14. bölüm
MURAKABA
Murakaba Yoluyla Hakk’al-Yakîn’e Ulaşmak:
“Denetleme, gözetleme, kontrol etme” gibi mânâlara gelen
Murakaba, Tarikat-ı aliye’nin esaslarından mühim bir husustur.
Murakaba; kulun devamlı surette, bütün hallerini Allah-u
Teâlâ’nın bildiğinin şuuruna sahip olması, bütün hareketlerinden haberdar
olduğunu bilmesi, her zaman kendini kontrol altında bulundurması demektir.
Murakaba yolu ile “Hakk-al yakîn” mertebesine kadar
ulaşılır. Bu mevzu sadır ilminin sahasıdır. Satır ilmi sahipleri bu sahaya
giremezler ve hiçbir şey anlamazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisâ:
1)
İnsan tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ’nın kendisini görüp
gözettiğini bilememektedir.
Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ’nın kontrolü altındadır.
Yaptıklarınızdan, sözlerinizden ve niyetlerinizden hiçbiri O’ndan gizli
kalmaz.
Çünkü;
“Allah her şeyi görüp gözetendir.” (Ahzab: 52)
Yani her şeyi murakaba etmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir
gözetleyici bulunmasın.” (Târık: 4)
O bunların hepsini aynı seviyede işitir, görür ve bilir.
Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek
burçlara yükselmeye kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe
yapılacak murakabalarla yükselebilir. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder.
“Rabbini kendi içinden yalvararak, gizlice, sözle bağırıp
çağırmadan sabah ve akşam zikret. Sakın gafillerden olma!” (Â’raf: 205)
Âyet-i kerime’sine göre devamlı murakaba ve tam bir ihlâs ile
Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz
kapılarının açılarak başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir.
Bu Âyet-i kerime gönül yolcularına âittir, başkalarına şâmil
değildir.
•
Murakaba iki şekilde olur:
1- Zâhiri hayatını murakaba.
Dünya kazançlarının muhasebesini yapar gibi, nefisle inceden
inceye hesap görmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hesaba çekilmezden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz.”
(Tirmizi)
Sâlik kendisini daima kontrol eder, kârını-zararını ortaya
koyar. O gün vakitlerini güzel değerlendirdi ise şükreder, Allah-u Teâlâ’dan
devamını diler. Beğenilmeyen işler işledi ise tevbe ve istiğfar eder, bir daha
yapmamanın azmi içinde olur.
2- Mânevi terâkki ve tecellilerini murakaba.
Sâlik bütün kayıt ve şartlardan sıyrılıp çıkar, Hakk’ta fânî
olarak daima Hakk’ı tefekkür eder, huzur-u ilâhî’de Hakk ile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kalplerinizi murakabaya alıştırınız.” (Münâvî)
•
Sâlik temiz ve gizli bir yerde kemâl-i edeple, namazdaymış gibi
oturur. Gözlerini yumar, kendisini bütün düşüncelerden uzaklaştırır. Ölü gibi
bütün âzâlarını hareketten alıkoyar. Kâinatı sanki hiç yaratılmamış gibi
düşünür. Kendisini de mahv ve yok olmuş farzeder, fânî olur. Bütün dikkatlerini
teksif ederek Hakk’a müteveccih bir hâlet-i ruhiye içine girer ve o hâlâtı
yaşamaya çalışır. Böylece bir müddet kalır.
Böyle bir nimete azimle, sabırla ve gayretle yavaş yavaş
ulaşabilir.
Murakaba ikiye ayrılır:
1- Murakaba-i avam: Allah-u Teâlâ’nın her yerde hazır ve
nâzır olduğunu, kendisinin her hâlini gördüğünü ve bildiğini düşünmektir. Bu
“Ayn-el yakîn” mertebesidir.
2- Murakaba-i Havas: Muhabbet cezbesi ile Allah-u
Teâlâ’nın Ehadiyet sırlarını devam üzere görür gibi bütün eşyada düşünmektir. Bu
ise “Hakk-al yakîn” mertebesidir.
Âyet-i kerime’de:
“O her şeyi çepeçevre kuşatandır.” buyuruluyor.
(Fussilet: 54)
MURAKABALAR
Beş çeşit murakaba vardır ve bu murakabalar sıra ile yapılır.
Her birinin tecelliyâtı ayrı ayrıdır.
