Nisa Suresi’nin 56-89.Ayet Tefsiri – Fizilal’il Kur’an – Seyyid Kutub...İKİNİN DEVAMI
Bundan başka “İslâm” ya da “din” ile anılabilecek bir yol, bir sistem yoktur. “Din” ve “İslâm” adı ile varolan tek yol, tek sistem pratik hayatta ve düzende gerçekleşen peygambere yönelik itaattir. Bu pratik hayat sosyal şartlara bağlı olarak şu ya da bu oranda değişikliğe uğrayabilir. Fakat temeli ve özü değişmez kalır. O temel ve öz ki, o olmadan İslâm olmaz. Bu özün, bu temelin ana maddelerini şöyle sıralayabiliriz: Yüce Allah’ın sistemine teslim olmak; Peygamberin sistemini uygulamak; yüce Allah’ın şeriatının hakemliğini benimsemek; Yüce Allah katından getirdiği mesajlar konusunda Peygambere itaat etmek; ilâhlık yetkisinin sadece Allah’ın tekelinde olduğunu kabul etmek, başka bir deyimle “Lâilâheillallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” ilkesine tanıklık etmek; buna bağlı olarak yasa koyma yetkisinin sırf Allah’a ait bir yetki olduğunu ilkesel bir yaklaşımla kabul etmek, bu yetkiden başka hiçbir güce en ufak bir pay ayırmamak; şu ya da bu oranda Tağut’un hakemliğini benimsememek; haklarında nass bulunmayan yeni ve tartışmalı meselelerin çözümünü yüce Allah’a ve Peygambere havale etmek.
Bu sistemden saparak “kendilerine zulmedenler”in önünde, yüce Allah’ın, Peygamberimizin dönemindeki yahudileri yararlanmaya çağırdığı, özendirdiği fırsat vardır. Okuyoruz:
“Eğer onlar nefislerine zulmettiklerinde sana gelerek Allah’tan af dileselerdi ve Peygamber de onlar adına af dileseydi, Allah’ı tevbeleri kabul edeci ve merhametli olarak bulacaklardı.”
Yüce Allah her zaman tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder. Allah yanlış yoldan dönenlere karşı her zaman merhametlidir. Bu ayette O, bize bu sıfatlarını tanıtıyor ve kendisine sığınanların, günahlarından dolayı af dileyenlerin tevbelerini kabul edeceğini, üzerlerine merhametini yağdıracağını vaadediyor. Bu ayetin kapsamına ilk girenlerin önünde Peygamberimize kendileri adına af dilemesi fırsatı vardı. O fırsat geçti. Fakat yüce Allah’ın kapısı sürekli açık ve O’nun vaadi her zaman geçerlidir. Hiçbir zaman ne bu kapı kapanır ve ne de vaadin süresi dolar. O halde isteyen gelsin, azmeden öne atılsın.
Okuduğumuz bu ayetler gurubunun sonunda daha önce de sözünü ettiğimiz kesin ifadeli mesajla karşılaşıyoruz. Bu mesajın girişinde yüce Allah kendi zatı üzerine yemin ediyor. Arkasından karşısına çıkan her meselede Peygamberimizi hakem tutarak O’nun vereceği her kararı gönlünde hiçbir burukluk duygusu hissetmeksizin, hiçbir duraksama belirtisi göstermeksizin tam bir gönül rızası ile kabul etmeyen kimsenin kesinlikle mümin sayılamayacağını açıklıyor. Okuyoruz:
“Hayır hayır, Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar.”
Kendimizi bir kere daha iman şartı ve İslâm’ın tanımı ile karşı karşıya buluyoruz. Bu şartı ve bu tanımı bizzat yüce Allah ortaya koyuyor ve onu yüce zatı üzerine yemin ederek perçinliyor. Artık bundan sonra imanın şartı ve İslâm’ın tanımı konusunda hiç kimsenin söyleyebileceği bir söz, hiç kimsenin getirebileceği bir yorum olamaz.
Bundan sonra ancak demogoji yapılabilir ki, ona da kulak asılmaz, değer verilmez. Bu konuda ortaya konabilecek bir demogoji örneği şudur: “Yüce Allah’ın bu sözü belirli bir zamana bağlıdır ve sadece belirli bir grup insan hakkında geçerlidir!”
Bu iddia, İslâm’ı hiç kavramamış olanların, Kur’an-ı Kerimin üslubu hakkında hiçbir şey bilmeyenlerin sözüdür. Bu yüzeysel yorumun tersine, yüce Allah’ın bu sözü İslâm’ın genel karakterli gerçeklerinden biridir, yeminle perçinlenerek ifade edilmiştir, hiç bir kayıtla sınırlı değildir. Peygamberimizi hakem tutma zorunluluğu, sadece sağlığında O’nun kendisini hakem tutma zorunluluğudur diye bir kuruntuya kapılma ya da bu kuruntuyu başkalarının zihinlerine aşılamak tamamen yersiz ve gerekçesizdir. Söz konusu olan Peygamberimizin şeriatını ve sistemini hakem tutma zorunluluğudur. Yoksa öyle olsaydı Peygamberimizin ölümünden sonra Allah’ın şeriatine ve Resulullah’ın sünnetine hiç yer kalmazdı. Bu görüşü Hz. Ebu Bekir döneminde en sapık dönekler (mürtedler) ileri sürünce Hz. Ebu Bekir bu gerekçe ile onlara karşı savaş açmıştı. Hatta bundan çok daha azını yapanlara, yani Peygamberimiz ölünce zekât verme zorunluluğu konusunda Allah’a ve Peygambere itaat etmekten vazgeçmeye kalkışanlara, Peygamberimizin bu konudaki hükmüne karşı çıkanlara karşı savaş açmıştı.
“İslâm”ın varlığını kanıtlayabilmek için yüce Allah’ın şeriatının ve Peygamberimiz tarafından verilen hükmün hakemliğine başvurmak yeterlidir. Ama bu kadarı “iman”ın varlığını kanıtlamaya yetmez. İmanın varlığını kanıtlayabilmek için bu şartın beraberinde gönül hoşnutluğu, kalb teslimiyeti ve iç rahatlığı da bulunmalıdır.
İşte “İslâm” ve “İman” budur. Buna göre herhangi bir kimse müslüman ve mümin olduğunu iddia etmeden önce kendisi nerede, İslâm nerededir ve yine kendisi nerede, iman nerededir, buna iyi bakmalıdır.
Bu ayetlerin akışı ïçinde Peygamberimizin hakemliği kabul edilmedikçe, arkasından vereceği karara gönül hoşnutluğu ile teslim olunmadıkça mümin olunamayacağı vurgulandıktan sonra söz şu gerçeğe getiriliyor: İnsanların benimsemeye çağrıldıkları bu sistem, başka kaynağa başvurmaksızın tek başına hakem tutmakla yükümlü tutuldukları bu şeriat, gönül rızası ile kabul etmeleri kesinlikle kendilerinden istenen bu yargı düzeni kolay bir sistem, hoşgörülü bir şeriat ve merhametli bir yargı düzenidir. Bu sistem insanlara kapasiteleri dışında bir yükümlülük getirmiyor, onları zora koşmuyor, göze alamayacakları bir fedakârlıkta bulunmalarını istemiyor.
Çünkü yüce Allah insanın zayıf olduğunu biliyor ve bu zayıflığa merhameti ile karşılık veriyor. Yüce Allah biliyor ki, eğer insanlara çok ağır yükümlülükler yüklerse bunları çok az kimse yerine getirir. Allah insanları sıkıntıya sokmak, onları günaha düşürmek istemez. Bundan dolayı onlara ağır, çoğunluğu görevini yerine getirmeye ve günahkâr olmaya sürükleyecek derecede zor yükümlülükler önermemiştir. Eğer insanlar yüce Allah’ın önerdiği kolay yükümlülükleri üstlenseler ve yüce Allah’ın kendilerine verdiği öğütleri dinleseler hem dünyada hem ahirette büyük bir mutluluğa kavuşurlardı, yüce Allah onları hidayeti ile desteklerdi. Nitekim O, azimle, iyi niyetle, çaba ile, iradesi ile, gücünün sınırları içinde hidayet peşinde koşan herkesin yardımcısı ve destekçisidir. Okuyoruz:
66- Eğer onlara “canlarınızı feda ediniz ” ya da “yurtlarınızdan çıkınız ” diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapamazlardı. Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu.
67- O zaman onlara tarafımızdan büyük bir mükäfat verirdik.
68- Kendilerini kesinlikle doğru yola iletirdik.
Bu sistem, her normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı insanın üstesinden gelebileceği derecede kolaydır. Normal olarak çok az kimsede bulunan olağanüstü, süper gayretlerin varlığını gerektirmez. Bu din böylesine küçük bir azınlığa gelmedi, bütün insanlara geldi. İnsanlar yükümlülüklerini yerine getirebilme açısından farklı madenler, değişik renkler gibidirler. Farklı dereceli zümreler oluştururlar. Oysa bu din tümüne kendilerinden istenen görevleri yapma ve sakındırıldıkları günahlardan uzak kalabilme imkânını tanımaktadır.
