16. Bölüm
MARİFETULLAH EHLİ VE MARİFETULLAH İLMİ
“Allemenî Rabbî = Rabbim Bana Öğretti”:
Bir ilim vardır ki buna mârifetullah ilmi denir. Kitap
satırları arasında bulunmayan, ancak Allah-u Teâlâ’ya yakın olanların
sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde gizli bulunan ilim marifetullah
ilmidir.
“Rabbim bana öğretti.” (Yusuf: 37)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın takvâ
ve taat sahiplerinin kalbine nurunu akıtması ile Marifetullah ilmi husule
gelir.
Marifet, bütün varlıkların muhiti olan Allah-u Teâlâ’yı
tanımaktır. Zira O’ndan başka ve O’nun fevkinde başka bir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ’nın kullarına imandan sonra en büyük ihsanı iki
şeydir; biri mârifetullah, diğeri muhabbetullah.
Muhabbetullah Allah sevgisidir. O Allah’tan gayrı bütün
sevgileri yakan bir ateştir. Ruhun zaferi ve sevinç kaynağıdır.
Mârifetullah ise muhabbetullah’tan daha hassas bir
makamdır.
Bu incelik ve hassaslık nereden geliyor? “Muhabbetullah”ta sen
varsın ki muhabbet ediyorsun. “Mârifetullah”ta ise O var, sen yoksun. Ne sen
kaldın ne de muhabbetin kaldı.
Bu hususta bazı zâtlar tarafından birçok izahlar yapılmışsa da,
fakirin kanaatı Hakk’ta hiç olmaktır.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve onu Allah’ın halifesi yapan
en büyük özelliği, Allah-u Teâlâ’nın ona bahşettiği akıl ve onun semeresi olan
ilim-irfan sahibi oluşudur.
“Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara: 31)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ ona
eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
Bu makam Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin ismini
öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.
Mârifet, Hakk’ın ilminin var olduğu yerde kişinin
bilgisizliğinin ve hiçliğinin mevcut olmasıdır. Mârifetullah budur. O Allah-u
Teâlâ’yı görür, kendisini görmez. Kendisi yok ki ilmi olsun. Allah’ın kadrinin
yüce oluşu, O’nun hakkında mârifet sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Bu da
yalnız O’nun var olduğunu bilmektir. Allah’ın kadri hariç bütün kadir ve
kıymetleri hakir bulmak, Allah’ın kadri yanında başka bir kadir ve değer
görmemektir. Bunlar hep mârifetullah ehline âittir.
Allah-u Teâlâ’nın zât, sıfat ve fiillerini anlamak,
hikmetlerini müşâhede etmek, kalbe tecelli eden hakiki hakikatlerle mümkün
olur.
İlmin en üstün derecesi kalbe tecelli eden bilgidir. Allah-u
Teâlâ’nın koyduğu bilgi esastır. Marifetullaha en kestirme yoldan ulaştıran, en
efdâl, en makbul ilim, hakiki ilim de budur. Bizâtihi aranan ilmin tâ
kendisidir. Çünkü marifet-i ilâhî’nin fevkinde hiçbir marifet yoktur. İnsanlar
bu ilimle ebedî saâdete ererler. Diğer bilgiler zandan ibarettir.
Bu ilim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin
kalb-i şerif’lerine Miraç gecesi kondu. O ise bu sırrı gizli tuttu, ancak çok
yakınlarına açtı. O sır bereketi ile şeriat ahkâmı kıyamete kadar bâki
kalacaktır.
Tecelliyât-ı ilâhiye akıl ile bilinmediği gibi ilim ile de
bilinemez ve çözülemez. Yakınlık âleminden coşar gelir. Hakiki ilim de budur.
İlim içinde ilimler olduğu gibi, yollar içinde de yollar vardır.
Bu bir iç âlemdir, dıştan görülmez.
Gönül Cenneti:
Bu gibi kimseleri Allah-u Teâlâ daha dünyada iken gönül
cennetinde yaşatır. Marifeti arttıkça ahiret cennetindeki yeri de yükselir ve
cennete konmaya lâyık olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde:
“Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede
cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır.” buyurmuştur.
Biz bunu gönül cenneti diye vasıflandırıyoruz, bu hayat her
şeyin fevkindedir.
Allah-u Teâlâ dilediklerini derecelerine göre dilediği sahada
çalıştırır. Çok sevdiğini ise kendi maiyyetine alır.
Zâtî tecelli ile beşeri sıfatlar yok olduğu zaman, Allah-u
Teâlâ’nın zâtına karşı irfan husule gelir. Marifetullah’a yükselen bir ârif,
Hakk’ın nuru ile hakikatı görmeye başlar. Bu ise vahyin bir kolu olan “İlhâm-ı
ilâhî” ile olur, “Kalp gözünün açılması” ile veya “Rüyây-ı sâdıka” ile olur.
Bu ilim sahiplerinin muallimi Allah-u Teâlâ’dır, onlara
dilediği kadar duyurur.
Onlar Fenâfillâh makamına alınmış olan ve halkı Hakk’a götüren
kimselerdir, sayıları çok azdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar
Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler
bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i
Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u
Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği, kalplerine nuru akıtıp hakikatı bildirmek
için gönderdiği kimselerdir.
Bu ilâhî hüküm Asr-ı saâdet’ten kıyamete kadar geçerlidir ve
müslümanlar için büyük bir müjdedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre
-radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar
ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek
bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud: 4391)
Bunlar yüz senede bir, vazifeli olarak gönderilmiş olanlardır.
Yüz senede bir gelenler ayrıdır, nâdir olarak gelenler ayrıdır.
Sadır İlmi - Satır İlmi:
Bir zâhirî hoca vardır, öğretmeye “Elif”ten başlar. Kişi
günâ gün öğrenir. Daha derin hoca vardır, ilimden öğretir. Açıklayabildiği kadar
Âyet-i kerime’leri açıklar. Hadis-i şerif’leri izah edebildiği kadar izah eder,
en güzelini öğretmeye çalışır. Fakat bu öğrettiği şey satırdan alınmıştır.
Satırdan aldığını nakletmeye çalışır.
Bir de Allah-u Teâlâ’nın öğrettikleri vardır. Allah-u Teâlâ’nın
talebeleri sadırdan alır. Allah-u Teâlâ an be an yeni tecelliyatlarda bulunur.
Nurunu kalbine akıtması ve nakşetmesiyle gizli sırlara muttali olur. Kalbindeki
esrarı kitaba döktüğü zaman herkes hayret eder. Çünkü halk satır ilmini biliyor,
bu ilim ise sadırdan çıktı. Satırın muallimi benî beşer, sadırın muallimi ise
Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber
veremez.” (Fâtır: 14)
Sana hakikatı bildirecek olan, herşeyden kemâliyle haberdar
olan zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.
Kime akıtırsa bu ilim onda bulunur. Hangi hazineye ne kadar
cevher kondu ise, o kadar cevher olur. Fakat o cevher hazineye âit değildir.
Koyana âittir.
Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye ait değildir. Su kesildiği
zaman çeşmeden hiçbir şey akmaz.
İlim ikidir: Sadır ilmi, satır ilmi.
Satır ilmi duymakla, okumakla öğrenilir, medreselerde tahsil
edilir. Bu ilim sahipleri şeriatın zâhirine vâristirler. Şeriat ahkâmını tâlim
ederler. Hakk’a vâsıl olmak bu ahkâmın tatbik edilmesine bağlıdır. Ahkâma
uymayan her türlü çalışma ve ibadet nâkıstır. Bunun için çok mühimdir.
Sadır ilmi Allah-u Teâlâ’nın kalbe koyduğu ilimdir. Buna
“Marifetullah ilmi” de denir. Marifetullah ehli bu gayeye ulaşmış ve bu faydalı
olan marifetullah ilmine vâkıf olmuşlardır. Hem zâhirî hem bâtınî misal âlemine
uçabilmek için çift kanatlı kuş mesabesinde olmuşlardır.
Sadır ilmi bâtınîdir, satır ilmi zâhirîdir.
Sadır ilmi hususidir, satır ilmi umumidir.
Sadır ilmi hallere mahsustur, satır ilmi fiillere
mahsustur.
Sadır ilmi murakaba içindir, satır ilmi muamele içindir.
Sadır ilmi burhan ilmidir, satır ilmi beyan ilmidir.
Sadır ilmi hidayet ilmidir, satır ilmi rivayet ilmidir.
