PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.V. MEKKE DÖNEMİ
Muhammed aleyhisselâm vahyin bir müddet kesilmesinden sonra yine Hira Dağına çıkmıştı. Dağ-
dan aşağı inerken bir ses duydu. Başını kaldırıp baktığında Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Mübârek kalbi
çarparak ve ürpererek evine dönüp “Beni örtünüz” dedi ve örtündü. Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm
Müddessir sûresinin “Ey, (elbisesine) bürünen Peygamber! Kalk da (kavmini Allahın âzâbı ile) korkut, (Îmân etmezlerse âzâba uğrayacaklarını kendilerine haber ver). Rabbini tenzih et. Elbiseni de
(daima) temiz tut. Âzâba sebep olan şeyleri terk etmekte sebat et.” meâlindeki ilk âyetlerini getirdi.
Bundan sonra artık Vahiy aralıksız devam etti. Kur’ân-ı kerîm âyetleri, 22 sene 2 ay 22 gün süren bir
müddet içerisinde vahyedilip tamamlandı.
Muhammed aleyhisselâm “Ümmi” idi. Yani kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden bir ders
görmemişti. Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip, seyahat etmemiş iken, Tevrat’ta
ve İncil’de, Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hadîselerden haber
verdi. İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdarlarına ve diğer
Arap padişahlarına mektûblar gönderdi. Hizmetine altmıştan ziyade yabancı elçi gelmiştir. Bu hususu
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde şöyle bildiriyor: “Sen bu kitap gelmeden önce, bir kitap okumazdın.
Yazı yazmadın. Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi.” buyurulmaktadır
(Ankebut-48). Hadîs-i şerîfde de: “Ben Ümmî Peygamber Muhammedim... Benden sonra peygamber yoktur.” buyuruldu. Yine Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurulmaktadır.
“O hevadan (kendi nefsinden) söylemiyor. Kur’ân sâde bir vahiydir, ancak vahiy olunur.”
(Necm-3-4)
Muhammed aleyhisselâma ilk vahyin gelip, bir müddet kesilmesi ve sonra “Kalk insanları inzar
(irşad) et. Azâb ile korkut” şeklinde emri ilâhinin gelmesi üzerine insanları îmân etmeye davete başladı. İlk îmân eden Hz. Hatice oldu. Cebrâil aleyhisselâm ilk vahyi getirdiği sıralarda Peygamberimize
abdestin nasıl alınacağını öğretti. Bundan sonra da onunla birlikte iki rekât namaz kıldı. Muhammed
aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselâmdan öğrendiği gibi abdest almayı ve kıldıkları iki rekât namazı Hz.
Hatice’ye de öğretti. Ona imam olup bu iki rekât namazı kıldırdı. Bu sırada henüz beş vakit namaz emredilmemişti. Sadece sabah ve ikindide iki vakit namaz kılınıyordu. Onları bu şekilde namaz kılarken
gören Hz. Ali de müslüman oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) insanları İslâm’a davet işine başladığında gayet ihtiyatlı davranıp önce yakınlarını ve samimi dostlarını davet etti. Hz. Hatice’den ve Hz. Ali’den sonra
azatlı kölesi Zeyd bin Hârise, eski dostu ve yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Abdurrahman bin
Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Zübeyr bin Avvam, Talha bin Ubeydullah ilk müslüman olanlardır. Hz. Hatice’den sonra müsIüman olan bu sekiz kişiye “Sâbıkûn-i İslâm”, yani “İlk Müslümanlar” denir.
Muhammed aleyhisselâm, Peygamberliğinin ilk üç yılında insanları gizlice İslâm’a davet etti. İnsanlar birer ikişer müsIüman oluyordu. Bu ilk yıllarda müslümanların sayısı ancak otuza ulaşmıştı. İbadetlerini evlerinde yapıyorlar ve Kur’ân-ı kerîmin nazil olan âyetlerini gizlice okuyorlardı.
Bi’setin dördüncü yılında Hicr sûresi 94. âyeti nazil olunup, bu âyette: “Sana emr olunan şeyi a-
çıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma.” meâlindeki ilâhi emir gelince, Muhammed
aleyhisselâm Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a davet etmeye başladı. Vahy olunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din olan İslâm’ı kabul etmelerini söylüyordu. İlk sıralarda îmân edenler az oldu.
îmân etmeyenler de önce ondan alâkalarını kesmediler. Allahü teâlâya ibâdet edilmesini emreden âyetler gelince bunları işiten Kureyş kavmi, Muhammed aleyhisselâmın doğru sözlü ve yüksek ahlâk sahibi
olduğunu bildikleri halde, ondan yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Bir müddet sonra da: “Yakın akrabanı Allahın azâbı ile korkutarak, onları hak dine çağır.” â-
yet-i kerîmesi nazil olunca, Muhammed aleyhisselâm akrabasını dine davet etmek üzere Hz. Ali’yi göndererek, onları Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Önlerine bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas
süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp gelen akrabasına buyurun dedi. Gelenler kırk kişi kadar
olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed aleyhisselâmın mu’cizesi ile hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mu’cize karşısında şaşıp kalmışlardı. Yemekten sonra Muhammed aleyhisselâm, - 16 -
akrabalarını İslâm’a davet etmek için söze başlamak üzere idi. Amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek,
(Biz bugünkü gibi bir sihir görmedik. Arkadaşınız sizi bir sihirle büyüledi) diyerek sözlerine hakaretle devam etmesi üzerine davetliler dağıldılar. Bu hadîseden kısa bir müddet sonra akrabasını tekrar davet
etti. Hz. Ali yine hepsini çağırmıştı. Önceki gibi yine önlerine yemek kondu. Muhammed aleyhisselâm
yemekten sonra ayağa kalkıp: (Hamd, yalnız Allaha mahsustur. Yardımı ancak ondan isterim. Ona
inanır, Ona dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allahdan başka ilâh yoktur. O birdir, Onun
eşi ve ortağı yoktur.” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti. “Size asla yalan söylemiyorum ve
doğruyu bildiriyorum... Sizi bir olan ve ondan başka ilâh olmayan Allaha îmân etmeye davet ediyorum. Ben Onun size ve bütün insanlığa gönderdiği Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldı-
ğınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan
hesaba çekileceksiniz, iyiliklerinizin karşılığında mükâfat, kötülüklerinizin karşılığında da ceza
göreceksiniz. Bunlar da ya Cennette ebedi kalmak veya Cehennemde ebedi kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz” dedi. Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra, (Sen emr olunduğun şeye devam et! Seni korumaktan geri durmayacağım. Fakat eski dinimden ayrılmak hususunda nefsimi bana boyun eğer bulmadım.) dedi. Ebû Leheb hariç orada bulunan diğer amcaları ve akrabasının hepsi yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb, (Ey Abdulmuttaliboğulları, başkaları
onun elini tutup mani olmadan önce siz ona mani olun!..) gibi daha birçok çirkin sözler söyledi. Onun bu
sözleri üzerine Muhammed aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e (Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve
Onun dinini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan âlimler, Abdulmuttalibin soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte O peygamber, budur!) dedi. Ebû Leheb, bu sözler
karşısında çirkin konuşmalarına devam edince, Ebû Tâlib, Ebû Leheb’e kızarak (Ey korkak! Vallahi biz
sağ oldukça, ona yardımcı ve koruyucuyuz!) dedi. Muhammed aleyhisselâma da: (Ey kardeşimin oğlu!