Okuduğumuz ayetlerin ilkinde sözü edilen “cana kıyma” ve “yurttan çıkma” eylemleri iki ağır yükümlülük örneğidir. Eğer yüce Allah insanlara bu yükümlülükleri emretseydi, pek az kimse dışında onları yapabilen bulunmazdı. Bunlar emredilmedi. Çünkü yükümlülüklerin amacı insanların ezici çoğunluğunun gücünü aşmak, ezici çoğunluğu cendereye sokmak değildir. Tersine ilâhi sistemin amacı yükümlülüklerini herkesin yerine getirmesi, herkesin onların gereğini yapabilmesi normal ve ruhen sağlıklı herkesin iman kervanına katılmasıdır. Fakat bu kalabalık, geniş kapsamlı ve uzun konvoylu İslâm ümmeti kervanının ilerleyiş süreci boyunca farklı vicdanları, farklı gayretleri, farklı yeteneklerin hakkettikleri yerleri alma ve bu farklı zümreler ümmeti, bir bütün olarak yetiştirip ilerletmeleridirler.
Nitekim İbn-i Cureycin, Musenna İshak Ebu Ezher yolu ile İsmail’e dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Ebu İshak Subeyî şöyle diyor “Eğer onlara `canlarınıza kıyınız…” diye başlayan ayet inince arkadaşlarımızdan biri `Eğer bize böyle bir emir verilseydi, onu yerine getirirdik. Bizi böyle bir yükümlülükten muaf tutan Allah’a hamdolsun’ dedi. Bu söz Peygamberimizin kulağına varınca O, şöyle buyurdu:
“Benim ümmetim içinde öyleleri var ki, kalplerindeki iman yalçın dağlardan bile daha sarsılmazdır.”
Bu arada İbn-i Ebu Hatem’in, Musab b. Sabit’e dayanarak bildirdiğine göre Musab’ın amcası Amr b. Abdullah b. Zübeyr şöyle diyor; “Eğer onlara canlarınızı feda ediniz! ya da `yurtlarınızdan çıkınız’ diye emretmiş olsaydık, pek azı dışında, bunları yapmazlardı” ayeti inince Peygamberimiz “Eğer böyle bir emir gelseydi, Abdullah b. Revaha bu emri yerine getirenlerden biri olurdu” buyurdu.
Yine İbn-i Ebu Hatem’in -halkalarını saydığı bir rivayet zincirine dayanarak- bildirdiğine göre sahabilerden Şurayh b. Ubeyd diyor ki; “Peygamberimiz `Eğer onlara canlarınızı feda ediniz diye emretmiş olsaydık…’ diye başlayan ayeti okuyunca eli ile Abdullah b. Revaha’yı göstererek `Eğer Allah bu yükümlülüğü emretseydi, bu adam onu yerine getiren azınlık içinde yer alırdı.” buyurdu.
Peygamberimiz adamlarını son derece sağlam, derinlikli ve net bilgilerle tanıyordu. Her birinin özelliklerini, kendilerinden bile daha iyi biliyordu. Peygamberimiz dönemi tarihinde (sirette) O’nun kendi adamlarını, bunun yanısıra savaştığı kimseleri ve kabileleri, uzmanlık derecesine varan bir bilgi ile tanıdığını gösteren birçok örnek vardır. Çevresinin şartlarını ve insanlarını şaşılacak bir duyarlılıkla gözetleyen üstün yetenekli bir komutanın bilgisidir bu. Bu konu henüz gerektiği gibi incelenmiş değildir.
Şimdi konumuz bu değil. Şimdiki konumuz Peygamberimizin eğer ağır yükümlülükler emredilseydi, ümmetinin içinde bunların üstesinden gelebilecek olanların bulunduğunu bildiği idi. Fakat Peygamberimiz bunun yanısıra şu dinin sırf bu küçük insan azınlığı için gelmediğini de biliyordu. Yüce Allah bizzat yarattığı bu insanın yapısını ve gücünün sınırlarını biliyordu. Bundan dolayı bütün insanlar için gelişmiş o:an bu dinde iyi niyetli, normal yaratılışlı, sağlıklı fıtratlı, amacı Allah’a itaat etmek olan, küstah ve umursamaz olmayan herkesin kolaylıkla yapabileceği görevleri emretti.
Bu gerçeği vurgulamak insanı çözülmeye, hayvanlık düzeyine inmeye ve pislik böceği gibi çamurda debelenmeye çağıran yıkıcı yaygaralara karşı koymak açısından özellikle önem taşır. Bu yaygaraların iddiasına göre insanın “realite”si, karakteristik yapısı, yaratılışı ve kapasitesi budur. Din “idealist” bir çağrıdır, o şu dünya pratiği içinde gerçekleşmek için gelmedi, onun yükümlülüklerini bir kişi yapabilirse yapamayan yüz kişi vardır.
Bu iddia yalandır, bir; aldatıcıdır, iki; cahilcedir, üç. Çünkü bu iddia, insanı yaratan ve ona bu dinin yükümlülüklerini emreden yüce Allah’ın bildiği, tanıdığı gibi insanı bilip tanıma imkânından yoksundur. Yüce Allah bu kapsamlı bilgisi ile bu yükümlülüklerin sıradan insanın kapasitesini, gücünün sınırlarını zorlamadıklarını biliyor. Çünkü bu din, seçkin bir azınlığa gelmedi ki!
Gerekli olan şey sıradan insanın gayretli, samimiyeti ve yola koyulması, ilk adımı atmasıdır. O zaman yüce Allah’ın, görevini yapanlara yönelik vaadi devreye girer. Okuyoruz:
“Oysa eğer onlar kendilerine verilen öğütleri tutsalardı, bu haklarında hayırlı ve güvenceli bir tutum olurdu.”
Görüldüğü gibi insana düşen sadece yola koyulmak, ilk adımı atmaktır. Arkasından yüce Allah’ın yardımı, yola devam etmeyi güvenceye bağlayan
desteği imdada yetişir. Bunu büyük mükâfat izler, onu da doğru yola iletmek izler. Yüce Allah doğru söylemiştir. Allah kullarını -haşa- aldatmaz, onlara yerine getirmeyeceği vaadlerde bulunmaz, onlara sadece doğru olanı söyler. “kim yüce Allah’tan daha doğru sözlü olabilir?!” (Nisa Suresi, 87)
Yalnız bu sistemin kolaylığı “istisnai kolaylık (ruhsat)” demek değildir. Yani bu dindeki istisnai kolaylıkları bir araya getirerek sırf bunların toplamını hayat sistemi haline getirmek değildir vurgulamak istediğimiz kolaylık. Bu dinde normal emirler (azimetler) de vardır, istisnai kalaylıklar (ruhsatlar) da. Normal emirler asıldır, istisnai kolaylıklar geçici şartlar içindir.
Kimi zaman bazı samimi ve iyi niyetli dâvetçiler, insanları bu dine çekebilmek için bu “istisnaî kolaylıklar”a sarılırlar, onları bir araya getirerek meydana getirdikleri toplamı insanlara din diye sunarlar, arkasından onlara “Bakınız, bu din ne kadar kolaydır” derler! Bir de bazı yağcılar var. Bunlar devlet yetkililerinin ve halk yığınlarının ihtiraslarını pohpohlamak, keyfi doyuma erdirmek peşindedirler. Bu amaçla İslâm’ın hükümleri ve nassları arasında “sızma noktaları” ararlar ve bulabildikleri bu sızma noktalarının toplamını din diye ortaya koyarlar.
Bu din ne odur ve ne de budur. O normal emirleri ile ve istisnai kolaylıkları ile (azimetleri ve ruhsatları ile) parçalanmaz bir bütündür. O bu niteliği içinde insanlar için kolaydır, sıradan insan eğer gayret ederse onun gereklerini yerine getirebilir ve insan oluşunun sınırları içinde kendine özgü kemal, olgunluk derecesinin son noktasına ulaşabilir. Tıpkı aynı bahçede yetişen meyvaların, kendilerine özgü olgunluğa ermeleri gibi. İçinde üzüm, şeftali, armut, dut, incir ve salatalık yetişen bir meyva bahçesi düşünelim. Bu meyvaların hepsinin tadı aynı olmaz. Ama bu meyvalardan herhangi biri kendine özgü olgunluk düzeyine erince, tadı bir başka meyvadan azdır diye, “olgunlaşmadı” hamdır denemez.
Bu dinin bahçesinde bakla da, salatalık da, zeytin de, nar da, elma da, ayva da, üzüm de, incir de yetişir ve hepsi de olgunlaşır. Tatlıları ve sululuk oranları farklı olur, ama hepsi de olgunlaşır, kendileri için mümkün olan kemal derecesinin son noktasına ulaşırlar.
Bu Allah’ın tarlasında, Allah’ın gözetimi altında ve Allah’ın sağladığı kolaylıklar eşliğinde gerçekleşen bir ilâhi üretim sürecidir.