Sadır ilmi o bilgiyle hakikatte O’na O’ndan başka bir delil
olmadığını bilmektir, satır ilmi ise Allah-u Teâlâ’nın kâinattaki sanatını
görmektir.
Zâhir ehli; ilim okur, okutmak için okur. Okudukça büyür,
kendisini dev gibi görür.
Bâtın ehli; okur, okudukça küçülür, küçüldükçe küçülür.
Birisi halk için okur, birisi Hakk için okur. Birisi halktan
ücret alır, birisi Hakk’tan ücret alır.
Birisi kendini görür Hakk’ı görmez, birisi Hakk’ı görür kendini
görmez.
•
Bir temsil: Zâhirî ilim yumurtanın dış kabuğudur, kabuk olmazsa
yumurtanın hükmü olmaz. Tarikat ilmi beyazıdır, bu ilmi elde etmek için kabuktan
içeriye intikal etmek gerekiyor. Hakikat ilmi sarısıdır, daha da ileriye nüfuz
edilerek elde edilir. Civcivin çıkması ise marifetullahtır, civciv çıkınca kabuk
atılır, artık yumurtadan eser kalmaz. Kudsî ruh ile desteklenmiş olanlar
marifetullaha nâil olduğu zaman ene kabuğunu deler, hiç olduğunu anlar, misal
âlemine uçar.
Fenâfişşeyh tahsili esnasında birçok tecellilere mazhar olunur.
Kişi bu tecelliyatlara mazhar olurken herşeyi bildiğini zanneder. Fenâfirrasul
tahsiline geçtiği zaman hakikata ulaşır ve hiçbir şey bilmediğini burada
öğrenir. Yumurta bir süre sıcakta kalıp, civcivin kabuğu delip çıktığı gibi;
Fenâfillâh’a da geçtiği zaman vücut varlığını deler, yol bulur. Kudsî ruh ile
desteklenen kimseler Lâhut âlemine kadar çıkar. Kabuk değersiz bir hiç olduğu
gibi; o anda artık kendi varlığının hükümsüz ve bir kabuktan ibaret olduğunu,
herşeyin O’nun ve O’ndan olduğunu gözü ile görür. Bu tahsilde hiç olduğunu
öğrenir, var olan Allah-u Teâlâ insanda tecelli eder. Fakat bunu gören dünya
yüzünde kaç kişidir?
Zâhirde iken insan hep bildiğini söyler, hakikata geçince
içeriye nüfuz eder, hiçbir şey bilmediğini itiraf eder. Marifetullah’a geçmesi
ile de hiçbir şey olmadığını bilir. Çünkü kurbiyet ve sıddıkiyete nâil olmuş
olur.
Kabuk da O’nundur, yani zâhirî ilim de Allah-u Teâlâ’nın bir
ihsanıdır, beyazı da O’nun ihsanıdır, sarısı da O’nun ihsanıdır. Civcivin
çıkması da, mârifetullah ilmi de O’nun lütf-u ihsanıdır.
Aslında var olan Allah’tır. Var’ı bulunca varlık ifnâ olur,
kişi hiç olduğunu öğrenir.
Zâhirde olanların ilmi satır ilmidir, halktan alır. Yani
satırdan okumakla, bir hoca tarafından öğretilmekle alır.
Nasıl ki bin inşaat mühendisi bir araya gelse, bir doktorun
işini yapamaz. Neden yapamaz? Branşları, tahsilleri ayrı olduğu için, birinin
ilmini diğeri bilmez. Bu da böyledir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onu sizin için bir ibret ve öğüt yapalım ve anlayışlı
kulaklar onu anlasın diye.” (Hâkka: 12)
Nice insanlar vardır ki, işitmesi de işitmemesi de birdir.
İşittikleri sadece kulağında kalır, kalbine inmez, bunun için de duymamış gibi
olur. Çünkü duymak başka, işitmek başkadır. Duyan kalp, işiten kulaktır.
•
Bâtınî ilim ilham vasıtası ile, Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe
akıtması ve dilediğini duyurması ile husule gelir. Zâhirî yani dış ilimlerle iç
âlemi bilmek mümkün değildir.
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)
Hadis-i şerif’i dikkatle incelendiği zaman bu hakikat açıkça
görülür.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye
vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Hiçbir peygamberin ümmeti vâris-i enbiyâ mertebesine nâil
olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan
buyurulmuştur.
Onlar vâris-i enbiyadır. Onlara “Vâris-i enbiya” denir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Cenâb-ı Hakk benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu
gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.” (Risâle-i Es’adiyye)
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam
eder. İşte bütün bu sır buradan geliyor, bütün esrar, bütün gizlilik bu noktadan
doğuyor.
•
Zâhirî ilmin çeşitleri çoktur. Bâtınî ilimlerinki ondan da
çoktur. İlm-i iman, ilm-i İslâm, ilm-i ihsan, ilm-i tevbe, ilm-i zühd, ilm-i
verâ, ilm-i takvâ, ilm-i ahlâk, ilm-i mârifet-i nefs, ilm-i mârifet-i kalp,
ilm-i tezkiye-i nefs, ilm-i tasfiye-i kalp, ilm-i mükâşefat, ilm-i tevhid, ilm-i
tecelli-i sıfat, ilm-i tecelli-i zât, ilm-i makamat, ilm-i vusûl, ilm-i fenâ,
ilm-i bekâ, ilm-i sekr, ilm-i sahv, ilm-i mârifet ve benzeri ilimler.
Âlimler üç taifedirler: Bir taifesi zâhirî ilmi bilirler.
İkincisi bâtınî ilmi bilirler. Üçüncüsü hem zâhirî ilmi bilirler hem de bâtınî
ilmi bilirler. Bu üçüncüsünden çok azdır.
Fakir onları tarif ederken;
“Sehm-i nübüvvete vâris olanlar”
“Sehm-i velâyete vâris olanlar”
“Hem sehm-i nübüvvete hem de sehm-i velâyete vâris olanlar”
olarak belirtmişizdir.
Adı üstünde vâris, çalışmakla elde edilen bir şey değil.
Allah-u Teâlâ doğrudan doğruya nuru kalbine yazmış, Kudsî ruh ile desteklemiş,
Resulullah Aleyhisselâm’ın emanetini ona boşaltmıştır. Bütün sırlar bu noktada
toplanıyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar.
“Az bir tevfik, birçok ilimden hayırlıdır.”
(Deylemi)
Hâtem-ül Enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden
sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din, kıyamete kadar
bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere
dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını
kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Marifetullah ancak tasavvuf yoluyla, ruhi zevk ile husule
gelir. Diğer bilgilerle hâsıl olmaz. Daha doğrusu Allah vergisidir, bir lütf-u
ihsandır.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.”
(Cuma: 4)
Tasavvufun gayesi içi tahliye etmek ve temizlemektir.
İmam-ı Gazâlî Ve Ledün İlmi:
Ledün ilmini “İlham nurunun kâmil insan ruhuna bir
sirayeti” olarak tarif eden İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri
“Er-risâletü’l-ledüniyye” adlı risalesinin giriş bölümünde şöyle
buyurmaktadır:
“Hamd, has kullarının kalplerini velâyet nuruyla bezeyen,
ruhlarını lütfun en güzeliyle terbiye eden ve bilgi anahtarıyla irfan sahibi
bilginlere tevhid kapısını açan Allah’a mahsustur.
Koruyup gözeten, Hakk’a çağıran, ümmetin hidayet rehberi ve
peygamberlerin efendisi Peygamberimiz Aleyhisselâm’a ve onun ehl-i beytine, âl
ve ashabına salât ve selâm eylerim.
Ey okuyucum! Arkadaşlarımızdan biri, bir âlimin, güzide
mutasavvıfların dayandığı Gayb ve Ledün ilmini inkâr ettiğini anlattı. Bu Gayb
ve Ledün ilmi ki, tasavvuf ehli ona bağlanır ve onun öğrenme ile elde edilen
ilimlerden daha kuvvetli ve sağlam olduğunu söyler. Yine bu arkadaşım bana bu
Ledün ilmini inkâr edenin şöyle dediğini anlattı: ‘Mutasavvıfların ledün ilmini
benim aklım almıyor. Zannetmiyorum ki, bu dünyada hiçbir kimse tahsil etmeden,
düşünerek, hayaline dayanarak gerçek ilimden bahsedebilsin.’ Ona dedim ki:
‘Bu adam tahsil yollarını anlamamış, insan ruhunun ne olduğunu
ve özelliklerini, gayb ve melekût ilimlerini nasıl alabildiğini
bilememiştir.’
