06 Kasım 2012

TASAVVUF'UN ASLI AKIL VE DRECELERİ


15. Bölüm

AKIL VE DERECELERİ

İnsanı insan yapan, onun her türlü faaliyetlerine mânâ kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
Akıl, Allah-u Teâlâ’nın kullarına lütfettiği en büyük nimetlerden birisidir. Buna rağmen vahiy nuru, peygamber nuru olmadan hakikatı bilemez, doğru yolu bulamaz.
Aklı göze benzetirsek, din güneş mesabesindedir. Göz ne kadar keskin olsa da, gece karanlığında hiçbir yeri göremez, hiçbir işe yaramaz.
Aklın en büyük desteği dindir. Akl-ı selim, din ile birleştiği zaman, Hakk ve hakikatı tasdik eder ve Allah-u Teâlâ’nın methine mazhar olur.
“O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir.” (Zümer: 18)
Onlar nefislerinin arzularına kapılmayıp, dünya saâdetinin ahiret selâmetinin yolunu takip etmeye devam edip dururlar.
Akıl ancak; İslâm dinine uymakla, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini yapıp nehiylerinden kaçınmakla, Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve izinden yürümekle Hakk’ın sevgisini kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i imran: 31)
Kalplerinizden perdeleri kaldırsın, aşırılıklarınızı gidersin, sizi cennetlerine yaklaştırsın ve katında sizlere yer hazırlasın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sünnet-i seniyyeme sarılan mümin cennete girer.” (Münâvî)
Yani ancak Resulullah Aleyhisselâm’a uymakla Allah sevgisi kazanılır, aksi halde mümkün değildir.
Dinin kılavuzluğundan uzak kalan akıl ise, güneş olmadığı için göremeyen göz gibidir. Hakikatı idrâk edemez. Allah-u Teâlâ onlardan akıl ismini almış ve Âyet-i kerime’lerde onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara: 44)
Nedir bu yaptığınız hareketler?
“Böyle yapmaları, akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.” (Mâide: 58)
Çünkü aklı başında olan her insan geleceğini düşünür, ona göre tedbirini alır, tedarikini yapar.
“Onların çoğunun akılları ermez.” (Mâide: 103)
Yaptıkları işin asılsız olduğu hususunda akıllarını kullanmazlar.
“Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun?” (Furkan: 44)
Çünkü onlar hak ve hakikatı işitmek için kulak vermiyorlar, düşünmek için akıllarını kullanmıyorlar. Ne delil, ne şahid, ne de hak ve hakikat tanıyorlar.
İlâhî bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek Hakk’tan ayrılan, Hakk ve hakikatı kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran kimseler, cezâ günü geldiğinde pişmanlık ve hasretler içinde kendilerini kınayacaklar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar diyecekler ki: ‘Eğer biz dinler yahut akıl eder olsaydık şu çılgın cehennem ehli ile beraber olmazdık.’” (Mülk: 10)
Demek ki bizler ne söz dinleyen, ne de aklını kullanan kimseler değilmişiz. Yazıklar olsun bize!
Kitaplarımızdaki derin mevzuların idrâk edilemeyişinin sebebi, kişilerin o akılda olmayışından ötürüdür. Akıl derecelerinin kemâl bulması lâzımdır. Anlatılan şeylerle irfan husule gelmeyiş sebebi de budur.
Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsi’de buyurur ki:
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)
Bu Kudsî Hadis-i şerif göz önünde bulundurularak aklın dereceleri bidayetten başlayarak nihayete kadar arzedilecektir.

AKIL DÖRT KISIMDIR
1. Akl-ı meaş
2. Akl-ı mead
3. Akl-ı nûrânî
4. Akl-ı kül
Allah-u Teâlâ birisine çekişiyor, birisine tenbih ediyor, diğerine sofrasını açmış, bir diğerini kucaklamış.
Dört derece aklın izahı:
1. AKL-I MEAŞ
Bu akıl sahipleri baygındır. Kısa görüşlüdür. Sadece görünüşe göre hüküm yürütür.
Âyet-i kerime’de:
“Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” buyuruluyor. (Fâtır: 32)
Allah-u Teâlâ bizi kendisini bilmemiz ve kendisine ibâdet etmemiz için yarattığı halde, nefs-i emmaredeki bu insanlar; emanet-i ilâhi olan aklı kötüye kullanmış, gönderiliş sebebini bilememiş, lütuf ve ihsanları vereni unutmuş, şeytana uymuş, dünyaya tapmış ve böylece yolunu değiştirmiştir.
Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gafil olanlara fâsık ismini vermiş, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
Sarhoş gibi ne yaptıklarını bilmezler. Ahirette kendilerini azaptan kurtaracak, ilâhî hoşnutluk kazandıracak olan işlere yönelmezler.
“Onlar dünya hayatını âhirete tercih ettiler.” (Nahl: 107)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, Akl-ı meaş’ta olanlar sadece dünya hayatına rağbet ederler. Dünyayı mâbud edinerek ona taparlar. Zamanlarını bütünüyle dünyaya hasrederler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyaya muhabbet etmek, büyük günahların en büyüğüdür.” (C. Sağir)
Nefsin arzularına uymuş, zevk ve sefâya dalmış, gerçek hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş; böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilmiyor.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
Halk niçin uykuda? Çünkü Hakk’tan sapmış, nefsine tapmış, şeytanın peşinde koşup duruyor. Böylece Hakk’tan, hakikattan ayrılmış.
