İKİNCİ BÖLÜM
Ey Muhammed:Meâl-i Şerifi
19- De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür?". De ki: "Allah, benimle sizin aranızda şahittir ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, onunla hem sizi, hem de sizden sonra kendisine ulaşan herkesi uyarayım. Allah'la beraber başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten şahitlik eder misiniz?" De ki: "Ben buna şahitlik etmem". "O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve ger ç ekten ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım"de.
20 - Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, Peygamber'i, kendi oğullarını bildikleri gibi, bilirler. Kendilerine yazık edenler var ya! İşte onlar iman etmezler.
21- Allah'a iftira ederek yala n uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler.
22- O gün hepsini mahşere toplayacağız. Sonra Allah'a ortak koşanlara: " Hani nerede o Allah'a ortak saydığınız ortaklarınız?" diyeceği z.
23- Sonra, (Onlar): "Rabbimiz, Allah'a yemin ederiz ki, biz müşriklerden değildik" demekten başka bir özür bulamayacaklar.
24- Bak, vicdanlarına karşı nasıl yalan söylediler! O uydurdukları putlar da kendilerinden kaybolup gitti.
19-24-R ivayet ediliyor ki Mekke'liler: "Ey Muhammed, Allah senden başka bir peygamber bulamadı mı? Biz, seni tasdik eden bir kimse görmüyoruz. Yahudilere ve hıristiyanlara da senden sorduk, onlar da kendilerinde senin peygamberliğine dair bir haber olmadığı fikr i nde bulunuyorlar. Şu halde bize senin peygamberliğine şahitlik edecek bir şahit göster" demişler ve bu âyet, bu sebeple inmiştir.
Şahitliği en büyük olan hangi şeydir, de. Allah, de. Benimle sizin aranızda o şahit. Asıl şahitlik, hakkın huzuruna kesin ilim, şahitliği yerine getirmek de o ilmi haber verme ve tebliğdir. Kesin ilmin ilgili yeri ve başlangıcı sözde, zihinde, vicdanda değil; zihnin vuku bulana ve bizzat kendisine uygunluğunda, yani hakkın kendisindedir. Hakkın kendine şahitliğidi r ki, kesinliğin hakikatini oluşturur. Binlerle, yüzbinlerle kişi bir şey hakkında, "şu şöyledir" diye ittifakla şahitlikte bulunsalar, eğer gerçekte o
şey öyle değilse, bunlar yalancı şahitten başka bir şey olmazlar. Çünkü şahitlikleri, hakkın kendine şahitliğine dayanmış değildir. Halbuki "Allah, kendisinden başka ilâh yoktur, diye şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde açıklandığı üzere, hiçbir şeyin Allah'ın ilmi dışında bizzat kendisi yoktur. Varlıkların kendilerine şahitlikleri de, Allah Teâl â 'nın kendine ve onun hakkında onlara şahitliğine dayanmaktadır. Bütün deliller, tecrübeler, istidlaller Allah'ın şahitliğine dönmek ve birer hak alâmet olmak itibariyledir ki, ilim ifade ederler. Hiçbir kalb ve vicdan da kendi nefsinde Allah'ı şahit göste r meden kendi kendine hiçbir şey hakkında şahitlik edemez, hatta kendine bile şahitlik edemez. Yani o vicdandaki ifade vicdanın değil, vücudun bir ifade ve şahitliği olması sebebiyledir ki kesin olur. Kesin bilginin, kendi kesinliği de kendi vücûdunda, kend i aynîliğinde bulunur. O var olduğu yerde var, yok olduğu yerde yoktur. Onun kendi varlığı, kendi aynîliği ise, Allah'ın ilmindedir. Ve onun bir ifadesi, bir alâmetidir. Sübjektif ve objektif hiçbir şey Allah'ın şahitliğine dayanmadan ve bir ilâhî şahitlik olmadan kendine şahitlik edemez. Allah'ın şahit olmadığı şahitlik bulunamaz ve Allah şahit gösterilmeden hiçbir şahitlik yapılamaz. Hasılı Allah'tan büyük bir şey ve Allah'ın üstünde hiçbir bilgin ve haberdar olan düşünülemez. Ve Allah'tan büyük şahit de t asavvur olunamaz. Allah'ın şahitliği de her şeyden önce lutfettiği kesin ilim ile ortaya çıkar. O da bahşettiği kalbde bulunur. Ve onun şahidi önce Allah ile kendisi olur. Peygamberlik vahyi iş bu "de ki, de ki" emirlerinin gösterdiği üzere zorlayıcı b ir hakkı koyma, bir özel yaratılış olarak Allah Teâlâ'nın gözle görünürcesine bir emri ve şahitliğidir. Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberlik de herşeyden önce Allah Teâlâ'nın kendi zatındaki ilmi ve Muhammed aleyhisselâmın kalbindeki şahitliği ile sa b ittir. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın Resulü olduğunu ve bu davada doğru kişi olduğunu henüz hiç kimse bilmez, hiç kimse şahitlik etmezse Allah şahittir. Onu Muhammedî kalbteki şahitliğiyle isbat eden Allah, dilerse bütün içlerde ve dışlarda da kendisine şahitlik ettiği sayısız ve hesapsız şahitler yaratarak isbat eder ve nitekim etmiştir. İyi bilmek gerekir ki peygamberlik vahyi sadece bir ilham almak değil, ilâhî zorlama ile bir ilâhî şahitliği almak ve aldığını kesin zorlama ile gözle görürcesine bilm ektir. Bunun için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed, en büyük şahitliğin, Allah'ın şahitliği olduğunu söyle ve Allah'ı şahit getirerek de ki, "sizinle benim aramda şahit O'dur". ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, bununla karşımdaki sizleri ve gaibte (ortada olmayan) bunun eriştiği ve vasıl olduğu herkesi korkutayım,
o korkunç sonuçtan korunmak için sakındırayım. Demek ki Kur'ân'ın hükümleri, onun indiği zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar, gelecek olanları da tamamen içine alır. Ancak Kur'ân'ın yetişmediği, kulaklarına erişmediği kimseler cezalandırılmazlar.
Böyle söyle ve o müşrikleri korkutmak için şunu da ilave et: Muhakkak Allah'ın emrinde başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlikte bulunuyorsunuz? Gerçekten siz mi buna şahitlik ediyorsunuz? Ben ona şahitlik etmem, de!. Ben, ancak: "Allah tek bir ilâhtır" diye şahitlik ederim. "Allah'tan başka ilâh yoktur diye şahitlik ederim" ve herhalde ben sizin Allah'a ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım, de. B u ndan anlaşılıyor ki bir kimse İslâm'a girerken "Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, ve şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve resulüdür" şehadetinden sonra, "ve ben sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım" âyetinin delaleti üzere a ç ıkça da diğer dinlerden uzak olduğunu bildirmelidir. Bununla beraber "hiçbir ilâh yoktur" olumsuzluğu esas itibariyle bu uzak olmayı içermiş bulunduğundan âlimler bu açıklık kazandırmaya müstehab demişlerdir.
Yahudi ve hıristiyanların Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmelerine gelince: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını bildikleri gibi bilirler." (Bakara, 2/146) âyetinin tefsirine bkz.
Son zamanlarda tertip ettirilmiş olan ve "Tarih-i İslâm" diye tercüme edilen ve bastırılan eserin müellifi İtalyan Kaytano demiş ki: "Muhammed hiçbir zorluk karşısında yılmamış, hiç ümitsizliğe düşmemiş, kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine güvenme vardır ki, bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisiyle beraber gömülüp gi t miştir". Belliki bu söz gerçeği hem itiraf etme, hem de bozmadır. Belliki bir insanın bu derece kendisine güvenmesi düşünülemeyeceğinden buna bir sır diye isim vermiştir. Bu sır, onun kendine güveninin sırrı değil, Hakk'a, Allah'a güveninin sırrıdır ki, o da nebîlik ve Resullüğü ve Allah'ın emir ve şahitliği ile peygamberliğine olan kesin bilgisi ve davasındaki doğruluk ve sadakatının delilidir. Resulullah, hiçbir zaman nefsine güvenmemiş, daima ve daima Allah'a ve Allah'ın tebliğlerine dayanmış ve güvenmiştir. "Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?" (En'âm, 6/14), "Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum" (En'âm, 6/14),
"Allah, benimle sizin aranızda şahittir." (En'am, 6/19), "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. "Gerçekten Rabbin her şeyin koruyucusudur." (Hûd, 11/57), "Ben, işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür." (Mümin, 40/44) demiştir. Rivayet edilen dualarında da geldiği üzer e: "Ey göklerin ve yerin Rabbi olan Rabbim sona söz veririm ki, beni nefsime havale etme, zira sen beni nefsime havale eder, kendime bırakırsan, nefsim beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır." diye dua eden Resulullah'a nefsine güvendiğine dair y apılan isnat iftiradan başka ne olur? Nefse güvenmek, kendini bilmemek, Allah'ı tanımamak, kendini ve kendi isteklerini hak başlangıç, ilâh edinmekten başka bir şey değildir. Kur'ân, baştan başa, bunun bir cahillik ve sapıklıktan ibaret olduğunu ispat ve d aima Allah'a tevekkül ve dayanma emirleri ile doludur. Daima Allah'a kulluğa davet eden ve kendisinin Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahit getirip duran Peygamber (s.a.v)'in peygamberliğini inkâr etmek için, ona böyle bir ilâhlık davası isnadı ne kadar a çık bir iftira, sonra buna bir sır tasavvuruna kalkışılması ne garib bir sapıklıktır. Eğer nefse güvenmekten maksad, doğruluğuna güveni, peygamberliğine iman ve bilgisindeki kesin gücü ise, doğruluk ve kat'i iman da nefse dayanmak değil, hakka dayanmaktır. Doğru sanarak ve inanarak vuku bulanın tersini söyleyen kimseye doğru denemez. Doğru olan kimsenin de doğruluğuna emin olabilmek için nefsine, inancına değil, hakka bağlanmış olması ve hakkı temsil etmiş bulunması lazım gelir. Bir insan için güvensizlik, güvenememek ve güvenilememek büyük bir rezillik, şüphe ve tereddüt müthiş bir kalb hastalığı ve büyük bir felakettir. Fakat nefse güvenmek de bir meziyet ve fazilet değil, ondan daha kötü bir gurur ve aptallıktır. Bunu bir meziyet gibi kabul edenler, All a h'ı bilmeyen ve kendilerini hakkın kendisi sanan gururlu kişilerdir. Ne garip bilgisizliktir ki, ayağını bir yere dayamadan dikilemediğini pek âlâ bilen ve dayanmak için bir desteğe göz atıp duran bu kibirliler, nefse güvenmekten bahsederler ve bunu bir f a zilet gibi tavsiye ederler. Halbuki nefse güvenmek çürük bir tahtaya dayanmaktır ve hiçbir şeye itimat etmemektir ki, böyleleri, hiç kimse için güvenmeye değer olamazlar. Kendi dışından nefes alıp vermeye muhtaç olan bir fâni kişinin kendine güveni davası kadar gülünç ne düşünülebilir? Evet insan, güvenmeli ve güvenilir olmalıdır. Bu, hem ihtiyaç, hem bir vazifedir. Ve bunun içindir ki insan,
ne olursa olsun, kulluktan çıkamaz. Fakat güvenip dayanılan şey ne kadar kuvvetli ve güvene layık olursa, itimadın kıymeti de onunla uyumlu olur. Nefis, bugün olmazsa yarın yıkılır. O, kendi kendine dayandığı zaman, birinde olmazsa, ikincisinde aldanır ve aldatır. Akıl da hiçbir ilkeye tutunmadan, hiçbir şey bilemez. Âlemde herhangi bir şeye dayanılsa, sonucu yine da y anıksızlıktır, çünkü fânî (ölümlü)dir. Ölmeyecek diri, ancak Allah Teâlâ'dır. Ve bundan dolayı itimadın fazileti, ancak Allah'a itimattadır. Ve ancak Allah'a itimat edenlerdir ki "Kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır". (Bakara, 2/256) ve bunlar ken d ilerini Hakk'a teslim eden ve Hak uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen sadıklar, samimi kimselerdir. Allah'ı bilmeyen ve Rabbini kendinde görmek isteyen güvensizler de bunu anlayamazlar, bir nefse güvenme sanırlar. Kendine güvenme ile nefsi feda etme a r asındaki çelişki de açık olduğundan şaşarlar, Allah'a dayanma deseler Hakk'ı itiraf etmiş olacaklarından çekinirler; bilmiyoruz bu bir sır, bir bilmece derler, bir türlü iman edemezler. İtalyan tarihçisi de: "Muhammed'de bir sır vardı ki, bu sır bütün var l ığıyla Hakk'a dayanmasının, Allah'a teslim olma ve uymasının sırrıdır. Ve işte bu sır, bu nâmûs-ı ekber (büyük sır sahibi, Cebrail), nebîlik ve peygamberliktir. Onun bir Allah Resulü olduğunda şüphe yok. Fakat peygamber olmayanların da o Cebrâil'i görmel e rine ve bu sırrın iç yüzünü anlayabilmelerine ihtimâl yoktur" deseydi doğru söylemiş olacaktı. Fakat İslâm tarihinden, Muhammed Aleyhissilâm'ın hayatından hem bu hakikati anlamış, hem de Allah'ı ve peygamberliği tasdik etmiş olmamak için tahrif etmeden sö y leyememiştir. Peygamberlikten daha önce haberdar olmuş bulunan kitap ehlinin Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini oğullarını bildikleri gibi bildiklerine; fakat kendilerine yazık etmiş, fıtrat vergisi olan iman yeteneklerini kaybetmiş olduklarından dolayı H a kk'a iman edemediklerine bu da bir misal teşkil etmiştir. Bunun üzerine Allah'a iftiranın ne büyük bir zulüm olduğu ve Allah Teâlâ'nın her şeye şahit olmasına rağmen, yalan söyleyen yalancıların neticede yalanlarını inkâr durumuna düşecek, alçak, acıklı b ir düşüklük ve sorumluluğa tutulmuş olacaklarını beyan ile korkutmaya devam edilip buyuruluyor ki:
"Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlıyandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler."