Arkadaşım dedi ki:
‘Evet, bu adam, ‘İlim, yalnız fıkıh, Kur’an tefsiri ve kelâmdan
ibarettir. Bunların ötesinde başka bir ilim yoktur! Bu ilimler de ancak öğrenme
ve çalışma ile elde edilir.’ diyor.’
Ben de dedim ki:
‘Evet, o halde tefsir ilmi nasıl öğrenilecek? Çünkü Kur’an-ı
kerim herşeyi kapsayan bir okyanustur. Onun bütün mânâları ve tefsirinin
hakikatları halkın elinde dolaşan şu tefsir kitaplarında zikredilmemiştir.
Bilâkis tefsir ilmi, bu iddia sahibinin bildiğinden de başkadır.’
Arkadaşım dedi ki:
‘Bu adam sadece Kuşeyrî, Sâlebî, Mâverdî ve diğerlerine nisbet
edilen ve halk arasındaki meşhur olan tefsir kitaplarını tanıyor.’
Ben de dedim ki:
‘Bu adam, hakikat yolundan uzaklaşmıştır. Çünkü Sülemî
tefsirinde az-çok araştırma yapanların birçok sözlerini toplamıştır. Bu sözler
diğer tefsir kitaplarında zikredilmemiştir. Bana öyle geliyor ki ilmi, yalnız
fıkıh, kelâm ve halka hitabeden tefsirden ibaret sayan bu adam, ilimlerin
bölümlerini, tafsilâtını, derecelerini, hakikatlarını bilmiyor, görünen ve
görünmeyen yönlerinden de habersizdir. Cahilin bilmediği şeyi inkâr etmesi
âdettendir. Bu iddia sahibi de hakikat şerbetinin zevkini tatmamış ve Ledün
ilmine vâkıf olamamıştır. Öyleyse bunu nasıl kabul etsin! Ben, zaten onun
bilmediği şeyi taklid veya tahmin suretiyle kabul etmesine rızâ gösteremem.’
Dostum dedi ki:
‘Ben sizin, ilimlerin derecelerini anlatmanızı, sahip
olduğunuzu iddia ettiğiniz bu Ledün ilminin gerçekliğini ortaya koymanızı, bu
ilmi kendinize göre ele almanızı ve ispat etmenizi istiyorum.’
Ben de:
‘Bu anlatılmasını istediğiniz ilim cidden zor bir iştir. Fakat
durumumun müsade ettiği, vaktimin elverdiği ve gücümün yettiği kadar bir
başlangıç yapabilirim. Sözü uzatmak istemem; çünkü sözün en iyisi kısa ve öz
olanıdır.’ dedim.
Allah’tan yardım ve başarı dileyerek bu fasıllarla kıymetli
dostumun arzusunu yerine getirdim.”
İmâm-ı Gazâlî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri adı geçen
risalesinde “Ledün ilmi” hakkında gerekli açıklamaları yaptıktan sonra özet
olarak şöyle buyurur:
“İlâhî öğretim de iki kısma ayrılır:
1. Vahiy gönderme
2. İlham
İlham; Küllî ruhun, berraklığına, kabiliyetine ve istidadına
bağlı olarak insan ruhunun uyanmasıdır. İlham, vahyin basit bir şeklidir. Çünkü
vahiy gaybı açık olarak bildirmesidir, ilham ise gaibteki şeye bir
işarettir.
Vahiyden hâsıl olan ilme Nebevî ilim, ilhamdan hâsıl olan ilme
ise İlm-i Ledün denir. Ledün ilmi, Yaradan ile ruh arasında bir vasıta
olmaksızın hâsıl olur. Bu gayb lâmbasından gelerek, hoş ve lâtif bir kalbe düşen
ışık gibidir.
Ledün ilmi derecesine ulaşanlar çok tahsilden ve öğrenme
yorgunluğundan uzak olurlar. Az öğrenir çok bilirler. Az yorulup çok istirahat
ederler.
Bilmiş ol ki, vahiy kesildi, peygamberlik kapısı kapandı.
Hakikat ortaya konduktan ve din tamam olduktan sonra peygamber gönderilmesine
insanların ihtiyacı kalmadı. Fakat ilham kapısı kapanmamıştır, küllî ruhun
nurundan ümit kesilmemiştir.”
•
İhyâ-u ulûm’id-din adlı eserinde ise şöyle buyururlar:
“Sakın anlamıyorum diye bu ilmi inkâra kalkışma. Aklî
ilimleri kavradığını zannederek çizmeden yukarı çıkan âlimlerin helâk noktası
burasıdır. Allah dostlarının bu hallerini inkâr eden bir ilimden, cehâlet çok
daha iyidir. Kaynak bir olduğu için, velîleri ve kerâmetlerini inkâr,
peygamberleri ve mucizeleri inkâr demektir. Peygamberleri inkâr ise tamamen
dinden çıkmaktır.”
•
Hazret’in: “Allah-u Teâlâ’yı tanımanın diğer
mârifetlerden daha lezzetli olduğuna” dair bir beyanları da
şöyledir:
“İlim ve mârifetin lezzeti anlaşılınca, bazı ilimlerin
daha lezzetli olduğunda şüphe kalmaz. Çünkü malum (bilinen) ne kadar büyük ve
şerefli olursa, ona ait bilgi de o kadar lezzetli olur.
Meselâ memleketi idare etme ilmi, terzilikten ve çiftçilikten
daha lezzetlidir. Bunun gibi, dinin hakikatini ve inceliklerini bilmek, gramer
ve lügat bilgisinden lezzetlidir. Padişah’ın sırlarını bilmek, vezirin sırlarını
bilmekten daha lezzetlidir.
Demek ki, bilinen şey ne kadar şerefli ise, onu bilmek de o
kadar lezzetli ve zevklidir. Dikkat buyurun! Var olanlar içerisinde daha
şerefli, daha azametli, daha mükemmel ve celâl sahibi olan Allah-u Teâlâ’dan
başka kim vardır? Bütün kemâl ve cemalleri yaratan O’dur.
Hiçbir hükümdarın memleketini idaresi, göklerin ve yerin
melekûtunu ve bu âlemin düzenini sağlayan Allah-u Teâlâ’nın tedbiri gibi düzenli
değildir. Allah-u Teâlâ’dan daha güzel, daha kâmil hiç kimse yoktur. O halde
O’nu görmekten, O’na bakmaktan daha lezzetli bir bakış olabilir mi?
Bundan anlaşılmış oldu ki, Allah-u Teâlâ’yı ve kendisine ait
sırları bilmek, bütün bilgilerden daha lezzetlidir.”
Kalbin Lezzeti Marifetullah’tır:
Her âzânın hoşlandığı, zevk ve lezzet aldığı şeyler vardır.
Gözün lezzeti güzel şeyleri görmek, kulağın lezzeti istediği şeyleri duymak,
şehvetinki yemek-içmek, mukarenet, düşmanına galip gelmek gibi şeylerdir.
Kalbin lezzeti ise her şeyin hakikatını bilmektir, bu da
marifetullahtır. Marifetullah yolunda ne kadar ilerlerse o nisbette lezzet alır.
Kâinatın Hâlik’ı ve mutasarrıfı olan Allah-u Teâlâ’nın zât ve sıfatına, esrar ve
hikmetine, âsâr ve sanatına, izzet ve kudretine taalluk eden marifetten daha
lezzetli; O’na yakın olmak, O’nu tanımak şeref ve saâdetinden daha büyük ne
olabilir?
Kalp, Allah-u Teâlâ’nın cemâlini müşâhede için halkolunmuştur.
Bunun içindir ki kalbin saâdeti muhabbet ve marifetullahtır. En güzel ve en
devamlı olan budur. Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’yı canlarından, mallarından,
uzuvlarından, evlâd-ü ıyâlinden ziyade severler. Çünkü dünya hayaldir, ne ki
varsa seriüz-zevâldir, muhabbet etmeye değmez.
Kalp ölümle fenâ bulmadığı için ebedîdir. Ölümden sonra
kınından çıkan kılıç gibi daha da kuvvetlenir. Karanlıktan ışığa çıkar ve
Cemâlullah’ı müşâhede imkânı daha ziyade olur. Bunun içindir ki, tasavvuf yolu
insanı ebedî saâdete eriştiren en kestirme ve en doğru yoldur.