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan tenbih ediyor, şeytanın düşmanlığından kullarını korumak ve sakındırmak için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Bu bir emr-i ilâhî’dir.
Şeytanlaşmış insanlarla da arkadaşlık yapmamak gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” buyuruyor. (Hud: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Mümin-i kâmilden başkası ile sohbet etme!” (Tirmizî)
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimizin de bu hususta güzel bir beyanları var:
“Görüştüğün kimseden fayda görüyorsan, onunla görüşmen vaciptir, zarar görüyorsan ayrılman vaciptir.” buyururlar. Çünkü görüştüğün kimsenin hali üzerine intikal eder.
Akl-ı meaş’da olanların kimi para hırsındadır, kimi lezzetler peşindedir. Kimisi çocuğunu düşünür, kimisi şehvet yolundadır.
Ve fakat gün gelir, ömür sona erer. Tûl-i emel bitmiştir. Herkes sorguya çekilmiştir. Kimisi saâdet-i ebediyeye varmıştır, kimisi de kendisini helâk etmiştir. Zira o, niçin yollandığını bilmedi, dünyaya o kadar tapmıştı ki, onun için gönderildiğini sanmıştı.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime’nin tefsiri mahiyetinde olmak üzere bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizi imtihana çekmek için ki, hanginizin akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmakta en hızlı olacak.” (Süyuti)
Bu sahnede öyle bir durum var ki, kişinin her an fotoğrafı çekiliyor, her sözü her kelimesi zaptediliyor.
İnsanların hidayetine vesile olan güzel arkadaş olduğu gibi, isyana teşvik eden de kötü arkadaştır.
Bunun içindir ki, insanın bu noktada aklını kullanması lâzımdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların çoğu akıllarını kullanmazlar.” buyuruyor. (Ankebut: 63)
Nice nice güzel yolda olanlar, arkadaşlarının kurbanı olmuşlar; ebedî hayatlarını kaybederek, cehenneme düçar olmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Günahkâr ve isyankâr arkadaşlardan hazer et. Zira senin de onlardan olduğun anlaşılır.” (C. Sağir)
Allah-u Teâlâ insanların yaratılış sebebini açık olarak bildirmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ben cinleri ve insanları, ancak (beni bilsinler) bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyat: 56)
Allah-u Teâlâ’yı bilmeyen, O’na gerçek mânâda ibadet edemez. Her şeyden evvel Allah-u Teâlâ’yı bilmek, Allah-u Teâlâ’yı bilmek için de kişinin nefsini bilmesi gerekir.
Bu ihsan ve ikramlar karşısında nankörlük eden kimse açıkça kendisini helâk etmiş olur.
Lütfettiği vücut binasında düşmanların yer alması ile, yani Hakk’tan gayrı şeylerin muhabbetini kalbine koyması ile hak ve hakikatten sapmış olur.
Çünkü Âyet-i kerime’de:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” buyuruluyor. (Ahzâb: 4)
Ki birisini muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin.
Nazargâh-ı ilâhi olan kalbi Allah-u Teâlâ kendisi için halketmiştir. Binaenaleyh o kalpte Allah-u Teâlâ’nın muhabbeti mevcutsa, daha doğrusu Allah-u Teâlâ mevcutsa, mâsivâ o kalbe giremez.
Para varsa kasada kesede, malı varsa dükkanda evinde olacak, fakat bunlar kalbe girmeyecek. Eğer kalbe girerse kalbi ifsad eder ve muhabbet-i Mevlâ o kalpte bulunmaz.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir, Hakk’ın ihsan ve ikrâm ettiği latîfeleri ifsad etmiştir. Bir düşman bir eve girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu ifsad ederler. Kişi artık görünüşte insan, fakat icraatıyla hep hayvan, hatta hayvandan da elli derece daha aşağı. Zira o hayvan amma, Yaratan’ını biliyor ve tesbihini yapıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmiş olmasın. Fakat siz, onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsrâ: 44)
Yaratılan her şey Allah-u Teâlâ’yı tesbih eder, amma siz duymuyorsunuz.
Akl-ı meaş olanların sıfatları hayvanîdir, çok korkunç bir şeydir. Bu sıfatlar izâle edilmezse, o ahlâk-ı zemime sebebi ile âhirette de hayvan suretinde çıkar. Çünkü her ahlâk-ı zemime’nin kendine mahsus bir sıfat-ı hayvâniyesi vardır.
Allah-u Teâlâ herkesin mukadderâtını alnına yazmıştır, insan amelinin karşılığında bir rehindir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz herkesin dünyadaki amelini kendi boynuna doladık.” buyuruyor. (İsrâ: 13)
Her insanın amel defteri boynunda takılı gibi kendisinden ayrılmayacaktır.
Herkesin sıfat-ı insaniyesi veyahut sıfat-ı hayvaniyesi bellidir, fakat okunmuyor. Perde kalkınca her şey görülecek, herkesin sıfatı belli olacak ve görülecek, icraatı ile beraber. Vücut elbisesini soyunca, diğer elbiseyi giyince, işte o zaman bütün hakikatler ortaya çıkacak.
