03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN...30 — ISLÂMIYYET VE FEN


30 — ISLÂMIYYET VE FEN
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve kitâbların gönderilmesine
sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emr, yerlerin, göklerin yaratanının varlıgını,
Onun bir oldugunu, ilm ve baska üstün sıfatları bulundugunu, kudret ve büyüklügünün
sonsuz oldugunu kullara bildirmekdir. Insanların çogu, gördüklerine,
duyduklarına, göründügü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından,
Allahü teâlâ, kitâblarında, varlıgına, büyüklügüne alâmet olan, mahlûklarının
en büyükleri ve en açıkda bulunan ve insanların çok sasdıgı her bakımdan düzgün
görünen ayı, günesi ve yıldızları, her çesid insanın anlıyabilmesi için, göründükleri
gibi ta’rîf buyurmusdur. Bunların hesâblarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak,
câhil olan çogunlugu, anlıyamıyacagı seylerle ugrasmaga zorlamamıs,
bunları her asrdaki zekî, akllı, seçme kimselerin çalısarak anlamalarını tesvîk buyurmusdur.
Insanların bulusları, zemânla degismekde, bir vaktler dogru, güvenilir
sanılan bulusların, sonradan yanlıs oldugu anlasılmakdadır. Her asrın insanları,
zemânlarındaki son bulusların dogru olacagına inandıkları için, muhtelif asrlardaki
insanların inanısları baska baska olmus, bu inanıslar, günâh, küfr olmamısdır.
Çünki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” kitâblarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri
inkâr eden inanıslar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfrden, suçdan
korumak için, herkesin anlıyamıyacagı, inanamıyacagı fen bilgilerini, kitâblarında
açıklamayıp, bunlara isâret buyurmus, yer küresini, günesi, gökleri göründükleri
gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlıgının, büyüklügünün anlasılmasını
emr eylemisdir.
Kâdî Beydâvî “rahmetullahi aleyh”, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve
güzel va’z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibesinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken,
(Anlayıslı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil halka da,
görünenleri anlatmakla bildir, demekdir) buyuruyor.
Yehûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüse göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri
de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, günesin bunun etrâfında
döndügünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmıs oldugunu, Allahü teâlânın,
insan gibi, kürsîde oturup, isleri yürütdügünü sanmıslar, tecribe ile bulunan
fen bilgileri, bu inanıslarına uymadıgından, fen adamlarına dinsiz demislerdir. Fen
adamları, bu haksız hükm karsısında, yehûdîlige ve hıristiyanlıga saldırmısdır. Meselâ,
din düsmanlıgı ile tanınan William Draper (Ilm ile dînin çatısması) adlı kitâbında,
(Kâ’inâtdan ayrı, kâ’inâta hâkim, diledigini yapabilen bir insan yokdur)
diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekde oldugunu göstermekdedir.
Bir yerinde de, (Kâ’inâtda herseye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papasların
inandıgı ilâh degildir) diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin
en büyügü olacagını zan etdigini göstermekdedir.
Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, yâ papasların ve câhil halkın
yanlıs anladıkları seylere haklı olarak saldırmıs, yâhud zemânlarının fen bilgileri
arasına sıkısıp kalmıs olan kafaları ile düsündüklerini, hayâlî inanıslarını inkâr
etmislerdir. Eger, islâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne
baglı bilgileri, bunların inceligini, dogrulugunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati
görüp, seve seve müslimân olurdu.
Neml sûresindeki, meâl-i serîfi, (Dagları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki
bunlar bulut gibi hareket etmekdedir) olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî
Beydâvî tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördügün daglar, bulut gibi, boslukda
hızlı gitmekdedir. Büyük cismler, bir cihete dogru hızlı gidince, üstündekiler,
bunun hareket etdigini duymaz) buyurmakdadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi,
otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, günesin, yıldızların felekde, ya’nî mihverleri
ve yörüngeleri [mahrekleri] etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbînin söy-
– 537 –
ledigini yazmakdadır. Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Bekara sûresi,
yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki, (Hidâye) fizik kitâbının ve
(Îsâgûcî) mantık kitâbının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, Batlemyus [Ptolemé]nin (Mecistî) adındaki astronomi kitâbını okuturdu.
Bunu okutmasını hos görmiyen biri, müslimân çocuklarına böyle ne okutuyorsun
diye sorunca, meâl-i serîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yaratdıgımızı
görmiyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek,
cevâb vermisdir. Imâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının dogru oldugunu, tefsîrinde
yazmakda ve Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, Onun büyüklügünü,
iyi anlar demekdedir. [Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeyi okuyunuz!]
