kılmaktadır.
Ancak gördüğümüz kadarıyla, söz bir mü’minin öldürülmesinden açılmıştır. “Bir müminin diğer bir mümini öldürmesi düşünülemez; bu ancak yanlışlıkla olabilir.” sonra öldürülen bir mümine ilişkin çeşitli durumlar açıklanmaktadır. Her ne kadar ikinci durum için “Eğer ölü size düşman bir kavme mensup bir mümin ise o zaman mümin bir köle azad etmek gerekir.” ifadesi kullanılmışsa da bunun burada yinelenmesi öldürülenin düşman bir kavme mensup olmasından kaynaklanmaktadır. Üçüncü durumda mü’min bir köleyi azat etmeye ilişkin hüküm de bu anlayışı desteklemektedir. Buna göre öldürülenin mü’min olması ona karşılık mü’min bir köle azat etmeyi gerektirmektedir. Yoksa iman şartı aranmaksızın mutlak anlamda bir köle azat etmekle yetinilirdi.
Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) anlaşmalı kavimlere mensup ölülerin diyetini ödediği haber verilmiştir. Ancak öldürülenler sayısınca mü’min bir köle azat ettiği anlatılmamıştır. Bu durumda diyetin zorunlu olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) pratik uygulamasıyla belirlenmiştir, bu ayetle değil. Bu ayetlerin kapsadığı tüm durumlar;’ister İslâm ülkesinde yaşayan mü’min bir kavme mensup olsun, ister dâr-ul harp’te (savaş ülkesi) yaşayan ve müslümanlarla savaşan düşman bir kavme mensup olsun, isterse de müslümanlarla aralarında zimmet ya da ateşkes antlaşması bulunan bir kavme mensup olsun bir mü’minin öldürülmesine ilişkindirler. Ayetlerin akışında bu durum açıkça görülmektedir.
Yanlışlıkla adam öldürmek böyle. Bilerek öldürmeye gelince; bu imanla birlikte işlenmeyecek kadar büyük bir suçtur. Diyet ödemek ve köle azat etmek keffaret olamaz bu suça. Cezası da Allah’ın azabına bırakılır.
“Kim bir mü’mini bile bile öldürürse onun cezası içinde ebedi olarak kalmak üzere cehennemdedir. Allah ona gazap etmiş, lânet yağdırmış ve kendisi için büyük azap hazırlamıştır.”
Bu suç sadece bir kişiyi -haksız yere- öldürmekten ibaret değildir, aynı zamanda yüce Allah’ın iki müslümanın arasına yerleştirdiği, güçlü, sevimli, şerefli ve ulu bağları da öldürmektir. Bu, bizzat imanı ve akidenin kendisini ortadan kaldırmaktır.
Bu yüzden, birçok konuda şirke yakın kabul edilmiştir. Bazıları -aralarında İbn-i Abbas da olmak üzere- bu suçtan tevbe etmenin kabul olunmayacağı görüşündedirler. Ancak bazıları da yüce Allah’ın “Allah, kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar..” (Nisa Suresi. 116) ayetine dayanarak tevbe eden katilin de bağışlanacağı görüşündedirler. Ayette geçen “huld (sonsuzluk)” kelimesini de “uzun zaman” olarak yorumlamışlardır.
Müslüman olmadan önce ilk defa İslâm’ın eğitimini görenler, babalarını, oğullarını ve kardeşlerini öldürenleri -müslüman olarak- yeryüzünde dolaşırken görüyorlardı. Kuşkusuz bazılarının ruhlarında acı bir burukluk baş gösterirdi. Ancak hiç biri onları öldürmeyi düşünmezdi. Bir kere bile düşünmezlerdi. Heyecanın, kahrolmanın ve acının en şiddetli anlarında bile böyle bir duyguya kapılmazlardı. Hatta İslâm’ın onlar için belirlediği herhangi bir hakkı kısmayı bile akıllarına getirmezlerdi.
Yanlışlıkla bile olsa adam öldürmekten sakındırmak ve mücahidlerin kalplerini Allah ve O’nun yolunda cihaddan başka tüm duygulardan arındırmak için yüce Allah, savaşa çıktıklarında biriyle savaşmaya veya onu öldürmeye başlamadan önce durumun açıklığa kavuşmasına fırsat vermelerini ve sözle ifade edilen İslâm’ın zahiriyle yetinmelerini emretmektedir müslümanlara. Çünkü burada dille söylenen kelimeyi yalanlayan fiilî bir kanıt söz konusu değildir.
