03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN...29 — MÜSLIMÂNLAR NIÇIN GERI KALDI?


29 — MÜSLIMÂNLAR NIÇIN GERI KALDI?

Târîhin her devrinde, dürlü kanı tasıyan, dürlü dil konusan, baska baska âdet
ve an’anelere baglı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir
inanç veyâ fikr etrâfında toplanıp, birer imperatorluk kurduklarını görüyoruz.
Böyle kurulan imperatorluk veyâ devletlerin en büyügüne, en güzeline orta çagda
rastlıyoruz. Hiç bozulmamıs, degisdirilmemis biricik din olan islâm dîninin güzel
ahlâkı ile bezenmis, birbirlerini seven, yardımlasan, çesidli ırklardan, büyük
insan topluluklarının, birlesdiklerini biliyoruz. Bu toplulugu ayakda tutan temel, Hak
teâlânın emr etdigi çalıskanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. Osmânlı türklerini,
Sakarya kenârından, kısa bir zemânda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân
Osmânın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül
etdiren ısıklı yolu idi. Çünki, islâmiyyetde müslimânlar birbirinin kardesidir.
Hıristiyan Avrupanın tek kal’ası Fransa kapılarını zorlamaga giden Attilâ [Hicretden
(168) yıl önce öldü] idâresindeki Tûran Hunları, herhangibir hak dîne
mensub olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüs olsalardı, hazret-
i Ömerin “radıyallahü anh” ordusundaki adâlete, sefkate hayrân olup, seve seve
müslimân olan Sâm hıristiyanları gibi, papasların baskısından, kralların iskencesinden
usanmıs olan batı hıristiyanları da, onlara âguslarını açmaz mı idi ve bu
günkü Avrupanın din çehresi ne olurdu?
Emevîler, islâm dînini, Ispanyadan, Avrupaya sokdu. Fas, Kurtuba ve Gırnata
üniversitelerini kurup, batıya ilm ve fen ısıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini
uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünyâ yüzündeki ilk
üniversitenin, Fasın Fez sehrinde bulunan Kureviyyin üniversitesi oldugu bütün
ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 244 [m. 859] yılında kurulmusdur.
(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki, (Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, memleketini genisletdi. Kuvvetlendirdi. Fasda hükûmet süren
Idrîsîleri, Fâtımîlere karsı destekledi. Bunları hükmü altına aldı. Mükemmel
donanma da yapdı. Kendisi ve adamları ilm ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme
çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüsde ilm ve fen çok ilerledi. Serâyı ve devlet
dâireleri birer ilm kaynagı oldu. Her memleketden ilm ögrenmek için Kurtubaya
akın akın toplandılar. Kurtubada büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kurdu.
Avrupada ilk yapılan tıb fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları,
tedâvî için Kurtubaya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, müsâfirperverlige
hayrân kalırlardı. Altıyüzbin kitâb bulunan bir kütübhâne de yapdırdı. Kurtubadan
üç sâatlik mesâfedeki (Vâdi-yül-kebîr) kenârında, (Ezzehrâ) isminde
pek büyük ve ince san’atlarla dolu bir serây ile mükemmel bagçeler ve büyük bir
câmi’ yapdırdı. Kurtubada çok sayıda derin âlimler yetisdi. Endülüsdeki (Benî
Ümeyye) halîfelerinin sekizincisi olan Abdürrahmân-ı sâlis, elli sene adâlet ile
hükm sürüp, 350 [m. 961] senesinde yetmis iki yasında vefât etdi).
Fekat sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emrlerini bırakdıklarından, hattâ
Ehl-i sünnet i’tikâdını bozarak, islâmiyyeti içerden yıkmak alçaklıgı basladıgından,
Pirene daglarını asamadılar. 423 [m. 1031] de Ümeyye devleti çökdü. Bunlardan
sonra Endülüse, önce (Mülessimîn) veyâ (Murâbitîn) denilen devlet, bundan
sonra da, (Muvahhidîn) devleti hâkim oldu. Fekat Ispanyollar, 897 [m. 1492] de,
Gırnata sehrini de alıp müslimânları öldürdüler. Sözde müslimân olup da, Allahü
teâlânın emrlerine uymamanın cezâsını buldular. Ispanya fâci’ası olmasaydı, felsefeci
Ibnürrüsdün ve Ibni Hazmın bozuk fikrleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyâya
yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacakdı.