Ve denilecek ki:
“Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” (İsra: 14)
Herkes kitabını okuduğu zaman, dünya hayatında yaptığı her şeyin en ince teferruatına kadar yazılmış olduğunu görecek. Artık dünyadaki kitap dürülmüş, âlem-i berzahtaki kitap açılmıştır.
O gün muhasebe günü olduğu için kâr ve zarar o günde meydana çıkar. Zarar edenler zarar ettiklerini bilirler, lâkin bu kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa O’na yaraşır şekilde öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imran: 102)
Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız.
Bu Âyet-i kerime karşısında âlimler değil, veliler değil, sâdıklar değil, peygamberler dahi korkmuştur.
Yusuf Aleyhisselâm’ın şöyle bir niyazı vardır:
“Allah’ım! Müslüman olarak ruhumu al ve beni sâlihler zümresine kat.” (Yusuf: 101)
O, bu dilek ile âhirete intikal etmiştir. Gerçekten Allah’a gönülden bağlı olanların can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretlerinin de son sözü bu oldu.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” buyuruyorlar.
Hangi hayvani sıfatla ölmüş ise Allah-u Teâlâ hayattaki suretinin üzerine o hayvan suretini verecek ve onun kim olduğunu herkes tanıyacak.
Sıfat-ı hayvaniyenin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmeniz için bir temsil arzedeceğiz. Bu sıfatların izalesi için ne lâzımsa yapmak gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Bir akşam üstü idi, bir kardeşin vefat haberi geldi. Fakat o anda sıfatını gösterdiler, çok korkunç bir sıfatla vefat ettiğini gördüm. Sevdiğim bir kimse olduğu için çok mükedder oldum. Dikkat edenler bu hâlimi anlamış olacaklar ki, “Bu hâliniz nedir?” diye sordular. “Bir şey değil!” dedik.
Sıfatını gördüğüm halde bu kardeşin cenazesine yine gittim. Kabrinin karşısında durdum ve şöyle niyaz ettim. “Allah’ım! Sen hükmünde hikmet sahibisin, hakikatı ancak sen bilirsin. Bu kardeşi biz çok iyi biliyoruz. Ne olur bunu affet!” Kabre girmeye iki karış kalmıştı, Allah-u Teâlâ, sıfatını sildi. İnsan suretinde aşağıya gitti.
Bu duamı kabul ettiğinden ötürü Allah-u Teâlâ’ya öyle şükrettim ki, gözlerimden yaş boşandı. Kimse görmesin diye de usulca oradan çekildim.
Bu ki sevdiğimiz bir kardeş, bu hale düşüyor. Demek ki boşluğu varmış, sıfat-ı hayvaniyeyi tamamen izale edememiş.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ’yı zikir, kalp hastalıklarına şifâdır.” (Münavî)
Kurtuluşun en güzel çaresi Allah-u Teâlâ ve Resul’ünü kalbe almak, zikrullah ile meşgul olmak, içteki düşmanları atmak ve muhabbet-i ilâhî’ye nâil olmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” buyuruyor. (Şems: 9)
Nefsini günahlardan arındırıp takvâ ile terbiye eden, tekâmül ettirerek feyizlendiren kimseler ebedî saâdet ve selâmete namzet bulunmuştur.
Allah-u Teâlâ kendisine yönelen tevbekâr kullarını af edeceğini, isyan batağına düşen kullarının ümitsizliğe kapılmamaları için, bir çıkış yolu bulunduğunu Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Bununla beraber şüphe yok ki ben, tevbe eden, iman edip salih amel işleyen, sonra da Hakk yolunda ölünceye kadar sebat edenleri elbette çok bağışlayıcıyım.” (Tâhâ: 82)
Günahı işleyen, hatayı yapan biz olduğumuz halde, Allah-u Teâlâ bizi tevbeye çağırmakta ve affedeceğini müjdelemektedir.
Akl-ı meaş’taki ilim:
Süflî âlim, nefsine dayanarak zan ile hareket eder. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’e bakmaya lüzum bile görmez. O “Biliyorum” der.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
“Akıllının dili kalbinde, ahmağın dili ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca söz eksik olur.”
Akl-ı meaş’ın kalpteki durumu:
Kalp bir melekût hazinesidir. Fakat ahlâk-ı zemimelerle, hayvânî sıfatlarla örtülü olduğu zaman, beş duyuya açılıp şehvet ve lezzetlere daldığı, masivâ ile dolduğu zaman kapanıyor, hayvanî kalp oluyor.
Meselâ bir pınar var. Su kaynayıp beşeriyetin su içme imkânı olduğu gibi, çöplerle dolarsa hiç hükmü kalmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O gün ki, ne mal fayda verir ne de oğullar. Meğer ki Allah’a tamamen sâlim ve temiz bir kalp ile gelenler ola.” (Şuârâ: 88-89)

2. AKL-I MEAD
Bu akıl sahipleri yarı aygın, yarı baygındır. Hakk’a giden bir rehber bulursa ayılır, bulamazsa bayılır.
Âyet-i kerime’de:
“Kimi mutedildir.” buyuruluyor. (Fâtır: 32)
Bunlar orta yolu tutanlardır. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine riâyet etmeye gayret göstermelerine rağmen, gevşek davranırlar ve günah işlerler. İyilikle kötülüğü birbirine karıştırırlar.