•
İnsan kendi varlığını yok ederse Hakk’a ulaşır. Yani kişi
kendini yok etmekle, zaten içinde var olan Hazret-i Allah ortaya çıkmış olur.
Sen varsın O yok, O var sen yoksun.
Misafirin gelmesi kalp sarayının temizlenmesine bağlıdır. Fuad
gözü yani kalp kapısı aralanırsa bazı sırlar tecelli eder.
Nimet-i ilâhiye temiz kalplerde tecelli eder. Kalpler kaplara
benzer. Kap su ile dolu bulundukça hava giremez. Kalpler de mâsiva ile meşgul
oldukça marifet hâsıl olmaz. Kalpte iki kapı vardır. Birisi dahile yani melekût
âlemine, diğeri harice yani beş hislere açılır.
Kalbin dış âlemle temasını sağlayan ve dış âleme tanıtan beş
duyu organıdır. Bu dünyaya ait tad ve lezzetler kalpten çıkarıldığı anda kalbe
doğru gayb âlemi açılır ve hakikat görülür. Çünkü kalbin her iki âleme yönelip
ikisini birlikte bilmesi mümkün değildir. Bir tarafı kapalı olduğu için aynada
görüntü meydana geldiği gibi, kalp de Hakk’tan gayrı olan şeylere kapalı olduğu
zaman ona gayb âlemi açılır. Esrar-ı ilâhiye zuhur eder. Çünkü bu görülen âlem
değersizdir ve Allah-u Teâlâ’dan çok uzaktır. Eğer gönül bu âleme tamamen
çevrilip gayb âlemi terkedilirse, o kimse insan suretinde hayvan olur. Böyle
insanların çok yiyip-içtiklerini, çok uyuduklarını, öfke ve şehvetlerinin esiri
olduklarını görürsünüz.
Gönül gayb âlemine dönüp ona bağlanırsa, o kimse Allah yoluna
sülûk eder, meleklerin vasıflarını kazanır, emaneti taşımaya yaraşır bir kimse
olur.
•
Kalpten murad, marifetullah ve ruhtur. Kalp, ilim ve irade ile
teçhiz edilmiştir.
Bir kalp vardır, et parçasıdır, maddi hastalıklara düçar olur.
Mânevi kalpte ise ahlâk-ı zemime ile hastalık hasıl olur.
Kalp bir et parçası olmasına rağmen, içi ilâhidir. Allah’ı
bilme ve sevme makamıdır. Kalbin büyük şânı ve fazileti bu özelliğindendir.
İrfan ehlinin kalbi, Allah-u Teâlâ’nın evidir, feyz ve keremin
yeşerip geliştiği bir bahçedir. İlâhi güzelliği aksettiren bir ayna, O’nun ilim
ve irfanının bir hazinesi, lütuf ve ihsanının bir denizidir.
Kalbin bu özelliğini bilen kişi, nefsini ve Allah’ını bilmesi
için zikrullah ve ibadetlerle gönlünü temizler ve cilâlar. Böylece ilâhi
güzelliğin aksetmesini sağlar.
İşte bundan sonradır ki:
1. Gönül açıklığı Allah-u Teâlâ’nın kudretini duyup
güzelliğini seyreder.
2. Kalp, sevinç ve elemi unutarak görünmez âlemde uçmaya
başlar.
3. Allah-u Teâlâ’nın lütfuna kavuşan kalp gözü, sevinç
ve aşkı ile dolar, cemâlini görür. Zaman ve mekândan çıkarak gerçek makama
yükselir. Peygamberler meclisine girer, ebedî huzur ve saâdete erişir.
Allah-u Teâlâ’nın öyle veli kulları vardır ki, bedenleri
dünyadadır amma, kalpleri arşın altındadır. Kalpleri Arşurrahman’ın altında
olması, dünyada Allah-u Teâlâ’nın sırlarının kalbe tecelli etmesindendir.
Nitekim Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
“Kalbim, Rabbimin nuru ile Rabbimi gördü.”
buyurmuştur.
Kalp, Cemâl sıfatının tecellisine bir aynadır. Sıfatların
tecellisi, fuad yani kalp gözü ile görülür.
“Fuad yani kalp, gördüğünü yalanlamadı.” Âyet-i
kerime’si bu mânâyı teyid etmektedir. (Necm: 11)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz de: “Görmediğim
Allah’a ibadet etmem.” buyuruyor.
Bunlar hep ayrı tecelliyattır. Bunların cümlesi Allah-u
Teâlâ’nın sıfatlarının müşahedesindendir. Cama güneşin vurması gibidir.
KUR’AN-I KERİM’DEN İŞARETLER İLÂHÎ BEYANLAR
Âyet-i Kerime (1):
Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında Âyet-i
kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kur’an kendilerine ilim verilen insanların kalplerinde
parıldayan apaşikâr âyetlerdir.” (Ankebut: 49)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç
okuma-yazma bilmiyordu. Nübüvvet verilmeden önce onun herhangi bir hazırlık
yaptığını da hiç kimse görmemişti. Böyle olduğu halde geçmişin ve geleceğin
ilimlerini içinde toplayan Kur’an-ı kerim gibi bir kitabı getirmesi ve onu
beşeriyete sunması, Allah tarafından gönderilmesinin apaçık delilidir.
Hâtem’ül-enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden
sonra vahiy kesilmiş, ilham kapısı ise açık kalmıştır. Din kıyamete kadar
bâkidir. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere
dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhlarını
kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Yolunda bulunup ilâhî haşyetle, ihlâs ve samimiyetle ibadet
edenleri Allah-u Teâlâ her türlü şüphe ve müşküllerden kurtardığı gibi, onları
tecrübesiz fıtrat sahibi yapar, talimsiz ilim öğretir, öğrenmeden âlim eder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini
öğretir.” buyuruyorlar. (Keşf-ül Hafâ)
İşte vehbî ilim buna denir.
Allah-u Teâlâ’nın nuru kalbe akıtması ile bu kullarının
sadırlarında, kalplerinin derinliklerinde; kitap satırları arasında bulunmayan
marifetullah ilmi husule gelir.
Onların “Kitabullah” oluşu bu sebepledir. Sadır ilmi ile satır
ilminin ayrılık noktası da burasıdır. Dikkat edilirse Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’sinde onların kalplerinin Hazret-i Kur’an olduğunu beyan buyuruyor.
Kalplerine tecelli etmesiyle Hazret-i Kur’an’ı nakşediyor. Onlara bu ilmi
akıttığı için, Allah-u Teâlâ’nın kitabı olmuş oluyor. O kitaptan isterse sırları
kitabına geçirir, isterse geçirmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir
Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Mümin müminin aynasıdır.” buyuruyorlar. (Ebû Dâvud)
Birinci müminden mümin kulun kalbi, ikinci müminden ise bizzat
Allah-u Teâlâ murad edilmektedir.
Allah-u Teâlâ bir kula tecelli ettiği zaman, o kalbe nakşeder
ve akıtır. Onun kalbi artık bir kitap olur. Öyle bir kitap ki satırlar arasında
bulunmaz.
Niçin bulunmaz? O bildiriyor, O gösterdiği kadarını gösteriyor.
Buraya zâhir ehli giremez. O satırda gezer, sadır ilminden habersizdir, çünkü
burada bir berzah var.
Allah-u Teâlâ kalbe nakşeder ve ilham suretiyle kalpteki
nakışları peyderpey söyletir. Neler nakşettiğini, ona bu nakışları nakşeden
Nakkaş bilir.
Bu hale gelmiş bir kimse yalnız Hakk’ı bilir. O bir maskedir,
bir hoparlördür, ne bildirdiyse onu bilir, ne gösterdiyse onu görür. Bu ilmin
Hakk’tan geldiğini de bilir.
Hazret-i Kur’an’ın verdiği ilimle, kalplerinde hiçbir şüpheye
yer vermeyecek şekilde parlayan apaşikâr nur sayesinde Allah-u Teâlâ dilediği
kadar esrâr-ı ilâhî’yi bildirir ve gösterir. Onun içindir ki onun bildiğini
başkası bilemez. Çünkü bu sadır ilmidir, zâhirî ulemanın ilmi ise satır
ilmidir.
Zâhirî âlimlerin satırdan aldığı ilmi, nefisleri karatahtasına
nakşeder, onun için “Ben âlimim!” demekten kendisini alamaz. O karatahtadan o
ilimleri okudukça kendini görür ve kibirlenir, kibiri nisbetinde kendisini büyük
görür, herşeyi bildiğini zanneder, gerçekten câhil olduğunu bilmez.
