17 Kasım 2012

HAK DİNİ KURAN DİLİ EN'AM SURESİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
101-Allah'ın ortak ve çocuğu nasıl olabilir ki, O, bütün göklerin ve yerin, benzersiz yaratıcısıdır. Bütün ulvî ve sûflî âlemden hiçbiri yokken, örnek olacak, aynîlik ifade edecek kanun, asıl , madde, şekil, nümune, örnek denecek hiçbir şey mevcut değilken, ilk önce bunları benzersiz meydana getiren ve yaratan, her türün ilk ferdini, ilk örneğini yaratıp yoktan vücuda getiren ve böyle i cat etme âdeti ve zatına mahsus fiilî sıfatı olan ve bundan dolayı misali, eşi ve benzeri bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan ve onun varlığı ve icadı olmadan bir yokun vücuda gelmesi ve herhangi bir şeyin var olarak ayakta durması mümkün olma y an yüce yaratıcıdır.
Bilinmektedir ki ibda, örneği geçememiş olan bir şeyi meydana getirmek ve yapmaktır. Nisbî ibda' az çok bir örnek ile ilgili olabilirse de, hakikî ibda hiçbir örnek ve asıl ile geçilmiş olamaz. Böyle hiçbir örneği geçmeden icad olunan örneksiz güzel ve fevkalâde şeye ibda edilmiş veya bedâet (güzellik)le sıfatlanmış mânâsına bedî' denildiği gibi, bunu meydana getiren ve ibda
âdeti olan mübdi (yapıcıy)e da bedî' denilir ki, musrih mânâsında sarih, müsmi' mânâsında semî' gibi, müf'îl veya fâil mânâsında feîldir. Ve buna bedî' denilmesinde, mübdi isminin ifade etmediği bir devam ve sabit olmak mânâsı vardır. Ve her iki mânâ ile bedî denildiği zaman bir örneksizlik, benzersizlik, güzellik ve fevkalâdelik anlamı vardır ki, bütün g ö kler ve yer böyle bedâyi (güzellikler) ile dolu bir güzelliktir. Bununla birlikte her ne olursa olsun icad edilmiş olan şeylere bedî denilmesi, ancak geçmiş örneği olmamak bakımından izafî (göreli) ve nisbîdir. Bir emsalsiz şeyi meydana getiren, benzerler i ni de getirebilir. Ve birçok emsalsiz şeyler bulunabilir. Şu halde hakiki mûcid, bedî-i mef'ûl değil, bedii fâildir. Yani daima icad eden, hakikî mübdi (gerçek mûcid)dir. Bu nükteden dolayı "göklerin ve yerin yaratıcısı" isim tamlamasıyla gökler ve y e rin de örneksiz yaratılmış olmasına işaret edilmiş olmakla beraber, baştan sona kadar denk ve benzeri bulunmak ihtimali olmayan tek ve emsalsiz yaratıcının gökler ve yer değil, onların eşsiz yaratıcısı olan Allah Teâlâ olduğu açıklanmış, göklerin ve yeri n izafî güzellikleri benzersiz yapıcının varlığını ve yaratma sıfatını kendilerinde az çok temsil eden bir misal ve uygunluk ifade eden bir delalet olarak değil, ancak malûlun yapıcı illetine, sonradan olanın yapıcısına, sanatın sanatkârına delaleti gibi n i sbî ve intikâlî bir iltizâmî (benimsemeli) delalet ile delil ve alamet olarak ifade ettikleri ve Allah denildiği zaman bütün emsalsiz yaratılmışların yaratıcısı olan tek var edicinin anlaşılması gerektiği gösterilmiştir.
Burada şunu iyi düşünmek gerekir ki, ibdâ'ın tarifinden anlaşıldığı üzere bediî bir eser demek gelecekteki bir örneği değilse de, geçmiş bir örneği olmayan benzersiz bir eser demektir. O, bir kanun, bir mukayese ile vücuda gelmez. İlk örnek onunla başlar, aynîlik, çeşitlenme, kanun on d an sonra meydana gelir. Bununla beraber, yokluğun kendi kendine var olması, zatı itibariyle yok olanın bizatihi var olması, yani bizzat olma (tekevvün bizatihi) mümkün değildir, bir açık çelişkidir. Yalnız maddi sebep, yani bilfiil yok olan, bir şeyin düş ü nce halinde bulunduğu bir asıl ve kaynaktan kendi kendine fiile çıkması veya yalnız sûrî (gösterişten ibaret) sebep, yani yok olan bir şeyin yalnız bir örnekten yine yapıcısız kendi kendine bir şekil kazanması veya her ikisi de yeterli değildir. Düşüncede gerek bulunsun, gerek bulunmasın, bilfiil mevcut olmayan herhangi bir şeyin var olması, herhalde bir yapıcı sebebe, yani onu fiilen icad edecek bir mûcide (icat ediciye) muhtaçtır. Ve ancak o zamandır ki, bizatihi tekevvün (kendi kendine olma) çelişkisi k a lkmış olur. Bir fâilin maddî veya sûrî sebebe bir şey ilave etmesiyledir ki yeni bir varlık tasavvuru mümkün olabilir. Yoksa
yine kendi kendine olma çelişkisi ortaya çıkar. Şu halde gerçek mânâsıyla yapıcı sebebi, yoğu var eden, vücûd yapan bir güç sahibi var demektir ki, gerek az çok bir örneği ihtiva eden bir asıl ve maddeden çıkarma ve yapma suretiyle olsun, gerek bununla beraber diğer bir örneği taklit etme şekliyle olsun, ikisinde de bizzat mevcut olmayan bir şeyi bilfiil var yapmak ve bundan dolayı v a rlığa yepyeni bir şey eklemek vardır. O halde maddî sebep ve görünüşten ibaret olan sebeb (illet-i sûriyye), yapıcı sebepten ihtiyaçsız olmadığı halde, yapıcı sebep gerçekte bunlara muhtaç değildir ve başlı başınadır. Bunun için olayların sonradan olması n da maddî ve sûrî sebep atılabilir ve fakat yapıcı sebep atılamaz. Ve gerçek yapıcı sebep fiilinde ne maddî sebebe, ne de görünüşten ibaret olan sebebe, kanuna, mahkûm ve muhtaç değildir. O maddesiz veya örneksiz, yahut hiçbiri olmaksızın da icad yapabilec e k tek fâil, tek icadçıdır. Yani tam mânâsıyla yaratıcıdır. Fiilinde madde ve şekilde muhtaç olmayan yaratıcı fâilin eserine kendi zatından bir madde veya şekil ve örnek verdiğini farzetmek de çelişki olur. Demek ki hakiki yaratıcı, tam yaratma ile yaptığı ilk güzel eserini icad ederken ne kendinden bir parça ayırıp dışarı fırlatmak gibi bir değişim yapmış, ne de kendinden bir örnek edinip kendini taklit ve temsil etmiş olamaz. Zira değişim, maddî illetde; benzeyiş de sûrî illetde düşünülebilir. Halbuki yar a tmada bunlar yok, ancak fâil ve fiil vardır. Şu halde yaratıcı fâile göre sebebin değişimi, ortaya çıkma, doğma, yok olma ve değişiklik yok, ancak bâkî olma ve fiil vardır. İlk mahlûkun yaratılmasından sonradır ki, maddî sebep ve sözde sebep düşünülebilir. Ve bunun için ilk yaratılmış eser olan ilk mahlûk ile yaratıcı fâil arasında ne bir ortaya çıkma ve ayrılma düşünülebilir, ne de zât ve sıfat bakımından fiilen bir ortaklık, bir hemcinslik, bir aynîlik bulunabilir. Madde ve misal böyle yaratılan ilk mahl û k ile başlar. Güçler, benzeyişler, kanunlar, türler, cinsler ona döndürülür. O, benzeyen ve benzemeyen şeylerin aslı ve kaynağıdır. Değişim ve benzeyiş, gelişme hep ondan sonradır. Ve ona eklenmiş olan her değişim, farklılık, yenilik, tekamül de yaratıcı f âilin baştan bir yaratmasıdır ki, buna "ol" emri denilir, eşsiz eserlere de "Allah'ın kelimesi" denilir. Bu şekilde gerçek fâil hiçbir dengi geçmeyen yaratma fiiline göre yaratıcı; örneği geçen ve o örneğe benzemekle beraber bir ayrılık ve farklılık i fade eden ve cüz'î yaratmayı içermiş olan fiiline göre de yapıcıdır. Maddî sebebi yaratması itibariyle var eden ve sözde sebebi yaratması itibariyle de tasvir eden (ressam)dir. Hâlik (yaratıcı) ve bâri (yaratan) isimleri de hepsinden geneldir. Yaratma (ha l k), var etme, icat (ibdâ) ve yapma (inşâ)dan daha geneldir. Ve unutulmamak gerekir ki bu yapmadaki çeşitli şekillere yakın benzerlikler hakiki fâile
değil, örneği geçmiş olan ilk yaratığa benzeyiştir. Fâilin sanatı hepsinde yaratmadır. Hatta inşâ etmedeki benzerlik de O'nun yaratmasıdır. Hasılı küllî (tümel) veya cüz'i (tikel) bir yaratma olmadan hiçbir şey kendi kendine yoktan vücûda gelemez. Bunun için yaratma ve yaratıcı delilleri daima varlıkların değişik olmalarında, sonradan oluşlarında, yeniliğinde, hasılı yaratma noktalarındadır. Varlıkların benzeyişleri içindeki farklılık ve değişim ile cüz'î yaratılış noktaları, sırf yaratmanın ve yaratıcının varlığının delilleri, burhan ve kudretinin alametleridir. Varlıklara basiret gözüyle bir bakılacak olursa g örülür ki, başlangıçta yaratmaya dayanmayan hiçbir şey bulunmayacağı gibi, sonunda da cüz'î yaratmaya dayanmayan hiçbir şey yoktur. Ve bunun içindir ki, varlıkların parçalarından hiçbiri tasavvurî ve temessülî ilim ile tamamen bilinemez, tam ayrıntılarıyl a tarif olunamaz. Bilinirse görmekle bilinir veya bazı şekilleriyle düşünülür. Ve bunlardan toplamındaki mutlak yaratma derhal anlaşılır ki, bu bakış, gökler ve yer toplamına bir bakıştır. Ve bunun için burada doğrudan doğruya yalnız yaratmayı göstermek iç i n "göklerin ve yerin yaratıcısı" buyurulmuş, "o ikisinde olanlar" diye içerikleri eklenmemiş, onlar daha sonra "her şeyi yarattı" ile gösterilmiştir.
Şimdi yukarda İbrahim kıssasında zikredilen ufûl (yıldız, Ay vb. batması) ve hudûs (sonradan olma) ve bundan önceki âyetlerde açıklanacak halk (yaratma), ölüden diri ve diriden ölü çıkarma, ca'l (meydana getirme, yapma) ve tahsis, inşâ (yapma), istikrar ve istidâ (emanet bırakma), inzal (indirme) ve inbat (yerden bitirme), teşâbüh (benzeşme) ve be n zememe, ismar (meyve verme) ve ikmal (tamamlama) kavramlarından sonra, ibdâ' (icad etme), icad eden, örneksiz olarak icad etme kavramları da iyice tasavvur edilir ve düşünülürse, bütün gökler ve yerin icadının bir mucidi bulunduğu ve onun bunları sırf fii l olan ve hiçbir örneği geçmeyen icadıyla icad etmiş olduğu ve bundan dolayı o mucidin o gökler ve yerde, yani bütün âlemde hiçbir dengi ve örneği bulunmak ve tasavvur edilmek ihtimali olmayan eşsiz güzelliklerin mucidi, hakiki bir yaratıcı olduğu ve doğru d an onun icadına dayanmayan hiçbir hadisenin mevcut olamayacağı kesin şekilde sabit olur ki işte Allah o göklerin ve yerin yoktan var edicisidir. Ve bunu sâbiîler, Zerdüşt dininde olanlar, yahudi ve hıristiyanlar da teslim ve itiraf ederler. Böyleyken tuta r lar da bir de ona çocuk uydururlar. Ve düşünmezler ki, doğmak da icad etmeye dayanan ve var etmeden sonra olan bir değişmedir. İcadın mûcidi, benzeşmeden uzak olduğu halde, baba ve çocuk arasında bir ortaklık unsuru, zât, sıfat ve fiillerde bir hemcinslik ve benzerlik vardır.
