06 Eylül 2013

"KÜRT SORUNUNU KEMALİZM ÜRETTİ" YALANINA YANIT VERİYORUM

"KÜRT SORUNUNU KEMALİZM ÜRETTİ" YALANINA YANIT VERİYORUM


KÜRT SORUNU’NU KEMALİZM ÜRETTİ YALANI

Cumhuriyet tarihi yalancıları, Türkiye’nin bugün yaşadığı bütün sorunların olduğu gibi “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketin” de Kemalizm’in “yanlış politikalarından” kaynaklandığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Atatürk eğer Türk Devrimini gerçekleştirmeyip Türk Ulus Devleti’ni kurmasaydı, Osmanlı’daki haliyle Kürtler asla sorun olmayacaklardı!

Bu güdük tez, bugün yobaz-liboş ve tatlısu solcusu entellerin en çok rağbet ettikleri tezlerden biridir. Ama diğer tezleri gibi bu tezleri de temelsizdir, çürüktür, yanlıştır, yalandır…

Mesele onların iddia ettiklerinden çok ama çok başkadır.

Şöyle ki: “Kürt Sorunu”, daha doğrusu “Ayrılıkçı Kürtçü Hareket”, Osmanlı’nın klasik çağı diye bilinen Yükselme Donemi’nden, yani 16. yüzyıldan beri devam eden bir sorundur. Çok daha önemlisi, Kürt aşiretlerini “sorun” haline getiren de bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngörüsüz ve yanlış poltikalarıdır.

“Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere özerklik sözü vermişti” diye yalan söyleyerek bugün Ayrılıkçı Kürtçü Harekete tarihsel dayanak arayan Cumhuriyet tarihi yalancılarına, ben gerçek bir tarihsel dayanak vereyim. Alsınlar onu kullansınlar!


Osmanlı’nın Kürt Politikası

“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk Kütlere özerklik verdi” diyerek bugün “özerk Kürdistan” planları yapan Kürtçülerin eline “tarihsel dipnotlar” vermeye çalışan Cumhuriyet tarihi yalancıları, aslında Atatürk’ün ve genç Cumhuriyetin değil ama, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının Kürtlere özerklik verdiklerini bildikleri için her fırsatta “Osmanlı seviciliği” yaparak Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e saldırmaktadırlar.

1514 Çaldıran Savaşı’nda İdris-i Bitlisi liderliğindeki Kürt aşiret reisleri, Şah İsmail’in liderliğindeki Safevilere karşı Osmanlı’ya destek olmuşlar, Osmanlı ordusuyla birlikte Safevi Türkmenlere karşı mücadele etmişlerdir. Dönemin Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, Kürtlerin bu yardımlarını ödüllendirmiş ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretlerine “bir tür özerklik” vermiştir.


Çaldıran Savaşı’ndan sonra Yeniçerilerin huzursuzluğu artınca Amasya’ya dönen Yavuz Sultan Selim, Doğu Anadolu’da “düzenin sağlanması“ görevini İdris-i Bitlisi’ye vermiştir. İdris-i Bitlisi de 25 Kürt aşiretini biraraya getirerek, onları, “ Kızılbaşların-Türkmenlerin kökünü kazımaya“ teşvik etmiştir.

İdris-i Bitlisi, bu kararını Amasya’ya giderek Yavuz Sultan Selim’e bildirmiştir.

İdris-i Bitlisi’nin önerisi üzerine, Bıyıklı Mehmed Ağa, Diyarbakır bölgesi beylerbeyi yapılmıştır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, yayınladığı bir fermanla 33 Kürt beyine derebeylik hakkı vermiştir. Bu hak sayesinde Kürt aşiret beyleri, bulundukları köyün veya kasabanın sahibi olmuşlardır. Minorsky bu durumu, “Osmanlı-Safevi mücadeleleri sırasında Kürtler arasında derebeylik hayatının inkişafına müsait bir muhit çıkmıştı.” diye ifade etmiştir.

İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnamesi“nde yazdığına göre, “40 bin Kızılbaşın/Alevi Türkmenin başı kesilmiştir.“ İdiris-i Bitlisi, “Bir şafi ne kadar günahkar olursa olsun 7 Kızılbaş öldürürse cennete gider“ diyecek kadar büyük bir Alevi düşmanıdır. Binlerce “Alevi-Türkmen“ İdiris-i Bitlisi gibilerin katliamdan kurtulmak için “Sünni-Şafi Kürt“ kılığına bürünmüştür.

Ziya Gökalp, “Kürt Aşiretleri Hakkında İçtimai Tetkikler“ adlı incelemesinde Türklerin tarih içinde nasıl Kürtleştiklerini, Diyarbakır ve Silvan’daki Karakeçililerin Kürtleşmesi olayı üzerinden anlatmıştır.

Yavuz Sultan Selim’in “Kürtleri, Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanma karşılığında” Kürtlere verdiği ayrıcalıkları, oğlu Kanuni Sultan Süleyman da devam ettirmiştir.

Aşağıdaki ferman Kanuni Sultan Süleyman’a aittir:
“ (…) Yavuz Sultan Selim zamanında (…) Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerekse kendilerinin vaki müracaatları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi, ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip, mutasarrıf oldukları eyaletler, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (mülk) ihsan edilmiştir. Bu münasebetle aralarında asla anlaşmazlık ve geçimsizlik çıkmamalı; dışarıdan müdahale ve taarruz edilmemelidir. Bu emri celileye (padişah buyruğuna) riayet edilecek, hiçbir surette üzerinde kalem oynatılmayacak, hiçbir yeri değiştirilmeyecektir.

Bey, öldüğünde eyalet kaldırılmayıp, bütün sınırlarıyla, padişah tapusu uyarınca oğlu bir ise ona kalacak, eğer müteaddit ise istekleri üzerinde kale ve yerleri aralarında paylaşılacaktır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacak ve mülkiyet yoluyla ebediyete kadar sürekli kullanıcısı olacaklardır. Eğer bey, varissiz ve akrabasız ölmüşse o zaman eyalet hariçten ve yabancılardan hiçbir kimseye verilmeyecek, Kürdistan beyleriyle görüşülüp ve ittifak edilip onlar bölgenin beylerinden veya beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse ona verilecektir.”

Cumhuriyet tarihini çarpıtmakla ün yapmış Araştırmacı Altan Tan ve onun gibilerin bugünkü “Özerk Kürdistan” yaklaşımının altında Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürt aşiret reislerine tanımış olduğu “haklar” ve “ayrıcalıklar” bulunmaktadır.
Altan Tan, bir kitabında “Kürt-Osmanlı Özerklik Antlaşması”nı şöyle anlatmıştır:
“Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşı’ndan sonra ordusuyla İstanbul’a dönerken Amasya’da konakladı. Savaşta kendisini destekleyen Kürt beyleri ile 1515 yılında, Amasya’da buluşarak tarihi, Kürt-Osmanlı özerklik Anıtlaşması’nı karara bağladı. İdris-i Bitlisi’yi tam yetkili kıldı; mühürleyip boş fermanları İdris-i Bitlisi’ye vererek istediği şekilde bu boş fermanları doldurabileceğini söyledi…
"Altan Tan kitabında, Yavuz Sultan Selim’in ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Kürtlere verdiği “özerklik” konusunda da şunları yazmıştır:
“Kanuni Sultan Süleyman, babası Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlara cephe alarak müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren Kürt beylerine, gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverliklerin karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamandan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle babadan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.”

“Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim arasında Amasya’da kabul edilen özerklik şartlarına göre Kürt emirleri, atalarından kendilerine intikal eden topraklarda bağımsız olarak geleneksel düzenlerini koruyacaklardır. Bu emirlikler, eskiden olduğu gibi babadan oğula intikal edecektir. Osmanlılar, yabancı bir devletle savaştığında, Kürt beyleri, kuşanmış silahlı süvarileriyle Osmanlı ordusuna katılarak savaşacaklar ve dışardan bir saldırı olursa ortak düşmana karşı koyacaklar, aynı şekilde Osmanlılar da Kürtleri düşmanlarına karşı koruyacaklardır. Kürt emirler, Osmanlı Devleti’ne her yıl tespit edilecek bir vergi vereceklerdir.”


Televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde bağıra çağıra, Atatürk’e ve Cumhuriyete “kin kusan” Altan Tan’ın yukarıdaki cümleleri, her şeyden önce, “ağır faşizm” kokmaktadır.

Altan Tan’ın, Kızılbaşlara karşı olmayı “müspet ve hayırlı hizmetlerde bulunmak“ diye değerlendirmesi, egemen Sünni görüşün, klasik Alevi-Türkmen düşmanlığının bir yansımasıdır.

Görüldüğü gibi, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman ve babası Yavuz Sultan Selim döneminde “Kızılbaşların yenilmesinde yararlılıklar gösteren” Kürtlere, devlete gösterdikleri bu “öz kulluk” ve “dilaverlikleri” karşılığında “eyaletler”, “şehirler”, “köyler”, “mezralar”, “kaleler” ve “topraklar” vermiştir. Böylece Kürt aşiretlerinin “feodalleşme” süreci başlamıştır. Yani, Kürt aşiretlerini feodalleştiren veya mevcut feodal yapıyı daha da güçlendiren, Osmanlı padişahlarının “öngörüsüz” politikalarıdır.

Erdal Sarızeybek’in dediği gibi: “ İşte, o gündür bugündür, ‘ağalar’ Doğu’da hep ağadır, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Zeydan gibi, tıpkı Geylani gibi. O gün bugündür ‘mir’ ‘beyler’, hep mir ve beydir, çünkü babadan oğula geçer, tıpkı Dengir Mir Mehmet Fırat gibi. Bugün bize demokrasi, insan haklarından bahsedenler ortaya çıkıp da ‘Demokrasilerde ağalık, beylik olur mu!’ hiç demez, diyemez. Çünkü kendileri de bu sistemin bir parçasıdır. Cumhuriyet kurulalı 87 yıl olmuş, ama hala ağalar ağa, beyler bey, mirler mir, , şeyhler şeyhtir, geri kalanlar ise köylüdür, köylü kalmış, işçi kalmış ve hiç ‘hak ve söz sahibi’ olamamıştır. Şanlı Urfalıların deyimiyle ‘Maraba’ kalmış, yani ağanın yanında çalışan amele olmuştur. (…)

Demokrasilerde ‘söz hakkı olmayan insan’ olur mu hiç? Terör olayları nedeniyle göç etmek zorunda kalan iki milyon insanı bir kenara koyunuz. Doğu’da halkımızın çoğunluğu toprak sahibi olmadığı için ve Altan Tan’ın deyimiyle bu halk kitlesinin söz hakkı olmadığına göre, düşününüz böyle bir demokrasiyi, neredeyse hepimiz ‘maraba’ olmuşuz, ama haberimiz olmamış. Göçlerle kırsaldan şehirlere gelenlerin çoğunluğunun sorunları çözülmediği için yaşam zorluklarıyla karşı karşıya kaldıklarından dolayı mağdur halk kitlesine dönüşüp PKK çizgisindeki bir siyasetin tabanı haline gelmiştir. Aslında bunun da marabalıktan hiçbir farkı yoktur. Gerçek buyken, ülkemizde bu trajik gerçeğin adı ‘demokrasi’ olmuştur, insan hakları olmuştur, yazık…”

Osmanlı’nın “Kürtleri kullanma” karşılığında Kürtlere verdiği “ayrıcalıklar” bitmek tükenmek bilmemiştir. Örneğin, 1587 yılında padişah 3. Murat, Hakkari’deki Kürt beyine gönderdiği bir fermanda Kürtlerin Kızılbaşlara kılıç sallamaya devam etmelerini istemiştir. “Kürt emirleri, şimdiye kadar Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah yolunda gaza ve cihat ede gelmişlerdir. (…) Din uğrunda çalışıp Kürt emirlikleri arasında faydalı ve adla anılır olasız.” diyen 3. Murat’ın sadece Kürtleri değil “dini” de çok rahat bir şekilde kullandığı görülmektedir.

Belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlı İmparatorluğu’nda “Tımar sistemi” çerçevesinde hiçbir topluluğa verilmeyen “özel mülkiyet” hakkı sadece Kürt aşiretlerine verilmiş, bu da Kürtlerin merkezden koparak“feodalleşmeleri sürecini” hızlandırmıştır.

Kürtleri olabildiği kadar “şımartan” Osmanlı İmparatorluğu, devletin “asli unsuru” Türkleri ise bir o kadar küstürmüştür. Osmanlı’nın özellikle 15. yüzyıldan itibaren Alevi-Kızılbaş Türklere-Türkmenlere yönelik saldırgan politikaları, Türklerin “ezilmeleri”, “sindirilmeleri” ve “devlet kademelerinden dışlanmalarıyla” sonuçlanmıştır. 
İmparatorluğu “dönme-devşirmelere” teslim eden Osmanlı, 15 yüzyıldan itibaren Türklere “Etrak-i biidrak” (Akılsız/Aptal Türkler) demeye başlamıştır. Ünlü Osmanlı tarihçisi Naima’ya göre Osmanlılar Anadolu Türklerini şu sözlerle tanımlamışlardır: “ Nadan Türk (Çaresiz Türk), Türk-i bed lika (Çirkin suratlı Türk), etrak-i bi idrak (Düşüncesiz Türk), Türk-ü sütürk (Çoban köpeği Türk), Hilekar Türk” Osmanlı’da “Türk” sözcüğü -hiç abartısız- 500 yıl boyunca “aşağılama sıfatı” olarak kullanılmıştır.
Her gün ekranlarında “şişe gerine”, ballandıra ballandıra Osmanlı’dan söz eden günümüzün büyük tarihçileri (!) nedense bu gerçeklerden hiç söz etmezler!

Osmanlı döneminde yüzyıllarca “kimliksiz”, “kişiliksiz” bırakılan; merkezin “dönme” “devşirmelere” bırakılmasıyla merkezden çevreye itilen Türkler, 20. yüzyılın başlarında Atatürk’ün, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasıyla uzun bir aradan sonra yeniden “kimliklerini” ve “kişiliklerini” kazanmışlar, yeniden “çevreden” “merkeze” taşınmışlardır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Alevi Türkmenlere karşı Sünni Kürtlerin “kollanması” ve “kullanılması”, bölgedeki Alevi Türkmenleri yeni arayışlara sürüklemiştir. Yaşam kaygısı içindeki bu Türk toplulukları, Kürt egemenliği altında hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlar, bunun için de Kürtçe öğrenmişler, Kürt adetlerini benimsemişler ve sonuçta Kürtleşmişlerdir.

Evet, Osmanlı’nın “klasik döneminde” -Kürt aşiretleri hariç- feodal (derebeylik) sistemin gelişmesine izin verilmemiştir. Ancak zaman içinde Batı, feodal sistemi yıkarak merkezileşmeye başlarken, Osmanlı tam tersine, zaman içindeki güç kaybına paralel, merkezi otoritesini yitirmiş ve “feodalleşmeye” başlamıştır. Osmanlı’da 17. yüzyıldan sonra başlayan bu feodalleşmenin adı, “Kürtçülük” ve “Ayanlık” tır.