İnsanları Rabbine imâna davet etmek istediğin zamanı bilelim; silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!)
dedi. Sonra Muhammed aleyhisselâm tekrar söze başlayıp “Ey Abdulmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünyâ ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dinden)
daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi dile kolay gelen,
mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum ki o da: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû” yani Allahdan başka ilah olmadığına ve
Muhammedin Onun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim demenizdir.” “Allahü teâlâ sizi buna
davet etmemi emretti. O halde hanginiz benim bu davetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım
olur? “dedi. Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Muhammed aleyhisselâm bu sözlerini üç defa tekrarladı. Her söyleyişinde Hz. Ali ayağa kalkıp üçüncü defasında “Yâ Resûlallah,
her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de sana ben yardımcı olurum!..” dedi. Bunun üzerine
Muhammed aleyhisselâm Hz. Ali’nin elinden tuttu. Diğerleri ise hayret içinde ve alaylı alaylı gülerek da-
ğıldılar.
Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkârcı tutumu karşısında onları daima imâna davet ediyordu. Mekkelilerden bir kısmı îmân ile şerefleniyordu. Yine bir gün Allahü teâlânın “Emredildiğin şeyi,
onları çatlatırcasına bildir.” emrine uyarak, Safa tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür bir seda ile: “Ey
Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız size mühim bir haberim var” diye seslendi. Bunun üzerine kabileler merakla koşup orada toplandılar. Hayretle ve merak içinde beklemeye başladılar. (Ey Muhammed-ül-emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?) diye sordular. Muhammed
aleyhisselâm “Ey Kureyş kabileleri” hitabıyla konuşmaya başladı. Herkes büyük bir dikkatle dinliyordu.
Onlara şöyle hitâb etti:. (Benimle sizin haliniz düşmanı görünce, ailesine haber vermek üzere ko-
şan ve düşmanın kendisinden önce ailesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak Yâ Sabâhâh (Ey
topluluklar) diye haykıran bir kimsenin haline benzer. Ey Kureyş topluluğu, ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücum etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi.
(Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka birşey görmedik. Senin yalan söylediğini
hiç işitmedik!...) dediler.
Muhammed aleyhisselâm bu umumi hitâbtan sonra, bütün Kureyş kabilelerinin ismini “Ey
Hâşimoğulları! Ey Abd-i Menafoğulları! Ey Abdulmuttaliboğulları!..” şeklinde sayarak: “Ben size
önümüzdeki şiddetli azabın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana: “En yakın akrabalarını âhıret azâbı
ile korkut” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, Ondan başka ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye davet ediyorum. Ben de onun kulu ve Resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz Cennete gideceksiniz. Siz (Lâ ilâhe illallah) demedikçe ben size ne dünyâda bir faide ne
de ahirette bir nasîb sağlayabilirim?” dedi. Dinleyen kabileler arasından Ebû Leheb (Bizi buraya bunun için mi topladın?) diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda
böyle bir muhalefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Ebû Leheb’in gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra “Ebû Leheb’in elleri kurusun, Zaten kurudu...” diye başlayan “Tebbet” sûresi
nâzil oldu. - 17 -
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinne peygamber olarak gönderilip, insanları açıkça
İslâm’a davet etmesi emredildiği zaman, bütün insanlık âlemi dinî, ruhî, ictimaî ve siyâsî bakımlardan
yaygın bir karanlık, tam bir cahiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi. O zaman
dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar inançsızlık veya bâtıl inançlar içinde çırpınıyordu. Bunlar
ne yaptıklarını bilmeyen azgınlar haline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti ki,
insanlar her şeyin yaratıcısı olan Allaha îmân ve ibadet etmek yerine kâinatta cereyan eden hadîselere
ve Allahü teâlânın yarattığı eşyaya tapıyorlardı. Yıldızlara, ateşe, elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan
putlara zavallı insanlık “İlâh” diye secde ediyordu... İnsanları sınıflara ayırmışlar, kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu.
Dünya üzerinde siyâsî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan Arabistan’da da durum di-
ğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistan’da insanlar inanç bakımından bazı değişiklikler gösteriyordu.
Bir kısmı tamamen inançsız ve dünyâ hayatından başka birşey kabul etmiyordu. Bir kısmı ise Allaha ve
âhıret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allaha
inanıyor âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da Allaha şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin
her birinin evinde bir put bulunurdu. Kâ’be’ye de 360 put konulmuştu. Bütün bunlardan başka Hz. İbrâ-
hîm’in bildirdiği din üzere olan ve “Hanifler” denilen, kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve
putlardan uzak dururlardı.
Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve
kabilelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme halinde bulunan bu kabileler, baskın ve yağmacılığı adeta
kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabilelerden meydana gelen Arabistan’da siyâsi bir nizam, içtimai bir düzen de yoktu. Yine bu sırada dünyânın
diğer yerlerinde olduğu gibi Arabistan’da da ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı, içki, kumar, zina, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık namına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze
karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vasıta olarak başvuruluyor, kadın elde basit bir mal
gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu
korkunç telâkki o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri
yatırıp (Babacığım! Babacığım!) diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryat etmelerine hiç kulak
asmadan üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk ediyorlardı. Bu hareketlerinden dolayı da en ufak bir
vicdan azâbı duymuyorlardı. Netice itibariyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve
adalet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Korkunç bir cahiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir husus vardı. O da; edebiyatın, belâgatın ve fesahatin çok yaygınlaşarak zirveye ulaşmış olmasıydı. Şaire ve şiire çok önem verirler,
bunu büyük bir iftihar vesîlesi sayarlardı. Güçlü bir şair hem kendisi hem de kabilesi için itibar sağlardı.
Muayyen zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları açılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya
hitâbeleri Kâ’be duvarına asılırdı. Cahiliyye devrindeki Kâ’be duvarına asılan en meşhûr şiirlere
“Muallakat-ı Seb’a (yedi askı)” denilmiştir. Kur’ân-ı kerîm âyetleri nazil olmaya başlayınca ondaki eşsiz
belâgatı gören nice kimseler de bu sebeple müslüman oldu.