Aynalarda ısıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin Hasen ibni
Heysemdir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 354 [m. 965] de Basrada tevellüd ve
430 [m. 1039] da Mısrda vefât etmisdir. Matematik, fizik ve tıb ilmlerinde yüze yakın
kitâb yazmıs, eserlerinin çogu Avrupa dillerine terceme edilmisdir. Türkistânlı
Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluslarını bildiren kitâbları, bu ilmde kıymetli
kaynak olmuslardır. Akcigerlerdeki kan deverânının semasını ilk çizen budur.
Din bilgilerinde de derin âlim idi. Ibn-ün-Nefîs ismi ile meshûr olup, 607 [m. 1210]
de Türkistânda Kars sehrinde tevellüd, 687 [m. 1287] de Mısrda vefât etdi.
Islâm cerrâhlarından, meshûr operatör Amr bin Abdürrahmân Kirmânî, Endülüs
hastahânelerinde ameliyât yapardı. 458 [m. 1066] de orada vefât etdi.
Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bir islâm
tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın eseri olup, (Ber-üs-sâ’),
(Kitâb-ül-hâvî) ve diger kitâbları, tıb ilmine olan hizmetinin sâhidleridir. Avrupada
Razes ismi ile meshûrdur. 240 [m. 854] da Rey sehrinde tevellüd ve 311 [m. 923]
de Bagdâdda vefât etmisdir. Tıb tahsîlini Bagdâdda yaparak, mütehassıs olmusdur.
Ilâclar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitâbları vardır. [Ebû Bekr Ahmed bin
Alî Râzî baska olup, hanefî fıkh âlimi idi. 370 [m. 980] de Bagdâdda vefât etdi.] Peygamberimizin
torunu hazret-i Hüseynin kızı Sitti Sükeynenin, islâm tabîbleri tarafından,
gözbebegi çıkarılarak, tekrâr yerine kondugu, (Müncid)de yazılıdır.
Meshûr Ibni Hazm Alî bin Ahmed, (El-fasl) kitâbında, yer küresinin yuvarlak oldugunu
ve döndügünü âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflerle, bundan dokuz asr önce
isbât etdi. Yer küresinin çapı ve günesin irtifâ’ dereceleri Mûsâ bin Sâkirin ogulları
Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me’mûn zemânında Sincâr ve Küfe
sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardesin yapdıkları astronomi âletleri, o zemân müslimânların
ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin açık senedleridir. Ahmed 265
de, Muhammed 259 [m. 873] da vefât etdi. Cebr ve astronomi kitâbları Rozen tarafından
ingilizceye terceme edilmis, 1247 [m. 1831] de, arabîsi ile birlikde Londrada
tab’ olunmusdur. Imâm-ı Ca’fer Sâdıkın talebesi Câbir bin Hayyânın simyâ
ve kimyâ üzerindeki çalısmalarını bildiren kitâbları meshûrdur. Avrupada, liselerde,
bunlar gibi dahâ nice müslimân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye ögretilmiyor.
Islâm memleketlerinde de müslimân çocuklarına, dedelerinin fenne
olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük bulusları olan islâm âlimlerinin ismleri bildirilmiyor.
Ufacık birsey yapmıs olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor.
Hindli molla Kudsî (Esrâr-ı melekût) adındaki arabca astronomi kitâbında, yer,
ay, günes, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti
ile verdikleri ma’nâları bir araya toplıyarak bugünün yeni buluslarına tâm uygun
oldugunu göstermis, bu kitâbını sultân Abdülmecîd hâna takdîm ederek, çok
makbûl olmusdu. Elbüstânlı hayâtî zâde Halîl Seref efendi, bu kitâbı terceme ve
serh ederek, (Efkâr-ı ceberût) ismini vermis, bu serh 1265 [m. 1848] de Istanbulda
basılmısdır.
Fen adamları, islâm kitâblarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin, her tecribeyi, her
yeni bulusu, oldugu gibi haber vermis oldugunu görerek, hayrân kalmakdadır. Fen-
– 538 –
den ve islâm kitâblarından haberleri olmayanlar, islâm düsmanlarının, papasların
yazdıgı kitâbları okuyup, islâmiyyeti yanlıs tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece
körü körüne islâm düsmanı kesilen ba’zı câhiller, kendilerine sâ’ir, gazeteci, romancı,
güzel san’atcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi ismler takarak,
çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmaga ugrasıyorlar. Kendilerini
de, milleti de felâkete sürükliyorlar.
Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor.
Avrupadaki fen adamlarının hıristiyanlıga karsı haklı inkârlarını, i’tirâzlarını,
çelik gibi saglam olan islâm dînine bulasdırmaga yelteniyor. Bu fen taklîdcileri
düsünmiyor ki, bir fen adamı, çalısdıgı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan bransda
konusursa, sözü kıymetli olur. Ihtisâsı dısında konusması ve hele baska islerdeki
mütehassısların sözlerine karısması, kıymetsiz oldugu kadar, gülünc de olur.
