PEYGAMBER EFENDİMİZ S.A.V. MEDİNE DEVRİ
Peygamberimizin (s.a.v.) Bi’setin onüçüncü yılında 12 Rebî’ul-evvelde, milâdî 622 senesinde Medine’ye Hicreti ile on sene süren Medine devri başladı.
Bu sırada Medine’de Yemen’den gelip yerleşmiş olan Evs ve Hazrec kabileleri ve Benî Kaynuka,
Beni Nadir, Benî Kureyza adında üç Yahudi kabilesi bulunuyordu. Mekkeli müslümanların gelip Medine’de bulunan müslümanlarla her bakımdan yardımlaşmak üzere kardeşlik kurmaları ile Medine’nin havası değişmişti.
İlk zamanlarda Medine’de bir mescid olmadığı için Peygamberimizin (s.a.v.) bulunduğu her yerde
cemaatla namaz kılınıyordu. Daha sonra Resûlullahın Medine’ye ilk geldikleri gün devesinin çöktüğü
arsa satın alınarak oraya bir mescid, Resûlullah için de bu mescide bitişik odalar yapıldı.
Peygamberimiz (s.a.v.) kalmakta olduğu Eshâb-ı kirâmdan Ebû Eyyûbi Ensârî Hâlid bin Zeyd’in
(r.a.) evinden mescidin bitişiğinde yapılan bu odalara taşındı (Bkz. Ebû Eyyub-i Ensârî). Yine bu arada
Peygamberimiz (s.a.v.) mallarını, mülklerini Mekke’de bırakarak hicret eden müslümanlar ile Medineli
müslümanlar arasında kardeşlik kurdu. Her Medineli müslüman, Mekke’den gelen müslümanlardan birini evine aldı, malına ortak etti. Evi, ailesi olmayan yetmişden fazla fakîr müslüman da mescidin avlusunda yapılan sofada ikamet ettiler, bütün ihtiyaçları burada, karşılandı. Bunlara “Eshâb-ı Suffa” denildi.
Bunlar Peygamberinizin (s.a.v.) yanından ayrılmaz, söylediklerini ezberler, İslâmiyeti iyice öğrenirlerdi.
Medine dışındaki yerlere İslâmiyyeti öğretmek üzere bunlardan muallimler gönderilirdi.
Hicretin birinci yılında Medine’de mescid yapıldıktan sonra günde beş vakit ezan okunmaya baş-
landı. Yine bu sene Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’in kızı Hz. Âişe ile evlendi.
Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra da müşrikler düşmanlıklarını devam ettirdiler. Her sene hac mevsiminde çevreden Kâ’bedeki putlara tapmak için gelen Arab kabilelerinden kazanç sağlayan
müşrikler bu kazancın ellerinden kaçması endişesine kapıldılar. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Şam ticâret
yolu da Medine yakınından geçiyordu. Bu yolun da kapanmasından korkan müşrikler, yeni çareler arı-
yorlardı. Hicretten sonra Medine’de birleşen müslümanların karşısında; Mekkeli müşrikler, Medinede ve - 26 -
ve çevresinde bulunan Yahudiler ve münafıklar olmak üzere üç çeşit düşmanları vardı. Bu bakımdan
tehlike daha çok artmıştı. Böylesine mühim ve tehlikeli bir durum karşısında Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından yeni tedbirler alındı. Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki anlaşmazlıkları
düzeltip onları birbirine dost yaptı. Yahudi kabileleri ile de bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre; Yahudiler kendi dinlerinde serbest kalacak, ancak Medine’ye dışardan yapılacak her türlü düşman saldırı-
sına karşı müslümanlarla birlikte vatanlarını müdafaa edeceklerdi. Yahudilerle müslümanlar arasında bir
anlaşmazlık çıkarsa, Resûlullahın hakemliğini kabul edeceklerdi. Bundan başka Mekke civarında bulunan diğer kabileler ile sulh antlaşması yaptı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu kapatıldı. Medine’de bulunan
müslümanların ilk nüfus sayımı yapılıp binbeşyüz civarında bulunan müslümanlar için nüfus defteri tutuldu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’nin asayişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için
de devriyeler tertipledi. Muhtemel düşman saldırılarına karşı nöbet tutuluyordu. Düşman hücum etmedikçe ve tecavüze uğramadıkça savaş yapmamak üzere hazırlanan bu keşif kollarına (seriyye) denir.
Beş ile dörtyüz kişi arasında değişen bu seriyyeler Hz. Hamza’nın, Hz. Ubeydetübni Hâris’in ve Hz. Sa’d
bin Ebî Vakkas’ın komuta ettiği seriyye olmak üzere üç seriyye hazırlanmıştı. Hicretin ikinci yılında cihada, düşmanla harbe izin verildi. Önce yalnız müdafaa etmek suretiyle izin verilmesi üzerine ilk gazâlar
yapılmaya başlandı. Peygamberimizin bizzat idare ettiği savaşlara “Gazâ”, başında bulunmadığı askerî
harekâta da “Seriyye” adı verildi. Medine devrinde yapılan gazâların sayısı yirmidir. Seriyyeler ise daha
fazladır. Cihada izin verilmesi Kur’ân-ı kerîmde Hicr sûresi 39-41 âyetlerinde, Hac sûresi 39. âyetinde,
Bekara sûresi 190, 192 ve 193. âyetlerinde bildirilmektedir. Hicretin ikinci yılı olaylarından müdafaa için
cihada izin verilmesinin yanında bir diğer hadîse de, daha önce Kudüs’e karşı namaz kılınmakta iken
Allahü teâlânın Kâ’be’ye yönelerek namaz kılmayı emretmesi ile kıble değişti. Kıblenin değiştiğini,
Kâ’be’ye yönelerek namaz kılınmasını emreden Bekara sûresi 144. âyeti nazil olunca Müslümanların
kıblesi Kâ’be oldu. Kıblenin Kâ’be olmasından bir ay ve hicretten 18 ay sonra Şaban ayının 10. günü
Bedir gazâsından bir ay önce oruç farz oldu. Yine bu sene Ramazan ayında teravih namazı kılınmaya
başlandı ve sadaka-yı fıtr vermek vacip oldu. Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayında zekât vermek
de farz oldu. Hicretin ikinci yılında Zilhicce ayında da Kurban kesmek ve bayram namazı kılmak vacip
oldu.
BEDİR SAVAŞI
Muhammed aleyhisselâm Medine’ye hicret ettikten sonra. Medine’de bütün işleri ve münâsebetleri
belli bir tertibe koyup, müslümanları güçlü bir duruma getirdi. Böylece İslâmiyet her geçen gün yayılıyor
ve müslümanlar da kuvvetleniyordu. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ise Müslümanlar üzerine saldırmak
için devamlı hazırlık yapıyorlar ve savaş için bahaneler arıyorlardı. Nihayet miladî 624 ve hicretin ikinci
yılında müşriklerin bin kişilik bir orduyla Medine’ye yürümeleri üzerine, Medine dışında Bedir denilen
yerde Bedir Savaşı yapıldı. Bu savaşta Müslümanların sayısı 313 kişi idi. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Müslümanlar ilk parlak zaferi kazandılar. Başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri
öldürüldü. Yine bir kısım ileri gelenleri olmak üzere 70’i esir alındı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu esirlerin bir
kısmını fidye karşılığı, okuma yazma bilenleri de Medineli 10 çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla
serbest bıraktı. Bu hadîse Mekke’den ve Medine’den bir çok kimsenin müslüman olmasına sebep oldu.
Bedir Savaşında Müslümanların galip gelmesi, Medine’de bulunan Yahudileri endişelendirmişti.
Münafıklarla birleşen Benî Kaynuka Yahudileri, Peygamberimizle (s.a.v.) yaptıkları vatandaşlık anlaş-
masını bozarak harbe karar verdiler. Bunun üzerine yapılan Benî Kaynuka gazasında yenilip teslim olan
Yahudiler Medine’den çıkarıldı.