Meâl-i Şerifi
25- İçlerinden seni dinleyenler de vardır, fakat biz, onu anlamalarına engel olmak için kalblerinin üstüne örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. Onlar, bütün delilleri görseler bile yine ona inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar. Ve o kâfirler: "Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir" derler.
26- Onlar, insanları Kur'ân'a iman etmekten menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece yalnız kendilerini mahvediyorlar ama farkında değ iller.
27- Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: "Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabb'imizin âyetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık" dediklerini bir görsen!
28- Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.
29- Dediler ki:" Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur, biz diriltilecek değiliz".
30- Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen! Rableri onlara şöyle der: "Bu, bir gerçek değil midir?". Onlar da: "Rabbimize yemin ederiz ki gerçektir" derler. Rableri de onlara: "Öyleyse inkârınız sebebiyle azabı tadın!" der.
31- Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: "Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!" Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür!
32- Dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?
25- Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah'ı Kur'ân okurken dinlemişler, Nadr'a demişler ki: "Ey Kâtîle'nin babası Muhammed ne diyor?" O da: "Kâbe'yi, Beyti yapana kasem ederim ki ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş
asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor" demiş. Nadr'ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş, Kureyşlilere okur, dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: "Ben onun söylediklerinin bazısını doğru buluyorum" demiş, Ebu Cehil de: "Sakın bunun hiçbir şeyini ikrar etme" demiş, o da: "Öl ü m bana ondan daha kolaydır" demiş ve bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.
FIKIH, bir şeyi, bir sözü sebep ve hikmetiyle zevkine vararak anlamak ve hatta tatbik edecek şekilde anlamaktır.
"Ekinne" kelimesi, " = kinân" kelimesinin çoğuludur ki kat kat örtüler demektir. Herkesin tanımadığı garip ve çirkin örtüler mânâsını ifade eder. Yani biz de kalblerine kat kat ve görülmedik örtüler koymuşuzdur ki, dinledikleri Kur'ân'ı fıkhî zevkle anlamalarına engeldir. Ve hatta kulaklarında bir ağırlık v ardır, dinlediklerini iyice duymazlar bile. Burada Bakara sûresinin "Allah onların kalblerini mühürledi" (Bakara, 2/7) âyetinin anlamı vardır. Gerçi hak kulaklara izinleri olmadan girer. Fakat kulağın kulak olması ve onun ardında açık bir kalb bulunma s ı ve Allah'ın izni de şarttır. Hak ne kadar açık olursa olsun engelli kulaklara ve kalplere giremez; duymak, anlamak da yaratılışta Allah vergisi olan bir yetenektir. Ve sonra Allah tarafından bir engel konulmamasına bağlıdır. Allah bunlara da yaratılış b a kımından kulak ve kalb vermemiş değildir. Fakat o kalbler öyle birikimlere sarılmış ve öyle bir hilkat ve tabiat içinde örtülmüş kalmış ve bundan dolayı yaratılışlarında hakka yönelmiş olan kabiliyetleri öyle kapanmış, sona ermiştir ki, bundan böyle hak d elili dinleseler değil ya, görseler bile yine inanamazlar. Aslî fıtratı kapatan bu örtüler, bu engeller, akılların, sihir, masal gibi yanlış usullere tutulması, batıl inanışlara saplanması; nefislerin isteklere ve ihtiraslara bürünmesidir ki, herhangi b i r şahısta bunlar mühürlenip tabiat (huy) haline geldi mi artık onda hakkı anlamak ve kabul etmek kabiliyeti kalmaz, iman etme yeteneği söner. Yaratılıştaki bu yetenek ve istidadın derecesi şahıştan şahısa değişir. Kiminde süratli, kiminde ağır, kiminde şi d detli, kiminde hafiftir. Kiminde az, kiminde daha çok bir zamanda söner veya gelişir. Bu değişme derecesi, bizzat ilâhî irade ve istek eseridir. Ancak herkes derecesine göre verilmiş olan fıtrî gücün başından, sönebileceği zamana kadar geçecek zaman zarfı n daki seçiminden, kötü veya iyi kullanımından sorumludur. Ölümden sonra kimse bir şey kazanamayacağı gibi, bir Ruhânî ölüm demek olan kabiliyetin sona ermesi ve alışkanlığın yerleşmesinden sonra da böyledir. Gözler bakar, kulaklar dinler, fakat hiç yeni b i r şey
duymaz, her ne alırsa tabiatı onu eski aldığı kararlarına benzetir. O artık onun için yeni bir gerçek değil " eskilerin masalları" olur kalır. Ölüm Allah'ın emir ve iradesiyle olduğu gibi, engellerin konması ve kabiliyetin sönmesi de Allah'ın emir ve iradesiyledir. Bunun için "biz yaptık" buyurulmuştur. Bu da kulun kabiliyeti müddeti içindeki istek ve seçimine dayanacak olan sorumluluğa aykırı değildir. O engelleri koyan Allah olduğu halde sorumluluk neden, sorusu akla gelmez. Yukarda "kendile r ine yazık edenler" beyanıyla bu şüpheye yer olmadığı gösterilmiştir. Bu nokta ayakların kayacağı yerler olduğundan dikkat etmek gerekir. Herkes bilmelidir ki, ilk önce kendisine Allah'ın rahmeti olarak az veya çok bir ecel ile, bir yaratılış sermayesi ver i lmiştir. Bu, bir gün olur tükenir, bu kötüye kullanılarak bitirilirse Allah bir daha vermeye mecbur değildir. Bir gün gelir ki bütün engelleri önüne yığar ve ondan sonra bu kötüye kullanmanın sorumluluk devri gelir. Şu halde fırsat elde iken ve onun azlığına çokluğuna itiraz etmeyerek o rahmeti büyütmeli, ebedî rahmete ermelidir. (Bakara Sûresine bak.) Yoksa bu âyette gösterilen kâfirler gibi yetenekleri kapanınca taptaze en güzel nimetler önlerine konur da tadamaz, "bunlar eskimiş kokmuş şeylerdir" diye mücadele eder.
"Esâtîr" kelimesi kökünden alınmış bir çoğul sîga (kipi)dır ki, tekili "üstur" ve "üstüre" veya estır", "estire" veya "estara"dır. Yahut 'in çoğulu "sütûr", "sütûr"un çoğulu" estar", "estar"ın, çoğulu da "esâtîr" dir. Bunun kendi lafzından tekili olmayan "abâdîd" ve "şemâtît" gibi bir çoğul ismi olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki, "Çoğunluk, "yani öncekilerin yazdıkları şeyler" diye tefsir etmişlerdir. İbnü Abbas, "esâtîru'l-evvelîn"in mânâsı: demiştir ki, "öncek i lerin yazdıkları sözleri" demektir. Bazıları "esâtîr"ın, türrehât yani hurafeler, batıllar, uydurma, saçma, masal demek olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu, tefsir değil, mânâdır. "Esâtîr", saçma sapan şeyler demek olduğu için değil, öncekilerin masalları R ü stem ve İsfendiyar hikayeleri gibi faydasız sözler olduğu içindir ki "esâtîru'l-evvelîn", türrehât (uydurma, saçma sapan şeyler) ile tefsir olunmuştur... Demek ki önce "esâtîr" kelimesinin asıl mefhûmu yazılmıştır. Bunun bir hurafe (uydurma) olup olmaması ise kelimenin delalet ettiği mânâsı değildir. Esas itibariyle yazılmış olan bir şeyin tesbiti ve istenilen önemli bir haber vermeyi içermesi gerekir. Şu nokta haber verilmesi gerekli bir husustur ki, "esâtîr"in tekili olarak, zikredilen üstur, üstûre, estır, estıre, estare kelimelerinin, Yunanca "isturya" kelimesiyle ilgili olduğu açıktır. Frenkler de buna "istuvar = histoire" demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih diye tercüme
ediyoruz. Şu halde "esâtîr'in asıl mânâsı bugünkü tabirimizce "tarihler" demektir. Anlaşılıyor ki Arapça'da üstûre, estıra gibi tekil kelimelerin kullanılması nâdirdir. Genellikle "esâtîr" kullanılmış ve bunun için takdîrî çoğulluk gösterilmiştir. Ve kelimenin ucme (aslı Arapça olmayan kelime)den Arapçalaştırılmış olduğu da açıklanmıştır. Yani esâtîr, Arapça'dır. Fakat "ustûre"nin Arapça olup olmadığı şüphelidir. Üstûre Yunanca, "doğru haber ve haber alma" diye tarif edilen "isturya"nın aynı değilse, herhalde ikisi ortak bir asla döner. Nitekim Farsça'da "muhkem = sağlam" demek olan "üs t uvar" kelimesi de bu asla dahildir. Hasılı "esâtîr", Frenklerin "istuvar" dedikleridir. Bu da bugün "tarih" diye terceme edildiğine göre "esâtîru'l-evvelîn", eskilerin tarihi (tarih-i kadim) demek olur. Ancak bunda tarih kelimesinin ifade ettiği vakit tay i ni mânâsı olmayarak mutlaka geçmiş zaman, önceki zaman mânâsı vardır. Zira vakit tayini mânâsıyla tarih, İslâmî bir kelimedir. Ve Frenklerin "istuvar" kelimesinde esasen bu mânâ yoktur. Ve demek ki, esâtîru'l-evvelîn deyimi de kelimelerin mânâsına göre tu r rehât (saçma sapan), hurafeler demek değildir. Bunlar esâtîr içinde bir çok efsaneler bulunduğundan ve daha doğrusu "esâtûru'l-evvelîn" efsane halinde kaldığından saçma sapan ve uydurmalar mânâları, esâtîru'l-evvelîn deyiminin bir gereği olmuş ve bunun ha f ifletilmişi olarak "esâtîr, kelimesi de Araplarca uydurmalardan kinaye olarak kullanılmıştır. Ve bunun için "Kamus"ta da "esâtîr"in "nizamsız söz" yani "saçma" mânâsına geldiği gösterilmiştir. Nitekim zamanımızda da tarih-i kadim (eski tarih) ve hatta ta r ih kelimelerini vâhî, boş şeyler mânâsına kullananlar vardır. "O tarihe karışmış, bu artık tarih olmuş" denildiği zaman, yalan olmuş, masal olmuş, sadece lâfta kalmış, yahut adı, ismi yerleşmiş, meşhur olmuş mânâlarından her biri kastedilebilir. Bu şekild e Araplarca esas olarak "mestûrât-ı evvelîn" demek olan "esâtîru'l-evvelîn" Türklerin masal, Yunanlıların "misus", Frenklerin "mit" dedikleri eski kahramanlık hikayeleri, geçmiş zaman efsaneleri, destanları olarak düşünülmüş ve uydurma, hurafeler mânâsında kullanılmıştır. Şimdiki zamana, geçmişe bağlanmadan hiçbir şey bilinmez, geçmişi şimdiki zamana bağlıyarak olaylar içindeki zaman cereyanını bir devamlı satır haline koyan tarih de şüphesiz ki istüvar (tarih) olan satırlardan ibarettir. Bu satırların tar i h olabilmesi de içinde bulunduğu olayları geçmişten elde ettiği bilgilere ve haber almalara bağlamasıyladır. Bu olaylar ise, yalnız dereden tepeden sözlerden ibaret olmayıp, fikirleri ve düşünceleri, zamanın içine aldığı düşünceleri ve hayalleri de içine a lır. Çünkü bir zamanda vuku bulan bir hayal dahi o zamanın olaylarındandır. Halbuki vuku bulma zamanı, yazma zamanına göre geçmiş zaman olduğu gibi, esas itibariyle yazma ve
satıra geçirme sanatı da geçmiş zamana göre sonradır. Şu halde yazılanlar, şimdiki zamanı geçmişe bağlarken, geçmişteki yazılanları takip etmek mecburiyetinde bulunduğu gibi, yazı sanatının ortaya çıkmasından itibaren başlayan ilk yazılanlar da kendinden önce gelen ve yazılmamış olan geçmiş zamanları dil ve fikir bakımından elde ettiği haberlerden ve eserlerden alarak yazmaya mecburdur. Bunun içindir ki, geçmişlerin tarihi ilk önce en çok ağızlarda dolaşan sözler olarak satıra geçmiş ve sonra da sadr (göğüs) dan satıra geçerken nice nice değişmelere uğramış olur. Şu halde esâtîr, mest û rât, istuvar, tarih, masal ve hurafeler demek olmadığı halde, bunların daha öncesi bulunan esâtîru'l-evvelin, geçmişlerin tarihi, masal ve efsane ile eşanlamlı gibi olmuştur.