Sıra bu dersin sonunu oluşturan iki ayete geldi. Bu iki ayette ruhlarda, gönüllerde çok sevilen bir nimetin, tatlı bir hazzın özlemi, coşkunluğu ve cazibesi canlandırılıyor. Ahirette peygamberler ile, dosdoğrularla (sıddıklarla) şahitlerle ve diğer seçkin iyi kullarla bir arada olma nimeti ve hazzı. Okuyoruz:
69- Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler var ya, bunlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!
70- Bu Allah’ın bağışıdır. Allah herşeyi yeterince bilir.
Bu okşayıcı mesaj, her kalbin duygularını coşturur. İçinde zerrece iyilik bulunan, kurtuluş tohumu barındıran, yüce Allah’ın yakınlarında onurlu bir beraberliğin simgelediği yüksek bir makama tırmanma özlemi ile yanıp tutuşan her kalbi heyecanın şevki ile kanatlandırır. Bu yüce seçkinler gurubu ile birlikte olmak yüce Allah’ın tek yanlı bir bağışıdır. Hiç bir insan sadece iyi ameli ile, sırf ibadeti ile bu yüce makama erişemez. O yüce Allah’ın geniş kapsamlı, gürül gürül akışlı , e yaygın bir lütfundan başka bir şey değildir.
Sözlerimizin burasında ömrümüzün bir kaç dakikasını Peygamberimizin sahabileri ile baş başa yaşamamız yerinde olur. Bu seçkin müminler, ahirette de peygamberimiz ile birlikte olmanın özlemi ile yanıp tutuşuyorlar. Aralarında öyleleri var ki, Peygamberimize karşı beslediği coşkun aşk yüzünden O’ndan ayrı düşmeyi düşünemiyor bile! Oysa O, henüz dünyada ve onların arasındadır. İşte bu sırada bu ayetler iniveriyor, bunun üzerine bu yakıcı aşkın ateşi yatışıyor üzerine su serpilmiş gibi oluyor bu soylu aşkın ve bu dalgalanan yalazın.
İbn-i Cerir’in, İbn-i Humeyd ve Yakub Sekemı yolu ile Cafer b. Ebu Muğıre’ye dayandırarak bildirdiğine göre sahabilerden Said b. Cubery şöyle diyor: “Bir gün Medine yerlilerinden (Ensardan) bir arkadaşımız Peygamberimizin yanına geldi, arkadaşımız üzgündü. Bunun üzerine Peygamberimiz kendisine “Ey falanca seni üzgün görüyorum, sebebi nedir? diye sorduğu Arkadaşımız “Düşündüğüm bir şey var da onun için üzülüyorum’ dedi. Peygamberimizin “Nedir o düşündüğün şey?” diye sorması üzerine arkadaşımız şunları söyledi: “Hergün sabahleyin yanına geliyor ve ancak gece olunca yanından ayrılıyoruz. Bütün gün yüzüne bakıyor, seninle birlikte oturuyoruz. oysa sen yarın Peygamberlerin yanına yükseltileceksin ve biz artık sana ulaşamayacağız”. Peygamberimiz arkadaşımızın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Fakat bir süre sonra Cebrail geldi ve `Allah ve Peygamber’e itaat edenler var ya, bunlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle…’ diye başlayan ayeti getirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, o arkadaşımıza haber salarak kendisine bu müjdeyi iletti.”
Öte yandan Ebu Bekir b. Murdeveyh’in bildirdiğine göre Peygamberimizin eşi Hz. Aişe şöyle diyor: “Bir defasında adamın biri Peygamberimize gelerek şöyle dedi; `Ya Resulullah, ben seni kendimden, ailemden, çoluk-çocuğumdan daha çok seviyorum. Bazan evdeyken hatırıma geldiğinde kendimi tutamayarak sana geliyor, seni görüyorum. Benim ve senin ölümünü düşününce senin cennete girip diğer peygamberlerin yanına yükseleceğini biliyor, eğer ben de cennete girersem seni göremeyeceğimden korkuyorum! Peygamberimiz, adamın bu sözlerine hiçbir karşılık vermedi. Bunun üzerine bir süre sonra `Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler var ya, bunlar Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberlerle, dosdoğru kullarla, şehidlerle ve iyilerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!’ ayeti indi.”
Bu arada Akl b. Ziyad’ın, Yahya b. Kesir yolu ile Ebu Seleme b. Abdurrahman’a dayanarak bildirdiğine göre sahabilerden Rebie b. Kaab Eslemi şöyle diyor `Bir gece Peygamberimizin yanında yatmıştım. Sabah olunca helâ ve abdest suyunu hazırlayıp önüne koydum. Bunun üzerine bana `bir dilekte bulun’ buyurdu. Kendisine `Ya Resulullah, cennette seninle birlikte olmak istiyorum.’ diye cevap verdim. `Başka bir isteğin yok mu?’ diye sordu. `Hayır, tek dileğim bu’ dedim. Bunun üzerine bana `O halde çok çok secdeye vararak kendin için bana yardımcı ol’ buyurdu.” (Müslim) Ayrıca bir gurup sahabiden tevatür yolu ile nakledildiğine göre bir defasında Peygamberimize sevdiği kimselere katılamayan, onlarla birlikte olma imkânı bulamayan kimsenin durumu soruldu. Peygamberimiz bu soruyu “İnsan, sevdikleri ile birliktedir” diye cevaplandırdı. Sahabilerden Enes b. Malik diyor ki; “Müslümanlar bu söze sevindikleri kadar hiçbir şeye sevinmemişlerdi.” (Buhari)
Evet, bu mesele sahabilerin kalplerini ve ruhlarını çok meşgul ediyordu. Ahirette Peygamberimiz ile birlikte olma meselesi yani. Çünkü dünyada O’nunla bir arada olmanın erişilmez tadına varmışlardı! Bu mesele, aynı zamanda yüce Peygamberimizi sevmenin tadına erişen her müslümanın kalbini meşgul eder. Okuduğumuz son hadiste bu bakımdan ümit, güven ve ışık vardır.
CİHADA KOŞUN!
Bu bölümde yer alan ayetlerin erken bir dönemde nazil olduğu görüşünü tercih ediyoruz. Bu da Uhud savaşı sonrası Hendek savaşından önceki dönem olabilir. Bu ayetlerin ortaya koyduğu müslüman topluluğun görünümü bizi bu sonuca götürmektedir. Bu görünüm, müslüman safta henüz olgunlaşmamış yahut iman etmemiş ve iki yüzlülük yapan çeşitli grubların varlığına işaret etmektedir. Bu da gösteriyor ki o dönemdeki müslüman topluluğun durumu omuzlarına yüklenen büyük görevi yerine getirmek ve gerek itikadi düşüncelerde gerekse düşmanla girişilen savaşta bu büyük görevin düzeyine yükselmek için eğitim, direktif, uyarı ve cesaretlendirme konusunda büyük çabalar gerektirmiştir.
Vardığımız bu sonuçlar, diğer bir gerçeği, bu safta yüksek zirvelere çıkan ve bu düzeye yükselmek için büyük aşamalar kat eden ve sonuçta da bu düzeye ulaşan örnek müslümanların varlığı gerçeğini görmezlikten gelmemizi gerektirmiyor. Ancak biz bir bütün olarak “müslüman saf”lardan söz ediyoruz. Karışık, ancak uyum söz konusu olmayan bir yapı gibi… Bu haliyle bu müslümanların, düzen ve uyumunu sağlayacak bir çabayı gerektirdiği ileride görülecek Kur’an ayetlerinden anlaşılmaktadır. Bu direktiflerden ortaya çıkan işaretler incelendiğinde müslüman kitlenin çoğu zaman unuttuğumuz beşeri görünümüyle yüzyüze gelmemizi sağlar. Bir bakıyoruz, bu kitlenin birtakım zaaf ve kuvvet noktaları vardır. Bu arada Kur’an’ın, aynı anda, hem beşeri zaafları, hem cahilî kalıntıları dile getirdiğine, hem de düşman kamplarla nasıl bir savaşa tutuştuğuna şahid oluyoruz. Böylece diri ruhlarda ve pratik alemde fonksiyonunu yerine getiren Kur’an’ın eğitim metodunu da görüyoruz. Ayrıca -farklı dereceler, ayrı özelliklere sahip ve ilk defa cahiliye bataklığından birer birer toplanan- bu kitleyi Resulullah’ın son günlerinde gördüğümüz insan fıtratının elverdiği oranda uyumlu bir hale getirerek olgunlaştırıp yüceltmek için bu sistemin sarf ettiği düzenli çabanın bir yönünü de görüyoruz.
Bunları bu şekilde görmek bize yararlı olacaktır. Hem de çok.. İnsan ruhunun özelliklerini ve bu ruhun Resulullah’ın Kur’an metoduyla eğittiği en hayırlı toplumda örneğini görmemiz zaaf ve güç yeteneklerini kavramamızda yararlı olacaktır.
Kur’an’ın eğitim metodunun özelliklerini, bu ruhları nasıl ele aldığını onlara nasıl şefkatle eğildiğini, pratik alemde kendi özelliğini koruyarak hareket ettiğini gördüğümüz gibi farklı düzeylerde farklı örnekleri içeren müslüman kitleye nasıl bir uyum kazandırdığını algılamamız da yararlı olacaktır.
