15. Bölüm
AKIL VE DERECELERİ
İnsanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mânâ
kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına
girmesini sağlayan akıldır.
Akıl, Allah-u Teâlâ’nın kullarına lütfettiği en büyük
nimetlerden birisidir. Buna rağmen vahiy nuru, peygamber nuru olmadan hakikatı
bilemez, doğru yolu bulamaz.
Aklı göze benzetirsek, din güneş mesabesindedir. Göz ne kadar
keskin olsa da, gece karanlığında hiçbir yeri göremez, hiçbir işe yaramaz.
Aklın en büyük desteği dindir. Akl-ı selim, din ile birleştiği
zaman, Hakk ve hakikatı tasdik eder ve Allah-u Teâlâ’nın methine mazhar olur.
“O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar.
İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl
sahiplerinin tâ kendileridir.” (Zümer: 18)
Onlar nefislerinin arzularına kapılmayıp, dünya saâdetinin
ahiret selâmetinin yolunu takip etmeye devam edip dururlar.
Akıl ancak; İslâm dinine uymakla, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini
yapıp nehiylerinden kaçınmakla, Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve izinden
yürümekle Hakk’ın sevgisini kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi
olun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i imran: 31)
Kalplerinizden perdeleri kaldırsın, aşırılıklarınızı gidersin,
sizi cennetlerine yaklaştırsın ve katında sizlere yer hazırlasın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sünnet-i seniyyeme sarılan mümin cennete girer.”
(Münâvî)
Yani ancak Resulullah Aleyhisselâm’a uymakla Allah sevgisi
kazanılır, aksi halde mümkün değildir.
Dinin kılavuzluğundan uzak kalan akıl ise, güneş olmadığı için
göremeyen göz gibidir. Hakikatı idrâk edemez. Allah-u Teâlâ onlardan akıl ismini
almış ve Âyet-i kerime’lerde onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara: 44)
Nedir bu yaptığınız hareketler?
“Böyle yapmaları, akıl erdirmeyen bir topluluk
olmalarındandır.” (Mâide: 58)
Çünkü aklı başında olan her insan geleceğini düşünür, ona göre
tedbirini alır, tedarikini yapar.
“Onların çoğunun akılları ermez.” (Mâide: 103)
Yaptıkları işin asılsız olduğu hususunda akıllarını
kullanmazlar.
“Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar
mı sanıyorsun?” (Furkan: 44)
Çünkü onlar hak ve hakikatı işitmek için kulak vermiyorlar,
düşünmek için akıllarını kullanmıyorlar. Ne delil, ne şahid, ne de hak ve
hakikat tanıyorlar.
İlâhî bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek
Hakk’tan ayrılan, Hakk ve hakikatı kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran
kimseler, cezâ günü geldiğinde pişmanlık ve hasretler içinde kendilerini
kınayacaklar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar diyecekler ki: ‘Eğer biz dinler yahut akıl eder olsaydık
şu çılgın cehennem ehli ile beraber olmazdık.’” (Mülk: 10)
Demek ki bizler ne söz dinleyen, ne de aklını kullanan kimseler
değilmişiz. Yazıklar olsun bize!
•
Kitaplarımızdaki derin mevzuların idrâk edilemeyişinin sebebi,
kişilerin o akılda olmayışından ötürüdür. Akıl derecelerinin kemâl bulması
lâzımdır. Anlatılan şeylerle irfan husule gelmeyiş sebebi de budur.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben
yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden
başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Bu Kudsî Hadis-i şerif göz önünde bulundurularak aklın
dereceleri bidayetten başlayarak nihayete kadar arzedilecektir.
•
AKIL DÖRT KISIMDIR
1. Akl-ı meaş
2. Akl-ı mead
3. Akl-ı nûrânî
4. Akl-ı kül
Allah-u Teâlâ birisine çekişiyor, birisine tenbih ediyor,
diğerine sofrasını açmış, bir diğerini kucaklamış.
Dört derece aklın izahı:
1. AKL-I MEAŞ
Bu akıl sahipleri baygındır. Kısa görüşlüdür. Sadece görünüşe
göre hüküm yürütür.
Âyet-i kerime’de:
“Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” buyuruluyor. (Fâtır:
32)
Allah-u Teâlâ bizi kendisini bilmemiz ve kendisine ibâdet
etmemiz için yarattığı halde, nefs-i emmaredeki bu insanlar; emanet-i ilâhi olan
aklı kötüye kullanmış, gönderiliş sebebini bilememiş, lütuf ve ihsanları vereni
unutmuş, şeytana uymuş, dünyaya tapmış ve böylece yolunu değiştirmiştir.
Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gafil
olanlara fâsık ismini vermiş, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini
kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ
kendileridir.” (Haşr: 19)
Sarhoş gibi ne yaptıklarını bilmezler. Ahirette kendilerini
azaptan kurtaracak, ilâhî hoşnutluk kazandıracak olan işlere yönelmezler.
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl:
107)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, Akl-ı meaş’ta
olanlar sadece dünya hayatına rağbet ederler. Dünyayı mâbud edinerek ona
taparlar. Zamanlarını bütünüyle dünyaya hasrederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyaya muhabbet etmek, büyük günahların en büyüğüdür.”
(C. Sağir)
Nefsin arzularına uymuş, zevk ve sefâya dalmış, gerçek hayatın
bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş; böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın
ölümden sonra başlayacağını bilmiyor.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K.