4Ve bunun içindir ki, Allah'a çocuk isnat edenler, o çocuğa ilâhlık da isnad eder, ilâh diye tapınırlar. Çocuk isnadı, şirk isnadını gerektirir. Halbuki yok olanın, kendi kendine var olması imkansız olduğu gibi, kendi kendine doğması da imkansız olduğundan babanın bir çocuk doğurması ve ona kendisinden cevherî (asla ait) bir parça ve bir misal verip kısmen maddî ve şekil itibariyle bir sebep olabilmesi, o babada bir değişim ve etkilenmeyi meydana getiren mucid (icad edici) fâi l in bir fiil var etmesine dayanmaktadır ki, ilâh da o mucid fâildir. Özetle ilâh, mûcid ve yaratıcı, benzeme ve hemcins olmaktan uzak demek olduğu halde aynı zamanda ona çocuk, hemcinslik ve benzerlik isnat etmek bir çelişkiden başka bir şey değildir. Ve n e dediğini bilmemektir. Şu halde göklerin ve yerin var edicisi olan böyle bir icad etme gücüne sahip ve âlemlerin tümüne benzeme ve hemcinslikten uzak bulunan ulu mucidin (yaratıcının) aynı ve örneği bulunabileceğini ve onun zatında bir bölünme ve ayrılma, bir değişme, bir eksilme veya artma ve herhangi bir ihtiyaç hasıl olabileceğini varsaymak ve benzersiz bir fâil olan mucidin herhangi bir yaratığı meydana getirmesi için kendini parçalayarak bir çocuk çıkarmaya muhtaç olacağı anlayışında bulunmak ne büyük çelişki ve cahillik, ne kadar açık bir iftiradır? Doğmak ve doğurmak, ancak ibda (var etme)dan sonra, gökler ve yer dahilinde düşünülebilir. Halbuki göklere ve yere bile çocuk isnat etmek akla uygun değilken, onların ulu mucidine bir hemcinslik ve denklik ifade eden oğul ve kız isnadı nasıl düşünülür ve caiz görülür? Her halde doğum ve ortaya çıkma (sudûr) davası batıldır. İcad etmeye, doğurtma demek gerçekten bir çelişki ve cahilliktir. O icadın mucidinin çocuğu nasıl veya nereden olur ki? Bir hanımı, bir eşi yoktur. Halbuki çocuk için anne lazımdır. Gerçi baba olmadığı halde yalnız bir anne ile çocuk tasavvur olunabilir. Nitekim bir anadan türeyen -mo-nomer- birtakım canlılar vardır. İsa'da da bu inkâra aklen hak yoktur. Fakat anasız çocuk düşünüleme z, böyle bir düşünce çelişki olur. Zira çocuk kavramında ana zorunludur. Bunun için Allah'ın bir çocuğa vâlid, yani baba olmasını tasavvur ederken o çocuktan önce ona anne ve Allah'a hanım ve eş olabilecek dişi bir eş tasavvur etmek gerekir. Halbuki her tü r lü sonradan olma ve ihtiyaç kusurlarından uzak, göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek celâl sahibi Allah'ın bir eşi, bir karısı olması imkansızdır. Şu halde Allah'ın bir ana olması imkansız olduğu gibi, doğurma yoluyla bir çocuğa baba olması da imkansızdı r. Yani ne ana olması mümkündür, ne de baba. Ve bu imkansızlık onun noksanından, kısırlığından değil, icadın mucidi olduğundan dolayı mutlak kemalinden ve noksansızlığındandır. O bütün gökleri ve yeri yaratmış, her dilediği şeyi de yaratmıştır.
Gökle rin ve yerin bütün içeriğini, bu arada babaları, anaları, çocukları ve bu arada ona baba ve ortak olduğu iddia edilenlerin hepsini ve İsa'nın yaratılışı, onlardan ortaya çıkan yaratıkların da hepsini O yaratmıştır. Basit maddeler de O'nun mahlûku, bileşik l er de O'nun mahlukudur. Madde de O'nun mahlûku, sûret (şekil) de O'nun mahlukudur. Cisimler de O'nun mahluku, ruhlar da O'nun mahlukudur. Hissedilenler de O'nun mahlûku, düşünceler de O'nun mahlukudur. Görünen âlem de O'nun mahluku, görünmeyen âlem de O'n u n mahlukudur. Hayır yapanlar da O'nun mahlûku, şer işleyenler de O'nun mahlukudur. Cinler de O'nun mahluku, insanlar da O'nun mahlukudur. Hasılı kendisinden başka bugüne kadar vücûde gelen bütün mâsivâ (Allah'dan başka her şey) O'nun icadı ve yaratmasıdır. O ancak kendisini yaratmamıştır. Çünkü kendisi ezelî ve ebedî olarak vâcibü'l-vücûd (varlığı zatının gereği), diri ve kayyûm (herşeyi tutup koruyan)dır. Bir de ortak yaratmamıştır. Çünkü O'nun ortağının bulunması imkansızdır. Yaratılanın, ezelî yaratıcı y a ortak olması da mümkün değildir; kendisi için bir sonuçsuzluk, bir eksiklik değil, mutlak kemâldir. Varlık ve kudret açısından böyle olduğu gibi, O, herşeyi de bilendir. Ondan hiçbir şeyin gizlenmesine de imkân yoktur. "Her şeyi yarattı" ifadesinden sonra zamir ile "O, onu bilendir" buyurulmayıp da "Her şeyi bilendir" diye "şey" kelimesinin nekre (belirsiz) olarak izhar edilmesi, bu iki şeyin şümul ve faydalanmada farklı olduklarına işaret eder. Çünkü "Her şeyi yarattı" da "şey"den Allah'ın ken d isi aklen müstesnâdır. "Her şeyi bilendir" de ise müstesna değildir. Yani Allah, hem kendini, hem kendinin dışındakileri, herşeyi tamamiyle ve aynıyle bilir. Onun ilmi, şekillenme, örneğe bağlanma ve bir şekle girme suretiyle değil, aynî ve ihata edicid i r. Ve hatta her şeyin aynı ve kendisi Allah'ın ilmindedir. Onun için yaratma ve icad etmeye gücü yeten ancak O'dur. Halbuki O'nun dışındakiler, O'nun gibi her şeyi bilmez. Şu halde var olma ve gücü yetme bakımından hiçbir şey Allah'a denk olamayacağı gibi, ilim itibarıyla de öyledir. Ne göklerde ve yerde, ne de parça ve bölümlerinde, ne cisimlerde, ne ruhlarda; ne meleklerde, ne şeytanda, ne insanda; ne açıkta, ne kapalıda, kısaca bütün kâinatta Allah'a ne bir denk, ne de hemcins veya ortak yoktur. Ve olma s ı ihtimali de yoktur. Allah'a ortak tasavvuru, bilgisizlik ve çelişkiden ibaret ve mümkün olmayanı tasavvurdan başka bir şey değildir. Çocuk tasavvuru da şirk tasavvurundan ortaya çıkmıştır.
Ey bunları işitenler:
Meâl-i Şerifi
102- İşte Rabbiniz Allah bu! O'ndan başka ilâh yoktur; O, her şeyin yaratanıdır. O'na kulluk edin, O her şeye vekildir.
103- Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir.
104- Muhakkak size Rabbinizden basiretler (k alb gözleri) geldi. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de körlük ederse zararı kendisinedir. Ben sizin bekçiniz değilim!
105- İşte böylece âyetleri türlü türlü çevirip açıklıyoruz ki, onlar sana: "Sen bunları bir yerlerden okuyup öğrenmişs in" desinler ve bilen bir toplum için de onu iyice beyan edelim.
106- Rabbinden sana vahyedilene uy. O'ndan başka ilâh yoktur. Ortak koşanlardan da yüz çevir.
107- Allah dileseydi, ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bekçi yapmadık, sen onlara vekil de değilsin!
102- İşte odur ki, yani şu anılan sıfatın mevsûf (sıfatlanan)ı, göklerin ve yerin icad edeni, eşden, çocuktan uzak, her şeyi yaratan, herşeyi bilen en mukaddes ve ulu zattır ki, O da Allah'tır. Zâtı ve sıfatı bakımından ibadete layık hak bir ilâhtır. "Allah" denince ancak onu anlamalıdır. Rabbınızdır; sahibiniz, terbiyeciniz, veli nimetinizdir. "Rab" denince de ancak O'nu anlamalıdır. Başka ilâh yok, ancak O vardır. Başkasının mabud olmaya, ibadet ve kulluk edilmeye h a kkı yoktur. Bu hak, ancak O'nundur. Çünkü O, her şeyin yaratıcısıdır. Bunu tekrar sanmamalıdır. Zira birinci "her şeyin yaratılması", geçmişe ait, bu ise geleceğe bakmaktadır. Yani bundan önce her şeyi yaratmış olan O olduğu gibi, bundan böyle gelecekt e de herşeyin yaratıcısı O'dur. İlâhlık, mabudluk da yoktan varedicinin yaratıcının hakkıdır. Şu halde siz de ancak O'nu mabud tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz de ondan başkasına tapmakla kendinizi düşürmeyiniz. O, bütün bu sıfat ile beraber her şey üzerine ve herşeye karşı vekildir de. Her hususta ve her şeye karşı O'na dayanılır ve tevekkül olunur ve her iş O'nun tasarruf ve idaresine teslim edilir. Yani bütün yaratıklardan her birinin de Allah'ın yaratmasıyla asil olduğu bir hakkı vardır. Ve bu şekilde bir sebepler âlemi ve insanın o sebepler ile ilgisi de vardır ki, Allah onların hepsini hak ve adaletle yaratmıştır Ve insanın, hem yaratıcısının, hem kendisinin ve hem onların hakkını teslim etmesi gerekir. Bununla beraber insanın hakkı bu sebeplerden hiçbirine kesinlikle mahkum olmamasıdır. Sebeplere hâkim olamayan ve onlara tapma mevkiinde bulunan insanlar her şeyden ve o ölçüde Hak'tan ve yaratıcıdan uzaktır. Çünkü sebepler bir kaç şeyden ibaret değil, sayılamayacak kadardır. Bunların he p sine boyun eğmekle ne onların hakkı verilir, ne insanın, ne de yaratıcının. Zira hiçbir şey, hatta insan ve melekten resul (elçi)ler de yaratıcının yerini tutacak vekil olamaz. Fakat yaratıcı hepsinin üzerinde Rab ve malik olduğu gibi, her şeye karşı veki l dir de. O, her şeye karşı, her şeyin hakkını müdafaa eder ve hakkı yerine getirir, işleri ve menfaatları düzeltir ve tanzim eder. Hem kendi adına aslî velayet, hem yaratıkları adına vekillik velayetini toplayan, her hususta emîn ve mutemed
olan bir yönetic idir. Bunun için özellikle O'na kullukla, O'nun haklarına ve emirlerine uymakla her şeyin hakkı yerine getirilir. Ve O'na dayanmak ve teslim olmak, O'ndan yardım istemek, ve emir almakla kendisinden başka herhangi bir şeyin, herhangi bir sebebin hükmüne g a lebe olunup her ihtiyaç bitirilebilir. Şu halde eğri ve çıkmaz yolları bırakıp da tevhid ve ihlâs ile doğrudan doğruya bir Allah'a kulluk etmek yalnız bir hak ve vazife değil, aynı zamanda Allah'tan başkasına karşı mağlub olması ihtimali olmayan bir dayan m a noktasından sonsuz bir kuvvet ve yaratılmışı yaratana yaklaştıran çok yüksek bir şeref ve hürriyet, ebedî bir saadet feyzi kazanmaktır. "Sadece Allah taraftarları kurtuluşa ermişlerdir" (Mücâdele, 58/22), "Muhakkak ki, Allah tarafları üstün gel e ceklerdir" (Mâide, 5/56) neticesine ermektir. "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım bekleriz" (Fâtiha, 1/5) anlaşması bu, doğru yol budur. Ve bundan dolayı hiçbir şeye değil, ancak Allah'a dayanarak yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediniz, bütü n ümit ve sevginizi ve bütün korku ve haşyetinizi ona bağlayarak ve her işinizi ona ısmarlayarak, bütün istek ve seçimlerinizi onun emirleri ve irşadlarına bağlayarak hareket ediniz. Ona samimi ibadetle dünya ve ahirete ait ihtiyaçlarınızın yerine getirilm e sine çalışınız. O'nun yaratması ve emri, yardım ve izni olmadan ne insanlar, ne cinler hiçbiri bir iş göremez.
103-Gerçi O'nu bütün gözler anlayamaz ve hatta kendinden başka hiçbir göz O'nu kavrayıp ihata edemez ve fakat O, gözlerin hepsini idrak ve ihata eder, görür, bilir. Gözler kendini anlayamazken, onları anlayan, anlatan, gören, gösteren, gerçeği bilen ancak O'dur. Burada dış idrak meselesine de dikkat çekilmiştir. Bir canlının kendi dışındaki görülenleri görebilmesi ve anlaşılanları anlaması i çin, öyle bir şaşırtıcı iş ve öyle bir şerefli durumdur ki, akıl bunun en derin noktasını anlayamaz. Bütün hakimler ve filozoflar bunu izah etmekten âcizdirler. Mesela gözümle karşımda bir minare görüyorum, ne gözüm minareye kadar gitmiş ve ne minare geli p gözüme girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm, yalnız o minareden yansıyan ışığın içerdiği ve küçücük gözüme bastığı hurda minare resminden ibaret de değildir. Ben, gözümdeki minare resmini değil, uzaktaki büyük minarenin kendisini görüyorum ve gözümü yumduğum zaman da onu bende değil, olduğu yerde idrak ediyorum. Hatta dikkat edilirse görme aracı kabul edilen ışık bile bana, benim gözüme kavuşması anında ışık oluyor ve o zaman parlıyor ve görme dediğin olay da o zaman meydana geliyor. Ve o anda ben, y e rindeki minareyi algılıyorum. Bu nasıl olabiliyor? İşte bu dış idrak işinin sır ve mahiyeti akılların, idrak ve kavrayışının
dışındadır. Bütün fen ilimleri, felsefeler, bunu ihata edebilmekten uzak kalmış ve filozoflar bu noktada ya şaşkınlık veya safsatadan başka bir şey yapamamıştır. Bununla beraber bu, vaki olan bir iştir. Ve benim minareyi gördüğüm bir gerçektir. Allah Teâlâ bunu yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların algılayamadığı bu gerçeğin en derin noktasını ve mahiyetini idrak ve ihata eden de ancak O'dur. Gözler onu idrak ve ihata edemezken, O gözleri idrak ve ihata eder ve aynı gerçek bütün idrak edilen şeylerde böyledir. Ve O lutuf sahibi ve her şeyden haberdardır. Ve lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olan ancak odur. İdrakin nuru gibi her l u tuf O'nundur. Her şeyi bilen, her doğru haberi veren ancak odur. Bundan dolayı hem O'nu dürbünlerle, teleskoplarla aramaya kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye, gözlerden, gönüllerden uzak, ihtiyaçlardan, dileklerden, doğru doğru haberdar olmaz sanıp d a O'ndan dönmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olan en görmeyen gözleri görür, en gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamayan sırlarından ve eğilimlerinden haberdardır. O, onlara kendiler i nden yakındır. O'na ibadet etmek ve işleri ısmarlamak için şart, O'nu görmek değil, O'nun görmesi, lutuf sahibi ve her şeyden haberdar olması ve O'na ihlas ve tevhid ile zât ve sıfatlarına, fiilerine ve lutuflarına iman edilmesidir.