94- Ey müminler Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice emin olmadan silah çekmeyiniz. Size selam verene, dünya hayatının malına göz dikerek `sen mü’min değilsin’ demeyiniz. Zira asıl bol ganimetler Allah katındadır. Bir zamanlar siz de öyle idiniz de Allah’ın lütfu ile mümin oldunuz. O halde silah çekmeden önce durumu iyice anlayınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah ondan haberdardır.
Bu ayetin nüzûl sebebine ilişkin birçok rivayetler vardır. Özetleyecek olursak, müslüman seriye (müfreze)’lerden biri, yanında yüklüce ganimet bulunan bir adama rast geliyor. Adam onlara selam vererek müslüman olduğunu ifade eder. Bazıları adamın bunu kendilerinden kurtulmak için söylediğini düşünerek adamı öldürürler.
Bu tür uygulamalardan sakındıran ve ganimet arzusu veya hükmü uygulanırken acele etmek gibi İslâm’ın hoşlanmadığı kuşkuları mü’minlerin gönüllerinden uzaklaştıran bu ayet, bu nedenle inmiştir.
Kuşkusuz Allah yolunda cihad etmeye çıkarken müslümanların dünya hayatıyla ilgili nimetleri hesaba katmaları doğru değildir. Bunlar cihad için ne bir etken ne de bir neden oluşturamazlar. Aynı şekilde ne olduğu iyice anlaşılmadan birinin kanını akıtmakta acele etmek de öyle… Çünkü müslümanın kanı azizdir, onu akıtmak doğru değildir.
Yüce Allah, iman edenlere henüz kurtuldukları cahiliye dönemlerini, o zamanki acelecilik ve aptallıklarını ve ganimete olan düşkünlüklerini ve ardından ruhlarını arındırıp hedeflerini yüceltmek suretiyle lütufta bulunduğunu hatırlatmaktadır. O halde cahiliyede yaptıkları gibi dünya nimeti uğruna savaşa çıkmamalıdırlar. Aynı şekilde yüce Allah, kendilerine bir takım ölçüler belirlemiş ve bir düzen yerleştirmiştir. Cahiliyede olduğu gibi ilk heyecan nihai hüküm olamaz. Ayet-i kerime, müslümanların da bir zamanlar zayıflık ve korku nedeniyle kavimlerine karşı müslümanlıklarını gizlediklerine ve müslümanların yanında kendilerini güvencede hissetmedikleri sürece müslüman olduklarını açıklamadıklarına işaret ediyor. Böylece, öldürülen bu adam da müslüman olduğunu kavminden gizlediğini ve müslümanlarla karşılaşınca da müslümanlığını açıklayıp onlara müslümanların selamını verdiğini belirtiyor:
“Bir zamanlar siz de öyle idiniz de Allah’ın lütfu ile mü’min oldunuz. O halde silah çekmeden önce durumu iyice anlayınız. Hiç şüphesiz ne yaparsanız Allah ondan haberdardır.”
İşte Kur’an’ın metodu; canlandırmak, sakındırmak ve Allah’ın nimetini hatırlatmak için kalpleri böyle okşamaktadır. Bu titizlik ve takvaya dayandırmaktadır, tüm kanun ve hükümlerini, sonra da bunları iyice açıklamaktadır.
İşte bu ayetler, ondört asır önce -bu derece ayık ve temiz bir şekilde yerleştirilen uluslararası ilişkilerin bir yönünü içermektedir.
İLÂHÎ SİSTEM
Bu bölümün, geçen ayetler ve ondan önceki konu ile güçlü bir bağı ve sıkı bir yakınlığı vardır. Çünkü bu, konu bakımından geçen iki dersin tamamlayıcısı konumundadır. Şayet -İslâm’ın belirlediği gibi- uluslararası ilişkilerin ilkelerini yerleştirme arzusu olmasaydı ilk iki dersi bu dersle bitişik tek konu kabul edecektik. Çünkü bunlar bir zincirde yer alan halkalar gibidirler.