Hafâ)
Halk niçin uykuda? Çünkü Hakk’tan sapmış, nefsine tapmış,
şeytanın peşinde koşup duruyor. Böylece Hakk’tan, hakikattan ayrılmış.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli
olduğundan tenbih ediyor, şeytanın düşmanlığından kullarını korumak ve
sakındırmak için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin
apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim
mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor
demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez.
Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli
düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek
gerekiyor.
Bu bir emr-i ilâhî’dir.
Şeytanlaşmış insanlarla da arkadaşlık yapmamak gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.”
buyuruyor. (Hud: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe
götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin
neticesini düşünmek gerekir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Mümin-i kâmilden başkası ile sohbet etme!” (Tirmizî)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimizin de bu hususta
güzel bir beyanları var:
“Görüştüğün kimseden fayda görüyorsan, onunla görüşmen
vaciptir, zarar görüyorsan ayrılman vaciptir.” buyururlar. Çünkü
görüştüğün kimsenin hali üzerine intikal eder.
•
Akl-ı meaş’da olanların kimi para hırsındadır, kimi lezzetler
peşindedir. Kimisi çocuğunu düşünür, kimisi şehvet yolundadır.
Ve fakat gün gelir, ömür sona erer. Tûl-i emel bitmiştir.
Herkes sorguya çekilmiştir. Kimisi saâdet-i ebediyeye varmıştır, kimisi de
kendisini helâk etmiştir. Zira o, niçin yollandığını bilmedi, dünyaya o kadar
tapmıştı ki, onun için gönderildiğini sanmıştı.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için
ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i
kerime’nin tefsiri mahiyetinde olmak üzere bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmaktadır:
“Sizi imtihana çekmek için ki, hanginizin akılca en güzel,
Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmakta en
hızlı olacak.” (Süyuti)
Bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı
çekiliyor, her sözü her kelimesi zaptediliyor.
İnsanların hidayetine vesile olan güzel arkadaş olduğu gibi,
isyana teşvik eden de kötü arkadaştır.
Bunun içindir ki, insanın bu noktada aklını kullanması
lâzımdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların çoğu akıllarını kullanmazlar.” buyuruyor.
(Ankebut: 63)
Nice nice güzel yolda olanlar, arkadaşlarının kurbanı olmuşlar;
ebedî hayatlarını kaybederek, cehenneme düçar olmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu
hususta bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Günahkâr ve isyankâr arkadaşlardan hazer et. Zira senin de
onlardan olduğun anlaşılır.” (C. Sağir)
•
Allah-u Teâlâ insanların yaratılış sebebini açık olarak
bildirmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ben cinleri ve insanları, ancak (beni bilsinler) bana kulluk
etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Allah-u Teâlâ’yı bilmeyen, O’na gerçek mânâda ibadet edemez.
Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’yı bilmek, Allah-u Teâlâ’yı bilmek için de
kişinin nefsini bilmesi gerekir.
Bu ihsan ve ikramlar karşısında nankörlük eden kimse açıkça
kendisini helâk etmiş olur.
Lütfettiği vücut binasında düşmanların yer alması ile, yani
Hakk’tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile hak ve hakikatten sapmış
olur.
Çünkü Âyet-i kerime’de:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.”
buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya
hasretsin.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Allah-u Teâlâ kendisi için
halketmiştir. Binaenaleyh o kalpte Allah-u Teâlâ’nın muhabbeti mevcutsa, daha
doğrusu Allah-u Teâlâ mevcutsa, mâsivâ o kalbe giremez.
Para varsa kasada kesede, malı varsa dükkanda evinde olacak,
fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i
Mevlâ o kalpte bulunmaz.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir,
Hakk’ın ihsan ve ikrâm ettiği latîfeleri ifsad etmiştir. Bir düşman bir eve
girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu
ifsad ederler. Kişi artık görünüşte insan, fakat icraatıyla hep hayvan, hatta
hayvandan da elli derece daha aşağı. Zira o hayvan amma, Yaratan’ını biliyor ve
tesbihini yapıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmiş olmasın.
Fakat siz, onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsrâ: 44)
Yaratılan her şey Allah-u Teâlâ’yı tesbih eder, amma siz
duymuyorsunuz.
•
Akl-ı meaş olanların sıfatları hayvanîdir, çok korkunç bir
şeydir. Bu sıfatlar izâle edilmezse, o ahlâk-ı zemime sebebi ile âhirette de
hayvan suretinde çıkar. Çünkü her ahlâk-ı zemime’nin kendine mahsus bir sıfat-ı
hayvâniyesi vardır.
Allah-u Teâlâ herkesin mukadderâtını alnına yazmıştır, insan
amelinin karşılığında bir rehindir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz herkesin dünyadaki amelini kendi boynuna doladık.”
buyuruyor. (İsrâ: 13)
Her insanın amel defteri boynunda takılı gibi kendisinden
ayrılmayacaktır.
Herkesin sıfat-ı insaniyesi veyahut sıfat-ı hayvaniyesi
bellidir, fakat okunmuyor. Perde kalkınca her şey görülecek, herkesin sıfatı
belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber. Vücut elbisesini soyunca, diğer
elbiseyi giyince, işte o zaman bütün hakikatler ortaya çıkacak.
Ve denilecek ki:
“Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine
yetersin.” (İsra: 14)
Herkes kitabını okuduğu zaman, dünya hayatında yaptığı her
şeyin en ince teferruatına kadar yazılmış olduğunu görecek. Artık dünyadaki
kitap dürülmüş, âlem-i berzahtaki kitap açılmıştır.