Yunanlılar, masallar, tarihî efsaneler yazmayı bir edebî sanat saymışlar ve bu şekilde bir çok tanrılar ve yarı tanrılar ve eski kahramanlık hikayeleri yazmışlardır ki, Frenkler bu sanata ve bunları inceleme ilmine "Mitoloji" derler ve bunu "istuvar fabuleuse=efsânevî tarih" ve "siyans de mit=masallar ilmi" diye tarif de ederler ve bundan en çok "Hindû-yi Avrupâî" dedikleri Hind, Fürs, Yunan, Latin, Cerman, Islav, Selt kavimlerinin ilk masallarını kastederler. Ve bunları ilkel insanların hislerini, hayallerini, düşüncelerini, inançlarını, bilgilerini anlamak için delil ve ilmin i l kel kaynakları sayanlar da Tarih, Felsefe, Dinler bunlardan çıkmıştır derler. Ve Felsefe Tarihinde, Dinler Tarihinde Mitolojiye önemli bir esas gözüyle bakarlar. Böyle demenin, tarih masaldır, felsefe masaldır, ilim ve din masaldır demek olmadığı ise açık t ır. Fakat birçokları bundan Tarihin, Felsefenin, İlmin, Dinin ve özellikle dinin bir masal demek olduğu kuruntusuna kapılarak yeni yeni masallar uydurmakla yeni tarihler, yeni felsefeler, yeni dinler, ilimler icad ve keşfedilebileceği zannına kapılmışlar; hak dinin bir gerçek olduğunu, hayallerin, masalların bile gerçeğin yansıması ve sapması demek olduğunu anlamamışlardır. Bunlar, hak ve batılı ayırmayarak bütün dinlere "esâtîru'l-evvelîn "(geçmişlerin masalları) ve hurafeler derler. Ve böyledir diye müca d ele ederler. Bu da kalblerinin hurafelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde gerçeği anlama fıtrî kabiliyetini kaybetmiş bulunmasından doğar. İşte bu âyet bize gösteriyor ki Kur'ân "bu ancak geçmişlerin masallarıdır" diyen kâfirler de bunlardan ve b unların öncülerindendir. "Esâtîru'l-evvelîn" demekle de şöyle demiş oluyorlar: "Evvela diyorlar, Kur'ân ilâhî bir vahiy, bir hak kitap değil, bunun kaynağı, ilham kaynağı eskiden yazılmış olan satırlardan ve mektuplardan ibaret, Muhammed bunu eski kitapla r dan alıp alıp yazdırıyor. Şu halde bu bir mucize değil, hatta bunda yeni bir hakikat olmadıktan başka hiçbir gerçek de yoktur. Zira bu sadece 'masallar' değil,
'geçmişlerin masalları'ndan, 'geçmişlerin masalları' gibi hakikatte mânâsı olmayan boş satırlardan, yalan hurafelerden, masallardan ibarettir. O, bunları yazdırıp yazdırıp söylüyor" diye bir sataşma da yapıyorlar. Furkan sûresinde geleceği üzere "Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor" (Furkan, 25/5) diyorl a r. Kalblerinin bozukluğundan dolayı "ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli) olan hak kelâmı ile geçmişlerin masallarını ve hurafelerini ayıramayacak ve farkedemeyecek bir halde bulunuyorlar ki, beşeriyeti gerçekleri bozan hurafelerden kurtarıp Allah'tan baş k a bir şeye tapılmamasının lüzumunu öğreterek doğru yol olan gerçeğin caddesine götüren ve bir mucize beyan eden dil ile hidayet eden Kur'ân ile Muhammed (s.a.v.) beşeriyete ne getirmiş diyenler de bunların öğrencileridir.
26-27- Öbürleri ise hem Kur 'ândan, Peygamber'den yasaklarlar, halkı Hakk'a imandan menederler, hem de kendileri uzak kaçarlar. böyle yapmakla ise ancak kendilerini helak ederler de haberleri olmaz. Sen bunların, bu kâfirlerin, yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup da ah geri döndürülseydik de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve sonuçları vuku bulmadan önce haber veren delilleri ve işaretlerini yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık dedikleri zaman hallerini bir görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyle ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zann e der misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi ve doğru bir iman eseridir?
28-29- Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine dönecek, herhalde yasaklandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar gös t ermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki:
30-31- Sen bunların, bu kâfirlerin, yalanlayıcıların ateşe tutuldukları, tutulup da ah geri döndürülseydik de Rabbımızın âyetlerini, olayları ve sonuçları vuku bulmadan önce haber veren delilleri ve işaretlerini yalanlamasaydık. Biz de o müminlerden olsaydık dedikleri zaman hallerini bir görsen..! O ne feci, ne kötü bir sonuç olacaktır. Başlangıçta hakkı inkâr edip yalanlayanlar, yanlış yola gidenler, neticede böyl e ateşe düşer, hatalarının cezalarını görürler ve gördükleri zaman yaptıklarına ister istemez pişman olurlar da geri dönmek ve doğru gitmek arzusunda bulunurlar. Fakat zanneder misiniz ki bu kâfirlerin o zamanki pişmanlıkları ve iman etme arzuları ciddi v e doğru bir iman eseridir? Hayır, bundan önce gizledikleri kötülükleri, kışkırtıcılıkları, çirkin amelleri karşılarına çıkar, yüzlerine vurulur da bu ondandır, ondan rahatsız oldukları içindir. Yoksa geri çevrilmiş olsalardı yine dönecek, herhalde yas a klandıkları yasakları yapacaklardı. Şüphe yok ki bunlar bu sözlerinde, bu vaadlerinde yalancıdırlar. Dünyada böyle kaç defalar başları sıkışmış, pişmanlıklar göstermişlerdir de ilk fırsatta yine eski yaptıklarını yapmışlardır. Ve demişlerdir ki: Hay a t, şu bizim içinde bulunduğumuz alçak hayattan, dünya hayatından ibarettir. Biz öldükten sonra bir daha dirilecek, yeniden dirilip bir daha hayata gelecek değiliz ya... Ahireti görseler de dönseler yine böyle diyecekler ve öyle yapacaklardı.
Küfür ve is yanlar bunlara bu kadar devamlı bir huy olmuştur. Bunun için ne dönebilirler, ne döndürülürler. Öyle diyen yalancıların, Rab'larının, yani Hak Teâlâ'nın huzuruna sevkedilip durduruldukları zaman hallerini bir görsen !... Neler olacak neler !... Alla h, muhakkak ezelî hitabiyle: Nasıl bu ölümden sonra dirilme hak değil miymiş? diyecek. Evet ey Rabb'im hakmış, Rab'ımıza kasem olsun ki hakmış (doğruymuş), diyecekler. Allah muhakkak buyuracak ki: Öyle ise şimdi acı mı tatlı mı azabı tadınız, çü n kü siz buna inanmıyor inkâr ediyordunuz. Ebedî zarara daldılar o kimseler ki Allah'a kavuşmayı, Allah'ın huzuruna varacaklarını yalan saydılar. Tâ vakit ve saat kendilerine ansızın gelinceye kadar inkâr ettiler de o zaman vay başımıza gelenlere, e y vah bu konudaki kusurlarımıza. Ey hasretlerimiz, gel gel, tam sırasıdır, dediler. O durumdaki bütün ağırlıklarıyla günahlarını sırtlarına yüklenmiş bulunurlar. Bakınız, ne kötü bir yük, ne çekilmez veballer yükleniyorlar. Bu âyette, öldükten sonra di r ilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin diğer bir halleri açıklanmıştır ki, birisi hüsran, birisi de büyük günahlar, veballer çekmektir.
HÜSRAN, büyük sevabın, devamlı nimetin elden çıkmasını ve kaybolmasını görmek. VİZR ve VEBAL de büyük azabın içinde kalmaktır. Allah Teâlâ, kudsî ruha cevherini bu cismani âleme göndermiş ve ona şu gördüğünüz cismani aletleri ve cesetle ilgili edevâtı vermiş, akıl ve düşünce ihsan etmiş ki, bu aletleri ve edevatı, bu hisleri ve melekeleri kullanmakla büyük faydaları, ölü m den sonra ortaya çıkacak hak bilgileri ve faziletli ahlâkı kazansın. Şu halde insan bu alet ve edevatı, bu aklî ve fikrî kuvvetini şu sınırlı ve helâk edici lezzetleri ve şu bitmeye mahkum saadetleri kazanmakta kullanırsa, ömrünün sonuna geldiği zaman te l afisi mümkün olmayacak şekilde zararlara gark olduğunu görür. Çünkü bütün sermayesi boşa gittiği gibi, hoşa gider sandığı ve kazanmaya koştuğu kazancı da boşa gider, kesilir. Artık elinde ne sermayeden bir şey kalır, ne de kârdan. Bu ise inkârı hiç mümkün olmayan açık ziyandır. Bir insan ölümü ne kadar normal görürse görsün, hatta isterse onu hayatın acılarına karşı bir kurtarıcı gibi karşılamak istesin, onun için bu zararı görmek ve bunun can yakan acılarıyla gözlerini kapayıp en büyük lezzet bildiği bu â l eme ebedî bir hüzünlü ümitsizlik içinde hasretle veda edip gitmek kaçınılmazdır. Fakat bu zarar ve hasret, bu ebedî acı, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr eden ve bu dünyanın aceleci saadetini ve gelip geçici lezzetlerini, saadetin sonu ve
olgunlu kların nihayeti sayanlara mahsustur. Öldükten sonra dirilmeye ve kıyamete iman etmiş olan ve ahiret günü için lüzumlu ve önemli hazırlıkları elde etmeye koşan iman ehline gelince: Bunlar, o ayrılık ânında, gurbet ayrılığından vicdanının sevgilisi olan cân â nın semtine (Allah'ın huzuruna) doğru davet olunmuş bir yanmış âşık Ruhuyla uçar giderler.