Muhammed aleyhissselâm müşriklere önce İslâm’ı anlatarak ve nasîhat ederek imân etmelerini
bildirdi. Yine imân etmeyip düşmanlık yapmalarına sabrederek, onları daima îmân etmeye çağırdı. Nihayet Allahü teâlânın önce müdafaa, sonra da haktan kaçınanlara cihad emriyle savaş yaptı. Bu savaş-
lardan ilki olan Bedir Savaşında müşrikler ağır bir yenilgiye uğradı. Müslümanlar ise artarak kuvvetlendi.
Günden güne İslâmiyyet yeni vak’alarla yayıldı.
Hicretin üçüncü yılında meydana gelen başlıca hadîseler şunlardır:
Sevik gazvesi, Necd gazvesi, Zeyd bin Hârise Seriyyesi, Muhammed hin Mesleme Seriyyesi yapıldı. Peygamberimiz (s.a.v.) kızı Ümmü Gülsüm’ü, Hazret-i Osman ile evlendirdi. Hazret-i Ömer’in kızı
Hafsa’yı kendi nikâhlarına aldılar. Hazret-i Ali’nin oğlu, Hazret-i Hasan dünyâya geldi Şevval ayında
Uhud gazvesi yapıldı.
UHUD SAVAŞI
Bedir savaşında yenilen müşrikler bir yıl sonra da 3000 kişilik bir kuvvetle Medine üzerine yürüdü-
ler. Peygamberimiz müşriklerin bu saldırısına karşı 1000 kişilik bir ordu ile düşmanı Uhud dağında karşı-- 27 -
ladı. Bir müdafaa savaşı olan Uhud Savaşında Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek dişi kırıldı, mübârek
yüzü kanadı ve mübârek dudağı yaralandı. Hz. Hamza şehîd edildi. Bundan başka Muhâcir ve
Ensâr’dan yetmiş sahâbî şehîd oldu.
Uhud Savaşından sonra hicretin dördüncü yılında Beni Nadir gazâsı yapıldı. Daha önceden Peygamberimizle (s.a.v.) anlaşma yapan Yahudi kabilelerinden Beni Nadir kabilesi Uhud Savaşından sonra
Peygamberimize (s.a.v.) suikast yapmaya kalkışarak anlaşmayı bozdular. Münafıkların kendilerini destekleyeceklerini söylemeleri üzerine anlaşmayı yenilemeye yanaşmayan Beni Nadir kabilesi ile yapılan
savaşta, bu kabile Medine’den çıkarıldı. Böylece müslümanların Medine’deki durumu daha da kuvvetlendi.
Hicretin dördüncü yılında müşrikler, Medine’den çıkarılan Yahudiler ve münafıklar çok tehlikeli bir
hal almışlar, her fırsatta saldırmaya hazırlanıyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu düşmanlara karşı korunma ve savunma tedbirleri aldı. Bir taraftan da İslâmiyyeti yaymak için çevrede bulunan kabilelere
Eshâb-ı kirâmdan heyetler gönderiyordu. Onlar da gittikleri yerlerde İslâmiyeti anlatıyor, insanları îmân
etmeye davet ediyorlardı.
Medine civarında bulunan iki kabile Peygamberimize (s.a.v.) elçi göndererek kendilerine İslâmiyeti
öğretmek üzere muallim (öğretmen) istediler. Bu istek üzerine Eshâb-ı kirâmdan on kişi gönderildi. Reci
denilen yere vardıklarında 200 kişilik bir düşman hücumuna uğrayan bu heyetten 8 kişi şehîd oldu. Bu
hadîseye “Reci vakası” denir. Yine Necid şeyhi Ebû Bera’nın Medine’ye gelip kendilerini irşad için muallimler istemesi üzerine irşad için Eshâb-ı kirâmdan 70 kişilik bir heyet gönderilmişti. Eshâb-ı Suffa’dan
olan bu irşad heyeti “Bir-i Mâûne” denilen yere vardıklarında, Necidliler verdikleri teminata rağmen ihâ-
net ederek üzerlerine gönderdikleri bir ordu tarafından yetmişini de şehîd ettiler. Bu hadîse de “Bir-i
Mâûne faciası” adı ile bilinmektedir.
Şarap (içki) içmeyi harâm kılan âyet-i kerîme de hicretin dördüncü yılında indi. Peygamberimiz
(s.a.v.) bu yılda Hz. Ümm-i Seleme ile evlendi. Hz. Ümmî Seleme’nin kocası Uhud Savaşında yaralanmış, sonra da vefât etmişti. Peygamberimiz (s.a.v.) ihtiyar ve çocukları olan Hz. Ümmü Seleme’yi kendisine nikâhlayarak zor durumdan kurtarıp himayesine aldı.
HENDEK SAVAŞI
Hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı yapıldı. Müşriklerin Medine üzerine yaptıkları üçüncü ve
son saldırı olan bu savaş, Beni Nadir Yahudileri ve müşriklerin beraberce hazırladıkları onbin kişilik bir
orduya karşı Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’nin etrafına geniş ve derin bir hendek kazdırıp üçbin kişilik
bir ordu ile düşmana karşı durdu. Bir ay süren kuşatmada Medine’de bulunan Benî Kureyza Yahudileri
de Peygamberimizle (s.a.v.) yaptıkları anlaşmayı bozarak müslümanları arkadan vurmaya kalkıştılar.
Neticede kuvvetli bir fırtınaya ve şiddetli yağmura tutularak darmadağın olan düşman ordusu perişan bir
halde paniğe kapılarak Mekke’ye döndü. Bu hadîse Kur’ân-ı kerîmde Ahzab sûresi 9. âyetinde şöyle
bildirilmektedir: “Ey îmân edenler! Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayınız. Hani ordular saldırmış-
tı da, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik.” Bu
savaştan sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize
gelemez” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Hendek Savaşından Medine’ye dönünce Eshâb-ı kirâma silahlarını çıkarmadan Hendek, Savaşı sırasında ihânet ederek müşrikler ile birleşip müslümanları arkadan vurmak isteyen Benî Kureyza Yahudileri üzerine hareket emri verdi. Neticede teslim olan bu kabileye haklarında
verilen hüküm uygulandı.
Teyemmüm âyeti ve haccın farz olduğunu bildiren âyet de hicretin beşinci yılında nazil oldu.
Hicretin altıncı yılında Mekke dışındaki müşrikler ile Müreysi Gazası yapıldı. Mekkeli müşriklerin
İslâmiyeti resmen bir devlet olarak tanımak zorunda kaldıkları Hudeybiye antlaşması da bu yılda yapıldı.
Yine bu yılda Peygamberimiz (s.a.v.) bütün insanlara Peygamber olarak gönderildiğini bildirmek ve
İslâmiyeti her tarafa yaymak için Bizans, İran, Habeş, Mısır, Gassan ve Yemame hükümdarlarına elçiler
göndererek onları İslâma davet etti. Peygamberimizin (s.a.v.) bu daveti karşısında Habeş Hükümdarı
müslüman oldu. Bizans İmparatoru elçiye iyi muamele yaptı. Mısır valisi Peygamberimize (s.a.v.) hediyeler gönderdi. İran Şahı ve Gassan Beyi ise elçilere hakaret ederek sert davrandılar. Yemame Beyi ise
boş ve mânâsız tekliflerde bulundu.