O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana
çıkar. Zarar edenler zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir
fayda sağlamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa O’na
yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can
vermeyin.” (Âl-i imran: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir
hâlet üzerinde bulunmayınız.
Bu Âyet-i kerime karşısında âlimler değil, veliler değil,
sâdıklar değil, peygamberler dahi korkmuştur.
Yusuf Aleyhisselâm’ın şöyle bir niyazı vardır:
“Allah’ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni sâlihler zümresine
kat.” (Yusuf: 101)
O, bu dilek ile âhirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah’a
gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretlerinin de son sözü bu
oldu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle
haşrolunursunuz.” buyuruyorlar.
Hangi hayvani sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki
suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes
tanıyacak.
Sıfat-ı hayvaniyenin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmeniz için
bir temsil arzedeceğiz. Bu sıfatların izalesi için ne lâzımsa yapmak gerektiğini
ifade etmek istiyoruz.
Bir akşam üstü idi, bir kardeşin vefat haberi geldi. Fakat o
anda sıfatını gösterdiler, çok korkunç bir sıfatla vefat ettiğini gördüm.
Sevdiğim bir kimse olduğu için çok mükedder oldum. Dikkat edenler bu hâlimi
anlamış olacaklar ki, “Bu hâliniz nedir?” diye sordular. “Bir şey
değil!” dedik.
Sıfatını gördüğüm halde bu kardeşin cenazesine yine gittim.
Kabrinin karşısında durdum ve şöyle niyaz ettim. “Allah’ım! Sen hükmünde
hikmet sahibisin, hakikatı ancak sen bilirsin. Bu kardeşi biz çok iyi biliyoruz.
Ne olur bunu affet!” Kabre girmeye iki karış kalmıştı, Allah-u Teâlâ,
sıfatını sildi. İnsan suretinde aşağıya gitti.
Bu duamı kabul ettiğinden ötürü Allah-u Teâlâ’ya öyle şükrettim
ki, gözlerimden yaş boşandı. Kimse görmesin diye de usulca oradan çekildim.
Bu ki sevdiğimiz bir kardeş, bu hale düşüyor. Demek ki boşluğu
varmış, sıfat-ı hayvaniyeyi tamamen izale edememiş.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ’yı zikir, kalp hastalıklarına şifâdır.”
(Münavî)
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul’ünü kalbe
almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i
ilâhî’ye nâil olmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” buyuruyor. (Şems: 9)
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül
ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saâdet ve selâmete namzet
bulunmuştur.
Allah-u Teâlâ kendisine yönelen tevbekâr kullarını af
edeceğini, isyan batağına düşen kullarının ümitsizliğe kapılmamaları için, bir
çıkış yolu bulunduğunu Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Bununla beraber şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip salih
amel işleyen, sonra da Hakk yolunda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok
bağışlayıcıyım.” (Tâhâ: 82)
Günahı işleyen, hatayı yapan biz olduğumuz halde, Allah-u Teâlâ
bizi tevbeye çağırmakta ve affedeceğini müjdelemektedir.
Akl-ı meaş’taki ilim:
Süflî âlim, nefsine dayanarak zan ile hareket eder. Âyet-i
kerime ve Hadis-i şerif’e bakmaya lüzum bile görmez. O “Biliyorum”
der.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar
ki:
“Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın
suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl
tam olunca söz eksik olur.”
Akl-ı meaş’ın kalpteki durumu:
Kalp bir melekût hazinesidir. Fakat ahlâk-ı zemimelerle,
hayvânî sıfatlarla örtülü olduğu zaman, beş duyuya açılıp şehvet ve lezzetlere
daldığı, masivâ ile dolduğu zaman kapanıyor, hayvanî kalp oluyor.
Meselâ bir pınar var. Su kaynayıp beşeriyetin su içme imkânı
olduğu gibi, çöplerle dolarsa hiç hükmü kalmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar. Meğer ki Allah’a
tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuârâ: 88-89)
2. AKL-I MEAD
Bu akıl sahipleri yarı aygın, yarı baygındır. Hakk’a giden bir
rehber bulursa ayılır, bulamazsa bayılır.
Âyet-i kerime’de:
“Kimi mutedildir.” buyuruluyor. (Fâtır: 32)
Bunlar orta yolu tutanlardır. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine
riâyet etmeye gayret göstermelerine rağmen, gevşek davranırlar ve günah
işlerler. İyilikle kötülüğü birbirine karıştırırlar.
Akl-ı mead olanlar hem dünya hayatını hem de ahireti
düşündükleri için sayıları Akl-ı meaş’da olanlar kadar çok değildir, nisbeten
ayıklanmışlardır. İbadet de ederler, kabahat da ederler.
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur,
itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez. Serap gibi parıldar,
bulut gibi geçer gider.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu
tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi
kendiliğinden ortaya çıkar.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok
kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Dünya âhiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse,
gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem ahiret
selâmetine nail olur, hem de kendisini nâr-ı cehennemden muhafaza etmiş
olur.
Allah-u Teâlâ kendisine nasıl sığınmamız icabettiğine dair
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette
de iyilik ve güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru.” (Bakara: 201)
Bu duâ bütün hayırları içine almaktadır, bütün şerleri de
uzaklaştırır.