Bu dersin esas konusunu; Dar-ul İslam’a (İslâm ülkesine) hicret etmek, Dar-ul küfür ve Dar-ul harp (küfür ve savaş ülkesi) de kalan müslümanları canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad eden müslüman saf’fa katılmayı ve Mekke’de aile ve malın yanında kalmanın sağladığı nisbi rahat ve çıkardan arınmayı teşvik etmek, oluşturmaktadır.
“Mü’minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her ikisine de Cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri, oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur.”
Oysa Medine’de, kendileri savaşa çıkmakta ağır davrandıkları gibi başkalarını da alıkoyan münafıklardan başkası savaştan geri kalıp oturmamıştı. Bunlar hakkında da geçen derste farklı bir üslûp kullanılmıştı.
Bu bölümü, dinleri ve inançları uğruna hicret etmeye güçleri yettiği halde, melekler tarafından “kendilerini zulme mahkûm edenler” olarak canları alınana kadar Dar-ul küfür (küfür ülkesi) de oturmaya devam edenlere yönelik sakındırma ve tehditleri içeren diğer bir bölüm takip etmektedir: “Bunların barınakları Cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir varış yeridir.”
Bunu da, Allah yolunda hicret edenin katışıksız olarak Allah için hicret etmeyi amaçlayıp evinden çıktığı andan itibaren Allah’ın güvencesi altında olduğuna ilişkin başka bir bölüm takip etmektedir. Böylece tehlikelerle dolu aynı zamanda yükümlülükleri de çok olan bu tür bir tehlikeye atılırken insan ruhunda baş gösteren birçok korku da tedavi edilmektedir.
Konu; cihad, mücahitler yurduna hicret ve hicret yurdundaki müslümanlarla -aralarında hicret etmeyen müslümanlar da olmak üzere- bu yurdun dışında kalan gruplar arasındaki ilişkilere ait hükümler şeklinde sıralanıp sürüyor.
Aynı şekilde bu ders -savaş meydanı veya hicret yolculuğu gibi- korkulu durumlarda kılınacak namazın nasıl olduğuna da değinmektedir. Böylesine zor anlarda namaza gösterilen bu özen -daha önce değindiğimiz gibi- İslâm’ın namaza bakışının tabiatını göstermektedir. Ayrıca, gaflet ve gurur anını gözetleyen düşmanlarından kaynaklanan tehlikelerin müslüman cemaati kuşatması karşısında tam bir ruhsal seferberlik durumunu meydana getirmek için uygun bir ortam da hazırlanmaktadır.
Ders; Mücahitlerin başına gelen acı ve zorluklar karşısında Allah yolunda cihada çıkma konusunda mü’minleri cesaretlendirmeye yönelik son derece güçlü ve etkisi oldukça derin bir dokunuşla son bulmaktadır. Bunu da, mücahit mü’minlerle, onlarla savaşan düşmanlarının gerçek durumlarını, yol ayrımında tasvir etmekle gerçekleştiriyor:
“…Onları ısrarla kovalamaktan geri durmayınız. Çünkü eğer siz acı çekiyorsanız, bilin ki onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Oysa siz Allah’tan onların beklemediğini bekliyorsunuz.”
Bu tasvirle iki yol birbirinden ayrılıyor, iki metod iyice belirginleşiyor. Acılar küçülüp zorluklar basitleşiyor. Artık bitkinlik ve yorgunluğun eseri kalmıyor. Çünkü diğerleri de acı çekiyorlar. Üstelik mü’minler onların Allah’tan beklemediklerini bekliyorlar.
Bu ders, -tedavi ettiği tüm konularla ve başvurduğu tüm tedavi yollarıyla gerçek bir oluşumun zorlukları ve pratik bir yapılanmanın problemleriyle yüzyüze gelen müslüman kitlenin bünyesinde olup biten şeyleri, beşeri zaaf etkenleri, geçmiş cahiliye kalıntıları ile zorluk ve acılarıyla özellikleri gibi ruhlarda, birbirine karışan şeyleri de işlemektedir. Bunca zorluk ve acılarla beraber, şu hikmetli metodun örnek gösterdiği ve bu büyük işi yerine getirmeleri için insan fıtratında harekete geçirdiği şevk ve coşkuyla, görevi yerine getirmek gibi şeyleri de çizmektedir bu ders.