Kendi durumumuzu ve insan topluluklarının durumunu bu seçkin kitlede somutlaşan insan ruhunun pratiği ile kıyaslamak da yararlı olacaktır. Böylece ruhumuzda bir takım zaaf noktalarının varlığını algıladığımızda karamsarlığa kapılıp tedavi yönüne gitmeyi ve çaba sarf etmeyi elden bırakmamış oluruz. Aynı şekilde ilk müslüman kitle -bütün üstünlüklerine rağmen- aşağılık durumdan yüksek zirvelere yükselme çabamızda hareket tarzlarına baş vurmaksızın sırf hayallerimizde uçuşan düşlerden ibaret kalmamış olur.
Kuşkusuz bütün bunlar, yararlanabileceğimiz tecrübe birikimleridir. -Kur’an’ın gölgesindeki hayattan- çıkardığımız bu tecrübelerle Allah’ın izniyle bir çok iyilikler elde etmiş oluruz.
Bu derste yer alan ayetlerden anladığımız kadarıyla o günkü müslüman safta:
A- Allah yolunda cihad etmekte ağır davrananlar ve başkalarını da alıkoyan kişiler vardı. Bu kişiler, müslümanların başına bir musibet gelmiş kendileri de kurtulmuşsa bunu ganimet sayarlardı.
Yok eğer müslümanlar büyük ganimetler elde etmiş kendileri de cihada çıkmadıkları için ganimetten pay almamışlarsa bunu da büyük bir kayıp olarak kabul ederlerdi. Bu halleriyle ahirete karşılık dünyayı satın almışlardı.
B- Aralarında canlarını kurtarmak için hicret edenler de vardı -Mekke’de cihad emri gelmeden savaşmak ve düşmanı püskürtmek için yiğitlik gösterenler olduğu gibi- Medine’de cihad emri verildiğinde bu kişiler paniğe kapılıp yüce Allah’ın kendilerine biraz süre tanımasını ve o anda savaş emrini vermemesini dilemişlerdi.
C- Kendilerine bir iyilik dokunduğunda bunu Allah’tan bilip bir kötülük
dokunduğunda ise bunu Hz. Peygamber’den bilenler vardı. Elbette bu anlayışın nedeni yüce Allah’a olan güçlü imanları değildi. Bununla “Önderlik makamı”nı yaralamayı ve etrafında birtakım kuşkular oluşturup yaymayı amaçlıyorlardı.
D- Resulullah’ın huzurunda iken itaat ettiğini belirten ve fakat oradan ayrılır ayrılmaz, söylediğinin dışında şeyler geveleyip duranlar vardı.
E- Birtakım söylentilere ilgi duyanlar da vardı. Bağlı olduğu “Önderlik mevkii”nden doğruluğunu araştırmadan, bu söylentileri müslüman safta yayıp bir takım karışıklıklara neden olurlardı.
F- Bütün emir ve direktiflerin yüce Allah’tan kaynaklandığından kuşku duyanlar vardır. Bunlardan bir kısmını, kendisine bir vahiy gelmeksizin Hz. Peygamberin uydurduğunu zannediyorlardı.
G- Bu arada -gelecek konunun başında görüleceği gibi- müslüman cemaatin ikiye bölünmesini gerektirecek kadar bazı münafıkları savunanlar da vardı. Bu da iman düşüncesinde ve “Önderlik makamı”nın düzenlemesinde, uyumun olmadığını -bir taraftan müslüman topluluğun “Önderlik makamı”nın görevi ve böyle durumlarda bu makamla ilişkileri konusunda toplu bir anlayışa sahip olmadıklarını- göstermektedir.
Bunların tümü, münafıklardan bir grup olabileceği gibi her ne kadar kimisi muhacirlerden olsa bile imanî kişilikleri olgunlaşmamış imanla zaafı bulunanlardan da olabilirler. Ancak Medine’de Yahudilerin, Mekke’de müşriklerin ve yarımadada fırsat kollayan tüm arapların düşmanlıkla kuşatmış bulunduğu müslüman safta böylesine bir veya iki grubun yer almasının uzun bir eğitim ve cihad sürecini zorunlu kılacağı ve birtakım karışıklıkları doğuracağı muhakkaktır.
Bu derste, cihaddan ve bu eğitimden örnekler göreceğiz. Ruhlarda ve safta gizlenmiş hastalıkların; dikkat, derinlik ve eğitimini Kur’an metoduyla yerine getiren cemaatin önderi Hz. Peygamber’in sabrında somutlaşan sabırla tedavi edildiğine şahid oluyoruz.
1- İhtiyatın emredildiğini görüyoruz. Mücahid müslümanların müfreze (seriye) ya da cihadla ilgili diğer bir görev için çıktıklarında teker teker çıkmamaları silahlı müfrezeler, (seriye) bölükler ya da hep birlikte düzenli bir ordu şeklinde çıkmaları emredilmektedir. Çünkü içinde yaşadıkları bölge (âdeta) mayınlı bir bölgeydi. Her taraftan düşmanlarla kuşatılmışlardı. Üstelik aralarında gizli münafıklar ya da münafık ve yahudilerin barındırdığı düşman casuslar da bulunmaktaydı.
2- Cihad’a çıkmakta ağır davrananların bu tutumlarını nefret ettirici bir tarzda gözler önüne seren tasvirle karşılıyoruz. Bu tasvirde; isteksizlik, ucuz menfaatleri sevmek ve durumların değişmesiyle renkten renge girmek gibi özellikler öne çıkmaktadır. Ayrıca Mekke’deyken savaş için istekli görünenlerin Medine’de savaş emri verildiğinde paniğe kapılmalarının da garip karşılandığını görmekteyiz.
3- Yüce Allah’ın kendi yolunda savaşanlara büyük bir mükafat ve iki sonuçtan birini vaad ettiğini görüyoruz.
“Allah yolunda savaşıp öldürülen veya galip gelen kimseye büyük bir mükafat vereceğiz.”
4- Kur’an-ı Kerimin, müslümanları yönelttiği savaşta gözetilmesi gereken en şerefli niyet, en üstün hedef ve en soylu amacın tasviriyle karşılaşmaktayız.
“Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize kendi katından bir kurtarıcı ve bir destekçi gönder’ diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?”
5- Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in, kâfirlerin boş gayeleri ve zayıf dayanaklarının yanında, müminlerin uğrunda cihad ettikleri en yüce gayeyi ve en sağlam dayanağı tasvir edişiyle de karşılaşıyoruz:
“Müminler Allah yolunda kafirler Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın; çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır.”
6- Kur’an-ı Kerim’in bozuk duyguların ve zayıf davranışların kaynağını oluşturan bozuk düşünceleri tedavi etmede uyguladığı yöntemi de görüyoruz. Bir kere dünya ve ahiretin hakikatını “De ki; dünya zevki kısa sürelidir, ahiret ise sakınanlar için daha iyidir. Orada kıl payı kadar bile haksızlığa uğramazsınız” demek suretiyle açıklamakla bir kere, kişi ne kadar ihtiyatlı davranırsa davransın, cihattan ne kadar geri kalırsa kalsın ölümün kesin olduğu ve takdir edilen zamanda uygulanacağını “Nerede olursanız olun surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur”. diye belirtmektedir. Ayrıca Allah’ın kaderi ve insanları fiillerinin gerçek mahiyetini beyan ederek: “Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırsa `Bu Allah’tandır’ derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `Bu senin yüzündendir’ derler. Onlara de ki: Hepsi de Allah’tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” “Karşısına çıkan her iyilik Allah’tandır başma gelen her kötülük de kendindendir.” şeklinde açıklayarak bu itikadï düşünceyi doğrultma yönüne gitmektedir.
7- Kur’an’ın, yüce Allah ile peygamberi arasındaki bağı ve peygambere itaatin Allah’a itaat olduğu gerçeğini güçlendirdiğini görüyoruz. Ve bu Kur’an’ın bütünüyle Allah’tan geldiğini zihinlere yerleştirmekte ve onları kaynağın birliğine dalalet eden Kur’an’daki mükemmel birliği düşünmeye çağırmakta: “Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur…” Bunlar Kur’an’ı hiç incelemiyorlar mi? Eğer o Allah’tan başkası tarafından gelseydi içinde mutlaka birçok çelişkiler bulurlardı” buyurarak şüpheleri ;gidermektedir.
8- Daha sonra Kur’an-ı Kerim’in -yanlış anladıkları haberlerden dolayı titreyenlerin durumunu tasvir ettikten sonra- onları, toplumun önderlik makamına ilişkin düzeninin temeliyle uyuşan en sağlıklı yola yönelttiğini görmekteyiz.
“… Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı.”
9- Sonra Kur’an, kendilerini hidayete erdirmek suretiyle yüce Allah’ın üzerlerindeki nimetini hatırlatarak böyle bir yola baş vurmanın sonucundan korkutmaktadır. “Eğer Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız.”