Saat, zamanın kısımlarından az bir bölümün ismidir ki, gece ile gündüzün yirmi dört bölümünden bir bölümdür. Elif-lâm ile (es-sâatü) de hesap ve sorumluluk günü olan kıyamet gününün ismidir. O gün hesabın süratine binaen, "bir hesap saati" demektir. İkinci bir görüşe göre de kıyametin koptuğu zamanın ismidir ki Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir saatle ansızın bastıracağından dolayı böyle isim verilmişt i r. Allah katında bilinen saat demek olur. Nitekim âyette de "ansızın" buyurulmuştur. Anılan hasret ve hasret çekmenin başladığı ölüm zamanı da, ahirete geçişin bir başlangıcı ve girişi olmak itibarıyla ölüm de kıyamet cinsinden sayılıp o ad ile anılmıştı r.
32-Hayatı, dünya hayatından ibaret sananlar anlamalı ki dünya hayatı, yalnız dünya hayatı olma bakımından eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Dipsiz, sonu karanlık bir gafletten, faydasız oyuncaktan ibarettir. Bunun geçiş anlarını, lezzet sayılan şeylerini bir lahza düşünüp de ölümü göz önüne getirenler bunda asla tereddüd etmezler. Bunun içindir ki hayat, dünya hayatıdır diyenlerin en büyük zevki, onu ve sonucunu unutmak için boş şeylerle eğlenmekte, oyunlarla vakit öldürmekte bulurlar. (İbnü Âmir kırâetine göre şeklindedir) Ve herhalde dâr-ı uhrâ, ahiret evi, son vatan, ahiret hayatı evi, eğlence ve oyundan, küfür ve günahlardan korunan müttakîler hakkında hayırlıdır. Çünkü o devamlı hayat, halis faydalar, ebedî lezzetlerdir. Şu ha l de, ey insanlar akıl etmez misiniz, aklınız yok mu ki dünya hayatının ne olduğunu düşünüp de takvaya (Allah korkusuna) sarılasınız. İbnü Kesir, Ebu Amr, Âsım'dan Ebu Bekir Şu'be, Hamze, Kisâî, Halefû'l-Âşir kırâetlerinde okunduğuna göre: Hayat, dünya h ayatından ibaret deyip de öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr edenlerin hiç aklı yok mu ki bu kadar gaflete dalarlar da eğlence ve oyun arkasında koşarlar ve bu sevda ile Allah'ı Peygamber'i, ahireti inkâr eder, küfür ve günahlardan sakınmazlar.
Kâfirlerin yalanlama ve patırtılarına karşı Resulullah'ı teselli ve takviye etmek için buyuruluyor ki:
Ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
33 - Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat, o zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34- Senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir.
35- Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!
36- Daveti ancak dinleyenler kabul ederler. Ölülere gelince, Allah onları diriltir, sonra O'na döndürülürler.
33- Ey Muhammed, biz çok iyi biliyoruz. (Nâfi kırâetinde ) Onların söylemekte oldukları sözler herhalde seni üzüyor, fakat üzmesin. Çünkü onlar hakikatte seni yalanlamazlar. (Nâfi ve Kisâî kıraatlerinde if'âl bâbından okunduğuna göre, "seni yalana nisbet etmezler, sana yalancı demezler") Ve fakat zalimler A llah'ın âyetlerini inkâr ederler.
Rivayet ediliyor ki Ebu Cehil: "Biz seni yalanlamıyoruz, sen bizim kanaatimize göre doğrusun. Biz ancak senin getirdiğini yalanlıyoruz" demiş. Aynı şekilde Kureyş'ten Hâris b. Âmir: "Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana uyarsak yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz" demiş ve bu âyet de bunlar sebebiyle inmiştir. Muhammed (s.a.v.)'in hayatını ve ahlâkını az çok bilen kâfirlerin inkârlarında kendi vicdanlarına karşı tutunabildik l eri şüphenin bütün durumu şudur: "Hz. Muhammed kendi vicdanında yalancı değildir. O, bile bile, kimseyi aldatmaya yeltenmez, nebilik ve peygamberlik iddiasını da uydurma ve aldatma yoluyla yapmamıştır. Belki nebilik ve peygamberliğin sıhhatini hayal etmiş ve kendi vicdanında kendinin peygamber olduğuna inanmış, bu iman ve inanç ile bu iddiada bulunmuştur. Fakat onun inandığı nebîlik ve peygamberlik, haber verdiği yeniden dirilmek ve kıyamet gibi şeyler, hadd-i zatında ve gerçekte olamayacak ve inanılamayac a k şeylerdir. Şu halde davası yalan değil, yanlıştır. O, aldatmaz, fakat aldanmış, o peygamber değil, fakat kendini peygamber sanmıştır" derler. Son Avrupa tarihçi veya filozoflarının çoğunlukla iddiaları da budur: "Hz. Muhammed, kendi vicdanında, kendi ne b ilik ve peygamberliğinin doğru ve hak olduğuna emin idi. Vefatına kadar da bu iman ve itimadı hiç sarsılmadı, bu bir tarihî gerçektir" diyorlar. Bununla beraber peygamberliğine iman da etmiyorlar. Çünkü nebilik ve peygamberliğin haddi zatında vuku bulan h ak bir iş olabileceğine inanmıyorlar. Nebilik ve peygamberliğin vuku bulan bir iş olabileceği kabul edildiği takdirde, ilim ve tarih bakımından peygamberlik ve mucizelerinin delilleri diğer peygamberlerden daha çok açık ve zahir bulunan Muhammed Aleyhisse l âm'ın peygamberliğini inkâr etmenin açıktan açığa bir düşmanlık etme olduğunu biliyorlar. Bunlar böyle kendi gönüllerinde nebilik ve resulluk olamaz,
dünya hayatından başka hayat, ölümden sonra dirilme mümkün değildir gibi kişisel bir baskı, bir ukde tutmuşlar ve kendi deyimlerince bu düğümden, bu ukdeden Muhammed Aleyhisselâm'a ait peygamberliğin de mümkün olmadığını ve bundan dolayı Hz. Muhammed'in Ruhî sadakatine ve faziletli ahlâkına rağmen peygamberliğine inanmasında yanlış bulunduğunu iddiaya kalkışı y orlar. İşte Allah Teâlâ bu âyette gösteriyor ki, bütün bu şüpheler, bu yalanlama ve inkârlar doğrudan doğruya Hz. Peygamber'e değil, Allah'a yönelik bir yalanlama ve inkârdır. Gerçekte mümkün olan ve makul olmayan hiçbir çelişkiyi gerektirmeyen nebîlik ve risaleti, yaratma ve ölümden sonra tekrar diriltmeyi imkansız saymak Allah'a ve Allah'ın kudretine inanmamaktan doğar. Bu da her tarafta açık ve seçik olan hakkın delillerinin, Allah'ın âyetlerinin haklarını teslim etmemek, delaletlerini inatçı bir şekild e inkâr etmek haksızlığından ileri gelir. Bu ise nefse bir zulümdür. Böyle zulme alışan ve hakkın delillerine bütün inceliğiyle kıymet vermeyen zalimler, bütün âlemlerin Allah'a ve Allah'ın kudretine delalet edip duran açık deliller olduğunu inkâr ederler. Ve bu şekilde Kur'ân'ı ve Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini de inkârcı bir surette reddederler." Kur'ân ve Muhammed yok" demezler, fakat Kur'ân âyetlerinde, Muhammed Aleyhisselâm'ın yaratılışında ortaya çıkan hakkın delillerinin Allah'a ve Allah'ın ilim ve kudretine açık delaletini tanımazlar, "Bunlar, Allah'ın eseri değil, Muhammed'in eseri" derler. Hasılı yalanlamaları, bizzat Muhammed Aleyhisselâm'ın şahsına değil, Allah'ın kudretini ve kudretinin delillerini inkâr etmek zulmüne döner ki, bu da z a limlerin âdetidir. Ve bundan dolayı bu haksızlığın, bu cüretin cezasını verecek olan Allah, çekecek olan da kendileridir.
34- Ey Muhammed, kasem olsun ki senden önce birçok peygamber böyle zalimler tarafından yalanlandılar da, yalanlanma ve ezâ edilmelerine karşı sabır ve sebat ettiler. Nihayet kendilerine yardımımız erişti. Şu halde sen de bunları örnek al ve yardımımız gelinceye kadar sabret, böyle sabredenlere Allah'ın yardımı erişir. Allah'ın kelimelerini, vaadlerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Allah, gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: "Mutlaka kendilerine yardım edilecektir ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffât, 37/171-173), "Allah, elbette ben ve peygamberlerim galip geleceğiz diye yazmıştır", (Mücadele, 58/21) buyurmuştur. Bu kelimeler, bu vaadler her halde yerini bulacaktır. Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden, onların hallerinden ve mühim olaylarından hayli bilgi de geldi.
Ki bu âyet de işte onlardan biridir.
35- Eğer o kâfirlerin, zalimlerin yüz çevirmeleri sana çok ağır geliyor, gözünde büyüyor, sabır ve tahammül edilmez bir şey gibi görünüyorsa, sen kendi başına, yerin derinliklerine işler bir delik veya gökte üstüne çıkacak bir merdiven bulup da onlara t e k bir âyet, iman ettirecek bir harika getirmeye gücün yeterse hiç durma yap. Allah dilemiş olsaydı hepsini doğruluk üzerinde toplar, hepsine iman nasip eder, imanlı bir tek toplum yapardı. Mademki yapmamış, demek ki dilememiştir. O dilemeyince de sen ha n gi âyeti getirsen, hangi harikayı göstersen iman ettiremezsin. Şu halde sakın cahiller güruhundan olma, onları imana getirmek için hemen yerlere geçip veya göklere çıkıp da bir âyet, bir zorlayıcı mucize arayacak derecede hırslanma da sabret.
36-Çünkü davete, duyanlar, işitme gücü bulunanlar icabet eder. Ölüleri de Allah ba's eder, diriltir. Şu halde bugün duymayanlar yarın duyabilirler, bugün iman etmiyenler yarın edebilirler. Sonra da duyan duymayan, iman eden etmeyen hepsi Allah'a döndürülü r ler, hayır veya şer cezalarını bulurlar.
Evet, ölü gibi duygusu olmayan, işitmek istemiyenler, Allah'ın bu kadar açık âyetlerini hiçe saydılar ha!
Meâl-i Şerifi
37- Dediler ki: "Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" De ki: "Şüphesiz ki Allah, bir mucize indirmeye kâdirdir, fakat çokları bilmezler".
38- Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
39- Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar.