Hicretin yedinci senesinde, İslâmiyet Arap yarımadasında süratle yayılmaya başladı ve düşmanlar
oldukça tesirsiz hale getirildi. Bu yılda vuku bulan mühim hadîselerden biri de Hayber’in fethidir. Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’ye hicret etmesinden sonra antlaşma yaptığı Yahudi kabileleri daha sonra
bu antlaşmayı bozarak Mekkeli müşriklerle birleşip müslümanlara ihânet etmeleri sebebiyle birer birer
Medine’den çıkarılmışlardı. Bu yahudi kabilelerinden Beni Nadir kabilesi Hayber’e yerleşmişti. Peygam-- 28 -
berimiz (s.a.v.) binaltıyüz kişilik bir ordu ile Hayber üzerine gitti ve bir hafta süren kuşatmadan sonra
Hayber feth edildi. Böylece yahudi tehlikesi ve fitnesi ortadan kaldırıldı. Yine bu yılda Peygamberimiz
(s.a.v.) Eshâb-ı kirâmdan ikibin kişi ile Mekke’ye gidip Kâ’be’yi tavaf etti. Mekkeliler üzerinde büyük bir
tesir bırakan bu ziyâret üzerine bir çok meşhûr kimse müslüman oldu. İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’den
Habeşistan’a hicret eden müslümanlar da bu yılda Medine’ye geldiler.
Hicretin sekizinci yılında Mûte Savaşı yapıldı. Peygamberimizin (s.a.v.) gönderdiği bir elçinin şehîd
edilmesi üzerine yapılan bu savaş, yüzbin kişilik Rum ordusuna karşı üçbin müslümanın çok büyük kahramanlıklar gösterdiği bir savaştı. Bu savaştan geri çekilmek zorunda kalan Rumların müslümanlara
karşı olan tutumu iyice kırıldı.
MEKKENÎN FETHİ
Hicretin sekizinci yılında vuku bulan hadîselerin başında Mekke’nin fethi yer alır. Peygamberimiz
(s.a.v.) ile on sene müddetle Hudeybiye antlaşmasını imzalayan Kureyşliler, daha iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Peygamberimiz (s.a.v.) Kureyşlilerden yapılan antlaşmaya uymalarını istedi. Müşrikler
buna yanaşmayınca Peygamberimiz (s.a.v.) onbin kişilik bir kuvvet ile Mekke üzerine yürüdü. Arap yarımadasında puta tapıcılığın merkezi olan Mekke feth edildi. Kâ’be’deki putlar kırılıp Kâ’be putlardan
temizlendi. Yirmi yıldan beri müslümanlara amansız düşmanlık yapan müşriklerin de gücü tamamen
kırıldı. Peygamberimiz (s.a.v.)’in affına kavuşup, çoğu müslüman oldu. Mekke’nin fethinden sonra
Hevazin ve Sakif kabileleri, Sa’doğulları gibi bazı küçük kabileleri de yanlarına alarak 20 bin kişilik bir
ordu ile harekete geçtiler. Peygamberimiz (s.a.v.) 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gidip bu müttefik
müşrik ordusunu mağlup etti. Yenilen bu düşman kabileler Taif’e sığınarak yeniden savaşa hazırlanmaya başladılar. Peygamberimiz (s.a.v.) Tâif’i 20 gün kuşatma altında tuttuktan sonra muhasarayı kaldırdı.
Bir sene sonra da Taifliler kendi istekleriyle müslüman oldular.
Hicretin dokuzuncu yılı İslâmiyet’in Arap yarımadasında büyük bir süratle yayıldığı bir yıl oldu. Bir
taraftan bölük bölük insanlar Medine’ye gelip müslüman oluyor, bir taraftan da İslâmiyeti kabul eden
kabilelerin dînî ve idari işlerini yürütmek için çevreye memurlar ve valiler gönderiliyordu. Bu sırada çevrede İslâm’ın yayılmasını engellemek isteyen devletler vardı. Bunlardan biri de o zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans’dı. Bizans Kayseri Heraklius Mûte Savaşı’ndan beri Arap yarımadasını
istilâ ederek İslâmiyetin yayılmasına son vermek istiyordu. Heraklius, Hıristiyan Arapların ve diğer bir
takım kabilelerin de desteğini alıp, kendisi de 40 bin kişilik bir ordu toplayarak Medine üzerine yürümeye
hazırlanmıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) bu durumu haber alınca otuzbin kişilik bir ordu hazırladı. Bu hazırlıkta Eshâb-ı kirâm mallarını da vererek fiilen büyük bir fedâkârlık gösterdi. İslâm ordusu Tebük’e geldiği
sırada müslümanların bu hazırlığını işiten Bizanslılar savaşmaktan çekinip geri dönmüşlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) ordusuyla Tebük’te 20 gün kaldı. Şam’da bulaşıcı bir hastalık olan Tâûn (veba) salgını olduğunu duyunca Medine’ye döndü, Böylece Bizans’ın mukavemeti iyice kırılmış oldu ve İslâmiyetin şanı, şerefi her tarafta duyuldu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke devrinde müşrikler, Medine devrinde ise müşrikler, yahudiler ve
münafıklar olmak üzere üç çeşit düşmanla karşılaştı. Bunlardan müşrikler ve yahudilerle yaptığı savaşlar
neticesinde onları mağlup ederek düşmanlıklarına son verdi. Münafıklar ise düşmanlıklarına sinsice ve
gizlice devam ediyorlardı. Bu münafıkların müslümanlara yaptıkları gizli düşmanlıklardan biri de,
müslümanlar arasına fitne sokmak maksadıyla Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’ye hicreti sırasında
yaptırdığı, “Temeli takva üzerine atıldı” buyurulan Kubâ mescidi karşısında Mescid-i Dırar’ı yapmalarıdır. Münafıkların Kubâ mescidinin cemaatini bölmek gibi birçok bozuk ve nifak düşüncelerle yaptıkları
bu mescit, Tevbe sûresi 107 ve 108. âyetlerinin nazil olması üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından
yıktırıldı Bu hadîseden iki ay sonra da münafıklar, başları Abdullah bin Übey’in ölmesi ile dağıldı ve
müslümanlara karşı düşmanlık faaliyetleri sona erdi. Böylece hicretin dokuzuncu yılında İslâm’ın belli
başlı düşmanlarının karşı durma ve engelleme güçleri çok mühim bir derecede sona erdirildi.
Bu yılın mühim bir hadîsesi de çevreden Medine’ye akın akın heyetlerin gelmesidir. Bu bakımdan
bu yıla “Senet-ül-Vüfûd=Elçiler yılı denildi. Peygamberimize (s.a.v.) gelen bu heyetler; ya müslüman
olmak için veya müslüman olduklarını bildirmek üzere yahut da kabul ettikleri İslâmiyet’in esaslarını öğ-
renmek için geliyorlardı. Peygamberimiz müslüman olan bu kabilelere İslâmiyet’i öğretmek, işlerini yü-
rütmek üzere muallimler ve valiler gönderdi.
Hicretten önce îmân etmemiş olan ve hicretin sekizinci yılında Taif muhasarası sırasında Peygamberimize (s.a.v.) karşı çıkan Taifliler de hicretin dokuzuncu yılında Tebük seferinden sonra herkesten önce heyet göndererek müslüman oldular.
İslâm’ın beş şartından biri olan hac da hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Âl-i İmrân sûresinin
96 ve 97. âyetleri nazil olunca Peygamberimiz (s.a.v.) bunu Eshâb-ı kirâma bildirdi. O sene Hz. Ebû
Bekir’i üç yüz kişilik bir kafileye Hac emiri tayin etti. Bu kafilede bulunan Eshâb-ı kirâm Hz. Ebû Bekir’in - 29 -
emirliğinde Mekke’ye gitti. Bu sırada “Berâe” sûresinin ilk âyetleri nazil oldu. Bu âyetlerde muahede
hakkındaki bazı hükümler bildirildi. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu bildirmek üzere Hz. Ali’yi de Mekke’ye
gönderdi. O zaman Araplar arasında yaygın olan bir geleneğe göre bir antlaşma yapılır veya yapılmış
olan bir antlaşma bozulursa bunu bizzat yapan veya onun tayin ettiği bir akrabası tarafından ilân olunurdu. Peygamberimiz (s.a.v.) bu iş için Hz. Ali’yi Hac kafilesinin arkasından Mekke’ye gönderdi. Hz. Ali de
kafileye yetişip Mekke’ye girdiler. Hz. Ebû Bekir bir hutbe okudu. Hac ibadetini anlattı. Eshâb-ı kirâm
öğretilen esaslara göre hac yaptılar. Hac ibadeti eda edilirken Hz. Ali de Mina’da “Cemre-i Akabe” denilen yerde bir hutbe okudu. Bu hutbesinde: “Ey insanlar beni size Resûlullah (s.a.v.) gönderdi, diyerek
söze başladı ve Berâe sûresinin ilk âyetlerini okudu. Bundan sonra ben size dört şeyi bildirmeye memurum dedi. Bu dört hususu şöyle bildirdi:
1- Mü’minlerden başka hiç kimse Cennete giremez.