Fen adamı olmak, insana, her ilmde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. Iyi bir
kimyâcı, herhangi bir doktorun koydugu teshîsi bozamaz. Iyi bir avukat, herhangi
bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddi’â edemez. Iyi bir mühendis, bir avukatın
ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen su’belerinde ve ihtisâslarında
bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve
hayâtın sırlarından, bir veyâ bir kaçını çözerek, fâideli buluslar basarırken, bir tarafdan
da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin ilerlemesine, dünyâ çapında zarârlı
oluyorlar. Bunun misâlleri pek çokdur. Meselâ, Ingilizlerin büyük matematik âlimi
olan meshûr Newton, bir tarafdan, dahâ yirmiüç yasında, bugünkü astronominin
temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü
kesf ve beyâz zıyânın yedi renge ayrılacagını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine
unutulmıyacak hizmetde bulunurken, öte yandan, zıyânın, ısık kaynagından
saçılan zerrelerden hâsıl oldugunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin
bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’ olmusdu. Sonradan, titresim nazariyyesi
kurulunca, Newtonun hatâ etdigi, kat’î anlasıldı. Bunun gibi, bugün kimyânın
babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyâya terâzîyi sokmakla, Aristonun yanlıs nazariyyelerini
temelinden yıkarak, tecribî ilmlere, yeni, müsbet bir çıgır açan Fransız
kimyâgeri Lavoisier, bir tarafdan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok
hizmetde bulunmus, bir tarafdan da, mütehassıs oldugu kimyâ ilminde öyle hatâlar
yapmısdır ki, onun bulusu oldugu için kitâblara geçen, üniversitelerde okutulmus
olan bu sözleri, bugün bir orta mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ,
klor gazına bilesik cism, bir oksid diyordu ve hâmızları [asidleri] yanlıs anlatıyordu.
Lavoisiernin en büyük hatâsı, dogru tecribesini, kıymetli bulusunu îzâh
ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü
tekrârlaması idi. Ya’nî, kimyâ tepkimelerinde, agırlık degismedigini görerek,
(agırlıgın sakımı kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atde hiçbirsey var olmaz ve yok olmaz)
deyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, (Yokdan birsey yaratılmaz. Hiçbirsey yok
olmaz) diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları sahîfeleri, bu siyâh
yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti yere serdiler (?). Îmân kal’asını uçuracak
fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herseyin kimyâ ile oldugunu,
Allahü teâlânın da, onun görebildigi kanûn içinde kalacagını, bu kanûndan
baska hâdiseler olmadıgını sanarak, bu hatâya düsmüsdü. Lavoisier adındaki
bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadıgını ve azalmadıgını görmesi,
(Insanlar hiçbirsey var edemez ve yok edemez) hakîkatini meydâna çıkarmakdadır.
Baska din düsmanları gibi, bu da, tecribesinden yanlıs netîce çıkararak
dîne saldırdı. Fekat, böylece kendini lekeledi. Çünki, bugünkü (fiziko-kimyâ)
bilgisi, kimyânın ulasamadıgı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiernin aldandıgı
isbât edilmis, Einsteinın (relativite nazariyyesi), kütlenin korunması kanûnu
bile modifie edilmisdir. Ya’nî degisdirilmisdir. Bu sûretle anlasılmısdır ki, madde,
Lavoisiernin sandıgı gibi, dünyânın temeli degildir.
– 539 –
Iste fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmıs ve insanlıga büyük
zarârlar da yapmısdır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini
ve ehemmiyyetlerini azaltdı demek istemiyoruz. Onları, fâideli bulusları ile düsünerek,
fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını
gösterip, fen adamının, ihtisâsı dısındaki ve hele temâmen baska, derin ve genis
olan din ilmindeki kuru düsüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmus,
din zevkı ile doymus olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacagını göstermek
istiyoruz. Hakîkî bir fen adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder. Fekat para
adamları, ya’nî para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik
ömrünü çürütüp, birkaç sey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan
rûhsuz dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak,
fennin degil, cehâletin verdigi bir cesâretle ve taskınlıkla, islâmın yüksek
ilmlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlıgı ebedî felâkete sürükliyorlar.
Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında buldugu bir kemik parçasında
tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamaga ugrasırken, beri
tarafdan, fen yobazları, radyodan veyâ bir brosürden bunu haber alıp, (Insanların
aslı olan maymunun kemikleri bulundu. Insanların maymundan hâsıl oldugu
hakîkat hâlini aldı) yaygarasını basıyor. Saf müslimânları aldatmaga çalısıyorlar.