37-*} Ve: "ona Rabbinden bir âyet indirilse ya" dediler. İnen âyetleri duymadılar inkâr ettiler de, Peygamber'e kendi gönüllerince bir âyet ve alâmet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talep ve temenni ettiler. Ey Muhammed sen de ki: Allah bir âyet, bir alâmet, bambaşka bir mucize indirme y e şüphesiz kâdirdir. İndirmezse güçsüzlüğünden değil, hikmetindendir. Ve fakat onların çoğu bilmezler. İlim, şanlarından değildir. Âyeti, delili ve alâmeti farketmezler, ondan alınması gereken ilmi almazlar. İneni anlamadıkları gibi, ineceği de anlamazl a r. İstediklerinin kendilerine faydalı ve peygamber göndermesinden kastedilen hikmeti, korkutma ve teklife uygun olup olmayacağını ve indirilmekte olan ve bunca akla uygun delilleri içeren âyetlerden istidlâl edemeyen ve faydalanamayanların tek olaylardan hiç istidlâl edemeyeceklerini, faydalanamayacaklarını; delil ve âyetin asıl önemi, olayları olmadan önce anlatmasında olmak itibariyle, istenilen tek olay ve harikanın bir delil değil, bir medlûl, bir sonuç olacağını ve bundan dolayı olayın kendisinin ha d d-i zatında dağların başa geçmesi gibi bir musîbet ve bela olabileceğini ve özellikle inkârcıların bütün ihtiyarî güçlerini reddederek inkârlarını zorlayıcı bir şekilde söküp alacak ve giderecek olan bir olayın, bir kudret âyetinin kendilerini kahredecek ve yok edecek bir fiilî musîbetten başka bir şey olmayacağını ve bunun ise kendilerine değil, ancak başkalarına bir ibret ve âyet olacağını bilmezler de öyle cahilce temennîlerde bulunurlar ve dediklerinin yapılmasını Allah'ın kudretini inkâra ve hak âyet l eri yalanlamaya vesile edinirler. "O Peygamber de ona şöyle bir mucize inse ya!" derler, dururlar. Gerçi içlerinde bilenler ve heveslerine uyup sırf inat ve serkeşlik için böyle diyenler de vardır. Fakat çoğu bilmezler. Peygamber
ise cahillere, azgınlara uymak için değil, bildirmek ve haber vermekle Allah'ın azabından korkutmak ve irşad etmek için gönderilmiştir. Eğer onlar duysalar bilselerdi vuku bulan şeyde Allah'ın kudretine delalet eden fiilî alametler mi yoktur?
38- Ey inkâr edenler, yerde debel enen hiçbir hayvan, ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin benzeriniz ümmetler olmasın. Bu âyetin sevki iki şekilde düşünülür: Birisi ilmi ve ahirete imanı olmayıp, hayatı, bu dünya hayatından ibaret sananların genellikle hayvanlardan fa z la bir meziyete sahip olmadıklarını anlatmaktır ki "İşte onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapık" (Ârâf, 7/179) âyetindeki gibidir. Nitekim ikinci âyet de bunu açıklar. Diğer bir şekil de: Allah Teâlâ'nın delillerinin gücünü anlamak için, diğer h a yvanların yaratılışlarında ve hayat tarzlarında insanların istifade edeceği pek çok sırlar bulunduğunu hatırlatmaktır. Ki çoğunlukla tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Yani hepsi sizin gibi başlangıçta topraktan yaratılmış, bir hayat tarzına mazhar edilmiş, bir nizam altına alınmış; hepsi sizin gibi rızıkları, ecelleri biçilmiş, takdir edilmiş zamana kadar yer içer, gıdasını alır; hepsi sizin gibi birbirine çeşitli şekiller içinde bir benzeşme ve cinsiyet taşır. Hepsi sizin gibi toplanır, birbirler i yle tanışır, yanaşır veya kaçar, koklaşır veya döğüşür. Hepsi sizin gibi birbirinden doğar, ürer; hepsi sizin gibi bir asıldan çıkar, çoğalır, çeşitlenir. Yaratanın kudreti, hükmü ve tesiriyle tekden çıkan bu çeşitlenme ve ayrışma içinde hepsi sizin gibi bir hayvanî hayat yaşayan çeşitli bölükler ve farklı sınıflardır. Yerde sürünenleri, havada uçanları ile, her çeşit size, bir benzeme yönünü içererek, hepsi sizin denginizdir. Siz de sınıflarınız ve çeşitli özelliklerinizle onların bir benzerisiniz; hepsi, ilâhî takdir ve Allah'ın tedbiri dairesinde özel nizamlar ve hükmedici kanunlar altına konulmuş korunan haller, kurala bağlı işler, görünen ve yürüyen hususlar sizin gibi birer ümmet ve bundan dolayı size birer ibret dersidirler. Hepsi aslî yaratılışları ve varlık nizamlarıyle ilâhî kudretin birer deliller manzumesi ve hikmet kitabının âyetleridirler. Biz kitapta hiçbir şeyi geride bırakmadık ve kusur işlemedik, hiçbir şeyi eksik bırakmayıp, hepsini nizamına bağladık, kitaba yazdık. Bütün hilkat bir ki t ap ve bütün varlıklar o kitap muhtevasının kelimelerini ve delalet ettikleri şeyleri ifade eden nakışlar (süsler) ve yazılardır. Âlemde cereyan edecek olan bütün yaratıkların, iri ufak, yüksek ve alçak her şeyin durumları levh-i mahfûzda tamamen ve açık b i r biçimde yazılmış, hiçbiri ihmal edilmemiştir. "Allah'ın ilk yarattığı kalem" ve "Olacak şeyleri kalem
yazmış bitirmiştir" . Hak ilim kalblere o kitaptan nazil olur. Ve ilk kalemin yazdığı bu yazı, tesbit ettiği bu nizam sayesindedir ki varlıkları tetkik etmek ve incelemekle bilgiler, ilimler, fikirler edinilir, kitaplar yazılır ve tasnif edilir, geçmiş ve geleceğin kanunları sezilir. Hadiselerin gidişatından ezel ve ebedin kelimeleri ve âyetleri okunur. Ve hele yerde hareket eden hayvanların, kanat denilen iki basit yelpaze ile yerden kalkıp göğe doğru fırlayan, uçan kuşların hareketlerinde ve kaderlerinde etken olan kudret nizamının, hareket kanununun ve hayatın, bunların sonuçlarının inceleme ve tetkikinden bütün bunları temsil eden insanlığın ne g ibi hayatlara aday olduğunu ve bu konuda ne kadar ilâhî hüküm ve tekliflerin cereyanına uymak zorunda bulunduğunu ve Allah'ın yazdığı yazıların kesinliğini ve sırf hayvanî hayat yaşamak isteyenlerin bunlardan ve kendi tabiat ve yaratılışlarından ne kadar g aflet ettiğini az çok anlamak mümkün olur. Bu böyle olduğu gibi Kur'ân'da da insanlığın muhtaç olduğu deliller ve ilâhî tekliflerden hiçbir önemli şey terk ve ihmal edilmemiş, hepsi kısaltmadan uzatmaya veya uzatmadan kısaltmaya giden bir güzel beyan ile m uhkem ve müteşabih çeşitli şekiller, açık veya gizli deliller ve işaretler içinde hatırlatılmış ve ihtar edilmiştir ki "ancak sizin gibi birer ümmettirler." ihtarı da bu cümledendir. Bunlar gösterir ki Allah Teâlâ'nın gayb kudretinde, levh-i mahfuzunda bulunmayan ve bulunamayacak olan hiçbir âyet yoktur. O kâdir olan Allah yaratılışa, kanun koymaya ait, kavlî ve fiilî her âyeti indirebilir. O'nu da kitabına yazmış, nizamına bağlamış hiçbir ihmal ve kusur etmemiştir. Fakat âyetin faydalı olması, az çok b ir benzerlik ifade ederek çeşitli şekiller içinde benzerden benzere delalet etmesinde ve dolayısıyla bir tafsilatı özetlemesinde ve bir bütünlüğe işaret etmesindedir. Olayları yalnız tafsilatından okumak ve her olayı tek tek düşünmek ve bilhassa yaşamak i s tiyenler hiçbir âyet okuyamazlar. Bizzat olayların içinde boğulmuş kalmış, kendileri başkalarına ibret olmuş olurlar. Mesela filanın başına dağ yıkılmış, filanı yıldırım çarpmış, bunu teker teker düşünmekte hiçbir mânâ yoktur. O, kalemin kuruduğu bir olay d ır. Onun bir ibret olabilmesi, benzer dağların, benzer başlara yıkılıp düşebileceğini ve Allah'ın buna kâdir olduğunu ve bundan dolayı bundan sakınmak ve korkmak lazım geldiğini anlatması itibariyledir. Havada kuşun kanadıyla uçtuğunu görüp de ondan uçma k anunlarını ve o kanunları yazan Allah'ın kudretini anlamaya çalışanlar içindir ki, kuşların uçması bir âyet olur. Bütün hayvanların böyle birer âyet olduğunu anlamayan ve benzerliklerden sonuç çıkarmaya çalışmayanlara ne kadar âyetler indirilse boştur. İn d irilen bu kadar âyetlere aldırmayıp da,
"bir âyet indirilse ya" diyenler, âyeti anlar ve dinler olsalardı, gözleri önünde benzerleri olan hayvanlardan gereği gibi ibret dersi alırlar ve nasıl bir hayvanî hayat yaşadıklarını anlarlardı da, Allah Teâlâ'nın neler yaratmaya kâdir bulunduğunu ve hayatın içinde bulundukları dünya hayatından ibaret olmadığını takdir ederler ve öyle dünya hayatına sarılıp Allah'ın âyetlerini yalanlamaz ve inkâr etmezlerdi. Allah'ın kudretini anlamalı ki, ne yerde sürünen hayvanlar takdir edilmiş olan hayatlarını yaşamak için muhtaç bulundukları rızıktan mahrum kalırlar, ne de havada uçan kuşlar Allah'ın yazdığı sınırları geçebilirler. Hepsinin halleri ve hareketleri korunmuş, hayat serüvenleri bütün zamanlarıyla "Ümmü'l-kitab"da ya z ılmış ve zabtedilmiştir. Debelenir koşarlar, uçar sekerler. Sonra bütün bu ümmetler Rab'ları huzurunda toplanırlar. Ahirete sevkedilir, âlemlerin Rabbinin büyük huzurunda toplanırlar da o zaman birbirlerinden acılarını çıkarırlar. Nebevî hadiste geldiğ i üzere boynuzsuzlar boynuzlulardan öclerini alırlar. hiçbir hayvan yoktur ki hakkında bu yazılmamış bulunsun, bu sonuç başına gelmiyecek olsun.
39-Kitapta hiçbir şey eksik bırakılmadığı halde bizim âyetlerimizi yalanlayanlar ise, sağırdırlar. Onları duymazlar, gereği gibi düşünecek ve anlayacak şekilde işitmezler ve bundan dolayı "geçmişlerin masalları" derler. Ve âyetlerden saymazlar da başka âyet isterler. Ve dilsizdirler. Hakkı söyleyemezler. Ve onun için davetine icabet edemezler. Türl ü türlü karanlıklar içindedirler. Küfür, cahillik, inat, taklit, nefsin isteği ve ihtiras karanlıkları içinde önlerindekini görmezler, karanlıkta yuvarlanır giderler. Evet Allah kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır. Onda dalâlet yaratır. Kendi yolundan s a pıtır. Sapıklık onun devamlı tabiatı olur kalır. Allah'ın duyurmadığına kimse bir şey duyuramaz. Allah'ın söyletmediğine kimse bir şey söyletemez. Allah'ın göstermediğine kimse bir şey gösteremez, Allah'ın şaşırttığını kimse yola getiremez. Ağız, dil, göz, kulak verdikten sonra da Allah dilerse o dili söyletmez, o göze göstermez, o kulağa işittirmez. Gerçi yukarda geçtiği üzere Allah kendine rahmeti yazmış, hidayet fıtratı üzere yapmıştır. Önce bizzat, O'ndan zorla saptırmak gelmez. Allah'ın saptırması, ku l un sapıklığı istemeye yönelik bir kötü seçimi ile ilgilidir. Fakat yerde sürünen hayvanlar ile havada uçan kuşların farklılığı kabilinden fıtratın derecelerinin farklılığı, sırf onun istemesinin eseri olduğu gibi, kulun istemesinin yerine gelmesi ve onun b asması ve mühürlemesi de sırf onun istemesinin eseridir. Bazısında yüzlerle talebten sonra basmadığı sapıklığı, diğer bazısında bir kaç talep ile basar. Ve her kimi dilerse onu doğru bir
yola koyar ki, üzerinde yürüyen doğruca gider, maksadına erer.
Allah'ın âyetlerini yalanlayan, doğru yolundan kaçınan ve Allah'dan başka mabudlara tapınan müşriklere, yaratılışta zorunlu olarak tespit edilmiş bulunan birlik âyetini tasdik ile, kendi nefislerindeki yalan çelişkilerini açıklamak ve sonuçlarını göster mek için, ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
40- De ki: "Kendinizi hiç düşündünüz mü, Allah'ın azabı size gelse veya kıyamet vakti gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer sözünde doğru kimselerseniz cevap verin".