Muhammed aleyhisselâm insanlara ebedî se’âdeti bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada cahiliyye devri yaşayan Mekke’liler, kendilerinin îmân
etmeye davet edilmesi üzerine ilk önce çoğu lakayt (ilgisiz), kayıtsız davrandı. Sonra açıkça düşmanlık
göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay etme tarzında olup, sonra hakaret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra da ticârî ve diğer bütün münasebetleri kesme
ve şiddet gösterme devresi başladı.
Müşriklerden bilhassa beş kişi, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı çok üzmekte ve
alay etmekte idiler. Bunlar arasında, Âs bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves ve Velîd bin
Mugîre vardı. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Kâ’benin yanında oturmakta iken, Cebrâil
aleyhisselâm da gelmişti. Müşriklerden bu beş kişi önlerinden geçerken Cebrâil aleyhisselâm, Âs bin
Vâilin ayağının tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne, Esved bin Yagvesin başına, Velîdin inciğine,
Hâris’in karnına birer işaret koydu ve (Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni halâs eyledi.
Yakında bunların her biri bir belâya mübtelâ olarak helâk olacaklardır.) dedi. Bu beş müşrikten Âs bin
Vâil bir gün merkebe binmişti, Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken battı. Dikenin battığı yer şişti, ne kadar ilâç yaptılarsa da çare bulamadılar. Nihayet ayağı deve boynu gibi şişip
(Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü) diye feryat ede ede öldü. Esved bin Muttalib Mekke’nin dışında bir
ağaç altında otururken birdenbire gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu
ağaca çarparak helâk etti. Esved bin Abdi Yagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı semûm denilen yere gitmiş-
ti. Burada iken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelip kapısını çalınca evindekiler onu tanıyamadı-
lar ve içeri almadılar. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Öyle bir hararete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı. Su içe içe çatlayıp öldü. Velîd bin - 18 -
Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı önünde demir parçası battı. Baldırı yara olup, çok kan kaybetti
ve (Muhammedin Allah’ı beni öldürdü) diye feryat ederek öldü.
Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm Eshâb-ı kirâmdan Erkam
bin Ebul Erkamın evini emniyetli bir yer olarak seçti. Dar bir sokak içinde, Safa tepesinin doğusunda
bulunan bu ev giriş çıkış için ve gelip gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi. Peygamberimiz (s.a.v.)
İslâmiyeti burada anlatıyor ve müslümanlar oraya toplanıyordu. Bir çok Mekkeli bu evde müslüman oldular. Bir merkez olarak seçilen bu eve (Dâr’ül İslâm) adı verilmişti.
İnsanları ebedî se’âdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm,
Mekke’de cahiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâm’a çağırdı. Hakiki kurtuluşun Allahü
teâlâya îmân etmekte olduğunu, nefse uymaktan, zulümden haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakla olacağını bildirince, nefislerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar karşı çıktılar. Bütün bu bozuk, işlerine son verileceğini görerek Muhammed
aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve ona düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi aciz ve fâni
insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve kendileri gibi sapık insanlara aldanarak se’âdetten mahrum kaldılar.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve ona düşmanlık gösteren müşrikler,
önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp Ona kâhin, mecnun, şair, deli, sihirbaz diyelim şeklinde
karar almak istediler. Bunların hiç birinin Muhammed aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri itiraf
ediyorlar ve Ona bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velîd bin Mugîre şöyle diyordu:
(Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. Onun okuduğu ne kâhin fısıltısıdır, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler doğru da, yalan da söyler. Biz Muhammed’de hiç bir yalan görmedik. O mecnun, deli de
değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, onda böyle bir hal yoktur. O şair de değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi
biliriz. Onun okudukları bunlardan hiçbirine benzemez. O, sihirbaz da değil! Biz sihirbazları gördük. Onun okudukları sihirbazların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor). Fakat
bütün bunlara rağmen müşriklerin ileri gelenleri çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mani oluyorlardı. Mekke halkını, Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyet-i kerîmeleri dinlemekten men
ederlerdi. Kendileri ise geceleri gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir
köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz olarak
gece Kur’ân-ı kerîmi dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar, bir daha
böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece gene birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak
yine dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin
ederek ayrılırlar, fakat bundan kendilerini alıkoyamazlardı. Ancak nefislerine uyup, üstünlük taslayarak
ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha bir çok boş düşüncelere kapılarak
îmân etmediler. Üstelik başkalarına da mani oldular. Sokaklarda, Muhammed sihirbaz diye bağırdılar.
İslâm nurunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık alay etmekten de
öteye, müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik
dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar. Mekke’ye dışardan gelenlere İslâm’ı anlatırken, peşinde dolaşıp yalan söylüyor, inanmayın diyerek taşkınlık gösterirlerdi. İlk
müslüman olanlardan önce zayıf ve kimsesiz olanlara, sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya baş-
ladılar. Bütün bunlarla da insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını bilakis İslâm’ın günden güne
yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular. Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören, müşrikler, buna mani olmak için
ilk defa başvurdukları şeylerin neticesiz kaldığını gördüler. İleri gelenleri toplanıp Peygamberimizin
(s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’e giderek (Ey Ebû Tâlib! Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, ona engel
olmanı istiyoruz. Ya onu bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız... Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz...) dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti, Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm “Ey amca! Şunu bil ki, Güneşi sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler (her ne vaad ederlerse etsinler) ben
asla bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu
dîni bütün cihana yayar, vazifem biter veya bu yolda canımı fedâ ederim.” dedi. Bu sözleri dinleyen
Ebû Tâlib, Peygamberimiz (s.a.v.)’in boynuna sarılarak (işine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni asla
herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim...) dedi. Ebû Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen
koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını
görerek bizzat Muhammed aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler. (Eğer sen mal toplamak istiyorsan sana
istediğin kadar verelim. Hükümdar olmak istiyorsan seni kendimize hükümdar yapalım. Daha her ne
istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu davandan vazgeç) dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) müşriklere
şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz, şeylerin hiç birisi bende yoktur. Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdar olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni, size Peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap da indirdi, îmân ederseniz Cennetle müjdele-- 19 -
yici, isyanınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti. Ben de Rabbimin bana
vahy ettiklerini size tebliğ ettim. Size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim. Size getirip tebliğ ettiğim
şeyi alır kabul ederseniz o, dünyâda ve ahirette nasîbiniz ve se’âdetiniz olur. Onu reddederseniz
Yüce Allah aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim
vazifemdir.” İnkârlarında ısrar eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi zulüm ve
işkence safhasına döktüler. Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler. Başları Ebû Cehil
şöyle demişti: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının
üzerine bırakacağım.” Diğer müşrikler de “Sen istediğini yap, seni destekleyeceğiz” demişlerdi. Ertesi
günü beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâ’beye gelerek namaza durup secdeye kapandığı sırada
Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Daha yaklaşır yaklaşmaz, büyük bir korkuyla perişan bir
halde geri kaçtı. Elleri taşı tutamaz oldu ve taş elinden yere düştü. Bu hali gören ve merakla seyreden
müşrikler ne oldu sana dediklerinde Ebû Cehil: Bir benzerini görmediğim zapt edilmez bir arslan beni
parçalamak üzere üstüme yürüdü, dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla
karşılaşmıştır. Bu ve buna benzer mu’cizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı ise düşmanlıkta ısrar ediyorlardı. Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma saldırdıkları ve bazan da mü-
bârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu. Diğer taraftan müslüman olanlara yaptıkları işkenceler gö-
rülmemiş bir vahşet halini almıştı. Yapılan işkencelere dayanamayarak şehîd olan ilk müslüman Yasîr
(r.a.) ve Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehîd edilen, Yasîr (r.a.)’ın hanımı Sümeyye
hatundur.