Dünya sayesinde ahiret kazanılır. Bu gaye için kullanıldığı
zaman insana bir gemi olur, suyun üstünde yüzdürür. Gayesi haricinde
kullanılırsa cehennemin dibine indirir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur.
Ancak Allah-u Teâlâ’yı zikretmek ve O’nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve
öğreten müstesnâdır.” (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun
kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişlerdir.
Ukbâyı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla
sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük
bir belâya ve uğursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”
(Necm: 39)
Her çalıştığı insanın olmaz. İnsanın olan ancak
çalışmasıdır.
Gece gündüz çalışmak gerekiyor. Zira burası bir tarladır. Bir
ebedî hayatın ekimine geldik. Ya saâdet-i ebediye veya felaket-i ebediye ile
karşı karşıyayız.
Buradan da anlaşılıyor ki dünya hayatı çok mühimdir, çok
sakınmamız gerekiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından
fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağîr)
Aslında merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ
hiçbir zaman kuluna azap etmez, cehennemine atmaz. Fakat bir kul Hakk’ı bırakır,
nefis putuna tapar, şeytana uyar, dünyaya dalarsa, o zaman kendi nefsine
zulmettiği için şeytanı ile beraber cehenneme atılır.
Çok korkmak gerektiği gibi, ümitsizliğe de kapılmamak
gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u
Teâlâ’nın merhametinin ne kadar çok olduğunu Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan
etmektedir:
“Allah kulunun tevbe etmesinden, şu kişinin sevinmesinden daha
çok hoşnut olur.
Şöyle ki, bu kişi yanında devesi, üstünde suyu, azığı olduğu
halde varıp sahrada tehlikeli bir yere kondu ve başını yere koyup uyudu. Bir de
uyandı ki, devesi başını alıp gitmiş. (Onu ararken) Sıcaktan bunalmış,
susuzluğa, korkuya düşmüş, işi Allah’a kalmıştı. Bari eski yerime olsun döneyim
diye dönüp geldi. Az bir uyku kestirip sonra başını kaldırınca devesini yanında
buldu.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2143)
Yeter ki kul niçin geldiğini bilsin, Allah-u Teâlâ’ya yönelsin,
ibadet-taatına devam etsin.
•
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde
şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ aklı yarattığı zaman ona: ‘Gel!’ dedi, o da
geldi. Sonra: ‘Geri dön!’ diye emretti. O da geri döndü. Bunun üzerine akla
buyurdu ki:
‘Ben kendime senden daha sevgili olan başka bir şey yaratmadım.
Seni, nezdimde mahlûkatın en sevgilisi olana bildireceğim.’” (Rezîn)
Akıl odur ki harfi harfine Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah
Aleyhisselâm’ın emirlerine itaat eder.
Hadis-i şerif’te:
“Cenâb-ı Allah’a itaat et ki, akıllı denmeye şâyân olasın.”
buyuruluyor. (Münâvi)
Mead akla sahip olanlar; zahidler sınıfına dahildirler, iyiliği
ve kötülüğü tefrik etmek suretiyle hareket ederler, ibâdet ve taata devam
ederler. Fakat yaptıkları her hayırlı işlerde nefis karışır ve müdahale eder ve
payını alır.
İyi arkadaş bulursa iyiliğinde devam eder, ibadet ve taatını
artırır. Fakat kötüsü ile olursa onu oradan çabuk saptırabilir. Çünkü mânen
kuvvet bulmuş değildir.
Ölümü ve ahiret ahvalini tefekkür etmek, âhiret derdi ile
dertlenmiş kimselerle hemhâl olup sohbet etmek, akl-ı mead’ı kuvvetlendirir,
nurânileşmesine vesile olur.
Eğer bir Mürşid-i kâmil bulursa, nasibi varsa nasibini günâ gün
alır. Nefsiyle mücadele nisbetinde, biiznillah-i Teâlâ bir gün olur zafere
ulaşır.
Bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif’e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
İntisap edenler şeytanın emrine mukavemet ederler. Çünkü o
tarikat-ı aliye’deki mevcut olan zevât-ı kiramın mânevî yardımlarıyla kuvvet
kazanırlar. O kuvvet sayesinde şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebû
Davud)
Hadis-i şerif’i mucibince, bir insan muhabbetle bir topluluğa
iltihak ederse onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de onlarla haşrolunur.
Akl-ı mead’daki nakilci âlimlerin durumu:
Bunların bazısı “Ben âlimim!” der. Hem kendi hükmünü
koyar, Allah-u Teâlâ’nın önüne geçer, “Bu böyledir!” der; hem de Allah-u
Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’ini koyar
ve fakat “Ben âlimim!” demekten kendisini alamaz. Onun için Allah-u
Teâlâ’nın önüne geçti.
Cehalet çok zemmedilmiştir ve fakat tahripçi nakilci âlimlerden
daha güzeldir. Zira cahil kimse bunların yaptığı tahribatı bari yapamaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi tahripçiler hakkında buyurur ki:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona
sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Hiç şüphe yok ki nakilci âlimlerin içinde çok iyileri de
vardır.
Akl-ı mead’ın kalpteki durumu:
Akıl insanî ruhtur ve hayvanî ruhun binicisidir.
Akl-ı mead madde ve mânâ arasında bulunur. Bazen dünyaya
meyleder, bazen ahirete. Kapısı beş hislere açık olduğundan, göz gördüğü
şeylere, kulak duyduğu, burun kokladığı, dil tattığı, el dokunduğu şeylere
meyleder. Bunun için de kalp bazen ölür, bazen de dirilir.