2- Bu seneden sonra hiç bir müşrik Kâ’be’ye yaklaşamayacak.
3- Hiçbir kimse Kâ’be’yi çıplak tavaf etmeyecek (O zaman müşrikler Kâ’be’yi çıplak oldukları halde
tavaf ederlerdi.)
4- Her kimin Resûlullah (s.a.v.) ile antlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar muteber olacak.
Bunlar dışındakilere dört ay mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiç bir müşrik için ahd ve himaye yoktur.
O günden sonra hiç bir müşrik Kâ’be’yi tavaf etmeye gelmedi ve hiç kimse çıplak olarak Kâ’be’yi
tavaf etmedi. Bu hususlar bildirildikten sonra müşriklerden çoğu müslüman oldu. Hac farizası yerine getirildikten sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali yanlarındaki Eshâb-ı kirâm ile Medine’ye döndüler.
Hicretin onuncu yılında İslâmiyet bütün Arap yarımadasına yayıldı. Arabistan’ın her tarafından insanlar Medine’ye geliyor, müslüman olmakla şereflenmek, ebedî se’âdete kavuşmak için birbirleriyle
yarış ediyorlardı. Artık Arabistan’da müslümanlara karşı duracak hiç bir kuvvet kalmamış, İslâmiyet her
tarafa hakim olmuştu. Sadece bazı Yahudi ve Hıristiyan kabileleri müslüman olmamıştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) hicretin onuncu yılında Hâlid bin Velîd’i dörtyüz mücâhid ile Yemen civarında bulunan Hâris bin Ka’boğullarını İslâm’a davet etmek üzere gönderdi. Hâlid bin Velîd (r.a.)
Resûlullahın (s.a.v.) emri üzerine bu kabileyi üç gün üst üste İslâm’a davet etti. Onlar da davete icâbet
ederek müslüman oldular. Yine bu yılda Peygamberimiz (s.a.v.) Necranlı Hıristiyanlar ile sulh anlaşması
yaptı. Bu Hıristiyanlardan bir kısmı daha sonra kendiliklerinden müslüman oldu. Bu sene Hz. Ali de,
Eshâb-ı kirâmdan üçyüz kişi ile birlikte Yemen’de bulunan Medlec kabilesini İslâm’a davet etmek için
gönderildi. Önce karşı durdular ise de neticede bu kabile de müslüman oldu. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) bu sene İslâmiyet’in yayıldığı bütün beldelere valiler ve zekât toplamak üzere görevliler (amil,
Sai) gönderdi. Peygamberimiz (s.a.v.) Veda haccını da hicretin 10. yılında yaptı.
VEDA HACCI
Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimiz (s.a.v.) hac için hazırlanıp, Medine’deki
müslümanlara da hac için hazırlanmalarını emir buyurdu. Medine dışında bulunan müslümanlara da
haber gönderdi. Bu haber üzerine binlerce müslüman Medine’de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca
Peygamberimiz (s.a.v.) Zilka’de ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kafile ile öğle namazından sonra Medine’den hareket etti, 100 tane de kurbanlık deve götürdü. 10 gün süren yolculuktan sonra Zilhicce ayının
4. günü Mekke’ye vardılar. Yemen’den ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla müslümanların sayısı 124 bine ulaştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Zilhicce’nin 8. günü Mina’ya, 9.
günü (Arefe günü) Arafat’a gitti. Arafat vadisinin ortasında öğleden sonra “Kusvâ” adındaki devesinin
üstünde Veda Hutbesini okudu. O gün Eshâb-ı kirâm ile vedalaştı.
VEDA HUTBESİ
Ey insanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha
birleşemiyeceğim.
İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her
türlü tecavüzden korunmuştur.
Eshâbım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup işitenden
daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur. - 30 -
Eshâbım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır,
ilk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir.
Eshâbım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan
dâvası Abdulmuttalib’in torunu (amcamoğlu) Rebîa’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Harb edebilmek için harâm ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri
gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalâlete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene helâl olarak kabul ettikleri
(bir ayı) öbür sene harâm olarak ilân ederler. Cenab-ı Hakkın helâl ve harâm kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yaparlar. Onlar Allah’ın harâm kıldığını helâl, helâl kıldığını da harâm ederler.
Hiç şüphe yok ki, zaman Allahü teâlâ’nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür.
Ey insanlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim.
Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl
edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile mahremiyetinizi sizin hoşlanmadığınız hiç bir kimseye çiğnetmemeleridir.
Eğer râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
Ey Mü’minler! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O
emanet Allah’ın kitabı Kur’ân-ı kerîmdir.
Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz! müslüman müslümanın kardeşidir ve
böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına
helâl değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Eshâbım! Nefsinize (kendinize) de zulm etmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sahibine hakkını (Kur’an’da) vermiştir. Varise vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankördür. Allah’ın gazabına, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne
tevbelerini, ne de adalet ile şehâdetlerini kabul eder.
Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise, topraktandır. Allah yanında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın arab olmayana bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük ancak takva iledir.
Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz!
Eshâb-ı kirâm (Allah’ın dinini tebliğ ettin. Vazifeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz, dediler).
Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) mübârek şehâdet parmağını kaldırıp, sonra cemaat üzerine çevirip indirerek; “Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Hutbesini okuduğu gün, Mâide sûresinin üçüncü âyeti; “Bugün sizin
dininizi kemâle erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım. Size din olarak İslâm dinini seçtim”
meâlindeki âyet-i kerîme nazil oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) bu âyet-i kerîmeyi Eshâb-ı kirâma okuyunca,
Hz. Ebû Bekir ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca (Bu âyet, Resûlullahın
(s.a.v.) vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor. Onun için ağlıyorum.) buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’de 10 gün kalıp, Veda Haccını yaptı ve Veda Tavafı yaparak Medine’ye döndü. Veda Haccından sonra Eshâb-ı kirâm geldikleri yerlere gidip, Resûlullahın bildirdiği ve emrettiği şeyleri oralarda anlattılar.
Hicretin onuncu yılında vuku bulan bir hadîse de Peygamberlik iddiasında bulunan yalancıların ortaya çıkmasıdır. Bunlardan birisi Yemen’de ortaya çıkan Esved-i Ansîdir. Peygamberimizin (s.a.v.) emri
üzerine Esved-i Ansî Yemen’deki müslümanlar tarafından evinde öldürüldü. Diğeri de Müseylemet-ülKezzab’dır. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Ebû Bekir (r.a.), Müseyleme üzerine Hâlid bin
Velîd kumandasında bir ordu gönderdi. Müseyleme de öldürüldü. - 31 -
Peygamberimiz (s.a.v.) hicretin onbirinci yılında hastalanıp, vefâtından kısa bir zaman önce
müslümanlar için büyük bir tehlike olan Bizans üzerine gönderilmek üzere Üsame bin Zeyd komutasında
bir ordu hazırladı. Ordu hareket etmek üzere iken Resûlullahın hastalığının artması üzerine hareket etmedi. Bu ordu daha sonra Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinin ilk günlerinde Bizans üzerine gidip parlak zaferler kazandı. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtı da bu yılda oldu.