Mevcut durumun vasfedilişinde, cesaretlendirme ve harekete geçirme anında, fıtrî korkuların ve pratik acıların tedavisinde, savaş alanında namazla silâhlanmada, özellikle -hazırlık ve uyanıklıkla silâhlanmanın yanında- namaz ve yüce Allah’ın muhacirlere verdiği güvenceye, cihad edenlere vaad ettiği sevaba, kendi yolunda savaşa çıkanlara yapacağı azaba güvenmede bütün bunların çizilmiş olduğunu görüyoruz.
Bu arada Kur’an’ın Rabbanî metodunun, güçlü ve zayıf anlarında insan ruhuna, oluşum ve olgunlaşma anında da insan toplumuna karşı takındığı tavrı görüyoruz. Aynı anda ve tek ayette çözümlenen çeşitli hususları görüyoruz. Özellikle müslüman cemaatin ruhları tetikte olmak, uyanık bulunmak ve tehlikeye karşı sürekli hazır bulunmakla doldurulurken bilinçlerinin de kâfirlere karşı üstünlük duygusuyla doldurulduğunu görüyoruz. Bu arada müslüman cemaata; zaaf noktaları, ve eksiklik yerleri gösterilerek bunlardan şiddetle sakındırıldığını da görüyoruz.
Kuşkusuz bu, tekâmülü ve insan ruhunu karşılaması, bir tek. dokunuşla çaldığı tellerin ve bu ruhta bağladığı iplerin sayısı ve bunların teker teker ses verip karşılık vermesi bakımından olağanüstü bir metoddur.
Eğitim metodu ve dayandığı toplumsal düzen noktasındaki üstünlüğü, müslüman toplum ile çevresindeki diğer toplumlar arasındaki farkların en belirginidir. Bu açık üstünlük -hayatındaki tüm şartlar ve zaman zaman baş gösteren zaaf ve eksikliklerle beraber- yeni ortaya çıkan bu genç toplumun yerleşmesinin, diğer toplumları geride bırakıp onları yenmesinin de en açık sebebidir. Yenmek derken sadece savaş alanındaki yenme kastedilmiyor tabiiki. Yepyeni bir uygarlığın kartlaşmış uygarlıklara, hayat metodunun diğer metodlara, örnek hayatın başka yaşam biçimlerine galip gelmesi ve yeni bir insanın doğumuyla birlikte yepyeni bir çağın doğumu kastedilmektedir.
Bu kadarıyla yetinip ayetleri ayrıntılı bir şekilde ele almaya başlayalım:
CİHADA ÇIKANLAR VE EVLERİNDE OTURANLAR
95- Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah her ikisine de cenneti vaad etmiştir, ama malları ve canları ile cihad edenleri oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur.
96- (Cihad edenlere) kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet sunmuştur. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
Kuşkusuz bu Kur’an ayeti müslüman toplumu ve çevresinde meydana gelen özel bir durumu ortaya koyuyor. Mal ve canla cihad sorumluluğunu yerine getirmede bu toplumun bazı elemanlarında baş gösteren gevşeklik gibi özel bir durumu tedavi ediyor. Burada ister müşrikler, hicret ederken yanlarında mallarından herhangi bir şey taşımalarına müsaade etmedikleri için mallarını korumak amacıyla veya hicretin zorluğundan yahut yoldaki çeşitli tehlikelerden kurtulmak amacıyla geride kalanlar kastedilsin… Gerçekten müşrikler, hicret edeceklerini anladıkları anda müslümanların hicret etmelerine müsaade etmiyorlar. Çoğu kere hapsedip işkence ediyorlardı. Ya da daha doğru bir ifadeyle işkenceyi artırıyorlardı. İster hicret etmekten geri kalanlar kastedilsin -ki biz bunu tercih ediyoruz- ya da Dar-ul İslâm’da malları ve canlarıyla cihada koşmayanlar kastedilsin. Bunlar cihad görevini ağırdan alan münafıklardan ayrı bir grupturlar. Geçen derste münafıklardan söz edilmişti. ister bunlar kastedilsin, ister Dar-ul İslâm’da malları ve canlarıyla cihada koşmayan şu kişiler kastedilsin durum değişmez.