Feodal sistemde üretim ilişkileri gereği “köylü”, toprak ağasına bağımlıdır; köylü, toprak ağası için çalışmakla yükümlüdür. Kısaca köylünün kaderi ağanın, iki dudağı arasındadır. Ağa, köylüyü, kayıtsız şartsız kendisine “biat ettirebilmek” için, bir taraftan köylünün “aydınlanmasını” engellerken, diğer taraftan köylünün devlet otoritesiyle bağlantısını kesmenin yollarını arar. Öyle bir aşamaya gelinir ki, köylü ile devlet arasındaki ilişki tamamen kesilir; artık feodal sistemdeki o köylü için “devlet”, bağlı olduğu toprak ağası ve aşiretidir. İşte Osmanlı’nın, güç kaybetmeye başladığı 17. yüzyıldan sonra özellikle Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu Anadolu’da böyle bir süreç yaşanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı, Kürt bölgelerindeki bu aşırı feodalleşmeyi Kürtlere bazı ayrıcalıklar vererek önlemeye çalışmıştır. Örneğin, II. Abdülhamit’in “Kürt Hamidiye Alaylarını” ve “Kürt Aşiret Mekteplerini” kurması, Kürtleri yeniden merkezi sistemin içine almaya yönelik başarısız girişimlerdir. Ancak burada çok ilginç bir durum vardır, şöyle ki: Daha önce Yavuz oSultan Selim’den itibaren Osmanlı, “Kürtleri Türklere karşı kullanmak karşılığında” Kürtleri feodalleştirirken; II. Abdülhamit’ten itibaren “Kürtleri Ermenilere karşı kullanmak karşılığında”, Kürtleri merkeze bağlamak istemiştir.

“Osmanlı Devleti’nin, bu aşiretlerin ilkel hayatına ve geri toplumsal yapısına müdahale etmekte zaaf içinde kalması, bu geri toplumsal yapının kemikleşmesinin ana nedenini oluşturmuştur. Artık, bu toplumsal yapının ana birimlerini aşiret reisleri, tarikat şeyhleri ve zamanla bunların elinde emperyalizm desteğiyle gelişecek olan Kürtçülük teşkil edecektir”
Feodal toplum, aydınlanmamış, ekonomik özgürlüğüne sahip olmayan, güdümlü bir toplumdur. Bu nedenle yönlendirilmesi de çok kolaydır. Nitekim 19. yüzyıldan itibaren, ayrılıkçı Kürt liderlerinin ve Kürtleri kullanmak isteyen emperyalizmin kışkırtmalarıyla çok sayıda Kürt isyanının çıkmış olması tesadüf değildir. Bir zamanlar Osmanlı’nın bazı tavizler karşılığında kullandığı Kürtleri, 19. yüzyıldan itibaren de Batı emperyalizmi, bazı vaadler karşılığında kullanmaya başlamıştır.

Dünyada Fransız Devrimi’nden, beri gerçek “demokrasi”nin olmazsa olmazları, “laiklik”, “özgür akıl” ve “özgür irade” dir. Birilerinin “kulu” olmaktan kurtulup “özgür birey” olmadıkça, “kör inançlar” yerine “aklını” kullanmadıkça, “ümmet” olmaktan kurtulup “ulus” olamadıkça bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Ancak nedendir bilinmez, ağızlarından “demokrasi” sözünü eksik etmeyen “liberallerimiz” ve “siyasal İslamcılarımız” hiçbir zaman, ülkemizde demokrasinin önündeki en büyük engelin “aşiret yapılanması”; “ağalık, şeyhlik düzeni” olduğunu dile getirmezler, getiremezler…

16. yüzyılda Şii İran’dan Sünni Osmanlı’ya yönelen Safevi tehlikesine karşı, Sünni Kürtleri “yardımcı kuvvet” ve “kalkan” olarak kullanmak isteyen Yavuz Sultan Selim, Kürtlere “bir tür özerklik” vermiştir. Böylece 16. yüzyıldan sonra Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiretleri “derebeyleşerek” merkezi otoritenin dışına çıkmaya başlamışlar, bir anlamda devlet içinde devlet olmuşlardır.