VEFÂTI
Peygamberimiz (s.a.v.) Veda Haccında Mina’da bulunduğu sırada, “Allah’ın yardımı ve Zafer
günü gelip insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek, tesbih et!
O’ndan af dile! Çünkü O, tevbeleri daima kabul eder.” meâlindeki en son nazil olan Nasr sûresi indi-
ğinde Peygamberimiz (s.a.v.) kızı Hz. Fâtıma’yı çağırıp “Bana kendi vefâtım haber verildi.” buyurdu.
Bunun üzerine ağlamaya başlayan Hz. Fâtıma’ya “Ağlama zira benim ehlimden bana ilk kavuşan
sen olacaksın” buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber Efendimize (s.a.v.) her sene o zamana kadar nazil olan âyetleri
okumak üzere de bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip Kur’ân-ı kerîmi iki defa baştan sona
okudu.
Resûlullah (s.a.v.) vefât etmeden bir müddet önce Bakî mezarlığında ve Uhud’da bulunan
müslümanların kabrini ziyâret ederek onlar için duâ ve istiğfâr etti.
Bakî mezarlığında iken yanında bulunan Ebû Müveyhib’e dönerek: “Ey Ebû Müveyhib! Ben
dünyâ hazineleri ile âhiret nimetlerini seçmede serbest bırakıldım, istersen dünyâda bakî ol, sonra Cennete git, istersen Likaullah (Allah’a kavuşmak) hasıl olup Cennete gir dediler. Ben
Likaullahı ve sonra Cenneti seçtim.” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) vefâtından önce Humma hastalığına tutuldu. Bu hastalık 13 gün sürdü. Bu
müddetin son 8 gününü Hz. Aişe’nin odasında geçirdi. Hastalığının ilk günlerinde ve ateşi düştüğü sıralarda mescide çıkıp Eshâbına namaz kıldırıyordu.
Hastalığının ikinci günü Hz. Ali ve Fazl bin Abbas kollarına girerek mescide teşrif etti. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra, “Ey Eshâbım, bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin
bende hakkı varsa benden istesin. Benim yanımda sevgili olan benden hakkını istesin veya helâl
etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım.” buyurdu. Sonra minberden inip
öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp namazdan önce buyurduğunu tekrar etti.
Bunun üzerine Eshâbdan biri kalkıp üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ödedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) hastalığının arttığı günlerde Eshâb-ı kirâma yaptığı vasiyetlerden biri de
şöyledir: “Müşrikleri Arabistan’dan çıkarınız. Size gelen elçilere benim yaptığım gibi ikrâm ve ihsanda bulununuz.” Vefâtından beş gün önce hastalığı biraz hafifledi ve mescide teşrîf edip, minbere
çıkarak Eshâb-ı kirâma: “Ey Eshâbım, hiç bir peygamber ümmeti içinde ebedi olarak yaşamadı.
Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Rabbinize kavuşacaksınız. Dünyada
hiç kimse kalmaz. Herşey Allah’ın iradesine bağlıdır. Allah’ın takdir buyurduğu zaman ne öne
alınır, ne de o zamandan kaçılır. Sizinle buluşacağımız yer, Kevser Havzının başıdır. Her kim benimle Kevser Havzı kenarında buluşmak isterse elini ve dilini korusun, günahlardan sakınsın. Ey
Eshâbım! Allah kullarından birini dünyâ hayatıyla âhıret hayatını seçmekte serbest bıraktı. Fakat
bu kul âhıret hayatını seçti.” Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın sözleriyle vefâtına işaret buyurduğunu anlayarak ağlamaya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ağlama Ya Ebâ Bekir” buyurarak onu teselli etti ve
“Bana her bakımdan en faydalı olanınız Ebû Bekir’dir.” ve “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekir’inki hariç hepsini kapatınız.” buyurdu. Sonra minberden inerek Hz. Aişe’nin odasına döndü.
Eshâb-ı kirâm çok üzülüp ağlamaya başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ali’nin ve Fâzıl
bin Abbas’ın kollarına girerek tekrar mescide teşrif etti. Minberin alt basamağına durup Eshâb-ı kirâma
son hutbesini okudu ve vasıyyetini yaparak şöyle buyurdu: “Ey Muhacirler, size Ensâr hakkında hayırlı olmanızı vasiyyet ederim. Onlar benim has cemaatimdir. Onlar sizi evlerinde misafir edip, her
hususta sizi nefslerine tercih ettiler. Eshâbım! İlk muhacirlere de hürmet etmenizi vasiyyet ederim. Bütün muhacirler birbirlerine hayırlı olsunlar. Her iş Allah’ın izni ile olur. Allah’ın iradesine
karşı çıkanlar sonunda mağlup olurlar. Allah’ın emrine uymak istemeyenler, muhakkak aldanırlar.” Daha önce Hz. Ebû Bekir’den memnuniyetini belirttiği gibi bu hutbede de Hz. Ömer’den memnuniyetini belirtti ve “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer’le beraberdir.” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) bu hutbeden sonra minberden indi ve Eshâbdan ayrılıp odasına çekildi. Vefâ-
tına üç gün kala bir yatsı vaktinde namaz için ezan okunmuştu. Peygamberimiz (s.a.v.) namazın kılınıp
kalınmadığını sorunca, (Cemaat sizi bekliyor yâ Resûlallah!) denildi. Resûlullah cemaate gitmek istedi.
Cemaate gidecek takat bulamayınca “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin namazı kıldırsın” buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) bu emrini üç defa tekrarladı. Hz. Ebû Bekir üç gün cemaate namaz kıldırdı. - 32 -
Peygamberimiz (s.a.v.) vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide açılan odanın kapısındaki perdeyi kaldırdı. Hz. Ebû Bekir cemaate sabah namazını kıldırıyordu. Eshâbına bakıp onların namazda saf tutup durduklarını görünce sevinerek tebessüm etti. Sonra da mescide girdi. Resûlullahın
(s.a.v.) teşrifini fark eden Hz. Ebû Bekir mihrabdan çekilmek üzere iken Resûlullah eliyle yerinde durması için işaret edip oturduğu yerde Hz. Ebû Bekir’e uyarak sabah namazını kıldı. O gün hastalığı hafiflemişti. Namazdan sonra Eshâb-ı kirâma dönüp: “Ey insanlar! Siz Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi
Allahü teâlâya emânet ettim. Takva üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini
tutun ve itâat edin. Ben bu dâr-ı dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Sonra mescidden odasına geçti. Bu,
Eshâb-ı kirâmın Resûlullahı son görüşü oldu.
Resûl-i ekrem efendimiz (s.a.v.) Hz. Âişe’nin hücresine girip yattığı sırada, Üsâme bin Zeyd huzuruna geldi. Resûlullah (s.a.v.) 23 senelik Peygamberlik müddetinde son olarak hazırladığı Suriye tarafında Bizans üzerine gidecek olan orduya kumandan tayin ettiği Üsâme bin Zeyde hareket etmesini buyurdu. Bu sırada Peygamberimizin (s.a.v.) hastalığı şiddetlendi. Kızı Hz. Fâtıma’yı yanına çağırıp kula-
ğına birşeyler söyledi. Hz. Fâtıma ağlamaya başladı. Sonra ikinci defa birşeyler söyleyince Hz. Fâtıma
güldü. Resûlullah (s.a.v.) kızı Hz. Fâtıma’ya vefât edeceğini söyleyince Hz. Fâtıma ağladı. Sonra da
“Sana müjde olsun ki bütün ehlimden önce sen bana kavuşursun” buyurdu. Bunun üzerine Hz.
Fâtıma sevinip güldü.