41- Hayır, yalnız o Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse kaldırılmasını istediğiniz belayı kaldırır ve o zaman ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.
42- Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Bize yalvarsınlar diye onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık.
43- Hiç olmazsa kendilerine baskınımız geldiği zaman olsun, yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaştı ve şeytan yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi.
44- Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.
45- Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
40- Bu deyim Arap dilinde benzeri bulunmayan bir soru ve teaccüb kelimesidir ki, derin bir hayret ortaya koymak sûretiyle "bana haber veriniz" mânâsını ifade eder. Kâideye göre bunun tam mânâsı: "sen kendinizi gördün mü söyle" demek gibi görünürse de, N ahiv ilminde bu şekilde fail ve mef'ûl olmayıp, kıyasa uymayan bir terkip olduğu beyan edilir. Ve "sen seni gördün mü? "sen, sizi gördünüz mü?" yerinde bir tekit ve tefsir mânâsında bulunduğu ve tümüyle "acaib, haydi haber ver veya haber veriniz" meâl i nde kullanıldığı gösteriliyor. de "hemze" soru içindir ki, teaccüp (şaşma) ve ihbar (haber verme) bunun gereğidir. Bu fiil, gözle görmeden veya "görmeye isabet etmek, ciğere nüfuz etmek" mânâsına re'y ve itikaddan veya iki mef'ûlüne teaddî eden ef'âl-i kulûbdan, bâbında bâkî ilim mânâsına görüş veyahut babında bâkî olmayıp haber verme mânâsına olan ilmî görüş olmak üzere dört iştikak (türeme) ile kullanılır. İlk üçünde kelimenin aslından olan ikinci hemze ya tahkik veya beyne beyne teshil ile okunur ve h azfi caiz olmaz. Ve muhatabın değişmesine göre gibi, tâ harfi (fâil zamiri) değişir ve fâili gösterir, buna gibi, kâf 'ın bitişmesi caiz olmaz. Fakat haber verme mânâsına ilmî görüşten olduğu zaman hemzenin tahkiki ve beyne beyne teshili, haz f i ve elife ibdâl ile meddi de caiz olur. Nitekim çoğunluk (cümhur) kırâetlerinde tahkîk ile, Nâfi ve Ebu Cafer'de teshil ile, Kısâî'de ıskât
ile ve Verş'de ibdâl (hemzenin elife çevrilmesi) ile okunmuştur ki, bu ibdâl Sarf ilmi kâidesine aykırı olmakla beraber Arap kelâmında vardır. Sonra iş bu "bana haber verin" mânâsında muhatabın değişmesine göre gibi tâ 'nın, önceki gibi değişmesi caiz olduğu gibi, tâ müfred müzekkerdeki hâli üzere meftûh (üstünlü) kalmakla beraber, muhatabın değiştiğine işaret iç i n sonuna gibi çeşitli şekilde bitişik kâf 'ın katılması da caiz olur ki, bu durum, bu fiile mahsustur. Buna göre kelimesi yerinde olarak "bana haber veriniz" demektir. Yani zamiri, mef'ûl değil, fâilin değiştiğine delalet eden bir harftir. B asralıların izahı budur. Fakat Kisâî bunun birinci mef'ûl makamında olduğuna kâni olmuştur. Bu şekil ile mânâ yine "bana haber verin" olmakla beraber ile , ile arasında esas itibariyle ince bir zevk farkı vardır. Kalbin vâki'de kendine ve kendinde meydana gelen şeylerle ilgili vicdanından, yani bir şuûra şuurdan; ise mutlak bir şuur vicdanından sormak ve soruşturmak demek olur. Nitekim bu âyette sorusu bu subjektif fiil olan dua ile ilgili vicdana yönelmiş. "Allah'tan başkasına mı dua ediyorsunuz?" buyurulmuştur. Gelecek olan âyetinde de "Allah'tan başka bunları size geri verecek tanrı kimdir" (Enâm, 6/46) buyurulmuş, nefislere dışlarından vâki olacak gelmelerle ilgili vicdana yöneltilmiştir ki, Kısâî mezhebi hem Nahve ait kıyasa uygun, hem de bu ince farkı açığa çıkarmış olması bakımından bizce daha çok dikkate şayandır.
Ey Muhammed, müşriklere de ki: Genellikle her biriniz kendinizi gördünüz, anladınız mı? Kendinize, vicdanınıza gerçekten şuurunuz var mı? Varsa şunu bana söyleyiniz, haber veriniz bakayım! Eğer size Allah'ın -dünyada yıkılıp gitmiş ümmetlere gelen- azabı gelirse, veya geleceği kesin olan saat gelir, başınıza kıyamet koparsa, Allah'tan başkasına mı dua eder ve sığınırsınız? Yani vicdanla r ınızın derinliklerine inerek kendinizi iyice yoklayınız, tartınız bakayım, böyle yok edici dert ve felaket karşısında bulunduğunuz veya içine düştüğünüz acıklı ve müthiş bir zamanda nasıl bir ruh hali içinde bulunursunuz? Bütün ümitleriniz silinir, ölmüş gibi tamamen ümitsizliğe mi düşersiniz? Yoksa henüz canınız çıkmadıkça yine bir kurtuluş ümidi besler, derinden derine bir kurtarıcıya sığınma hissiyle inler misiniz? Eğer inlerseniz, o zaman samimi kalbinizden kime sığınır, kime çağırır yalvarırsınız? Al l ah'a mı, yoksa Allah'tan başka tanrı tanıdığınız putlarınıza mı? Eğer siz doğru kimselerseniz gerçekte Allah'tan başka ilâhlar vardır iddiasında yalancı değilseniz söyleyiniz, öyle bir
zamanda Allah'tan başkasından ümit bekler, Allah'tan başkasına dua v e niyaz eder misiniz?
41- Hayır, ancak Allah'a dua edersiniz, her ne umarsanız O'ndan umar ve yalnız O'na niyaz edersiniz, O da dilerse dua ettiğiniz azabı, sıkıntıyı açar, başınızdan defeder, ve o zaman siz Allah'a ortak tuttuğunuz şeyleri unutur, evvelce tapındığınız diğer ilâhlarınızı o müddet içinde terkeder, hatırınıza bile getirmezsiniz. Çünkü zararı açmaya gücü yeten tek merci ancak Allah olduğu akılların yaratılışında ve vicdanın derinliklerinde mevcuttur. İşin ciddiliği ve korkunun d ehşeti diğerlerini siler süpürür ve o zaman Allah'tan başkasının hiç olduğunu vicdanlar açıktan açığa duyar, akıllar idrak eder, yeter ki akıl kalmış, vicdan donmamış bulunsun.
42-Ey Muhammed, sen emin ol ki senden önce bir çok ümmetlere biz peygam berler gönderdik. Böyle tanımadılar, küfrettiler de biz de onları şiddetli fakirlik, geçim darlığı ve hastalıklar ve âfetlerle sıktık, fakirlik ve zaruretle tuttuk baskı yaptık. Ki tazarru etsinler, düşüklüklerini anlayıp isyanlarına tevbe etsinler, affımıza sığınsınlar, yani bu hâl içinde tevbe ve tazarru etmeleri mümkün ve muhtemel idi.
43 Şimdi baskımız kendilerine geldiği sırada boyun eğip, sığınsalardı ya, ve fakat sığınmadılar, gittikçe kalpleri katılaştı. Uyanma kabiliyetlerini kaybettiler, fakirliğe ve zarurete alıştılar. Şeytan da yapıp durduklarını alladı pulladı kendilerine hoş gösterdi. Yaptıklarını fena diye değil, iyi yapıyoruz diye yapmaya, şerri hayır, günahı sevap saymaya başladılar. Artık tevbe ve dönüş ihtimali kalmadı, vi c danlar dondu, akıllar tutuldu, azıttılar da azıttılar.
44-Başlangıçta fakirlik ve ihtiyaç, mahlûkun aslî yokluğunun gereği ve mahiyetinin lüzumlu unsurudur. Onu defeden ve yok eden de Allah'ın rahmetidir. O rahmetin eksilmesi ile ortaya çıkan fakirlik, zaruret ve sıkıntı ise, isyanlar ve serseri insanlara hadlerini ve kendi kendilerine bakıldığı zaman durumlarının gereğini hissettirerek ve göstererek kurtuluş ve kulluk hissi uyandıracak bir fiilî alâmet ve ilâhî hatırlatıcıdır. Ve bundan dolayı ihtar ettiği mânâyı anlayanlar için bir nimettir. Fakat bunun, bu ihtar edici kuvveti ve irşad edici delaleti devamlı değil, belli bir müddet ile sınırlanmıştır. Bunun için böyle bir ilâhî sıkıntıya tutulanlar, onu ilk önce nimet bilmeli ve süratli bir şekilde u yanarak nefsin baş kaldırmasını kırmalı ve kulluk aczini hemen anlayıp tevbe ve yalvarış ile Allah'a sığınmalı ve ıslah yoluna dönmelidir. Bu uyanıklılık ne kadar çabuk
olursa, dünya ve ahiret faydası da o kadar mühim olur. Bunu anlayıp tevbekâr olanlar dünyada olmazsa, herhalde ahirette istifade ederler. En şiddetli olan ilk tesir anları geçtikçe ihtarın kuvveti azalır, daha çok kuvvetlendirmeye ihtiyaç duyulur ve gittikçe uyanma ihtimali azalır ve zor elde edilir. Nihayet o sınırlı müddet biter, sıkıntının bütün uyarıcı kuvveti de tükenir, bir alışkanlık ve tabiat haline gelir ve kalb öyle katılaşır ki, artık ondan sonraki başkaldırma alabildiğine şiddetlenir. Artık baskı ve şiddetin hiçbir terbiye edici hassası kalmaz. Bunun için terbiye edici bir hikmet ve maksatla tatbik olunacak baskı ve şiddet, uzun ve devamlı olmamalıdır. İlâhî hikmet, baskıyı, şiddeti ve nihayet azab etmeyi, fesadı ıslah, kötülükleri sınırlama, durdurma ve temizlemek için tatbik eder. Fakirliğin ve zaruretin kaynağı olan kötülüklere karşı baskıyı artırmak ise, o kötülükleri çoğaltmak demek olur. Bunun kurtulma ihtimali varsa, zorlamada değil, kolaylaştırmadadır. "Bir şey sıkıştığı zaman genişler" Sıkıştırma ile katılaşmış olan kalbleri yumuşatırsa, kolaylaştırma ve genişletme yum u şatabilir Ve artık bu genişletme ve genişleme onlara ya kurtuluşu kazandırır veya patlatır bitirir. Ve her iki takdirde kötülükler sonsuz bırakılmış, kötülerin arkası alınmış olur. Şu halde o katı kalbliler ne zamanki hatırlatıldıkları ibretleri unuttu l ar. Evvela derece derece kolaylaştırmayı ifade eden peygamberlerin hatırlatmaları, ikinci olarak tevbe ve teslimiyet telkin eden şiddet ve zaruret ihtarlarını düşünmek ve uyanık olmak ihtimalleri kalmadı. O zaman üzerlerine her şeyin kapısını açtık. O ş i ddet ve sıkıntıdan sonra onlara öyle bir hürriyet ve refah verdik ki, maddî manevî bütün engelleri kaldırdık, her taraftan üzerlerine nimetler saldırdık, iyi kötü her şey kendilerine bol bol açık bulunuyordu. Her türlü rahatlar, sıhhatler, zaferler, başarılar, zevkler, sefalar önlerinde âmâde idi. Ne arzu etseler bulacak ne isteseler yapabilecek bir hale geldiler. Kendilerine, kendi iradelerinden başka yasaklayacak ve kayıtlayacak hiçbir şey görünmüyordu. Öyle serbest bir imtihana kondular ve öyle derece d e rece yükselmeleri arttı ki nihayet bu hürriyet ve refah ile ferahlandılar. Tuttukları yolun iyi olduğuna ve bütün bunların kendi hakları olduğuna ve her sorumluluktan kurtulmuş olduklarına hükmettiler. hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz oldular. Her şey k endilerininmiş, Allah ve ahiret yokmuş gibi zevk ve sefaya daldılar, keyiflerini çattılar. Tam böyle ferahlandıkları, "gel keyfim gel" dedikleri sırada kendilerini birden bire bastırıp yakalayıverdik. O saat iblis gibi bütün ümitleri kesildi. Ümitsi z lik ve tam mahrumiyet içinde donakaldılar. Bundan böyle onlar, sonsuz bir hasret içindedirle
45- Artık o
zulmeden, şükür yerine küfreden kavmin ardı alındı, kökü kesildi. Arkalarında hiç kimse bırakılmadı, hepsi yok edildi ve bu şekilde zulümlerine son verildi. Böyle zalimleri bile her türlü hatırlatmayı yaptıktan ve Allah'ın her türlü rahmet eserini gösterip her imtihandan geçirdikten sonra azab etmek ve yok etmek ve yeryüzünü bu türlü zulüm ve şerlerden kurtarmak elbette Allah'ın kulları için pek büyü k şükranlara layıktır. Her nimet gibi bunun da hamd ve şükrü âlemlerin Rabb'i olan Allah'adır, O'nun hakkıdır.