“Osmanlı gücüne güç katarken Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Kürt derebeylikleri de güçlendiler. Devlet içinde devlet oldular, tıpkı PKK’nın günümüzdeki durumu gibi halktan vergi topladılar, halkı yönettiler, güçlerine güç kattılar. Osmanlı güçlüyken ve güçlerine güç katarken sorun yoktu. Ama ne zamanki Osmanlı güç kaybetmeye başladı, güç kaybetmek istemeyen Kürt derebeyleri, devlete karşı isyan ettiler. Kürt devleti kurmak için değil, bölgelerinde Osmanlı’dan almış oldukları gücü ve kendi çıkarlarını korumak için. Bu süreç 1514 Çaldıran Savaşı’ndan 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar süregeldi., yaklaşık üç yüz yıl. Bu demektir ki Doğu’da üç asır süren Kürt derebeylikleri vardır ve ülkemizin bugün yaşadığı sorunlar da bu derebeylerinin çıkarmış olduğu sorunlardan kaynaklanmaktadır.”
Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlamasıyla birlikte “Kürt özerkliği”, büyük sıkıntılara yol açmıştır. Özellikle Osmanlıyı parçalamak isteyen emperyalizmin bu “başına buyruk” Kürt aşiretlerini kullanmaya başlamasıyla birlikte Kürtler, 19. yüzayıldan itibaren Osmanlı için ciddi bir “sorun” olmaya başlamıştır.

Osmanlı bu sorunu çözmek için Kürt aşiretlerine yine “tavizler” vermiştir.

Batılı uzamanların yönlendirmesi sonucu 1839’da Tanzimat Fermanı’nı yayınlayan Mustafa Reşit Paşa, 1842 Vilayet Kanunnamesi’ne bir “Kürdistan Eyaleti” maddesi koydurmuştur.

Kürdistan eyaleti, 1864 yılına kadar devam etmiştir.

Aynı Mustafa Reşit Paşa bir de “Kürdistan Eyaleti Madalyası” çıkarmıştır.

Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, “ulus devlet” anlayışı içinde Güneydoğu Anadolu’da 16. yüzyıldan beri süregelen Kürt derebeyliklerini yıkarak, “şıha”, “şeyhe”, “ağaya”, bağlı, “eğitimsiz” bölge insanını eğitip “çağdaş” toplumun bir parçası yapmak için politikalar geliştirmiştir. Cumhuriyet, emperyalizmin güdümündeki ağaların, şeyhlerin kulları, marabaları olan Kürtleri, bu ağalardan, şeyhlerden kurtarıp “özgür bireyler” haline getirmek için çok önemli projeler geliştirmiştir. Atatürk’ün birkaç kez Meclis gündemine getirdiği “Toprak Reformu” bu projeler içinde çok özel bir yere sahiptir. Ancak, Cumhuriyetin, “Kürt derebeyliklerini yıkarak Kürt halkını özgürleştirmeye çalışması”, Kürt derebeylerinin (ağaların, şeyhlerin, aşiret reislerinin) büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Emperyalizmin de desteğini alan bu “Kürt derebeyleri”, Cumhuriyetin ilk yıllarında peşi sıra isyan etmiştir.

İşte Altan Tan ve onun gibi “Kürtçülerin” tarihi eğip bükerek, Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırmalarının nedeni burada gizlidir. Onların “karın ağrılarının” nedeni; Atatürk ve Cumhuriyetin, Yavuz Sultan Selim’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, Mustafa Reşit Paşa’nın, kısaca Osmanlı’nın Kürt ağalarına, şeylerine, şıhlarına, Kürt derebeylerine verdiği ayrıcalıklara son verip, Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapmış olmasıdır…

Vahdettin’in, Kürdistan Planları

Bilindiği gibi Son Padişahı Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasındaki “hainliğinin” hesabını veremeyeceğini düşünerek Türkiye’den kaçıp İngilizlere sığınmış ve İtalya’da yaşamını sürdürmüştür. Vahdettin, hainliklerine Türkiye’den “kaçtıktan” sonra da devam etmiştir. Örneğin, San Remo’da yaşadığı günlerde, “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanımanın hesaplarını yapmıştır.

Bilindiği gibi Vahdettin, Kurtuluş Savaşı sırasında 64. maddesinde önce “özerk” sonra “bağımsız” Kürdistan kurulacağı belirtilen Sevr Antlaşması’nı da onaylamıştı.

Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanımaya söz vermiştir.

Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:

“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”

Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı hain 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır. Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.