Yüce Allah’ın; peygamberine -tek başına da olsa- cihad etmesini ve müminleri savaşa teşvik etmesini emrettiğini görüyoruz. Ayrıca peygamberin sadece kendisinden sorumlu olduğunu, savaşı ise yüce Allah’ın üzerine aldığını bildirdiğini duyduğumuzda çeşitli yöntemlerle bu denli bir çabayı gerektiren müslüman kitlenin hayatındaki bu görünümlerin doğurduğu kargaşayı algılayabiliriz.
“Allah yolunda savaş. Sen sadece kendinden sorumlusun. Mü’minleri de savaşmaya teşvik et de ola ki Allah kafirlerin ağır baskılarını geri püskürtür. Hiç kuşkusuz Allah’ın kahrı öldürücü, darbesi pek şiddetlidir.”
Bu üslûpta, kalpleri coşturan, azmi hareketlendirip arzuyu harekete geçiren ve insanın Allah’ın kahredici gücüne güvenmesini sağlayan bir duygu yer almaktadır.
Kur’an-ı Kerim birçok alanda müslüman kitle ile birlikte savaşa girişiyordu. En başta da nefis alanında; kuşkulara, vesveselere, kötü düşüncelere, cahiliye tortularına ve -münafıklık veya sapıklıktan kaynaklanmasa bile- beşerî zaaflara karşı savaşa girişiyordu. Kur’an-ı kerim, müslüman kitleyi güçlülük seviyesine ve safta uyum aşamasına ulaştırmak için Rabbanî metodla eğitimini sürdürüyordu. Bu, uzak olduğu kadar uzun vadeli bir hedeftir. Çünkü bir toplumda son derece güçlü kimselerin bulunması bir çok zayıf tuğlaların safta yer almasına engel değildir. O halde farklı seviyeler arasında bir uyum oluşturmak zorunludur. Bu da büyük mücadelelerle yüzyüze gelmeyi zorunlu kılmaktadır. Şimdi ayetleri ayrıntılarıyla inceleyelim.
SAVAŞ İÇİN HAZIR OLUN
71- Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız.
72- İçinizde bu görevi gayet ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım’ der.
73- Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük başarıya erseydim’ der.
Bu, iman edenlere yönelik bir tavsiyedir. Metodlarını belirleyen ve yollarını aydınlatan yüce Önderlik makamından bir tavsiye… İnsan Kur’an’a başvurduğunda hayret eder. Kişi bu kitabın, -genel anlamda- müslümanlara “savaş stratejisi” olarak bilinen genel bir savaş taktiği belirlediğini görecektir. Bir başka ayette ïman edenlere şöyle demektedir: “Ey iman edenler size yakın bulunan kafirlerle savaşın, sizde şiddet bulsunlar” (Tevbe Suresi, 123). Kur’an burada, İslâmî hareketin genel plânını çizmektedir. Şu ayette ise, iman edenlere: “…Savaş hazırlıklarınızı yapınız ve sonra da bölük bölük ya da hep birlikte sava a çıkınız” demektedir. Burada da uygulanacak planın ya da “taktiğin” bir yönünü açıklamaktadır. Enfal suresindeki ayetlerde ise bu taktiğin başka yönleri anlatılmaktadır. ” . Şayet onları savaşta yakalarsan; yapacağın baskı ile arkalarındakini dağıt, belki düşünürler”. (Enfal Suresi, 57)
İşte böyle. Müslümanlara sadece bazı ibadetleri, sembolleri öğretmiyor. Dini bu şekilde miskince algılayan bazı insanların düşündüğü gibi sırf bazı görgü kuralları ve ahlâk ilkelerini de bildirmiyor. Müslümanın hayatını bir bütün olarak ele aldığını ve insan hayatının karşılaştığı tüm pratik koşulları karşıladığını görüyoruz. Bu yüzden insan hayatı üzerinde, eksiksiz bir tasarruf yetkisi istemektedir. Müslüman ferdin ve toplumun bir bütün olarak hayatının bu metodun ürünü ve onun tasarrufu ile direktifleri altında olmasından başkasını kabul etmemektedir. Daha açık bir ifadeyle müslüman fert ve toplumun; hayatları için değişik hayat metodlarını, sembolik davranış, kulluk, ahlâk ve görgü kuralları için Allah’ın kitabını ekonomik, toplumsal, siyasi ve uluslararası işlemler için de başka birinin kitabı ya da mutlak anlamda insan düşüncesinden kaynaklanan ayrı bir metod edinmesini kabul etmemektedir. Kuşkusuz insan düşüncesinin görevi; -bu surenin geçen dersinde yüce Allah’ın çizdiği şekilde- yenilenen hayat olaylarına ve gelişen sorunlara uygun ayrıntılı hükümleri ve hayat düzenlerinin tümünü Allah’ın kitabından almaktadır başka değil. Aksi takdirde imandan ve İslâmdan söz edilemez. Bu durum, daha başka imanın ve İslâm’ın varolmadığını göstermektedir. Çünkü başka din uyduranlar hiçbir zaman iman etmiş sayılmazlar. İslâm’da en başta söylenen Allah’tan başka hükmeden yoktur, O’ndan başka kanun koyucu yoktur anlamlarına gelen “Allah’tan başka ilâh yoktur” şehadet cümlesi ilk kabul edilen ilkedir. Bunun aksine davranış kişilerin İslam’ın temellerini kabul etmediklerini göstermektedir.
İşte bakın Allah’ın kitabı müslümanlara, uygulayacakları ve o zamanki konumları gereği dışarıdan bir çok düşman, içerden de münafıklar ve müttefikler yahudiler arasındaki varlıklarına uygun düşen savaş taktiklerinde bir yönünü çizmektedir. Önce onları uyarıyor:
“Ey müminler savaş hazırlıklarınızı yapınız.”
Topluca düşmanlarınıza karşı hazırlıklı olun. Özellikle, ayette sonra sözü edilecek olan safta cihad konusunda ağır davranan ajanlara karşı uyanık olun.
“… Ya bölük bölük ya da hep birlikte savaşa çıkınız.”
Ayette geçen -Subât- kelimesi -Subeh- kelimesinin çoğuludur ve topluluk anlamına gelmektedir. Kastedilen mana, `Teker teker cihada çıkmayın’dır. Savaşın gerektirdiği şekilde küçük birlikler veya bütün bir ordu şeklinde çıkınız. Çünkü her tarafa yayılmış düşmanlar sizden tek başına çıkmış olanları avlayabilirler. Bu düşmanlar hele bir de İslâm cemaati maskesini giymişlerse. Nitekim bu düşmanlar, münafık ve yahudilerin şahsında Medine’nin kalbine yerleşmişlerdi.
CİHADI AĞIRDAN ALANLAR
“İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var. Eğer bir musibet (başarısızlık-yenilgi) ile karşılaşırsanız `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım’ der.”
Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim’ der.”
Düzenli birlikler halinde ya da hep birlikte çıkın, kiminiz savaşa çıkarken -şu anda olduğu gibi- kiminiz de ağır davranmasın. Her zaman hazırlıklı olun. Sadece dış düşmanlara karşı değil, aynı şekilde oyalanan, ağır davranan ve geride kalan kişilere karşı da uyanık olun. Bunlar ister kendilerini oyalasınlar -yani oturup ağır davransınlar- ister başkalarını da beraberlerinde oyalasınlar fark etmez. Geride kalıp ağır davrananların yapa geldikleri şey hep budur..
Buradaki “Leyebtıenne” kelimesi, ağırlığı ve telafuzu zor olması bakımından seçilmiştir. Gerçekten dil, bu kelimenin harflerini ve vurgusunu sonuna kadar telaffuz etmekte son derece zorlanmaktadır. Çünkü kelimenin zorluğu sona doğru daha bir artmaktadır. Kuşkusuz bu kelime vurgusundaki bu zorluk ve ağırlık beraberindeki psikolojik hareketi eksiksiz bir şekilde tasvir etmektedir. Bu da tek bir kelimeyle bütün durumu çizen Kur’an’ın edebi tasvirinin eşsiz örneklerindendir.’
“İçinizde bu görevi ağırdan alanlar var.” cümlesinin yapısı, “sizden” ağır davranan -müslüman sayılan- bu kişilerin, ağırdan alma işini eksiksiz yerine getirdikleri, bunda ısrar ettikleri ve bu konuda çaba sarf ettiklerini göstermektedir. Bu da cümlede çeşitli tekit yöntemleriyle ifade edilmektedir. Bütün bunlar bu grubun ağırdan almayı ısrarla sürdürdüğünü, bu durumun müslüman safta olumsuz etki bıraktığını ve müslümanlara çok çektirdiğini göstermektedir.
Bu yüzden ayet, özelliklerini ortaya çıkaran projektörünü onların üzerine ve ruhlarının içlerine tutmakta ve`Kur’an’ın olağanüstü tasvir yöntemiyle iğrenç hakikatlerini çizmektedir.