104- Şimdi ey Hak Mabud'dan dönüp Hak resulü yalanlayanlar, muhakkak size Rabbinizden basiretler -kalb gözüyle görülecek uyarıcılar, şahitler- geldi. Göze göre basar (görme) ne ise, kalbe göre basiret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görücü kuvvet denilen görm e nûruna göz (görme duyusu) denildiği gibi; kalbin görmesine sebep olan ve dilimizde kalb gözü de denilen algılayıcı kuvvete ve özellikle bunun zekâ, anlayış ve firaset denilen, görünür ve görünmez bir işe dikkat ve nüfuz ile, gereği gibi idrak eder bir d e recede açık ve parlak olması haline "basiret" denilir ki, bir ilâhî nurdur. Aynı şekilde baş gözüyle hasıl olan ve görmek denilen tam ve kâmil anlayışa "basar" denildiği gibi, kalb gözüyle hasıl olan tam ve kâmil idrake, gerçek ve şüphesiz bilgiye de "bas i ret" denir. Bundan başka basiret, delil, hüccet ve burhana, şahide, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidayet sebeplerine de söylenir. Çünkü bunlar, idrak gücünü kuvvetlendirir, basiret ve idrake sebep olur. Ve bu mânâca basiret, önceki mânâları da içine a lır. Çünkü basiretin kendisi de en büyük delil, en büyük şahid ve beyyine, en büyük ibret dayanağıdır ve onsuz hiçbir şey idrak olunamaz. Burada da basiretler, ya birinci mânâya veyahut onu da içine alan bu üçüncü mânâya olarak Kur'ân ve özellikle yukarda
vâsid olan açık âyetlerdir. Görülüyor ki, bu âyetler basar (görme) ve basirete dikkat nazarını çekerek, genel bir şekilde, doğrudan doğruya hakkı bilmeye ulaşmanın idrak ile olacağını göstermiştir. Bu âyet ile işaret olunuyor ki, müşriklerde basiret fiili yoksa da, idrak gücü Allah tarafından bütün beşer yaratılışına verilmiştir. Ve sonra Muhammed (s.a.v)'in kalbine vahyedilen açık âyetler ile de bütün o idrakleri kuvvetlendirecek ve ikinci mânâ ile bizzat basîret ve tam idraki oluşturabilecek olan ilâhî d e liller tebliğ edilmiştir. Ve şu halde herkesin bu basiret nurlarına karşı kalb gözlerini yummayıp kendindeki idrak gücüne bakması ve bu şekilde basîretlerden istifade ederek bilfiil basîrete ve gerçek bilgiye erme görevini seçmesi kalmıştır. Şu halde he r kim kalb gözüyle bakar, Rabbinden gelen bu delilleri basiret ile hakkı görmek ister de iman ederse bu kendi lehinedir, kendi menfaatinedir. Ve her kim körlük eder, kalb gözünü yumar, kör olursa, bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir, kendi zararınadır. "Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat sînelerdeki kalbler kör olur" (Hacc, 22/46) âyetinin delaleti üzere asıl körlük göz körlüğü değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın sınırı ve sonu yoktur. Ey kalb gözü kör olanlar! Bu takdirde ben de s izin üzerinize bir koruyucu değilimdir. Yani Allah, verdiği idrake, gönderdiği delillere körlük eden sizin gibi nankör kâfirlerin, müşriklerin ihtiyarî fiillerinde koruyucusu ve himayecisi değildir, tersine karşısındadır. Yakında geleceği üzere gözlerini ve kalblerini çevirir. Körlük ve sapıklık yaratır, kendilerini körükörüne taşkınlıklara, karanlıklara bırakır ve bundan koruyacak ve karanlıklardan nûra çıkaracak diğer bir dost koruyucu da mümkün değildir. Körü körüne rastgelene sarılırsanız, onlar da si z i tutar, karanlıktan karanlığa, zarardan zarara, sürüklerler. Kısaca her şeyin koruyucusu ve yaratıcıların en hayırlısı olan Allah, "İman edenlerin dostu olup, onları karanlıklardan nûra çıkarır". (Bakara, 2/257) Müşriklerden uzak ve kâfirlerin düşma n ıdır. Çünkü bunlar ,Allah'ın koruma ve himaye için verdiği ve gösterdiği basiretlere körlük etmiş, Allah'ın muhafaza ve korumasına tenezzül etmemiş ve çekinmişlerdir. Ve bu hususta sorumluluk kendilerine aittir. Görülüyor ki, burada ibsar (bakmak) ve âmâ ( kör olmak) fiilleri kullara isnad edilmek ve bunlardan birini tercih ve seçmekle koruma görevinin kula ait olduğu anlatılarak, yaratanı birleme meselesine karşı kuruntuya düşülebilecek olan bir cebr (zorlama) sorusunun halliyle büyük bir uyarma vardır. Ba s iret körlüğü eden kimselere kendi "ene"si, yani benliği, bizzat muhafız olmadığı gibi, yüce yaratıcı da onlara hafîz (koruyucu) şerefli ismiyle muamele etmez.
Ve işte bizim anladığımıza göre Allah Teâlâ'nın gönderdiği basiretlere körlük ve hakkına nankörlük eden kâfirlere, müşriklere karşı "Kim körlük ederse ben size bekçi değilim." buyurması bu mânâ iledir. Ve âyette "Sizin Rabbiniz" (üçüncü sahıştan) mütekellimine (birinci şahsa) iltifat (dönüş) vardır. Burada tefsirciler "hafîz" (koruyucu) şeref l i ismini ceza veya mükafat vermek üzere amelleri kontrol ve muhafaza eden "rakîb" mânâsıyla tefsir ettiklerinden dolayı, bu âyet Peygamber'in lisanı üzere varid olmuştur, diyorlar. Ve bunu: "Ey Muhammed! De ki, sizin üzerinize koruyucu, yani amellerinizi, kontrol ve koruyarak azarlayacak olan rakîb (kontrolcü) ben değilim, Allah'tır, ben ancak bir elçiyim" meâlinde tefsir ediyorlar. Fakat biz bu yorumu pek de uygun bulmuyoruz.
105- Ve işte biz böyle âyetleri türlü türlü çevirip açıklarız. Gerçek vecihleri ve çeşitli şekilleriyle ifade eder i'cazkâr, güzel bir nizam ile halden hale devam ettirir, şekilden şekle koyarız. Bir taraftan nurlar saçar, gözlerden geçirir, basiretler açarız; diğer yönden bunları layık olmayan gözlere göstermez, basiretleri b ağlar, körlük ve karanlıklar içinde bırakırız. Bu tasrif ve tasarrufu şu sonuç ve hikmet için yaparız ki sen ders görmüşsün, çok okumuşsun (yani bu, âyetler ve Kur'ân tahsil etmeye ve incelemeye dayanan birçok ilimler ve bilgiler ile ilgilidirler. Bi r ümmî okuma yazma bilmeyen bunları bilemez ve bunlar vahyile de olmaz. Demek ki sen kimsenin haberi olmadan gizlice ders almışsın) desinler. İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerine göre müdârese etmişsin, yani kitap ehli, okumuş birtakım kimselerle müzakere etmişsin, bu bilgileri o şekilde ediniyorsun ve söylediklerini vahyile değil, o müzakere ile söylüyorsun desinler. İbnü Âmir kırâetine göre okunması halinde, bunlar, yani senin okuduğun şeyler zamanı geçmiş, bugün için hükmü kalmamış eski şeyler desinler. Hasılı bunlardan birini söyleyerek, hem Kur'ân'ın önemini ve senin bir ilm-i ledünnîy (Allah bilgisi ve sırları ilmin)e ermiş olmanı gizli kapaklı itiraf, hem de vahy ve peygamberliği inkâr ile küfür ile Allah'a ortak koşmada ısrar etsinler. Buna karşılık biz de bu âyetlerin mânâsını bilecek olanlara, ilim şanından bulunanlara beyan edelim ve açıklıyalım:
106-107-Ey Muhammed! Sen Rabb'inden sana vahyedilene uy. O'ndan başka ilâh yok, O'na bak, ve müşriklerden yüz çevir, ne derlerse desinler bakma. Allah dileseydi onlar da müşrik olmazlardı, imanı isteklerine bırakmaz, ortak koşmaktan korur,
zorla mümin yapardı. Mademki müşriktirler, demek ki Allah imanlarını dilememiş ve onları şirkten ve şirkin gereklerinden korumamıştır. Biz seni onların üzerine bekçi de tayin etmedik. Şu halde ne onları ortak koşmaktan, ne başlarına gelecek felaketten koruyabilirsin, ne de bundan dolayı sorumlu olursun. Ve sen onlar üzerine vekil de değilsin. Onlar tarafından vekil değilsin ki, iyilik veya kötülü k lerine, işleri idare etmek için onlara bakasın. Allah'ın vekili de değilsin ki, şirklerinden dolayı üzerlerine çullanıp Allah'ın onlara yapacağı azarlama ve cezayı veya düzeltmeleri yapmak yetkisini taşıyasın. Kısaca sen ancak Allah'ın emirlerini ve hüküm l erini tebliğ ve haber vermekle yükümlü bir elçisin. Bunun için Rabb'ından sana ne vahyedilirse ona uy ve Allah'a ortak koşanlara bakma.
Ey inananlar!
Meâl-i Serifi
108- Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah'a sövmesinler. Biz, her ümmete yaptıkları işi böyle süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir.
108- Ey müminler, Allah'tan başkasına yalvaranlara, tapanlara sövüp de cahillikle atılarak Allah'a sövmelerine sebep olmayın. Yani onlara taptıkları, kendilerince hürmet ettikleri şeyleri karıştırarak mesela "kahrolsun taptığınız" veya "dini şöyle böyle" gibi bir sövme ve küfretmekle hitap ederek söğerseniz, vicdanlarına, hissiyatları n a basmış olursunuz. Onlar da kızarak ve bilgisizliklerinden dolayı ayniyle karşılık verdikleri zannında bulunarak, "biz de sizinkine" diye, sizin söylediklerinizi iade eder ve bunun ona denk olmadığını bilmezler ve bu şekilde hak sınırını
aşarak Allah'a sövmüş olurlar. Ve siz bu küfretmeye sebep olmuş olursunuz. Şu halde siz onların küfürlerine, şirklerine söveceğiz diye böyle küfretmeye sebep olmayın. Küfretme ve sövme, genelde ahlâka uygun bir şey olmadığı gibi, aslı itibariyle batılı, küfrü hakir görme k ve değersiz göstermek gibi meşrû ve güzel sayılmış da olsa, böyle küfretmeye ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme ve küfretmeye sebeb olmak sûretiyle bir küfür demektir. Bundan dolayıdır ki, Fıkıh kitaplarında, her kim olursa olsun, dinine küfretm e k elfâz-ı küfür (küfür lafızların)den sayılmıştır.
Hasılı, herhangi bir milletin, ne kadar batıl olursa olsun mukaddes saydıkları şeylere sövmekten sakınmalıdır. Biz, böyle her ümmete amelini süslemişizdir. Kimisinin iyiliğine başarı, kimisinin kötülüğüne alçaltma olmak üzere her birine çeşitli duygular, karekterler, zevkler, telakkiler vererek yaptıklarını hoş göstermişizdir. İşin aslı hayır olsun, şer olsun, küfür olsun, iman olsun, taat olsun, isyan olsun, hepsi, yaptıklarını beğenerek, güzel kab u l ederek yaparlar. Ve sevdiklerini müdafaa etmek için heyecanlara düşerler. Hoşlanıp hoşlanmamak gibi duygular isteğe bağlı değil zorlamakladır. Gerçek ve hayrın yolu, sırf zevk ve duygularda değil, yukarda açıklandığı üzere basiretlerdedir. Basireti bıra k ıp da yalnız zevk, süs ve duyguların arkasından gidenler, birçok kötü şeyleri iyi kabul ederek yapmaya mecbur olurlar. Allah, onları yanlış telakkilerinden korumaz, tersine kendilerine iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterir. Hepsi yaptığını kendi lehine iyi yapı y orum diyerek yapar. Fakat yalnız onların değer yargılarıyla ve özellikle Allah'ın rızasını gözetmeyip yalnız süse, zevke uyan telakkileriyle ve yalnız kendi hoşlanmalarına dayanan amelleriyle iş bitmez. Sonra dönüşleri, müracaatları, hepsinin Rabb'ı, işin sahibi olan Allah Teâlâ'da biter. O süsün ilk neşesi geçer, nöbet sonuna, neticelerine gelir. O ilk oluşun bir son oluşu, öldükten sonra bir dirilmesi ve o zaman âlemlerin Rabbi'nin huzurunda bir dikilmesi vardır. O zaman âlemlerin Rabb'i onların ön c e yaptıkları amellerinin ne olduğunu kendilerine derhal haber verir. O günde süslü görüp beğenerek yapmayı âdet haline getirdikleri işlerin süslü mü, süssüz mü, acı mı, tatlı mı, güzel mi, çirkin mi, ne olduğunu sonunda anlarlar.