Uğur Mumcu, Mevlanzade Rıfat-Vahdettin ilişkisini şöyle açıklamıştır:

“San Remo’daki villasında Sultan Vahdettin Kürt Teali Cemiyeti üyesi ve Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rıfat’tan ‘Kürdistan’daki olaylar’ konusunda son haberleri alıyordu.”

Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya Bükreş’teki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıda, Türkiye’de Atatürk’e karşı bir darbe yapılması ve Damat Feri Hükümeti’nin eski İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey başkanlığında yeni bir hükümet kurulması kararı almış ve bu kararı Vahdettin’e bildirmiştir. Vahdetin de bu kararı kabul etmiştir. Hilafet-i Kübra Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı’ndan önce, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.

Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:

“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..”


Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır sanırım.

Sonuç olarak, “Kürt Sorunu” diye adlandırılan “Ayrılıkçı Kürtçü Hareketi”n temellleri Atatürk ve genç Cumhuriyetin yanlış politikalarında değil, bazı Osmanlı padişahlarının ve devlet adamlarının öngürüsüz politikalarında gizlidir. Ama Cumhuriyet tarihi yalancıları ısrarla Kürt Sorunu’nun Cumhuriyetle birlikte başladığını iddia etmektedirler ki, bu kocaman bir kuyruklu yalandır. 16. Yüzyıldan beri Türklere-Türkmenlere ve Alevilere karşı kullanılmaları karşılığında feodalleşmelerine izin verilen Kürt ağaları, şeyhleri ve şıhları, 19. yüzyıldan sonra emperyalizmin kıskacına düşmüşler ve emperyalizm tarafından kullanılmışlardır. Atatürk ve genç Cumhuriyet, Osmanlı’nın Kürt aşiretlerine, ağalarına, şeyhlerine, şıhlarına tanıdığı ayrıcalıklara son verip, bu Kürtçü-dinci feodallerin Kürt insanını sömürmesini önlediği için Kürtçü-dinci feodallerin tepkisiyle karşılaşmıştır. Kemalist sistem, yobaz-liboş kesimin iddia ettiği gibi Kürtlere değil, Kürtleri ezen sömüren Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi emperyalizmin kıskacındaki Kürtçü-dinci feodallere savaş açmıştır.

NOT:
 Sinan Meydan’ın Eylül’de çıkacak CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI II. KİTAP adlı eserinde Osmanlı’nın Kürt Politikası çok derinlemesine incelenmiştir.

Sinan MEYDAN

28 Temmuz 2011


Kaynaklar
“Kürdistan’ı Tanıyacaktı”, Yeniçağ, 11 Ekim 2010.
Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele,Ankara, 2007.
Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, İstanbul, 1994
Tarık Mümtaz Göztepe, Osmanoğullarının Son Padişahı Vahdettin Gurbet Cehenneminde
Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar, s.83.
Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış, C.V, May Yayınları, 1974
Atilla İlhan, “İşin İçindeki İşler”, Cumhuriyet; Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, İstanbul, 2010
Altan Tan, Kürt Sorunu, “Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik”, İstanbul, 2009.
Erdal Sarızeybek, Çarçella, Anadolu’da Ateşle Oynamak, İstanbul, 2011
Orhan Türkdoğan, “Kürtlerin Kimliği ve Günümüz Siyasi Gelişmeleri”, s. 20
Macit Gürbüz, Kürtleşen Türkler, İstanbul, 2007
Rıza Zelyut, Dersim isyanları, Seyit Rıza Gerçeği, Ankara, 2010
Umar Ö. Oflaz, Oğuzname, “Köklere Giden Yol”, Almanya, 2007
Veli Saltık,Tunceli’de Aşiret, Oynak, Ocaklar, Ankara, 2009
Minorsky, “Kürtler Maddesi” İslam Ansiklopedisi, s.1098.
Kaya Ataberk, “Türkiye’de Kürtçülüğün Sağcı Temelleri”, İleri dergisi, S.27, Ekim-Kasım-Aralık, 2005, s.121

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...