HABEŞİSTAN’A HİCRET
Peygamberimiz (s.a.v.) ilk müslümanların ağır işkencelere ve zulüm altında zor duruma düşmeleri
üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar..” buyurdu.
Bi’setin beşinci yılında Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kafile Mekke’den
ayrılarak Habeşistan’a hicret ettiler. Müşrikler bu hicrete de mani olmak için harekete geçtiler. Fakat hicret edenler süratle uzaklaştıkları için engelleyemediler. Bi’setin altıncı yılında Hz. Hamza’nın, sonra da
Hz. Ömer’in müslüman olması üzerine müslümanların durumu kuvvetleniyor ve İslâmiyet günden güne
yayılıyordu.
Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin hükümdar Necâşî tarafından iyi karşılanması üzerine, Peygamberimiz müşriklerin baskı ve işkencelerine maruz kalan müslümanlardan ikinci bir kafileyi de Bi’setin
yedinci yılında Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kafile de Habeşistan’a hicret etti. Müşrikler bu hicrete hiç tahammül edemedi. Hicret eden müslümanların peşinden adamlarını gönderdiler. Müşriklerin gönderdikleri kişiler Habeş hükümdarı Necaşî’nin yanına varıp Müslümanları kendilerine teslim etmesini istediler. Necâşî sebebini sorunca yalan söylediler. Bunun üzerine
Necâşî müslümanları çağırdı. Onlara sebebini sordu. Cafer bin Ebû Tâlib şöyle cevap verdi.
“Ey hükümdar! Biz cahil bir millettik. Putlara tapardık. Akrabamızla münasebeti keser, komşuları-
mıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi. Her türlü kötülüğü işlerdik...
Allahü teâlâ bize, aramızdan en üstün ve en emin ve en şerefli olan Muhammed aleyhisselâmı
peygamber olarak gönderdi. O peygamber Allahü teâlâya imân etmeye ve ona ibadete çağırıyor. Şimdiye kadar taptığımız putları, taşları terk etmemizi söylüyor. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, kan dökmekten ve günahlardan sakınmayı emretti. Biz de Onu tasdîk ettik. Ona imân ettik. Tebliğ ettiği şeylere tâbi olduk.
İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi Allahü teâlâya ibadet etmekten vazgeçirmeye
kalkıştılar. Bunun için bize her çeşit işkenceyi yaparak zulmettiler, Biz de yurdumuzu bırakarak, senin
himayene geldik. Yardımını ummaktayız...”
Habeş hükümdarı Necâşî bunları dinledikten sonra kendini tutamayıp, “Vallahi bu aynı kandilden
fışkıran bir nurdur ki, Hz. Mûsâ da, Hz. Îsâ da bunu bildirmiştir...” dedi. Sonra müşriklerin elçilerine dö-
nüp, hadi çekip gidiniz, ben onları size asla teslim etmem... dedi. Necâşî Müslümanlara çok yardım etti.
Sonra kendisi de müslüman oldu. Habeşistan’a hicret eden müslümanlar orada yedi yıl kaldılar. Daha
sonra Peygamber efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret edince onlar da Medine’ye geldiler.
Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mani olmak için her yola başvuran müşrikler, Peygamberimize
(s.a.v.) çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mu’cizeler
karşısında şaşırıyorlardı. Günden güne müslümanların sayısı arttıkça bunu engellemek için çeşitli yollar
deneyen müşrikler, bu defasında müslümanları muhasara altına almaya, başta ticârî ve diğer münasebetleri tamamen kesmek üzere karar aldılar. Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey
satın almamaya yemin ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâ’be içine astılar. Müslümanlar
ise Şı’b-i Ebî Talib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı. Müşrikler bu mahalleye yiyecek,
içecek hiç bir şey sokmuyorlardı. Oradan bir şey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek - 20 -
içecek satmak için gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhasara altına alı-
nan müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmış-
lardı. Sadece hac mevsiminde dışarı çıkabiliyorlar, ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı. Bu sebeple
müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı. Öyle ki bazıları yiyecek bulamadıkları için ağaç yapraklarını yiyerek açlıklarını gideriyordu. Küçük çocuklar açlıktan feryat ediyordu. Müslümanlar içinde zengin
olanlar sıkıntıya düşenlerin ihtiyacını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu da kâfi
gelmemişti. Üç sene süren bu hadîse üzerine ümitlenen müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice
çıldırmışlardı. Allahü teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâ’be içine astıkları sahifeye bir güve kurdu musallat etti. O sahifede “Bismike Allahümme” ibaresi hariç diğer kısmını tamamen yiyip bitirdi. Bu
husus Peygamberimize (s.a.v.) vahiyle bildirildi. Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû
Tatib’e bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip (Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre Allah sizin
Kâ’be’de astığınız sahifeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lâfzı hariç o sahifede zulüm, akrabalarla
münasebeti kesme ve iftira olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâ’be’ye gidip bakınız. Bu zulüm ve
kötü davranışınızdan vazgeçiniz...) dedi. Kâ’be’ye gidip astıkları sahifeyi, gerçekten bir güve kurdunun
yiyip bitirdiğini gördüler. Bu hadîse karşısında şaşıran müşrikler bazı ileri gelen kimselerin de böyle bir
uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri üzerine Bi’setin onuncu yılında bundan tamamen vazgeçmek
zorunda kaldılar. Fakat düşmanlıklarını gün geçtikçe şiddetlendirip İslâmiyetin yayılmasına mani olmak
için her türlü yola başvurdular. Halbuki İslâmiyet süratle yayılıyor, sevgili Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm cahiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları kurtarmaya çalışıyor ve hakiki se’âdete
kavuşturuyordu. Bu se’âdet ile şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakaretleri ve işkenceleri karşısında asla yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerini ve
müslümanların dinlerindeki sebatını gören nice gönüller İslâm nuru ile aydınlanıyordu.