Akl-ı mead olanlar hem dünya hayatını hem de ahireti düşündükleri için sayıları Akl-ı meaş’da olanlar kadar çok değildir, nisbeten ayıklanmışlardır. İbadet de ederler, kabahat da ederler.
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya âhiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem ahiret selâmetine nail olur, hem de kendisini nâr-ı cehennemden muhafaza etmiş olur.
Allah-u Teâlâ kendisine nasıl sığınmamız icabettiğine dair Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru.” (Bakara: 201)
Bu duâ bütün hayırları içine almaktadır, bütün şerleri de uzaklaştırır.
Dünya sayesinde ahiret kazanılır. Bu gaye için kullanıldığı zaman insana bir gemi olur, suyun üstünde yüzdürür. Gayesi haricinde kullanılırsa cehennemin dibine indirir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ’yı zikretmek ve O’nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır.” (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişlerdir.
Ukbâyı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve uğursuzluğa uğramışlardır.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm: 39)
Her çalıştığı insanın olmaz. İnsanın olan ancak çalışmasıdır.
Gece gündüz çalışmak gerekiyor. Zira burası bir tarladır. Bir ebedî hayatın ekimine geldik. Ya saâdet-i ebediye veya felaket-i ebediye ile karşı karşıyayız.
Buradan da anlaşılıyor ki dünya hayatı çok mühimdir, çok sakınmamız gerekiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağîr)
Aslında merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ hiçbir zaman kuluna azap etmez, cehennemine atmaz. Fakat bir kul Hakk’ı bırakır, nefis putuna tapar, şeytana uyar, dünyaya dalarsa, o zaman kendi nefsine zulmettiği için şeytanı ile beraber cehenneme atılır.
Çok korkmak gerektiği gibi, ümitsizliğe de kapılmamak gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ’nın merhametinin ne kadar çok olduğunu Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan etmektedir:
“Allah kulunun tevbe etmesinden, şu kişinin sevinmesinden daha çok hoşnut olur.
Şöyle ki, bu kişi yanında devesi, üstünde suyu, azığı olduğu halde varıp sahrada tehlikeli bir yere kondu ve başını yere koyup uyudu. Bir de uyandı ki, devesi başını alıp gitmiş. (Onu ararken) Sıcaktan bunalmış, susuzluğa, korkuya düşmüş, işi Allah’a kalmıştı. Bari eski yerime olsun döneyim diye dönüp geldi. Az bir uyku kestirip sonra başını kaldırınca devesini yanında buldu.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2143)
Yeter ki kul niçin geldiğini bilsin, Allah-u Teâlâ’ya yönelsin, ibadet-taatına devam etsin.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ aklı yarattığı zaman ona: ‘Gel!’ dedi, o da geldi. Sonra: ‘Geri dön!’ diye emretti. O da geri döndü. Bunun üzerine akla buyurdu ki:
‘Ben kendime senden daha sevgili olan başka bir şey yaratmadım. Seni, nezdimde mahlûkatın en sevgilisi olana bildireceğim.’” (Rezîn)
Akıl odur ki harfi harfine Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirlerine itaat eder.
Hadis-i şerif’te:
“Cenâb-ı Allah’a itaat et ki, akıllı denmeye şâyân olasın.” buyuruluyor. (Münâvi)
Mead akla sahip olanlar; zahidler sınıfına dahildirler, iyiliği ve kötülüğü tefrik etmek suretiyle hareket ederler, ibâdet ve taata devam ederler. Fakat yaptıkları her hayırlı işlerde nefis karışır ve müdahale eder ve payını alır.
İyi arkadaş bulursa iyiliğinde devam eder, ibadet ve taatını artırır. Fakat kötüsü ile olursa onu oradan çabuk saptırabilir. Çünkü mânen kuvvet bulmuş değildir.
Ölümü ve ahiret ahvalini tefekkür etmek, âhiret derdi ile dertlenmiş kimselerle hemhâl olup sohbet etmek, akl-ı mead’ı kuvvetlendirir, nurânileşmesine vesile olur.
Eğer bir Mürşid-i kâmil bulursa, nasibi varsa nasibini günâ gün alır. Nefsiyle mücadele nisbetinde, biiznillah-i Teâlâ bir gün olur zafere ulaşır.
Bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“Sâdıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif’e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.
İntisap edenler şeytanın emrine mukavemet ederler. Çünkü o tarikat-ı aliye’deki mevcut olan zevât-ı kiramın mânevî yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebû Davud)
Hadis-i şerif’i mucibince, bir insan muhabbetle bir topluluğa iltihak ederse onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de onlarla haşrolunur.
Akl-ı mead’daki nakilci âlimlerin durumu:
Bunların bazısı “Ben âlimim!” der. Hem kendi hükmünü koyar, Allah-u Teâlâ’nın önüne geçer, “Bu böyledir!” der; hem de Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’ini koyar ve fakat “Ben âlimim!” demekten kendisini alamaz. Onun için Allah-u Teâlâ’nın önüne geçti.
Cehalet çok zemmedilmiştir ve fakat tahripçi nakilci âlimlerden daha güzeldir. Zira cahil kimse bunların yaptığı tahribatı bari yapamaz.
Allah-u Teâlâ bu gibi tahripçiler hakkında buyurur ki:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Hiç şüphe yok ki nakilci âlimlerin içinde çok iyileri de vardır.
Akl-ı mead’ın kalpteki durumu:
Akıl insanî ruhtur ve hayvanî ruhun binicisidir.