Ingiliz fen adamı Darwinin (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini
anlamıyarak ve yanlıs alarak, müslimânlıgı yıkmaga bir silâh yerinde kullanıyorlar.
Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan
benzerligi, kromozom sayıları, muhîte intibak [adaptasyon] için fizyolojik ve anatomik
degismeler, somatik degismeler ve harâret, zıyâ, röntgen ve radium suâ’ları
ile ve ba’zı kimyâ maddeleri te’sîri ile çesidli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet
paleontolojik müsâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu ta’kîb eden
mitoz bölünme bulunması ve ba’zı hayvanlarda körlesmis uzvlar görülmesi [meselâ
insanlarda appandis denilen kör barsak bulunması gibi] ve çok hücreli hayvanların
hepsinde rüseym [embriyon] tesekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon
devrelerini geçirirken, çesidli hayvan vasflarını göstermesi [meselâ insan rüseyminde
pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi tesekküllerin görülmesi] karsısında,
hayvan nev’lerinin, milyonlarca sene içinde, basîtden mükemmele dogru degisdiklerini
[ya’nî evolution veyâ desendens denilen evrim bulundugunu] zan etdi.
Canlıların basîtden mükemmele dogru degisdigini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarckdır.
Lamarck [m. 1809] da nesr etdigi (Filozofi zoolojik) ismindeki kitâbında
(canlıların bir asldan türeyebilecegini) yazdı. Fekat, aynı asrdaki biyologlar, Lamarckın
verdigi misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini degil, cânlıların, bulundukları
muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu) göstermekde oldugunu söylediler.
Ikinci olarak, Ingiltereli bir biyologun oglu olan Ch. Darwin, [m. 1859] da nesr
etdigi (Nev’lerin mense’i) ismindeki eserinde, (Canlılar, bulundukları muhîte uymak
için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yasayabilir, gayb
edenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen degisiklikler, muhîte uyarak yasamagı
te’mîn eder) dedi. Buna da çesidli i’tirâz edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi
karısık uzvların nasıl meydâna geldigini anlatmakdan âciz oldugunu bildirmis,
bir arkadasına yazdıgı mektûbda, (Gözün tesekkülünü düsündükce hayretimden
tepem atıyor) demisdir.
Üçüncü olarak, Hollandalı nebâtâtcı Hugo de Vries, bitkilerde (Saf bir nev’ içinden,
tesâdüfen, digerlerinden farklı ferdler meydâna çıkdıgını, bunların yeni evsâfının
dölden döle geçdigini) görerek, buna (mutasyon) [ânî degisme] nazariyyesi
dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar meydâna gelmiyor. Bundan baska, göz
ve beyin gibi, rüseymin [embriyonun] muhtelif tabakalarından hâsıl olan karısık
– 540 –
uzvların tesekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe baglamak mümkin degildir.
Son olarak, paleontoloji mütehassısları, [ya’nî, ilk zemânlarda yasamıs canlıların
iskeletlerini ve fosillerini inceliyenler], (Her nev’i canlının kendi nev’i içinde
degisebildigini, bir canlının baska nev’lere dönmedigini) kabûl etmekdedir. Meselâ,
birinci zemândaki derisi dikenliler ne ise, simdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin,
mutasyon ile, fıkralı [omurgalı] hâle döndügü görülmemis ve buna âid bir
fosil bulunmamısdır.
Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmeli olan insana dogru,
düzgün bir tekâmül bulundugunu, dahâ önce Ibrâhîm Hakkı hazretleri “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, (Ma’rifet-nâme) kitâbında, misâller vererek yazmıs, bunun,
nev’lerin degismesi demek olmadıgını da bildirmisdi.
Allahü teâlâ, maddeyi, maddedeki degismeleri inceleyiniz, bunları sizin için yaratdım,
hepsinden fâideleniniz dedigi gibi, yavruların nasıl tekâmül etdigini, hayât
hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet, muntazam esâslara baglı oldugunu
görüp, varlıgımı, büyüklügümü anlayınız! buyuruyor.
Islâm dîninin ilme ve fenne verdigi ehemmiyyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri,
islâmiyyeti baltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, simik, biyolojik ve astronomik
olaylardan, çürük düsünceler, bozuk fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilm,
fen bilgisi diye, gençligin önüne sürerek müslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki,
fennin ilerlemesi, yeni yeni buluslar, Allahü teâlânın varlıgını, bir oldugunu, kudretini
ve ilmini dahâ ziyâde meydâna çıkarmakda, islâmiyyeti desteklemekdedir.
Îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini
iyi ögrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen adamları, din düsmanlarının sözlerinin
ne kadar çocukca ve câhilce oldugunu hep görmekdedir.
Dikkat edilirse, yukarıdaki teorilerin hiçbirinde insanın maymundan hâsıl oldugu
söylenmemis, fen adamlarının hâtırına bile gelmemisdir.
Evet, paleontolojik devrlerde, canlılarda zemânla tekâmül görülmekde, fekat
bu degismeler, her nev’in içinde olmakdadır. Meselâ, dördüncü zemânın yeni tabakalarında
kromanyon ismi verilen insan iskeleti bulunmusdur. Bizim iskeletimizden
farklı oldugu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara, ilk insanlar demisdir.
Diger tarafdan, üçüncü zemân sonunda yasayan, antropoid denilen ve
bugünkülere benzemiyen, maymun iskeletleri bulunmusdur. Antropoloji mütehassısları,
bunların maymun oldugunu söyliyor. (Fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar
ise, yapdıkları tercemelerde, kromanyon insanına ve antropoid maymununa, insanın
ceddi olan veyâ insanla maymun arasında geçid teskîl eden fosil diyorlar. Biyologlar,
insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Hâlbuki,
insan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın rûhudur. Insanlarda
rûh vardır. Insanlık serefi hep bu rûhdan gelmekdedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdem
aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yokdur. Maddîcilerin, felsefecilerin bu
rûhdan haberleri olmadıgı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. Ilk insanların
sekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünki, rûhu vardır. Maymun ise
hayvandır. Çünki bu rûhdan ve rûhun hâsıl etdigi üstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor
ki, insan ile hayvan, temâmen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zemân, bir geçid
olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun oldugu,
asrlar önce, islâm kitâblarında, meselâ Ibni Haldûnun “rahmetullahi teâlâ
aleyh” (Târîhi) mukaddemesinde ve (Ma’rifetnâme)nin yirmisekizinci sahîfesinde
yazılıdır. [Birinci kısm, otuzdokuzuncu maddeyi okuyunuz! (Behcet-ül-fetâvâ)da
diyor ki, (Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan degildir.
Maymunların insan soyundan oldugunu söylemek yanlısdır. Çünki, insandan çevrilen
maymunlar üç günden çok yasamadı. Yok edildiler).]
Bunun gibi, hâtırımıza gelen çesidli misâllerden, ilm nâmına, fen hesâbına uta-
– 541 –
narak sunu da söyliyelim ki, amib denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz
ile, ya’nî sitoplazma ve çekirdegi tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney
Amerikada bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdegini ortadan keserek, her
iki parçanın yasamaga devâm etdigini görmüs. Bu tecribe; zâten amibin üreme tarzına
uygundur. Nerde kaldı ki, bu tecribe her zemân aynı netîceyi vermez. Bunu bir
mecmû’ada okuyan bir matematikci, bir hesâb mütehassısı, gencleri basına toplıyarak,
(Amerikada, amibler parçalanıp öldürüldükden sonra, tekrâr yasatılıyor. Artık
hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor. Bunu birkaç sene evvel okumusdum.
Belki bugün dahâ ilerlemeler olmusdur) deyip, fennin ölüleri diriltdigi, insanların
(Hâsâ) ölüye hayât verdigi, o hâlde, fen ve tabî’at hâricinde, bir kuvvet, bir
yaratıcı bulunamıyacagı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâsâ) uydurulmus
oldugu asılanır ve gençler aldatılmaga çalısılırsa, buna ne denilir? Dinsiz
bir hesâb mütehassısının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sâhasında, islâmiyyeti
lekeliyecek bir nokta bile bulamadıgı için, baska fen kollarında, anlıyamadıgı
hâdiselerden çıkardıgı yanlıs ma’nâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar sasılacak
ve acınacak bir hâldir. Yüksek tahsîl yapan bir insanın, böyle alçak hareketleri, yüksek
tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konusur
mu? Fen adamlarının tecribelerini, sözlerini isitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları,
bu sözlerle maskeleyerek, gençleri zehrlemege, îmânlarını çalmaga ugrasan din
hırsızlarına (Fen yobazı) denir. Fen yobazlarına aldanmamalıyız!
Islâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak,
dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici
diyorlar. Din adamları, fen düsmanıdır diyorlar. Islâm kitâblarını okuyan, islâm
dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz.
Onların kötü niyyetlerini, dost görünen sinsi düsman olduklarını hemen anlar
ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların
tuzaklarına düsmekde, felâkete sürüklenmekdedir.
Mekteb çocuklarını, (Avrupada matba’a yapılırken, kitâblar basılırken, bizdeki
sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matba’a günâhdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar.