1- Murakaba-i Ehadiyet:
Bu ilk murakabada İhlâs sûre-i şerif’inin tecelliyâtı husule
gelir.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed’dir, her şey O’na
muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey
O’nun dengi ve benzeri değildir.” (İhlâs: 1-3)
Gönül yolculuğunun ilk safhası başlar.
Allah-u Teâlâ’ya inanmış ve muhabbetini kazanmış olarak,
İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde kapanır, orası bir gönül
bahçesidir. Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile, nur damlaları ile sulanan marifet
çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli tecellileri gönülde seyretmeye başlar
ve tefekküre dalar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Tefekkür gibi bir ibadet olamaz.” buyururlar. (Münâvî)
Tabii ki bu iç âlemin tefekkürüdür, hususa âittir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür
eder ve Allah-u Teâlâ’yı yavaş yavaş gönülde arar.
Ve böylece murakabanın birincisini bitirmiş olur ve Hakk’a
giden yolculuk başlar.
Nefsi secde mahallinden çıkarırken “Allah birdir” zikri
verilmişti ve nefis oradan çıkarılmıştı. Bu noktada artık o talimat nefsin içine
işler. Murakabaya geçince gerçekten Allah-u Teâlâ’nın varlığını ister istemez
bilir.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu murakaba
ile ilgili olarak “Mektubat” adlı eserinde şöyle buyururlar:
“Mübarek ve hususi zamanlarda yirmidört saat zarfında
birkaç defa kalbi bir çanak biçiminde tasavvur edip Cenâb-ı Hakk’ın nûrlarına ve
feyizlerine karşı tutunuz, zikretmeyiniz. Bu Murakaba-i ehadiyet’i zikre bedel
olarak kabul ediniz. Sükûnetle ve zikir yapmadan mütefekkir olunuz. İstediğiniz
kadar devam ve takip ediniz. Kalp yukarı doğru müteveccih olsun. Çünkü rahmetin
inmesi yukarıda olan arş cihetinden olur. Yoksa Cenâb-ı Hakk cihetlerden
münezzehtir. Diğer zamanlarda zikir yapabilirsiniz. Fakat bu murakaba zikirden
üstündür.” (43. Mektup)
2- Murakaba-i Maiyyet:
Sâlik dış âlemden elini, dilini ve gönlünü çeker, kendi iç
âlemine döner. Bu dönüşte daima Hakk ile başbaşa kalmak, ibadetini, huzur ve
huşûsunu artırmak ister.
Maiyyet üç merhaledir:
a. Fenâfîşşeyh’de maiyyet.
b. Fenâfirrasul’de maiyyet.
c. Fenâfillâh’da maiyyet.
Nasıl ki Emmâre, Levvâme ve Mülhime’ye kadar zâhidlerin sahası
geniş ise, maiyyet murakabasının da sahası geniştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid:
4)
Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İmanın efdali her nerede olursa olsun, Allah’ın seninle
hâzır ve her hâline nâzır bulunduğunu bilmendir.” (Taberânî)
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut
olduğu hakikatı zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rububiyet nurları,
Ehadiyet sırları tecelli eder.
“Allah’ın daima kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?”
(Alâk: 14)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu
hususta şöyle buyururlar:
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen O’nu
görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir.
Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını
izah etmektedir.
Bu murakabada ikinci kapıdan içeriye alınmıştır. Daha büyük
dikkat gerekiyor. Ehadiyet murakabasında marifet çiçekleriydi, burada marifet
fidanları oldu. Bu ekilen marifet fidanlarına bakarken Allah-u Teâlâ’nın her
yerde varlığını hissetmeye başlar. Fâil-i Mutlak’ın fiillerini seyrederken,
bunların Sebeb-i mevcudat olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizin nurundan hâsıl olduğunu da düşünür. Zira Allah-u Teâlâ kendi
nurundan onun nurunu, o nurdan da mükevvenâtı halketti.
İlahî tecelliyatı seyretmeye devam ederken, diğer taraftan da
her an kendisinin kontrol altında bulundurulduğunu hissetmeye başlar.
Bu makam Fenâfirrasul olduğu için Resulullah Aleyhisselâm’ın
muhabbeti tecelli eder. Bir delikanlı bir kızı çok severse, o kızın hayali her
yerde zuhur ettiği gibi, o da artık Resulullah Aleyhisselâm’ın ruhunu ve nurunu
hemen hemen her yerde temâşâ etmeye başlar. Bu da şüphesiz sevgi derecesi
nisbetindedir.