Her halukârda bu ayet özel bir durumu açıklıyor. Ancak Kur’anın ifade tarzı genel bir kural yerleştirip onu zaman bağından ve çevresel koşullardan bağımsız kılar. Bunu, yüce Allah’ın her zaman ve mekandaki mü’minlere bahşettiği bir kural haline getiriyor . Can ile cihad etmeye engel bir acizlik ya da hem can hem de malla cihad etmeye engel acizlik ve fakirlik gibi özür sahipleri dışında mal ve canla cihad etmekten geri kalıp oturan mü’minlerle, mallarıyla ve canlarıyla cihad eden diğerlerinin eşit olmayacağı mutlak anlamdaki genel kuralını yerleştiriyor:
“…Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler bir değildir.”
Ancak bu şekilde belirsiz bırakmıyor. Aksine konuyu açıklayıp iyice yerleştiriyor. İki grup arasındaki eşitsizliğin mahiyeti de bildiriliyor.
“… Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı.”
Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) onların cennetteki mekanlarını anlatırken bu derecenin örneğini vermektedir.
Sahihayn (Buhâri-Müslim) de Ebu Said el-Hudri’den (Allah Ondan razı olsun) şöyle rivayet edilir. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun): “Cennette yüce Allah’ın kendi yolunda cihad edenler için hazırladığı yüz derece vardır. Bunlardan iki tanesinin arasındaki mesafe ise gökle yer arası kadardır” buyurdu.
A’meş, Amr b. Mürre’den, o da Ebu Ubeyde’den, o da Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle rivayet eder: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) “Kim bir ok atarsa onun için bir derece mükafat vardır.” buyurdu. Adamın biri: Ya Resulullah derece nedir? diye sordu. Resulullah: “Senin ananın (evinin) eşiği değildir elbette. İki derece arasında yüzyıllık mesafe vardır” buyurdu.”
Kuşkusuz Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) örnek verdiği mesafeleri, evrenin bazı boyutlarını öğrenmiş olmamızdan dolayı bugün daha iyi tasavvur edebiliriz. Öyle ki ışığın bir yıldızdan diğer bir yıldıza yüzlerce ışık yılında varabildiğini biliyoruz. O gün Resulullah’ı (salât ve selâm üzerine olsun) dinleyenler dediklerini doğruluyorlardı. Bizler ise -dediğim gibi- iman etmenin yanında olağanüstü varlığın bazı boyutlarını öğrenmiş olmaktan dolayı bu boyutları da düşünebiliriz.
Ayetlerin akışı, özürsüz olarak savaştan geri kalıp oturan mü’minlerle malları ve canları ile cihad edenlerin seviyeleri arasındaki farkı belirledikten sonra, yüce Allah’ın tümüne birden Cenneti vaad ettiğini bildiriyor.’
“… Gerçi Allah her ikisine de Cenneti vaad etmiştir…”
İman edenlerin, mal ve canla cihada ilişkin imanın sorumluluklarını yerine getirmedeki üstünlükleri oranında dereceleri bakımından birbirlerinden üstün olmalarına rağmen her halukârda imanın bir ölçüsü ve değeri vardır. Bu sayede, ayette sözü edilen “oturanların” cihad görevini ağırdan alan münafıklar olmadığını anlıyoruz. Bunlar müslüman safta yer alan salih ve samimi bir gruptur. Ancak bu yönleri eksiktir. İşte Kur’an bu eksikliklerini gidermeleri bundan beklenen iyilikler ve arzuların cihada koşmakla gerçekleşeceği konusunda onları teşvik etmektedir.
Ayet-i kerime bu noktayı belirledikten sonra ilk kuralı iyice yerleştirmeye koyuluyor. Vurgulayıp kapsamını genişletiyor. Ötesindeki büyük mükâfata yönelmeyi teşvik ediyor:
“… Ama malları ve canlarıyla cihad edenleri, oturanlara karşı büyük bir mükafatla üstün tutmuştur.”, “(Cihad edenlere) kendi katından dereceler, bağışlama ve rahmet sunmuştur. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.”
Bu vurgu… Bu vaadler… Mücahidleri bu şekilde övme’… Geride kalıp oturanlardan üstün tutma. Mü’min ruhun hoşlandığı büyük mükafatın derecelerini ve yüce Allah’ın günah ve kusurları bağışlayıp merhamet edeceğini ön plana çıkarma.