Resûl-i Ekrem vefât edeceği sırada Hz. Ali’ye, Hz. Âişe’ye vasiyyette ve nasîhatta bulundu. Bu sı-
rada ağlayıp gözyaşı döken Hz. Fâtıma’ya “Kızım bir miktar sabreyle, ağlama. Zira Hamele-i Arş
(melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar.” buyurdu. Hz. Fâtıma’nın gözyaşını sildi. Teselli verip
Allahü teâlâdan sabır vermesini diledi ve “Ey kızım, benim ruhum kabz olacak. (İnnâ lillahi ve innâ
ileyhi râci’ûn) diyesin. Ey Fâtıma gelen her musîbete bir karşılık verilir” buyurdu. Bir müddet mübâ-
rek gözlerini kapayıp sonra “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zira fâni
âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor” buyurdu. Sonra hanımlarına nasîhat buyurdu. Sonra torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alıp, onlara şefkatle bakarak alınlarından öptü. Sonra da Hz.
Ali’yi yanına çağırıp mübârek başını Hz. Ali’nin koluna dayayarak oturup, şöyle buyurdu: “Yâ Ali, zimmetimde filan Yahudinin şu kadar malı vardır. Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi
unutma. Elbette zimmetimi kurtarırsın ve Kevser Havzı başına benimle görüşeceklerin birincisi
sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyâyı istedikleri vakit sen
ahireti seçesin” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) vasiyyetini tamamladıktan sonra hâli değişti ve yatağına
yatırdılar.
Rebî’ul-evvel ayının onikisinde Pazartesi günü öğleden evvel Cebrâil aleyhisselâm gelip (Yâ
Resûlallah, Cennetleri süslediler, Huri ve Rıdvan donandı. Allahü teâlâ sana hiç kimseye verilmeyen çok
şeyler ihsan etti. Kevser Havzı Makam-ı Mahmud ve Şefâat-i Ümmet verdi. Kıyâmet günü sen râzı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Yâ Resûlallah Melek-ül-Mevt kapıda beklemektedir, içeri girmeğe izin
ister. Şimdiye kadar kimseden izin istememiştir. Bundan sonra da istemez.) dedi.
Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) izin verdi. Azrâil aleyhisselâm içeri girip selâm verdi ve sonra, (Yâ
Resûlallah Allahü teâlâ beni senin huzuruna gönderdi. Senin emrinden dışarı çıkmamamı buyurdu. Dilersen şerefli ruhunu kabz edip ulvi âleme yükselteyim, yoksa dönüp gideyim) dedi. Cebrâil
aleyhisselâm: (Ey Habîbullah, Allahü teâlâ sana müştakdır) dedi. Sonra selâm verip veda ederken (Ey
Muhammed, Ey Ahmed, bundan sonra vahiy için bir daha gelmem ve Hak teâlânın haberini yer yüzüne
getirmem. Benim maksudum ve matlubum sen idin yâ Resûlallah!) dedi. Bundan sonra Peygamber efendimizin (s.a.v.) “Ey Azrâil vazifeni yap” buyurması üzerine, mübârek ruhunu kabz etti. Böylece Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) Hicretin onbirinci yılında (milâdî 632) Rebî’ul-evvel ayının 12’sinde Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Vefât ettiğinde Kamerî seneye göre 63, Şemsî seneye göre 61 yaşında idi.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın vefâtı üzerine pek çok üzülüp gözyaşı döktüler. Çoğunun dili tutulup
bir müddet konuşamaz oldular. Hz. Ebû Bekir Resûlullahın yanına girip mübârek yüzünden örtüyü kaldı-
rarak mübârek alnından öptü. Sonra başını kaldırıp, mübârek alnından tekrar öpüp, (Ah Sâfi) dedi. Bir
daha öpüp (Ah dost) dedi. Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. (Anam babam sana fedâ olsun! dirin
ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!) dedi. Ve (Eğer ihtiyarımız elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ
ederdik. Eğer sen bizi men etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık. Salât ü selâm okuyup, (Yâ
Resûlallah, bizi Rabbinin katında hatırla) dedi. Sonra dışarı çıktı. Mescidde minbere çıkarak Eshâb-ı
kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve sena etti ve Resûl-i Ekrem efendimize (s.a.v.) salât okudu. Sonra şöyle dedi: “Her kim Muhammed’e (s.a.v.) îmân etmişse bilsin ki Muhammed aleyhisselâm
vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy (diri) ve Bâkî’dir, ölmez, ebedidir.) buyurdu ve sonra
Âl-i imrân sûresinin yüzkırkdördüncü “Muhammed (s.a.v.) de kendinden önce geçen Resûller gibi
Resûldür. Eğer O vefât eder, yahut öldürülürse, siz dininizden, yahut cihaddan, eski halinize dö-- 33 -
necek misiniz? Böyle değişen, Allahü teâlâya zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta
şükredenlere muhakkak mükâfat verecektir.” âyetini okudu.
Hz. Ebû Bekir Eshâb-i kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk ânda acı haber üzerine çok şaşıran Hz.
Ömer, Hz. Ebû Bekir’i dinleyince kendine geldi. Peygamberimizin (s.a.v.) vefât ettiği gün Eshâb-ı kirâm
yapılan umûmi bir bi’atle Hz. Ebû Bekir’i halife seçtiler.
HİLYE-İ SEÂDET
Sevgili Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarının şekli, sıfatları, gü-
zel huyları, hayatının tamamı bütün incelikleri ile çok geniş ve açık olarak İslâm âlimleri tarafından senetleri, vesikaları ile yazılmıştır. Bu bilgiler bizzat Peygamberimizin kendi beyanları olan hadîs-i şerîflerinden ve Eshâbının bildirdiği haberlerden toplanmıştır. Bunlara (Siyer) kitapları denir. Binlerce siyer
kitabı arasında Peygamber efendimizin (s.a.v.) Hilye-i se’âdetini bildiren en meşhûr kitaplar, İmâm-ı
Tirmizî’nin “Eş-Şemail’ür-Resûl” adlı eseri ve Kâdı İyâd’ın “Şifa-i şerîfi” İmâm-ı Beyhekî’nin ve
İsfehanî’nin “Delâil’ül-Nübüvve” adlı kitapları meşhûrdur.
Hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği haberlerde Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) Hilye-i
se’âdeti şöyle, bildirilmektedir.
Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek yüzü, bütün uzuvları ve sesi bütün insanların yüzlerinden, azalarından ve seslerinden daha güzeldi. Mübârek yüzü bir miktar yuvarlaktı. Neşeli olduğu zaman
yüzü ay gibi nurlanırdı. Sevindiği alnından belli olurdu. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Ö-
nünde olanları gördüğü gibi arkasında olanları da görürdü. Bunları isbât eden yüzlerce hadîse kitaplarda
yazılıdır. Yana ve geriyi bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp, bakardı. Mübârek gözleri büyük, kirpikleri uzundu. Gözlerinde bir miktar kırmızılık vardı.
Gözlerinin karası gayet siyahtı. Alnı açıktı. Mübârek kaşları ince ve arası açıktı. İki kaşı arasında
olan damar, hiddetlenince kabarırdı. Mübârek burnu gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekti. Başı-
nın büyüklüğü gayet normaldi. Mübârek ağzı küçük değildi. Dişleri beyazdı. Ön dişleri seyrekti. Söz söylediği zaman, dişleri arasından nûr saçılırdı. Allahü teâlâ’nın kulları arasında, ondan daha fasîh ve tatlı
sözlü kimse görülmedi. Mübârek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alırdı ve ruhları kendine çekerdi.
Söz söylediği zaman, kelimeleri inci gibi dizilirdi. Bir kimse saymak istese, kelimeler sayılmak mümkündü. Ba’zan iyi anlaşılması için üç kere tekrar ederdi. Cennette Muhammed (s.a.v.) gibi konuşulacakdır.