İşte bütün sebepleri, özellikleri, davranış ve sözleriyle onlar… İşte onlar, bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmişlerdir. Mikroskop altına konulmuş gibi niyet ve sırlar, sebep ve etkenler birer birer ortaya çıkarılmıştır.
İşte onlar Resulullah döneminde ve her zaman ve mekandaki durumlarıyla. İşte onlar, zayıf ve renkten renge giren münafıklar… Aynı zamanda küçük değerlerin adamı… Doğrudan kişisel çıkarlarından daha üstün bir gaye, sınırlı ve küçük kişiliklerinden daha yüce bir ufuk tanımazlar bunlar. Bütün dünyayı bir tek eksen etrafında döndürürler. Bu eksen de bir an bile unutmadıkları kendi kişilikleridir.
Onlar. ağırdan alırlar, son derece yavaş davranırlar. Meşhur deyimiyle “değneği ortasından tutmak” için niyetlerini de açıklamazlar. Kâr ve zarara ilişkin düşünceleri, tam da zayıf ve zelîl münafıklara yakışır bir düşüncedir.
Savaştan geri kalırlar… Şayet mücahidler bir sıkıntıya uğrasa, ya da bir imtihandan geçseler, geride kalanlar sevinmeye başlarlar. Cihaddan kaçışlarını ve imtihandan kurtuluşlarını bir nimet sayarlar.
“Eğer bir musibetle karşılaşırsanız, `Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım’ derler.”
Geride kalıp kurtulmalarını emrinden çıkıp oturdukları Allah’ın, kendilerine bahşettiği dini bir nimet saymaktan utanmazlar. Oysa böyle durumlarda kurtuluş hiç bir zaman Allah’ın nimeti sayılamaz. Çünkü emrinden çıkmakla, Allah’ın nimetine ulaşılmaz, görünürde bu durum kurtuluş gözükse de…
Evet, bu hâl bir nimettir Allah ile ilişkileri bulunmayanların yanında… Yüce Allah’ın kendilerini niçin yarattığı kavrayamayanların ve emrine itaat etmek ve hayat metodunu yeryüzünde gerçekleştirmek suretiyle Allah’a kullukta bulunmayanların yanında. Karınca gibi ayaklarının altındaki şeyden yüce ufuklara kadar hiçbir şeyi algılamayanların yanında nimettir kaçış. Allah yolunda, O’nun hayat metodunun gerçekleşmesi ve O’nun sözünün yücelmesi için cihad anında başa gelen musibetin bir üstünlük ve Allah’ın seçmesiyle olduğunu algılamayanların yanında nimettir. Kuşkusuz bu üstünlüğü yüce Allah, onları dünya hayatında beşerî zaafların üzerine çıkarmak ve yüce bir hayatla onurlandırarak dünyaya bağımlılıklarından kurtarmak için kullarından dilediğine özgü kılar. Çünkü hayat onlara değil, onlar hayata hükmederler. Bu kurtuluş ve yükselme ile yüce Allah, onları ahiret günü şehidlerin makamında kendi yakınında bulunmaya lâyık görmektedir.
Kuşkusuz bütün insanlar ölürler; Ancak, şehidler sadece Allah yolunda şehadete ererler. Bu da Allah’ın büyük bir lütfudur.
Ancak diğer durum söz konusu olursa… Allah’tan gelecek herşeyi kabullenmeye hazır bir şekilde savaşa çıkan mücahidler galip gelirlerse… Zafer ve ganimet elde ederek Allah’ın diğer lütfuna nail olurlarsa… İşte pişmanlık duyarlar. Tabii ki, kâr ve zarara ilişkin kısır ve küçük anlayışlarına göre kârlı…
“Buna karşılık Allah size bir zafer kazandıracak olursa sanki daha önce aranızda hiçbir tanışıklık, hiçbir dostluk yokmuş gibi `keşki ben de onlarla birlikte olsaydım da ben de büyük bir başarıya erseydim’ derler.”
Onlar, ganimet ve sağ salim dönüş gibi küçük başarıları “büyük başarı” olarak değerlendirirler. Mü’min ise, ganimet ve sağ salım dönüşü kötü karşılamaz, aksine bunları Allah’ın takdiri olarak algılar. Mü’min bela istemez, ancak Allah’tan sağlık-afiyet nasip etmesi dilenir. Bununla beraber mü’minin genel düşüncesi, Kur’anî ifadenin kötüleyici ve nefret ettirici bir şekilde ortaya koyduğu, cihaddan kaçan insanların düşüncesinden farklıdır.
Kuşkusuz mü’min belâ istemez, aksine Allah’tan sağlık ve esenlik ister. Ancak cihada çağrıldığında -ağırdan almadan- cihada çıkar. Allah’tan iki sonuçtan birini isteyerek çıkar: Zafer ya da şehadet. Her ikisi de Allah’ın lütfudur. Her ikisi de büyük başarıdır. Ya Allah ona şehidlik nasip eder. O da Allah’ın kendisine verdiğini hoşnutlukla kabul eder ve Allah’ın katındaki şehitlik makamıyla sevinir. Ya da ganime; ve sağ salim geri dönüşü nasip eder. O zaman da Allah’ın lütfuna karşı şükreder v°e Allah’;n yardımıyla sevinir. Bu sevinç ölmeden döndüğü için değil…
İşte bu, yüce Allah’ın müslümanların yükselmesini istediği ufuktur. İçlerinde yaşayan ve cihada karşı ağır davranan grubun nefret ettirici tablosunu çizip,safta üslenen oyalayıcı kişileri ortaya çıkarırken onlara karşı uyanık olmalarını sağlamaktadır, düşmanlarına karşı uyanık olmaları gerektiği gibi…
O zaman müslüman kitleye yönelik bu sakındırma ve uyarının ötesinde, Kur’an’ın bu birkaç kelimesinde her zaman ve mekanda görüle gelen bir insan tipi çizilmektedir.
Müslüman kitle, bu gerçeği sürekli bünyesinde barındıracaktır. Buna göre safta her zaman benzeri kişiler bulunacaktır. Ancak ümitsizliğe düşmemek lazım, hazırlıklı olup yola devam etmek gerekir. Eksiklikleri tamamlamak, zaafları tedavi etmek, adımlar, duygu ve hareketler arasında uyum sağlamak için sürekli bir eğitim, direktif ve çaba zorunludur.
DÜNYAYI AHİRET KARŞILIĞINDA SATANLAR
Daha sonra ayetlerin akışı, ağırdan alıp toprağa bağlananları bu bataklıktan çıkarıp kurtarmakla sürüyor. En iyiye ve en kalıcıya yani ahirete yönelme duygularını canlandırıyor. Dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almaya yöneltiyor. Her iki durumda da onlara Allah’ın lütfunu ve iki sonuçtan biri vaad ediliyor: Zafer ve Şehadet…
74- Öyleyse dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz. “
Allah yolunda savaşsınlar. Çünkü İslâm bu yolun dışında bir başka savaş tanımaz. Ganimet ve egemenlik uğrunda yapılan savaşı kabul etmez. Kişisel ya da ulusal üstünlük için yapılan savaşı onaylamaz.
İslâm, toprak işgal etmek ve ahaliyi baskı altında tutmak için savaşmaz. Sanayi hammaddesi bulmak, ürünleri için pazarlar elde etmek, sömürge ve yarı sömürgelerde kapital elde etmek uğruna savaşmaz.
Herhangi bir kişinin, ailenin, sınıfın, devletin, milletin veya ırkın üstünlüğü için savaşmaz, sadece Allah yolunda, yeryüzünde O’nun sözünü yüceltmek uğruna, O’nun sistemini hayata yerleştirmek için insanlığı bu sistemin iyiliklerinden ve “insanlar arasında” uyguladığı mutlak adaletinden yararlandırmak sonra da bu Rabbanî ve insanî, evrensel ve kapsamlı sistemin gölgesinde her kişiyi dilediği inancı seçmede özgür bırakmak için savaşır.
Müslüman; Allah’ın sözünü yüceltmek, O’nun sistemini hayata egemen kılmak için Allah yolunda savaşa çıkıp öldürülse şehid olur. Şehitlerin Allah katındaki makamına kavuşur. Ancak -bu hedefin dışında- diğer bir hedef için çıkmışsa “şehid” olarak adlandırılmaz. Mükâfatını da Allah’tan beklememelidir. Uğruna savaştığı hedefin sahibinden beklemelidir. Onu “şehit” olarak nitelendirenler Allah’a yalan iftirada bulunuyorlardır. Yüce Allah’ın insanları temize çıkardığı yolun dışında kendilerini ve başkalarını temize çıkarmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz bu Allah’a büyük bir iftiradır.
O halde dünyayı satıp karşılığında ahireti satın almak isteyenler -bu anlamda- Allah yolunda savaşsınlar. O zaman her iki durumda da Allah’tan büyük bir lutfa nail olacaklardır. Allah yolunda öldürülenle bu uğurda galip gelen eşittir.
“Kim Allah yolunda öldürülür veya galip gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz.”