Allah-u Teâlâ ilim ve irade ile insanı süslemiştir. Akıl odur
ki, peygamber yoluna harfiyyen uymuş, iyilikle kötülüğü tefrik etmiş, iyiliği
emretmiş, kötülüğü nehyetmiştir. Nefis ise arzularından sıyrılmıştır.
3. AKL-I NÛRÂNÎ
Nûrânî akla sahip olanlar gönderiliş sebebini bilmiş, Allah-u
Teâlâ’ya yönelmiş ve içini nurlandırmaya çalışıyor.
Murâkaba sayesinde ilâhî tecelliyâtı kalbine almıştır, kalp
aynasına cemal nûrları tecelli eder. Bu sayededir ki huzur, huşû ve maiyyete
nail olabilir. Kurbiyet ancak Akl-ı kül’dedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şerif’lerinde:
“Mümin müminin aynasıdır.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Birinci müminden mümin-i kâmilin kalbi, ikinci müminden ise
bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir. Mümin Allah-u Teâlâ’nın ism-i
şerif’lerinden birisidir.
Allah-u Teâlâ onun kalbine tecelli ettiği zaman mârifetullah
husule gelmeye başlar. Bunun hâsıl olması kalp aynasındaki bir müşâhedeye
dayanır.
Nitekim diğer bir Hadis-i şerif’lerinde de buyururlar
ki:
“İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün
ceset iyi olur, o bozulursa bütün ceset ifsat olur. O et parçası kalptir.”
(Buhârî)
Vücut nurlanınca akıl da nurlanmış oluyor.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa o
Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Kalbinde ilâhî nur tecelli edip durmaktadır.
Bu nuru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan buyururlar:
“Mümin-i kâmilin ferâsetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celîl
olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizî)
Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı
keşfedeceği büyük ihtimaldir.
İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda
bulunur.
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubûdiyet yapmakla, farz
ve nafilelere devam etmekle içini nurlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda
hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet
verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim
sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Kim bildiği ile amel ederse, Allah-u Teâlâ ona bilmediklerini
öğretir.
Ve Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız, mualliminiz Allah
olur.” (Bakara: 282)
Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah’a yaklaşmak
için çalışırsa, Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur.
Vücudunu tamamen nurlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez.
Çünkü sıfat-ı hayvaniyeden ayıklanmış, insan suretine girmiş, nur olmuş. Onlar
insan suretinde haşrolunur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki Allah’ın velî kulları için hiçbir korku yoktur,
onlar mahzun da olmazlar.” buyuruyor. (Yunus: 62)
İşte çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için
yaşasın!
Akl-ı nûrâni olanlardaki ilim:
Kafa gözü ile, kafa kulağı ile, çalışması ve gayreti ile zâhirî
ilimde derinleşmiş, Allah-u Teâlâ’nın methini kazanmış olan âlimlerdir.
Buraya kadar zâhirîdir, bundan sonrası bâtınîdir.
Akl-ı nûrânî’nin kalpteki durumu:
Kalp aynasının Cemâl nurları tecelli eder, kalp gözü
görür.
Âlim nakış yapar, ârif ise parlatır.
İlâhî isimlere devam etmek suretiyle kalp tasfiyesi tamam
olunca, Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarının tecellisi ile marifet husule gelir. Bunun
hâsıl olması, kalp aynasındaki bir müşahedeye dayanır.
4. AKL-I KÜL
Bu akla sahip olanlar Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği
kullardır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûra: 13)
Onu kurbiyete nâil buyurur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve
cinlerin amellerine denktir.” (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî
lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa
nâil olamazsın.
O kadar ince bir mevzu ki, bunu size temsille arz
edeyim.
Farz-ı muhal ki bir kimse Kâbe yoluna çıkmış yürüyerek gidiyor,
diğeri ise teyyare ile gidiyor. Seyr-ü süluk yolunda da bu böyledir. Kimisi
nasibi kadar yürüyerek yola çıkar. Kimisi daha çok nasip almıştır, daha ileriye
gider. Allah-u Teâlâ’nın keramet bahşettiği kimseler ise; kimisi uçarak gider,
kuş gibi istediği yere konar. Sonra yürür, meclise varır. Kimisi de tayy-i mekân
gider. Allah-u Teâlâ onlara yeri yürütür, bir adımda dilediği yere ulaşır.
Gönül yolcuları ise bir anda varır.
Bir anda nasıl vardığını size Âyet-i kerime ile ispat
edeyim.
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getirebileceğini
sorduğu zaman cinlerden bir ifrit; “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana
getiririm.” dedi. Hızır Aleyhisselâm ise bir anda getirebileceğini
söyledi.
Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan buyurulmaktadır:
“Yanında kitaptan ilim bulunan kimse (Hızır) ise: ‘Gözünü açıp
kapatmadan ben onu sana getiririm.’ dedi. Süleyman, tahtı yanıbaşına
yerleşivermiş görünce dedi ki: ‘Bu, Rabb’imin lütfundandır. Şükür mü edeceğim,
yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için
şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem
sahibidir.’” (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki taht bir anda bir
memleketten bir memlekete geldi. Allah-u Teâlâ tahtı da bir anda, kâinâtı da bir
anda bir yerden bir yere nakletmeye kâdirdir, değil insanı!