Bütün bunlar iki önemli gerçeğe dikkat çekmektedir;
Birinci gerçek: Bu ayetler, daha önce dediğimiz gibi müslüman toplum içinde baş gösteren durumları karşılayıp tedavi ediyordu. Bu da, insan ruhunun ve insan topluluklarının özelliklerini daha çok algılamamızı sağlar. Buna göre toplumlar iman ve eğitim açısından son derece üstün bir konumda olsalar bile nefis tamamen Allah için ve O’nun yolunda olsa bile yine de sorumluluklar karşısında, özellikle mal ve canla cihad sorumluluğu karşısında baş gösteren zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklik noktasında sürekli bir tedaviye ihtiyaç duyar. Buna göre zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklik gibi insanî özellikler belirdiğinde fert ve toplum konusunda, samimiyet, kararlılık, müslümanlara bağlılık ve yüce Allah’ın buyruklarına göre hareket etme duygusu bulunduğu sürece hakkında karamsar olmak ve kendi halinde bırakıp hoş görmek gerekmez. Ancak bunun anlamı fert veya toplumu kendilerinden kaynaklanan zaaf, hırs, cimrilik ve eksiklikle baş başa bırakmak değildir. Bunlar pratik hayatın birer parçasıdır diye zelilce bir hayat yaşamakla bocalaması telkin edilmemelidir. Aksine bataklıktan kurtulması için uyarı, yüksek zirvelere çıkabilmesi için de yönlendirme kaçınılmazdır. Hem de burada hikmetli ilahî metodun yaptığı gibi her tür uyarı ve yönlendirme şekline başvurarak.
İkinci gerçek: Allah’ın terazisi ve bu dinin ölçülerine göre cihadın değeri ve bu akidenin ve hayat düzeninin özünde bu unsurun temel oluşudur. Yüce Allah’ın öğrettiği, yolun mahiyetinden insanın özelliğinden ve her an İslâm’a düşmanlık besleyen kampların tabiatlarından anlaşılmaktadır, bu gerçek.
Kuşkusuz cihad, o dönemin koşullarının çıkardığı bir durum değildir. Bu dava kervanıyla yol alan bir zorunluluktur. Bazı iyi niyetli kişilerin sandığı gibi sorun; İslâm’ın imparatorluklar çağında ortaya çıkması, bu yüzden çevrelerinin etkisinde kalarak müslümanların düşüncesinde “Dengeyi korumak için caydırıcı güç bulundurmak zorunludur” fikrinin yer etmesinden kaynaklanmamaktadır.
Bu iddialar en azından bu tür kehanet ve tahminleri yürütenlerin gönüllerinin İslâm’ın tabiatından ne kadar habersiz olduğunu göstermektedir.
Şayet cihad, müslüman ümmetin hayatında sonradan ortaya çıkmış bir durum olsaydı, Allah’ın kitabında bunca bölüm yer almazdı, hem de bu üslûpda. Aynı şekilde Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) sünnetinde de benzeri bir üslûpla bu kadar yer verilmezdi.
Şayet cihad geçici şartların ortaya çıkardığı bir görev olsaydı, Hz. Peygamber, kıyamet gününe kadar gelecek tüm müslümanları kapsayacak şu hadisi irad etmezdi: “Kim cihad etmeden veya cihada niyetlenmeden ölürse bir çeşit nifak üzere ölür.” (“Mesabihussunne” sahibi, sahih hadislerden tahric etmiştir.)
Gerçi, sahih rivayetlerde nakledilen şu hadiste olduğu gibi Resulullah’ın (salât ve selâm üzerine olsun) özel ailesel koşullardan dolayı bazı mücahitleri kimi durumlarda geri çevirdiği olmuştur. Nitekim “cihad edeyim” diye gelen birine Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun):
-Annen-baban hayatta mı?
-Evet, cevabını alınca;
-O halde onlar için çalış, karşılığını vermiştir.”
Evet, böyle bir şey söz konusu olmuş olsa bile bireysel bir durumdur, genel kuralı bozmaz. Çünkü bir kişi, çok sayıdaki mücahitlerden bir şey eksiltmez. Belki de, adeti olduğu üzere ordusundaki her askerin durumunu teker teker bilen Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) bu adamın ve anne-babasının durumunu da bilmesi böyle bir emir vermesine neden olmuştur.