Müşriklerin müslümanlara uyguladıkları üç senelik ablukanın sona ermesinden sonra. Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye gelmişti. Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden müslümanlardan İslâmiyet ile ilgili duydukları şeyleri bizzat mahallinde görmek ve araştırmak üzere
Mekke’ye gelmişlerdi. Kâ’be yanında Peygamberimizle görüşen bu Hıristiyan kafilesi, Kur’ân âyetlerini
dinlediler ve o kadar ağlaştılar ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sorduktan her soruya verilen cevaplar
karşısında son derece memnun kalıp, Peygamberimizin kendilerini İslâma davet etmesi üzerine büyük
bir şevkle sevinç gözyaşları dökerek müslüman oldular. Bu hallerini görerek kendilerine çeşitli hakarette
bulunan Ebû Cehile ve diğer müşriklere asla aldırış etmediler (Bize yaptığımız cahilliği biz size yapamayız ve bize nasip olan hak dinden asla dönmeyiz) dediler.
Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir müddet
sonra da diğer oğlu Abdullah küçük yaşta iken vefât ettiler. Yine Bi’setin onuncu yılında Peygamberimizin (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı Hz. Hatice vefât etti. Ard arda vuku
bulan bu ölüm hadîselerinden dolayı bu seneye Senet-ul-hüzün (Hüzün yılı) denildi. Bu vefât hadîselerine çok sevinen müşrikler, Peygamberimiz (s.a.v.) ve müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib hayatta iken, onun himayesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve müslümanlara yaptıkları tecavüzleri kat kat arttırdılar.
MÎ’RÂC
Mekke ehâlisi îmân etmiyor. Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceyi arttırıp işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretden bir yıl önce, elliiki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Taif’e gitti.
Tâif halkına bir ay nasîhat etti. Hiç kimse îmân etmedi. Alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Ümitsiz, üzüntülü, yorgun geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan
içinde kaldı. Tâif’den uzaklaştılar. Çok sıcak bir saatte yorgun bir halde yol kenarında oturdular. Bir bağ
yanında istirahat edip, yaralarının kanlarını sildiler. Yakınlarında bulunan bağın sahibi,
Rebîaoğullarından Utbe ve Şeybe adında zengin iki kardeşti. Peygamberimizi (s.a.v.) ve Zeydi (r.a.)
görüp, köleleri Addas ile iki salkım üzüm gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.v.) üzümü yerken besmele
çekti. Üzümü getiren köle Addas Hıristiyan idi. Besmeleyi işitince şaşırdı. (Yıllarca buralardayım. Kimseden böyle söz duymadım. Bu nasıl sözdür?) dedi.
Resûlullah: “Sen neredensin?” buyurdu.
Addâs: Nineveliyim, dedi.
Resûlullah: “Yunus aleyhisselâmın memleketinden imişsin” buyurdu.
Addâs: Sen Yunus’u nereden tanıyorsun? Onu, buralarda kimse bilmez, dedi.
Resûlullah: “O benim kardeşimdir. O da, benim gibi Peygamber idi” buyurdu. - 21 -
Addâs: Bu güzel yüzün, bu tatlı sözlerin sahibi yalancı olmaz. Ben inandım ki, Sen Allah’ın Resû-
lüsün, dedi. Müslüman oldu, yâ Resûlallah, yıllarca bu zalimlere, bu yalancılara kölelik ediyorum. Herkesin hakkını yiyorlar. Herkesi aldatıyorlar. Hiç iyi tarafları yok. Dünyalık toplamak, Şehvetlerini yapmak
için her alçaklığı göze alıyorlar. Onlardan nefret ediyorum. Sizinle birlikte gitmek, size hizmetle şereflenmek, cahillerin, ahmakların size yapacağı saygısızlıklara hedef olmak, mübârek vücudunuzu korumak için fedâ olmak istiyorum, dedi.
Resûlullah, tebessüm buyurdu: “Şimdi efendilerinin yanında kal!” Az zaman sonra, adımı her
yerde İşitirsin. O zaman bana gel.” buyurdu. Bir müddet İstirahat edip, Mekke’ye yürüdüler.
Peygamberimiz (s.a.v.) Tâif’den Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle adındaki bir
yerde bir müddet istirahat etti. Bu sırada namaza durmuştu. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan ge-
çerken Peygamberimizin (s.a.v.) okuduğu Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) ile görüşüp müslüman oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara “Kavminize varınca
benim îmâna davetimi onlara da söyleyin, onları îmâna davet edin” buyurdu. O cinnîler kavimlerine
gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir. Bu hadîseden sonra Mekke’ye yürüdüler.
Muhammed aleyhisselâm Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir
bulutu ve biraz sonra da Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Cebrâil aleyhisselâm (Yâ Muhammed, şüphesiz
ki, Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti, dedi.) Sonra bir melek göstererek, (Şu melek,
Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin) dedi.
Dağlara müvekkil melek: Mekkenin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykın dağını göstererek (Yâ
Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret,
kavuşturayım) dedi. Muhammed aleyhisselâm “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim.
Allahü teâlânın bu müşriklerin sulbünden îmân edecek, Allaha şirk koşmayacak bir nesil çıkarması için duâ ederim” buyurdu.
Karanlıkta Mekke’ye girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidilecek
bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümm-i Hânî’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine
geldi. Ümm-i Hânî, o zaman imân etmemişti. Kimdir o dedi.
Resûlullah (s.a.v.) “Amcan oğlu Muhammedim. Kabul edersen, misafir geldim,” buyurdu.
Ümm-i Hânî: Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misafire can fedâ olsun. Yalnız, teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz, birşeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek birşeyim yok, dedi.
Resûlullah (s.a.v.) “Yiyecek, içecek istemem. Hiçbiri gözümde yok. Rabbime ibadet etmek,
yalvarmak için bir yer bana yetişir” buyurdu.
Ümm-i Hânî, Resûlullah’ı (s.a.v.) içeri alıp, bir hasır, leğen, ibrik verdi. Gelen misafire ikrâm etmek,
onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev
sahibi için büyük yüzkarası olurdu. Ümm-i Hânî düşündü. Bunun Mekke’de düşmanları çok. Hatta öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar onu gözeteyim dedi. Babasının kılıcını alıp,
evin etrafında dolaşmağa başladı.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna
gelmesi, se’âdete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp
uyuyuverdi.
O anda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma:
Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübârek bedenini, nazik kalbini çok incittim. Bu halde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbirşey düşünmüyor. Git! Habîbimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. O’na ve O’nu sevenlere hazırladığım nimetleri görsün. O’na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O’nu incitenlere hazırladığım azapları görsün. O’nu ben teselli edeceğim. O’nun nazik kalbinin
yaralarını ben gidereceğim, buyurdu. Cebrâil (a.s.), bir anda Resûlullah’ın yanına geldi. Mışıl mışıl uyuyor gördü. Uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübârek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı
için, soğuk dudakları, Resûlullah’ı uyandırdı. Cebrâil (a.s.)’i hemen tanıdı ve (Ey Cebrâil kardeşim.