Şimdi müşriklerin bazı işlerini haber vermek ve Allah'ın, işlerin dönüş yeri olduğunu açıklamak sûretiyle buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
109- Müşrikler, kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: "Mucizeler ancak Allah katındadır". Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini siz nerden bileceksiniz?
110- Biz onların kalblerini ve gözlerini çeviririz de, onlar, ilkin iman etmedikleri gibi, gene de iman etmezler. Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın bırakırız.
109-110- Müşrikler güçlerinin yettiği en kuvvetli yeminlerle Allah'a yemin de ettiler ki, herhalde kendilerine bir âyet, istedikleri bir mucize gelse (bu cümleden olarak Safa tepesi altın olsa) muhakkak ve muhakkak iman edeceklermiş. Rivayet edildiğine göre bazı müminler de bunların bu yeminlerine bakarak istedikleri âyetin inmesiyle iman edecekleri ümidine düştüler. Ey Muhammed De ki: Âyetler ancak Allah'ın katındadır. Yani onlara gücü yetecek olan ancak O'dur. Dilediğini açıklar, dilediğini açıklamaz, hiçbiri benim kudret ve isteğimle değildir. Siz bilmezsiniz ki, O istedikleri âyet geldiği zaman da iman etmezler. Ve biz onların gönüllerini ve gözlerini çeviririz. Gönülleri bir tarafa, göz l eri başka tarafa döner, hayret ve tereddüt içinde kalırlar. İlk defa iman etmedikleri gibi, yine hakkı anlamaz, âyeti görmezler, iman etmezler. Ve kendilerini basiretsizlikleri ile tuğyanları içinde bırakırız, körü körüne yuvarlanır giderler. Yani i l k önceki imansızlıkları, iman sebebi olacak mucizeler olmadığından
değil, inat ve azgınlıklarından ve hak, doğru âyetleri görmemezlik ettiklerinden dolayıdır. Ve bundan dolayı Allah onları küfür azgınlıklarına bırakmaya takdir etmiştir. Allah onları bu taşkınlıktan korumayacak, müminlere verdiği hidayeti ve iman yardımını vermeyecek, körlüklerinde bırakacak, bastıracak, "Kim körlük ederse, ben sizin üzerinize bir bekçi değilim" sırrı tamamen ortaya çıkacaktır.
Onun için bir âyet değil:
Meâl-i Şerifi
111- Eğer biz onlara melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah'ın diledikleri hariç, yine de inanacak değillerdi, fakat çokları bunu bilmezler.
111- Hatta biz onlara bü tün melekleri indirmiş olsak. "Bize melekler indirilmeli değil miydi?" (Furkan, 25/21), "Bize melekleri getirmeliydin" (Hicr, 15/7) diye istedikleri mucizeyi göndersek, Ve ölüler kendilerine söylese, "Babalarımızı diriltip getiriniz de şahit l ik etsinler" (Duhân, 44/36) diye istedikleri mucize de yapılsa, ve üzerlerine her şeyi kefil olarak toplasaydık da, "Allah'ı ve bütün melekleri kefil olarak getir" (İsrâ, 17/92) diye istedikleri mucizeyi de göstersek, Allah dilemedikçe hiçbir z a man iman etmeleri ihtimali yoktur. Ve bundan dolayı onlara âyet indirmek boşunadır. Ve fakat pekçoğu bilmezler. Her türlü mucize gelse Allah dilemeyince hiçbir şey yapamayacaklarını bilmezler de, sadece kendilerine güvenir, azgınlık ve inatlarında kalm ak için öyle yalan
yere yemin ederler. Bunun için sen onlara bakma ve imanlarına ümit edip, istedikleri mucizeyi istemeye kalkma da, "Mucizeler, Allah katındadır" (En'âm, 6/109) de, Allah'a bırak!
Meâl-i Şerifi
112- Biz böylece, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar birbirini aldatmak için süslü sözlerle vesvese verirler.
Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları iftiraları ile başbaşa bırak.
113- Bir de ahirete iman etmeyenlerin kalbleri, o yaldızlı söze kansın, ondan hoşlansın ve işledikleri suçları işlemeye devam etsinler diye böyle yaparlar.
114- Allah, size Kitab'ı (Kur'ân'ı) açıklanmış olarak indirdiği halde, ondan başka bir hakem mi arayayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur'ân'ın, gerçekten Rabbin katından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma.
115- Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir.
116- Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar.
117- Şüphesiz ki Rabbin, yolundan kimlerin saptığını çok iyi bilir. O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.
1 12-113-Ey Muhammed! Böyle, yani her ümmete amellerini süslediğimiz gibi, yahut sana onları düşman kıldığımız gibi her peygambere de insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Sevgi ve ülfeti veren Allah olduğu gibi, düşmanlık ve nefreti veren, dostu d o st, düşmanı düşman yapan da Allah'tır. Ve düşmanı bulunmak, peygamberler arasında yalnız sana özgü değil, hepsinde cereyan eden bir kuraldır. İnsan ve cin şeytanları her peygambere düşman olagelmiştir. "İnsan ve cin şeytanları" tamlamasının, "beyaniyye" veya "lamiyye" olması hakkında iki görüş vardır: Beyaniyye olduğuna göre, "insandan olan şeytanlar ve cinden olan şeytanlar" demek olur. Ve şeytanların bir kısmının insan cinsinden, bir kısmının da cin cinsinden olduğu anlaşılır. Lamiyye olduğuna göre de "insanlara mahsus", yani insanlara musallat, insan aldatmaya mahsus şeytanlar; "cinne mahsus", cinnîleri aldatmaya mahsus şeytanlar demek olur. Ve bu şekilde şeytanın, ne insan, ne cin değil, üçüncü bir cins olduğu ve fakat bir kısmını insana, bir kısmı d a cinne musallat olmak üzere iki çeşidi bulunduğu anlaşılır. İkrime, Dahhâk, Süddî, Kelbî gibi bazı tefsirciler izâfetin lamiyye olması ve başkalık ifade etmesi asıl olduğundan dolayı, şeytanların insan ve cinden başka bir cins
ve hepsinin İblis'in çocukları olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat İbnü Abbas'dan Ata, Mücâhid, Hasen ve Katâde beyaniyye izâfeti tercih ederek demişlerdir ki, şeytan, insan ve cinden herhangi bir isyancı ve inatçıdır. Yani gerek insan ve gerek cinden olsun serkeş, kibirli, fitneci, in a tçı, ele avuca sığmaz, kaypak, yola gelmez olanların hepsine şeytan denilir. (Bakara sûresi 14.âyetin tefsirine bkz.) Adı geçenler demişlerdir ki, cinden de şeytanlar vardır, insanlardan da şeytanlar vardır. Ve cinden olan şeytan mümini aldatmaktan aciz k alınca inatçı bir insana, yani bir insan şeytanına gider ve mümini aldatmaya teşvik eder. Ve böyle insanlardan şeytanlar bulunduğuna şunu delil göstermişlerdir: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Ebu Zer (r.a)'e: 'Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?' bu y urmuştu. Ebu Zer: 'İnsanın da şeytanları var mıdır?' dedi. 'Evet onlar, cin şeytanlarından daha şerlidir' buyurdu."
İşte birçok tefsirciler, bu âyette bu mânâyı tercih etmişlerdir. Çünkü âyetin gelişi, kâfirlerin düşmanlık ve düşüklüklerine karşı Resulullah'a teselli verme hakkındadır. Şu halde insan şeytanları, göze görünür şeytan insanlar; cin şeytanları da göze görünmez, bakışlardan gizli şeytanlar demek olur. Bilinmektedir ki ins, insan türü, beşer, âdemoğlu demektir. Tekilinde "insî" denilir. Ve b una karşı olan cin de alışılmamış, gizli, rûhânî bir yaratık demek olur ki, bunun tekiline de "cinnî" denilir Ve iki sayfa önce açıklandığı üzere cin biri daha genel, biri daha özel olmak üzere iki mânâ ile tefsir edilmiştir Fîruzâbâdî "Besâir" inde bu n u şöyle özetleyerek demiştir ki: Cin hakkında iki türlü görüş vardır:
Birincisi: Cin mutlaka duyuların hepsinden gizlenmiş olan rûhânîlere denilir ki, insan karşılığıdır. Bu şekilde melekler ve şeytanlar cinin içine dahil olur. Şu halde melekler ile cin arasında mutlak umum ve hususluk vardır. Her melek cindir, her cin melek değildir.
İkincisi: Cin, rûhânîlerin bir kısmına denilir. Çünkü rûhânîler üç kısımdır:
1- Hayırlılardır ki, meleklerdir.
2- Şerlilerdir ki, şeytanlardır.
3- Hay ırlıları da şerlileri de içine alan ortadakilerdir ki, özel mânâsıyla cin taifesidir.
Demek olur ki, burada cin, insan karşılığı zikredildiği "Kâfirler, cinleri Allah'a ortaklar yaptılar" (En'âm, 6/100),
"Cinlerden olan İblis ise Rabb'inin emrinden çıkmıştı" (Kehf, 18/50) âyetlerinde olduğu gibi genel mânâya sarf edilmiştir. "Cin şeytanları" izâfet-i beyâniyyesiyle de melekler ve diğer hayırlı cinler, çıkarılmıştır. "Kamus"ta anıldığı üzere "ins", bir insanın özellikle hissettiği hâlis dost ve a hbablarına da denir ki, "enîs" (dost) demek gibidir. Beşer türüne insan ve ins denilmesi de işte bu karşılıklı anlaşma mânâsı itibariyle bir insanın veya bir kısım insanların arkadaşlıklarından kayıp ve bakışlardan gizli bulunan yabancıları ve perde arkasında hareket edenleri de "ins" karşıtı olan "cin" kavramına sokmak gerekecektir. Bu şekilde genel anlamıyla cin, yukarda geçtiği üzere üç çeşit rûhânîler ile beraber beşer türünden bir kısmını da içine almış bulunur. Ve bu beşer kısmı, diğerine göre cinnin özel mânâsı ve özel mânâsıyla insin en yakını karşıtı demek olur. Gerçi seleften, cinnin bu mânâsı açıkça nakledilmiş değilse de, meşhur olduğu üzere ins ve cinnin toplamına (sekaleyn) denilmesi bu konuda açık gibidir. Çünkü bu en azından bazı cinlerin de insan gibi ağırlığa haiz olduğuna işaret eder. Halbuki rûhânîler, gerek soyutlar ve gerek ecsâm-ı lâtife (latif cisimler) diye tarif edilsin, her iki değerlendirme de maddîler karşıtı olduklarından bilinen mânâsıyla ağırlık kavramından hariçtirler .Ve b undan dolayı (insanlar ve cinler) her halde ruh ve akıl sahibi olan ve yoğun maddeyi içeren, biri anlaşma dairesinde anlaşılan ve açık; biri de anlaşma dairesinden gizli ve örtülü iki karşıt ağırlık demek olur. Ve özellikle gizli topluluklar halinde ha r eket eden beşer kısmının, esas sözlük itibariyle "cin toplumu" kavramında bulunuşu hususunda şüphe yoktur. Ancak cin anlayışını buna tahsis etmek, alışılmış ve alışılmamış bütün beşer türünden başka gizli cin yoktur, demek de doğru değildir. Zira "Cinler i de daha önce (vücudun gözeneklerine) nüfuz eden güçlü bir ateşten yarattık" (Hıcr, 15/27) âyeti gereğince cinlerin yaratılışı insanlardan öncedir. Ve bu âyette de cin, açıklandığı üzere, genel mânâda kullanılmıştır. Ve Allah Teâlâ ilâhî hikmetiyle her p eygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kılmış ve bu düşmanlık, peygamberlerin gönderilişinin bir gereği, bir hikmeti , cereyan eden bir sünneti olmuştur. Ve nitekim "Kâfirler, bunu başkalarından öğrendin desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diy e âyetleri genişçe izah ederiz" (En'âm, 6/105) âyeti ile de buna işaret buyurulmuştu.
Peygamberlere düşman olan ve bir kısmı görünen, bir kısmı görünmeyen bu insan ve cin şeytanları birbirlerine gurur için, aldatmak için söz yaldızı (içi bozuk, dışı süslü aldatıcı sözler) vahyederler.
Yani vahyeder gibi süratli bir îmâ ve işaretle öyle yalancı, yaldızlı sözler telkin ederler ki, bunların sadece dışındaki süsüne bakanlar aldanırlar, şeytanlıklarına hayran olurlar. (Vahyin çeşitleri ile mânâsı ve tarifi Nisâ sûresinin sonlarında "Şüphesiz Biz Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisâ, 4/163) âyetinde açıklanmış idi, oraya bak.) Yani genel mânâda vahy, biri hak vahiy, biri batıl vahiy olmak üzere iki çeşi t tir. Ve bunun ikisini de içine alan en umûmî mânâsıyla vahiy, "süratli bir işaret ile söz" demektir. Gerçek vahiy, hak vahiy ve ilâhî zorlama olmakla beraber, süratli bir îmâ ve işaretle gizli şekilde verilen batıl telkinlere de mecazî olarak vahiy denili r. Şeytanlıkla olanlar da vahiy veya ilhamı hep bu mecazî mânâda kullanarak falan ve falandan şeytanlık icra ederler, ilham almış derler. Ve işte şeytanların bu şeytanlığı, peygamberlere düşmanlık ve gerçek vahiye rekabet için birbirlerine dayanmaktaki ve a ynı zamanda gurur ile aldatıcı, yaldızlı sözler uydurup telkin etmekteki süratlerini anlatmak için bu âyetteki îmâ, bu mecazî anlamda söylenmiş ve fakat "gurur için yaldızlı söz" karîne-i mâni'a (engelleyici karîne)sı konularak doğru fiil gafletten ve k ö tü anlamadan korunmuştur.
Özet olarak her peygambere düşman olan insan ve cin şeytanları öyle yaparlar. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı o şeytanlar bunu (bu düşmanlığı, bu süratli telkini, bu yaldızı, bu bozgunculuğu ) yapamazlardı. Ya onlara o kudreti vermez veya verdiği halde engel olur, yaptırmazdı. Demek ki onların bunu yapabilmeleri ve yapmaları da Rabb'ının dilemesiyledir. Ve demek ki bunda onun bir hikmeti vardır. Şu halde sen onları iftiralarına bırak. Bırak ki, belalarını bulsunlar. On l ar o yaptıklarına aldanmak için ve ahirete, âkıbete inanmayanların gönülleri ona, (o telkin ettikleri yaldızlı söze veya o gurura) meyletsin diye, ve bu imansızlar ondan hoşlansınlar, rızalarıyla kendilerini beğensinler, o yaldıza gönül verip hayran olsunlar diye, ve işlemekte bulundukları fenalıkları işlesinler diye yaparlar. Ki bütün bu fenalıkların başında Allah'tan başka hakem aramak suçu vardır. Şu halde senin onlara diyeceğin şudur:
114-115- Allah'tan başkasını mı hakem isteyeceğim? Halbuki o size bu en mükemmel Kitab (Kur'ân)ı açıklanmış olarak (yani hiçbir şüphe ve başka şeylere benzeyişe mahal kalmayacak şekilde fasılalı âyetleriyle hak, bâtıldan ayırd edilerek beyan edilmiş ve açıklanmış bir
halde) indirdi, hükmünü açıkladı. Allah'ın hükmüne karşı, hükmüne müracaat edilebilecek hiçbir hakem tasavvur olunamayacağı gibi, ilâhî hükmü anlamak ve tebliğ etmek için de diğer âyetlerin, mucizelerin delaleti, icazı, kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Onların sade c e bir icazdan ibaret olan delaleti, mücmel (kapalı), belirsiz, açıklamasız ve devamsızdır. Kitabın mucizesi ise onların hepsinin icaz delaletini içerdikten başka açıklanmış, vazıh, mufassal ve daimdir de. Mesela "Ay'ın yarılması" (şakk-ı kamer) mucizesind e n "Muhammed, Allah'ın Resulü'dür" hükmü ancak kısaca ve bir an için anlaşılır. Ve bundan istifadenin gerek açıklığı ve gerek devamı kelama dayanır. "Kıyamet yaklaştı, Ay yarıldı" (Kamer, 54/1) sûresi ise aynı hükmü daha geniş icaz vecihleri ile açı k ça ve sarih bir biçimde ifade eder. Ve her zaman için ifade eder. Ve herhangi bir hakimin hükmü, sözlü ve fiilî olabilirse de asıl açık hüküm, sözlü hükümdür. Ve özellikle ilâm ve tescil edilen sözlü hükümdür ki, bir değil, binlerce fiile sebep ve misal t e şkil eder. Kısaca kitabın mucizesi, Allah'ın hükmüne delalet için, diğer mucizelerin üstünde açık ve derin, yüksek bir delildir. İşte burada bu mânâ hatırlatılarak buyuruluyor ki, Allah size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve bu şekilde hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de, aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla! Rivayet edildiğine göre Kureyş müşriklerinin bir problemleri olduğu zaman bir kâhini hakem yapıp, hükmüne uymak âdetleri olduğu gibi Resulullah'a da:"Seninle aramızda yahudi bilginlerinden ve istersen hıristiyan piskoposlarından bir hakem seçelim, bakalım onların kitabında sana dair bir şey varsa bize haber versinler" diye bir teklifte bulunmuşlardı ki, bu âyetle buna cevap verilmiştir.
Ve bizim kendilerine kitap verdiğimiz kimseler bilirler ki, muhakkak o Kitab (yani Kur'ân) Rabb'ından hak ile indirilmiştir. Şu halde sakın şüphelenenlerden olma, şüpheliler gibi birtakımlarının inkârlarından etkilenip de başka hakem teklif edenlere rıza gösterme. "Allah'tan başka bir hakem mi isteyeyim?" de. Hiç şüphesiz bu kitap sana Rabb'ından ind i rilmiş hak bir kelimedir. Ve senin Rabb'ının kelimesi, doğru söz olmakta da tam, adaletçe de tam, son derece tamdır. Yani Kur'ân, ihbârî (haberle ilgili), inşâi (dilek kipine ait) iki yönü içine alan bir Allah kelâmıdır ki, birinde istenen doğruluk, bi rinde istenen de adalettir. Kur'ân haberleri ve vaadleri yönüyle tamamen
doğrudur, gerçeğin kendisidir; yalandan, şüpheden uzaktır. Kanunları ve hükümleri yönüyle de tamamen adalettir, doğruluğun kendisidir, zulümden, eğri büğrülükten uzaktır. Rabbinin kelimelerini değiştirebilecek, ona karşı hakimlik, ayırtmanlık, düzelticilik edecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur. Ne kimse O'nun kelimelerini kaldırıp yerine daha doğru ve daha adaletlisini koyabilir, ne de aynısını. Söz, O'nun sözü; kanun, O'nun kanunu; kitap, O'nun kitabı; hüküm, O'nun hükmüdür. Şu halde Allah'tan başka hakem isteği nasıl düşünülür ve caiz görülebilir ki, O, daima hem işiten, hem bilendir de. Gizli, açık her sözü işittiği, her şeyi bildiği gibi iddiacıların davalarını işitir, niyetl e rini ve maksatlarını bilir. Ve bütün yargılanacakların görünüşlerini bildikten başka, görünmeyen yanlarını da bilir. Öyle yargılar ve öyle hüküm verir. Artık kim O'nun hükmünü bozabilir? Ve kim O'nun hükmünden kurtulabilir? Allah'ın hükmü böyle. Diğerleri ne gelince:
116-117- Eğer sen yeryüzünde bulunanların çoğunluğuna itaat edecek, uyacak, onlardan hakem yapacak olursan, seni Allah'ın yolundan, şeriatından saptırırlar. Çünkü onlar hükümlerinde ilme, hak delile değil, ancak zan ve vehme tâbi olurlar. Ne inançlarında kesinlik, ne kanunlarında, ölçülerinde haklılık, ne de hükümlerinde isabet bulunur. Ve onlar başka değil, ancak kendi mızraklarıyla ölçer, kişisel, nefsânî ölçü ve tahminleriyle keyiflerine göre hüküm verir, yalan söylerler. Mes e la "Allah, beşere bir şey indirmedi" derler, Allah'a ortak ve çocuk isnat ederler, putları ve heykelleri yakınlaşma aracı sayarlar. Haklıyı haksız, haksızı haklı, çıkarırlar, helale haram, harama helal derler. Leşi helal sayarlar, deveyi ve benzerlerini h a ram ederler. Gerçekte yalnız Rabb'ındır ki, en çok bilen O'dur. Yolundan sapanı bilir. Doğru yolda gidenleri en iyi bilen de O'dur.
Şu halde, Allah'tan başka hakem ve hâkim arayanlara uymayın ve Allah yolundan şaşmayın da:
Meâl-i Şerifi
118- Eğer Allah'ın âyetlerine iman ediyorsanız, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yiyin.
119- Size ne oluyor da Allah'ın adı anılarak kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki O size, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri genişce açıklamıştır. Doğrusu birçokları bilmeden keyiflerine uyarak insanları doğru yoldan saptırıyorlar. Muhakkak ki, Rabbin, sınırı aşanları çok iyi bilir.
120- Günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler.
1 21- Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin, çünkü onu yemek yoldan çıkmaktır. Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlardan olursunuz.
118-119- Üzerine yalnız Allah'ın ismi anılmış olan şeylerden yiyin. Ki Allah bunu size mubah kılmıştır. Eğer Allah'ın âyetlerine gerçekten inanıyorsanız? Böyle yaparsınız, bu âyetlerin hükmüne de inanır, bu yemeyi mubah bilirsiniz. Başka ad tanımaz, Allah'ın hükmünden
başkasına uymazsınız. "Anılanlardan" buyurulması gösterir ki, yenecek şeyler "besmele"li şeylerden olacaktır. Fakat "besmele" çekilenlerin hepsi de yenebilecek değildir. Bu konuda açıklama vardır. Bunun için buyuruluyor ki: Üzerine Allah'ın ismi zikredilmiş şeylerden size ne oluyor da yemeyeceksiniz? Allah size, zorunlu olduğunuz şey hariç olmak üzere, haram kıldığı şeyleri açıklamış, haramı helaldan ayırt edip beyan etmişken, besmele çekilmiş şeylerden yememenize, yani yemeyi caiz görmeme n ize bir sebebiniz, deliliniz bulunma ihtimali var mıdır ki, bunlardan yemiyeceksiniz? Bu açıklama yukarda Bakara sûresinde "Şüphesiz ki Allah, size leşi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesilenleri haram kıldı" (Bakara, 2/173) ve daha geniş olarak Mâide sûresinde "Size leş... haram kılındı" (Mâide, 5/3) âyetlerinde geçmiştir. Bu sûrede geleceği üzere "Üzerlerine Allah'ın ismi anılmamış olanlardan yemeyin" (En'âm, 6/121) âyeti ile başlayıp, biraz sonra "De ki: Bana vahyolunanl a rda, yiyen bir kişinin yediği her hangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak..." (En'âm, 6/145) âyeti ile tamamen özetlenmiştir ki, inişe göre bu sûre, tertibe göre de öbürleri öncedir. Ve her biri, başkasını teyit edici ve açıkla y acıdır.
Şu da şüphesizdir ki, birçokları bir ilme dayanmayarak sırf keyif ve istekleriyle sapıtırlar. Allah'ın hükmünü aramayarak ve onu bildiren bir doğru delili, fikir ve incelemesine ciddî olarak esas tutmayıp, kendi keyfini, eğilimlerini, gönlünün istemesini veya istememesini ölçü kabul ederek harama helal, helale haram der ve bu şekilde halkı şaşırtır, saptırırlar. Her halde sınırı aşanları çok iyi bilen, (kimlerin hak sınırdan batıla, helalden harama geçmiş olduklarını en çok bilen ve cezalarını verecek olan) ancak Rabbindir. Ey Muhammed! Şu halde siz onun emrini dinleyin, Allah'ın ismi anılmış şeylerden yeyin.
120- Ve günahın açığını da, gizlisini de terk edin. Kötü fiilin açığını da yapmayın, gizlisini de. Günahın açığı, kötü fiilin açığı deyimi, ilk önce iki mânâyı içine alır: Birisi açıktan açığa, alenî olarak yapılan kötü fiil; diğeri de, isterse gizli yapılsın kötülüğü, kötü olduğu açık ve besbelli olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeşit demek olur ki, b i risi gizli yapılan kötü fiil, birisi de isterse açıktan yapılsın kötülüğü gizli, yani fenalığı baştan açıktan açığa anlaşılmaz, sonradan meydana çıkar ve bundan dolayı ilk önce günah olduğunun anlaşılması bir delil ve habere dayanan kötü fiildir. Bundan b aşka bir
fiil ya zina, hırsızlık vesaire gibi uzuvlar ile yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sırf kalb ile yapılır. Ve "günahın açığı ve gizlisi" deyimi bu farkı da içerse, bu öncekilerin içinde dahildir. Kısaca günah, kötülük, kötü fiil demektir. Ve bunun bir zahiri (görüneni) vardır, bir de batını (görünmeyeni). Zahiri, ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi açık ve belli olan; batını da buna karşılık ya kendisi, ya kötülüğü veya her ikisi gizli olanıdır. Kendisini gizli olması da ya sırf kalbe a it işlerden olmasıyla olur veya tenhada yapılmasıyla olur. Ve bunların hepsinden sakınmak gerekir. Çünkü ne olursa olsun günah kazananlar, kazandıkları günahlarıyla ilerde cezalanacaklardır. Şu halde açık olanın cezası var da, gizli olanın cezası y o k zannetmemeli, hepsinden sakınmalıdır.