Ey Muhammed, sen Allah'a hamdet de, hamd etmeyen nankörlere:
Meâl-i Şerifi
46- De ki: "Söyleyin bakalım, eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alır da kalblerinize mühür vurursa, Allah'tan başka onları size getirecek tanrı kimdir?". Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz, sonra da onlar yüz çeviriyorlar?
47- De ki: "Söyler misiniz bana! Size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak olur?"
48- Biz peygamberleri, ancak rahmetimizin müjdecileri ve azabımızın habercileri olmak üzere göndeririz. Artık kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiç korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.
49- Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, yapmakta oldukları fenalıklar yüzünden onlara azap dokunacaktır.
46- De ki: Şunu bana haber veriniz. Eğer Allah kulaklarınızdaki işitmek ve gözlerinizdeki görmek gücünü alıverir, duyan kulaklarınızı sağır, gören gözlerinizi kör ediverir, ve kalblerinizi mühürleyiverirse, yani mühürler, hayır ve hidayeti anlamayacak bir hale koyar veya deliler gibi akılları giderir veya hiçbir şey duyamayacak şekilde kalblerinizi öldürür, bütün şuurunuzu alıverirse, Allah'tan başka onu size getirecek ilâh kim?. Yani işitir kulaklarınız, görür gözleriniz, duyar kalbleriniz var; bunları görüyor, biliyorsunuz değil mi? İnsanlığınızın en şerefli güçleri olan bu araçları size veren Allah dilerse sağırlar, körler, yanılanlar, delirenler, uyuyanlar, bayılanlar, ölenlerde yaptığı gibi sizden yine alabilir. Bunu da görüyor, biliyorsunuz değil mi? Allah bunlardan birini veya hepsini alırsa, sağırların kulakları, körlerin gözleri açıldığı, delilerin ayıldığı, uyuyanların uyandığı gibi dilediği zaman yine verebiliyor. Bunu da görüyorsunuz değil mi? Peki ama Allah bunları alır ve vermek istemezse size onları alıp getirecek geri verebilecek hiçbir kimse, Allah'tan başka hiçbir kudret düşünülebilir mi? Ve hele sizin ilâh diye tapındıklarınızdan birinin bunları iade edebilmesine imkan var mıdır? Hayır, değil mi? O halde Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretini nasıl inkâr ediyorsunuz? Ve nasıl olup da Allah'tan başka ilâh var diyorsunuz. Ve nasıl oluyor da ö l dükten sonra dirilmenin ve kıyametin imkanına ve bunları Resulüne tebliğ edebileceğine inanmıyorsunuz?
Ey muhatab, bak biz âyetleri nasıl tasrif ediyoruz, nasıl çeşitlendiriyoruz? Ve nasıl şekilden şekle koyuyoruz. Bir vücutta kulaklar yapıyoruz, gözler yapıyoruz, kalbler yapıyoruz, bunları alıyoruz veriyoruz; bir kalbe hem kulaktan, hem gözden, hem de kendinden nişanlar veriyor, delaletler telkin ediyoruz. Onlara hem varlıklarını duyuruyoruz, hem yokluklarını; aynı bir mânâyı kâh kulaklara koyuyor u z, kâh gözlere sokuyoruz, kâh doğrudan doğruya kalbe bırakıyoruz. Bir mânâ, kâh bir ses olup kulaklarda çınlıyor, kâh bir nakış olup gözlerde parıldıyor, kâh bir acı ve tad veya sırf bir akıl olup kalbleri oynatıyor. Bir ses, bir nakış, bir akıl, kâh geçm i şleri çekip getiriyor, kâh geleceklere çekip götürüyor, kâh bir nimetin cazibesi ile istekleri çekip imrendiriyor
ve kâh bir cezayı uzaklaştıran şeyle nefretler, korkular saçıyor; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli nitelikler içinde diziliyor, kulaklara dökülüyor; doğru ve eğri, kırık veya kırık olmayan hareketler, sükunetler bir ışık ile çeşitli şekiller kazanıp gözlere sokuluyor. Bütün bunlar aynı bir mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalblere iniyor, zihinde izlenim bırakıyor, de r ken o şuur ve idrak o kalbten yine aynı mânâ ile harekete geçiyor, çeşitli, birbirine benzer, birbirinin aynı şekiller ve nitelikler ile nefislerden, bedenlerden birer fiil olarak çıkıyor. Önceki gibi ağızlardan ses, ellerden yazı olarak yavaş yavaş yayılıyor ve bütün bu tasarruflar ve değişmelerde o kulakları, gözleri, kalbleri, vücutları birleştiren aynı mânâlar sabit ve aynı medlûller ebedî kalıp gidiyor. Fezanın derinlikleri, zamanın uzaması içinde kalblerde duyulup hafızalarda tutulan, dillerde söylen i p kulaklarda işitilen, ellerle sayfalara yazılıp gözlerle görülen, ağızlarla okunan ve bu şekilde tekrar tekrar yayılıp yaşayan ve fakat bunların hiçbirine girmiş olmayıp o derinlikleri ve uzunlukları kaldırarak bir noktada, bir vicdan parıltısında toplay a n o ebedî mânâlar ve değişmez hakikatlardir ki tek olan Allah Teâlâ'nın varlığını, kudret ve tasarrufunun kemalini gösteren hak âyetlerin aslı, zât ve hak sıfatının ifadesi olan ve Allah'ın tebliği ve ifadeye gücü yeten en belağatlı bir mütekellim (konuşa n) olduğunu da isbat eden Kur'ân'ın, Kelâmullah (Allah kelâmın)ın kendisidirler. Bakınız Allah o âyetleri Kur'ân'ında ne tertiplere, ne üslûblara, ne nazımlara koyuyor: Kâh yapmaya, kâh yoketmeye, kâh iadeye yönlendiriyor. Kâh tek bir tenbih ve ihtar yapıy o r, kâh hisleri harekete getirip teşvikler, korkutmalar saçıyor, kâh gökleri ve yeri gezdirip ufukları dolaştırıyor, kâh kalblerin, vicdanların derinliklerine indirip iç dünyaları gösteriyor, kâh aklî prensipler tertibiyle mantıklar içinde görünmeden görün m eyeni anlatıyor. Kâh aynı anlayışı, aynı haberi, aynı müşahedeyi, aynı âyeti bir bediî sanat ile şekilden şekle, sûretten sûrete, nazımdan nazma, çeşitli ve pek çok âyetler yapıyor ve kâh çok çeşitli âyetleri bir âyete döküp genişleri kısaltıyor. Özetle h a kikatin durumlarını nasıl bir harf, bir kelime hâline getiriyor, o harfleri ve kelimeleri nasıl sîgâ (kip)lara çekiyor da, o açık deliller ile kendi varlığını, birliğini, tasarruf kudretini kulaklara, gözlere, kalblere nasıl tebliğ ediyor? Sonra da onla r bu âyetlerden nasıl yüz çeviriyorlar?
47- Ey Muhammed de ki: Vicdanınızı iyi tartın da şunu bana iyi haber veriniz: Eğer size Allah'ın azabı hiçbir delil ve alameti olmaksızın birdenbire veya önce deliller ve emarelerini göstererek
açıktan açığa gelirse, zalimler güruhundan, yani küfrü iman yerine koyan sizden başkası mı helak olacak? Hayır.
48-49-Bir de o kâfirler peygamberliğin mahiyetini ve görevlerini, peygamberlerin gönderiliş hikmetini bilmezler de, Peygamber'den vazife ve selahiyeti dışında şeyler isterler. Halbuki biz öteden beri gönderdiğimiz peygamberleri başka değil, ancak birer müjdeci ve Allah'ın azabından korkutucu olarak göndeririz. Bütün peygamberler kavimlerini sevindirecek şeyleri haber verip müjdelemek ve zarar v erecek şeyleri haber verip korkutmak ve sakındırmak, itaatları ve itaatların sevabını, günahları ve günahların cezasını haber vermek ve tebliğ etmek için gönderilir. Yoksa haber verilen şeylerin meydana gelmesi ve meydana getirilmesine onların asla karışm a hakları yoktur, o Allah'a aittir. Peygamberin görevi acı ve tatlı doğru haberler vermektir. Şu halde kim iman edip durumunu düzeltirse, onlara hiçbir korku yoktur.
Bu bilindikten sonra dâvayı açıklıyarak ve o kâfirlerin sorularına cevap olarak ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
50- De ki: "Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misi niz?"
51- Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.
52- Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah akşam Rab'lerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değiller. Onları yanından kovduğun takdirde zalimlerden olursun.
53- Biz onlardan kimini kimi ile, "Allah aramızdan bunlara mı lutfunu layık gördü" desinler diye, işte böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
54- Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: Selam olsun size! Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden her kim bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder, kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, esirgeyendir".
55- Suçluların tuttuğu yol açığa çıksın diye, âyetleri işte böyle genişçe açıklıyoruz.
50-51-Kırâet: kelimesi Âsım'dan Şu'be, Hamze, Kîsâî ve Halefü'l-Âşir'e göre "yâ" harfi ile şeklinde okunur. kelimesi de Nâfi ve Ebu Cafer'e göre "lâm"ın nasbı ile şeklinde okunur.