Onlar sadır ilmini bilemedikleri için satırda kaldılar. Allah-u
Teâlâ’nın bu ilmini cehaletlerinden ötürü inkâr ettiler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bâtınî ilim verdiği kimseler hakkında
beyan buyurduğu Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurmaktadır:
“Zâlimlerden başkası âyetlerimizi inkâr etmez.” (Ankebut:
49)
Kibir ve gururda haddi aşanlar, doğruyu kabul etmeyip büyüklük
taslayanlar işte bunlardır. Sonunda da lâyık oldukları cezâlara kavuşurlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kelâmını anlamaktan mahrum edilen
kimselerdir.
Onlar hakkında bir Âyet-i kerime’de şöyle
buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları,
âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf:
146)
Birisi ilâhî kelâmı anlamaktan mahrum ediliyor, diğerinin kalbi
ise Hazret-i Kur’an oluyor.
Âyet-i Kerime (2):
Allah-u Teâlâ bu nurun kimlerde bulunduğunu beyan etmek
üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize
miras bıraktık.” (Fâtır: 32)
Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip
beğendiğimiz süzme kulları ona varis kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet
olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu vârislerdir.
Bunlar vâris-i enbiya oldukları içindir ki, Âyet-i kerime ve
Hadis-i şerif’lerin tecelliyâtına mazhar olmuşlardır. Yani bildirdiği kadar
bilir, gösterdiği kadar görür. Hakk’ta fâni olduğu zaman bu durumlar husule
gelir.
Âyet-i Kerime (3):
Allah-u Teâlâ iman nuru ile kalbi vüs’at bulan kulları
hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o
Rabbinden verilen bir nur üzerinde değil midir?” (Zümer: 22)
O öyle münevver bir kalbe sahiptir ki, esrâr-ı ilâhî an be an
tecelli edip durmaktadır. Bildirildiğinden ötürü bu hakikatlara vâkıftır.
Allah-u Teâlâ müslümanlık üzere kimin kalbini açarsa, hakikatı
ancak o duyar, ancak ona duyurur.
Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler, o nur ile beşeriyete
hayat veriyorlar. Onlar Allah-u Teâlâ’nın nurunu taşıyan ve nuru
yayanlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu nuru bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle açıklamıştır:
“Mümin-i kâmil’in ferasetinden sakınınız. Çünkü o Azîz ve
Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Tirmizi)
Bunun mânâsı; kalbindeki nur-i ilâhî ile sırlarınızı
keşfedeceği büyük ihtimaldir. Bu lütfu onlara Allah-u Teâlâ vermiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de Hakk ehlinin kalplerindeki nuru
Zuhal yıldızına benzetmişlerdir. Doğduğu zaman o yıldızın bir ok gibi ziyası
nasıl karanlıkları delip geçiyorsa; Hakk ehli de böyledir, kalplerindeki ilâhî
nur sayesinde keşifleri mümkün olur.
O göz onun değildir. İlâhî bir nur ile bakar, O’nunla bakar,
O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u
Teâlâ’nın tecelliyât-ı ilâhî’sine mazhar olanlardır.
İşte Allah-u Teâlâ sevdiği kullarına böyle lütuflarda
bulunur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar.”
(En’am: 125)
Bunlar halkı karanlıklardan çıkarırlar, Nur’a götürürler. Her
iş ve icraatları Hakk’ın emriyledir. Asla kendi başlarına hareket edemezler.
Bunun için de rehber-i sâdıktırlar. Hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u
ilâhiyesinde bulundurduğu kullar işte bunlardır. Hıfz-u himaye ve tasarruf-u
ilâhiye içinde bulundurduğu için de bunlar yanılmazlar. Bunlar mahfuz
olanlardır. Tasarruf-u ilâhî ile hareket ederler.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’a hitaben:
‘Yâ İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar
sevdikleri bir şeyle karşılaşırlarsa Allah’a hamd ve şükrederler.
Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler ve Allah’tan ecir beklerler.
Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.’ buyurdu.
İsa Aleyhisselâm:
‘Yâ Rabbi! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu
işler nasıl sadır olabilir?’ diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
‘Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.’ buyurdu.”
(Ahmed bin Hanbel)
İşte mârifetullahtaki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi
ilminden ve hilminden ihsan eder.
Azim nisbetinde kulunu destekler, hidayetini artırır,
sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için hiçbir engel
bırakmaz.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette
yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir.” (Ankebut:
69)
Âyet-i Kerime (4):
Peygamberlik kulun çalışması ile kazanılan bir haslet olmayıp,
Allah-u Teâlâ’nın bir lütfu olarak dilediğine verdiği gibi; hikmet de hakîm
kimselere Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur, verilme iledir, çalışma ile elde
edilmez.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet
verilirse, ona muhakkak ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim
sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara: 269)
Hikmet, dünya ve ahiret hayırlarını içine alır. Hikmetsiz bir
hayıra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayıra erilir.
Hikmet verilen kişiye nurânî basiret bahşedilmiştir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Ancak iki şeye imrenilir: Birine Allah mal vermiş hak yolunda
harcatıyor. Diğerine hikmet vermiş onunla amel ediyor ve onu başkalarına
öğretiyor.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 66)
Demek oluyor ki hikmet sahibi olan insanlar, bu hikmetle
yükselirler, halka muallim olmak hakkını elde ederler.
Muâviye -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i
şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Allah kime hayır murad ederse, onu şer’i meselelerde âlim
yapar.
Ben yalnız taksim ediciyim, veren ise Aziz ve Celil olan
Allah’tır.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 64)
Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ dilediğine bu lütfu
bahşediyor. Diğerleri de nasipleri kadar nasibini alıyor ve orada kalıyor.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Hikmet, şereflinin şerefine şeref katar.”
(Câmiüs-sağîr: 3827)
Konuşunca hikmetle konuşur, düşününce hikmetle düşünür ve
hareket edince de hikmetle hareket eder.
Âyet-i Kerime (5):
Bir kimse aklını iyi kullanarak Rahman olan Allah’a
yaklaşmak için çalışırsa Allah-u Teâlâ da onu nuruna kavuşturur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah dilediği kimseyi nuruna kavuşturur.” buyuruyor.
(Nur: 35)
O nur, kalbe akıttığı mârifetullah nûrudur. O ruhu da Kudsî ruh
ile çevirmiş, her şeyden muhafaza ediyor.
Bunlar bir kimsede cem olduğu zaman “Nûrun Alâ Nûr”
oluyor. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’nın seçtiği, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu
taktığı, kendisine çektiği kullarda olur, ancak o kullarda bulunur, başkasına
şâmil değildir.
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç
şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Âyet-i Kerime (6):
Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile
bilinir ve görülür. Onun muallimi bizzat Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Takvâ üzere olursanız, mualliminiz Allah olur.” (Bakara:
282)
Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ilimleri kesbî değil
vehbîdir. Yani herhangi bir hocadan, medreseden tahsil etmezler, doğrudan
doğruya Allah-u Teâlâ’dan ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
Vehbî ilim verilme ile elde edildiği için, bu ilme hiç kimse
hiçbir surette sahip çıkamaz. Çünkü görülüyor ki veriliyor, bir çalışma yok,
yani miras. Kimisi çok çalışır, bir ev yapar, öbürü de hiç çalışmadan mirasa
konar. Bu ilim de böyledir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine vâris kılar ve
kimseye bahşetmediğini dilediğine verir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde bu ilmi tarif ediyor ve şöyle buyuruyor:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu
ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan
gafil olan kimseler anlamazlar.
Binâenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği
âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara
o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn)
Cevherleri onlara Allah-u Teâlâ verir. Yüzüne yüzü ile
yönelmesiyle, kalbine nurunu akıtmasıyla dilediği kadar ilmullahtan ilim verir.
Bu ilim has bir ilimdir. O’nun duyurduğundan başka bu ilmi kimse bilmez.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.”
buyuruyor. (Yusuf: 76)
Farz-ı muhal ki büyük bir elmas parçası var. “Bunu satıyoruz,
bir milyon liraya alır mısınız?” deseler, bu mücevherin kıymetini bilmeyen
kimse: “Ben ne yapayım bu taşı, beni kandırmaya mı çalışıyorsun, hiç ben kanar
mıyım?” der. İşte bu da bir akıldır. Fakat anlayanın eline geçtiği zaman, parça
parça yapar milyarlara satar. Bu da bir akıldır. Çünkü biliyordu, bilgisini
kullandı, mücevheratın kıymetini takdir etti.