Mübârek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. Peygamberimizin mübârek kolları etli, parmakları iriydi. Avuçlarının içi genişti. Bütün vücudunun kokusu miskten güzeldi. Bedeni hem yumuşak,
hem de kuvvetliydi. Kolları, ayakları ve parmakları uzundu. Ayak parmakları iriydi, ayaklarının altı çok
yüksek olmayıp yumuşaktı. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı beraberdi. Omuz başının kemikleri
iriydi. Göğsü genişti.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi Yanına uzun bir kimse gelse,
ondan uzun görünürdü. Oturduğu zaman omuzu, oturanların hepsinden yukarı olurdu.
Mübârek saçları ve sakallarının kılı kıvırcık ve çok düz değil, yaratılışta ondüleydi. Saçları uzundu.
Önceleri kâkül bırakırdı. Sonradan ikiye ayırır oldu. Saçlarını ba’zan uzatır, ba’zan da keser, kısaltırdı.
Saç ve sakalını boyamazdı. Bıyığını kısaltırdı. Bıyıklarının uzunluğu ve şekli, kaşları kadardı. Hususi
berberleri vardı. Sakalını bir tutam uzatırdı.
Peygamberimiz, kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gayet güzel ve sevimliydi. Siyah değildi. O,
Arab idi. Arab, lügatte güzel demektir. Arabistanlı olduğu için Arab denilmektedir. Nitekim babası Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu ve alnındaki nurdan dolayı ikiyüze yakın kız evlenmek için
Mekke’ye gelmişti. Fakat, onunla evlenmek Âmine’ye nasip olmuştu.
Mısır halkı esmer, Habeşistan halkı siyahtır. Bunlara habeş denir. Zengibar halkına zenci denir.
Bunlar da siyahtır. Bunlar kendilerini Anadolu’da Arab diye tanıttıkları için siyah denmektedir. Bu ise
yanlıştır.
Peygamber efendimiz güler yüzlüydü. Tebessüm ederek gülerdi. Gülerken mübârek dişleri görü-
nürdü. Güldüğü zaman, dişleri arasından çıkan nûru, duvarlar üzerine Işık verirdi. Ağlaması da, gülmesi
gibi hafifti. Kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı. Fakat mübârek gözlerinden yaş akar,
göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günâhlarını düşünüp ağlardı. Allahü teâlânın korkusundan ve Kur’ân-ı
kerîmi işitince ve ba’zen de namaz kılarken ağlardı.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, misvakını ve tarağını yanından ayırmazdı. Mübârek saçını ve sakalını tararken aynaya bakardı. Geceleri gözlerine sürme çekerdi.
Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. Bir yoldan geçtiği, güzel kokusundan belli olurdu.
Çünkü O’nun mübârek teri, miskten ve çiçekten daha güzel kokardı. Güzel huyların hepsi Resûlullah’ta - 34 -
(s.a.v.) toplanmıştı. Güzel huyları, Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, çalışarak sonradan kazanmış
değildi. Bir müslümanın ismini söyleyerek, hiçbir zaman lanet etmemiş ve asla mübârek eli ile kimseyi
döğmemiştir. Kendi için hiçbir şeyden intikam almamıştır. Allah için intikam alırdı. Akrabasına, Eshâbına
ve hizmetçilerine tevazu ederek, iyi muamele de bulunurdu. Ev içinde çok yumuşak ve güler yüzlüydü.
Hastaları ziyârete gider, cenâzelerde bulunurdu. Eshâbının işlerine yardım eder, çocuklarını kucağına
alırdı. Fakat kalbi bunlarla meşgul değildi. Mübârek ruhu, melekler âlemindeydi.
Resûlullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. Kendisi yumuşak davranmasaydı,
peygamberlik hallerinden, asla kimse yanında oturamaz, sözünü işitmeye takat, güç getiremezdi. Halbuki kendisi hayasının çokluğundan mübârek gözleri ile kimsenin yüzüne bakmazdı. Zekât malı almaz,
fakat hediye alırdı. Herkesin hediyesini kabul ederdi. Hediye getirene karşılık olarak kat kat fazlasını
verirdi.
Peygamber Efendimizi (s.a.v.) metheden onbinlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, Resûlullahı
(s.a.v.) methetmekten aciz olduklarını beyan etmişlerdir.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyaset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte bunların her biri
O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar,
Peygamberimizin (s.a.v.) sadece idareciliği, dehası, askerî, sosyal ve diğer yönlerini görmekte, yalnız
bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş
üstünlükler karşısında acze düşmekle beraber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için O’nu tanı-
maktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar Peygamber efendimizin (s.a.v.) güzellik ve
üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektedirler. Bunlardan zahir âlimleri O’nun zâhiri vasıflarını, batın âlimleri de batınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulema-i rasihîn denilen hem zahir ve hem de batın bilgilerinde üstad
ve Peygamberimize (s.a.v.) varis olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve
aşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gelmektedir. O, Resûlullah’daki (s.a.v.)
nübüvvet nurunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrak ederek, O’na aşık olmakta
öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.)
her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi
görüyorum. Helada bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arz etmişti. Bir keresinde de “Bütün iyiliklerimi,
sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim” demişti. Resûlullah’ın (s.a.v.) güzelliğini en iyi görüp anlayan
ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahhareden, mü’minlerin annesi Hz. Âişe idi. Hz. Âişe âlim,
müctehid, akıllı, zekî, edib idi. Gayet belîğ ve fasîh konuşurdu. Kur’ân-ı kerîmin mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullahı (s.a.v.) metheden şu iki beyti Hz. Âişe
söylemiştir:
“Ve lev semi’ü fî mısre evsâfe haddihî.
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû
Le âserne bilkat’il külûbi alel eydi.”
“Eğer Mısır’dakiler, Onun (Peygamber efendimizin) yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, (Gü-
zelliği dillere destan olan) Yûsuf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yani bütün mallarını,
onun yanaklarını görebilmek, için saklarlardı. Zelihâyı (Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek) kötüleyen
kadınlar Resûlullah’ın (s.a.v.) parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalblerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”
Gene Hz. Âişe buyuruyor ki “Bir gün Resûlullah (s.a.v.) mübârek nalınlarının kayışlarını çıkarıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her
tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp, “Sana ne oldu ki, böyle dalgın duruyorsun” buyurdu. Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nurların parlaklığına ve mübârek
alnındaki ter danelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim, dedim. Resûlullah (s.a.v.) kalkıp
yanıma geldi. Gözlerimin arasını (alnını) öptü ve “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni
sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim” buyurdu. Ya’ni senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur dedi. Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullahı (s.a.v.) severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için aferin ve takdir olmaktadır.
Resûlullah’ın (s.a.v.) Kur’ân-ı kerîmde geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîmin kalbi olan “Yâ-
sin” sûresindeki “Yâsin” kelimesidir. Ulemâ-i Rasihîn’in büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakim-i Arvâsî
hazretleri, “Yâsin”, (Ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habibim) demektir.” buyurmuştur. Bu deryanın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullahın (s.a.v.) aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryatlar, içli gözyaş-- 35 -
ları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhûrlarından olan
ve bu muhabbet deryasından büyük pay sahibi olan Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Resûlullaha
(s.a.v.) olan muhabbet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle yazmaktadır:
Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâ’be kavseyn tahtının sultânı sen, ben bir hiçim.
Misafirinim dememi saygısızlık sayarım.
Herşey cihanda senin şerefine yaratıldı.
Rahmetin bana da yağsa, o ân olur beharım.
Herkes Kâ’be’yi tavaf için geliyor Hicaz’a,
Sana kavuşmak şevkîle, ben dağları aşarım.
Se’âdet tâcı giydirildi, rü’yâda başıma,
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanırım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmi!
Divânında şu yazılar, oluyor, tercümanım.
Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsan denizinden bir damla arzularım.
Resûlullah’ı sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle yerleşirse,
İslâmiyeti yaşamak, imânın ve İslâm’ın tadına doyulmaz zevkine ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki
cihanın efendisine tam uymaya sebep olur. Bu sevgi ile Allahü teâlânın habibine ikrâm ettiği sonsuz ve
tarife sığmaz nimetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her müslümanı doğrudan
doğruya Resûlullahın sevgisine götüren ehli sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir.
MUHAMMED ALEYHÎSSELÂMIN YÜKSEK AHLÂKI
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine (s.a.v.) verdiği iyilikleri, ihsanları sayarak, O’nun mübârek kalbini okşarken, kendisine güzel huylar verdiğini de saymakta, “Sen güzel huylu olarak yaratıldın” buyurmaktadır. İkrime (r.a.) buyuruyor ki, Abdullah İbni Abbâs’dan işittim: Bu âyet-i kerîmedeki (Huluk-ı
azim) yani güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâktır. Âyet-i kerîmede “Sen huluk-ı azim üzeresin” buyuruldu. Huluk-ı azim demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel
huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dinine girmesine, Resûlullahın (s.a.v.) güzel ahlâkı sebep
oldu.
Sözleri gayet tatlı olup gönülleri alır, rûhları cezb ederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistan yarımadasında, sert, inadçı insanlar arasında gelip, çok güzel idare ederek ve cefâlarına sabrederek, onları
yumuşaklığa ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp müslüman oldu ve dîn-i İslâm yolunda babalarına
ve oğullarına karşı harb etdi. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, afvı, sabrı, ihsanı, ikrâmı, o kadar çokdu ki, herkesi
hayran bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde,
hiçbir sözünde, hiçbir zeman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemişdir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Muhammed aleyhisselâmın bin mu’cizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu kadar
mucizelerinin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi. Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki,
Resûlullah (s.a.v.), hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sâğardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi el değirmeni
çekerken yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp, torba içinde eve getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce
uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere giderdi.
Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek
bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi.
Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat, alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Yani saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba değildi. Nazik idi. Cömert idi. Fakat, israf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se’âdet, huzur isteyen, O’nun gibi olmalıdır. - 36 -
Enes bin Mâlik (r.a.) buyuruyor ki, (Resûlullaha (s.a.v.) on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kerre uf
demedi. Şunu niçin böyle yaptın, bunu niçin yapmadın buyurmadı). Yine (Mesâbîh) de, Enes bin Mâlik
diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim. Fakat, gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar sokakta oynuyordu. Onların
yanından geçerken arkama baktım. Resûlullah (s.a.v.) arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu.
“Yâ Enes! Dediğim yere gittin mi?” buyurdu. Evet gidiyorum yâ Resûlallah (s.a.v.) dedim).
Ebû Hüreyre (r.a.) diyor ki, (Bir gazada, kâfirlerin yok olması için duâ buyurmasını söyledik. (Ben,
la’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için,
insanların huzura kavuşması için gönderildim” buyurdu.) Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin yüzyedinci
âyetinde (Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruyor. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) buyurdu ki,
(Resûlullah’ın (s.a.v.) hayası, bakire İslâm kızlarının hayalarından daha çoktu). Enes bin Mâlik (r.a.)
diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünü çevirmedikçe, mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı olmak için mübârek bacağını dikip oturmazdı).
Câbir bin Sümre (r.a.) diyor ki, (Resûlullah (s.a.v.) az konuşurdu. Lüzumlu olduğu zaman veya
birşey sorulunca söylerdi). Bundan anlaşılıyor ki, her müslümanın (Mâlâya’nî), faydasız şey söylememesi, susması lâzımdır. Mübârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Yani, gayet açık ve metodlu konuşur ve
kolay anlaşılırdı.
Enes bin Mâlik (r.a.) buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” hastayı ziyârete gider, cenâze arkasında
yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl aleyhisselâmı Hayber gazasında gördüm. Yuları bir
ip olan eşek üzerinde idi. Resûl “aleyhisselâm” sabah namazından çıkınca, Medine çocukları ve işçileri
su dolu kablarını önüne getirirler. Mübârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi. Kış ve soğuk su olsa
da, her birine mübârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı). Yine Enes (r.a.) diyor ki, (Bir küçük kız,
Resûl aleyhisselâmın elini tutup bir iş için götürseydi, birlikte gider, müşkülünü hallederdi).
Câbir (r.a.) diyor ki, (Resûl aleyhisselâmdan birşey istenip de yok dediği işitilmedi).
Enes bin Mâlik buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” ile birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrânî
vardı. Yani Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekti ki, paltonun yakası mübârek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resûl “aleyhisselâm”, onun bu hâline güldü. Ona birşey
verilmesi için emir buyurdu).
Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyar kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. Namaz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, namazda örtünecek bir elbise gönder diye yalvardı.
Resûl aleyhisselâmın o anda başka elbisesi yokdu. Mübârek arkasındaki antâriyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Namaz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm, bu hâli işitince, Resûl
“aleyhisselâm” o kadar cömertlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemaate gelemiyor. Biz de her
şeyimizi fakîrlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetini gönderdi.
Önce habibine, hasislik etme, birşey vermemezlik yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya düşecek ve namazı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu. O gün, namazdan
sonra, Hz. Ali (r.a.), Resûlullahın yanına gelip, (Yâ Resûlallah (s.a.v.)! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka
yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünç almıştım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize entari alınız)
dedi. Resûl “aleyhisselâm” çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir entari satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için,
bana kim bir gömlek verir diyordu. Almış olduğu entariyi bu a’mâya verdi. A’mâ, entariyi eline alınca,
misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mübârek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resûl aleyhisselâmın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı.
A’mâ duâ ederek, (Yâ Rabbi! Bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç) dedi. İki gözü hemen açıldı.
Resûl aleyhisselâmın ayaklarına kapandı. Resûl aleyhisselâm oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir entari
satın aldı. Bir dirhem ile yiyecek satın almaya giderken, bir hizmetçi kızın ağladığını gördü. (Kızım, niçin
böyle ağlıyorsun) buyurdu. Bir yahudinin hizmetcisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe
ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düştü. Hem şişe, hem de yağ
gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım dedi. Resûl “aleyhisselâm”, son dirhemini kıza verdi. “Bununla şişe
ve yağ al, evine götür” buyurdu. Kızcağız, eve geç kaldığım için yahudinin beni döğeceğinden korkuyorum dedi. Resûl “aleyhisselâm”, “Korkma! Seninle birlikte gelir, sana “birşey yapmamasını söylerim” buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullahı (s.a.v.) görünce şaşırıp kaldı.
Yahudiye, olan biteni anlatıp, kıza birşey yapmaması için şefâat buyurdu. Yahudi, Resûlullahın ayakları-
na kapanıp, (Binlerce insanın baş tacı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca
Peygamber! Bir hizmetçi kız için, benim gibi bir miskînin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı
senin şerefine âzâd ettim. Bana imânı, İslâmı öğret. Huzurunda müslüman olayım) dedi. Resûl - 37 -
“aleyhisselâm”, ona müslümanlığı öğretti. Müslüman oldu. Evine girdi. Çoluğuna çocuğuna anlattı. Hepsi
müslüman oldu. Bunlar, hep Resûlullahın (s.a.v.) güzel huylarının bereketi ile oldu.
Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi
ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve ahirette felaketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve o iki cihan
efendisinin şefâatine kavuşmak nasîb olur.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) şu duâyı çok okurdu: (Allahümme innî es’elükessıhhate vel-
âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâ erhamerrâhimîn). Bunun
manâsı (Yâ Rabbî! Senden, sıhhat, afiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden
râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sahiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana
ver!) demektir. Biz zavallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi duâ etmeliyiz!
|