Bu ifade ile Kur’an’ın sunuş metodu ruhları, yüceltmeyi ve her iki durumda da Allah’ın büyük lütfuna bağlamayı amaçlamaktadır. Böylece, korktukları ölüm ve arzuladıkları ganimet gözlerinde değerini kaybeder. Çünkü hayatın ya da ganimetin Allah’ın büyük lütfunun yanında hiçbir değeri olamaz. Nitekim ahiret karşılığında dünyayı satın alıp, dünya karşılığında ahireti satın almamak suretiyle yaptıkları zararlı alış-verişten de nefret ettiriyor. “İşterâ” kelimesi zıt anlamlara gelir. Genellikle “Bey”‘ salmak anlamında kullanılır. Böyle bir alış-veriş yaptıklarında, savaş alanında ganimet elde etseler de etmeseler de her halukârda zarardadırlar. Ahiretin yanında dünyanın ne değeri var? Allah’ın lütfunun yanında ganimet malının lâfı mı olur? Çünkü Allah’ın lütfu malla beraber başka şeyleri de kapsar.
Sonra ayetlerin akışı müslümanlara yönelmektedir. Cihada çıkmada ağır davrananlara yönelik anlatım ve tasvir üslubunu bırakan bütün müslüman kitleye yönelik hitap üslûbunu kullanmaya başlıyor. Kurtulmayı istedikleri zulüm ve düşmanlık yurdundan kendilerine bir çıkar yol göstermesi için Allah’a yalvardıkları halde dinlerinden ve inançlarından dolayı kaçıp İslam ülkesine hicret edemeyen ve bu yüzden Mekke’de Müşriklerin elinde büyük zorluklar çeken ezilmiş erkek, kadın ve çocuklar karşısında ruhların insancıllığını ve kalplerin duyarlılığını harekete geçirmek amacıyla onlara yönelmektedir. Onlara bu şekilde yönelmesinin bir diğer gerekçesi de, oyalanmadan ve ağırdan almadan koşmalarını istediği savaşta gözetecekleri en üstün amacı, en onurlu gayeyi ve en güzel hedefi göstermektir.
ALLAH YOLUNDA SAVAŞMAYANLAR
75- Niye Allah yolunda ve `Ey rabbimiz, bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize katından bir kurtarıcı, kendi katından bir destek i gönder’ diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz.
Allah yolunda savaşmaktan ve durumları ile müslümanın hami etini mü’minin onurunu ve genel anlamda insanlığın acıma duygusunu etkileyecek bir tabloda sunulan bu ezilmiş erkek, kadın ve çocukları kurtarmaktan nasıl geri kalabilirsiniz? Bu zavallılar çok ağır imtihan ve fitnelere maruz kalıyorlar. Çünkü onlar, inançları ve dinleri yüzünden bunca eziyete uğratılıyorlar. İnanç konusunda eziyet çekmek mal, toprak, can ve ırz konusunda mihnet çekmekten çok daha ağırdır. Burada insan, varlığının en başta gelen özelliğinde çile çekmektedir. İzzet-i nefs, namus, mal ve topraktaki hak bundan sonra gelir.
Mazlum kadının ve zayıf çocuğun tablosu son derece etkileyici bir tablodur. Kendilerini savunamayan -özellikle bu savunma din ve inanç uğruna olursa- yaşlıların tablosu da bundan az etkileyici değildir. İşte bu tablo bütünüyle Cihad çağrısı esnasında gözler önüne serilmektedir. Bu da yeterli oluyor. Bunun için bu feryatlara karşılık vermekten çekinmek kınanmaktadır. Bu üslûp, derin etkili, duygu ve bilinçte uzun süre silinmeyen izler bırakan bir üslûptur.
Burada İslâm’ın, memleket, toprak ve vatan düşüncesine biraz değinelim. “Zalimlerin yaşadığı belde…” olarak nitelendirilen ve İslâm’ın oradaki ezilmiş müslümanları kurtarmak için savaşı zorunlu gördüğü yer. bu konumuyla “Dâru’l-harp” -savaş ülkesi- sayılan Mekke’ydi. Bu derece hararetle oradaki müşriklerle savaşmaya çağrılan yurdu. Ayrıca ezilmiş müslümanlar da ordan çıkmak için bu denli içten dua ediyorlardı.
Orada Allah’ın şeriatı ve hayat metodu egemen olmadığı, müminler dinlerinden dolayı eziyete, inançlarından ötürü işkenceye uğradıkları sürece oranın memleketleri olması İslâm açısından durumunu değiştirmez. Orası bizzat kendileri açısından “Savaş ülkesi”dir. Onu savunmak cihad anlamındaki bir savaş değildir elbette. Oradaki müslüman kardeşlerini kurtarmak için savaşabilirler ancak. Çünkü müslümanın koruyacağı sancak inancıdır. Uğruna savaşacağı toprak parçası ise, İslâm düzenini hayat metodu edinen “İslam ülkesi”dir. Bunun dışındaki tüm vatan anlayışları İslâm dışı cahiliye anlayışlarıdır. Bu tür düşünceleri İslâm tanımaz.
MÜMİNLER ALLAH YOLUNDA CİHAD EDER
Sonra, ilgileri uyandırmak, gayretleri harekete geçirmek, yolu aydınlatmak ve her grubun uğruna ortaya koyacakları çabaları, değerleri, gaye ve hedefleri açıklamak için diğer bir psikolojik yönlendirme yer almaktadır.
76- Müminler Allah yolunda, kafirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır.
İlk dokunuşta insanlar yol ayrımında duruyorlar. Bir anda hedefler çiziliyor, çizgiler açığa çıkarılıyor, insanlar, iki ayrı sancağın altında, iki ayrı gruba bölünüveriyor.
“Mü’minler Allah yolunda savaşırlar…”
“Kâfirlerse Tağut (şeytan) uğrunda savaşırlar.”
Müminler Allah yolunda, O’nun hayat metodunu gerçekleştirmek, şeriatını yerleştirmek ve Allah adına “insanlar arasında” adaleti uygulamak için savaşırlar, başka bir isim altında değil. Yüce Allah’ın tek başına ilah olduğunu bu yüzden tek başına hükmetmesi gerektiğini kabul ederek…
Kafirlerse Tağut uğrunda Allah’ın metodunun dışında değişik hayat metodlarını gerçekleştirmek, -Allah’ın izin vermediği- değişik şeriatleri yerleştirmek ve yine -Allah’ın izin vermediği- değişik değerleri oturtmak ve Allah’ın mizanı dışında değişik ölçüler dikmek için savaşırlar.
İman edenler, Allah’ın dostluğuna, korumasına ve gözetimine dayanarak dururlar.
Farklı sancakları, hayat metodları, şeriatları, yolları, değer ve ölçütleriyle kafirler, şeytanın dostluğuna dayanıp dururlar. Onlar bütün farklılıklarına rağmen şeytanın dostlarıdırlar.
Yüce Allah, müminlere şeytanın dostlarıyla savaşmalarını, onların ve şeytanın hilesinden korkmamalarını emretmektedir.
“… O halde, şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü şeytanın hilesi-düzeni zayıftır.”
Böylece müslümanlar sarp bir arazide sırtlarını sağlam bir temele dayıyorlar. Allah için savaşmanın vicdan rahatlığı içindedirler. Bu savaşta herhangi bir çıkarları söz konusu değildir. Şahıslarına bir pay ayırmazlar. Ulusları, ırkları, akraba ve aşiretleri için hiçbir hedef gütmezler. Bu savaş tek başına Allah içindir. O’nun hayat metodu ve şeriatı uğrunadır. Onlar, bâtılı hakka galip getirmek için savaşan batıl ehli bir kavimle karşılaşıyorlar. Çünkü batıl ehli, beşerin uydurduğu cahiliye sistemlerinin -zaten insanların koyduğu her sistem cahiliyedir- Allah’ın sistemine galebe etmesi için savaşırlar. İnsanların koyduğu cahiliye kanunlarının -zaten insanların koyduğu tüm kanunlar cahiliyedir- hükümran olması için savaşırlar. Yine batıl ehli kendi uydurdukları hükümlerin -Halbuki kendilerinin verdikleri tüm hükümler zulümdür- hükümran olması için savaşırlar.
İnsanlar arasında uygulamakla yükümlü oldukları Allah’ın adaletinin galip gelmesi için savaşırlar.
İşte müminler, yüce Allah’ın kendilerini koruyacağına ve karşılaştıkları kavmin dostunun şeytan olduğuna ve böylece son derece zayıf olduklarına inanarak savaşa girişiyorlar. Onlar bunun yanında şeytanın hilesinin zayıf olduğunu da biliyorlar.
Bu yüzden, daha savaşa başlamadan, müminin duygusunda savaşın gidişi ve sonucu bellidir. Savaşta şehit düşse de o, sonuca güvenmektedir. Galip gelse, gözleriyle zaferi görse de görmese de büyük mükâfattan emindir. Her iki durum da eşittir kendi nazarında.