Akl-ı mead madde ve mânâ arasında bulunur. Bazen dünyaya meyleder, bazen ahirete. Kapısı beş hislere açık olduğundan, göz gördüğü şeylere, kulak duyduğu, burun kokladığı, dil tattığı, el dokunduğu şeylere meyleder. Bunun için de kalp bazen ölür, bazen de dirilir.
Allah-u Teâlâ ilim ve irade ile insanı süslemiştir. Akıl odur ki, peygamber yoluna harfiyyen uymuş, iyilikle kötülüğü tefrik etmiş, iyiliği emretmiş, kötülüğü nehyetmiştir. Nefis ise arzularından sıyrılmıştır.

3. AKL-I NÛRÂNÎ
Nûrânî akla sahip olanlar gönderiliş sebebini bilmiş, Allah-u Teâlâ’ya yönelmiş ve içini nurlandırmaya çalışıyor.
Murâkaba sayesinde ilâhî tecelliyâtı kalbine almıştır, kalp aynasına cemal nûrları tecelli eder. Bu sayededir ki huzur, huşû ve maiyyete nail olabilir. Kurbiyet ancak Akl-ı kül’dedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Mümin müminin aynasıdır.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Birinci müminden mümin-i kâmilin kalbi, ikinci müminden ise bizzat Allah-u Teâlâ murad edilmektedir. Mümin Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’lerinden birisidir.
Allah-u Teâlâ onun kalbine tecelli ettiği zaman mârifetullah husule gelmeye başlar. Bunun hâsıl olması kalp aynasındaki bir müşâhedeye dayanır.
Nitekim diğer bir Hadis-i şerif’lerinde de buyururlar ki:
“İyi bilin ki insanda bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün ceset iyi olur, o bozulursa bütün ceset ifsat olur. O et parçası kalptir.” (Buhârî)
Vücut nurlanınca akıl da nurlanmış oluyor.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah bir kimsenin sinesini müslümanlık için açarsa o Rabb’inden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Kalbinde ilâhî nur tecelli edip durmaktadır.
Bu nuru Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan buyururlar:
“Mümin-i kâmilin ferâsetinden korkunuz. Çünkü o Aziz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizî)
Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı keşfedeceği büyük ihtimaldir.
İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda bulunur.
Bir insan helâl lokma yemekle, ihlâsla ubûdiyet yapmakla, farz ve nafilelere devam etmekle içini nurlandırabilirse; Allah-u Teâlâ dilerse onda hikmet husule getirir ve hikmetle konuşur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Kim bildiği ile amel ederse, Allah-u Teâlâ ona bilmediklerini öğretir.
Ve Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız, mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah’a yaklaşmak için çalışırsa, Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur.
Vücudunu tamamen nurlandıran kimseleri toprak dahi çürütmez. Çünkü sıfat-ı hayvaniyeden ayıklanmış, insan suretine girmiş, nur olmuş. Onlar insan suretinde haşrolunur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki Allah’ın velî kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” buyuruyor. (Yunus: 62)
İşte çalışan bunun için çalışsın, yaşayan bunun için yaşasın!
Akl-ı nûrâni olanlardaki ilim:
Kafa gözü ile, kafa kulağı ile, çalışması ve gayreti ile zâhirî ilimde derinleşmiş, Allah-u Teâlâ’nın methini kazanmış olan âlimlerdir.
Buraya kadar zâhirîdir, bundan sonrası bâtınîdir.
Akl-ı nûrânî’nin kalpteki durumu:
Kalp aynasının Cemâl nurları tecelli eder, kalp gözü görür.
Âlim nakış yapar, ârif ise parlatır.
İlâhî isimlere devam etmek suretiyle kalp tasfiyesi tamam olunca, Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarının tecellisi ile marifet husule gelir. Bunun hâsıl olması, kalp aynasındaki bir müşahedeye dayanır.

4. AKL-I KÜL
Bu akla sahip olanlar Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği kullardır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûra: 13)
Onu kurbiyete nâil buyurur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin amellerine denktir.” (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa nâil olamazsın.
O kadar ince bir mevzu ki, bunu size temsille arz edeyim.
Farz-ı muhal ki bir kimse Kâbe yoluna çıkmış yürüyerek gidiyor, diğeri ise teyyare ile gidiyor. Seyr-ü süluk yolunda da bu böyledir. Kimisi nasibi kadar yürüyerek yola çıkar. Kimisi daha çok nasip almıştır, daha ileriye gider. Allah-u Teâlâ’nın keramet bahşettiği kimseler ise; kimisi uçarak gider, kuş gibi istediği yere konar. Sonra yürür, meclise varır. Kimisi de tayy-i mekân gider. Allah-u Teâlâ onlara yeri yürütür, bir adımda dilediği yere ulaşır.
Gönül yolcuları ise bir anda varır.
Bir anda nasıl vardığını size Âyet-i kerime ile ispat edeyim.
Süleyman Aleyhisselâm Belkıs’ın tahtını kimin getirebileceğini sorduğu zaman cinlerden bir ifrit; “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm.” dedi. Hızır Aleyhisselâm ise bir anda getirebileceğini söyledi.
Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan buyurulmaktadır:
“Yanında kitaptan ilim bulunan kimse (Hızır) ise: ‘Gözünü açıp kapatmadan ben onu sana getiririm.’ dedi. Süleyman, tahtı yanıbaşına yerleşivermiş görünce dedi ki: ‘Bu, Rabb’imin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.’” (Neml: 40)
Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki taht bir anda bir memleketten bir memlekete geldi. Allah-u Teâlâ tahtı da bir anda, kâinâtı da bir anda bir yerden bir yere nakletmeye kâdirdir, değil insanı!
Demek ki Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği kulunu kendisine çektiği zaman bir anda varıyor. Değil Kâbe-i muazzama’ya, itimat edin huzur-u ilâhi’ye bir anda varır. Sevdi de seçti, seçtiği için çekti.
Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına çeker. Aklını kullanan bu sevgili kullar üç yoldan Hakk’a varır: Aşk, muhabbet ve mahviyyet.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)
Allah-u Teâlâ lütfetmiş, kereminden müminlerin kalp gözünü açarak, onları mârifet nûruna ulaştırmış, rızây-ı Bâri’sine kavuşturmuş.
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir, bunu bilin. Çünkü bir kulun Hakk’a ulaşması, Hakk’ın o kulunu kendi tarafına çekmesi ile mümkündür. Hiçbir kimse kendi kendiliğiyle Hakk’a ulaşamaz.
Cezbe irfan ehlinin kalplerini tahrik eder; âşıkların gıdası, Hakk yolcularının zevk ve safasıdır. Şüphesiz bu da muhabbet ile kaimdir. Çünkü her şey sevgi ile mümkün olur. Aşk öyle bir lütuftur ki, ifadeye sığmaz. Hakk’tan geldiği için Hakk’a ulaştırır.
Mahviyyet de öyle bir lütf-u ihsandır ki Allah-u Teâlâ’ya kavuşturur. Zira bunlar kime verilmişse, Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri kaldırır, bütün sıfatları, dilekleri kül eder.
Aşk ateştir, aşk lezzettir, Hakk’a ulaşmak için güç kaynağıdır.
Mevlânâ Câmi -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki;
“Mecâzi de olsa aşk ve sevgiden yüz çevirme, vazgeçme, zira o hakiki aşka ulaştırmak için bir vasıtadır, köprüdür.”
Aşık olanın elem ve mihnete alışması lâzımdır. Çünkü sevilen, sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez. Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık bunları hoş karşılamalıdır.
“Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir.”
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgilisi için yanmaktır. Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, Mahbub-u hakiki ile olmaktan ve O’na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler.
Bunlar akıl yolu ile Hakk’a varan hakikat yolcularıdır. İnsan-ı kâmil’in makamıdır. O Hakk’a varmış ve Hakk’ta kül olmuştur. Bunlara “Hakk’a varmış.” denir. Kelime-i Tevhid’in sırrına mazhar olmuştur. O zamana kadar kendisinin de kâinatın da yokluğunu düşünüp, Allah-u Teâlâ’nın varlığını tesbih ederken; bu makama geldiğinde, kendisinin de kâinâtın da hakikatını görür. Meğer hep O imiş. Başka bir şey yok.
Müminlerin kalp gözlerini açarak, onları mârifetin nuru ile rızâ-i Bâri’sine eriştiren Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.
Allah-u Teâlâ tecelli edince, her şey helâk olucudur. Zât-ı ilâhi’nin nurları tecelli edince, beşeri vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Bu öyle bir tecelliyâttır ki kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O’nun varlığından başka her şey helâk olucudur.” (Kasas: 88)
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onda tecelli ettiği zaman artık Hakk vardır. Ne kendisi ne de aklı kalır. O var, başka bir şey yok.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Allah dilediğini mahveder, siler. Dilediğini de sabit kılar.” (Râd: 39)
Bu halden sonra kudsi ruh bâki kalır. Allah-u Teâlâ’nın nuru ile nazar eder. O’na bakar, O’ndan bakar, O’nunla bakar.
Demek ki Allah-u Teâlâ bir kula neler bahşediyormuş! Bir kula yapıyor bunu, bir lütf-u ihsan olarak.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır. İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)
Akl-ı kül’de olanların ilmi:
Bunlar hakikata alınmıştır, hiçbir şey olmadığını görür, gayesi vâsıl-ı Hakk’tır ve fakat o daha asıl akl-ı kül’e ermemiştir. Orası ilk basamağın tırnağıdır. Bu nokta daha evvel şöyle izah edilmişti: Çalışır çalışır çalışır, teyyare meydanına kadar gelir, amma vâsıl-ı Hakk olmak murakaba ile kaimdir.
Akl-ı kül’ün kalpteki durumu:
Kelime-i Tevhid’i sır gözü ile söylemek gerekir. Bu söylendikten sonra sır gözü ile tevhid nuruna nazar etme imkânı hâsıl olur. Zât-ı ilâhî’nin nurları tecelli edince, beşerî vasıflar eriyerek tamamen yokluğa gömülür. Burası “İstihlâk” makamıdır. Yokluğun da ötesinde bir yokluktur. Bu tecellide kendi nurundan başka bütün nurlar mahvolur.
Bu âlem “Tecrid” âlemidir. Allah-u Teâlâ’dan gayri her şeyden soyunulur. Bunun da sonu vuslattır.