Demek ki Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği kulunu kendisine
çektiği zaman bir anda varıyor. Değil Kâbe-i muazzama’ya, itimat edin huzur-u
ilâhi’ye bir anda varır. Sevdi de seçti, seçtiği için çekti.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına çeker. Aklını kullanan bu
sevgili kullar üç yoldan Hakk’a varır: Aşk, muhabbet ve mahviyyet.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.”
(Cumâ: 4)
Allah-u Teâlâ lütfetmiş, kereminden müminlerin kalp gözünü
açarak, onları mârifet nûruna ulaştırmış, rızây-ı Bâri’sine kavuşturmuş.
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir, bunu bilin. Çünkü bir kulun
Hakk’a ulaşması, Hakk’ın o kulunu kendi tarafına çekmesi ile mümkündür. Hiçbir
kimse kendi kendiliğiyle Hakk’a ulaşamaz.
Cezbe irfan ehlinin kalplerini tahrik eder; âşıkların gıdası,
Hakk yolcularının zevk ve safasıdır. Şüphesiz bu da muhabbet ile kaimdir. Çünkü
her şey sevgi ile mümkün olur. Aşk öyle bir lütuftur ki, ifadeye sığmaz.
Hakk’tan geldiği için Hakk’a ulaştırır.
Mahviyyet de öyle bir lütf-u ihsandır ki Allah-u Teâlâ’ya
kavuşturur. Zira bunlar kime verilmişse, Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri
kaldırır, bütün sıfatları, dilekleri kül eder.
Aşk ateştir, aşk lezzettir, Hakk’a ulaşmak için güç
kaynağıdır.
Mevlânâ Câmi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;
“Mecâzi de olsa aşk ve sevgiden yüz çevirme, vazgeçme,
zira o hakiki aşka ulaştırmak için bir vasıtadır, köprüdür.”
Aşık olanın elem ve mihnete alışması lâzımdır. Çünkü sevilen,
sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez. Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ
ederse de sevgisinde samimi olan aşık bunları hoş karşılamalıdır.
“Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir.”
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgilisi için yanmaktır. Mânen
gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetin
kemâline erenler, Mahbub-u hakiki ile olmaktan ve O’na hizmetten başka hiçbir
şey düşünmezler.
•
Bunlar akıl yolu ile Hakk’a varan hakikat yolcularıdır. İnsan-ı
kâmil’in makamıdır. O Hakk’a varmış ve Hakk’ta kül olmuştur. Bunlara “Hakk’a
varmış.” denir. Kelime-i Tevhid’in sırrına mazhar olmuştur. O zamana kadar
kendisinin de kâinatın da yokluğunu düşünüp, Allah-u Teâlâ’nın varlığını tesbih
ederken; bu makama geldiğinde, kendisinin de kâinâtın da hakikatını görür. Meğer
hep O imiş. Başka bir şey yok.
Müminlerin kalp gözlerini açarak, onları mârifetin nuru ile
rızâ-i Bâri’sine eriştiren Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.
Allah-u Teâlâ tecelli edince, her şey helâk olucudur. Zât-ı
ilâhi’nin nurları tecelli edince, beşeri vasıflar eriyerek tamamen yokluğa
gömülür. Bu öyle bir tecelliyâttır ki kendi nurundan başka bütün nurlar
mahvolur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O’nun varlığından başka her şey helâk olucudur.” (Kasas:
88)
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği zaman artık
Hakk vardır. Ne kendisi ne de aklı kalır. O var, başka bir şey yok.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar.”
(Râd: 39)
Bu halden sonra kudsi ruh bâki kalır. Allah-u Teâlâ’nın nuru
ile nazar eder. O’na bakar, O’ndan bakar, O’nunla bakar.
Demek ki Allah-u Teâlâ bir kula neler bahşediyormuş! Bir kula
yapıyor bunu, bir lütf-u ihsan olarak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü
olanlardır. İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır:
32)
Akl-ı kül’de olanların ilmi:
Bunlar hakikata alınmıştır, hiçbir şey olmadığını görür, gayesi
vâsıl-ı Hakk’tır ve fakat o daha asıl akl-ı kül’e ermemiştir. Orası ilk
basamağın tırnağıdır. Bu nokta daha evvel şöyle izah edilmişti: Çalışır çalışır
çalışır, teyyare meydanına kadar gelir, amma vâsıl-ı Hakk olmak murakaba ile
kaimdir.
Akl-ı kül’ün kalpteki durumu:
Kelime-i Tevhid’i sır gözü ile söylemek gerekir. Bu
söylendikten sonra sır gözü ile tevhid nuruna nazar etme imkânı hâsıl olur.
Zât-ı ilâhî’nin nurları tecelli edince, beşerî vasıflar eriyerek tamamen yokluğa
gömülür. Burası “İstihlâk” makamıdır. Yokluğun da ötesinde bir yokluktur. Bu
tecellide kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.
Bu âlem “Tecrid” âlemidir. Allah-u Teâlâ’dan gayri her
şeyden soyunulur. Bunun da sonu vuslattır.
DÖRT AKIL DERECESİNİN HÜLÂSASI
Allah-u Teâlâ’nın akl-ı meaş’ta olanlarla çekiştiğini, akl-ı
mead’da olanlara tenbihat yaptığını, akl-ı nûrânî’dekilere sofrasını açtığını,
akl-ı kül’de olanları kucakladığını beyan etmiştik.