Burada Fenâfirrasul olursa, yani bu tahsili de bitirmeye
muvaffak olursa, Fenâfillâh kapısından içeriye alınır.
3- Murakaba-i Akrabiyyet:
Akrabiyyet ve Muhabbet murakabaları Fenâfillâh’a giden yoldur,
Allah-u Teâlâ’ya yavaş yavaş yaklaşma hissi doğar.
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Âyet-i kerime’sinin hakiki mânâsı bu murakabada tecelli etmeye
başlar. Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu gözü ile görmeye
başlar.
Birisi: “Allah var ve beni görüyor.” diyor, diğeri
ise: “Allah bana benden yakın.” diyor. Bu iki nokta hiç bir olur mu?
Bunlar hep tecelliyâttır, murakabalardan geçildikçe kişide husule gelir.
Bu mânevî merdivenlerden yükseldikçe, gönül bahçesinden
bahçelere geçer, tekarrübiyet başlar. Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıkça varlığını
gönülde hissetmeye başlar, ilerledikçe yakınlığını duyar. Burada da ibadet, taat
ve takvâsını artırdığı gibi murakabasını da artırması lâzımdır. Zira ruhun aslî
makamından inişi, süflî bedene girişi ve tekrar makam-ı asliyesine dönmesi
peşpeşe yapacağı murakaba ile kaimdir. Ancak bununla mümkün olur, başka türlü
yol verilmemiştir.
Bu murakabayı bitirdikten sonra Allah-u Teâlâ’nın kendisine
kendisinden yakın olduğunu görür.
Artık Resulullah Aleyhisselâm’daki muhabbet Hakk’a geçmiştir.
O, Allah-u Teâlâ’nın nuru ile Fail-i Mutlak’ın fiillerini seyreder. Bu yalnız
ona orada verilir.
4- Murakaba-i Muhabbet:
Bu muhabbet murakabasında;
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Maide:
54)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir.
Bu murakabada olanlar Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlıdırlar. O
artık gerçekten Allah-u Teâlâ’yı seviyor.
“Bu Allah’ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir.”
(Cumâ: 4)
Yani fazl-u kereminden onlara vermiş. Onlar da kendilerine
verilen bu lütuf ve ihsanlarla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmaya çalışırlar. Bütün
ubudiyetini Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak için yapar. Başka hiçbir gaye ve maksadı
olmaz. Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için canını ve malını hiçe
sayar.
Nihayet Allah-u Teâlâ onları sever. Sevince de dilediğini
onlara hediye eder. Buna hediye-i ilâhi denir. Böylece her lütuf ve ihsana nail
olurlar. En büyüğü ise Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’ın rızâsı ise daha büyüktür.” buyuruluyor. (Tevbe:
72)
Burada Allah-u Teâlâ’ya karşı sonsuz bir muhabbet uyanır.
Şüphesiz ki bu muhabbet de ona Hakk’tan gelmiştir. Bunun içindir ki yalnız Hakk
için icabederse her şeyini hiçe sayar. Hiçliğini bildikçe de azamet-i ilâhî’yi
görmeye başlar. Fenâ hali arttıkça irfan duygusu husule gelir.
Emanet-i ilâhî’yi O’nun uğruna hiçe saydıkça, Allah-u Teâlâ’nın
ikram ve ihsanı da o nisbette artar. Artık dünyevî zevk ve sefâlardan elini ve
dilini çekmiştir. Çünkü onun dostu O’dur.
Artık o Hakk’ı sever, Hakk da onu sever.
Buraya kadar aynel-yakîn devam ediyordu. Şimdi artık
Hakkal-yakîn başlıyor.
5- Murakaba-i Vâhidiyet:
Vâhidiyet murakabasında sâlik, nihayet kendisine kendisinden
yakın olana kadar çıkar. Bakar ki, meğer O imiş.
Burası nefsin “Sâfiye” makamıdır. Bu murakabada;
“Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır.” (Bakara: 163)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir. Bu murakabada
Hakk tecelli eder.
“Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin. O ancak bir tek
ilâhtır. Yalnız benden korkun.” (Nahl: 51)
O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah’tır, her
cihetten tektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulun kalbine sığdım.”
buyuruluyor. (K. Hafâ)
Yani O var, başka bir mevcut yok.
Bir diğer Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana
kavuşursun.”
Demek ki kavuşuluyormuş.
Bütün varlıklar Allah-u Teâlâ’nın vücut nurlarından akseden
zerreler ve zuhur mahalleridir. Yani vücud O, Mevcud O...
Bu murakabaya çıkan sâlik, her şeyin perdeden ibaret olduğunu,
kendisinin bir maske olduğunu görür ve bilir.
Kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu, vücudunun da bir
elbise olduğunu görünce, bakar ki meğer hep O imiş. O var, başka bir şey
yok.
Hakk’a vâsıl olmakla mukarrebûn sınıfına geçer ve Kudsî ruh’la
desteklenir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da
öncüdürler. Onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm
cennetindedirler.” (Vâkıa: 10- 11-12)
•
MÂNEVÎ MİRAÇ
Sidre-i Müntehâ:
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin
Miraç yolculuğu Cebrâil Aleyhisselâm’ın refakatinde üç vasıta ile oldu, üç
vâsıta ile tecelli etti.
Burak, Miraç ve Refref.
Sidre-i müntehâ’ya kadar beraber yükseldiler. Buradan öteye
“Kaabe kavseyn” makamına yolculuk Refref ile oldu. Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan ayrılacağı sırada Cebrâil Aleyhisselâm’a
kendisi ile gelmesini ricâ etmişti. O da:
“Burası Sidre-i müntehâ’dır, şayet ben buradan bir parmak ucu
kadar ileri geçersem yanarım.” buyurdu ve orada durakladı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Rabbine o
kadar yaklaştı ki, aradaki bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî’ye kabul
buyuruldu. Allah-u Teâlâ’nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu.
Onun ümmet-i muhteremesine de bu yol bahşedilmiştir. Vekiline
ise bu lütuf tam olarak ihsan olunmuştur.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ bir kimseyi nasipdar etmeyi murad ettiği zaman,
daha cenin halinde iken nasibini takdir buyurur.
Daha sonra onu, kalbi Arşurrahman olan bir Mürşid-i kâmil’e
nasibi ile beraber teslim eder. Onun taht-ı terbiyesini görürken, Allah-u
Teâlâ’nın ona indirdiği nasibini güna gün almaya başlar. Çocuğun annesinden süt
emerek büyüdüğü gibi, o da mürşidinden feyz emerek tekâmül eder.
Aslında feyz Hakk’tan geliyor. Hep O. Fakat O öyle murad etmiş,
başka türlü almak mümkün değil.
Tarikat-ı aliye’de de üç merhale vardır:
Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh. Bu vasıtaların
terakkileri ise; Râbıta, Murakaba ve Cezbe ile kaimdir.
Fenâfişşeyh’te çok büyük merhaleler vardır. Fenâfişşeyh’te
terbiye gören bir sâlik, râbıta sayesinde nefis derecelerinden “Emmâre”,
“Levvâme” ve “Mülhime”ye kadar çıkar. Nefis tezkiye olurken, ruh
da terakki etmeye başlar. Fenâfişşeyh’teki bu son makamdan sonra letâfâtı
bitirir, bu merhaleyi ihraz eder. Eğer kurmaylığa geçerse, veli kısmına
alınır.
Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime
ihtiyacı varsa, nefs-i mülhimeden sonraki terakkiyat için de mutlaka
Fenâfillah’a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç
vardır.
Râbıta-i mevt nefsi tezkiye için, Râbıta-ı şerif ise ruhu
tekâmül ettirmek içindir.
Allah-u Teâlâ murad etmişse, yol vermeyi dilemişse, Mürşid-i
kâmil onu Fenâfirrasul’e geçirir. O artık sevgi ve saygı sebebiyle, şeyhine
Râbıta ile, bu sefer bizzat terbiyeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimizde görür ve murakabalar başlar. “Ehadiyet”, “Maiyyet”,
“Akrabiyyet”, “Muhabbet” ve “Vâhidiyyet murakabalarından
bir bir geçirir. Bir taraftan da “Mutmainne”, “Râziye”,
“Mardiyye” ve “Sâfiye” derecelerini de kateder. “Sâfiye”ye
çıktığı zaman murakabalar da bitmiş olur.
Bir taraftan murakabalarla ruhu, bir taraftan da nefis
dereceleri ile nefsi beraber çıkarmak suretiyle, bu iki kanatla teyyare
meydanından yükselir. Bu iki kanatla uça uça Sidre-i müntehâ’ya kadar çıkabilir.
Melekler meclisine girer. Son makam budur.
Kıyamete Kadar Açık, Münevver Bir Yol:
Sonra Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yürüttüğü
gibi, eğer yürütmeyi murad etmişse, vekilini de böyle yürütür. Sidre-i müntehâ
son makam olduğu için, oradan öteye onu cezbe ile çeker.