DÖRT AKIL DERECESİNİN HÜLÂSASI
Allah-u Teâlâ’nın akl-ı meaş’ta olanlarla çekiştiğini, akl-ı mead’da olanlara tenbihat yaptığını, akl-ı nûrânî’dekilere sofrasını açtığını, akl-ı kül’de olanları kucakladığını beyan etmiştik.
Önemli olduğu için bunun da izahını yapalım:
Çekiştiği kimse; Hakk’tan ayrılmış, nefsin yaşama malzemesini temin etmeye çalışıyor. Bunların hayatları bomboştur. Çünkü Hakk’ı bırakmışlar, yoldan sapmışlar, şeytana uymuşlar, nefsine tapmışlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.” buyuruyor. (Kehf: 104)
Tenbih ettiği kimse; hem nefsini düşünüyor, hem de ahirete götürecek şeylerin teminini düşünüyor. Fakat yalnız düşüncede kalıyor, ya götürür ya götüremez.
İnsanoğlu mala-mülke bel bağlamış, hepsi kendisinin zannediyor. Halbuki mülkün vârisi yine Allah-u Teâlâ’dır.
Sofrasına aldığı kimse; o artık hakikatı kavramış, yükünü atmaya çalışıyor, Hakk’a yaklaşmaya çare arıyor. O ancak burada ayılıyor.
Kucakladığı kimse; o Hakk iledir, Hakk’dan ayrılmamak için niyaz ediyor. “Allah’ım beni zâtından ayırma!” diyor. O ahirette de Naim cennetindedir. Daima Allah-u Teâlâ’nın huzurundadır.
Bu gibi kimseler hem dünyada hem ahirette Allah-u Teâlâ ile olmak isterler. Dünyadaki durumları da bu, ahiretteki durumları da bu. Aynı durum dünyadan ahirete intikal etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” buyuruyor. (Necm: 39)
Bu “Kucaklamak” kelimesi belki yabancı gelebilir. Âyet-i kerime’ye dayanarak bu sözleri söylüyorum.
Çünkü Allah-u Teâlâ bu sevdiği kullar hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi Hükümdar’ın huzurundadırlar.” buyuruyor. (Kamer: 55)
Onları çok sevdiği için, onlar hakkında böyle buyurduğu için, bu kelimeyi kullandık.
Allah-u Teâlâ bir kulu severse kendisine yaklaştırır. Sevdiği için, o kul kendisine yakın olmak ister. Bu kimse için hayat, ölüm, kabir, mahşer... diye bir şey yoktur. “Allah’ım beni dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de lütfundan ayırma!” diye niyaz eder. O yalnız Hakk’ı ister, Hakk ile olmak ister.
Aklın derecelerini ve her derecedeki akıl sahiplerinin durumlarını daha güzel kavrayabilmeniz için bazı misaller:
Bir babanın dört oğlu var. Bunlardan bir tanesini büyütmüş, okutmuş, sermaye vermiş ve ona şu tembihi yapmış: “Şu komşu bize düşmandır, çok kötüdür, ondan sakın, onunla görüşme, konuşma!” demiş. Bu tembihi yaptığı halde, o bunun tam aksini yapmış, onunla dostluk kurmuş. Onunla beraber isyana ve tecavüze yönelmiş, yoldan çıkmış, âsi olmuş.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurmuştu ki:
“Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana ibâdet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60)
Ona bu tembihat yapıldığı halde, o düşmana uydu, üstelik tecavüze de kalktı.
Oğlunuz bu hakareti size yapsa, bir baba olarak siz ne yaparsınız? Ya bir kul Allah-u Teâlâ’ya karşı bunu yaparsa, bunun cezasını siz düşünün ve kararınızı verin.
İsmi üstünde fâsık!
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
İkincisine de aynı tembihi yapmış. O babasının yanında görünüyor ve bazı işler de görüyor. Fakat düşmanı ile gizlice dostluk kurmuş, alış-verişini onunla da yapıyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere de şöyle buyurmuştu:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, Allah’ın hesap günü hakkındaki vaadi gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın.” (Fâtır: 5)
Bakanlar onu burada zannediyor, o ise sıfat-ı hayvâniyesinin icabını, icraatını yapıyor. Kiramen kâtibin melekleri ise hem her anının fotoğrafını çekiyor, hem de her kelimesini teybe alıyor. Bu işten de onun hiç haberi yok.
Üçüncüsü hâlisane hizmet ediyor, hainlik yapmıyor. Kendisini yetiştireni, yedirip içireni, mallarını emniyet altında tutanı biliyor ve şükrünü yapıyor, sahibini itiraf ediyor, yüksek maaşla da çalıştırılıyor.
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, imtihan sahasında olduğunu, gönderiliş sebebini biliyor.
Dördüncüsü ise, tam bir itimat sağlamış olduğu için, kısmen işin idaresi dahi ona teslim edilmiş. Onun bu durumu, Yusuf Aleyhisselâm’ın zindandan çıkıp maliye nazırı olmasına benzer. Bir köle iken onu efendi yapmış, onu lütfu ile vazifelendirmiştir. Bu ne büyük bir saâdettir!
Buna da ihlâsı, güzel davranışları, her hususta itimada şayan oluşu sebep olmuştur. Dünyada da, ahirette de saâdet ve selâmete erdirilmiştir.