Bu bir temsildir ve bu temsilde gizli sırlar var. İyi bilin ki
bu insanların her biri bir taş değildir. Elmas olanlar da vardır. Amma kimde
olduğu belli olmaz.
İşte bu Hadis-i şerif, onlara verilen ilmi beşeriyetin
anlayamayacağını da teyid ediyor. Onlar bu ilimden bahsederken beşeriyet bunu
anlamaz. Çünkü akılları ve ilimleri yetmez. Onların muallimleri Allah-u Teâlâ
olduğu için, onlara verilen ilim Allah-u Teâlâ’dan verildiği için, bir kimse
âlim de olsa bu ilmi idrak edemez. Çünkü onun muallimi benî beşerdir. Zâhirî
ilimde ne kadar ilerlerse ilerlesin bu ilmi anlamaz.
Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar
ki:
“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım
(söyledim), eğer ötekisini de yaymaya kalksam bu boğaz kesilir.”
(Buharî)
İtiraz edenler bu Âyet-i kerime’lerin ve bu Hadis-i şerif’lerin
tecelliyatlarından mahrum oldukları için bilmeyerek itiraz ediyorlar.
İlim mesleğinin ehli ve âşinası olmadığı, vukufiyet
kesbedemediği, ilmi ve aklı yetmediği için birinci basamakta kalmış. O ise
kendisini allâme zannediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhirî ilimdir) Allah-u
Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır.
Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Faydalı
ilim” olarak vasıflandırdığı ilim mârifetullah ilmidir. Bu ilme “İlmullah” da
denilir. İnsanları bu gayeye ulaştıranlar marifetullah ehlidir. Bu gaye Hakk’a
ulaşmaktır.
Amma kendilerinin âlim olduğunu zannedenlerin bu hususta hiçbir
bilgileri yoktur. Onlar işte bu faydalı ilimden mahrum kaldıkları için itiraz
ediyorlar, bilmedikleri için inkâra kalkıyorlar.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim.
Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omuzumun arasına koydu, ben o elin
serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine
varis kıldı. Ayrıca bana çeşitli ilimleri de öğretti.
Rabbim, bir kısım ilmi gizli tutmama dair benden söz aldı.
Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını biliyordu.
Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı. Yani ‘Serbestsin,
istersen başkalarına söyle istersen hiç kimseye söyleme.’ dedi. Kur’an’ı bana
öğretti. Cibril devamlı olarak Kur’an’ı bana hatırlatıyordu.
Ve daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemekle beni
memur etti.” (El-mevâhib’ül-Ledüniyye)
Bu Hadis-i şerif’te gizli tutulması emir buyurulan ilim,
nübüvveti ilgilendiren ilimdir. Umuma bildirilmesi emredilen ilim şeriat
ilmidir. İfşâ edilip edilmeme hususunda muhayyer bırakılan ilim ise bâtınî
ilimdir.
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bâtın ilmi Allah-u Teâlâ’nın sırlarından bir sır,
hikmetlerinden bir hikmettir, onu ancak dilediği kulunun kalbine atar.”
(Camiüs-sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münâfıkların
isimlerini yalnız Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine bildirdiği gibi, bu
sırları da en yakın arkadaşlarına ifşa etmiştir.
Âyet-i Kerime (7):
Bir insanın gerçekten bütün kalbi ihlâsla, kalb-i selim ile
Allah-u Teâlâ’ya yöneldiği zaman, O dilerse birçok esrârını ona duyurur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsana bilmediği şeyleri O tâlim eyledi.” (Alâk: 5)
Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki, bu hakikatler ve bu esrâr
ancak Allah-u Teâlâ’nın öğretmesi ve göstermesi ile bilinir, O’nun duyurması ile
kaimdir. Hem bildirir, hem gösterir.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’sinde şöyle
vasıflandırmıştır:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve
onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Allah-u Teâlâ kiminle beraber olursa, o kimse en büyük saâdete
ermiştir.
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ’dır, bu hususi
bir beraberliğin ifadesidir. Sevdiği ve seçtiği bu kullarına dilediği şekilde
tecelli eder ve onları vazifedar kılar. Her birisini ayrı ayrı vazifelerle
göndermiştir.
Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz onları şöyle tarif buyuruyor:
“Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm’da açılan bir
gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz.” (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna
ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı
ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığını da verdiği ile
aldığı için yeri boş kalıyor.
Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ yüz senede bir
gönderdiği her kulunu ayrı bir tecelliyatla gönderir. Bir daha o tecelliyatla o
ilimle göndermediği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
kıyamete kadar onun yerinin boş kalacağını beyan buyuruyor.
Âyet-i Kerime (8):
“İlmullah” Allah-u Teâlâ’nın duyurması ve bildirmesi ile
bilinen bir ilimdir. O bildirmedikçe bir insanın bilmesi mümkün değildir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir
şeyi kavrayamazlar.” buyurmaktadır. (Bakara: 255)
Çünkü irfan; okumakla, işitmekle husule gelmez. Kendisine âlim
süsü verenler, bu ilimden habersizdirler.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yakîn bir bilgi ile inanan bir topluluk için, Allah’tan
daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide: 50)
Bu ilâhî beyandan anlaşılıyor ki; ancak Allah-u Teâlâ’nın
duyurduğu, bildirdiği kimseler bu esrâr-ı ilâhî’yi bilirler. Diğerleri kendi
kuru zanlarıyla konuşurlar.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de bu ilmi nasıl verdiğini ifşâ
ederek şöyle buyuruyor:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir
kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi
sanırsınız?”
Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:
“Onlara ilk vereceğim şey nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o
zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.”
(Hâkim)
Bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği kullara
mahsustur, başkasına şamil değildir. Verilene böyle veriliyor.
Hadis-i kudsî’den de anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ ancak
dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Ve bunlar Allah-u Teâlâ’nın
sırlarının esrar odalarıdır. Yalnız ve yalnız bunlar hakikatlere vâkıftırlar.
Hakk’ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını ifşa etseler de hepsini ifşa
etmezler. Yani bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırdaşıdır. Bu hal Allah-u Teâlâ’nın has
kullarına mahsustur. Başkasına şamil değil. Onu sevmiş, onu çekmiş, esrarını da
ona duyurmuş. Bu kimse Allah’ın dostu olmuş, sırdaşı olmuş.
Çünkü nuru O akıttı. O akıttığı için O’nun nuru ile O’nu
görüyor, O’nu biliyor. Allah-u Teâlâ kendi nurunu akıttığı için, kendi nurundan
O’nu tanıyor. Hem Allah-u Teâlâ’yı biliyor, hem de bildirdiği her şeyi o nurla
biliyor. Onlardan başkası da bunu bilemez. O nurunu akıtacak ki bilinsin. Başka
türlü tanınmaz.
Onlar, nurunun nurudurlar. Allah-u Teâlâ sevdi de seçti,
kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecelli etti, dilediğini lütfetti.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyuruluyor:
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey
olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde
kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık
olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım.
İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.
Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek
kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek
istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebu Nuaym,
Hilye)
Onların peygamber gibi olması, vazife itibariyle, irşad
itibariyledir. Bir taraftan en efdal ümmet, diğer taraftan da en seçkinleri
olduğu için Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize verilen vazifenin onlara
verildiği belirtiliyor. Onlar o zaman o vazife ile vazifeli idi, bunlar da bu
zaman bu vazife ile vazifelidirler.
Allah-u Teâlâ peygamberlere verdiğini hiç kimseye vermemiştir.
Bir kimse her ne kadar peygamber durumuna gelemese de, bu noktanın iç mânâsı;
“Enbiyâya verdim, onlara da verdim.” demektir. Onlara duyurduğunu bunlara
da duyurmuştur, onlara öğrettiğini bunlara da öğretmiştir. Niçin? Resulullah
Aleyhisselâm’ın ümmetinin âlimleri olduğu için.
Âyet-i Kerime (9):
Allah-u Teâlâ kime hidayet verirse, hidayetiyle beraber
imanını kemâlleştirirse, ona bir nur verir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında
yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç
çıkmayan kimse gibi olur mu hiç? (En’am: 122)
Allah-u Teâlâ’nın, hayatından hayat verdiği, nurundan nur
verdiği kimseler, hakikat ile dalâleti birbirinden ayırabilir, yolunu tayin
eder, yolunu şaşıranlara yol gösterir.