O halde hiç kimse “Cihad geçici şartların ortaya çıkardığı bir görevdir, bugünse şartlar değişmiştir” diyemez.
Bu İslâm kılıcını çekip yoluna devam ederek önüne gelenin kellesini uçurmaktadır anlamına da gelmez. Aksine insan hayatının realitesi ve davet yolunun özelliğidir. Bu husus İslâm’ın kılıcına sarılmasını ve her an tetikte olmasını gerektirmiştir.
Kuşkusuz yüce Allah bu işin kralların hoşuna gitmeyeceğini, iktidar sahiplerinin karşı çıkmasına neden olacağını biliyordu. Çünkü yolları bu yoldan farklıdır, hayat metodları bu metoda uymaz. Bu durum yalnızca dün için geçerli değildi elbette. Bugün, yarın, her yerde ve her nesil için geçerlidir.
Yüce Allah, kötülüğün her zaman kendini beğendiğini adil olmasının mümkün olmadığını ve -iyilik ne kadar barışçı yollara başvursa da- iyiliğin gelişmesine müsaade etmesinin söz konusu olmadığını biliyordu, kuşkusuz. Çünkü iyiliğin sırf gelişmesi bile kötülük için tehlikedir. Hakkın varlığı, bâtıl için tehlike oluşturmağa yeterlidir. Öyleyse kötülüğün saldırganlığa başvurması zorunludur. Batılın kendini korumak için, hakkı yok etmeye ve güç kullanarak boğmaya çalışması kaçınılmazdır.
İşte bu yaratılıştır, geçici bir olgu değildir.
Fıtrattır bu, sonradan meydana gelmiş bir durum değildir. Bu yüzden cihad kaçınılmazdır. Her şekliyle zorunludur. Önce vicdan aleminden başlayıp ardından ortaya çıkıp gerçek, pratik ve görülen alemi de kapsaması gerekir. Silahlanmış kötülüğe, silahlanmış iyilikle, karşı koymak şarttır. Sayı çokluğundan ibaret, zırhına bürünen batılı hazırlık kılıcını kuşanmış hak ile karşılamak zorunludur. Yoksa iş intiharla sonuçlanır veya mü’minlere yakışmayan komik bir durum söz konusu olur.
Yüce Allah’ın mü’minlerden istediği ve canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldığı gibi malları ve canları feda etmek zorunludur. Bundan sonra ya onlara galibiyet takdir eder ya da şehitlik. Bu, yüce Allah’ın bileceği bir iştir. Özünde, hep hikmetini barındıran O’nun kaderi geçerlidir. Onlara gelince; Rablerinin katındaki iki güzellikten biri onlarındır. Zamanı gelince bütün insanlar ölür. Ancak sadece şehitler, tekrar dirilip şehit olmayı ister.
Burada şu akidenin, onun pratik hayat metodunun, belirlenmiş hareket çizgisinin, bu çizginin mahiyetinin ve şartların değişmesinden etkilenmeyen fıtratının temel odak noktaları yer almaktadır.
Bazı noktalar vardır ki, şartlar ne olursa olsun mü’minlerin duygularında bu konuda bir cıvıklığın bulunması doğru değildir. Bu noktaların başında, burada yüce Allah’ın bu şekilde sözünü ettiği, sadece Allah yolunda, yalnızca O’nun sancağı altında yapılan cihad gelmektedir. Evet, ölülerine şehit ismi verilen ve Mele-i A’lâ’da -ruhlar aleminde- onurla karşılanmalarını sağlayan bu cihattır.
Bundan sonra surenin akışı geride kalıp oturan gruptan söz etmektedir. İsteseler ve fedakarlıkta bulunsalar rahatlıkla hicret edebilecekleri halde malların ve çıkarlarının ya da hicretin zorlukları ve yolun acılarını karşılama zaafının küfür ülkesinde oturmaya devam eden gruptan söz etmektedir. Ömürleri dolup, melekler canlarını almak için geldiği zamandan söz etmektedir. Durumlarını o derece ayıplayıcı ve kınayıcı bir şekilde tasvir ediyor ki, hicret etmeyip oturanlar; dinleri, inançları uğruna ve kendileri için Rabblerinin katından belirlenen sonuca kavuşmak için kaçacak gibi oluyorlar: