ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
56-59- Nâfi, İbnü Kesir, Âsım, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sad" ile, geri
kalanların kırâetlerinde "dad" ile okunur ki, birisi 'dan, diğeri 'dandır. 'nın
aslı, bir işi tamamiyle ayırmak, ayırıp bitirmektir ki, "kesip atmak" diye de
söylenir. kelimesinin kökü de yasaklamak (men'etmek) t ir.. Bâtılı yasaklaması
bakımındandır ki, hüküm denilmiştir. "Kasas" ve "kıssa"dan kelîmesi, bir haberi
tebliğ etmek yerine getirmektir ki, Türkçe " ayıtmak" denilir. Bunu "ayıltmak"
masdarıyle karıştırmamalıdır. Kazâ, sözler ve fiiller veya her ikisi i le olur.
"Kass" ise sözlü olur. İz gütmek" mânâsına da gelir ve o zaman fiilî olur.
Özetle hüküm ve hakimiyette, kaza ve kadılıkta biri ilmî, biri amelî (pratik)
iki durum vardır. "Kass" daha çok bunun ilmî tarafına, "kaza" da daha çok pratik
ve icra ta r afına bakar. Ve hak ve batılı ayırmak, bunların sonuçlarıdır. Şu
halde burada hem teşriî (kanun koyma ile ilgili) ve ilmî, hem de icraî ve amelî
hüküm ve hakimiyetin ancak Allah'a mahsus ve ilâhî hükmün hem hak, hem hayır
olduğu anlatılmıştır.
De k i: Evdiğiniz şey, "Sen peygambersen gökten başımıza taş yağdır veya bize
acıklı bir azab getir." (Enfâl, 8/32) diye acele istediğiniz azab benim elimde
olsaydı, benim aramla sizin aranızda iş kesilir biterdi, bana kalsa ben onu
hemen yapardım. Fakat Allah, zalimleri ve onlara yapacağını daha iyi bilir.
Çünkü bütün gaybın anahtarları O'nun katındadıdır.
"MEFTAH", mim'in fethiyle mekân (yer), açılacak yer demektir. Mim'in kesriyle
de "miftah" âlet ismi olup anahtar demektir. Yani daha açılmamış, vücuda
gelmemiş, bizim ilmimiz ulaşmamış o kadar gayb hazineleri vardır ki bütün
bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah'ın katında, Allah'ın elindedir.
Onları, O'ndan başka kimse bilmez. O, bütün bu gaybları bildiği gibi, hâl-i
hazırda k i bütün varlıkları da, bütün teferruat ve kısımlarına varıncaya kadar
bilir. Mesela karada ve denizde ne varsa hepsini de bilir. Ve hiçbir yaprak
düşmez ki herhalde onu bilmesin ne yerin karanlıklarına düşer bir tane, ne yaş,
ne de kuru hiçbir ş e y yoktur ki herhalde hepsi Allah'ın katında bir açık
kitapta olmasın. Görünmeyen ve görünen, düşünülen ve hissedilen, bütünler ve
kısımlar, büyük küçük, düşme ve karar bulma, hareket ve durgunluk, hayat ve
ölüm, hasılı olmuş olacak, gizli açık her şey b ü tün genişliği, bütün
inceliğiyle gayet açık ve düzgün bir kitaptadır. Yani Allah'ın ilminde veya
Levh-i mahfûzdadır. Hem müfredâtı hem nizamların
silsilesi ile Allah katında belli ve kaydedilmiştir.
Kara ve deniz olaylarından sonra düşme olaylarının yaprak ve tane ile temsil
olunması, bütün gök cisimlerinin birer yaprak ve tane gibi "durma kanunları" na
tabi bulunduğuna dair bir delaleti içerir. Ve dikkate şayandır ki bu delalet,
varlıklardan nasıl ve ne şekilde okunabilirse, Kur'ân'dan da o kadar o k
unabilmektedir. Doğrudan doğruya cisimlerin duruş ve hareketleri ifade olunmayıp
da yaprağın ve tanenin duruşunun açıklanması, hem Allah'ın bilgilerinin çokluk
ve inceliğini tasvir etmek, hem de insanlara göre durma kanunlarının yapraklar
ve tanelerde açık ve seçik bir cereyan ve cisimlerde gizli ve istidlâle dayalı
olduğuna ve yerde karanlıklara bir tane düşmesinin gök boşluğunda cisimlerin
duruş ve hareketlerini bilmeye bir anahtar teşkil edebileceğine bir işarettir.
Bu âyetin önce görünmeyenden görünen e, düşünülenden hissedilene, sonra derece
derece hissedilenden düşünülene, görünenden görünmeyene giden öyle bir ince
tertip vardır ki, bunun ne açıklaması biter, ne incelikeri tükenir.
60- O Allah, o kâdirdir ki geceleyin sizi vefat ettirir; uy utur, kendinizden
geçirir, nefislerinizi sizden alır, kabzeder, ve o halde gündüzün kazandığınız,
elinizle yaptığınız, elde ettiğiniz şeyleri, siz bilmezken, O bilir.
CERH , asıl lugatta, bilindiği üzere, bir şeye tesir icra edip zedelemektir.
Bunun gereği olarak ele geçirmek, kazanmak mânâsında da bilinmektedir. Nitekim
bedenin el, ayak, diş, dil gibi etkili ve âmil uzuvlarına "câriha" ve "cevârih"
adı verilir ki, "kâsibe" (kazanan) ve "kevâsib" (kazananlar) demektir. Ve burada
cerh, bu mânâyadı r. : "Kötülükleri kazandılar" demek olduğu gibi. İbnü Atıyye,
asıl mânâsıyla cerh (yaralamak)den olmasının ihtimal dahilinde bulunduğunu
söylemiştir. Fakat kazanmak ve çalışmak mânâsı hem bunu içerir, hem makam
karinesi (durumu) ile ortaya çıktığı gibi genellikle tefsirlerin rivayeti de
budur. Yani, siz o gün uyumazdan önce organlarınızın hareketleriyle birtakım
tesirler icra etmiş, işler yapmış, maddî veya manevî, hayır veya şer birtakım
şeyler kazanmış bulunuyorsunuz ki, bunlar sizin amellerinizdir. B e denininizin,
organlarınızın yıpranması, yaralanmış olması da bu kazanılmışlar cümlesindendir.
Siz gündüzün uyanık iken kazandığınız ve hatta kendi elinizle yaptığınız bu
işlerin bir kısmını bilmezsiniz de, bazısını bilirsiniz. Fakat gece oldu mu
Allah düşünme yeteneğinizi sizden alır, siz ölü gibi kendinizden geçersiniz,
şuur ve idrakinize sahip ve malik olamazsınız. O zaman gündüzün bildiklerinizi
ve kendi eseriniz olmak üzere en
yakın bildiklerinizi bile bilemez olursunuz. Halbuki siz böyle ölü bir halde
iken Allah onların hepsini bilir.
Sonra gündüzün yine sizi diriltir. Bedeninizde zedelenen, uzuvlarınızdan ölen
kısımlarınızı uykuda haberiniz olmadan telafî ederek yeniler ve sizden aldığı
şuur ve idraklerinizi yine sabahleyin size geri verip önceki gibi maddî ve
manevî hayatınızla sizi tekrar diriltir, uyandırır ve o zaman siz geceyi gündüzü
farkeder, kendinizi ve geçmiş kazançlarınızı hiç kaybetmemiş, arada hiçbir
durgunluk fasılası geçmemiş gibi bilir tanırsınız. Bunun, düşünüp anlayanlar içi
n manevî hayat açısından açık ve seçik öldükten sonra dirilme olduğu apaçık
olduktan başka, maddî hayat bakımından da böyledir. Her iki hayat, her gün, her
gece ve hatta her ân böyle rûhânî ve cismanî bir "öldükten sonra dirilme"
içindedir. Bunu, birçokları mecazî bir mânâ ile dirilme kabul ederlerse de ciddî
bir şekilde ilmî bir gözle bakıldığı zaman, bunun tam mânâsıyla bir "ba's"
(dirilme) olduğu ortaya çıkar. Bir yaprağın, bir tanenin, bir taşın düşmesiyle
yıldızların hareketlerindeki düşme ve genel çe k im aynı mânâda nasıl bir ve
ondan bunları çıkarmak nasıl ilmî ise, uyuyup uyanmaktan öldükten sonra
dirilmeyi anlamak ondan daha açık bir gerçektir. Gayet normal bir mesele gibi
görünen uyuyup uyanmak meselesi, gerek organların görevleri ilmi ve gerek psi k
oloji ilmi açısından son derece dikkate şayan ve öneme haizdirler. Her gün
yıpranıp ölen organ kısımlarının ve her gece duran ilmî idraklerin tekrarlanması
ve aynılarının geri verilmesi içinde, gidip gelerek aynı hayatı devam ettirme ve
aynı nefsin şahsiy e t ve birliğini ifade edip durması, ilâhî hikmet ilmi
bakımından, ruhun bizzat bir ve ebedî oluşuna delaletten önce Allah'ın
varlığına, bâkî oluşuna, birliğine, tekrar ve iade edilen ruh ve cisme ait tam
mânâsıyla öldükten sonra diriltme kudretine delalet e den şahidler ve kesin
delillerdendir ki, bununla ölümden sonra dirilmenin yalnız mümkün olması değil,
bilfiil vaki olduğu da görülüp durmaktadır. İşte Allah, insanları her gece böyle
vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddî manevî neleri varsa hepsini bili y or ve
ertesi gün aynen iade edip diriltiyor ki, takdir edilmiş bir ecel tamamlansın,
yazılmış olan vakit, ömür tamam olsun. Bu böyle olduğu gibi, sonra o saat
gelince dönüşünüz yine O'nadır. Nihayet yine yalnız O'na dönersiniz. Ondan sonra
da O si z e bu hayatta yaptıklarınızı haber verecektir.
61- Ve O, kullarının üstünde tek güçlüdür. O, yokluğu varlık ile, varlığı,
yok etmek ve bozmakla ve her şeyi zıddıyle, aydınlığı karanlık, karanlığı
aydınlık, geceyi gündüz, gündüzü gece, sıcağı soğuk, soğuğu sıcak ile kahreder.
Ve üzerinize koruyucular gönderir.
Onlar, sizi ve amellerinizi muhafaza ve kontrol ederler. Ki bunlar: "Onların
her birini önünden ve arkasından izleyen melekler vardır, onu Allah'ın emriyle
korurlar" (Ra'd, 13/11); "(İnsan), hiçbir söz söylemez ki yanında (onu)
gözetleyen, dediklerini zabteden (bir melek) bulunmasın" (Kâf, 50/18); "Muhakkak
ki üzerinizde koruyucu (melek)lar vardır. Şerefli yazıcılar. Her yaptığınızı
bilirler" (İnfitâr, 82/10-12) âyetlerinde açıklanan m eleklerdir ki, din
lisanında "hafeza (koruyucu) melekler" denilir. Filozoflar, "çeşitli unsurları
ve zıt tabiatları karıştırıp birleştirerek bunlara bir mizac ve özel duygular
vermesi ve bu mizac ve hisler ile onları tedbirli bir nefsi, his, hareket ve d ü
şünce kuvvetini kabul etmeye yetenekli kılması Allah Teâlâ'nın kahrediciliği,
yani kudretinin her kudretin üstünde kahrediciliği ve galibiyeti cümlesindendir.
Ve hafaza (koruyucu melekler)dan maksat, o nefisler ve tedbirli ruhlar, o güçler
ve rûhî meleke l erdir" demişlerdir. Fakat bu izahın eksik olduğunda şüphe
yoktur.
Nihayet herhangi birinize ölüm geldiği, ölümün sebepleri eriştiği zaman, onu
da tarafımızdan elçilerimiz öldürür, emrimizle ruhunu alırlar. (Hamze kırâetinde
imâle ile okunur). Tefsircilerin bir kısmı, bu "Resuller"in, bu ölüm
meleklerinin, yine "koruyucu melekler"den ibaret olduğuna kâni olmuşlar ve
"hafeza"yı "ölüm meleği"nin yardımcılarından saymışlardır. Fakat çoğunluk, ölüm
elçileri olan ölüm meleği ve yardımcılarının, k oruyucu elçilerinden başka
olduğunu söylemişlerdir. Özet olarak her yönüyle ilâhî hükmün altındasınız.
Hayatınız, ölümünüz Allah'ın emri ile ve Allah'ın koruma ve kontrol ve ölüm
elçileri, görevlileri elinde cereyan eder. Ve bu elçiler kusur etmezler. N e
korumada, ne ölümde zerre kadar bir kusur etmez, vazifelerini yapar, Allah'ın
emrini geciktirmeden yerine getirirler.
62- Sonra o ölenler hep hak mevlaları (efendileri, dostları) olan Allah'a
döndürülürler. Hiçbirinde ne kendilerinin, ne diğer batıl dostların hüküm ve
tasarrufu kalmaz, hepsi ister istemez Allah'ın hükmüne teslim edilirler.
Dikkatli olunuz ki hüküm ancak Allah'ındır ve O, hesap görenlerin en
süratlisidir. Dileyince bir anda bütün kâinatın hesabını görüverir.
63-64- De ki: K imdir o ki sizi karanın ve denizin karanlıklarından kurtarır?
Öyle bir haldeki (Yakûb kırâetinde'nun sükunu ve şeddesiz olarak okunur) siz ona
açıktan açığa ve gizliden gizliye yalvararak şöyle dua edersiniz: (Âsım'dan Ebu
Bekr Şu'be rivâyetinde
"h avf"den okunur). Yani siz ona şiddetli bir korku içinde ümitlenip
yalvararak şöyle dua eder ve sığınırsınız. Kasem olsun ki eğer o, bizi bundan
kurtarırsa muhakkak biz şükredenlerden olacağız, dersiniz. (Âsım, Hamze, Kisâî,
Halefü'l-Âşir kırâetler i nin dışındaki kırâetlere göre okunur ki, muhatab
sigasıyla "kurtarırsan" demektir)<D> De ki: O Allah'tır ki sizi o
karanlıklardan ve her sıkıntıdan kurtarır durur, sonra siz döner O'na ortak
koşarsınız, sözünüzü yerine getirmez, şükretmezsiniz, ( N âfi', İbnü Kesir, İbnü
Âmr, İbnü Zekvân ve Yakub kırâetlerinde okunur).
65- De ki: O Allah'ın size üstünüzden ve ayaklarınızın altından bir azab
göndermeye, üstten azab, yıldırım düşmek, taş yağmak, tufan olmak gibi gök
âfetleri; ayakların altından azab da, zelzele olmak, yerin göçmesi, su ve ateş
çıkması gibi yer âfetleri hakkında açıktır. İbnü Abbas hazretleri valilerin
zulmü, terbiyesizlerin kötülüğü, demiştir ki üstten azab, alttan azab demektir.
Bazı tefsirciler de baştan veya alttan gelen h astalıklar ve musibetler ile
tefsir etmişlerdir. Âyet, hepsini ihtimali içine almaktadır. veya sizi fırkalara
ayırmaya, (ŞİYA' kelimesi, şia'nın çoğulu, şîa da birbirlerinin arkasından
giderek bir emîre veya reise taraftar olan fırka demektir) veya sizi fırka fırka
birbirinize geçirmeye, yani her biri bir başkana taraftar olmuş ve çeşitli
isteklere ayrılmış muhtelif fırkalara parçalayıp birbirinizle çarpıştırmaya, ve
bir kısmınıza, diğer bir kısmınızın (öldürme ve başka şeyler gibi) kötülük ve
şiddeti n i acı acı tattırmaya gücü yeter. Ve bunlara gücü yeten ancak odur.
"Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, akıllarını başlarına
alsınlar." Bu âyetlerin muhtevasında yukarda geçen bazı âyetlerin mânâları
değişik diğer bir şekil ve suret t e ifade edilmiş olduğundan burada bunun
hikmeti beyan buyurulmuştur.
66- De ki: Ben sizin üzerinize bir vekil değilim. Allah'ın kudreti bana tevdi
ve havale edilmiş değildir. Şu halde ne onun size yapacağı azabı yapabilirim, ne
de sizi ondan muhafaza edebilirim. Ben ancak bir Resulüm, bir elçi, bir
haberciyim, Allah'ın vahyettiği emirleri, haberleri ve hükümleri O'nun adına
nisbet ederek haber verir, tebliğ ederim.
67- Her haberin, her haber
verilen şeyin kararlaştırıldığı bir zaman vardır. Sizin azabınız da bu
cümledendir. Siz de başınıza geleceği yakında bilirsiniz. Böyle de!
Meâl-i Şerifi
68- Âyetlerimiz hakkında münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman hemen
onlardan uzaklaş ki, ondan başka söze dalsınlar. Eğer şeytan bunu sana
unutturursa hatırladıktan sonra hemen kalk, o zalimler topluluğuyla oturma.
69- Allah'tan korkanlara o zalimlerin hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat
bu bir hatırlatmadır. Gerekir ki sakınırlar.
70- Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının
aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini
helake atmamasını, kendisi için Allah'tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi
bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün va r ını feda
etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake
uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve
can yakıcı bir azab vardır.
68-69-70- HAVD, eğlence tarzında ve aşırı derecede dalmak demektir. Nisâ'
sûresinde geçen "Allah size Kitap'da indirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr
edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar (bu sözü bırakıp)
başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın" (Nisâ, 4/140) âyeti de
bu n un tefsiri olduğundan, hitabın, genel hitap olduğunu, dalmanın ve yüz
çevirmenin mânâlarını açıkça göstermiştir. Şu halde bazı lüzumsuz yere söz
uzatanların kuruntuya düştükleri gibi, bundan ilâhiyât meselesinde derinleşme ve
incelemenin, istidlâl ve müna z aranın Allah'ın âyetlerine dalmaktır diye haram
olduğunu çıkarmaya kalkışmamalı, ancak delil ile uğraşırken mânâdan gaflet
edecek derecede dalgınlığa da düşmemelidir. Hasılı ey mümin, hadlerini
bilmeyerek âyetlerimize dalıp eğlenenleri, kötülemeye girişen l eri, inkâr ve
alay etmeye kalkışanları gördüğün zaman, (ki Mekke'de Kureyş müşrikleri böyle
yapıyorlardı), onlardan çekil, yanlarında oturma. (İbnü Âmir kırâetinde
tef'ilden ) şayet şeytan sana unutturursa, seni meşgul eder, bu yasaklamayı
unutmana sebep olursa, ki bu ihtimal, hitabın her mümine genel olması
dolayısıyladır. Hatırladıktan sonra o zalimler güruhuyla beraber oturma. Zalimîn
= denmesi lafa dalma (havd) mefhumunda sınırı aşma mânâsı bulunduğuna işaret
etmek ve yasaklama sebebini gen e lleştirme ile bütün zalimlerle beraber
oturmanın da yasaklandığını açıklamaktır.
Dinlerini eğlence ve oyuncak edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatmış
olanları bırak!. Yani dünya hayatına dalıp, din işlerini keyif ve isteklerine
göre eğlence ve oyun kabilinden tutanlar veya din adına eğlence ve oyun gibi
gönül eğlendirip aldatmaktan başka faydası olmayan şeylere tutunanları veya
sorumlu oldukları hak dini dünya hayatına aldanarak, sonucu ve ahireti hesaba
katmayarak eğlence ve oyuncak yerine koy u p alay edenleri veya dini, dünyaya
ait gayeleri için eğlence edinenleri,
özetle dinleri oyuncaktan ibaret olan ve dini oyuncak sayanları terket,
bunlarla birlikte olma, ve onlara karışma.
"Bunları bırak" emri, "onlarla birlikte olmayı ve onlara karışmayı yasaklama"
ve "Bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın,
oynasınlar" (Zuhruf, 43/83) kabilinden onları bir tehdit ve korkutma (inzar)
olduğuna ve yoksa "korkutma, bir şey söyleme" demek olmadığına işaret edilerek
buy u ruluyor ki: "hiç kimsenin, kazandığı şey yüzünden kendisini helake
atmaması gerektiğini, kendisi için Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir
şefaatçi bulunmadığını Kur'ân ile hatırlat."
Meâl-i Şerifi
71- De ki: "Biz Allah'ı bırakıp da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi
yalvaralım? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra ardımıza mı dönelim?
Arkadaşları, bize gel, diye doğru yola çağırdıkları halde yeryüzünde şaşkın
şaşkın dolaşıp, şeytanların ayartarak uçuruma çektikleri ahmak gibi mi olalım?".
De ki: "Allah'ın gösterdiği yol, yegane doğru yoldur. Bize, bütün âlemlerin
Rabb'ine teslim olmamız emrolundu".
72- Bize: "Namazı dosdoğru kılın, Allah'a karşı gelmekten sakının" (diye
emredildi), toplanacağınız yer O'nun huzurudur.
73 - Gökleri ve yeri, yerli yerince yaratan O'dur. Bir şeye "ol" dediği gün
hemen oluverir. O'nun sözü haktır. "Sûr"a üfürüldüğü gün de mülk ancak O'nundur.
O, gizliyi ve açığı bilendir. O, hikmet sahibi, her şeyden haberdardır.
71-72-73- De ki: Biz, (ilâhlık sıfatlarının hepsine sahip ve her menfaat ve
zarara gücü yeten) Allah'dan vazgeçerek, bize, kendi kendilerine ne menfaat ve
ne zarar bile veremiyecek olan şeylere, cansız putlara, aciz yaratıklara,
yapılmış şeylere mi yalvaracağız? Ve Allah b i ze hidayet ettikten, doğru yolu
gösterdikten sonra arkamıza mı döneceğiz? "Bize gel" diye kendine çağırıp duran
arkadaşları varken, yeryüzünde şaşkın ve sersem kalarak şeytanların arzu ve
hevese çekip şaşırttığı şaşkın kişi gibi mi olacağız? Bunun nüzul sebebi, Hz.
Ebu Bekir'in oğlu Abdurrahman'ın iman etmeden önceki hâli olduğu hakkında bir
rivayet vardır ki, Peygamberimiz, babası ve diğer ashab kendini müslüman olmaya
davet ettikleri halde, o tersine tutmuş, babası Hz. Ebu Bekir'i puta tapıcılığa
davet etmeye kalkışmıştı deniliyor.
De ki: Rehber ancak Allah rehberidir, ancak Allah hidayetidir, ki hidayettir.
Ve bize özellikle âlemlerin Rabbine teslim olalım ve bağlanalım ve namazı
dosdoğru kılınız, ve Allah'dan layıkıyla korkunuz, diye emrolundu ve buyuruldu
ki, "nihayet hepinizin haşrolup toplanacağınız ancak O'dur". Ve O, o yaratıcıdır
ki, gökleri ve yeri hak ile (yerli yerince) yarattı. Gökler ve yer
gerçekleşmiştir, yaratılmış oldukları kesindir, yaratıcılarının ancak Allah o
lduğu muhakkaktır. Ve bütün bunların Hak'la yakından ilgileri, Hakk'a
delaletleri, Hakk'ın eseri oldukları kesindir. Şu
halde batıl, hiçbir zaman sebep ve yaratılış gayesi olmaz. Ve bu gökler ve
yerin yaratılışı, eğlence ve oyuncak, batıl, yersiz ve hikmetsiz olamaz. Hepsi
Hak'ta toplanacak ve Hak Teâlâ'nın huzurunda haşrolunacaktır. Ne zaman olacak
denilirse "O, 'ol!' diyeceği gün hemen olur" sözü, O'nun hak kelâmdır, "ol"
dediği gün, olacaktır. Ve sûra üfürüldüğü kıyamet borusu çalındığı gün mülk,
hüküm ve saltanat tamamen ve bağımsız olarak O'nun, ancak O'nundur. Çünkü sûr
üfürüldüğü gün meydana çıkacak olan gayb (gizliy)ı ve yıkılacak olan bugünkü
görülenleri bilen O'dur. Ve hikmet sahibi O, her şeyden haberdar olan O'dur.
Böyle de ve o hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olanın haber vermesiyle
şunu an:
Meâl-i Şerifi
74- İbrahim, babası Âzer'e demişti ki: "sen putları tanrı mı ediniyorsun?
Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum".
75- Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu (muhteşem
varlıklarını) gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun.
76- Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü:"Rabb'im budur" dedi. Yıldız
batınca da:" Ben batanları sevmem" dedi.
77- Ay'ı doğarken gördü: "Rabb'im budur" dedi. O da batınca: "Yemin ederim
ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan
olurdum" dedi.
78- Güneş'i doğarken görünce: "Rabb'im budur, bu hepsinden büyük" dedi. O da
batınca dedi ki: "Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım".
79- "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık
ben asla Allah'a ortak koşanlardan değilim".
80- Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da onlara dedi ki: "Beni doğru yola
eriştirdiği halde Allah hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? O'na ortak
koştuklarınızdan hiç korkmuyorum, ancak Rabbimin dilediği şey hariç. Rabbim
ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz?"
81- "Hakkında hiçbir delil indirmediği halde, siz Allah'a ortak koşmaktan
korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" Eğer
bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangisi güven içinde olmaya daha
layıktır?
82- İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar... İşte güven
onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
74Mâide Sûresinin 69. âyetinde de açıklandığı üzere "İbrahim ümmeti"
(millet-i İbrâhim) olan "Haniflik" ilk önce ve bizzat Sâbie'nin karşılığı
oluyordu. Sâbie ise, "ashâbı eşhâs" (şahıslara tapanlar) ve "ashâb-ı
heyâkili'n-nücûm" (yıldız heykellerine tapanlar) olarak iki kısma ayrılıyor ve
her ikisi de rûhâniyet taassubuna ve meleklere kulluk etme fikrine dönüşüyor ve
bundan bir tarafta cisimli beşeri rûhânîlikten soyutlamakla aşağılanıyor; d iğer
taraftan beşerî tağut (azgın)ların ortak koşma ve tanrılık davasına vesile
yapılıyordu. Ve İbrahim aleyhisselâm bunları kırmak için gönderilmişti. Burada
göreceğiz ki önce puta tapanların açık sapıklıkları, ikinci olarak yıldızlara
tapanların nazarî s apıklıkları açıklanarak ve beşerin melekûte ulaşması
gösterilerek Allah'ı birlemenin isbatı ile Hanifliğin esası tesbit edilmiş ve
beşerî nübüvvet anlatılmıştır. Ve nihayet metafizik unsurların, melek ve şeytan
gibi gizli kuvvetleri beşer ilâhı sayarak ta n rılıkta ortak eden ruhlara
tapanların felsefî sapıklıklarını iptal eden tevhid delilleri açıklanmıştır.
İbrahim Aleyhisselâm'ın faziletini itiraf etmeyen millet yok gibidir. Arap
müşrikleri onun evlatları ve mensubları olduklarını ikrar etmek sûretiyle
üstünlüğünü itiraf ediyorlardı. Yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanlar da onu
büyüklemişler ve yüksek kadrini itiraf etmişlerdir. Bu büyük mevki, böyle âlemin
çoğunluğunun faziletini ve yüksek mertebesini itiraf etmesi, Hz. İbrahim Halil
aleyhisselâm k a dar hiç kimseye nasib olmamıştı. "Allahım, Muhammed (s.a.v)in
ve yakınlarının şereflerini daima yücelt, İbrahim ile yakınlarının şereflerini
yüceltiğin gibi Şüphesiz bütün hamdler ve yücelikler ancak sana mahsustur".
"Allah'ım, Muhammed (s.a.v)'e ve y a kınlarına bereketlerini artır, İbrahim ve
yakınlarına
bereketlerini artırdığın gibi. Şüphesiz bütün hamdler ve yücelikler sana
mahsustur". Bunun sebebi, "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim
sözü tutayım" (Bakara, 2/40), "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
bekleriz" (Fâtiha, 1/5) âyetlerinin delaletince Rab ile kul arasındaki fıtrî
sözleşmedir. İbrahim aleyhisselâm bu kulluk ahdini tutmuş ve Allah Teâlâ buna
kısaca da, genişce de şahitlik etmiştir.
Kısacası iki âyettedir: Birincisi "Rabbi bir zaman İbrahim'i bir takım
kelimelerle sınamış, o da onları tamamlamıştı" (Bakara, 2/124) âyeti ki, onun
kulluk ahdini tamamladığına dair bir ilâhî şahitliktir. İkincisi de "Rabb'i ona:
'islâm ol' dedi. O da: 'Âlemlerin Ra bb'ine teslim oldum' dedi" (Bakara, 2/131)
âyetidir.
Tafsîle gelince: Hz. İbrahim, Allah'ın birliğini ispat ve ona ortak koşmayı
yıkmak için birçok yerde, birinci olarak babasıyla "Sen putları tanrı mı
ediniyorsun?" (En'âm, 6/74) ve "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir
şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 19/42) diye. İkinci
olarak kavmiyle hemen yukarda meâli arzedilen En'âm Sûresinin 76-81 nci
âyetlerinde geçen mücadelesi ile. Üçüncü olarak zamanının hükümdarı ile "Benim
Rab'im yaşatır ve öldürür" (Bakara, 2/258) diye münazara etmiş, Dördüncü olarak
kâfirler ile "Nihayet (İbrahim) onları parça parça etti, yalnız onların büyüğünü
bıraktı" (Enbiyâ, 21/58) âyetinin delaletine göre putlarını kırarak, fiilî b i r
şekilde tartışma yapmış, sonra kavmi "Onu yakın, tanrılarınıza yardım edin"
(Enbiyâ, 21/68) demişler, ateşlere atılmış. Sonra "Muhakkak ki ben rüyamda seni
kestiğimi görüyorum" (Saffât, 37/102) diye Allah'ın emrine oğlunu adamış, hasılı
kalbini i r fana, dilini burhana, bedenini ateşe, çocuğunu kurbana, malını
misafir ve iyilik yapmaya teslim ve tahsis ederek kulluk ve sevgide
kahramanlığını ispat etmiş ve sonra "Benden sonrakiler, içinde beni iyi dille
anılanlardan eyle, beni Naîm cennetinin vâri s lerinden kıl, babamı da bağışla,
şüphesiz o sapıklardan biriydi, yaratılanların diriltilecekleri gün beni rezil
etme, o gün ne mal, ne de oğullar fayda verir" (Şuarâ, 26/84-88) diye Rabbine
yalvarmış ve niyaz eylemiş ve bundan dolayı Allah Teâlâ'nın lut u f ve ihsanı da
duasına icabet etmek suretiyle isteğinin
yerine getirilmesini ve tahkikini gerektirmiştir. Arap müşrikleri de anılanın
üstünlüğünü itiraf ettiklerinden dolayı onlara karşı "De ki: biz Allah'ı bırakıp
da bize fayda veya zarar vermeyen şeylere mi yalvaralım?" (En'âm, 6/71) davetini
ispat ve açıklama sadedinde Allah Teâlâ Hz. İbrahim'in kavmiyle olan
tartışmasını ve ilâhî melekûte nâil oluşunu bir delil ve geçmişten bir örnek,
bir ibret dersi olmak üzere hatırlatmakla ve işin başında puta t apıcıların
apaçık sapıklıkların da hatırlatmak sûretiyle buyurmuştur ki:
Öyle de ve şunu hatırlat hani İbrahim babası Azer'e (veyahut Yakub kırâetinde
"râ = "nın zammiyle okunduğuna göre, İbrahim'in babasına: "Ey Âzer!") putları
bir sürü ilâh mı tutuyorsun? Muhakkak ben seni ve kavmini açık bir sapıklık
içinde görüyorum, demişti. Ruh sahibi olan beşerin gerek insan heykeli olsun ve
gerek yıldız ve melek heykeli farz edilsin, cansız putlara karşı alçalma ve
tapınma ne açık bir sapıklıktır. İbrahi m bunu babası veya babası yerinde amcası
olan Âzer'den başlayarak kavminin yüzüne vurmaktan ve onları irşad etmekten
çekinmemişti.
Bu âyette Hz. İbrahim'in babasının isminin "Âzer" olduğu anlaşılıyor. Tarih
kitaplarında ise Süryanice "Târah" olduğu meşhurdur. O halde Yakub ve İsrail
gibi, biri isim, biri lakab olmak üzere "Âzer" ve "Târah" diye iki ismi var
demektir. Râğıb "Müfredât"ında, "Âzer'in, Târah'ın Arapçalaşmışı denilmiş
olduğunu da nakletmiş ise de, bunu tefsirciler hiç dikkat nazarına
almamışlardır. Bu derece büyük bir değişme ile Arapçalaştırmada ucme (Arapça
olmayan kelime) kokusu kalmamış olacağından kelime "hatem" gibi munsarif olmak
gerekirdi. Bazıları da Âzer'in, Hârezm lugatı ve şeyh-i herim yani pek kocamış
ihtiyar demek olduğunu ve b i r de bir put ismi olduğunu dahi söylemişlerdir.
Bazıları da demiştir ki, İbrahim Aleyhisselâm'ın babası Târah'tır, Âzer de
amcasıdır. Amcaya ve dedeye de baba denilir. Nitekim Kur'ân'da Yakub'un
çocuklarından hikaye edilerek "Senin tanrın ve ataların İ b rahim, İsmail ve
İshak'ın tanrısı olan tek tanrıya kulluk edeceğiz" (Bakara, 2/133)
buyurulmuştur. Ve Hz. İsmail, Hz. Yakub'un amcası olduğu halde baba denilmiştir,
Şîa'nın tercih ettiği görüş budur. Bunlar, "Hz. İbrahim ve babası, Hz.
Peygamber'in dedele r indendir. Halbuki "Secde edenler arasında dolaşmanı da
(görüyor)" (Şuarâ, 26/219) âyetinin delaletine göre Peygamber'in ecdadında kâfir
yoktur. Âzer ise kâfirdir. Bir de bu âyetten ve bilhassa Yakub Kırâetine göre,
Hz. İbrahim Âzer'e ismini söyleyerek
v e sapıklığını yüzüne vurarak hitap ettiği gösteriliyor ki babaya iyilik ve
ihsan bir dinî görev olduğu halde İbrahim aleyhisselâm gibi bir büyük
peygamberin babasına böyle eza ve cefa edici bir seslenişi caiz görmiyeceği
açıktır. Şu halde bu iki engelley i ci karine gösterir ki Âzer, İbrahim'in
gerçek manasıyla babası değildir" diyorlar. Fakat bunlar Kur'ân'n zahirine karşı
zorlama ve taassubdur. Zira Hz. Peygamber'in nesebine asla sifah (ahmak, cahil,
müsrif) karışmamış, hepsi nikahtan gelmiş olduğunda ter e ddüt yoksa da "secde
edenler arasında dolaşmanı da (görüyor)" âyetinde sulbî hareketler mânâsı kesin
olmadığı gibi, Hz. İbrahim'in tutumu da "Eğer anne ve baban seni, bilmediğin bir
şeyi bana ortak koşmaya zorlarlarsa, onlara itaat etme, dünya işlerin d e onlara
gayet iyi davran" (Lokman, 31/15) mefhumundan haric değildir. Sonra tarih
kitaplarında meşhur olan Târah isminin kaynağı nihayet yahudi ve hıristiyan
haberlerine, bu da Tevrat'a dayanmış olabilir. Bu ise Kur'ân'ın Âzer şeklindeki
haberine k arşı koyabilecek bir kuvveti hâiz değildir. Onlar Kur'ân üzerine
değil, Kur'ân onlar üzerine koruyucu ve gözcüdür.
İbnü Cerir tefsirinde açıklandığı üzere Muhammed b. İshak demiştir ki: "Âzer,
Hz. İbrahim'in babasıdır. Ve Kûfe civarında Kûsâ kasabası ahalisinden bir adam
olduğu bize zikredilen haberler cümlesindendir." Ebu Hayyân tefsirinde de,
"marangoz, müneccim (astrolog) ve mühendis olduğunu ve Nemrud'un da yıldızlara
ve geometriye merakı olduğundan, onun yanında ilgi ve alakaya mazhar olduğunu z
i kretmişlerdir. Ve Kûfe civarında Kûsâ denilen bir kasabadan idi, Mücahid böyle
demiştir. Ve Hz. İbrahim de bu kasabada doğdu, denilmiş. Bundan başka Âzer'in
Harran halkından olduğu da söylenmiştir" diye nakletmiştir. "Mu'cemü'l-Büldân"da
Kûsâ üç yerdedir. Babil toprağında, Irak civarında, Mekke'de. Irak Kûsâ'sı
ikidir: Kûsettarîk, Küserrubâ, İbrahim Aleyhisselâm'ın kabri ve doğumu
buradadır. Ve bunların ikisi de Bâbil toprağındadır. Hz. İbrahim burada ateşe
atılmıştır.
Şimdi, mevcut ve hayal edilen herhangi bir şeyin hayalini temsil eden,
yapılmış cansız putların önünde insanlığı aşağılayan puta tapıcıların açık
sapıklığı hatırlatıldıktan sonra, buna sebep olan ve heykele tapanlar denilen
yıldıza tapmaların da nazarî sapıklıklarını göstermek ve bir beş e r olan Hz.
İbrahim'in
Allah'ın lutfuyla bütün göklerin ve yerin hükümranlığına ulaşmasını ve bilgi
sahibi olmasını, bu sayede insanlığı Allah'dan başkasına esir ve mahkum olma
kaydından kurtarmakla, insanlığın yüzünü doğrudan doğruya ve yalnız Allah'a
yöneltmek için Allah'ı birlemeyi ve Hanifliği nasıl ispat ettiğini ve
anlattığını açıklamak için buyuruluyor ki:
75- Ve işte böyle açık bir gösterişle biz İbrahim'e göklerin ve yerin
melekûtunu gösteriyorduk. Yıldızları, Ay ve Güneş'i ile gökleri ve yeri gözüne
gösterdikten başka, tümüyle bütün âlemin bir mülk, bir saltanata tabi olan bir
memleket olduğunu ve bu memleketi zabt ve idare eden rablık sırlarını ve
hükümranlık saltanatını kalbine bildiriyorduk. Bütün bunlar yerde bir cismanî
beşer olan İbra h im'in ruhunda şekilleniyor ve tahakkuk ediyordu. İbrahim
görüyordu ki yer ve zamanıyla bütün bu âlemleri toplayıp İbrahim'in nefsine
indiren, maddeleri ve maneviyatıyla ona bağlayıp hepsini birden idare ve tedbir
eden rabbani kudret, hepsinin sahibi ve hâ k imi bulunan, ortak ve benzeri
olmayan bir tek kudretten ibarettir. Ve İbrahim, ona gökteki yıldızlardan daha
uzak değildir. Yıldızların gökte birer yerleri, mevkileri varsa, yerdeki
İbrahim'in, hepsinin üstünde bir şerefi vardır. Böyle bir şerefi taşıyan bir
mahlukun ve onun kavminin ve hemcinsinin, o hakiki malik gerisinde herhangi bir
mahluka kul, köle olup alçalması pek büyük bir sapıklık, pek tehlikeli bir
küfür, bir nankörlüktür. İşte İbrahim'e bu hükümranlığı gösteriyorduk ki öyle
desin, ve tam in ananlardan olsun.
76-Şu halde İbrahim ne zaman ki gece, karanlığıyla başına çöküp ortalığı
örttü, o zaman bir yıldız, gezegenlerden bir yıldız görerek bu benim Rabbim ha!
dedi. Evvela bir yıldızın, bir insanı terbiye edebileceğini uzak görerek
etrafındakilere bir tariz yaptı. Çok geçmeden o yıldız geçip batınca, ben,
batanları sevmem dedi. Bununla ilâhlık ve kullukta sevginin en mühim esas
olduğunu, fakat haraket etme ve batmanın tesir delili değil, yaratılmışlık,
etkilenme, mahkum olma, sonr a dan yaratılmışlık ve yok olma delili olduğunu ve
bundan dolayı, batanın tanrı olamayacağını ve batana sevgi göstermenin sonu boşa
çıkacak bir sapıklık olduğunu ve Rabb'ın bunda etkili ve bunu hareket ettirici
olan ve zevalden uzak bulunan bir yaratıcı kud r et olması gerektiğini anlattığı
gibi, özellikle batma ve doğmaya dikkat nazarını çekmekle yıldızların
batmalarından dolayı onların yerine putları koyanların sapıklıklarını, ve
çelişkilerini de gösterdi. Zira batmalarından dolayı asıllarının yeterli
olmadığını teslim ettikleri halde, o batanların yapılmış heykellerine saygı
göstermek ne büyük çelişkidir.
77-Bunun ardından ne zamanki Ay'ı doğarken gördü, aynı mânâ ile bu benim
rabbim ha! dedi. Bu da batınca hem rabbine olan imanını açıklayarak "bu benim
rabbim" sözlerinin benimseme olmayıp, hasmı susturma ve reddetme olduğunu
anlatmak, hem de, her an Rabb'ına olan ihtiyacını itiraf etmek suretiyle
hidayetini nasip ettiğine teşekkür etmek için dedi ki: Hiç şüphe yok Rabb'ım
bana hidayet e t mese, ben de muhakkak o sapıklar güruhundan olacaktım. Çünkü
bütün mesele, ruh ve cismin, iç ve dışın birleştiği bir ân içinde ortaya çıkan
bir duygu ve idrake dayanıyor. Bu, görüş ve gösteriş olmaz veya fâni olanı ebedî
zannetmek gibi bir isabetsizlik ol u verirse sapıklık muhakkaktır. Ve birden
bire Ay'ın parlaklık ve çekiciliğine kapılıvermek de hayli zor. Şu halde doğru
ve isabetli olan, akıl ve idraki veren Allah Teâlâ'nın bir anlık başarılı
kılması ve hidayeti olmasa, karanlıktaki insanlık Ay'a da tapa c ak, yıldıza da
tapacak, puta da tapacak.
78-Bundan sonra ne zaman ki Güneş'i doğarken gördü. Ve üzerindeki gecenin
karanlığı tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi. Bu benim rabbım ha! Bu
hepsinden büyük, dedi. Ve daha büyük bir tariz (taşlama) yaptı. Sonra bu da
batınca, muhakkak ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.
79- Ben hanif, tertemiz bir Allah'ı birleyici olarak bütün varlığımla, yüzümü
bütün içeriğiyle şu gökleri ve yeri yaratan yüksek ve kudsî zata döndürdüm. Ve
ben, müşriklerden değilim, dedi. İlerdenberi müşriklere asla iştirak etmediğini
açıklayarak, tevhide kesin inancını ilan etti ve Hanifliği de ispat ve takrir
eyledi.
80-81-82- Kavmi de kendisine karşı mücadele ve hafif görmek suretiyle delil
yarışına kalkıştılar, üstün gelme fikrine düştüler. Cevap olarak İbrahim onların
sözlü ve fiilî mücadele ve tehditlerini de hafife alarak ve sevgi açısından ve
sonra korku açısından ilâh ve kul olmanın hükümlerini anlatarak tam üstünlüğünü
temin eden şu delil i l e dedi ki: "Allah beni doğru yola çıkarmışken, siz hâlâ
benimle O'nun hakkında mı tartışıyorsunuz? BenO'na ortak tanıdığınız şeylerden
korkmam, Rabbim dilemedikçe onlar bana birşey yapamaz, Rabb'imin ilmi herşeyi
kuşatmıştır, iyice bir düşünmez misin i z? Hem Allah'a eş koştuklarınızdan nasıl
korkarım ben? Siz, hakkında Allah'ın bir delil indirmediği şeyi O'na ortak
yapmaktan korkmazken! Şu halde iki taraftan hangisi güvenilmeye daha layık? Eğer
biliyorsanız söyleyin. İman edip, inançlarına hiçbir haksı z lık karıştırmamış
olanlar, işte onlar güvenlik içindedirler, doğru yolda olanlar da onlardır."
Meâl-i Şerifi
83- İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdir.
Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Muhakkak Rabbin hikmet sahibid ir,
bilendir.
84- Biz ona İshak'ı ve Yakub'u da hediye ettik: Hepsine de doğru yolu
gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun soyundan Davud'a, Süleyman'a,
Eyyub'a, Yusuf'a, Musa'ya ve Harun'a da yol göstermiştik. Biz güzel davrananlara
böyle karşılı k veririz.
85- Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da (hidayet ettik). Hepsi de salih
kullarımızdandı.
86- İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere
üstün kıldık.
87- Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da (üstün
kıldık). Onları seçtik ve doğru yola ilettik.
88- İşte bu, Allah'ın doğru yoludur. Kullarından dilediğini o doğru yola
iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları bütün amelleri boşa
giderdi.
89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve
peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Bunlar, ona inanmayacak olurlarsa,
yerlerine, onu tanımamazlık etmiyecek bir toplum getiririz.
90- Bunlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların hidayetine
uy. De ki:"Ben ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece bütün
âlemlere bir öğüttür.
83- Ve işte şu, yani o görme ve kesin inanma ve bu hidayet ve delil, bizim
büyüklük delilimizdir. Biz bunu kavmine karşı İbrahim'e verdik. Kendilerini
yıldızlardan ve hatta yıldızların suret ve heykellerinden daha düşük bir mevkide
görerek, insanlığı zelil eden kavmine karşı İbrahim'in, yıldızlardan, Ay ve
Güneş'ten, gökler ve yerden daha yükseğe geçerek doğrudan doğruya "gökleri ve
yeri yaratan" a yönelecek ve Allah'tan başkasına boyun eğmeye tenezzül etmeyecek
derecelerde yüksekliğini ispat ve üstünlüğünü temin eden bu delil, İbrahim'in
kendisinin değil, büyük şan sahibi Allah'ındır. Biz büyük şan sahibi olan
Allah kimi dilersek derecelerini y ükseltiriz. Şu halde bu, İbrahim'e mahsus
bir durum değildir. Allah'ın seçmesine mazhar olan büyük Allah dostlarının
büyüklerinde cereyan eden bir sünnettir. Ey Muhammed, hiç şüphe yok senin Rabbin
böyle bir hikmet sahibi, böyle bir bilendir.
84-88 -Bak İbrahim'e daha ne verdik. Ona İshak ile Yakub'u da ihsan ettik.
Hepsini hidayete erdirdik, doğru yolda başarılı kıldık, emîn kıldık. Daha önce
Nuh'a hidayet etmiştik. O da puta tapanlarla uğraştı ve onlara üstün geldi. Şu
halde İbrahim, kend i hidayetinden başka hem büyük dedesinin, hem de
çocuklarının hidayete ermesiyle de bahtiyar oldu. Ve neslinden Davud ve
Süleyman'a da hidayet ettik. Bu kelimesindeki zamirin bahis konusu İbrahim
olması bakımından ona râci olması, yani ilerde geleceği üzere ondört peygamberin
İbrahim Aleyhisselâm'ın neslinden olması ortaya çıkıyor. Fakat Lut Aleyhisselâm,
İbrahim'in neslinden değil, kardeşinin oğlu ve aynı şekilde Yunus
Aleyhisselâm'ın da onun neslinden olmadığı ve ibâre (metin) de zamirin yakına
dön ü şümü de asıl kaide gereği olduğu için, bir çok tefsirciler bunu zikri
yakın olan Nuh Aleyhisselâm'a göndermişlerdir. İbnü Abbas, "Gerçi bütün
peygamberlerin içinde Hz. İbrahim'e ne ana, ne baba tarafından doğum itibariyle
katılmayanlar vardır. Nitekim Lut kardeşinin oğludur. Bununla beraber hepsi
İbrahim'in nesline dayanır. Çünkü amca da babadan sayılır." demiştir ki, bu mânâ
sözün gelişine daha uygundur. Nuh'a gönderildiği takdirde bu yoruma ihtiyaç
kalmazsa da, o zaman konunun sevki İbrahim'den Nuh'a değ i ştirilmiş olacaktır.
Bununla beraber âyeti, cümlesine bağlamak da caizdir. O zaman bunlar, "onun
neslinden" kapsamında dahil olmaksızın Hz. İbrahim'e yardımcı olarak bahşedilmiş
olur. Ve gerçekte insanın kendi sulbünden gelen evladına da "nesli" d e nilmez
ve iki kardeş olan İsmail ve İshak karşılığı da bu bağlamayı gerektirir. Dikkate
şayandır ki bu âyetlerde onsekiz peygamber zikredilmiş ve bunların zikri bir
güzel sınıflandırmaya tâbi tutularak Hz. İbrahim etrafında toplanmıştır. Hz. Nuh
puta tapa n larla uğraşan ilk peygamber, İshak ve Yakub bütün İsrailoğulları
peygamberlerinin aslı, bu arada baba oğul mülk ve saltanat ile seçkin, imtihan
ve güzel sabır ile seçkin, iki kardeş, âciz bırakma kuvveti, heybet ve ezici
güç, kitap ve özel şeriat il e seçkin, zühd ve ruhaniyet ve fedekârlıkta örnek
olmuştur. İlyas, İdris Aleyhisselâm olduğu hakkında bir rivayet varsa da
İsrailoğulları peygamberlerinden olması daha tercih edilir. Harun Aleyhisselâm
soyundan olduğu nakledilmiş ve "İlyas b. Yasin b. F i rhas b. Azzar b. Harun"
denilmiştir.
Hızır olduğu da söylenmiştir. Zira İsa ve Hızır gibi İlyas'ın da henüz
hayatta olduğuna dair bazı eserler vardır. Ebu Hayyan tefsirinde der ki: "İlyas,
İsa'ya yakın olarak zikredilmiştir. Henüz ölmemiş olmakta ortaktırlar". İlyas'a
yahudiler ve hıristiyanlar "İlya" derler. Yuhanna İncili'nin baş taraflarında,
"Yahudiler Oruşilim'den Yahya'ya 'sen kimsin?' diye soru sormak üzere kahinler
ile Levîliler gönderdikleri zaman onun şahitliği budur: yani ikrar edip inkâr
etmey e rek: 'Ben Mesih değilim' diye ikrar etti ve ona: 'Öyle ise nesin, İlya
mısın?' diye sorduklarında o da: 'değilim' dedi. 'Sen o peygamber misin?'
dediklerinde: 'hayır' diye cevap verdi. 'Öyle ise Mesih yahut İlya, ya o
peygamber olmadığın halde, niçin vaft i z ediyorsun?' dediler" diye yazılmıştır
ki İlya, İlyas; o peygamber de peygamberlerin sonuncusu Muhammed
Aleyhisselâm'dır. İlya, Rafizîler tarafından "Ali" ismine de tatbik edilmiştir.
Hitabın Hz. Peygamber'e yönelmiş olması itibariyle peygamberin dede s i olan ve
İshak ve Yakub zincirinin karşılığında bulunan Hz. İsmail diğer bir sınıfın
başlangıcı olarak buraya bırakılmış ve teker teker faziletleri bakımından
Elyesa, Yunus, Lut Aleyhisselâm da onunla beraber bir sınıfta sayılmıştır.
Elyasa , Yuşa b. Nû n 'dur, diyenler olmuşsa da Elyesa' b. Ahtub b. el-Acuz'dur,
diye tashih ediliyor. (Bu kelime Hamze, Kisâî ve Halefu'l-Âşir kırâetlerinde lâm
'ın şeddesiyle şeklinde okunur).
89- İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet ve hükümranlık) ve
peygamberlik verdiğimiz kimseler, şu halde buna şunlar küfrederlerse, yani bu
üçüne veya (kitap ve hükmü içine alması bakımından daha özet olmak üzere) Kureyş
kâfirleri hiç iman etmezlerse hiç önemleri yoktur. Şüphesiz ki biz o kitap,
hüküm ve peygamberl i ğe öyle bir kavmi vekil yapmışızdır ki, bunlar onu hiçbir
zaman inkâr etmezler. Daima iman ve şükür ile sarılır, güven ve hidayete mazhar
olurlar. Mekke kâfirlerine karşı Ensar ve Medine'lileri; arap kâfirlerine karşı
diğer kavimlerin müminleri; bütün kâf i rlere karşı bütün Âdem oğullarından
peygamber, sahabe, tâbiîn ve her mümin ve hatta melekler bu kavimdendir.
90-- İşte ey Muhammed! Bu anılan ve seçilip kendilerine kitap, hüküm ve
peygamberlik verilerek âlemlere üstün tutulmuş olan iyilik severler ve
salihlerdir ki Allah kendilerini "işte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar
da onlardır." âyeti delaletince hidayete erdirmiştir. Şu halde sen ancak onların
hidayetine uy. Geçmişten
örnek olmak üzere bunların hepsinin tuttukları iman tevhidi, doğruluk, dine
bağlılık, fazilet ve cömertlik, kitap, hikmet, peygamberlik, özetle hidayet
yolunu tut, başkalarına bakma! Bu kelimesinin sonundaki sakin he zamir değil,
hâ-i sekit (sekte hâsı)dır. Yani vakıf halinde dal 'ın harekesini muhafaza eden
müc e rred bir harftir. Bunun için sâkin (harekesiz) okunur. Ve Hamze, Kisâî,
Yakub, Halefü'l- Âşir kırâetlerinde vasıl hâlinde hazfedilir, okunmaz. Ancak
İbnü Âmir kırâetinde "hüdâ" kelimesine râci zamirdir. Vasıl halinde esre ile
veya med ile okunur.
Ve işte İbrahim kıssasını anmanın hikmet ve gayesi budur. Bunlara uyup yüzünü
ancak Allah'a tut ve hiçbir şeyden korkmayarak ve başkasından hiçbir şey
beklemiyerek Allah'ın hükümlerini tebliğ et. Onlar gibi sen de, De ki: Ben, bu
iş, bu tebliğ karşılığında sizden bir ücret, bir karşılık istemem, o Kur'ân
başka bir şey değil, bütün akıl sahibi âlemlerine Allah tarafından bir
hatırlatma ve uyarıdır. Bu bir ferde, bir sınıfa veya bir kavme mahsus değildir.
Allah için herkese, muhtaç ve sorumlu oldukları şeyler i hatırlatmaktır, genel
bir rahmettir.
Meâl-i Şerifi
91- Onlar: "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" demekle, Allah'ı
gereği gibi tanıyamadılar. De ki: Musa'nın insanlara aydınlık ve hidayet olmak
üzere getirdiği, sizin parça parça kâğıtlara çevirdiğiniz, bir kısmını belli
ettiğiniz, birçoğunu gizlediğiniz; sizinle babalarınızın, sayesinde bilmediğiniz
birçok şeyleri öğrendiğiniz Kitab'ı kim gönderdi? (Onlara karşı sen) "Allah" de.
Sonra onları bırak, boş laflara dalarak oyalansınlar.
9 2- Bu Kitap (Kur'ân), kendinden önceki kitapları tasdik eden, şehirler
anası (Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz
mübarek bir kitaptır. Ahiret gününe iman edenler bu Kitab'a da iman ederler ve
onlar namazlarına da deva m lıdırlar.
93- Allah'a karşı yalan uyduran, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı
halde: "bana vahyedildi" diyen ve: "Allah'ın indirdiği gibi bir kitap
da ben indireceğim" diye iddiada bulunandan daha zalim kim olabilir? O
zalimlerin halini ölüm şiddeti içindeyken bir görsen! Melekler onlara ellerini
uzatırlar ve:" Ruhunuzu teslim edin. Bugün, Allah'a karşı haksız şeyler
söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir
azapla cezalandıralacaksınız" derler.
94- B ugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza
geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre
ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz
ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızda k i bütün bağlar artık kesilmiş,
güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
91-*} Allah'ı hakkıyle takdir etmediler, celâl ve cemâl sıfatlarını layıkıyla
tanımadılar. Her şeye gücünün yettiğine, rahmân ve rahîm olduğuna iman
etmediler, nimet ve rahmetinin kadrini bilmediler, hukukuna riayet, ilâhlık
şanına hürmet etmediler, hasılı takdirsizlik ve nankörlük yaptılar. Çünkü, Allah
insanlara hiçbir şey inzal etmedi, dediler. Böyle demekle yalnız insanlık
hakkında bir takdirsizlik değil, Allah hakkın d a takdirsizlik ettiler,
insanlara Allah'ın en büyük rahmet ve nimeti olan vahyi, peygamber göndermeyi
mutlak bir şekilde inkâr etmek küstahlığında bulundular, Sâbîliğe saptılar ve
öyle bir şekilde saptılar ki hissedileni ve makûl olanı tanımayan sofestaîl e
rin ve beşeri ilâh tanımak istiyenlerin: "Allah, biz insanların işine karışmaz"
dedikleri gibi, Allah'ın beşere indirdiği hiçbir şey yokmuş veya beşerde her ne
varsa Allah'tan başkası tarafından veya beşerin kendisinden imiş gibi söz
ettiler. Şüphe yok ki bu gibi çirkin söz söylemeye cür'et etmek bir nankörlük
huyundan, bu da nankörlüğün kötülüğünü ve Allah'ın büyüklük ve kudretini takdir
edememekten ileri gelen, çirkin bir cahillik ve ahlâksızlıktır. Allah dediği
zaman ne dediğini bilmeyen, bu büyük ismin ne kadar sonsuz bir kudret ve kemal
ifade ettiğini gereği gibi düşünmeyenlerdir ki böyle cüretlerde bulunurlar.
"Allah, beşere bir şey indirmedi" sözü, bir müşrik sözü olduğu ve yukardan beri
anlaşılageldiği üzere Mekke müşriklerinin de bu fikirde bulunduğu açıktır. Fakat
bunu Medine'de yahudilerin hahambaşılarından Mâlik b. Sayf'ın söylemiş olmasıdır
ki bu âyetin inmesine sebep olmuştur. Şöyle ki:
Mâlik b. Sayf, iri ve şişman bir adammış. Resulullah'ın yanına gelmiş,
konuşurken Resulullah kendisine: "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah'a and
vererek
soruyorum, 'Allah şişman bilgine buğzeder' diye Tevrat'ta buluyorsun değil
mi? Halbuki sen şişman bilginsin, Yahudilerin yedirdiği şeylerden
şişmanlamışsın" buyurmuş. Orada bulunanlar gülmüşler, Malik b. Sayf kızmış, Hz.
Ömer'e dönüp: "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" demiş, Muhammed
Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkârda mubâlâğa etmek için, öfkesinden
müşrikler gibi hepsini inkâr edivermiş. Sonra bu sözünden dolayı yahudiler
tutmuşlar kendisini b aşkanlıktan indirip yerine Kâb b. Eşref'i geçirmişler. Bu
âyetin, nüzul sebebinde meşhur olan çoğunluk görüşü budur. Bundan dolayıdır ki
sûrenin başında açıklandığı üzere bu âyet, bu sûrenin Medine'de sonradan inmiş
olan birkaç âyeti cümlesinden olduğu ri v ayet edilmiştir. Gerçekte yukardan
beri sözün geliş şekli, müşriklere karşı olduğu halde, burada yahudi de ilave
edilerek buyuruluyor ki:
Öyle diyen takdirsizlere karşı de ki: Musa'nın insanlar için bir nur olarak,
bir hidayet olarak getirdiği kitabı (yani Tevrât'ı) kim inzal etti? O nur ve
hidayet ki siz onu kırtaslar yapıyorsunuz, aydınlanıp amel edecek yerde parça
parça kağıtlara koyuyor, kuru evrak haline getiriyorsunuz, bunları meydana
çıkarıp gösteri yapıyor ve bir çoğunu gizliyorsunu z. Yani gizliyor ve
bozuyorsunuz, meydana koyduklarınızla da amel etmiyor, kalbinize koymuyorsunuz.
Fakat İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde gâib (üçüncü şahıs) kipiyle okunur ki,
"onu kağıtlar yapıyorlar, istediklerini meydana çıkarıp, bir çoğunu gizl i
yorlar" demektir. Bunda yahudilerden hitap (ikinci şahıs) ile değil, gıyab
(üçüncü şahıs) ile tâbir buyurulmuştur. Eğer öbür kırâet olmasaydı, bu âyetin de
Mekke'de ve müşrikler sebebiyle inmiş olduğuna hükmedilebilirdi. Ancak bu
şekilde Tevrat'ın inzalin i n ve yahudilerin durumlarının müşriklere karşı nasıl
bir çelişki maddesi olarak söylenilebileceği sorusu vârid olurdu. Fakat bunun da
sebebi yok değildir. Çünkü Mekke müşriklerine göre de Musa'ya Tevrat'ın inişi ve
yahudilerin durumu, herkesçe bilinmektey d i. Onun için "Eğer bize kitap
indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk." diyorlardı. Şu halde bu
iki kırâetin toplamı bize, şunu ifade eder ki, âyetin inmesinde hem yahudilerin,
hem müşriklerin sebep olmaları vardır. Her ikisi de Muhammed Al e yhisselâm'ın
peygamberliğini inkâr için "Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi" demişlerdir.
Fakat esas nüzul sebebi yahudinin söylemesi olmuş ve sözlerinin çelişki maddesi
önce Tevrat ve takdirsizliklerinin misali de ona karşı aldıkları vaziyet ile gös
t erilmiştir Bundan başka daha genel olmak ve Kur'ân'a da temas etmek üzere
buyuruluyor ki:
Bir de size, ne kendinizin, ne atalarınızın bilmediğiniz ilimler öğretildi.
Şu halde, bunları size indiren, öğreten hakiki öğretici kim? Ey Muhammed, o
takdirsizler buna ne derlerse desinler, sen Allah'dır, de. Sonra onları bırak,
daldıkları bâtıl içinde oynaya dursunlar.
92- Bu Kur'ân da, bizim indirdiğimiz öyle bir kitaptır ki, mübarektir. Feyzi,
cihanı tutacaktır. Önündekini tasdik edici, teyid edici ve iyiyi kötüden
ayırıcıdır. Ondaki nûr ve hidayet bunun tasdikinden geçerek artacak,
kuvvetlenecek ve gelişecektir. Biz onu bunun için (yani âlemleri hatırlatmak,
bereket ve tasdik için) ve bir de Ümmü'l-Kurâ'y (şehirlerin anasın)ı ve b ü tün
çevresindeki kimseleri uyarasın diye indirdik. Ve ahirete iman eden, sonlarını
kurtarmak isteyenlerdir ki buna iman ederler, ve bunlar namazları üzerinde
koruyucu kesilirler. Bütün şehirlerin anası, merkezi demek olan (Ümmü'l-kurâ)
Mekke'n i n bir ismidir ki cihanın merkezi, bütün yaratılmışların kıblesi demek
gibidir. Uyarma, Mekke'nin kendisine değil, halkına olacağı bilindiğinden mânâ,
mecaz veya mecaz isnadı suretiyle "Ümmü'l-kurâ halkı" demektir. da buna
karinedir. Şüphe yok ki "M e kke" denilmeyip de "Ümmü'l-kurâ" denilmesi,
Mekke'yi âlemdeki bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir.
Ve bundan dolayı de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer çevresinde
bulunanların hepsi demek olur. Bununla beraber "Ümmü'l-ku r â" merkezlik mânâsı
dikkat nazarına alınmaksızın "Mekke" demek gibi düşünülürse, 'dan Mekke çevresi,
Mekke civarı, bundan da nihayet Arap Yarımadası düşünülür. Bu ihtimale göre
Kur'ân'ın nüzul hikmeti yalnızca Mekke ve Arap Yarımadası halkının uyarılmasına
mahsusmuş gibi bir kuruntu akla gelebileceğinden "Mekke ve etrafını uyarman
için" buyurulmadığı gibi, "Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" de buyurulmayıp
atıf vâvı ile "ve Ümmü'l-kurâ ve etrafını uyarman için" buyurulmuş ve bununla
Kur'ân'ın nüzulünün, Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğinin yalnız Arap
milletini uyarma hikmetine mahsus olmadığı ve bir âyet yukarısındaki "O Kur'ân,
âlemler için ancak bir uyarmadır" mânâsıyla, bereketlerinin kapsamının
genişliğinden gaflet etmemek gerektiğ i ve özellikle "Ey Muhammed! Biz seni
ancak bütün insanlara bir müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik" (Sebe', 34/28) âyetinin kapsamı anlatılmıştır.
Fakat gariptir ki bütün bunlara karşı yahudilerden bir grup, bu "ve Ümmü'l-kurâ
ve etrafını uyarman için" âyet-i kerimesinden Hz.Muhammed (s.a.v)in yalnız
Araplara gönderilmiş bir peygamber olduğunu delil getirmeye kalkışmışlar, yani
onun peygamberliğini itiraf etmekle beraber her millete değil, Araplara mahsus
bir peygamber olduğu iddiasında bulunmuşlar d ır. Bunlar yahudilerden "İseviyye
mezhebi" adıyla anılırlar ki, bugün aydın geçinen avrupalılardan bir kısmının
Arap olmayan müslümanlar arasında bu yahudi fırkasının mezhebini ve politikasını
yaymaya çalıştıklarını görüyoruz. Beşerde vuku bulmuş bir iş o l an
peygamberliği inkâr etmenin, Allah'ı gereği gibi takdir etmemekten doğan bir
cüret, bir nankörlük ve herhangi bir peygamberin peygamberliğini ve herhangi bir
kitabın inmesini kabul ettikten sonra bütün peygamberleri ve kitapları tasdik ve
teyid eden ve onlardan daha açık ve daha feyizli olarak indirilmiş bulunan
mübarek Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın nebîliğini inkâr etmenin ise bundan
başka açık bir çelişki olduğu anlatılmakla peygamberlik işi tespit ve teyid
ediliyor. Ve peygamberlik meselesini n Allah'ın sıfatları meselesinin bir dalı
olduğunu, irfan ve ahlâk, sorumluluk duygusu ve âkıbet endişesi ile ilgisini
tesbit ettikten sonra, Allah'a yalan isnad eden, yalan yere peygamberlik iddia
eden veya Allah'a, Peygamber'e rekabet etmeye kalkışan ift i racılar,
yalancılar, sahtekârlar ve haddini bilmezler hakkında korkutma ve uyarma olarak
da şöyle buyuruluyor :
93-94- Ve kimdir o kimseden daha zalim ki, Allah'a yalan iftira etmiştir.
Mesela yalancı Müseyleme (Müseylemetû'l-kezzab) ve Esved Ansî gibi, "Allah beni
peygamber gönderdi" diye yalandan peygamberlik iddia etmeye veya Amr b. Luhay ve
benzerleri gibi kendi kendine din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmış veya
herhangi bir şekilde Allah'a karşı yalan uydurmuş, Allah'a ilgisi caiz ve la y
ık olmayan bir şey isnat etmiş, veya kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken, bana
vahyedildi, demiştir. Özetle ya herhangi bir şekilde bir yalan iftira etmiş veya
özellikle vahy iddiasıyla iftira etmiştir. Diğer bir mânâ ile: "Bana vahyolundu,
ona hiçbi r şey vahyolunmadı" demiş, kendine vahiy iddia etmiş ve Peygamber'e
vahyi inkâr etmiştir. Yalanın iki büyük çeşidini toplamış, yoğa var, vara yok
diye kat kat büyük bir yalan söylemiş demek olur. Ve o kimseden ki, Allah'ın
indirdiği âyetler gibi ben de i ndireceğim, demiştir. Allah ile rekabete,
Kur'ân'ın benzerini yazmaya, Peygamber'le boy ölçüşmeye kalkışmıştı. Nitekim
Tâif'li Nadr b. Haris ve yardakları, "Eğer
istesek bunun (Kur'ân'ın) aynısını biz de söyleriz" (Enfâl, 8/31) demişler,
"Ekin ekenlere, ekmek yapanlara, pişiriş pişirenlere, lokma edenlere kasem
olsun" diye saçmalar söylemişlerdir. Ve işte şu zikrolunan misaller bu âyetin
nüzulüne sebep olmuşlardır ki, bunların bazısı Mekke'de, bazısı Medine'de vaki
olmuş bulunduğundan bu âyetin de M e kke olaylarına da işaret ederek Medine'de
indiği rivayet edilmiştir.
Ey muhatap sen bir görsen bütün bu zalimlerin gamerât-ı mevte düştükleri,
ölümün pençelerine geçip şiddetten şiddete atıldıkları, ve melekler ellerini
uzatarak, haydi bakalım canlarınızı çıkarın, yahut kendinizi kurtarın. Bugün siz
hakaret ve zillet azabıyla cezalanacaksınız, çünkü Allah'a karşı doğru olmayanı
söylüyordunuz, ve ayetlerine karşı kibirleniyordunuz. Gururunuza yediremiyor,
onlara imandan, düşünmeden kaçınıyordunuz, ve gördünüz ya ey zalimler bugün,
bize ilk defa sizi yarattığımız gibi teker teker, yalnız başınıza geldiniz, ve
size verdiğimiz şeylerin hepsini arkanızda bıraktınız. O şefaatçilerinizi de
sizinle beraber görmüyoruz. Onları ki siz, kendinizde ortakdırlar diye
sanmıştınız. Varlığınız üzerinde bunların ilâhlık hissesine sahip birtakım
ortaklar olduklarını ve Allah'a karşı size şefaat edeceklerini sanıyordunuz.
Artık aranızda ebedî kesilme vâki oldu. Nâfi', Hafs, Kisâi, Ebu Ca'fer' d en
başkasının kırâetinde nûn'un ötresiyle okunduğuna göre, artık aranız sonsuza dek
açıldı, bütün ilişkiler kesildi, tarumar oldu, ve zannettiğiniz o hayaller, o
kuruntular sizden kaybolup gitti, diye tarafımızdan hitap tebliğ edildiği zaman
görsen!.. Neler olacaktır neler!...
Bunları gözönüne getirmeli de Allah'a karşı haksızlıkta, takdirsizlikte
bulunmamalıdır.
Gerçekte:
Meâl-i Şerifi:
95- Şüphesiz ki taneleri ve çekirdekleri yaran Allah'tır. O, ölüden
diriyi
çıkarır, diriden de ölüyü çıkaran O'dur. İşte Allah budur. O halde nasıl yüz
çevirirsiniz?
96- Karanlığı yarıp tanyerini ağartan O'dur. Geceyi, dinlenmek için; Güneş'i,
Ay'ı (vakitlerinizi) hesaplamak için yaratmıştır. İşte bu, her şeye galip gelen
ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir.
97- Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye yıldızları sizin
için yaratan O'dur. Şüphesiz biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş bir
şekilde açıkladık.
98- Sizi bir tek candan yaratan O'dur. Sonra sizin için bi r karar yeri, bir
de emanet yeri vardır. Biz âyetlerimizi, anlayan bir toplum için apaçık beyan
ettik.
99- Gökten suyu indiren O'dur. Onunla her çeşit bitkiyi çıkardık, o bitkiden
bir yeşillik çıkardık, ondan da birbiri üzerine binmiş taneler; hurmanın
tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, zeytin ve nar (bahçeleri)
çıkarıyoruz. (Bunların) kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Bunlar
meyvelendikleri zaman meyvelerinin olgunlaşmasına bakın! Bunlarda inanan bir
toplum için ibretler vardır.
10 0- Onlar, Allah'a cinlerden de ortak koştular. Halbuki onları yaratan
O'dur. Bilgileri olmadan O'na oğullar, kızlar uydurdular. O'nun şânı onların
uydurdukları sıfatlardan münezzeh ve yücedir.
101- Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. Eşi de olmadığı halde, nasıl olur
da çocuğu olur? Her şeyi yaratan O'dur. Ve O, herşeyi bilendir.
95- Kelimesi İbnü Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde ism-i fâil
sîgasıyla şeklinde okunur.
Allah, taneleri ve çekirdekleri yarandır. Ölüden diri çıkarır, ve diriden ölü
çıkarandır, işte Allah budur. Böyle bütün tabiatlar üzerinde hâkim olur yaratıcı
ve yoktan var edicidir.
FALK , yarmak, çatlatmaktır. HABB "habbe"nin; NEVÂ da çekirdek demek olan
"nevât" ın çoğulu yerinde cins ismidir. Habb, tane, ot tohumlarına; nevât,
çekirdek de ağaç tohumlarına delalet eder. Bununla beraber ot ve ağaç ikisi de
bitkisel olduğundan, nevâtı tanenin içindeki bitkisel maya
gibi düşünmek mânâ bakımından daha uygun olacaktır ki, bir tanenin içindeki
öz, bu maya, bir hurma veya üzüm tanesinin içindeki çekirdek gibidir. Buna nevât
kelimesinin küçültülmüşü olarak "nüveyye" de denilir ki Fransızların "nuvoyya"
deyimi bundan alınmış görünür. Bakınız bir tane, bir çekirdek bir yere düşer,
bir müddet geçi r ince Allah o tane, o çekirdek içinden bir hareket, bir basınç,
bir filizlenme meydana getirir, onu altından, üstünden yarar, çatlatır; sükûn
halini, hareket haline; bitişme halini, ayrılma haline çevirir, Üstteki
çatlaktan bir çenekli veya iki çenekliler o larak havaya yükselen ağaç,
altındaki çatlaktan toprağa geçen ve saçak denilen ağaç çıkar ve o tane, o
çekirdek, önce böyle biri yukarı yükselen, biri aşağıya inen iki çeşit tabiatta
bulunan iki ağacın bitişme sebebi olur. Parmakla eziliverecek kadar ince ve
yumuşak olan o saçaklar, sert çuvaldızların, sivri bıçakların nüfuz edemeyeceği
derecede sert olan yerleri ve bazı zaman kaskatı taşları bile çatlatır,
aralarına girer ve sonra bir bitki, bir ağaç üzerinde o kadar şaşırtıcı ve
mükemmel bir şekilde çeşitli tabiatlar kazanır ve bu çeşitli tabiatların hepsi
öyle bir ahenk ve nizam ile işler, çalışır ki acaiblik ve inceliklerinin
açıklama ve izahı tükenmez. Bir tabiattan yarılıp çıkan kabuk, ağaç, öz, damar,
kök, gövde, dallar, yapraklar, çiçekler, ışıkla r bu çeşitli tabiatların her
biri bütün tabiat kuvvetleri üzerinde hüküm ve tesir icra eden ve sanat ve güç
açıklayan yaratıcı kudretin aciz bırakan delillerinden olan birer âlemdirler.
Bunları daha geniş bir zevk ile seyretmek istiyenler bitkilerin anatom i sini,
dokularını, uzvî maksatlarını incelesinler ve mutalaa etsinler. Sonra çatlaktan
çatlağa, fıtrattan fıtrata geçen, sıfatları, özellikleri, renkleri, şekilleri,
tadları, tabiatları çeşitli olan bu farklı cisimlerin ortak mesaîlerinden aslî
gaye olan m eyve doğar. Bir tane veya bir çekirdek yerine kat kat kutular,
kaplar içinde yüzlercesi meydana gelir. Ve her biri olgunlaşınca yeni bir âlem
olmak için bittiği yerden kopar, topraklara katılmak üzere yere atılır. Çıkış
yeri bir ve tabiatın, yıldızların, m evsimlerin, unsurların tesirleri, şartları
eşit olduğu halde bir taneden, bir çekirdekten bu kadar çeşitli cisimler ve
tabiatların çatlayıp çıkması, tabiatların ve unsurların değil, hikmet sahibi
merhametli, güçlü ve dilediğini yapan, varlığı kendinden ol a n Allah'ın takdir
ve tedbirinin eseri olduğunda şüphe yoktur. Toprakta çekirdekten bunları bitirip
çıkaran yaratıcı kudret ne ise, yine toprakta bunlardan çekirdeği bitiren
yaratıcı kudret de odur. Gerek taneyi, çekirdeği yararak bitki ve ağaçlar
çıkarmak ve gerek bir yarılmadan tane, çekirdek yaratmak, her iki mânâsıyla
"taneyi ve çekirdeği yaran" O'dur. Şu halde doğrudan doğruya topraktan tane ve
çekirdeği yaratıp çıkaran da
O'dur. O, böyle ölüden diri çıkarır. Diriden ölüyü çıkaran da O'dur. Ve bu
mânâ hayvanlarda daha derin ve daha büyük şümûl ve güzellik ile açıktır. İşte
Allah bu yarma ve fıtratı yapan, ölüden diri ve diriden ölü çıkaran ve tabiatlar
üzerinde hakim olan mutlak güçlü, dilediğini yapandır. Şu halde ondan nasıl
çevrilir de başkasına taparsınız? Yahut O'ndan, O'nun hükmünün ve kudretinin
tesirinden nerede kurtulacaksınız? Gerek hayatta olun, gerek ölümde; gerek
hayvanlara karışın, gerek otlara; gerek yere geçin, gerek göğe çıkın; gerek
karanlıkta bulunun gerek aydınlıkta; hasılı hiçbi r halde, hiçbir noktada onun
elinden kurtulamazsınız.
96-Zira sabahı çatlatan; karanlıkları yarıp sabah yapan, aydınlığı aksettirip
tan attıran O'dur. O geceyi dinlenme yeri yapan; dinlenecek, istirahat edecek
bir sükûnet okyanusu, Güneş ve Ay'ı da hesap yapmıştır. (Âsım, Hamze, Kîsâî ve
Halefü'l-Âşir'den başka imamlar okunur). Yokluk karanlığını yarıp tan attırarak
yoğu var eden ve ufku, sabah ve güzellikle açıp vücuda, hayata uyanıklık,
hareket ve faaliyet veren ve geceleyin bunları gizliyerek heyecanlarını teskin
etmek ve yorgunlukları dinlendirmek için bir sükûn perdesi çeken yine O'dur.
Gündüzün alameti olan Güneş ve gecenin alameti olan Ay bunların yapıcısı ve
âmili değil, hesap vasıtalarıdır. Hepsi hesaplı yapılmıştır. Ve insanlar
faaliyet ve sükûnlarının hesabını vermekle mükellef bulunduklarından, Allah
Teâlâ miktarlarını ve sayılarını tayin ve tahsis ederek hesabı da yaratmış,
Güneş ve Ay'ı bu hareket ve sükûnun hesabına birer alamet yapmıştır. bütün
bunlar, bu çatlamalar, bu yapıcıl a r, bu hesaplar o aziz ve alîmin takdiridir.
Ne hesapsız, takdirsiz, gelişi güzel, keyfe göre oluvermiş bir tesadüftür, ne de
yaptığını bilmeyen kör bir tabiatın birbirini takip etmesidir. Böyle bir varlık
ve yokluk, karanlık ve aydınlık, hareket ve sük û n gibi ikisi de bir yere
gelmek ihtimali bulunmayan çeşitli ve çelişkili tabiatların her birine birer
belli ölçüyü tahsis ederek birer sınır koyup, sonsuz ihtilaflarına rağmen
hepsini bir telif ve terkib nizamı içinde kesin bir hesap ile yürütmek, elbett e
hiçbir tabiata boyun eğmeyen eşsiz bir üstünlüğün ve kudretin, gizli ve açığı
gören, bilen, sonsuz bir güçlü ilmin sahibi olan bir aziz ve bilenin açık eseri
ve güzel yapısıdır. Şu halde o yaratıcı ve var edici olan Allah yalnız kâdir
(güçlü) değil, ort a k ve benzeri yok bir üstün ve bilgindir de. Bunu hesaba
almayıp da ondan yüz çevirmek ve onun izzeti altında ve ilminde bulunan tabiat
veya hayata veya astronomiye ait güçlere bağlanıp tapmak ve sonra onun
hesabından kurtulmak nasıl mümkün olur? Halbuki:
97- O hem öyle bir Allah'tır ki, sizi yıldızlar için değil, yıldızları sizin
için, yani kara ve denizin karanlıklarında
bunlarla doğru yolu bulasınız, bunların delaletiyle hedefinizi, yönlerinizi
ve kıblenizi, maddî manevî yolunuzu doğrultasınız diye yapmıştır. Şu halde
bunlar size ilgileri bakımından üzerinizde hakim ve idareci birer mabud değil,
menfaatlerinize hizmet veren birer hidayet fanûs (cam kap)u ve rahmet
alametleridirler. Şüphe yok ki biz bilgi sahibi olanlar için bu âyetleri a
çıkladık. Birinci olarak gökteki yıldızlar gibi nokta nokta ayırt edilerek veciz
bir şekilde çoklukla zikir ve beyan edilen bu âyetler herkese hidayet olmakla
beraber öyle ilmî noktalardır ki bunlardan ilim ehli olanlar, bilmek şanından
bulunanlar istifad e ederler. İkinci olarak bunların hilkat kitabında, toprak ve
denizde, yer ve gökte, bitkilerde ve hayvanlarda, hava boşluğu ve astronomide o
kadar çok tafsilatı vardır ki, bunlardan faydalanmak da ilim ehli olanlara, ilmî
kabiliyeti bulunanlara mahsustur. Bundan dolayı müslümanlar, bu prensipleri esas
kabul ederek Botanik, Zooloji, Aritmatik, Astronomi, Meteoroloji, Gökbilim,
Matematik ilimlerini öğrenmeye çalışmalıdırlar. Hasılı bu Kur'ân âyetleri o
kadar geniş bilimleri içerirler ki bunun açıklama ve ta f sîlinde "De ki:
Rabb'imin sözlerini yazmak için deniz mürekkeb olsa, bir aynı da ona ilave
edilse Rabb'imin sözleri bitmeden, denizler tükenirdi" (Kehf, 18/109) âyetinin
hükmü geçerlidir.
98- Yine o öyle bir Allah'tır ki sizi başlangıçta bir nefisten yarattı. Bir
candan, bir Âdem'den neş'et ettirdi, üretti. (Nisâ sûresinin başına bak.) sonra
bir müstekar (karar yeri) ve müstevda (emanet yeri) var. Çeşit çeşit.
MÜSTEKARR ve MÜSTEVDA, istikrar (yerleşme) ve istîda (emanet bırakma)
mânâsına mimli masdar veya yerleşme yeri veya emanet yeri mânâsına yer ismi
olur. Yani hepiniz bir nefisten meydana gelmiş olduğunuz halde her birinizin bir
istikrar haliniz, bir istîda haliniz var. Sırt omurgasından rahime, rahimden
dünyaya, dünyadan kabre, kâh ye r leşme, kâh emanet olarak bırakılma, iki
nöbetleşen hâl içindesiniz; yahut kiminiz istikrar yeri, kiminiz istîda yeri,
bazınız erkek, bazınız dişi. Yahut kiminizin yerleşme yeriniz, kiminizin emanet
bırakma yeri var; bazınız döl sahibi, bazınız rahim sahi b i; bazınızın
karargâhı, evi, vatanı var, bazınız gurbette, yolculukta veya göçebe. (İbnü
Kesir, Ebu Amr, Yakub'dan Ravh kırâetlerinde kaf'ın esresiziyle ism-i fail
olarak okunur ki bu şekilde ism-i mef'ûldur. İstikrar lazım olduğunda ism-i
mef'ûl o lamaz. Fakat istîdâ iki mef'ûlüne ta'diye eder ki birisi
emanet bırakılan şey, diğeri de kendine emanet edilen şeydir. Ve bunun
ikisine de "müstevda" denilir ve burada birincisidir . Şu halde bu kırâete göre
mânâ: Hepiniz bir nefisten meydana getirilmiş olduğunuz halde kiminiz yerleşmiş
bulunuyor, istikrar halinde; kiminiz de henüz emanet halinde. Yani kiminiz henüz
çıkış yeri olan sulb (bel omurgasın)dan ayrılmamış orada duruyor; kiminiz rahime
tevdi edilmiş doğmak üzere bulunuyor. Diğer bir mânâ ile: Kimi n iz, rahimde
yerleşmiş; kiminiz henüz sulbde emanet bulunuyor. Yahut kiminiz bilfiil
yaratılmış; kiminiz de henüz kuvve (his=duygu) halinde. Yahut kiminiz kararını
bulmuş, erginlik ve kemaline ermiş, kiminiz de henüz velayet ve vesayet altında.
Yahut kimin i z yerleşmiş; medeni veya ikamet eden; kiminiz yolcu veya gezegen
nihayet bir kısmı ölmüş, bir kısmı dünyada. Hasılı kaynak bir, oluş çeşitli,
yapıcı ve durumlar, birbirini takib etme de ve değişim içinde hem birlik, hem
halinde değişik de değişik! Şu hald e normal bir bakış açısıyla bakıldığı zaman
ilim ve fenin en büyük kanunu olan tabiatın muntazam bir şekilde birbirini takip
etmesi kaidesi gereğince bu çeşitlenme ve değişmenin olamaması ve bu neş'etin
bulunamaması gerekirdi. Eğer bu olaylar olmasaydı da m esele tabiat itibariyle
teorik olarak düşünülseydi, bu meydana gelmelere mümkün olmayan bir çelişki
gözüyle bakılması lazım gelirdi. Halbuki âleme göre bile, tek kaynaktan çok ürün
ve birbirine uymayan şeyin meydana gelmesi olağan bir iştir. Ve olay, olay d ır.
Demek ki olayın sebebi, madde ve kaynağın tabiatı değil, yaratıcıdır. Maddeye ve
kaynağın tabiatına eklenen her hadisede yeni bir yaratma vardır. Yani maddesiz
icat etme gibi zât ve yaratıcının sıfatından başka hiçbir şarta dayanmayan bir
yolun icadı, bununla beraber bu icadı, geçmiş icada uydurarak ve bağlayarak onu
büyüten ve artıran bir takdir ve bir güzel sanat vardır. Maddeyi kendi
tabiatında devam ettirmeyip de yarmak ve ona onda bulunmayan bir çeşitlenme ve
değişim vererek tekden çok, uyandan u ymayan ve uymayandan uyan çıkararak birçok
dallar ve çeşitli şubeler meydana getirmekte de ilk maddeyi yoktan icat etme
gibi madde ve maddenin tabiatı dışından gelen açık bir yaratma ve tesir,
yaratıcının varlığına, ilim ve kudretine delalet eden bir güz e l sanat okunur
ki, bunun delalet çeşitleri tabiatın mânâsı olan istikrar ve birbirini takip
etmenin zıddı olup, onu tamamen veya kısmen değiştiren yeniliklerin,
değişimlerin varlığıdır. Her istîdâ (emanet bırakma), her yenilik, her sonradan
oluş, her ârız oluşlar, her değişim bir yaratma delili ve bunun için de her
devamlılık, her birbirini takip etme, her uygunluk, her nizâm, bir sanat
delili'dir. "Bir"in çok, değişkenin uygun olması bir çelişki olduğu halde,
"bir"den çok, uygundan değişken yapılması anca k yaratma ve meydana getirme ile
mümkün
olur. Bazıları yoktan ebediyi yaratmayı illet (sebep) ve tezâyüf-i illiyet
(sebebin daralması) kâidesine zıt zannederler. Tabiate göre bir de yoktan
yaratmak, yokluğun sebebi mânâsına tefsir edilmesine göre bu zan doğrudur. Çünkü
yokluğun sebebi, sebebin yokluğu demek olacağından, bu takdirde ne sebep kalır,
ne de sebebin baki olması. Halbuki olaylar için sebep gereklidir. Tabiat, sebep
farzedildiği zamanda da her başkalaşım ve değişim noktasının ebediliğe ve
illetin d aralması kanununa aykırı olduğu açık bir olaydır. Fakat yaratmada
sebep, yaratıcı olmak üzere düşünüldüğü zaman, ne sebebin ebediliği, ne de
sebenin daralması, hiçbiri diğerine zıt olmamış olur. Ve hatta yaratma
anlayışıdır ki, bu kanunu tesbit ve teyit e d er. Ancak sebebin daralması, sebep
olunanın sebebe dayanması ve sebepten fazla bir kudret ifade edememesi mânâsına
anlaşılmalı, sebep olunanın muhakkak sebebine uygunluğu mânâsına telâkki
edilmemelidir. Zira illetlinin illetine uygunluğu da mümkün değildi r. Bir okka,
bir okkayı çekemez. Hakiki illeti malûlünün dengi olamaz. Bir fark ve üstünlüğü
içermek gereklidir. Sebep illetlisine kendinden bir şey vermez, onda eserini
yaratır. Yoksa sebep tükenir, sebebin ebedîliği kalmaz. Ve bunun için sebep,
malûlün a s lı değil, yaratıcı ve var edicisidir. Tohum ve ağaç, baba ve evlat,
kökler ve dallar birbirinin sebep ve malûlü değil; sebep ve müsebbebi, yani oluş
yolu ve emanet edilen yeridir. Bunların emanet bırakılması ve devamlılıkları da
beka ve sebebin daralmasının, yaratıcı olan Allah'ın varlığının ve tesirinin
çeşitli delaletleridir. Kök ile dal arasında değişim ve farklılık ne kadar çok
ve devamlılık ve birbirini takip etme ne kadar az olursa, orada tabiatın hükmü o
kadar az ve yaratıcının tesiri o ölçüde ç o k görünür. Gerçi en az hareket ve
sükûn gibi iki zıt mânâya kabiliyetten uzak olan sükûn ve mutlak istikrar içinde
bulunan hiçbir madde yoktur. Ve hatta yalnız hareket bile tabiatın küllî (tümel)
kanunu olan birbirini takip etme ve yeknesaklığa aykırı, ye n ilik ve değişim
ifade eden bir zıtlık ve istida (emanet bırakma)dır. Fakat maddenin
parçalarındaki bu başkalaşma ve değişim çoğunlukla gizli olduğu için, yalnız
madde fikrine doğru inildikçe tabiatın hükmü daha açık ve madde ebedî ve devamlı
gibi anlaşılı r. Bununla beraber basit maddelerde değişme hissedildiği zaman da,
basitlikleri sebebiyle, yaratmak mânâsı daha büyük bir açıklıkla görülür. Bu
şekilde cansız maddeler ve madenler üzerindeki yaratma mânâsı bitkilere,
hayvanlara doğru geçildikçe artan bir ö lçüde artar, yaratmanın delilleri daha
çok ortaya çıkar. İnsanlığın üremesi ve insana mahsus hayata gelince, insan
ferdleri arasındaki durumların farklılığı hepsinden çok olduğu için, burada
kudret ve yaratıcının sanatı, delilleri daha çok, daha geniş ve bununla beraber
birleştirme ve açıklamanın
çokluğundan doğan tasavvur ve içeriği daha problemdir. İşte "karar yeri ve
emanet yeri", bütün bu delilleri ve âyetlerin delalet şekillerini, bütün açıklık
ve ilmî ayıklamasıyla gösteren bir kanundur. Ve hiçbir filozof, hiçbir felsefe
"ıttırat (birbirini takip etme) ve teğâyür (birbirine uymama)" korunma ve
değişme, ebedîlik ve daralma kanununu bu kadar güzel ve bu kadar genişlik ve
ayıklamasıyla özetleyememiştir. Şu halde burada önce insan cinsinin tek mânâsı n
ı içine alan Hz.Âdem'in yaratılış ve oluşunun durumu ile hiç meşgul olmadan her
ailede, her kavim ve kabilede gördüğünüz vechile bir asıldan, bir ırktan birçok
kimselerin devamlı olarak üremesi ve çoğalıp gittiklerini ifade eden üreme
kanununun işaret et t iği çeşitlenme ve değişim çokluğu kesinlikle isbat eder
ki, Allah Teâlâ yalnız menşe (kaynak)lerin yaratıcısı değil, bütün genişliğiyle
her çeşit oluşumların da yaratıcısıdır. Görülüyor ki "karar yeri ve emanet
yeri"nin analiz ve açıklaması o kadar yü k sek ve derin bir hikmet düstûrudur
ki, bununla öbür âyetlerin delalet vecihlerindeki en ince bir başlangıç,
açıklama ve izah yapılmış bulunmuyor. Şu halde bunu anlamak, diğer âyetleri de
açıklamak ve genişletmek demek olacağı ve bu da onlardan daha derin, daha ince
bir ilmî uzmanlığı gerektireceği cihetle buyuruluyor ki:
Biz bu âyetleri fıkıh ehli (anlayışlı) olan, nefsinde ince ve derin bir
anlayışı bulunan hikmet sahibi kimseler için açıkladık. Yani açıklamadan
istifade edebilmek için sadece ilim ehli olmak yeterli değil, kendini bilmiş
olmak da şarttır. Yukarılarda da geçtiği üzere "fıkh" asıl lugatta bir şeyi
sebep ve hikmetiyle anlamak, ince anlayış ile anlamak mânâsınadır ki, bunda
"nefsi bilmek" mânâsı da yer almıştır. Bununla şuna işaret edi l miştir ki,
bundan önceki âyetlerin ilmî açıklamasının şartlarından biri de, insanların
kendilerini ve nefislerinin hallerini tanımalarıdır. Normal ilim ehli olanlar
kendilerini bilmeyi hesaba katmadan herşeyi anlayıverdiklerini sanırlar. Halbuki
objektif d eliller, subjektif delillerle bilinir ve doğru karar ikisinin
uyuşmasıyle verilir. Şu halde insanî gelişme ve subjektif hayat anlaşılıp
farkedilmedikçe objektif gelişme hakkındaki ilim sağlam olmaz. İnsana has
gelişme ise, bitkisel ve hayvansal gelişmeden daha derli toplu olduğu için
kendini bilmek daha zor ve kendini unutmamak şartıyla objektif mütâlaa zor
olduğundan ve "karar yeri ve emanet yeri"nin analizi bu açıklamayı da içine
aldığından birincisinde "bilen bir kavim için" ile yetinildiği halde b u rada
"derin anlayışlı bir kavim için" buyurularak daha çok tahsis edilmiştir .Şu
halde kendini bilmiyenler için ne kadar açıklama yapılsa boştur. Nefsini
bilenler için
de gerçekte mevcut olan açıklamayı anlamak için bu âyet en büyük tetkik ve
tahlil anahtarıdır. Ve hatta böyle nefsini bilenler yine bu âyetteki düstûrun
işaret ettiği etraflıca alâmetlerin kendisidirler. Bunun için ince anlayışlılara
bu derli toplu nokta hatırlatıldıktan sonra aynı düstur içinde "taneyi ve
çekirdeği çatlatan" anlayışını açıklama ve seçim silsilesi ve gelişmeyi açığa
çıkarmak ve bu konuda unsurları bir etkin başlangıç gibi düşünenleri reddetmek
için, en mühim hayatî esaslar olan ve bir zamanlar basit ve ebedî sanılan suyun
inmesinden başlamak suretiyla bunun üzerinde tece l li eden ve insan toplumunun
hayatının devamı ve saadetinin esaslarıyla ilgilenen rahmet âyetleri ve kudret
delilleri gayet ilmî ve bununla beraber gayet hissî bir analiz ve sentez ile
herkese gösterilerek şöyle buyurulmuştur:
99- Ve yine O, öyle bir Allah'tır ki, yüksekten bir su indirdi. Şimdi kudret
ve rahmete bakın ki, biz büyük şân sahibi bir su indirdik de, bununla her şeyin
bitkisini çıkardık. Tane ve çekirdeklerin, her türlü bitkinin insanlar ve
hayvanlar gibi bitki ile gıdalanan veya m a denler ve diğerleri gibi bitkilere
gıda olarak onlara dönüşecek ve aynîleşecek olan her şeyin bitkiselliğini,
bitkisel gücünü, yetişme ve gelişme özelliğini fiile çıkardık. Ve bundan dolayı
ondan (o bitkiden veya o şeyden) taze bir yeşillik, bir çim çı k ardık. Bir
yeşillik ki, ondan birbirine binmiş taneler çıkarırız. Buğday, arpa, çavdar gibi
tahıl başakları havadan hücum edecek düşmanlara karşı harp nizamı almış,
mızraklarını uzatmış süvari bölükleri gibi ne güzel birikmiştirler. Ve hurma
ağacın d an, tomurcuğundan da, yakınlara sarkmış salkımlar olur. Ve daha türlü
üzümlerden bağlar (yani üzüm bağları), ve zeytin ve nar, birbirine hem benzeyen,
hem de benzemeyen. (Bu benzeyiş ve benzemeyiş kaydı, yukarda istikrar (yerleşme)
ve istîda ( emanet bırakma) ile ifade olunan birbirini takip etme ve zıtlaşma
düstûrunun mantık nokta-i nazarından daha açık bir ifadesidir). Şimdi bunun bir
meyve verdiği zamanki ham meyvesine bakın, bir de kemâle erişine. Arada ne büyük
bir fark vardır ve bu fa r kta ne önemli bir terbiye feyzi, ne açık bir terakkî
feyzi!.. Her halde bunda iman edecek olanlar için (Allah'ın varlığına,
birliğine, kudretine ilâhlık hikmetine delalet eden) bir çok âyetler vardır.
Suyun inmesi, bitkilerin, çimin çıkartılması, "indirdi", "çıkardık" diye
geçmiş zaman kipiyle (mazi siğasıyle) ifade edilmiş olduğu halde, "birbirine
binmiş taneler" kısmı "çıkarırız" diye gelecek zaman kipiyle ve
kelimesinin sıfatı olarak güç hâlinde gösterilmesi ve tomurcuğun, salkımların
bu minvâl üzere bunlara atfedilmesi dikkate şâyândır. Bununla Mekke'de bu âyetin
indiği sırada İslâm dininin henüz o çim, o tomurcuk misalinde olduğuna,
Kur'ân'ın gökden inen bir rahmet bulunduğuna müminlerin gelecekleri o cennetler
ve olgunlaşmış meyveler g ibi olacağına da işaret edilmiştir.
Fahreddin Râzî der ki: Burada önce hububat, sonra hurma, üzüm, zeytin, nar
dört çeşit ağaç zikredilmiş ve ekin (ziraat), ağaçlardan öne alınmıştır. Çünkü
ekin gıda, ağaçların meyveleri yemiştir. Gıda ise yemişten öncedir. Sonra hurma,
diğer yemişlerden öne alınmıştır. Zira hurma, Araba göre gıda yerindedir. Bir de
filozoflar, hurma ağacıyla hayvan arasında bir çok hususta benzerlik
bulmuşlardır ki, bu kadar benzerlik, diğer bitki türlerinde bulunmaz. Bu mânâya
işa r et olarak Peygamberimiz (s.a.v.) demiştir ki: "Halanız Nahle'ye (hurmaya)
ikram ediniz. Çünkü o Âdem'in tînetinin kalıtımından yaratıldı". Hurmanın
arkasından da üzüm zikredilmiştir. Zira üzüm, meyve türlerinin en şereflisidir.
İlk ortaya çıkan filizlerin d en son haline kadar kendisinden faydalanılır.
Filizinden ilk zamanlarda incecik yeşil iplikler çıkar ki ekşimtrak lezzetli bir
tadı vardır. Ve bundan yemek yapmak da mümkün olur. (yaprağından edilen fayda da
bilinmektedir) Sonra koruk çıkar ki, bu da gere k hastalara ve gerek sağlamlara
hoş bir yiyecektir .Bundan ince zevk, safralılara faydalı şuruplar da yapılır.
Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki ekşili kaynatılmışların en
lezzetlilerindendir. Tam üzüm olunca da yemişlerin en tatlısı, en iştahlısıdır.
Yaş üzümü askıya asarak bir sene veya daha çok biriktirip saklamak da mümkün
olabilir. Ve bu gerçekten biriktirilip saklanan yemişlerin en tatlısıdır. Sonra
üzümden yenilecek dört şey yapılır: Kuru üzüm, pekmez, sirke, şarap. Bu dört
şeyin faydalarını an l atmak ise ciltlerle kitaplara dayanır. Gerçi şarabı
şeriat haram etmiştir. Bununla beraber Cenâb-ı Allah bunun hakkında "İnsanlar
için bazı faydalar vardır, ancak (içki ve kumarın) günahları faydalarından çok
büyüktür" (Bakara, 2/219) buyurmuştur. Üzüm ü n en güzel şeyi çekirdeğidir.
Doktorlar bundan bir takım tertipler yaparlar ki zayıf ve nemli mideler için çok
büyük faydaları olur. (Gerçekten zamanımız doktorları da üzüm çekirdeklerinin
çiğneyip ezerek yemek, şartıyle faydalarının çok büyük olduğunu be y an etmekte
bununla ittifak halindedirler) Hasılı üzüm "yemişlerin sultanı" denmesine değer
bir meyvedir. Aynı şekilde zeytinden de faydalanmak pek çoktur, tanesi yenir,
yağının da yemek ve diğer hususlarda ne kadar büyük faydası ve çok
kullanılır
olduğu malûmdur. Nara gelince, nar gerçekten acaip bir meyvedir. Bu önce dört
şeyden oluşmuş bir cisimdir. Kabuğu, zarları, çekirdeği, suyu. İlk üçü yani
kabuğu, zarları, çekirdeği, soğuk, kuru, yoğun, tutucudur. Hem bu sıfatlarda çok
kuvvetlidir. Suyu ise bunların zıddına olarak gayet tatlı, yumuşak ve
yumuşaklığa çok yakın bir içecektir. Ve huyu, tabiatı mutedil olanlara çok
uygundur. Zayıf mizaçlı olanları takviyesi vardır. Bir yönden gıda ve bir yönden
de ilaçtır. Şu halde nar, düşünüldüğü zaman üç kısımındaki tam yoğunluk ve
suyundaki yumuşaklık ve itidâl ile yaratıcı Teâlâ bunda iki değişik zıddı
toplamış gibidir. Yani bunda "benzeyen ve benzemeyen" mefhûmundaki uygunluk ve
zıtlık kanununun açık bir örneği vardır.
100-Hasılı herşeyin gerek başlangıcında ve gerek gelişme süresinin her
lahzasında hem ilim ehline, hem ince ve hikmetli anlayış ehline, hem bütün iman
yeteneği olanlara Allah Teâlâ'nın ilâhlık eserleri, kudret ve tek oluşunun
delilleri açık ve doludur. Böyle iken Allah'a cinleri türlü türl ü ortaklar
yaptılar. Cin genel adı altında bulunan, gözlerden gizli karanlık yaratıklara
veya gözle görünmez, tabiat ötesi kuvvetlere ve rûhânî cevherlere ilâhlıktan
veya rablıktan veya yaratıcılıktan pay vererek Allah'a denk veya daha aşağı
ortak yaptılar. Kimi meleklere, kimi şeytan cinsine, kimi hepsine çeşitli
adlarla taptılar veya zâtî kudret ve tesir isnat ettiler. Tefsircilerin beyanına
göre buradaki "cin", melekleri ve şeytanları da içine alan bir genel mânâda
kullanılmıştır. İbnü Abbas demiştir ki: "Cin kelimesi, istitar (gizlenme-
örtünme) den türemiştir. Melekler ve bütün rûhânîler de gözle görünmezler ve
sanki gözlerden gizli gibidirler. Bu yorum iledir ki İblis de cinden sayılır.
Meleklere ve rûhânîlere de cin denilmiştir". Yukarda putlar ve yıl d ızlar gibi
hissedilen ve fizikî şeylerden ortak kabul edenlerin, puta tapanların,
yıldızlara ve heykellere tapanların sapıklıkları beyan olunduktan sonra, burada
da bunların felsefî kaynağı olan ruha tapanların sapıklıkları, yani melekler,
şeytan, akıl, n e fis, madde, kuvvet, tabiat gibi gizli ve fizik ötesi sebeplere
bağlananların ve bunları "üç tanrı" ve "aracı" sayanların sapıklıkları beyan
olunmuştur. Bazı tefsircilerin açıklamasına göre bu âyet, "melekler, Allah'ın
kızlarıdır" diyenler dolayısıyla nâzi l olmuş ve meleklere "cin" denilmiştir.
Meleklere Allah'ın kızları demek de cevherî ortaklığı gerektiren doğurtma
fikriyle Sâbie mezhebindekilerin meleklere tapmalarıyla ilgilidir. İbnü
Abbas'dan bir rivayete göre de iş bu "Allah'a cinleri ortaklar yaptı lar",
Saffât sûresindeki
"Onlar, Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular" (Saffât, 37/158)
âyetinin de delaleti üzere, Allah ile şeytan arasında bir soy ilgisi gerektiren
karşıt iki kardeş gibi sayarak, "Hayırların yaratıcısı Allah, şerrin yaratıcısı
şeytandır" diyen zındıklar hakkında nazil olmuştur ki, bu şekilde birinci olarak
Mecusîlerin inancına ve ikinci olarak buna benzeyenlerle ilgili olur. Zira bütün
Mecusîler, bu âlemdeki bütün tüm hayırlar nûrdan ve diğer deyimle tanrıdan,
bütün şer l er de zulmetten ve diğer deyimle Ehremen'dendir, diye bir ikiliğe
kâni olduklarından genel mânâda "Seneviyye" adını almışlardır. Ve esas
itibariyle Zerdüşt'ün "Zend" hitabına nisbetini ifade eden Farsçadaki "zendik"
ve Arapçada "zındık" ve bunun çoğulu ol a rak "zenâdıka" bütün Mecusîlerin
lakabıdır. Bütün Mecusî mezheplerinde anası ve kız kardeşi gibi mahremleri
(kendileriyle evlenilmesi dinen haram kılınanları) ile evlenmek helâl sayıldığı
gibi, yine Mecusîler içinde haram ve helal hükümlerine inanmayan "H u
rremdînîler" denilen eski bir "İbâhiyye mezhebi" ve aynı şekilde bütün
kadınlarda ve mallarda, ot, su, mer'a gibi şeylerde ortaklığı kabul eden ve
"Mezdekiyye" denilen bir "İştirâkıyye mezhebi" de bulunduğu üzere, zındık
özellikle dinsiz ve inançsız mânâsına da âdet olmuş ise de, esasen zındıklar
Zerdüşt'ün "Zendevasta" isimli eseri dolayısıyla bütün Mecusîler demektir.
Mecusîlerin, hissî bir görüş işaret eden nur ve zulmet isimleriyle ifade
ettikleri bu ikilik inançları sûrenin başında "karanlıkları ve a ydınlığı var
eden. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar" yüksek sözü
ile detaylı bir şekilde kötülendiği gibi "Yezdan" ve Ehremen veya Hürmüz ve
Ehremen diye fizik ötesi ve manevi bir görüş ifade eden şirkleri de burada cin
denilm e siyle kötülenmiş ve reddolunmuştur. Çünkü Ehremen İslâm'da İblis
denilendir. Ve İblis, "Cinlerden olan İblis Rabbinin emrinden çıkmıştı" (Kehf,
18/50) âyeti delaletince cindendir. Gerçi tefsircilerin ve "el-Milel
ve'n-Nihal"de Şehristânî'nin beyanları üzere Mecusîlerin bu konuda bir çok
ihtilafları vardır. İçlerinden biri hayır başlangıcı, biri şer başlangıcı olan
iki esasın ikisinin de aynı derecede ezelî olduğunu kabul eden ve tam mânâsıyla
Seneviyye olan Mânivviyye ve Mezdekiyye gibi mezhepler bulun d uğu gibi, bu iki
asla tam denk olmak üzere üçüncü bir asıl daha ekleyerek teslis (üçleme inanış)i
kabullenen Disaniyye ve Merkûniyye gibi mezhepler de vardır. Ve Mecusîlerin pek
çoğu ve özellikle Kiyumresiyye, Zervaniyye, Zerdüştiyye, Meshiyye gibi asıl ve
eski Mecusîler bu iki zıt aslı, varlığın vücûbu ve kudret açısından aynı
derecede tutmadıkları ve çünkü Ehremen'in ezelî olmayıp tesadüf
veya doğum veya yaratma veya mesh suretiyle sonradan olma olduğunu söylemiş
bulundukları için, Mecusîlikle Hıristiyanlık arasında bir şirk dini tutan
Maniviyye tarzında tam mânâsıyla Seneviyye değildirler. Fakat bütün bunlarla
beraber yine hepsi ve hatta hayır başlangıcı olan nur ile şer başlangıcı olan
zulmet veya Ehremen'in ikisinin de Allah Teâlâ'nın yaratma ve ica d ıyla
sonradan olma olduklarına kâni olan Zerdüştîler de dahil olduğu halde, hepsi bu
âlemi idare etmede Allah'a Ehremen'i ortak yapmakta, yani hayır Allah'tan ve şer
İblistendir, davasında birliktirler ve bu mânâ ile genel olarak Seneviyyedirler.
Şehristâ n î der ki: "Bütün Mecusîler, hayır ve şerri, fayda ve zararı, kurtuluş
ve fesadı aralarında tamamen paylaşmış yani birisi yalnız hayır başlangıcı, biri
de yalnız şer başlangıcı olan iki esası kabullendiler, birine nur ve birine
zulmet, Farsça olarak Yezdân ve Ehremen adı verdiler." Bu konuda bunların birçok
mezhepleri varsa da, Mecusî meselelerinin hepsi iki kâide üzerinde toplanır.
Birincisi nurun zulmet ile anlaşma sebebi; ikincisi de nurun zulmetten kurtuluşu
meselesidir. Anlaşmayı başlangıç, kurtuluşu s o n sayarlar. Bütün Mecusîler, bu
şekilde, iki esas ispat ederler. Bununla beraber asıl Mecûsîler, bu iki aslın
ikisinin de ezelî ve ebedî olması caiz olamayacağına, nûrun ezelî, zulmetin
sonradan olma olduğuna kânidirler. Sonra da bunun "sonradan olma" hu s usunda
ihtilâf ederler. Aslı şer olan Zulmet veya Ehremen'in sonradan oluşu, Nûr ve
Yezdan'dan mı oldu? Hayrın başlangıcı olan Nur veya Yezdan cüz'î bir şey meydana
getirmiyorsa, nasıl olur da aslı şer olan Ehremen'i meydana çıkarır? Bunu o
ortaya çıkarma m ışsa, kim çıkarabilir? Ortaya çıkarılmamış değilse terkip ve
anlaşma nasıl mümkün olur? İşte bunlar Mecusîlerin çıkmaya ait noktalarıdır".
Kiyumresîlere göre, Nur, benim bir muhalifim olsa nasıl olur, diye bir düşünmüş
ve huyu nûra uygun olmayan bu kötü f ikirden zulmet hasıl olmuş ve buna Ehremen
denilmiş. Ehremen, şer, fitne, fesat, zarar veren huylu olduğundan Nura karşı
çıkıp tabiatı ve sözü ile ona muhalefet etmiş ve bundan dolayı Nurun askeriyle
Zulmetin askeri arasında savaş olmuş, sonra melekler ar a ya girmiş, süfli âlem
Ehremen'in olmak üzere anlaşmışlar. Bu antlaşma, yedi bin sene
sürecek, sonra Ehremen âlemi boşaltıp Nura teslim edecekmiş. Zervânilere göre
de Nur, önce hepsi nurdan birtakım rûhânî şahısları keşfetmiş, fakat Zervan
adındaki en büyük şahıs bir şeyde şüpheye düşmüş ve bu şüpheden Ehremen şeytan
meydana gelmiş. Bazı Zervânîler de demişler ki, büyük Zervan, bir oğlu için 9999
sene hüzünle inlemiş, olmamış; sonra "her halde bu âlem hiçbir şey değil" diye
kendinde bir fikir oluşmuş ve bun d an dolayı o merakından Ehremen ve bu
ilminden Hürmüz ikiz olarak doğmuş. Hürmüz, çıkış kapısına daha yakın iken
Ehremen şeytan hile edip anasının karnını yarmış ve önce çıkıp dünyayı
zaptetmiş. Zerdüşt de bu iki aslın zıddı olup âlemin varlıklarının iki b a
şlangıcı olduğunu, bunların anlaşmasından bileşikler ve bu bileşiklerden çeşitli
şekiller meydana geldiğini ve bununla beraber bu iki zıddın ikisi de Allah
Teâlâ'nın yaratması ve meydana getirmesiyle oluştuğunu ve bu karışım ve
bileşimin yaratıcısının All a h Teâlâ olduğunu ve bundan dolayı Allah'ın tek
olup, zıddı, dengi ve zatında ortağı bulunmadığını söylemişse de aslı şer olan
Ehremen'in zıddıyle beraber yaratılışını ve bunların karışımını tek olan Allah
Teâlâ'ya nisbet ettiği halde Ehremen'in varlığını A llah'a nisbet etmek caiz
değildir diye ısrarı noktasında anılan susmaya mecbur olmaktan ve çelişkiden
kurtulamamış ve bir de tek olan ilk yaratıcının gerisinde, biri hayrın
yaratıcısı, biri de şerrin yaratıcısı iki zıt başlangıç kabul etmekle âlemin
idare s inde birincisi ilk yaratıcı ve mizacının sebebi olan tek Yezdan (tanrı);
ikincisi hayrın başlangıcı olan mahlûk Nur veya Hürmüz veya Melek; üçüncüsü
şerrin başlangıcı ve mahlûk olanı Zulmet veya Ehremen veya İblis olmak üzere üç
idareci tanrı farzeden üçg e n bir şirke de düşmüştür ki, bu şirk bir zıddı,
dengi ve ortağı olmayıp tek olan yaratıcı, biri de onun yaratıp meydana
getirdiği ve sentez yaptığı Melek ve Şeytan iki mahlûk başlangıcın sentez özeti
ve bu âlemdeki hayır ve şerrin, kurtuluş ve fesadın, t e mizlik ve çirkinliğin
ortak yaratıcısı bir yaratılmış tanrı olmak üzere, bir yönden ortaksız yaratıcı,
ezelî bir tanrı; bir taraftan da ikiz bir Melek ve Şeytan ortaklığından ibaret
bir sonradan olma tanrı arasında düşünülmüş çelişkili bir Senevî şirki du r
umundadır. Şu halde Zerdüşt yalnız hayır, Allah'tan ve şer İblisten demek
tarzında Senevîlik ile kalmamış, hayır Melekten, şer İblis'ten olmak üzere hayır
ve şer Melek ve İblis ortaklığından, bu ortaklık da Allah'dan demek tarzında bir
senevîliğe kani ol m uşlardır.
Bu açıklamadan anlaşılır ki İbnü Abbas hazretlerinden nakledilen nüzul
sebebinde Zenadıka hayır yaratıcısı ve şer yaratıcısı iki kardeş Senevîliği,
"Onlar , Allah ile cinler arasında bir soy bağı uydurdular" (Saffât, 37/158)
âyeti delale tince neseb deyimleri bütün Mecusî mezheplerinin
esaslarına işareti içerir. Hem hepsinin bir Senevîlilikte toplandığını
göstermiş, hem de Mecusîlik yerine Zenâdika lakabını seçerek özellikle
Zerdüştlere dikkat nazarını çekmiştir. Şu halde âyetteki Cin diğer Mecusîlere
göre yalnız Şeytana sarfedilmiş olması gerekirse de bazı Zervânîlerle
Zerdüştlere göre Ehremen'e ve Hürmüz'e yani Şeytan ve Meleğe, Cin ve Peri'ye
şâmildir. Ve bu mânâ ile âyet, nakledilen nüzul sebebinin ikisine de uygun
olduktan başka sözü n gelişinden anlaşıldığına göre, gerek Senevviyye ve gerek
teslis (üçleme) ve gerekse diğer şekillerde olsun fizik ötesi ve rûhânî
şirklerin hepsini açıkça içerir. Ve bu içeriği açıkça anlatmak içindir ki "bir
ortak olarak" değil "cinlerden ortaklar" buyurulmuştur. Bundan başka "cinlerden
ortaklar" fizikî mahiyette fail tasavvur olunan tabiat kuvvetleri gibi, gizli ve
örtülü sebeplere bağlı felsefî ve felsefe dışı şirklerin de türlerini
içerebilecektir. Zira cinnin genel anlamında yalnız görünmeyen ve ancak bir
şekile girme halinde görülebilen kuvvetler ve soyut rûhâniyet değil, gözle
görülmek şânından olmakla beraber örtülü ve gizli bir halde bulunan büyük küçük
cisimler, şahıslar ve gizli topluluklar bile dahil olacaktır.
Hasılı Allah'ı gereğince takdir etmeyen kâfirler ona cinleri türlü türlü
ortaklar tuttular, halbuki onları Allah yarattı. Yani cinler de Allah'ın
yaratığıdır. Nitekim o müşriklerin çoğu bunu esas itibariyle itiraf ederler.
İtiraf etmeyenlerin de etmesi gerekir. Şu halde ya r atılanı yaratanına ortak ve
rakib saymaya kalkışmanın ve Allah'ın izni olmaksızın cinlerin âlemde ve
insanlar üzerinde bir tesir yapabileceklerini farzetmenin ve bu şekilde
yaratanın yarattığına karşı bir âcizliğine ihtimal vermenin büyük bir aptallık,
sa p ıklık ve açık bir haksızlık olduğu aşikârdır. Bu mânâya göre kelimesinin
sonundaki zamir cine râcidir. Ve bunda cinlerin de akıl sahibi olduklarına
tenbih vardır. Bu zamirin cinne değil nun fâili olan müşriklere gönderilmesi de
ihtimal dahilindedir. Ve bu şekilde mânâ şu olur: Halbuki bu müşriklerin
kendilerini yaratan cinler değil Allah Teâlâ'dır. Bundan dolayı yaratana karşı
cinleri ortak saymaya kalkışmak ve onlarda Allah'ın izni dışında bir tesir hayal
etmek ne büyük küfürdür. Halbuki bir takıml a rı, cinleri, perileri, gizli
kuvvetleri Allah'a ortaklar saydılar. Bir takımları da Allah'a oğullar ve kızlar
uydurdular. Allah hakkında doğma ve doğurma hayal ettiler ve bu şekilde
Allah'tan doğmuş erkek ve dişi ilâhlar uydurdular ve bunları Allah'ın o ğulları
veya kızları diye ilâh cinsinden sayıp tanrı edindiler, Allah'ı bunlarla,
bunları putlarla temsil etmeye kalkıştılar. "Melekler, Allah'ın kızlarıdır"
diyen Arap müşrikleri ve Sâbieleri bu cümleden olduğu gibi, "Hürmüz ve
Ehremen Allah'ın oğullarıdır" diyen bazı mecusîler, "Üzeyr Allah'ın oğludur"
diyen bazı Yahudiler, "Mesih Allah'ın oğludur" diyen hıristiyanlar da bu
cümledendir. Yaratmada ortaya çıkma ve meydana getirmeyi kabul eden filozoflar
da bunlara benzer. Hep bunları hiçbir ilme dayalı o lmayarak ve ne dediklerini
bilmiyerek uydurdular. Allah'a ortak, oğul veya kız evlat uydurmaya kalkışanlar
"ilâh" ve "oğul" dedikleri zaman ne söylediklerini bilmeyen cahiller ve
iftiracıdırlar. "İlâh ikidir veya üçtür" diye Allah'a zatında veya sıfatında
veya fiillerinde, az veya çok, denk veya aşağı, eşit veya zıt bir ortak, bir
arkadaş veya rakib sayanlar, ne dediklerini bilmez cahiller, iftiracılar olduğu
gibi; oğul veya kız çocuk isnat edenler de aynı şekilde ne dediğini bilmeyen
ortak ve aynı cins is n at etmiş cahiller ve iftiracılardır.
Şanı yüce olan Allah kendini bunlardan tenzih eder ve O'nun yüce zatı,
bunların böyle cahilce ve iftira edercesine vasıflandırmalarından mukaddes ve
yücedir. Gerek zıtlık, gerek benzerlik ve aynı cinstenlik şekliyle olsun, her
çeşit ortaklık ve aynı şekilde aynîlik ve aynı cinstenlikle ortaklığı gerektiren
doğurmak ve doğmak gibi vasıflar haddi zatında ilâhlık vasfına uymayan, ilâh
anlayışıyla çelişkilidirler. Bunlar bir çeşit noksan, acizlik ve ihtiyaç ifade e
d en sonradan olma vasıflardır. İlâhlık gerçeği ise, her noksandan uzak ve yüce
bir kemâldir. Şu halde Allah'ın zatı ve hakikati hakkında ortaklık ve çocuk
mümkün değildir. Ve bunu anlamak için başka bir delile ihtiyaç da yoktur. Bizzat
ilâh anlayışı bu imk a nsızlığı ispata yeterlidir. Zira ilâh anlayışında en
yüksek bir yücelik ile bir yaratıcılık ve güzellik vasfı vardır.