O hâlde, beseriyyeti ızdırâbdan, felâketden kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi,
islâm ismini tasıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler degil, Emevîler, Tîmûr ogulları
ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmusdur. Bun-
– 532 –
lar, islâm ilmlerinin din ve fen kollarında insanlıga ısık tutdular. Fekat, ne yazık
ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevsemege basladı. Devlet reîslerini sehîd etdiler.
Birçok isletmeler, din câhillerinin, mason usaklarının baskısı altında kaldı.
Allahü teâlânın emr etdigi gibi sevismegi, çalısmagı bırakdılar. Masonlar, müslimânların
geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları,
fensiz, bilgisiz yetisdirilerek, islâmiyyeti içden yıkmaga basladılar. Bir tarafdan, ilm,
fen yok edildi. Bir tarafdan da, ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. Imperatorluk çökdü.
Hâlbuki, islâmiyyet, tecribî ilmleri, fenni, san’ati, endüstriyi, ehemmiyyet ile
emr etmekdedir.
Iste bu devletlerde de din mütehassıslarının bildirdigi belli sebeblerden dolayı,
i’tikâd bozulup, islâmiyyete baglılık gevsedikçe, duraklama, gerileme basladı.
Nihâyet yok oldular. (Es-ser’u tahtesseyf) hadîs-i serîfinin haber verdigi gibi, islâm
günesi batarak yeryüzü bugünkü hâlini aldı.
Attilânın büyük imperatorlugu da, islâm dîni geldikden sonra olsaydı ve islâm
dîninin getirdigi adâlet duygusu ile bezenmis olsaydı, onun ölümünden kısa bir zemân
sonra, parçalanmaz, yıkılıp gitmezdi.
Büyük Selçuklu hükümdârı Muhammed Alb Arslanın “rahmetullahi teâlâ
aleyh” [463] hicrî ve [1071] mîlâdî yılında, Malazgirdde rum imperatoru Diojen idâresindeki
ikiyüzbinden ziyâde orduya karsı, kırkbin kahramân ile kazandıgı zaferden
sonra, Anadoluya gelip yerlesen ve batı türkleri diye anılan, biz oguz türklerini,
hıristiyan Avrupalılar, çok kerre, haçlı rûhu ile birleserek, Anadoludan çıkarmak
için saldırdıkları hâlde, yirminci asrda [14. cü hicrî asrda], büyük bir müslimân
türk milleti hâlinde ayakda tutan, yasatan en büyük kuvvetin, milletin kalbinde
bulunan saglam îmânı oldugunda kimin sübhesi vardır?
Onbirinci asr [Hicrî besinci asr] içinde, türklerin üç büyük dalga hâlinde, üç istikâmetde,
yayılma hareketini biliyoruz:
Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diger türk boylarının, Hindistâna
olan yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdüler.
Bugün Hindistânda yüzmilyonu asan bir müslimân toplulugunun bulunması,
bu yayılma hareketinin bir netîcesidir. Osmânlı donanması 940 [m. 1533] de Hindistâna
gitdi. Bes sene sonra Ciddeye avdet etdi.
Ikincisi, Oguz türklerinin, Îrândan geçerek, Malazgird zaferinden sonra, Bizans
elinde bulunan Anadoluyu fethidir. Oguzlar da, islâm dîni ile müserref olarak gelmis
idi. Bugün, aradan asrlar geçdigi hâlde, ancak müslimân olarak kalısları sâyesinde,
yine Anadoluda oturuyor ve dünyâ siyâsetine karısıyor.
Üçüncü yayılma hareketi, Karadenizin simâlinden, Balkanlara dogru oldu. Içlerinde
bir kısm Oguzlar da bulunan Peçenek ve Koman türkleri, Balkan yarımadasına
yerlesdi. Ne yazık ki, bunlar islâm dîni ile sereflenmiyerek gelmisdi. Etrâflarını
saran hıristiyan devletlerin tazyîki ile, kısa zemânda kendiliklerini unutdular.
An’anelerini gayb etdiler. Eridiler, yok oldular. Hindistânda, Anadoluda ve
baska yerlerde, bugün yasamakda olan soydasları gibi olamadılar. Bunlar niçin yasıyamadı?
Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu?
Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakda tutan, yasatan, büyük ve
baslıca kuvvet, îmândır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik ve dogruluk
ve fedakârlık kudretidir.
[Batının inanç, örf ve âdet, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyyet
degildir. Müslimân milletin bünyesinde tahrîbât yapmakdır].
Osmânlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalısan Ignatiyef, hâtıralarında,
sultân ikinci Mahmûd hân zemânında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan,
1237 [m. 1821] Rum isyânının bas plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı
Aleksandra yazdıgı mektûbu açıklamakdadır. Mektûb ibret vericidir:
– 533 –
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünki Türkler, müslimân
oldukları için çok sabrlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet magrûrdurlar ve
izzet-i îmân sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine baglılıklarından, kadere rızâ
göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, pâdisâhlarına [devlet adamlarına,
kumandanlarına, büyüklerine] olan itâ’at duygularından gelmekdedir.
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâhib
oldukları müddetçe de çalıskandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün
meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve secâ’at duyguları da an’anelerine olan merbûtiyyetlerinden
(baglılıklarından), ahlâklarının salâbetinden gelmekdedir.
Türklerde evvelâ itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî râbıtalarını (baglarını) kesr
etmek (parçalamak), dînî metânetlerini (saglamlıgını) zâ’fa ugratmak (za’îfletmek)
îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, an’anât-i milliyye (millî geleneklerine) ve
ma’neviyyelerine uymayan hâricî fikrler ve hareketlere alısdırmakdır.
Ma’neviyyâtları sarsıldıgı gün, Türklerin kendilerinden seklen çok kudretli
kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asl kudretleri sarsılacak
ve maddî vâsıtaların üstünlügü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble
Osmânlı Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler
kâfî degildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tahrîk
edeceginden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir.
Yapılacak olan, Türklere birsey his etdirmeden, bünyelerindeki tahrîbi temâmlamakdır.”
Bu mektûb ders kitâblarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektûbda ibret
alınacak çok sey varsa da, en önemlisi su iki husûsdur:
1 — Türklerin ma’neviyyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikr
ve âdetlere alısdırmak,
2 — Türklere his etdirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı temâmlamakdır.
Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd etdirmekle
ulasılır.
Batının ilm, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelismelerini almak elbette lâzımdır.
Zâten islâmiyyet bunu emr eder. Yabancı dil ögrenmenin lâzım oldugunu hadîs-
i serîfler haber vermekdedir. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” bana yehûdî dilini ögrenmegi emr eyledi. Ögrendim.
Yehûdîlere gönderilen mektûbların çogunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen
mektûbları bana okuturdu). Bu haber, Tirmizîde uzun yazılıdır. Zeyd, böylece ibrânî
ve süryânî lügatlarını ögrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, mükemmel
arabî, fârisî konusdugu hâlde, (Yabancı dil bilseydim, bütün dünyâya fâideli
olurdum) derdi. Avrupa dillerini bilmedigi için esef eder, çok üzülürdü. (Islâm dîninin
üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynagı oldugunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkda
ilerlemege ısık tutdugunu dünyâya bildirmek için, kısacası, islâmiyyete ve bütün
insanlara hizmet için, yabancı dil ögrenmek muhakkak lâzımdır) derdi.
Bütün dinleri iyi incelemis olan, Ingiliz ilm adamlarından Lord Davenport,
yirminci asr baslarında Londrada basdırdıgı, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm)
adındaki ingilizce kitâbında diyor ki:
Ahlâk üzerinde son derece titizligidir ki, müslimânlıgın az zemânda sür’atle yayılmasına
sebeb olmusdur. Müslimânlar, muhârebede kılınca boyun egmis olan baska
din adamlarını, dâimâ afv ile karsılamıslardır. Juryo diyor ki, müslimânların hıristiyanlara
karsı davranısı ile, papalıgın ve kralların mü’minlere revâ gördügü
mu’âmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, [980] hicrî ve [1572] mîlâdî yılı Agustosun
yirmidördüncü günü, ya’nî Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Sarl ve kraliçe
Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmısbin protestan öldürüldü. Sent Bartelemi,
oniki havârîden biri olup, mîlâdî [71] yılında, Agustos ayında hıristiyanlı-
– 534 –
gı nesr ederken Erzurumda sehîd edilmisdi. Böyle nice iskencelerde dökülen hıristiyan
kanları, müslimânların harb meydânlarında dökdükleri hıristiyan kanlarından
katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmıs insanı, islâmiyyetin zâlim bir
din oldugu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlıs sözlerin hiçbir vesîkası yokdur.