Bu Dört Derecenin Hülâsası:
Akl-ı meaş’ta olup Allah-u Teâlâ’nın çekiştiği kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif’lerinde haber verdiği ve “Binde biri cennete, dokuzyüzdoksandokuzu cehenneme.” buyurduğu cehennemliklerdir.
Akl-ı mead’da olup Allah-u Teâlâ’nın tembih ettiği kimseler; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hadis-i şerif’lerinde ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, yetmişikisinin cehenneme gideceğini haber verdiği dalâlet fırkalarından olanlardır.
Herkes bir dolap çeviriyor, amma o dolabın kendisini nereye çevireceği belli değil. Çünkü dünya bir dolap, Allah-u Teâlâ’nın hükmü onu nereye çevirecek?
Akl-ı nûrânî’de olup Allah-u Teâlâ’nın sofrasına aldığı kimseler; yetmişüç fırkaya ayrılan müslümanların o bir kurtuluş fırkasına dahil olanlardır.
Akl-ı kül’de olup, Allah-u Teâlâ’nın kucakladığı kimseler; artık onlar O’nun öz kulu olmuşlardır. O bir kul iken sahibi onu efendi yapmıştır.
Satır ilim sahipleri “Akl-ı meaş”, “Akl-ı mead” ve “Akl-ı nûrânî” ye kadar çıkar ve orada kalır.
“Akl-ı kül” ve “Ulül-elbâb” akıllar sadır ilmine dayanır. Allah-u Teâlâ dilediğini ulaştırır.

ULÜL-ELBÂB
Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve göstermesi ile husule gelen bir akıldır. “Akl-ı kül”den sonra artık akıl çalışmaz. Ancak ondan sonraki beşinci akıl, Allah-u Teâlâ’nın duyurması ile ve göstermesi ile olan bir akıldır. Bu ise “Ulül-elbâb”dır.
Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sinde “İlimde derinleşenler” diye vasıflandırdığı kimseler işte bunlardır. Bu ilim doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’dan gelir, bu ilmi ancak bildirdiği kimseler bilir, başkasına şâmil değildir ve faydalı olan hakiki ilim de budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İlim ikidir. Birisi dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizî)
Tarif edilen bu ikinci yol, yani münevver yol bu Hadis-i şerif’le öğrenilmiş oluyor.
Bir “Satır ilmi” vardır. Bu ilim duymakla, okumakla öğrenilir. Bir de Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilim vardır ki, bu “Sadır ilmi”dir, buna “Mârifetullah ilmi” de denir. İşte bunlar bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı olan mârifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine uçabilmek için iki kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Ulül-elbâb, bütün varlığından soyunur, hiçbir şey bilmediğini ve câhil olduğunu itiraf eder. Çünkü dıştan içe geçmiştir, zâhirden bâtına intikal etmiştir.
“Ölmeden evvel ölünüz.” (K. Hafâ)
Hadis-i şerif’inin sırrının tecelliyatı burada başlar.
Yerine göre ne akıl ne ilim burada çalışmaz. Burası Ulül-elbâb’a âittir. Bunlar Allah-u Teâlâ ile karşı karşıya gelenlerdir.
Allah-u Teâlâ ona ne bildirirse onu bilir, ne gösterirse onu görür. Gerçekten hiç olduğunu gözü ile görür ve bilir. Çünkü Hakk’a vâsıl olan Hakk’ı görür, kendisini görmez. Allah-u Teâlâ’ya iman eder, kendisini inkâr eder. Bu öyle bir makamdır.
Allah-u Teâlâ o kulundan perdeyi dilediği kadar kaldırır ve esrârını ona duyurur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İlimde derinleşenler ise: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır.’ derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlarlar.” (Âl-i imran: 7)
İşte Allah-u Teâlâ ancak ilimde derinleşen ve aklı Ulül-elbâb’a varan hakikat ehlinin hakikatı kavrayacağını beyan ediyor, başkası kavrayamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Ancak akl-ı selim sahipleri öğüt ve ibret alırlar.” (Zümer: 9)
Ulül-elbâb’dan başka kimse bunu tefekkür edemez. Bu sırlara ancak o mazhar olur.
Ulül-elbâb’da olanların ilmi:
Bu doğrudan doğruya vehbidir, Allah vergisidir. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vârisidir.
Allah-u Teâlâ’nın imanı kalbine yazması ile, nuru kalbine akıtması ile, kalp kulağına duyurması ile, kalp gözüne göstermesi ile olur, Allah-u Teâlâ bu kullarına lütfu ile ilham eder.

“Ulül-elbâb” İki Türlüdür:
1. Zâhirî ulül-elbâb: Allah-u Teâlâ kimi ilimde derinleştirdiyse bunlar ilimde derinleşenlerdir.
2. Bâtınî ulül-elbâb: Allah-u Teâlâ’nın kendinde derinleştirdiği kullar vardır ki, bunlar Hakk’a vâkıftır, Allah-u Teâlâ’ya vukûfiyet kesbederler.
Ezcümle kimi ilme vâkıftır, kimi Hakk’a vâkıftır. Kimisini ilimde derinleştirmiştir, kimisini Zât-ı akdes’inde.
Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden ihsan eder. Binaenaleyh Ulül-elbâb’da olanlar doğrudan doğruya vehbîdir. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vârisidirler. Allah-u Teâlâ bir peygambere dilediğini verdiği gibi, vehbi ilim de böyledir, çalışmakla okumakla öğrenilmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...