Gözü gören kimse ile görmeyen kimse nasıl aynı değilse; Allah-u
Teâlâ’nın nur verdiği kimse ile vermediği kimse de bir değildir. Bunun gibi,
Allah-u Teâlâ hal ehli ile söz ehlinin arasını ayırmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gece
namazlarının sonunda yaptığı duâlarının bir bölümünde şöyle münacaatta
bulunurlardı:
“Ey Allah’ım! Kalbime bir nur ver, kabrime bir nur ver,
önüme bir nur arkama bir nur ver, üstüme bir nur altıma bir nur ver, kulağıma
bir nur gözüme bir nur ver, saçıma bir nur ver, derime bir nur ver, etime bir
nur kanıma bir nur ver, beynime bir nur ver, kemiklerime bir nur ver!
Ey Allah’ım! Nurumu büyült, bana bir nur ver, benim için bir
nur yarat!” (Tirmizi)
Âyet-i Kerime (10):
Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruhla desteklediği kimselerden
başkası bu esrâr-ı ilâhî’ye vâkıf olamaz. Kendi ilminden ilim ihsan ettiği
kullara âittir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele: 22)
Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde
hakikatı ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan
doğruya Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış,
kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören
Resulullah Aleyhisselâm’ın nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur.
Çünkü onda onun nuru, onun vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği
ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka kimsede yoktur.
Diğer bir Âyet-i keri “Biz onu kudsî ruhla destekledik.”
(Bakara: 87)
Bu gibi kulların ruhaniyetleri daima uyanıktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ashâb-ı
kiram’dan Hassan bin Sâbit -radiyallahu anh- hakkında:
“Allah’ım! Onu kudsî ruhla destekle!” diye duâ
buyurmuştur. (Buhâri)
Kudsî ruhla desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber
meclisine dahil olur.
O yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah
Aleyhisselâm’ı bilir, onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Bu bilinmeyen bir ilimdir. Allah-u Teâlâ dilediği kulunu bu
ruhâniyetle destekler, bu ruhâniyetten lâtifeler husule gelir. Allah-u Teâlâ bu
lâtifeleri dilediği şekilde çalıştırır.
Âyet-i Kerime (11):
Marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın tayin ettiği
muallimlerdir. Onlar ilmi Rablerinden alırlar, Hakk’ın talebeleridirler. Allah-u
Teâlâ onlara ne öğrettiyse onu bilirler, ne gösterdiyse onu görürler. Hakk’ın
öğrettiklerini halka öğretirler. Sırları ancak onlar çözer ve çözdürmeye
çalışırlar.
Allah-u Teâlâ kendi talebelerine emrediyor ve Âyet-i
kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kitabı öğrettiğinize ve okuduğunuza göre Rabbânîler olunuz.”
(Âl-i imran: 79)
Bu Âyet-i kerime bâtınîdir, zâhir ehline ait değildir. Allah-u
Teâlâ kendi talebelerine bu emri veriyor.
“Rabbânî olmak” demek; “Rabb’e hâlis kul olun,
Rabb’e mensup ilim erbâbı olun, kalp kulakları ile işiticiler ve gayb gözleriyle
bakanlar olun.” demektir. Bu iç âlem işidir.
Bu nokta değişti şimdi. Onlar “Kafa gözü ile kafa kulağı
ile” bunlar ise “Kalp gözü ile kalp kulağı ile” alırlar.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tasarrufundadırlar, bunları O idare
eder ve kendi katından ilim ihsan eder.
Bunlar Hakk’ı bilir, Hakk’tan olduğunu görür, kendilerini
bilmez. Bunlar Hakk’ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.
Rabbânîlerin gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var.
Sözleri de sadece Allah ve Resulullah’tır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde
buyurur ki:
“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i imran:
13)
Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla
desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde
Allah ve Resulullah mevcuttur.
Zahirde kafa gözü ve kafa kulağı mevcuttur, bunlarla dış âlem
idrak edilir. Dış dünya çok küçük ve gayet cüz’idir.
Allah-u Teâlâ bir de kalp gözü ve kalp kulağı halketmiştir.
Dilediği zaman bir kulunun kalp gözünü açarsa, gayb âlemi görülür.
Hakikat gözü ile bakabilen, Allah-u Teâlâ dilerse âlemleri de
seyreder, Levh-i mahfuz’daki esrarı da dilerse ona okutur. İç dünya, âlemleri
içine alır.
Kalp kulağını açarsa, ona istediğini duyurur. Gerçek duyma
budur.
Hakikatı duyurdukları kadar duyulur. Gayb âlemini müşahede
ettirdikleri kadar görülür.
Sana ne duyurulursa sen onu duyarsın. Kalp gözünü açarlarsa, ne
gösterirlerse onu görürsün.
Allah-u Teâlâ’ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk
iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk
var.
Herşeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var, Kâbe-i
muazzama’nın özünde Hacer-i esved var, insanın özünde ise Hazret-i Allah
var.
İnsan-ı kâmil’in âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyurmaktadır.
(Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif’te çok büyük esrar vardır..
Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı
bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir. Bir paçavradan ibaret
olduğunu hem gözü ile görür hem bilir. Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı
kullanır, dilediğinin gönlünü siler.
Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür hem bilir.
Bunlar Hakk’ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören
olmaz.
Âyet-i Kerime (12):
Allah-u Teâlâ bu has ilmi Hızır Aleyhisselâm’a da bahşettiğini
Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Biz ona nezdimizden bir rahmet verdik, tarafımızdan has bir
ilim öğrettik.” (Kehf: 65)
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır.
Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O’nun seçtiği, öğrettiği kimseye mahsustur.
Seyr-ü sülûkta olanlara, diğer velilere dahi mahsus değildir. Bu ilim verilme
iledir, kişide hiçbir şey yoktur.
Allah-u Teâlâ dilerse Hızır Aleyhisselâm’a “Has ilim”
öğrettiği gibi, dilediğine de vasıtasız ilim öğretir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’a vâkıf ettirmediği
ilmi Hızır Aleyhisselâm’a vâkıf ettirdi.
Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’la karşılaştıktan sonra,
kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde
bulundu.
“Musa ona: ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da
tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 66)
Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve
yüceliği hususunda en bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde
Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.
Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm’a kendi katından bir fazilet
ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle
mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm’ın ilminden bambaşka
bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. “İlm-i Ledün” ve “İlm-i
Bâtın” gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir
ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble, çalışmakla elde
edilmez, mevhibe-i ilâhîdir. Allah-u Teâlâ’nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği
kimselere verdiği lütfudur.
Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm
yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm’a uymak istedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde Hızır Aleyhisselâm’ın Musa Aleyhisselâm’a şöyle buyurduğunu haber
vermektedir:
“Ben Allah’ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzerinde
yürüyorum ki, sen onu bilmezsin. Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.”
(Buhârî. Tecrid-i sarîh: 102)
Hızır Aleyhisselâm’ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u
Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır
Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledün ilmi” idi.
Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı
için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Musa Aleyhisselâm’la Kehf sûre-i şerif’inde beyan edilen
yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki
damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm ise şöyle buyurdu:
“Ey Musa! Benim ve senin ilmin Allah’ın ilmi yanında şu
serçenin denizden aldığı kadardır.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 102)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’yı tarif
ediyor. Çünkü o: “En âlim benim.” demişti. Ona kimin en âlim olduğunu
öğretiyor. “Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u
Teâlâ’dır, âlim O’dur.”
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep
olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine de Allah’ın kelimeleri
tükenmez.
Şüphe yok ki Allah Azîz’dir, hikmet sahibidir.” (Lokman:
27)
Kelimât-ı ilâhiye’nin sonu yoktur. Çünkü O’nun ilmine ve
hikmetine sınır konulamaz, iradesini dilediği şekilde kullanır. Kayıt ve hudut
tanımaksızın hükmünü icrâ etmektedir.
İlmin sonu Allah-u Teâlâ’ya dayanır. Bu ilme “İlm-i billâh”
dendiği gibi, “Ledünî ilim” de denir.
Bu ilme mazhar olan Hakk’ı görür, Hakk’tan görür. Ve fakat
Allah-u Teâlâ’nın tecelliyâtının sonu yoktur.
Allah-u Teâlâ bildirmedikçe, duyurmadıkça kimse bu gerçekleri
bilemez.