Papalıgın vahset ve yamyamlık derecesine varan iskenceleri yanında, müslimânların,
gayrı müslimlere karsı davranısları, agzı süt kokan bir sübyanınki kadar
yumusak olmusdur. Islâmiyyet, baska dinlerin hurâfeler ve sübheler bataklıgı ortasında,
çiçek temizligi ile yükselmis bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmusdur.
Milton der ki, (Kostantin kiliseyi zenginlesdirince, papaslar makâm ve servet
hırsını artdırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekdi).
Islâmiyyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beseriyyeti kurtardı.
Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik asıladı. Sosyal
adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyâya
kolayca yayıldı. Ilm da’vâsına müslimânlar kadar baglı ve saygılı hiçbir millet
gelmemisdir denilebilir. Hazret-i Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” pekçok
hadîsleri, samîmî bir ilm tesvîkcisidir ve ilme saygı ile doludur. Islâmiyyet, ilme maldan
dahâ çok kıymet vermisdir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile
desteklemis, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalısmıslardır.
Bugünkü fennin ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın
koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zemânındaki
müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” olmusdur.
Buraya kadar ba’zı parçalarını yazdıgımız ingilizce kitâb, misyonerler ve yehûdîler
tarafından piyasadan alınarak, yok edilmek istenmisdir. Ilk misyoner teskilâtı
olan Cizvit cem’iyyetleri 918 [m. 1512] de tesekkül etmisdir.
EK: Islâm hukûkunu inceliyenler, islâmiyyetde sosyal adâlete, esitlige, hak ve
hürriyyete verilen önemi görerek hayrân kalıyorlar. Islâmiyyetin, insan hakları ve
mülkiyyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdigini ortaya koymak için, (Mecelle)
den birkaç maddeyi asagıya yazmagı uygun görüyoruz:
1192 — Herkes mülkünü diledigi gibi kullanır. Fekat, baskasının hakkına dokunursa,
bu kullanması sınırlanır. Meselâ, islâmiyyetde kat mülkiyyeti vardır.
Fekat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı
vardır. Birisi, ötekinin izni olmadıkca, kendi katını yıkamaz.
1194 — Bir arsaya sâhib olan, üstündeki bosluga ve topragın içine de mâlik olur.
Istedigi kadar yüksek binâ ve derin kuyu yapabilir.
1196 — Bir kimsenin bagçesindeki agacın dalları komsusunun hânesi veyâ
bagçesi üzerine uzanmıs olsa, o dalları baglayarak geri çekdirmege veyâ kesdirmege
komsusunun hakkı vardır. Fekat, agacın gölgesi komsusunun bagçesindeki
sebzelere zarâr veriyor diyerek kesdiremez. Âtıf beg 1330 [m. 1912] baskılı serhinde,
bu maddeyi serh ederken diyor ki, (Komsusu, agacın sâhibine veyâ hâkime mürâceat
ederek geri çekdirir veyâ kesdirir. Komsusu, bunlara mürâceat etmiyerek,
bagçesine uzanmıs olanları kendi de kesebilir. Bagçesine uzanmamıs mahalden kesip
zarâra sebeb olursa, zarârı agaç sâhibine tazmîn eder, öder. Baglıyarak çekdirmesi
mümkin olan dalları, mürâceat etmeden keserse, yine zarârı tazmîn eder. Agaç
sâhibine mürâceat edip de, dallarını, çekmedigi takdirde, bagçe sâhibi kesebilecegi
gibi, kesdirme masrafını da, agaç sâhibinden istiyebilir).
1200 — Bir evin kanalizasyonundan, komsunun evine sızarak zarâr verirse, ta’mîr
etmesi lâzım olur.
1212 — Komsunun su kuyusuna yakın lagım yaparak, kuyu kirlenirse, ta’mîri
mümkin olmazsa, lagım oradan kaldırılır.
1216 — Hükûmetin emri ile birinin evi satın alınıp yol yapılabilir. Fekat parası
verilmedikce evi alınamaz.
– 535 –
1248 — Mülk sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, bey’ ve hibe
[ve sadaka ve ödünc vermek] gibi bir akd, ya’nî sözlesme ile alanın mülkü olur. Mîrâs
ile akd olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birsey, ele
geçirmekle mülk olur.
1254 — Mubâh olan otları, agaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak edemez.
Baskasına zarâr verirse, yasak olunur.