Önemli olduğu için bunun da izahını yapalım:
Çekiştiği kimse; Hakk’tan ayrılmış, nefsin yaşama
malzemesini temin etmeye çalışıyor. Bunların hayatları bomboştur. Çünkü Hakk’ı
bırakmışlar, yoldan sapmışlar, şeytana uymuşlar, nefsine tapmışlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel
iş yaptıklarını sanıyorlardı.” buyuruyor. (Kehf: 104)
Tenbih ettiği kimse; hem nefsini düşünüyor, hem
de ahirete götürecek şeylerin teminini düşünüyor. Fakat yalnız düşüncede
kalıyor, ya götürür ya götüremez.
İnsanoğlu mala-mülke bel bağlamış, hepsi kendisinin zannediyor.
Halbuki mülkün vârisi yine Allah-u Teâlâ’dır.
Sofrasına aldığı kimse; o artık hakikatı
kavramış, yükünü atmaya çalışıyor, Hakk’a yaklaşmaya çare arıyor. O ancak burada
ayılıyor.
Kucakladığı kimse; o Hakk iledir, Hakk’dan
ayrılmamak için niyaz ediyor. “Allah’ım beni zâtından ayırma!” diyor. O
ahirette de Naim cennetindedir. Daima Allah-u Teâlâ’nın huzurundadır.
Bu gibi kimseler hem dünyada hem ahirette Allah-u Teâlâ ile
olmak isterler. Dünyadaki durumları da bu, ahiretteki durumları da bu. Aynı
durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”
buyuruyor. (Necm: 39)
Bu “Kucaklamak” kelimesi belki yabancı gelebilir. Âyet-i
kerime’ye dayanarak bu sözleri söylüyorum.
Çünkü Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullar hakkında Âyet-i
kerime’sinde:
“Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Hükümdar’ın
huzurundadırlar.” buyuruyor. (Kamer: 55)
Onları çok sevdiği için, onlar hakkında böyle buyurduğu için,
bu kelimeyi kullandık.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse kendisine yaklaştırır. Sevdiği
için, o kul kendisine yakın olmak ister. Bu kimse için hayat, ölüm, kabir,
mahşer... diye bir şey yoktur. “Allah’ım beni dünyada da, kabirde de,
mahşerde de, cennette de lütfundan ayırma!” diye niyaz eder. O yalnız Hakk’ı
ister, Hakk ile olmak ister.
•
Aklın derecelerini ve her derecedeki akıl sahiplerinin
durumlarını daha güzel kavrayabilmeniz için bazı misaller:
Bir babanın dört oğlu var. Bunlardan bir tanesini büyütmüş,
okutmuş, sermaye vermiş ve ona şu tembihi yapmış: “Şu komşu bize düşmandır,
çok kötüdür, ondan sakın, onunla görüşme, konuşma!” demiş. Bu tembihi
yaptığı halde, o bunun tam aksini yapmış, onunla dostluk kurmuş. Onunla beraber
isyana ve tecavüze yönelmiş, yoldan çıkmış, âsi olmuş.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurmuştu ki:
“Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana ibâdet etmeyin, o sizin
apaçık düşmanınızdır diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60)
Ona bu tembihat yapıldığı halde, o düşmana uydu, üstelik
tecavüze de kalktı.
Oğlunuz bu hakareti size yapsa, bir baba olarak siz ne
yaparsınız? Ya bir kul Allah-u Teâlâ’ya karşı bunu yaparsa, bunun cezasını siz
düşünün ve kararınızı verin.
İsmi üstünde fâsık!
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini
kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ
kendileridir.” (Haşr: 19)
İkincisine de aynı tembihi yapmış. O babasının yanında
görünüyor ve bazı işler de görüyor. Fakat düşmanı ile gizlice dostluk kurmuş,
alış-verişini onunla da yapıyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere de şöyle
buyurmuştu:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah’ın hesap günü hakkındaki
vaadi gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. O çok aldatıcı
şeytan da Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın.” (Fâtır: 5)
Bakanlar onu burada zannediyor, o ise sıfat-ı hayvâniyesinin
icabını, icraatını yapıyor. Kiramen kâtibin melekleri ise hem her anının
fotoğrafını çekiyor, hem de her kelimesini teybe alıyor. Bu işten de onun hiç
haberi yok.
Üçüncüsü hâlisane hizmet ediyor, hainlik yapmıyor. Kendisini
yetiştireni, yedirip içireni, mallarını emniyet altında tutanı biliyor ve
şükrünü yapıyor, sahibini itiraf ediyor, yüksek maaşla da çalıştırılıyor.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için
ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, imtihan sahasında
olduğunu, gönderiliş sebebini biliyor.
Dördüncüsü ise, tam bir itimat sağlamış olduğu için, kısmen
işin idaresi dahi ona teslim edilmiş. Onun bu durumu, Yusuf Aleyhisselâm’ın
zindandan çıkıp maliye nazırı olmasına benzer. Bir köle iken onu efendi yapmış,
onu lütfu ile vazifelendirmiştir. Bu ne büyük bir saâdettir!
Buna da ihlâsı, güzel davranışları, her hususta itimada şayan
oluşu sebep olmuştur. Dünyada da, ahirette de saâdet ve selâmete
erdirilmiştir.
Bu Dört Derecenin Hülâsası:
Akl-ı meaş’ta olup Allah-u Teâlâ’nın çekiştiği
kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i
şerif’lerinde haber verdiği ve “Binde biri cennete, dokuzyüzdoksandokuzu
cehenneme.” buyurduğu cehennemliklerdir.