Yıllarca geri kalmamıza sebeb oldular. Müslimânlık, çöl kanûnu, türklüge
çok zarârlı oldu) diyerek, dinsiz, îmânsız yetisdirmek istiyorlar. Islâm düsmanlıgı
asılıyorlar. Islâmiyyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça
yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin
de yalan oldugu meydândadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm âlimlerinin en
yüksek temsîlcileri olan Osmânlı seyh-ul-islâmlarından elliyedincisi, Yenisehrli
Abdüllah efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, matba’a açmak, kitâb basmak için kendisine
soruldukda, bakınız nasıl cevâb vermisdir: Ibrâhîm-i Müteferrika adındaki
Macar asllı bir müslimân, Istanbulda 1139 [m. 1725] de ilk matba’ayı kurmak isteyince,
seyh-ul-islâma soruluyor: (Kitâb basma san’atını iyi bildigini söyliyen bir kimse,
lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri kitâblarının harflerini
ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâgıdların üzerine basarak, bu kitâbların
benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitâb basmasına islâmiyyet
izn verir mi?). Seyh-ul-islâm Abdüllah efendi, cevâbında: (Kitâb basma san’atını iyi
bilen bir kimse, bir kitâbın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan
kâgıdlara basmakla, bu kitâbdan az zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece
çok ucuz kitâb yazılmasına sebeb oluyor. Fâideli bir is oldugundan, islâmiyyet
bu kimsenin bu isi yapmasına izn verir. Kitâbda yazılı ilmi bilen birkaç kisi, önce kitâbı
tashîh etmelidir. Tashîh etdikden sonra basılırsa, güzel bir is olur) buyurmusdur.
Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. Islâm
dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdigini göstermekdedir. Matba’a 851 [m. 1447]
de, makinaları ise, 1192 [m. 1778] de kesf edildi. Kâgıd 130 [m. 747] de kesf edildi.
Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında yetisen din
– 542 –
adamlarından, Abdüllatîf Harpûtînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1330 [m. 1911]
da, Istanbulda basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitâbı, fen bilgilerini
ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir. Yüzelliüçüncü
sahîfede diyor ki: (Fen adamları, cismleri ve cismlerdeki olayları arasdırır,
inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını
bildirir. Gördüklerinden, his etdiklerinden dısarıya çıkmazlar. Bundan dısarıya
çıkan, vazîfesinin dısına çıkmıs olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney
yapılamıyan konular, fen bilgisinin dısında kalır. Böyle konularda, fen adamının
sözü kıymetsiz ve ehemmiyyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yokdur deyince, melegin
varlıgı, fen ile incelenemez, deney ile anlasılamaz demek isterse, bu sözü, fenne
uyar. Fekat, deney ile isbât edilemedigi için melegin varlıgına inanılmaz demek
istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünki, bu sözü ile, kendisi
fennin dısına çıkmakda, fenne uymamakdadır. Incelemekle, deneyle varlıgı anlasılamıyan
seyi inkâr etmege, var olamaz demege kalkısmak, varlıgını, fen göstermekdedir
demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem
gibi, fen konusu dısındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak
ve deney ile anlamaga ugrasmak, fen adamına yakısmaz. Böyle varlıkları anlamak,
mu’cizelerle, üstünlügü belli Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirilmekle
ve Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” isitmekle olur. Böyle bilgilere,
(Ulûm-i nakliyye) denir. Bunlara, (Fen bilgisi) veyâ (Ulûm-i akliyye) denmez. Bu
bilgileri, fen yolu ile anlamaga kalkısmak, ekmegi kulagına götürmege, kulakla yimegi
istemege benzer). [Kendilerine müslimân deyip, sarık saran, nemâz kılan ba’zı
(fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar, böylece cinnin var olduguna inanmıyor. Insana
cin çarpması, masaldır. Fen asrında, böyle hurâfelere inanılmaz diyor. Cin hakkındaki
âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflere, yanlıs ma’nâlar veriyor.]
Kur’ân-ı kerîmdeki, fen ile anlasılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen bilgilerine,
fenne uygun ma’nâ vermek câiz ve lâzımdır. Bu ma’nâları da, ancak islâm âlimleri,
ya’nî fen bilgilerinde mütehassıs ve dinde müctehid olan büyükler, müfessirler
verir. Fen taklîdcileri, Kur’ân-ı kerîme ma’nâ veremez. Bunların Kur’ân tercemelerine
kıymet verilmez. Fennin, tecribenin dısında olan, fen ile ilgisi olmıyan
âyet-i kerîmeleri, fen bilgilerine uydurmaga kalkısmak, Selef-i sâlihînin tefsîrlerini
degisdirmek, büyük suç olur. Böyle tefsîr ve terceme yapanlar, kâfir olur.