Böyle vakitsiz niçin geldin. Yokta bir hata mı ettim, Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi
getirdin?) buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrâil (a.s.): Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın sevgilisi; Ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli peygamber! Rabbin sana selâm ediyor. Seni kendine davet ediyor. Lütfen kalk. Buyur, gidelim, dedi. Kâ’be yanına geldiler. Orada, bir kimse geldi. Göğ-
sünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Yine yerine koydu. Sonra Cennetten gelen Burak
adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs’de, Mescid-i Aksa’ya geldiler. Cebrâil (a.s.) kayayı parmağı ile deldi. Burak’ı oraya bağladı. Geçmiş peygamberlerden bazısının ruhları insan şeklinde orada - 22 -
idi. Cemaatle namaz için Âdem (a.s.), Nuh (a.s.), İbrâhîm (a.s.) peygamberlere, imam olmalarını sıra ile
söyledi. Hiçbiri kabul etmedi, özür dilediler. Cebrâil (a.s.), Habîbullahı ileri sürdü. Sen varken, başkası
imam olamaz, dedi. Namazdan sonra, mescidten çıkıp bilinmeyen bir Miraç ile, bir anda, yedi kat gökleri
geçtiler. Her gökte bir büyük peygamberi gördü. Cebrâil (a.s.) Sidre’de kaldı ve kıl kadar ilerlesem, yanar, yok olurum dedi. Sidret-ül-müntehâ, altıncı gökte bulunan büyük bir ağaçtır. Resûlullah (s.a.v.)
Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsi, Arş
ve Ruh alemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup, bir anda, Kudüs’e ve oradan Mekke-i Mükerreme’ye,
Ümm-i Hânî’nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi. Dışarda dolaşan Ümm-i Hanî uyuklamış, birşeyden haberi olmamıştı. Kudüs’ten Mekke’ye gelirken Kureyş’in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı.
Sabah olunca, Kâ’be yanına gidip Miracını anlattı. İşiten kâfirler alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış dediler. Müslüman olmağa niyetli olanlar da vazgeçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in
evine geldi. Çünkü, bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen
sordular:
Ey Ebû Bekir! Sen çok kere Kudüs’e gidip geldin, iyi bilirsin, Mekke’den Kudüs’e gitmek gelmek,
ne kadar zaman sürer dediler. Ebû Bekir: İyi biliyorum. Bir aydan fazla, dedi.
Kâfirler bu söze sevindi. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve
Ebû Bekir’in de kendileri gibi düşüneceğini zannettiler.
Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı diyerek, Ebû Bekir’e
sevgi, saygı ve itimâd gösterdiler.
Ebû Bekir (r.a.) Resûlullah’ın mübârek adını işitince, (Eğer O söyledi ise inandım. Bir anda gidip
gelmiştir) deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve (Vay canına,
Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e sihir yapmış) diyorlardı.
Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullah’ın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle (Yâ
Resûlallah! Miracınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük
Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Mübârek yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken
tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana
fedâ olsun!) dedi. Ebû Bekir’in sözleri kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye dü-
şen, imânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah (s.a.v.) o gün Ebû Bekir’e (Sıddîk)
dedi. Bu adı almakla derecesi bir kat daha yükseldi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Mü’minlerin kuvvetli imânına, Peygamberin (s.a.v.) her sözüne hemen
inanmalarına, O’nun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Resûlullah’ı mahcup, mağ-
lup etmek için, imtihan etmeğe yeltendiler.
Yâ Muhammed (s.a.v.) Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım. Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var, gibi şeyler sordular. Hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebû Bekir, öyledir yâ Resûlullah derdi. Halbuki, Resûlullah (s.a.v.) edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyururdu ki,
(Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda Cebrâil (a.s.), Mescid-i
Aksa’yı gözümün önüne getirdi, pencerelerini görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum). Yolda, develi yolcular gördüğünü söyledi, inşâallah Çarşamba günü gelirler buyurdu. Çarşamba
günü güneş batarken, kervan Mekke’ye geldi. Fırtına eser gibi olduğunu bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl mü’minlerin imânını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını arttırdı.
Hicretten bir yıl önce Receb ayının 27’sinde Cuma gecesi vuku bulan bu mu’cizeye Peygamberimizin (s.a.v.) Mi’râcı denir. Resûlullah (s.a.v.) Mi’râca ruh ve bedeni, ile uyanık iken çıktı. Peygamberimize (s.a.v.) Mi’râc gecesinde nice ilâhi hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı.
Mi’râc Kur’ân-ı kerîmde İsra sûresinde ve Hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.
AKABE BÎATLARI
Peygamberimiz (s.a.v.) Tâiften Mekke’ye döndükten sonra da müşriklerin şiddetle karşı çıkmaları-
na rağmen bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma davet etti. Böylece İslâmiyet günden güne yayılıyor: Müslüman olanlar çoğalıyordu. Mekke hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle
dolup taşardı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap
kabilelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna davet ederdi. Müşrikler ise hep mani olmak için uğraşırlardı.
Peygamberimiz (s.a.v.) Bi’setin onuncu yılında hac mevsiminde Akabede Medine’den gelen altı ki-
şiyle karşılaştı, onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma davet etti. Medine’deki Hazrec - 23 -
kabilesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk Medineli müslümanlardır.
Bundan bir sene sonra Bi’setin onbirinci yılında yine hac mevsiminde 12 Medineli Peygamberimizin (s.a.v.) davetini kabul ederek müslüman oldular. Allaha şirk koşmayacaklarına, zinâdan, hırsızlıktan
sakınacaklarına, kimseye iftira etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allaha ve Resûlüne
itâat edeceklerine dair kesinlikle söz verdiler. Bu hadîselere ilk Akabe bîatları denilmiştir. Medinelilerin
yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu. Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve
Kur’ân-ı kerîmi öğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyri muallim olarak onlarla birlikte Medine’ye gönderdi. Bu sıralarda Medinedeki müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Ümeyrin
üstün gayretleri ile Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabilelerinden hemen hemen müslüman olmayan
kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyet Medine’de yayıldı. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’de İslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye (sevinç yılı) denildi. (Mi’râc ikinci Akabe
bi’atından sonra vuku buldu.) Bu seneden sonra yine hac mevsiminde Medine’den 73 erkek 2 kadın
olmak üzere 75 kişi Akabede gece yarısı gizlice Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah onlara “Allah’dan başka ilâh olmadığını, benim onun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini yerine
getireceğinize bana itâat edeceğinize hiç bir şeyden çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı
söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve namusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza
söz veriyor musunuz?” buyurdu. Bunu seve seve kabul ettiklerini bildiren Medineliler (Ya Resûlallah,
senin uğrunda ölürsek bize ne var?) diye sordular. Resûlullah “Cennet var”, buyurunca, Resûlullahın
elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bu bîat edenler içinden okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci
olarak seçti. Bunlar Medine’nin ileri gelenlerinden idi. Bu temsilciler (Allaha hamd olsun ki; bizi Muhammed aleyhisselâmın sevgisiyle ve ona İmân etmekle şereflendirdi. Allahın ve Resûlünün davetini kabul
ettik, dinledik ve boyun eğdik..) diyerek sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifade ettiler.