Akl-ı mead’da olup Allah-u Teâlâ’nın tembih ettiği
kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i
şerif’lerinde ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, yetmişikisinin cehenneme
gideceğini haber verdiği dalâlet fırkalarından olanlardır.
Herkes bir dolap çeviriyor, amma o dolabın kendisini nereye
çevireceği belli değil. Çünkü dünya bir dolap, Allah-u Teâlâ’nın hükmü onu
nereye çevirecek?
Akl-ı nûrânî’de olup Allah-u Teâlâ’nın sofrasına aldığı
kimseler; yetmişüç fırkaya ayrılan müslümanların o bir kurtuluş
fırkasına dahil olanlardır.
Akl-ı kül’de olup, Allah-u Teâlâ’nın kucakladığı
kimseler; artık onlar O’nun öz kulu olmuşlardır. O bir kul iken sahibi
onu efendi yapmıştır.
•
Satır ilim sahipleri “Akl-ı meaş”, “Akl-ı mead”
ve “Akl-ı nûrânî” ye kadar çıkar ve orada kalır.
“Akl-ı kül” ve “Ulül-elbâb” akıllar sadır ilmine
dayanır. Allah-u Teâlâ dilediğini ulaştırır.
ULÜL-ELBÂB
Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen bir
akıldır. “Akl-ı kül”den sonra artık akıl çalışmaz. Ancak ondan sonraki beşinci
akıl, Allah-u Teâlâ’nın duyurması ile ve göstermesi ile olan bir akıldır. Bu ise
“Ulül-elbâb”dır.
Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sinde “İlimde
derinleşenler” diye vasıflandırdığı kimseler işte bunlardır. Bu ilim
doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan gelir, bu ilmi ancak bildirdiği kimseler
bilir, başkasına şâmil değildir ve faydalı olan hakiki ilim de budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“İlim ikidir. Birisi dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir)
Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi)
vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizî)
Tarif edilen bu ikinci yol, yani münevver yol bu Hadis-i
şerif’le öğrenilmiş oluyor.
Bir “Satır ilmi” vardır. Bu ilim duymakla,
okumakla öğrenilir. Bir de Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilim vardır ki, bu
“Sadır ilmi”dir, buna “Mârifetullah ilmi” de denir. İşte bunlar bu
gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan mârifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem
zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için iki kanatlı kuş mesabesinde
olmuşlardır.
Ulül-elbâb, bütün varlığından soyunur, hiçbir şey bilmediğini
ve câhil olduğunu itiraf eder. Çünkü dıştan içe geçmiştir, zâhirden bâtına
intikal etmiştir.
“Ölmeden evvel ölünüz.” (K. Hafâ)
Hadis-i şerif’inin sırrının tecelliyatı burada başlar.
Yerine göre ne akıl ne ilim burada çalışmaz. Burası
Ulül-elbâb’a âittir. Bunlar Allah-u Teâlâ ile karşı karşıya gelenlerdir.
Allah-u Teâlâ ona ne bildirirse onu bilir, ne gösterirse onu
görür. Gerçekten hiç olduğunu gözü ile görür ve bilir. Çünkü Hakk’a vâsıl olan
Hakk’ı görür, kendisini görmez. Allah-u Teâlâ’ya iman eder, kendisini inkâr
eder. Bu öyle bir makamdır.
Allah-u Teâlâ o kulundan perdeyi dilediği kadar kaldırır ve
esrârını ona duyurur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İlimde derinleşenler ise: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin
katındandır.’ derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlarlar.”
(Âl-i imran: 7)
İşte Allah-u Teâlâ ancak ilimde derinleşen ve aklı Ulül-elbâb’a
varan hakikat ehlinin hakikatı kavrayacağını beyan ediyor, başkası
kavrayamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Ancak akl-ı selim sahipleri öğüt ve ibret alırlar.”
(Zümer: 9)
Ulül-elbâb’dan başka kimse bunu tefekkür edemez. Bu sırlara
ancak o mazhar olur.
Ulül-elbâb’da olanların ilmi:
Bu doğrudan doğruya vehbidir, Allah vergisidir. Bunlar
Resulullah Aleyhisselâm’ın vârisidir.
Allah-u Teâlâ’nın imanı kalbine yazması ile, nuru kalbine
akıtması ile, kalp kulağına duyurması ile, kalp gözüne göstermesi ile olur,
Allah-u Teâlâ bu kullarına lütfu ile ilham eder.
“Ulül-elbâb” İki Türlüdür:
1. Zâhirî ulül-elbâb: Allah-u Teâlâ kimi ilimde
derinleştirdiyse bunlar ilimde derinleşenlerdir.
2. Bâtınî ulül-elbâb: Allah-u Teâlâ’nın kendinde
derinleştirdiği kullar vardır ki, bunlar Hakk’a vâkıftır, Allah-u Teâlâ’ya
vukûfiyet kesbederler.
Ezcümle kimi ilme vâkıftır, kimi Hakk’a vâkıftır. Kimisini
ilimde derinleştirmiştir, kimisini Zât-ı akdes’inde.
Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder.
Binaenaleyh Ulül-elbâb’da olanlar doğrudan doğruya vehbîdir. Bunlar Resulullah
Aleyhisselâm’ın vârisidirler. Allah-u Teâlâ bir peygambere dilediğini verdiği
gibi, vehbi ilim de böyledir, çalışmakla okumakla öğrenilmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.”
(Cumâ: 4)