İşte bu her iki duruma ilişkin gerçek düşünceden ilk müslüman toplumun hayatında meydana gelen ve Allah yolunda cihad tarihinin kaydettiği bir çok olağan üstlükler gerçekleşmiştir. Tarih boyunca birçok nesillerde bunun örnekleri görüle gelmiştir. Bunları burada sıralamamız mümkün değildir. Çünkü o kadar çok ve yaygındır ki… Tarihte bilinen kısa bir dönemde İslâm’ın olağanüstü yayılışı bu düşünceden kaynaklanmıştır. Kuşkusuz bu düşünce, İlahi metodun, düşman kamplara karşı müslümanlara kazandırdığı üstünlüğün bir yönünü oluşturmaktadır. Nitekim bu cüzde daha önce bu üstünlüğe işaret etmiştik. Bu düşüncenin oluşması da, Kur’an’ın mümin ruhlarda giriştiği eksiksiz ve kapsamlı savaşın bir yönünü oluşturmaktadır. Kur’an, müminlerle birlikte sayı, hazırlık ve malca üstün düşmanlarla da savaşa girişmektedir. Böylece düşmanlar bu yönden de geride kalırlar, yenilmeleri de kaçınılmaz oluyor.
Biz bu düşüncenin oluşması ve sağlamlaşması için Kur’anï eğitim metodunun sarf ettiği çabayı görebiliyoruz. Bu kolay bir iş değildir. Sadece dille söylenen kelimelerden ibaret değildir bu çaba. Aksine ruhun cimriliğini -ne pahasına olursa olsun- hayata düşkünlüğünü ve kâr-zarara ilişkin kötü düşüncesini tedavi etmek için sürekli bir çabadır bu. İşte aşağıdaki derste bu tedavinin ve sürekli çabanın devamı yer almaktadır.
MÜSLÜMANLAR İÇİNDE BİR GRUP İNSAN
Bundan sonra ayetlerin akışı, müslümanlardan bir grubun veya bir çoklarının -bir kısmının Mekke’deyken savaşmaya izin verilmediği dönemlerde işkence ve zulme uğratıldıkları zaman Müşriklerle savaşmak için izin isteyen Muhacirler olduğu rivayet edilmektedir. Ki o zaman kesin olarak yalnız Allah’ın bildiği nedenlerden dolayı savaşa izin verilmemişti. Ancak daha sonra değinileceği gibi bu hikmetin bir yönünü bilmekte yarar vardır. -Medine’de İslâm’ın bir devlet olduğunda ve yüce Allah, savaş izninin hem müslümanların hem de tüm insanlığın yararına olduğunu bilip savaş emrini verdiğinde -Kur’an’ın tasvir ettiği gibi- bu adamların “Allah’tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkup “Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?” dedikleri durumlarını hayretle karşılamak suretiyle sürmektedir. Bunlar; bir iyilik gördüklerinde “Bu Allah’tandır” bir kötülük gördüklerinde ise Resulullah’a “Bu senin yüzündendir” diyenlerdir. Yanından çıkana kadar Resulullah’a itaat ettiklerini belirtip ondan sonra da söylediklerinden farklı şeyler kuranlardırlar. Sır ya da tedbir hususunda bir emir aldıklarında hemen yayan kişilerdir bunlar.
Evet bunların durum ve ruhsal hareketlerini, görülen ve algılanan bir sahne gibi tasvir eden Kur’an’ın ifade tarzı ile son derece hayret verici bir şekilde gözler önüne sermektedir. Nitekim Kur’an hem bunların, hem de başkalarının, ölüm-hayat, ecel-kader, hayır-şer, kâr-zarar, kazanç-kayıp, ölçü ve değerlere ilişkin düşünce ve algılayışlarını düzeltmekte, bunların gerçek mahiyet ve hakikatlerini canlı ve etkili bir şekilde tasvir eden kendine özgü ifade tarzıyla açıklamaktadır.
77- Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin’ direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah’tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu “Ey Rabbimiz niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı? dediler. Onlara de ki; Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kıl payı bile haksızlığa uğramazsınız.
78- Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur. Eğer onlar bir iyilikle karşılaşırlarsa `bu Allah’tandır’ derler, ama başlarına bir kötülük gelirse `bu senin yüzündendir’ derler. Onlara de ki; Hepsi Allah’tandır. Niye bu adamlar kendilerine söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
79- Karşına çıkan her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her kötülük de kendindendir. Biz seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter.
80- Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim ona sırt çevirirse bilsin ki biz seni onların başına korucu olarak göndermiş değiliz.
Şu dört ayetlik grupta sözü edilen kişiler, bu dersin başında: “Sizden bu görevi ağırdan alanlar var” diye sözü edilen kişilerdir. Buna göre bütün konu bu davranışların ve bu sözlerin kaynağını oluşturan münafıklardan bu grubun etrafında odaklaşmaktadır.
Bu görüşü tercih edebiliriz. Çünkü, bu ayetler grubunda münafıklık belirtileri açıkça görülmektedir. Müslüman safta yer alan münafık gruplardan bu tür söz ve davranışların çıkmış olması da hem tabiatlarına hem de geçmişlerine uygun düşmektedir. Nitekim Kur’an’ n akışı, ayetler demeti arasında sağlam bir kaynaşma meydana getirmektedir.
Ancak, “… Daha önce, `Savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin’ direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca…” diye tanımlanan kişilerden söz eden ayetlerden birincisi -Münafıkların sıfatlarını belirtir konunun yakınlığı ve akış benzerliği açıkça görülse de- bütün ayetlerin münafıklardan söz ettiğine itibar emekte tereddüt etmemize neden oldu. Bunların -münafıkların dışında zayıf imanlı- muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu görüşünü kabul etme eğilimindeyiz. Çünkü zayıflık münafıklığın yakın belirtisidir. Bununla beraber, bu dört grubun dışındaki ayetler demeti, gerek bizzat müslüman safta üslenen münafık gruplardan birini ve gerek genel anlamda tüm münafıkları nitelendirsin, onlardan kaynaklanan söz ve davranışları ortaya koymaktadır.
Bu noktada, birinci ayetler grubunun üzerinde durmamızın ve bunların zayıf imanlı veya henüz imani düşünceleri olgunlaşmamış ve inancın işaretleri kalplerinde ve akıllarında iyice açığa kavuşmamış kişileri vasf ettiğini kabul etmemizin nedenine gelince…
Bunun nedeni, Mekke’deyken kendilerine savaş izni verilmeyip “…Savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin…” dendiği dönemde müşriklerin eziyetlerini savmak için yiğitlik gösterip heyecana kapılanların muhacirlerden bir grup olmasıdır.
Bir an için Akabe biatında -şayet emrederse- münafıklarla savaşmak istediklerini Resulullah’a bildiren ve “biz savaşmakla emr olunduk” karşılığını alan yetmiş iki kişinin bu durumunu göz önünde bulundursak bile, Akabe biatına katılmış Ensar’dan. bu gurubu ne geri kalan ayetlerde sözü edilen münafıklar, ne de ilk ayetler grubunun tanımladığı zayıf imanlılarla bir tutmamızı gerektirmez. Çünkü bu örnek insanlarda hiçbir zaman bir münafıklık veya zayıflık belirtisi görülmemiştir. Allah tümünden razı olsun.
Bu durumda en yakın ihtimal, bu ayetler grubunun -Medine’de kendilerini güvencede hissedip eziyetlerden kurtulan- savaş sorumluluğu karşısında ruhlarında zayıflık baş gösteren muhacirler hakkında olması geri kalan sıfatlar ise onlardan çok münafıklarla ilgili olmasıdır. Çünkü -beşeri zaaflarını kabul etsek bile- bu Muhacirlerden herhangi birinin iyilikten başka Resulullah’a kötülük isnat ettiğini veya huzurunda itaat ettiğini söyleyip geceleyin söylediklerinin dışında şeyler planladığını söylemek ağır gelmektedir bize.
Bununla beraber, güvenlik veya korkuya ilişkin haberleri yaymak gibi bir sıfatlarının olmasını da uzak görmüyoruz. Bu ise düzenli bir eğitim olmayışını gösterir, münafıklığı değil.
Doğrusu… -Bütün bu ayetler karşısında- kesin bir şey söylemeyecek bir konumdayız. Hatta, muhacirlerden bir grup hakkında nazil olduğu söylendiği gibi münafıklardan bir grup hakkında da indiği söylenen ilk ayetler grubuna ilişkin de kesin bir şey söylemediğimiz gibi.
Bu yüzden, muhacirleri, cihad karşısında oyalanmak ve geçen ayetlerde sözü edilen müminlerin başına gelen iyilik ve kötülükten kaçınmak gibi özelliklerden, iyiliği değil de kötülüğü Resulullah’a isnad etmek ve sadece iyiliği Allah’a havale etmek gibi bir tutumdan ve Resulullah’ın emrine uymayıp geceleyin komplolar düzenlemek gibi davranışlardan uzak görmek suretiyle ihtiyatlı davranıyoruz. Ayetlerin akışını bu şekilde bölmek, Kur’an’ın üslûbunu takip eden ve -uzun bir beraberlikten dolayı- Kur’an’ın ifade tarzını kavrayanlara zor gelse de… Yardım Allah’tandır.