Bu ise:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve
cinlerin ameline denktir.” (K. Hafâ)
Hadis-i şerif’inin tecelliyatı olmuş oluyor. O cezbe ile
çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeye,
Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Bir kulun başka türlü oraya
çıkabileceği akla bile gelmesin.
“Onlar Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın
huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, o muktedir olan
Padişah, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili olması hasebiyle
O’nun makamına çıkarmak için, vekilini de kudreti ile çeker ve kendi huzuruna
alır. Huzurunda karşı karşıyadır. Bütün perdeler kalkar.
Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile
bir yay kadar veya daha yakın olduysa, o da böyledir.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri
“Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin 60. Meclis’inde buyururlar
ki:
“O Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu
durdurmaya güç yetiremez.
Rabbinin huzuruna vardığı an, O da ona lütfeder, ikramlarda
bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet
bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri
görür.”
“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve
mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.”
Gönül Yolculuğu:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zâhirde
Mirac-ı şerif’e üç vasıta ile çıkmıştı ve fakat gönül yoluyla çok defa
çıkmıştı.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir
melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.”
Hazret-i Allah’a varan bu mutlu yolcular Sıddîkiyet
makamındadırlar. Bu onlara mahsus bir makamdır.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 260.
Mektub’unda buyurur ki:
“O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu
kemâlâta kavuşturulmuştur.”
Bu, Hakk’ın huzuruna alınanlar, dünyaya nadir
gelenlerdendir.
Buna âmil olan da o kehribarın tozu oluşlarıdır. Bütün meziyet
ve faziletin hepsi o kehribardadır, yani Resulullah Aleyhisselâm’dadır. Çünkü
Allah-u Teâlâ onları sevmiş, seçmiş, huzuruna kadar almıştır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)
SIDDIKLAR VE MUKARREBLER
Sıddıkların Vasfı Nedir?
Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında
muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder.
İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O’na
kavuşmak için, O’nun yolunda feda etmek ister.
Mukarreblerin Vasfı Nedir?
Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu görebiliyorsa, kendisinin
bir perdeden bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorsa ve o şekilde Allah-u
Teâlâ ile ünsiyet edip mülâkat yapabildiği zaman o mukarreb olur.
Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu
sırrın hakikatını da onlardan başka bilen olmaz.
Sıddıklar Üç Kısımdır:
1. Sıddık-ı Ekber: Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık
-radiyallahu anh- Efendimize âittir.
2. Allah-u Teâlâ’nın has kulları olan mukarreb
sıddıklar.
3. Sözünde sâdık kalan sıddıklar.
Sıddıklar ve Mukarrebler Bu Hâle Nasıl
Ulaşırlar?
Ulvi olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile
aslî halinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya
makamları denir.
Bunlar;
“Emmâre”, “Levvâme”, “Mülhime”,
“Mutmainne”, “Râziye”, “Mardiyye” ve
“Sâfiye”dir.
Bu yedi perde, yedi elbisedir. Kişi seyr-ü sülûk yolunda
ilerledikçe bu elbiseleri bir bir kaldırılabilirse “Sâfiye makamı”na
çıktığı zaman Hakk’a varmış olur.
Ve:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” (K.
Hafâ: 2256)
Kudsî Hadis-i şerif’inin tecelliyatına erer. İlmin sonu Hakk’a
varmaktır, tecelliyatının sonu yoktur.
Meselâ denize düşen bir insanın, canını kurtarmak için
üzerindeki elbiseyi attığı gibi; hakikat deryasına düşen bir insan da, imanını
kurtarmak ve Hakk’a kavuşmak için beden elbisesini atmaya çalışır.
“Sâfiye”ye çıktığı zaman kalp üzerindeki perdeler atılmış, bir tek ten
elbisesi kalmış olur.
Ondan sonra ibadet ve taat sayesinde ten elbisesi ne kadar
incelirse, içindekinin o kadar tecelliyâtına mazhar olmaya başlar.
Bu lütuf deryasına alınanlarda ten elbisesi, vücut içindekine
öylesine yapışır ki;
“İçinizde!.. Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına mazhar olur ve içindeki
Hazret-i Allah’ı görür. Gerek kendisinin gerek kâinatın bir perdeden ibaret
olduğunu da görür.
Ehl-i Hakk, Hakk ehlini tanır, halk tanımaz. Yani Hakk ehli
anlar, halk ehli anlamaz.