"HAZAİN" kelimesi, dilimizde "hazine" veya "hazne" denilen "hizâne" kelimesinin çoğuludur ki, ellerin erişemiyeceği bir şekilde mal biriktirilen, saklanılan mekânın adıdır. Yani mânâ: "Ben, Allah'ın kudret hazineleri bendedir, bana teslim edilmiştir, ben onlarda tek başıma veya izinli olarak dilediğim gibi tasarruf ederim, diyemem, böyle bir iddiada bulunmam" demektir. Buna göre âyetler indirmek veya azab indirmek veya dağları altın yapmak vesaire gibi şeyler bana ait değildir. Bana: "Sen, Allah tarafından elçiysen Allah'tan iste de bize dünya saadetlerini bol bol versin, yoksa peygamberliğine inanmayız." demeye hakkını z yoktur. Onlar benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Dilediğine mülk veren, dilediğinden mülkü alan, dilediğini üstün kılan, dilediğini zelîl eden "biyedihi'l-hayr" (hayır elinde olan) O'dur. Ben gaybı da bilmem. Bilgim dışında bulunan Allah'ın fiil v e bilgilerini bilirim diye iddia da etmem. Kahinlik taslamam. Diğer bir âyette de "Eğer ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben, sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (Ârâf, 7/188) şeklinde gelecektir. Şu halde bana: "O kıyamet ne zaman?" veya "Azab ne zaman?" gibi gayba ait sorular sormanızın da bir mânâsı yoktur. Ben size "bir meleğim" de demem; bir melek olduğumu da iddia etmem. Bundan dolayı "Yahut göğe çıkmalısın" (İsrâ, 17/93) diy e beşerde âdet olmayan göğe çıkmak gibi olağanüstü fiilleri bana teklif etmeye veya benim
meleklerde bulunmayan yemek içmek gibi insana ait vasıflarımı peygamberliğime engel sayıp, "Bu peygambere ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor?" (Furkân, 25/7) demeye de hakkınız yoktur. Ben başka bir şeye değil, ancak bana gönderilen vahye uyarım, ona tâbi olurum. Gayba dair verdiğim haberler benim kendimden değil, Allah'dan bana gelen vahiylerdir ve Allah'ın ilmini tebliğdir. "Allah gaybını, dilediği peygamberden başka bir kimseye bildirmemiştir. Çünkü O, onların önüne ve arkasına gözetleyiciler koyar." (Cinn, 72/26-27) âyetinin delaletine göre Allah gaybına hiç kimseyi haberdar etmez ve hâkim kılmaz. Ancak seçtiği ve emîn kıldığı Resul müstesnadır. Ona önünden ve arkasından korucular koyar, temin eder ve o şekilde ona görmediği ve bilmediği bazı gaybları vahyeder, haber verir; haberin içeriği o Resulün yanında hazır olmadığı, görünmediği halde, vahy ve haber fiilî bir şekilde görünür ve hayır bulun u r. Ve onun bizzat bilmediği gayb, bu sayede âyet ve alametiyle bildiği olur. Vasıta ile de olsa, bilinen şey her yönüyle gayb olmaz. Bilinen, mutlak gayb değil, haber verilen gaybdır. Bunun içindir ki, beşer ilminin hepsi bir haber, bir önerme mahiyetinde ortaya çıkar ve beşer ilminin hakkı, haber vermesi, hakkın zatı değil, âyet ve alametinin kalbde hazır olmasıyla bir kelâmî delalettir. Ve bunun zamanı Hak Teâlâ'nın kendine şahitliğidir. Hissedilen ve görünenlerde bile kulaklara, gözlere ve onlar aracılığıyla kalbe gelen eşyanın zatı değil, eşyanın alametleridir. Ve en açık, en sarih âyet, hakkın kelâmı; en açık ilim de Hakk'ın haber vermesidir. Vahiy de Allah kelâmı olan Hakk'ın âyetlerinin kalbe zorla girmesidir. Peygamberlik de Allah'tan vahiy almak ve gereğince amel etmekten ibarettir. Peygamber vahiy ile Hakk'ın âyetlerini görür ve haber verir. Elbette duyan, duymayana karşı delildir. Ve peygamberlerle peygamber olmayanların farkı, gözlülerle körlerin farkı gibidir. Körler göremedikleri, şeyleri ancak görenlerin haber vermelerini dinleyerek duyma yoluyla istifade edecekleri gibi, peygamber olmayanlar da peygamberlerden öyle istifade edebilirler. Körlere gözlülerin delilleri ve alâmetleri olan renkleri anlatmak mümkün olmaz. Sağır ve deli değillerse önl e rindeki uçurumu söyleyerek sakındırıp korundurmak ve duyma âletleri ve kalb sayesinde doğru yolları anlatmak mümkün olur. Bunun için buyuruluyor ki:
Kör ile gören eşit olur mu? Şimdi siz bir düşünmez misiniz, de! Ve bu vahy ile o kimseleri kor kut ki, Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkarlar. O halde ki kendilerinin ondan, âlemlerin Rabbinden
başka ne bir dostları, ne de bir şefaatçileri yoktur. Gerek vukuuna inanmakla olsun ve gerek imkan ve ihtimal üzerine şek ve tereddütle olsun kalblerinde böyle bir haşr (toplanma) korkusu, bir ahiret hissi bulunduğu halde, korunmayan veya korunmasını bilmeyen, dolayısıyla muttakî olmayanları korkut, ki bunlar belki korunurlar. Yani bunlar içinde bu sayede ittika edecek, korunacak olanlar vardır. G erçi haşr ve ahireti tamamen inkâr edenler yahut ahirete inanmakla beraber Allah'ın azabından kendilerini kesin kurtarabilecek Allah'tan başka yakınları veya şefaatçıları bulunduğuna kat'i şekilde inanmış bulunanlar, mesela putlarının ve diğer ilâh tanıdı k larının ve babalarının, dedelerinin, pirlerinin ve Allah'ın izni olmadan peygamberlerinin Allah'a karşı kendilerine sahip olup şefaat edeceğine inanmış olanlar korkutulmaları mümkün değilseler de, Allah'dan başka dost ve şefaatçıları olmadığına inanan vey a ihtimal verenler, korkmaları ve tesir altında kalmaları mümkün olanlardır.
52-Böyle gereğince korunmayanları korkutma emrinden sonra, muttakîlere ikram ve müjdelemek için buyuruluyor ki: Ve şöyle muttakîleri kovma ki sabah akşam (yani her zaman) Rablerine dua ve ibadet ederler ve ederken sırf onun (o âlemlerin Rabbinin) cemalini, rızasını isterler. Samimi niyet ile ve ancak Allah'a dönerek daima dua ve ibadet ederler. Onların hesaplarından hiçbir şey sana ait değil. Senin hesabından h içbir şey de onlara ait değildir, ki muhasebe vazifesi veya endişesiyle onları koğasın. Şu halde koğma, ki zalimlerden olursun.
Rivayet ediliyor ki Kureyş'in ileri gelenlerinden birtakımları Hz. Peygamber'e uğramışlar, yanında Suheyb, Cenab, Bilâl, Ammâr, Selmân ve diğer fakir müslümanlar bulunuyormuş. "Ey Muhammed, sen kavminden vazgeçtin de bunlara mı razı oldun? Biz bunların arkasından mı gideceğiz? Bunları yanından kovsan biz senin meclisine gelir konuşuruz, belki de uyarız" demişler. Resulu l lah "Ben müminleri kovmam" (Şuarâ, 26/114) buyurmuş. "O halde biz geldiğimiz zaman bunları kaldır, gittiğimiz zaman yanında oturt" demişler. Hz. Ömer de "Ey Allah'ın Resulü yapsan bakalım ne olacak?" demiş. Sonra onlara ısrar etmişler ve bunun yazılma s ını istemişler, Resulullah da yazılması için bir sayfa ile Hz. Ali'yi çağırtmış ve bu âyet " "e kadar bu sebeple nazil olmuştur. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) sayfayı atmış ve Hz. Ömer sözünden dolayı özür dilemiştir. Selman ve Cenab (radıyallahu anh ü mâ) demişlerdir ki, "Bu âyet bizler hakkında nazil oldu, Resulullah bizimle
beraber oturur ve biz kendisine dizimiz mübarek dizine dokununcaya kadar yaklaşırdık ve istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf sûresinde "Nefsini, sabah akşam, rızasını istiyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut" (Kehf, 18/28) âyeti nazil oldu ve bundan dolayı biz kalkmadan, kalkmayı terk buyurdu ve dedi ki: "Hamdolsun Allah'a ki, ümmetimden bir kavim ile beraber nefsime sabrettirmemi bana emretmeden beni öldürmedi, hayat sizinle, ölüm sizinle".
53-Zira böyle bir fitne ile, yani kovmaya ve hakarete layık sanılan fakirleri ve zayıfları iman ve ihlas ile memnun ve ikram etmek gibi bir imtihan iledir ki onların bir kısmını diğer kısmıyla imtihan ettik. Şunları mı Allah aramızdan lutuf ve nimetine layık gördü? desinler diye fitneye düşürdük, birbirleriyle denedik. Nefislerine, mevki ve zenginliklerine mağrur olarak diğerlerinin ve özellikle düşkün fakir ve zayıflar kısmını hakir görenleri, bir gün gelir Al l ah onlarla sınar, kendilerine vermediğini onlara verir, karşılarına çıkarır, gururlarını kırar. O zaman onlar o nimetlerin esası bir ilâhî ihsandan ibaret olduğunu, Allah Teâlâ'nın dilediğine dilediğini vermekte olduğunu anlıyarak kulluk aczlerini idrak e d er ve Hakk'a nefislerini teslim edip tevbekâr olurlarsa, bu imtihanda kazanmış olurlar. Fakat kibir ve gururlarını yenecek yerde büsbütün azıtır ve servetlerimiz veya asaletlerimiz veya zekalarımız, ilimlerimiz, sosyâl mevkilerimizle bizler dururken Allah böyle düşkün, züğürt, bayağı kimseleri mi bizim önümüze düşürecek veya karşımıza çıkaracak? Böyle şey olmaz diye fazilet ehlinin faziletini inkâr etmeye ve Allah'ın takdirine karışmaya kalkıştılar mı, bu artık onların imtihanda kaybettikleri, zamanın değişmesinin en derin uçurumlarına yuvarlanmaya başladıkları gündür. Ve işte Allah o gururluları, zalimleri bu sonuca getirmek için böyle bir fitne ve imtihana düşürmüştür. Temsili gösteriyor ki bu imtihanın çeşitli şekilleri bulunmakla beraber başı ve en ön e mlisi maddeyle gururlananların küfür ve günahkârlığına, sakınmasızlığına karşılık fakirlere ve zayıflara Allah'a iman ve ihlas nimetinin lutfedilmesidir. Ve bu âyet bunu açıklamakla "sakın kovma... yoksa zalimlerden olursun" yasağının sır ve hikmetine işaret etmiştir.
Acaba Allah şükreden kullarını onlardan ve herkesten daha iyi biliyor değil midir? Ki bu gururlu nankörler, o samimi korunanlara
Allah'ın nimet vermesini uzak görüyor ve onların kovulmalarını istiyorlar? Şu halde sakın onları kovma!
54- "Âyetlerimize inananlar sana geldikleri zaman onlara şöyle söyle: 'Selam olsun size, Rabb'ınız rahmeti kendi üzerine yazdı, sizden biri bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra arkasından tevbe eder kendini düzeltirse, muhakkak ki O, bağışlayan, merhamet edendir." diyerek bu şekilde müjdele!
55- Böyle tâ yukarılardan beri gelen duruma uygun açıklamalarla biz âyetleri açıklarız ve günahkârların yolunun tamamen ortaya çıkması için kırâetine göre: "günahkârların yolunu senin açıklığa kavuşturman, kesip atman içindir" ki daha açıklayacağız:
Meâl-i Şerifi
56- De ki: "Şüphesiz ki bana, Allah'tan başka yalvardıklarınıza ibadet etmem yasaklandı". De ki: "Sizin çarpık isteklerinize uymayacağım, (eğer uyarsam) o zaman sapıtmış olur, doğru yolda gidenlerden olmamış olurum".
57- De ki: "Ben Rabbimden apaçık bir delile dayanmaktayım, siz
ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz azab benim elimde değildir, hüküm ancak Allah'a aittir, gerçeği O anlatır ve O, hakkı bâtıldan ayırdedenlerin en hayırlısıdır".
58- De ki: "Sizin çabuk gelmesini istediğiniz azab benim elimde olsaydı, benimle sizin aranızdaki durum herhalde sonuçlanmış olurdu. Allah, zulmedenleri en iyi bilendir".
59- Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları O'ndan başkası bilmez, karada ve denizde olanları O bilir ve bir yaprak düşmez ki, onu O bilmesin; ne toprağın karanlıklarında bir tane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan Kitap'ta bulunmasın.
60- Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm ânı gelinceye kadar gündüzleri sizi uyandırıp kaldıran O'dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O haber verecektir.
61- O, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve size koruyucular gönderir, sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksiklik yapmadan, onun canını alırlar.
62- Sonra da gerçek Mevlâlarına döndürülürler. Dikkatli olun, hüküm ancak O'nundur ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.
6 3- De ki: "Bizi bu tehlikeden kurtarırsa elbette şükredenlerden olacağız" diye gizli ve aşikâr O'na yalvarıp dururken, karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?
64- De ki: "Allah, sizi ondan ve bütün sıkıntılardan kurtarır, sonra da siz yine ortak koşarsınız".
65- De ki: "O'nun üstünüzden ve ayaklarınızın altından azab göndermeye, yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter". Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, onlar iyice anlasınlar.
66- Kavmin o (Kur'ân'ı) yalan saydı, halbuki o gerçektir . De ki: " Ben sizin vekiliniz değilim".
67- Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır, siz de onu yakında bileceksiniz.