HİCRET
Son Akabe bîatıyla Medine müslümanlar için rahat edecekleri ve sığınacakları bir yer olmuştu. İ-
kinci Akabe bîatini duyan Mekkeli müşriklerin müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl
almıştı. Müslümanlar için Mekke’de kalmak tahammül edilemeyecek derecede güçleşmişti. Peygamberimize (s.a.v.) durumlarını arz ederek, Mekke’den hicret için müsâade istediler. Peygamberimiz (s.a.v.)
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi”
buyurdu. Aradan bir müddet geçmişti. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) sevinçli bir halde Eshâb-ı kirâ-
mın yanına gelip “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medine)’dir. Oraya hicret ediniz” ve “Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı.
Yesribi (Medine’yi) size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.” buyurdu. Resûlullah’ın (s.a.v.)
izin vermesi ve tavsiye etmesi üzerine Müslümanlar Medine’ye peyderpey hicret etmeye başladılar.
Resûlullah, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkı tenbih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkıyor, mümkün olduğu kadar
gizli hareket ediyorlardı. Medine’ye ilk hicrette bulunan; müşriklerden çok eziyet görmüş olan Ebû Seleme’dir. Neden sonra işin farkına varan müşrikler, hicret etmek üzere yola çıkan müslümanlardan görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapis etmeye ve çeşitli
cefalar çektirmeye başladılar. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç
harbin patlak vermesinden korktukları için öldürmeye cesaret edemediler. Ancak Müslümanlar da her
fırsattan istifade ederek Medine’ye hicrete devam ettiler.
Bu arada Hz. Ömer de bir gün kılıcını kuşandı, yanına oklarını Ve mızrağını alıp Kâ’beyi açıkça
yedi defa tavaf etti. Orada bulunan müşriklere yüksek sesle şunları söyledi:
“İşte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bı-
rakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın.”
Böylece Hz. Ömer ve yanında yirmi kadar müslüman güpegündüz açıktan Medine’ye doğru yola
çıktılar. O’nun korkusundan bu kafileye hiç kimse dokunamadı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmdan diğerleri
de hicrete devam ettiler. Bu arada Hz. Ebû Bekir de hicret için izin istedi. Resûlullah “Sabreyle. Ümidim
odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.” buyurdu. Hz. Ebû Bekir:
Anam babam sana fedâ olsun. Böyle ihtimal var mıdır? diye sordu. Resûlullah da; “Evet vardır”
buyurunca sevindi. Sekizyüz dirhem vererek hemen iki deve satın aldı. Beklemeye başladı. Nihayet
Mekke’de Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyarlar ve müşriklerin
hapsettiği kimseler kaldı.
Diğer taraftan Medineliler (Ensâr), hicret eden Mekkeliler’i (Muhacirler) çok iyi karşılayıp, misafir
ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi. Resûlullah’ın da hicret edip müslümanların başına
geçeceği ihtimaliyle Mekkeli müşrikler telâşa kapıldılar. - 24 -
Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dârü’n-Nedve’de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Şeytan, Şeyhi Necdi kılığında, ihtiyar bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi.
Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Hiçbiri beğenilmedi. Sonra şeytan da söze karışıp,
onlara “Sizin düşündüklerinizin hiçbiri O’na karşı çare değildir. Çünkü O’nun öyle güler yüzü tatlı dili vardır ki, her tedbiri bozar. Başka çare düşününüz” diyerek fikrini söyledi. Kureyşin reisi ve en azılı İslâm
düşmanı olan Ebû Cehil: En doğru fikir şudur ki, her kabileden bir kuvvetli kimse seçelim. Her biri ellerinde kılıçları ile Muhammedin (s.a.v.) üzerine saldırsın. Kılıç vurup kanını döksünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz. Zaruri olarak diyete râzı olurlar. Biz de O’nun diyetini verir, bu sıkıntıdan kurtuluruz
dedi. Şeyhi Necdi kılığında aralarına katılan Şeytan da bu fikri beğendi ve hararetle tasdîk etti.
Onlar bunun hazırlığı içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrâil (a.s.) gelerek
müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali’yi kendi
yatağında yatmasını ve bıraktığı emanetleri sahiplerine vermesini söyledi. “Bu gece yatağımda yat
uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma sana hiç bir zarar gelmez.” buyurdu. Geceleyin Yâsin sûresinin ilk sekiz âyetini okuyarak, kendisini öldürmek için evini sarmış kâfirlerin üzerine bir avuç toprak
saçtı ve evinden çıktı. Müşriklerin hiçbiri onu göremedi. Peygamber efendimizin saçtığı topraktan o gün
kime isabet ettiyse daha sonra Bedir Savaşında öldürüldü.
Safer ayının yirmiyedinci Perşembe günü, Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir yanlarına bir
miktar yiyecek alarak, bir kılavuz ile birlikte yola çıktılar. Bir saatlik mesafedeki Sevr dağında bulunan
mağaranın önüne geldiler. Mağara’ya Resûlullahtan (s.a.v.) izin alarak önce Hz. Ebû Bekir girdi, içeriyi
dikkatlice gözden geçirdi. Gördüğü çok sayıdaki delikleri, yılan ve akrep çıkmaması için, gömleğini par-
çalayarak kapattı. Açık kalan bir deliği de ayağı ile kapayıp Peygamber efendimizi içeri davet etti.
Resûlullah’ın (s.a.v.) içeri girmesinden sonra Allahü teâlâ’nın emriyle bir örümcek kapıya ağını ördü ve
bir çift güvercin yuva yaparak yumurtladı.
Sabaha kadar evin çevresinde bekleyen müşrikler sabahleyin içerde Hz. Ali’yi görünce şaşırdılar.
Resûlullah’ı (s.a.v.) yatağında bulamayan müşrikler, her tarafı aramaya başladılar. Hz. Ebû Bekir’in evine gittiler orada da bulamadılar, iz takip ederek Sevr dağındaki mağaranın önüne geldiklerinde, bir ö-
rümceğin mağaranın ağzını örmüş ve bir güvercinin de yuva yapmış olduğunu gördüler. İçeriye bakmadan geri döndüler. Allahü teâlâ, bu mucize ile Peygamberini ve O’nun arkadaşı Hz. Ebû Bekir’i müşriklerin kötülüklerinden korudu. Ayaklarının ucuna baksalardı her ikisini de göreceklerdi. Bu durum karşısında Resûlullah (s.a.v.) için endişelenen Hz. Ebû Bekir’i Peygamberimiz teselli etdi ve Ona”Sen üzülme,
Allah bizimle beraberdir” buyurdu.