Yetmisüçüncü sahîfede diyor ki, (Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar
ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, dahâ önceki zemânlarda görülemiyor, varlıkları
bilinmiyordu. O zemân görülemedigi için, bu varlıklara yok demek, yanlıs,
haksız oldugu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlıyamadıkları
seyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dısındaki varlıkları inkâr etmesi,
yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymıyan bir söz, bir câhil sözü olur).
Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zemân, islâm dînine âsık olmakda, fen taklîdcileri
ise, dîni ve dünyâyı anlıyamıyarak, maddî ve ma’nevî kıymetlere saldırıp, nihâyet
göçüp Cehenneme gitmekdedirler.
Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı meshûr bilginler, edîbler hayrânlıklarını dâimâ
açıklamıslardır. Dünyânın sayılı edîblerinden Goethe, Kur’ân-ı kerîmin yalan
yanlıs Almanca tercemesini bile okudukdan sonra: (Içindeki ifâdelerin büyüklügü,
hasmeti karsısında hayrân kaldım) demekden kendini alamamısdır.
Ingiliz râhibi Beowort-Smith, (Muhammed ve Muhammede baglı olanlar) adlı eserinde:
(Kur’ân, üslûb temizligi, ilm, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir) demekdedir.
Kur’ân-ı kerîmi Ingilizceye terceme eden Arbeyrry ise: (Ne zemân ezân dinlesem,
bana bir mistik müzik gibi te’sîr eder) demekdedir.
Marmaduke Pisthall ise, Kur’ân-ı kerîm için: (En taklîd olunamaz senfoni, en
saglam bir ifâde, insanları aglamaga veyâ cosdurmaga sevk eden bir kudret) ifâdesini
kullanmısdır.
– 543 –
Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar, ilm ve siyâset adamları,
Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmekdedirler.
Lamartine bile Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatîb,
Peygamber, kumandan, yeni dogmalar koyan, muazzam bir Islâm Devleti
kuran adamdır. Insanların büyüklügünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla
ölçülsün, acabâ ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekden
kendini alamamısdır.
Gibon, (Roma Imperatorlugunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, Islâm dîni
ve Kur’ân-ı kerîm hakkında sunları söylüyor: (Kur’ân-ı kerîm, Allahın birligini
isbât eden en büyük eserdir).
Amerikan astronomi uzmanı Michael H.Hart, Hazret-i Âdemden bugüne kadar
gelen bütün büyük insanları birer birer inceliyerek, bunların içinden 100 dânesini
ayırmakda, bu 100 kisi arasında, en büyügü olarak Peygamberimizi “sallallahü
aleyhi ve sellem” göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından
vahy edildigine inandıgı, muazzam eser, Kur’ândan geliyor) demekdedir.
Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmıs psikoanaliz uzmanı
Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan “Time” mecmû’asının
özel nüshasında, (Büyük liderler nerede?) baslıgı altında, târîhde simdiye kadar
gelip geçmis olan önderleri incelemekde, bunların psikoanalizini yapmakda ve
bu liderlerin en büyügünün Muhammed aleyhisselâm oldugunu bildirmekdedir.
Dünyânın en büyük tabî’î ilmler âlimlerinden biri olan Max Planck, 1858 yılında
Almanyada Kiel sehrinde dogdu. Ilk profesörlügünü Kielde yapdı ve ondan sonra
1889 da Berlin Üniversitesinde çalısmaga basladı. Berlindeki feâliyeti 30 sene
kadar sürdü. 1947 de vefât etdi.
Max Planck, özellikle Isıldama ile mesgûl oldu. En büyük bulusu, atomlardan çıkan
enerji ısınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldıgını meydâna çıkarması oldu.
Planck, bu bulusuna (Kvantlar Teorisi) adını verdi ve meydâna gelen enerjiyi hesâbladı.
(Kvantlar Teorisi formülü: E=h.v olup, E, meydâna gelen enerjiyi Erg olarak
belirtir. v ölçülen dalganın frekansıdır, h ise, Planck sâbitesi adını alan bir rakamdır
ve 6,624.10-27 ye esitdir. Böylece herhangi bir enerji dalgasının frekansı ile
bu rakam çarpılacak olursa, enerjiyi yukarıda söyledigimiz gibi, Erg cinsinden hesâblamak
kâbildir.) Bu bulusu, ona 1918 de fizik nobel mükâfâtını kazandırdı.