Nitekim Allah-u Teâlâ kaderin sır ilmi kendisine verilen Yakub
Aleyhisselâm hakkında bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki o ilim sahibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik.”
(Yusuf: 68)
Yani onların muallimi Allah-u Teâlâ’dır. O’nun öğretmesi ile
bilinebilir, başka türlü mümkün değildir.
Duyurunca dilediğine duyurur, gösterince dilediğine
gösterir.
Âyet-i Kerime (13):
Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nur
sebebiyledir ki, marifetullah ehli Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün
hakikatları bilirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi
olursanız, o size furkan (iyi ile kötüyü ayırdedecek bir marifet bir nur)
verir.” (Enfâl: 29)
Bu ilim, O’nun ihsan edeceği mârifet ile mümkündür.
Dikkat edilirse marifetullah hep takvâ ile beraber geçiyor.
Yani takvâsız marifetullah ehli olmak imkansızdır. Takvâ ise her türlü haramdan
ve şüphelilerden kaçınmak demektir. Kaçınmadıkça takvâya ermek mümkün
değildir.
Bunun için de hem zâhirî hem bâtınî ilim lâzımdır. Zâhirî ilim
dış nizamı sağlar, bâtınî ilim iç nizamı sağlar. İç nizamı sağlayan ilim de
marifetullah ilmidir.
Allah-u Teâlâ’nın nur verdiği kimseler Hakk’tan korkar, halktan
korkmaz. Hakk’tan korktuğu için, bütün hayatını takvâ üzerinde, O’nun rızâsını
kazanmak için yürütür.
Öğretmek için bir hoca talebesini karşısına aldığı gibi,
Allah-u Teâlâ da kendi talebesini karşısına alır, anlayacağı şekilde ona bir bir
hakikatları duyurur, bildirir ve gösterir.
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın
huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’si de bunu gösteriyor. Muktedir olan Allah-u
Teâlâ onu huzuruna alıyor ve ona bir bir öğretiyor.
Satır ilmi sahibi ne kadar tahsili olursa olsun, bu nurdan
mahrumdur. Çünkü bu ilim sadır ilmidir, diğer bütün ilimler satır ilmidir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” (Nur:
40)
Âyet-i Kerime (14):
Hiç kimseden hiçbir tahsil görmediği halde en doğrusunu
bilirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual
ediniz.” (Nahl: 43)
Onların bu bilgisi Allah-u Teâlâ’nın tâliminden ileri geliyor.
O’nun dilediği kadar bildirmesiyle görür ve bilirler. Hiç kimseden bir şey
sormadıkları halde Hakk’tan ilim alırlar.
Abdullah ibni Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize:
“Kur’an ve sünnet’te bulamadığımız bir vak’a ile
karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorulduğunda:
“Onu salih kimselerden sorun ve onların istişaresine arzedin.”
buyurmuşlardır. (Taberâni)
Evliyâ zümresi umûr-u diniyede fakihtirler. Sohbet ve nazarları
kimyâdır. Allah yolunda köprü mesâbesindedirler. Kalpleri üzerinde perde
yoktur.
Sıdk-i sefâ, zevk-i vefâ, dünya ve ahiretten tecrid ile tâlib-i
Mevlâ bunlardır.
İşte bu ampuller, Allah-u Teâlâ’nın verdiği nuru saçan
kandillerdir. Çünkü içindeki nur O’nun nurudur. O nuru kalplerine döktüğü için
kitabullah oluyor. Çünkü o kitabı kalplerine döktü. Onlar da kalplerindeki
kitabı satırlara döktü.
Onlara gelen ilim Allah-u Teâlâ’nın has ilmi olduğu için de
onlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır.
“Kim Allah içinse, Allah da onun içindir.”
Âyet-i Kerime (15):
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu ve bildirdiği
kimseler, bu gerçekleri göre göre bilirler. Ve fakat bu gerçekleri bildirmeleri
mümkün değildir. Zira gerek ilim gerek akıl o noktada olmadığı için kavranması
mümkün değildir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bunu bir bilene sor!” buyuruyor. (Furkan: 59)
Yani bu inceliklere vâkıf olanlar vardır. Böyle bir kimseye uy
ve yolundan git.
Bu bir emr-i ilâhi’dir. Dilediğine dilediği kadar bildirdiğini
açık olarak ferman buyuruyor ve duyuruyor.
Bu hakikatleri bilebilmek ve öğrenebilmek için, ilim-irfan
mektebine dehalet etmek zaruridir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın muallimleridir, Rabbânilerdir. Halka
Hakk ve hakikatı bildirirler, gizli yollardan Hakk’a yürütüp götürürler. Bunlar
Hakk’al yakîn ilim sahipleridir.
Âyet-i Kerime (16):
Allah-u Teâlâ bu sırr-ı ilâhi’yi dilediğine bildirir. Onlar
bunu biliyorlar. Amma isterse açıklarlar, isterse açıklamazlar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez.”
(Cin: 26)
“Ancak râzı olduğu elçiye gösterir. Çünkü O, bunun önüne ve
arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.” (Cin: 27)
Ancak dilediği kuluna, dilediği kadarını bildirir. Onun
haricinde mahlûkun Hakk’a âit bilgisi olmaz.
Allah-u Teâlâ “Nebi”ye vahiy vasıtasıyla “Veli”ye ise ilham
vasıtasıyla dilediğini ilka eder. Muallimi Allah-u Teâlâ olduğu için ona O
öğretiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretlerinden rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
buyururlar ki:
“Sizden önce gelip geçen ümmetler içinde Allah-u Teâlâ
tarafından kendilerine ilham olunan insanlar vardı.
Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o da şüphesiz
Ömer’dir.” (Buharî)
İlhamdan hasıl olan ilme Ledün ilmi denir.
Bu husus Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimize şâmil
olduğu gibi, ümmet-i Muhammed’in arasında da böylelerinin bulunacağına
işarettir.
İşte bütün bu lütuf, fazilet ve meziyetler, Allah-u Teâlâ’nın o
kimseyi o Kudsî ruh ile desteklemesinden doğmuştur. Geldiği makama dünyada iken
çıkar, peygamberler meclisine girer.
Bu sırlara mazhar olabilmek Allah-u Teâlâ’nın bu ilmi kalpte
yazması ve ikinci bir ruh ile desteklemesiyle mümkün olur.
Âyet-i Kerime (17):
Bütün bu güzel işler Allah-u Teâlâ’nın dilemesinden ibarettir.
Dilediğini sever, kendisine çeker, murad ettiğini bildirir, gösterir ve
öğretir.
Oysa mahlûk âcizdir, hükümsüzdür. Hüküm yalnız yaratıcı olan,
yücelerin yücesi olan Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Bu Âyet-i kerime mucibince
bütün bu ilimler, bu tefekkürler hep O’nun vermesi, ikram ve ihsanı iledir. O
öğretmezse kim ne bilecek, kim öğretecek?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de
kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Bu Âyet-i kerime en bâtınî Âyet-i kerime’lerden birisidir.
Sana senden yakın olan sana duyuruyor, sana gösteriyor. Bunu
ehl-i hakikat Hakk’al-yakîn olarak bilirler. Çünkü onlar Hakk’tan gayrısını
görmezler. Kâinatın bir perde olduğunu bilen, perdeye ibadet eder mi?
O’ndan geldiğini görüyor, hem de biliyor. Hakk’tan gayrısını
görmüyor, kendisinin de bir örtü olduğunu çok iyi biliyor. O örtünün
altındakinden nasibini alıyor ve O’nunla her şeyi biliyor.
Sana şekillenmiş bir perde vermiş, sen perdeden ibaretsin. Amma
ne kadar güzel şekillendirmiş, O’nun varlığı ile görülüyorsun.
O varlığını çektiği zaman o muazzam vücut bir kovan oluyor. İki
gün dursa çöplük oluyor. Kişi bal arısı olursa, ilâhi lütuflardan istifade eder.
Hem kendisine hem de beşeriyete balını sızdırır. Fakat eşek arısı olursa, o her
fırsatta icraatını yapar.
Bütün bunlar bâtınîdir. Allah-u Teâlâ’ya yakın olanlara âittir.
Yoksa kendisini görmeyen, Yaratan’ını tanımayan, gözü kör, kulağı sağır bir
kimseye bu hakikatı bildirmek mümkün değildir. Köre ayna satmaya benzer, hiç
farkı yoktur.
•
“Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin bize
öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yok.” (Bakara: 32)