Bu âyet, bütün haram olanların hükümleri hakkında bir tümel (küllî) esası beyan etmektedir.Yani Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı şeyler, açıktan açığa herkesin anlayıvereceği açık fiillerden, açık kötülüklerden ibaret değildir. Öyle gizli ve batınî fenalıklar da vardır ki, herkes için keşf ve değerlendirmesi, anlama ve idraki zor veya imkansızdır. Ve işte Allah'ın açıklayıp ve beyan ettiği haramların, günahların bir kısmı ve hatta çoğunluğu böyle insanların k e ndi akılları ve takdirleriyle anlayıp idrak edemiyecekleri gizli kötülüklerdir ki, bunlar ancak şeriatin gelmesi, haber vermesi ve Allah'ın irşadı ile bilinebilir. Ve bu şekilde herkes için aklen açık ve malum bulunan kötülüklerden başka, aklen gizli ve b a tın olan birçok kötülükler de dinen açık ve malum bulunur. Ve hepsinin zararından, cezasından çekinmek, ancak şeriata yapışmakla mümkün olur. Ve böyle şer'î açıklama ile "Helal açıktır ve haram da açıktır." Bununla beraber bu ikisinin ortasında şüph e li görülecek gizli bazı şeyler daha vardır ki, bunlar da gizli günaha dahildirler. Bunları anlayıp terkedebilmek de "Seni şüpheye düşüreni, seni şüpheye düşürmeyene bırak" hadisinin delaletince, açık, belli ve kesin şekilde bilinen şer'î bir beyan ve i l mî bir asla ictihad ile irca edilerek ve katılarak şüpheli tarafın atılması ile mümkün olur ki, nefse ait isteklere dayanmakla ilme dayanma farkının en çok dikkatle gözetileceği nokta da bu noktadır.
121-Kötülük ne olursa olsun kötü, onu kazananlar i çin sonunda cezayı gerektirici bir zarar verici olduğundan, Allah Teâlâ günahın açığını da, gizlisini de terketmeyi emreder.
Ve bunun için gelecekte açıklanan ve beyan olunan haramların fenalığı ve haram oluşunun hikmeti hepinizin nazarında açık olmasa bile, Allah'ın ilmine dayanarak ve emrine uyarak günahın açığını da, gizlisini de açıkta ve gizlide gözünüzle ve gönlünüzle terk ediniz. Ve üzerine Allah'ın ismi zikredilmedik şeyden yemeyiniz. Bunun yenmesi, içilmesi düşünülen her şeye umûmî olması ihtim a li yok değildir. Nitekim bir görüşünde Atâ'nın bu umûma tutunarak: "Gerek yiyecek ve gerek içeceklerden her ne olursa olsun Allah'ın ismi anılmamış olan her şey haramdır" dediği de nakledilmiştir. Fakat diğer fakihlerin hepsi ve başka bir görüşünde Atâ da bundan maksadın kesme ve boğazlama meselesi olduğunda ittifak etmişlerdir. Hakikatte gelecek olan 145. âyet de bunu gerektirmektedir. Şu halde ism-i mevsûl ve şer'î ahd ile boğazlanması düşünülen hayvanlardan ibaret olur. Ve üzerine Allah'ın ismi a n ılmayan, boğazlanması ve yenmesi düşünülen ve fakat üzerine Allah'ın ismi anılarak boğazlanmamış olan, yani besmelesi olmayan şeyler demektir. Bu da zahiri üzere üç şeye muhtemel olur:
1- Leş ki, kesilmeden ölmüştür, besmelesizdir.
2- Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilmiş olandır ki "Allah'tan başkası için kesilen"dir.
3- Kesilmiş, fakat ne başkasının, ne de Allah'ın ismi anılmamış olandır ki, buna "metrûkü't- tesmiye" (tesmiyesi (Allah'ın isminin anılması) terkedilmiş) denir. Ve bunda iki hâl mümkündür: Birisi Allah'ın ismi hatıra gelmekle beraber, anılması terkedilmiş olandır ki, buna "amden metrûku't-tesmiye" (bilerek tesmiyesi terkedilen) denir. Biri de unutulduğundan dolayı terkedilmiş olandır ki, buna da "unutarak tesmiyes i terkedilmiş" denilir. Ve "üzerine Allah'ın ismi anılmayan" âyetinin mutlak zahirine göre, unutarak tesmiyesi terkedilenin de diğerleri gibi yenmesinin haram olduğu görünür. İbnü Ömer, İbnü Sîrîn ve daha bazılarından, Davûd-i Zahirî'den bu görüş rivaye t edilmiştir. Gerçi leş ve Allah'tan başkası için kesilen bu yasaklamada, tesmiye bulunmamak mânâsı ile dahil olduklarından dolayı, bunun bilerek tesmiyenin terk edilmesine şümûlü hepsinden açık ise de, göreceğiniz vech ile unutmanın girmesine engel vardır. Hatta İmam Şâfiî daha geniş ve açıklanmış olan 145. âyette tesmiyenin terkedilmiş olması açıkça gösterilmediğinden dolayı onun zahirini, bunun zahirine tercih ederek buradaki "üzerine Allah'ın ismi anılmayan" kısmını, "Allah'tan başkası için kesilen" kısmına tahsis etmiş ve kesen müslüman ve kitap ehli olduğu takdirde gerek isteyerek
ve gerek unutarak besmelesi terk edilenin yenmesinin helal olduğunu söylemiştir ki, bu görüş İbnü Ebî Leylâ ve Evzâî gibi daha bazı kimselerden de rivayet edilmiştir. Fakat avlama ve kesmeyle ilgili olarak Mâide ve Hacc sûrelerinde varid olan "Ve üzerlerine Allah'ın adını anın" (Mâide, 5/4), "Kurbanlıklar sıra sıra dizilip boğazlanacakları zaman, mutlaka Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp canları çıkıncada onlard a n yiyin" (Hacc, 22/36) ve burada bu "Üzerine Allah'ın ismi anılmayandan yemeyin" yasağıyla, kendisinden önceki "Üzerine Allah'ın ismi anılandan yiyin" emrinin tam karşılaştırılmasından kesme ve avda tesmiyenin farz oluşu çok açık belirgin olarak an l aşılmakta olduğu ve kurtuluş mümkünken tercihe gitmek de caiz olamayacağı için, tesmiyenin farz oluşuna ve tesmiyeyi terk etmenin haramlığına doğrudan doğruya delalet eden bu âyetlerin mânâsını ihmal etmek elbette kabule layık görülemez. Hakikatte İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de: "Eğer müslüman tesmiyeyi kasten terk ederse yenmez, unutur da terk ederse yenir" demiştir ki, İmam Mâlik'ten de Mâlikî mezhebince en seçkin rivayet budur. İbnü Atıyye bunun cumhur (çoğunluk) görüşü olduğunu söylemiştir. Hz. A li'den, İbnü Abbas'dan, Mücahid'den, Atâ b. Ebî Rabah'tan, Sâid b. Müseyyeb'den, İbnü Şihab ve Tavus'tan rivayet edilmiştir ki, bu zatlar, "Üzerine tesmiye olunup da kesilenin yenmesinde sakınca yoktur" demişlerdir. Bir de Hz. Ali, yani besmele meseles i ancak din üzerine dayanmıştır, demiş, İbnü Abbas da: "Müslümanın Allah'ı anması kalbindedir ve Allah'a ortak koşmada ismin faydası olmadığı gibi, dinde de unutmanın zararı yoktur" demiştir ki, bilerek terk etmenin zararını ifade eder. Doğrusu dikkat olun u rsa bu âyetin unutmaya değil, ancak bilerek terk etmeye yönelmiş olduğu anlaşılır. Çünkü unutana fasık denilmiyeceği üzerinde ittifak edilmiştir . Fısk, ancak kastetmeye nisbet olunur. Burada ise buyuruluyor ki, ve şu muhakkak ki bu, herhalde bir fısktır, (emre uymaktan çıkmaktır). Ve hatta şimdi görüleceği üzere bazı hallerde dinden çıkmak ve şirke düşmektir. Yani kurbanlık ve av üzerine Allah'ın ismi anılmamak veya anılmayandan yemek her biri de bir fısk (itaatsizlik)tır. İşte "yemeyin" yasaklaması, böyle fısk ile sebep gösterilerek tekit buyurulmuştur ki, bu, hem tesmiyeyi terk etmekten yasaklamayı, hem de yemekten yasaklamayı içine alır ve kastetmeyi gerektirir. Şu halde boğazlamada besmele çekmek, hem bir şart olarak farzdır, hem de oruçta imsak f arz olduğu halde unutup yemekle bozulmadığı gibi, unutmakla tesmiyeyi terk etmek de boğazlamayı ifsad etmiş olmaz. Burada besmele denilmeyip de
tesmiye denilmesinin de sebebi vardır. Zira tesmiye, Allah ismini herhangi bir sekilde anmaktır ve besmeleden daha geneldir. Mesela "Allahü ekber" (Allah en büyük) veya "sübhanallah" veya "lâilâhe illallah" demek de bir tesmiye, bir anmadır. Arapçadan başka lisan ile de olabilir. Besmele ise veya sadece demektir ve özel bir tesmiyedir. Âyetlerde emredilen de mu t lak Allah'ın anılması olduğundan farz, besmele değil, tesmiye (Allah'ın anılması)dir. Fakat bu tesmiyenin besmele ile olması da sünnettir. Ve boğazlamada tesmiyenin sünneti sadece demektir. "Bismillâhi Allahü ekber" demek daha faziletlidir. Yemekte t esmiyenin sünneti de ' dir. (Bkz. Mâide sûresinin 3-5 inci âyetleri)
Özetle üzerine Allah'ın ismi zikredilmeyen şeyi yemeyiniz ve bunun açıkça başka fenalığını ve açık bir zararını anlamasanız bile, herhalde bir fısk (itaatsizlik) olduğunu, gizli ve manevi zararı ve bir cezası bulunduğunu muhakkak biliniz. Ey müminler şu da muhakkak ki şeytanlar, dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyeder gibi, gizli gizli telkinlerde bulunurlar. Bu emirlerin aksine olarak Allah'ın ismi anılanı yemeyin d e anılmayanı yeyin, derler. "Şeyâtîn"den maksadın, gizli şeytanlar, İblis ve askerleri, yani cin şeytanları; bunların dostlarından, maksadın da insan şeytanları ve tâbileri olduğu açıktır. Bir de İkrime'den bir rivayette denilmiştir ki, "şeyâtîn"den maksa t, inatçı mecusîler, dostlarından maksat da Kureyş müşrikleridir. Bunlar arasında cahiliyye devrinde dostluk ve yazışmalar cereyan ederdi. Leşin haram olmasının nazil olması üzerine İran mecusîleri, Kureyş müşriklerine: "Muhammed ve ashabı, Allah'ın emrine uyduklarını sanıyorlar, sonra da kendilerinin kestiğinin helal, Allah'ın kestiğinin haram olduğu kanaatinde bulunuyorlar" diye yazmışlardı. İşte şeytanlar insanlara böyle telkinler ile leşleri, görünür görünmez pislikleri yedirmeye ve Allah'ın emrinin ter s ine sevk etmeye çalışırlar. Ve şayet siz onlara itaat edecek olursanız, muhakkak ve muhakkak müşrik olursunuz. Bunun için boğazlanıp veya avlanarak yenecek şeyler üzerine Allah'ın ismini anmamak veya üzerine Allah'ın ismi anılmayan şeylerden yemek sad e ce bir fısk olarak kalmaz. Şirk veya şirke sebep de olur. Halbuki mümin, müşrike benzer mi?
Meâl-i Şerifi
122- Ölü iken hidayetle dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nûr verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi olur mu? Fakat kâfirlere, yaptıkları, böyle süslü gösterilir.
122- "Kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilir." Yani yukarda "Her ümmete amelini süslemişizdir" (En'âm, 6/108) buyurulmamış mıydı? İşte kâfirlere amellerinin süslenmesi böyledir. Şeytanların yaldızlı telkinleri itibariyle şeytanlar tarafından ve o telkinler esnasında yaratma yoluyla da Allah tarafındandır. Ve bu süsleme yüzündendir ki, kâfirler yaptıklarını beğenir ve karanlıklardan çıkamazlar.
Hem bu, yalnız Mekke'lilere mahsus da değildir:
Meâl-i Şerifi
123- Böylece, her kentte ileri gelenleri, oranın suçluları yaptık ki, orada hileler çevirsinler. Halbuki bunlar, kötülüğü başkasına değil kendilerine yapıyorlar da farkına varmıyorlar.
124- Onl ara bir âyet geldiği zaman: "Allah'ın peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe iman etmeyiz" derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suçlu olanlara, yaptıkları hilelerinden dolayı Allah katından bir zillet ve şiddetli bi r azap erişecektir.
123- Böyle (yani bu süsleme şekliyle amelleri kendilerine süslenen şeytan ve şeytan dostu, Peygamber düşmanı büyük kâfirler gibi) her karye (her köy ve kent, her belde ve her memleket) de de ileri gelenleri o memleketin mücrimleri (suçluları) kıldık ki, o memlekette kötülükler yapsınlar, hileler, hilekârlıklar yapsınlar. Halbuki onlar, o hileyi başkalarına değil, ancak kendilerine yapıyorlar, başkalarını aldatıyoruz sanıyorlar, halbuki kendilerini aldatıyorlar da haber l eri olmuyor. Bulunduğu ve özellikle başında bulunduğu memlekette hakka ve o memleketin halkına karşı kötülük yapan, hile ve hilekarlıkla entrika çeviren o büyük mücrimler bilmezler ki, aldattıkları vatandaşlar başkaları değil, yine kendileridir. Onların z a rarları, aldanmaları, kendilerinin zararları, aldanmalarıdır. Bilmezler ki, halkın zararı, memleketin zararıdır ve memleketin zararı, herkesten önce başında bulunanların zararıdır. Bilmezler ki, o memleket düşünce, ilk önce düşen kendileri olacaktır. Bilm e zler ki, Hak Teâlâ aldanmaz. Hakka kötülük yapmaya çalışanların o kötülükleri, "Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır" (Fâtır, 35/43) âyeti gereğince sonunda kendilerini kuşatır, başlarına patlar. Bu âyet, Resulullah'ın yaşadığı zamanda yalnız Mekke'nin ve Arabistan'ın değil, dünyanın her memleketinin böyle fesat ve fenalık içinde bulunduğunu, mücrimlerin, hilekarların yüze çıkıp, ileri gelenlerin en hilekar mücrimlerden ibaret olduğunu ve bütün bunların düşmeye ve azaba mahkûm olduklarını açıklamakla berab e r, Mekke müşriklerinin düşmanlık, kötülük ve bozgunculuklarına karşı teselli etmek, diğer taraftan cihanşümûl olan peygamberlik görevinin önemini hatırlatmak ve her memleketin ileri gelenlerine, bütün dünyanın işlerini yürütenlere büyük bir ders vermekted ir.
124-Bakınız bu büyük mücrimlerin kibirlerine, hakka karşı mücadelelerine, hilelerine,
şuursuzluklarına ki, bir taraftan, kendilerine bir âyet gelirse muhakak iman edeceklerine güçleri yettiği kadar yemin ettiler, diğer taraftan kendilerine bir âyet (Resulün doğruluğuna delalet eden bir alâmet) geldiği zaman da, Allah'ın resullerine verilenin aynısı bize verilinceye kadar biz buna asla inanmayız dediler. Kendilerine peygamberler gibi Cibril gelip vahiy ve peygamberlik verilmedikçe ve bu şeki l de nebîlik ve resûllüğü, peygamberlerden sadır olan mucizeleri kendi nefislerinde görüp ve tecrübe etmedikçe, her ne delil gösterilirse gösterilsin Peygamber'e ve peygamberliğe inanmayacaklarını söylediler. Rivayet edildiğine göre Velid b. Muğire, "Peygam b erlik hak olsaydı, ben ona senden layık olurdum, çünkü ben senden büyüğüm ve senden zenginim" demişti. Ebu Cehil de: "Abdümenâf oğulları bizimle şeref konusunda yarıştılar, nihayet tam 'feres-i rihân' yani koşuda denk iki at gibi olduğumuz sırada: 'bizden bir Peygamber var ona vahyolunuyor' dediler, vallahi biz buna asla razı olmayız ve ebedi olarak tâbi olmayız. Meğer ki ona geldiği gibi bize de vahiy gelsin" demişti. Ve daha diğer birçokları da kendilerine vahiy ve peygamberlik verilmesini istemişlerdir. "Hayır, onlardan her biri, kendisine apaçık sahifeler verilmesini istiyor" (Müddessir, 74/52).
Sonra birtakımları da ilim ve fen adına, "Eğer nebilik ve peygamberlik mümkün olsaydı bu kadar ilim ve fennimizle bizim o peygamber denilenlerden daha öncelikle peygamber olmamız ve peygamberliği nefsimizde görüp, tecrübe edebilmemiz gerekirdi. Mademki biz peygamber olamıyoruz ve peygamberliği kendimizde deneyemiyoruz, o halde bir örneğini nefsimizde ilmî olarak görüp, tecrübe edinceye kadar aklî, nak l î her ne delil gösterilirse gösterilsin hiçbir kitaba inanmayız, hurafe der geçeriz" diyegelmişlerdir.
Allah risaletini yani peygamberlik görevini (İbnü Kesir ve Hafs'tan başka kırâetlere göre risaletlerini) kime vereceğini daha iyi bilir. Mücrim (suçlu) olanlara Allah yanında küçüklük ve yaptıkları hile sebebiyle gayet şiddetli bir azab isabet edecektir. Kibir ve büyüklenmelerine karşılık Allah'ın huzurunda düşüklük ve hakaret, hilelerinden dolayı da şiddetli azap ile karşılaşacaklar ve azaba u ğrayacaklardır.
Kısaca:
Meâl-i Şerifi
125- Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki göğe yükseliyormuş gibi, göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Allah, inanmayanları işte böyle pislik içinde bırakır.
126- İşte Rabbinin doğru yolu budur. Şüphesiz biz, hatırlayıp ibret alan bir kavim için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık.
127- Onlar için Rableri katında selâmet yurdu vardır. Yaptıkları iyi amellerden dolayı, Allah onların dostud ur.
125-126-127-Kırâet : İbnü Kesir kırâetinde "yâ"nın sükûnu ile şeddesiz , şeklinde, diğer kırâetlerde ise şeddeli olarak okunur; şeklindeki "meyyit" ve "meyt" gibi, mânâ birdir. Nafi ve Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde ... "râ"nın kesriyle şeklinde, diğer kırâetlerde fetha ile şeklinde okunur. Biri doğrudan doğruya sıfat-ı müşebbehe, biri de mübâlağa olarak masdarla tavsîfdir ki, son derece dar ve ciddî olarak darlık, tıkanmış kalmış ve açılmaz, geçilmez tıkanıklık demektir. İ b nü Kesir kırâetinde 'ın sükûnu ile "suûd"dan şeklinde; Âsım'dan Ebu Bekir kırâetinde "elif" ile den
şeklinde; diğerlerinde (sad ve ayın teşdidi ve elifsiz olarak) okunur ki, öbürünün aslı bunun aslı da 'dür.
Şimdi Allah her kime hidayet diler, doğruca kendine erdirmek isterse İslâm için gönlünü açar. Hakkı ve hak teklifleri kabul için nefsine öyle bir yetenek verir ki, iman ve itaatle göğsü genişler, kalbi ferahlanır, neşeli olur. Bilinmektedir ki göğüs genişliği kuvvete, teneffüs ve tahammüle delalet eder. Göğsün açılması, geniş geniş nefes alması da kalbin ferahlanmasını gerektirir. Ve bu şekilde göğsün ferahlanması, hem kuvvet ve tahammülden, hem de sevinme ve ferahlanmadan kinaye olur. Burada İslâm için göğsün açılması da, nefse h a kkı seve seve kabul etmeye hazır, engel ve zıtlıktan arınmış bir yetenek bahş etmekten kinayedir. Nitekim Peygamber (s.a.v)'e bu göğsün açılması hakkında soru sorulduğu zaman buyurmuştur ki, "Bir nurdur ki, Allah onu müminin kalbine atar, o da onunla f erahlanır, açılır". Bunun üzerine Ashab: "Ey Allah'ın Resulü, onun tanınacak bir emaresi var mıdır?" demişler, Resulullah da: "Evet, ebedilik evine yönelme, aldanma evi (dünya evi)nden uzaklaşma ve ölüme, gelmeden önce, hazırlanmaktır" buyurmuştur.
İşte Allah, hidayetini istediği kimsenin kalbine böyle bir nur verir, o kimse de iman ve İslâm ile son derece sevinir ve genişler. Hakkı kabul ve hak teklifleri yerine getirmekten canı sıkılmaz, zahmet ve ıstırap duymaz, tersine neşe ve sevinç duyar. A llah kimi de yolundan şaşırtmak ve saptırmak dilerse, göğsünü daraltır, sıkar, son derece tıkar bunaltır. Hem öyle normal ve kısaca bir yokuşa değil, sanki dik yukarı göğe tırmanıyormuş gibi olur. Göğe tırmanmak kendisine nasıl yapılması mümkün olmay a n bir yük ve zahmet ise, iman ve İslâm, hakkı kabul ve itaat etmek de ona o derece güç gelir. İslâm ve doğruluk deyince canı sıkılır, daralır, bunalır. "Of" der, dayanır, tıkanır, yan büker, yoldan çıkar, içinden çıkılmaz bataklara batar gider. O artık ge n işlemeyi, doğrulukta ve selamette değil, eğrilikte ve felakette arar. İşte Allah, iman etmeyenlerin üzerine pisliği, o son derece nefret ve tiksinmekle karşılanması lazım gelen küfür, azab ve ıstırabını böyle göğsün daralması ve kalb tıkanmasıyla yükl e r ve tahsis eder. Böyle yardımsız bırakmakladır ki, Allah onları küfür pisliğinin, küfür azabının istilası altında bırakır. Ve bu (yani islâm) göğsün
genişlemesi ile hakka itaat ve uymak Rabbinin dosdoğru, eğilmez, bükülmez yoludur, artık tefekkür edecek, düşünüp anlayacak olanlar için bu yolun bütün alametlerini, nişanlarını, belliklerini Kur'ân'da şüphesiz açıkladık ve beyan ettik. Bunları düşünen, hatırda tutup hayatında tatbik ederek giden kavim, zümre için hepsinin Rabb'ı olan Allah Teâlâ k a tında bir "dârüsselâm" (selâmet evi) vardır. Ve Allah onların o hayatta yaptıkları amelleri sebebiyle velîsi, veliyyü'l-emri, dostu, yardımcısıdır.
es-Selâm Allah'ın güzel isimlerinden bir isim veya "selâmet" mânâsına masdar veya diye selam verip almanın ismidir ki, bu üç mânâdan her biriyle her korkudan sâlim "selamet evi, selamet vatanı" demek olur. O halde:
Şimdi şunu iyi düşün:
Meâl-i Şerifi
128- (Allah), onların hepsini topladığı gün, cinlere: "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız" der. İnsanlardan cinlerin dostu olanlar da şöyle derler: "Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin vademize ulaştık". Allah da:"Sizin durağınız cehennemdir. Orada, Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi olar a k kalacaksınız" der. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
129- İşte biz böylece, kazandıkları günahlardan dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmına dost yaparız.
130- (Allah) "Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" deyince onlar: "Kendi aleyhimize şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler.
128-129- Düşün ki, bir gün gelecek Allah o insan ve cinnin hepsini bir yere toplayacak. Ey cin topluluğu, ey cin cemaati, ey gizli şeytan cemiyetleri, insanlardan çoğuna göz diktiniz. Çok aldatıp ve sapıttınız, pek çoklarını azıttınız, insanlıktan çıkardınız, cin sürüsüne kattını z da yardımcılarınızı toplumunuzu çoğaltınız ha! diyerek haşredecek. O cin toplumunun insanlardan olan dostları da o halde diyecek ki: Ey Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık. Cinler, insanlara şehvet yollarını ve vasıtalarını gösterdiler. Hile, tu z ak, yalan söyleme, yalan haberler, sihir ve efsun usullerini, eğri yollardan gidip yalan dolanla iş yapmak, fesat saçıp gizlenmek çarelerini öğrettiler. Bu şekilde insan, cinden faydalandı, zevkler, sefalar yaptı. İnsanların bunları rızalarıyla kabul etme l erinden ve kolaylık göstererek yardımda bulunmalarından da cin faydalandı, murad ve maksadına erdi. Şu halde bu konuda sorumluluk yalnız cin dostlarımızın değildir. Doğrusu biz birbirimizden istifade ettik. Ve bizim için tayin ve tesbit ettiğin ecelimi z e yettik, bize verdiğin mühletin sonuna erdik. Yani sûrenin başında "Belli bir süre (Allah'ın) kendi katındadır. Böyle iken siz hala şüphe ediyorsunuz" (En'âm, 6/2) diye beyan edilen ecel-i müsemma (belli süre), bu müddetin sonu, bu haşr ve kıyamet günü geldi çattı diye günahlarını itiraf etmekle cin dostlarına yardım ve sorumluluklarına ortak olacaklar. Allah da ne diyecek bilir misiniz?
muhakkak diyecek ki ve hatta ezelde demiştir ki, o ateş, cehennem ateşi, oturacak yeriniz ikametgâhınız, yatağınızdır. Orada insan ve cin hepiniz ebedî olarak kalacaksınız, ancak Allah'ın dilediği müddet müstesna. buyurulmayıp da, buyurulmasından anlaşılır ki, cehennemde ebedî kalmaktan bu istisna bazı şahıslara değil, bazı zamanlara aittir. Ve beyan olunduğuna gör e Allah'ın dilediği bazı zamanlar kâfirler, ateşten çıkarılıp soğuğa, çok soğuğa atılacak, sonra yine ateşe döndürüleceklerdir. Şüphesiz ki Rabb'ın, hem hikmet sahibi, hem her şeyi bilendir. Yaptığını hikmetle sağlam yapar, insan ve cin bütün hepsinin d e gizli açık bütün hallerini ve layık oldukları cezaları bilir. Hükmünü, isteğini bilerek verir. İşte Allah'ın hepsini öyle diyerek haşredeceği ve cin dostu insanın öyle, hikmet sahibi ve her şeyi bilen Rabb'ının da böyle dediği günü düşün. Ve işte biz z alimleri kazanageldikleri (kazanmayı âdet edindikleri) kazançları sebebiyle birbirlerine böyle dost yaparız. Kazançları, âdetleri birbirine benzeyenler, birbirlerini görmeseler bile uzaktan uzağa birbirlerine dost olurlar, birbirlerini müdafaa ederler ve s orumluluklarına katılırlar. İnsan ve cinden olan zalimler, haksızlar da kazançta ortaklık ve benzerliklerinden dolayı biri diğerini mazur göstermek isterken haşir günü günahı itiraf etmede, sorumluluk ve cezada birbirlerine iştirak ederek, hem kendi cürüm l erini ikrar, hem dostları aleyhinde şahitlik ederler ki, ilâhî hikmet ilminde bu bir kuraldır. Bunun için haşir gününde Allah "Ey cin toplumu, insanlardan çoğunu yoldan çıkardınız" diye cin topluluğunu insan hesabına azarladığı zaman cin hiçbir cevap ve r mediği halde, onların insanlardan olan dostları, dostlukları gereğince ortaya atılarak sorumluluğu üzerlerine alarak cinleri mazur göstermeye çalışırken birbirlerinden istifade ederek müştereken günahkâr olduklarını itiraf edecekler ve bu şekilde, cinnin a yrı, insanın ayrı bir topluluk değil, hepsinin bir toplum, aynı vicdan, aynı kazanç, aynı sorumluluk taşıyan ve aynı cezayı haketmiş bulunan bir sosyal toplum olduklarını ikrar ve isbat edeceklerdir. Ve hikmet sahibi ve her şeyi bilen âlemlerin Rabbinin d e "Ateş duracak yerinizdir, orada ebedî olarak kalacaksınız, Allah'ın dilediği hariç" hükümünü verirken hepsine birden şu azarlama hitabını yapacaktır:
130-135-Hele şu halde bulunan zalimler nasıl kurtuluşa erebilirler ki:
Meâl-i Şerifi
1 36- Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah'a bir hisse ayırmakta ve kendilerince: "Bu, Allah'a ait; şu da ortaklarımıza ait" demektedirler. Ortakları için olan hisse Allah'a ulaşmamakta, fakat Allah'a ayrılan hisse ortaklarına ulaşmaktadır. Verdikl eri hüküm ne kötüdür.