Max Planck diyor ki: Gerek din ve gerek tabî’î ilmler, üzerimizde kendisine erismek
kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulundugunu, bu kudretin dünyâyı kurdugunu
ve ona hükmetdigini ortaya koymakdadır. Ancak bu kudreti îzâh husûsunda
kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fekat her iki îzâh tarzı ayrı bile görünseler,
hakîkatde, birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıd degildir. Bil’akis birbirini
temâmlarlar.
Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zemân anlıyamıyacagımız,
insanların hiç bir zemân erisemiyecekleri bir kudretin yaratabilecegini
kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve
hiçbir zemân bilemiyecegiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı
olarak ögrenebiliriz.
Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklasdırmak için kendine
mahsûs akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î ilmler ise, bu kudretin tanınması
için ölçü ve formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birlesdirecek olursak,
asl o zemân bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi oldugu meydâna çıkar
ve dînin Allahı ile tabî’î ilmlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yapdıgı
arasdırma, ölçme ve formüller, Onun zâtını ve büyüklügünü meydâna koyar.
Din ile tabî’î ilmleri karsılasdıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden
aykırı bir bilgi vermedigini görürüz. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bir muaz-
– 544 –
zam yaratıcı olmadan bu dünyânın kurulamıyacagını kabûl ederler. Tabî’î ilmlerin
buldugu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlıgı ve büyüklügü hakkında
birer vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler arasında hiçbir fark yokdur. Ba’zılarının sandıgı
gibi, tabî’î ilmlerin tutdugu yol ayrı degildir. Bugün ne yazık ki, ba’zı insanlar,
tabî’î ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadıgını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlısdır.
Yukarıda îzâhına çalısdıgım gibi, tabî’î ilmler, bil’akis dîni inanç ve düsünceleri
takviye ederler.
Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmis olan büyük tabî’î ilm bilginlerinin dîne
çok baglı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Esâsen
o zemânlar tabî’î ilm arasdırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde,
râhiblerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavas yavas laboratuvarlar, çalısma
enstitüleri, üniversite ilm merkezleri kuruldukdan sonra, din adamları ile tabî’î
ilmler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalısma üsûlleri tatbîke basladılar.
Zemânla bunların çalısma metodları birbirinden çok ayrılmıs gibi göründü
ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı
istikâmetlere dogru birbirinden ayrılan, baska baska yerlere sapan iki yol degildir.
Bil’akis birbirine temâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye dogru giderler ve nasıl ki,
paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birlesecekler ise, din ile tabî’î ilmler de, esâs gâye
sonsuzunda birbiriyle kucaklasacaklardır.
Yukarıdaki yazılar, Max Planckın, (Der Strom von der Aufklärung bis zur Gegenwart)
kitâbından alınmısdır.
Kültürlü insanlar, insafla düsündükleri zemân, Allahü teâlânın varlıgına inanmak
mecbûriyyetinde kalıyorlar. Dogru dürüst yapılmayan Kur’ân-ı kerîm tercemelerinden
bile, hakîkî dînin islâmiyyet oldugunu i’tirâf ediyorlar. Tercemeler, hiç
bir zemân, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan islâmiyyeti incelemek isteyen yabancılara,
islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Akâid) kitâbları
tavsiye edilmelidir.
Hakkın yüzdört kitâbı ki, nebîler üzre inmisdir,
kütübdür onların dördü, suhuf yüzü, kelâmullah.
Zebûru verdi Dâvüda, dahî Tevrâtı Mûsâya,
ve hem Incîli Îsâya, getirmis Cebrâîl vallah.
Habîbullaha Kur’ânı getirdi, hâcet oldukca,
yirmi üç yıl itmâm eyleyip kesildi vahyullah.
Dahî hem nebîler hakkında bildim ismetü fitnet,
nezâfet hem emânet, sıdkla teblîgu hükmillah.
Gadrle, zenbü humk ve kezbü ketmü hıyânetden,
münezzehdir, müberrâdır cemî’i Enbiyâullah.
Nebîler ismini bilmek, dediler ba’zılar vâcib,
yirmi sekizin bildirdi, Kur’ânda bize Allah.
Cemî’i enbiyânın evvelidir hazret-i Âdem,
kamûdan efdalü âhır, Muhammeddir resûlullah.
Ikisinin arasında, katî çok enbiyâ gelmis,
hesâbın kimseler bilmez, bilir anı hemen Allah.
Resûllerin dinleri mevtle bâtıl olmaz kat’â,
ve efdaldir meleklerin hepsinden, enbiyâullah.
Bizim Peygamberin ahkâm-ı ser’î, öyle bâkîdir,
ki, ehl-i mahseri, bu ser’ ile fasledecek Allah.
Ne ki kılmıs Habîbullah, bize teblîg-i ahkâmı,
kabûl etdim anı, âmentü billâh ve hükmillâh.
– 545 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:35

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...