Mağarada Peygamber efendimiz (s.a.v.) başını Hz. Ebû Bekir’in dizine koyarak bir miktar uyumuş-
tu ki, bir yılan Hz. Ebû Bekir’in delik üzerine koyduğu ayağını ısırdı. Izdırapla gözlerinden yaş aktı. Peygamberimiz (s.a.v.) uykudan uyanıp, “Yâ Ebâ Bekir! Seni ağlatan şey nedir?” diye sorunca, Hz. Ebû
Bekir de “Ayağımı birşey ısırdı, canım yandı. Fakat anam, babam sana fedâ olsun, yâ Resûlallah!” dedi.
Hemen Peygamberimiz yılanın soktuğu yere mübârek tükrüğünü sürdü ve Allahü teâlânın izniyle Hz.
Ebû Bekir iyileşti. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir üç gün üç gece bu mağarada kaldı. Hz. Ebû
Bekir’in oğlu Abdullah, Mekke’de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip, haber veriyor, Ebû Bekir’in
azadlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir bin Füheyre ise geceleri süt getiriyor ve izleri yok ediyordu.
Rebiülevvelin birinci Pazartesi günü mağaradan ayrılarak Medine’ye doğru yola çıkan Resûlullah’ı
(s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir’i her yerde aramalarına rağmen bulamayan müşrikler âdeta çılgına dönmüşlerdi. En azılıları olan Ebû Cehil, Mekke ve civarında tellâllar bağırtarak Peygamberimizi (s.a.v.) ve Ebû
Bekir’i (r.a.) bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vaad ediyordu. Onun bu vaadini duyan
ve mala tamah eden baza kimseler silâhlarını alıp atlarına atlayıp yola düştüler. Bunlardan biri de
Sürâka idi. Peygamber efendimize yaklaşınca Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona bir nazar etti.
Sürâka’nın atının ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü. Sürâka şaşkına dönüp af diledi ve kurtulması
için duâ istedi. Resûlullah (s.a.v.) tebessüm ederek duâ etti. Sürâka kurtuldu ve Peygamber efendimizin
(s.a.v.) emri ile geri döndü. Sürâka, Mekke’nin fethinden sonra müslüman olmuştur.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) yollarına devam ederek milâdın 622 ci senesi
Eylülünün yirminci ve Rebiülevvel’in sekizinci Pazartesi günü Medine yakınlarındaki Kubâ köyüne vardı-
lar. Bu gün müslümanların hicrî güneş yılının başlangıcı oldu. Bu senenin Mayıs ayının 16 cı Cum’a gü-
nüne tesadüf eden Muharrem ayının birinci günü de müslümanların hicrî kameri yılının başlangıcı olması, Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında söz birliği ile kabul edildi. Birkaç gün burada kalan Peygamberimiz
(s.a.v.), ilk iş olarak Kubâ mescidini yaptı. Rebiülevvelin 12. Cum’a günü Medine şehrine doğru yola
çıktı. Rânûna vadisinden geçerken, öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cum’a namazını kıldı ve ilk hutbeyi
okudu. Namazdan sonra her ikisi ve yanındakiler develerine bindi ve Medine’nin yolunu tuttular.
Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizin (s.a.v.) teşrifini büyük bir heyecan ile bekliyordu. Ona kavuşma şevkiyle yanıyorlardı. Yollara düşüp, ufuklara bakarak günlerce beklemişlerdi. Nihayet bir benzeri - 25 -
daha görülmemiş ve görülmeyecek mutluluğa kavuştular. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye teş-
rif etti.
Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından Enes bin Mâlik hazretleri Resûlullahın (s.a.v.) Medine-i
münevvereye girdiği günden daha güzel ve neşeli bir gün görmedim buyurmuştur. O gün sevinç sedaları
Medine semalarına yükseldi. Eshâb-ı kirâm sevinç gözyaşları döktü. Kadınlar ve çocuklar şiirler söylü-
yordu. Şu mısraları yüksek sesle terennüm ettiler.
“Tale’al-bedrü aleynâ, min seniyyât-ül-veda’
Vecebe’ş-şükrü aleynâ, Mâ de’allahü dâ
Eyyühel-meb’ûsü fina, ci’te bil-emr-il-mutâ”
“Veda yokuşundan ay doğdu üzerimize, Allah’a her duâ ettikde, şükretmek lâzım bu nimete!
Ey bize gönderilen yüce Peygamber! İtâat etmemiz gereken bir emirle geldin bize!”
Herkes Peygamberimize (s.a.v.) “Bize buyurun, yâ Resûlallah (s.a.v.)” diyerek, evlerine davet ediyorlardı. Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) devesini serbest bıraktı. Deve ilk defa iki yetime ait bir arsaya
çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra ikinci olarak başka bir yere çöktü. Burası Peygamber efendimizin (s.a.v.) dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî (r.a.) hazretlerinin evine en yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misafir oldu. Ensâr (Medineli Müslümanlar) dîni için vatanını terk
eden Muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerinde misafir etti, iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptı.
Bu çeşit fedâkârlık ancak İslâm kardeşliğinde vardır. Nitekim Allahü teâlâ “Ancak mü’minler kardeştirler.” buyurarak, gerçek sevgi ve samimiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla var olabileceğini buyurmuştur. Bu da bu derecede açıkça Ensâr ve Muhâcirînin arasında görülmektedir.
Medine’ye hicretin, İslâm târihinde büyük önemi vardır. Hicretten sonra Müslümanlığın kolayca ve
süratle yayılması sağlanmış, İslâm dininin merkezi Mekke’den Medine’ye nakledilmiş oldu. Ensâr ve
Muhâcirîn bu yeni İslâm merkezinde el ele vererek İslâm dininin kuvvetlenmesi için her fedâkârlığa katlanıyorlar. Resûlullah’ın (s.a.v.) etrafında toplanarak ve İslâm dininin esaslarına uyarak yeni bir nizam ve
mes’ûd bir hayat kuruyorlardı. Eski sıkıntılı ve korkulu günler arkada kalmış, inançlarından dolayı insanlara işkence yapan müşriklerin eza ve cefâ veren ellerinin uzanamayacağı Medine’de hürriyet ve emniyet havası içinde sakin, tatlı bir hayat başlamıştı. Müslümanlar bir devlet olmuşlardı. Cihad emri, burada
geldi. Medine’deki kabileler arasındaki kin ve düşmanlık kalktı.
|