137- Yine ortakları, müşriklerden çoğuna evlatlarını öldürmeyi güzel gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler, hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar. Allah dileseydi bunu yapamazlardı. O halde onları, uydurduklarıyla baş başa bır ak!
138- Zanlarınca dediler ki:"Bunlar dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir. Bunları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Bunlar da sırtına binilmesi yasaklanmış hayvanlar." Bir kısım hayvanları da üzerlerine Allah'ın adını anmadan boğazlarlar. Bütün bunları Allah'a iftira ederek yaparlar. Allah onları iftiralarıyla cezalandıracaktır.
139- Dediler ki: "Bu hayvanların karınlarındakiler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır". Eğer ölü doğarsa o zaman hepsi onda ortaktır. Bu nitelemelerinden dolayı Allah onların cezasını verecektir. Çünkü O hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
140- Bilgisizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki, ziyana uğradılar. Bunlar, doğru yoldan sapmışlardır; hidayete erecek de değillerdir.
136- Müşrikler, diğer zulümlerinden başka bir de tuttular Allah'a yarattığı şeylerden, hasılat ve hayvanlardan bir hisse ayırdılar. Buna karşılık bir hisse de uydurdukları ortaklara ayırdılar da kendilerince, şu Allah'ın, şu da ortaklarımızın, dediler. Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah uğruna sarfedilmez. Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır, onlar uğruna sarfedilir. Bundan dolayı netice itibar i yle hiçbirinin hayrı olmaz, hepsi yok olur gider. Bunların hükümleri ne fena hükümdür! Allah'ın yarattığına başkalarını ortak etmek, Allah için dediklerinde de Allah'ın şeriatını değil, kendi kanaatlarını esas edinmek ve sonra uydurup, uydukları ortakla r ını Allah'a tercih edip sonunda Allah için hiçbir şey yapmamış olmak ve Allah'ın yarattığı ve kendilerine nasip ettiği mâl ve menâli (varı yoğu) bu şekilde boşu boşuna sarf ve yok etmek, hiçbir hayır kazanmamak, ne cahilce, ne zalimce, ne talihsizce bir h ü kümdür, ne büyük zarardır!
Rivayet edildiğine göre Arap müşrikleri ekip diktikleri ekinlerden ve yetiştirdikleri deve, sığır, koyun, keçi hayvanlarından bazı şeyleri kendi fikirlerince
Allah için, bazı şeyleri de diğer ilâhları adına tayin eder, ayırırlar ve bir şahsın gelirlerinden böyle iki çeşit masraf çıkardı. Allah için dediklerini misafire ve fakirlere, diğer ilâhları için ayırdıklarını da onların masraflarına ve huzurlarında yapılacak âyine, kesilecek kurbanlara hizmetçi ücreti ve başka şeylere harcarlardı. Sonra bakarlar Allah için diye ayırdıkları iyi çıkar, yetişip büyürse dönerler onu ilâhlarına tahsis ederler. Fakat ilâhları için ayırdıkları iyi çıkarsa, onu onlar adına bırakırlar. "Allah zengindir, bunlar fakirdir" derler. Ve bu şekilde il â hlarını Allah'a tercih ederler ve Allah için ayırdıklarını onlara sarfederler, fakat onlar için ayırdıklarını Allah için sarfetmezlerdi ki, işte bu âyetlerde Arap müşriklerinin akıl ve fikir kabul etmez cahillik ve sapıklıklarına, iktisadî ve sosyal hayat l arındaki perişanlıklarla ilgili bazı kötülükleri açıklanırken, önce bu âyet ile bu âdet ve mezhebe işaret olunarak, bunun amelî açıdan bütün kötülüklerin esası ve aslî sebebi olduğu gösterilmiştir .Bununla beraber âyetin ifade şekli iyice düşünüldüğü zama n anlaşılır ki, bu yalnız Arap müşriklerinin bu âdet ve mezhebini tasvir etmek değil, bütün müşrikliğin amelî bakımından milletleri yok yere masraflara soktuğu ve nasıl ekonomik hastalığa düçar edip, dînî, dünyevî perişanlıklarla akıbet zararına sürüklediğ i ni göstermektedir. Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amele ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah'ı birleyen bir müminin Allah'tan başka hakem ve Allah'ın hükmünden başka hüküm tanımadığı için, bütün iş ve hareketl e rinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah'tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah'tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah'ı n hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan Allah'ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik e debilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak ka l amazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda
"Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz" (En'âm, 6/121) buyurulmuştu. Kısaca tevhidin ilk amelî neticesi her yaptığı masrafı yalnız Allah için yaptıran amelî bir ekonomidir. Şirke gelince, inanç açısından şirk, Allah'tan başka gizli veya açık tapacak tanrı, hükmüne uyulacak hakem tanımak demek olduğu için, bir müşrik hareketleri n de bazan Allah'ı da hesaba katmak his ve ihtiyacından uzak kalamamakla beraber, çoğunlukla kendisine daha yakından etkili saydığı diğer tanrıları, ortakları adına yürür ve bunun için kazancında Hakk'ın hükmüne aykırı emeller takibettiği gibi, harcamasında da zararlı, haksız ve beyhûde olarak o ilâhları adına birtakım vergilere ve masraflara mahkum olur. Ve artık onun bütçesinde iki masraf vardır: Birisi Hakk'ın varlığının zatî varlığından dolayı, sırf kendi şahsi duygusuyla ihtiyaç hissettiği cüz'î bir hak ve hayır masrafı; birisi de şirk hükmünün yüklediği beyhude, boş ve hayırsız sırf tüketim olan masraftır ki, memleketleri yıkan, milletleri ezip harab eden hayatî ve ahlâkî krizlerin, sosyal ıztırapların en önemli sebeplerinden biri olan kriz ve ekonomik s efaletin sebebi özellikle bu masraftır. Bu, o masraftır ki, hiçbiri Allah için olmaz, boşuna tüketimden, sayılmaktan başka bir şey ifade etmez. Tersine Allah için ayrılan kazançları da kendine çeker, sarfına veya güzel sarf edilmesine engel olur. Ve artık bu durumda bulunanların hiçbir hayırları olmaz. Bütün işleri ve bütün kazançları şeytanlar uğruna boşu boşuna telef olur gider. Ve işte "Fakat ortaklarına ait olan Allah'a ulaşmaz, Allah'a ait olan ise ortaklarına ulaşır" kavramı, bütün şirkin bu kötü s onucuna işaret etmekte ve hatırlatmaktadır. Bunun için buyuruluyor ki:
137- Ve böyle iki çeşit masrafa sevk edip, Allah için ayrılanı da şirk uğruna sarf ettirerek ekonomik felaketi artırmak ve buna sebep olan o çirkin şirk hükümlerini süsleyip hoş göstermek sûretiyledir ki o taptıkları ve adlarına masraflar yaptıkları ortakları, o insan ve şeytanları, müşriklerin çoğuna evlatlarını öldürmeyi süsledi ve hoş gösterdi. Kazandıklarını çektiler, zaruretlere düştüler, akıllarını, fikirlerini, hisle r ini kuruntularla ifsat ettiler, haşyet-i imlâk yani züğürtlük korkusu ve birtakım bâtıl zorlamalar ile yetişmiş evlatlarını öldürmeyi, putlara kurban etmeyi, kızlarını diri diri mezarlara gömmeyi, çocuk düşürmeyi ve bu şekilde kendi nesillerini kendilerin e kırdırmayı bir iktisad, bir akıl, bir namus, bir din işi gibi iyi bir şey diye telkin ettiler. Ve bu süslemeyi o ortaklar, iki maksat için yaptılar: Müşrikleri helak etmek için ve dinlerini karıştırıp bozmak için, ki burada kastedilen Hz. İbrahim ve İs mail'den kendilerine miras
kalan dinleridir. Ve fakat Rabb'ın dilemiş olsaydı bu süslemeyi veya bu öldürme işini yapamazlardı. Mademki yapıyorlar, demek ki dilememiştir. Ve demek ki Rabb'in onların dünya ve ahirette helâk edilmelerini dilemiştir. Şu halde sen onları uydurdukları iftiralarına bırak. Bırak ki, yok olsunlar.
138-Bunlar bu şekilde birtakım hükümler uydurarak bir de dediler ki: şunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinlerdir, bunları bizim dilediklerimizden başka kimse yiyemez. Bu sırf kendi zanlarıncadır. Çünkü onlardan kendilerinin dilemediği nice kimseler yer ve diledikleri nice kimseler de yiyemez. Gerek yaratılışa ve gerek kanun koymaya hâkim olan irade, onların değil, Allah'ındır. Onlar ise bu hükmü verirken Allah tarafından hi ç bir delil ve hüccete dayanmış değil, yalnız kendi kanaatlerince böyle söylemişlerdir. Şunlar da dediler, birtakım hayvanlardır ki, sırtları haram edilmiştir: Binilmesi, yük yükletilmesi ve her hangi bir şekilde kullanılma ve faydalanılması haramdır. Ya n i beş nesil doğuran deve, putlara adanan deve, soyundan on döl alınan devedir. (Bak. Mâide, 5/103. âyet) Şunlar da diğer bir hayvanlardır, dediler ki, bunlar üzerlerine Allah'ın ismini anmazlar. Putları adına keserler veya üzerinde hacca gitmez, "lebb e yk Allahümme" demezlerdi. Hep bu hükümleri, bu taksimi Allah'a iftira ederek uydurdular. Yapageldikleri, âdet edindikleri iftiralarıyla Allah onların cezalarını verecektir.
139-140- Bir de dediler, şu hayvanların karınlarındakiler, kendilerince sırtları haram edilen beş nesil doğuran develerin, putlara adanan develerin, gebe develerin yavruları, sadece erkeklerimize helal, kadınlarımıza haramdır. Fakat bu haram oluş, o hayvanların karınlarındaki yavruları diri olduğu takdirdedir. Ve şayet ö l ü ise, ölü doğarsa, o zaman erkek kadın hepsi bunda ortaktırlar. Böyle dediler ve bu şekilde kadınlara yalnız ölü hayvana iştirak edebilmekten başka bir hak tanımıyarak zulüm ve hakaret ettiler. Allah onlara bu vasıflandırmalarının (bu helal ve hara m vasıflarının) cezasını verecektir. Çünkü O, hikmet sahibi ve her şeyi bilendir. Böyle haksızlıkları cezasız bırakmaz.
Hassâf'ın "Kitabû'l-Evkâf"ında naklettiğine göre Hz. Aişe (r.anhâ) kız evlatlarını mahrum ederek yalnızca erkek evlatlara yapılan vakıfları da bu cahiliye (İslâm öncesi) âdetine benzetmiş ve bu âyeti okumuştur.
Kısaca, kadınları ancak ölmüş hayvana layık farzedip bu derece düşük
görmek ve mahrum etmek de evlat öldürmek gibi cezayı gerektirir ve ziyandır. Hiç şüphe yok ki, ilimsizlikle beyinsizlik ve aptallık yüzünden evlatlarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine ikram ettiği helal rızkı, Allah'a iftira ederek, haram edenler muhakkak zarardadırlar. Bunlar muhakkak doğru yoldan sapmışlardır ve asla doğru yola gidenlerde n değildirler. Bu hâl ile kurtuluşa ermelerine imkan yoktur.
Halbuki:
Meâl-i Şerifi
141- Asmalı ve asmasız (üzüm) bahçeleri, hurmaları, ürünleri çeşit çeşit ekinleri, zeytinleri ve narları, birbirine benzer ve benzemez biçimde yaratan O'dur. Her biri meyve verince meyvesinden yiyin, hasat günü de hakkını (zekat ve sadakasını) verin; ama israf etmeyin, çünkü O, israf edenleri sevmez.
142- Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı). Kimi yük taşır, kiminin yününden döşek yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin ve şeytanın adımlarına uymayın (peşinden gitmeyin); çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
143- Sekiz çift: Koyundan iki, keçiden iki. De ki: "(Allah), iki erkeği mi haram kıldı yoksa iki dişiyi mi, ya da iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı? Eğer doğru iseniz bana ilimle haber verin."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...