1288 — Bir kimsenin dükkânı yanına, baskası dükkân açarak, birincinin isi
bozulsa, ikinci dükkân kapatdırılamaz.
1297 — Av, tutanındır. Bir kimse, bir avı vurup düsürdükden sonra, av kalkıp
kaçarken, baskası yakalarsa, av yakalıyanın olur.
1308 — Ortak mülkün ta’mîri, hisselere göre ortaklasa yapılır. Hisse sâhiblerinden
biri yok ise ve ta’mîr edecek olan kimse hâkimden izn alırsa, masrafdan ötekine
düsen payı ondan istiyebilir.
1312 — Bölünebilen bir mülkün ta’mîri için, ortak zorlanamaz. Ta’mîrini istemezse,
mülkün bölünmesi için, zorlanır.
1321 — Nehrlerin, göllerin, barajların ta’mîrini beyt-ül-mâl, ya’nî devlet yapar.
Devletin parası yetismezse, istifâde edenlerden toplanır.
950 — Baskasına satılmıs olan bir mülkü, satıs degeri ile satınalmak hakkına
(Süf’a) denir. Bu hakka mâlik olan kimseye, (Sefî’) denir.
1008 — Sefî’ üç kimse olabilir: Birincisi, satılacak mülkde ortak olandır. Ikincisi,
satılacak mülkde kullanma hakkı olan kimsedir. Üçüncüsü, satılacak mülke
bitisik mülkün sâhibidir. Apartman katlarının sâhibleri, birbirlerine bitisik komsu
demekdir. Bir kimse, mülkü olan binâyı satınca, bir sefî’ bunu isitdigi zemân,
sefî’ oldugunu hemen söylemesi, sonra iki sâhid yanında alıcıya ve satıcıya süf’a
hakkını bildirmesi ve bir ay içinde mahkemeye basvurması lâzımdır. Böyle yapınca,
önce birinci sefî’ satın alır. Baskasına satılamaz. Eger birinci sefî’ yoksa veyâ
satın almak istemezse, ikinci satın alır. Ikinci sefî’ de yoksa, üçüncü sefî’a satması
lâzımdır. Bu da satın almak istemezse, ilk satılmıs olanda kalır.
1017 — Nakl edilebilen seylerin ve vakf ve mîrî toprak üzerindeki mülklerin satılmasında
süf’a olmak yokdur.
(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Iki odalı bir evin üstü teras katıdır. Sâhibi, bir
odayı satmıs, sonra ölmüsdür. Vârisler, ikinci odayı baskasına satmıslardır. Teras,
iki kisi arasında yarı yarıya ortak olur. Biri ötekinden iznsiz, buraya oda yapamaz.
Bir evin on odası birinin, bir odası da baskasının olsa, teras veyâ bagçe, yarı yarıya
ortak olur). Aynı kitâbda diyor ki, (Bir binânın iki katından herbirinin sâhibi
baskadır. Alt kat yıkılsa, bunun sâhibi ta’mîr için zorlanamaz. Üst katın sâhibi, isterse,
asagı katı ta’mîr eder. Mahkeme karârı ile ta’mîr etdi ise, yapdıgı masrafı almadıkca,
kendiliginden yapdı ise, yapılanın kıymetini almadıkca, asagının sâhibi
evine sokulmaz). (Üst kat sâhibi, asagı kata zarârlı olmadıkca, üstüne kat yapabilir).
(Hadîka)da el âfetlerinde diyor ki, (Baskasının malını ondan iznsiz, zorla almaga,
(Gasb etmek) denir. Gasb, harâm oldugu gibi, gasb edilen malı kullanmak da
harâmdır. Baskasının malını iznsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayb ve
kusûr hâsıl olmasa bile, harâm olur. Kendisine vedî’a olarak emânet bırakılan veyâ
gasb etdigi malı, parayı ticâretde veyâ baska yerde kullanıp da, bundan kazanc
saglamak câiz degildir. Kazandıgı sey harâm olur. Bunu fakîre sadaka vermesi lâzım
olur. Birinin malını, parasını saka olarak da alıp saklamak harâmdır. Çünki,
böylece, baskasını üzmüs oluyor. Baskasına eziyyet vermek harâmdır).
(Fetâvâ-yı Feyziyye)de diyor ki, bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihtiyâcı
yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar bâlig olunca, bunu tazmîn etmesini
istiyebilirler. Baba muhtâc olsaydı, kullanması câiz olurdu.
– 536 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...