06 Kasım 2012

TASAVVUF'UN ASLI-MURAKABE


14. bölüm
MURAKABA
Murakaba Yoluyla Hakk’al-Yakîn’e Ulaşmak:
“Denetleme, gözetleme, kontrol etme” gibi mânâlara gelen Murakaba, Tarikat-ı aliye’nin esaslarından mühim bir husustur.
Murakaba; kulun devamlı surette, bütün hallerini Allah-u Teâlâ’nın bildiğinin şuuruna sahip olması, bütün hareketlerinden haberdar olduğunu bilmesi, her zaman kendini kontrol altında bulundurması demektir.
Murakaba yolu ile “Hakk-al yakîn” mertebesine kadar ulaşılır. Bu mevzu sadır ilminin sahasıdır. Satır ilmi sahipleri bu sahaya giremezler ve hiçbir şey anlamazlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.” (Nisâ: 1)
İnsan tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ’nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.
Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ’nın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden ve niyetlerinizden hiçbiri O’ndan gizli kalmaz.
Çünkü;
“Allah her şeyi görüp gözetendir.” (Ahzab: 52)
Yani her şeyi murakaba etmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir koruyucu, bir gözetleyici bulunmasın.” (Târık: 4)
O bunların hepsini aynı seviyede işitir, görür ve bilir.
Asıl yüce makamından ayrılıp ten kafesine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye kabiliyetli bulunan ruhânî lâtifeler, ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir. Murakabalardan geçtikçe iman tekâmül eder.
“Rabbini kendi içinden yalvararak, gizlice, sözle bağırıp çağırmadan sabah ve akşam zikret. Sakın gafillerden olma!” (Â’raf: 205)
Âyet-i kerime’sine göre devamlı murakaba ve tam bir ihlâs ile Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz kapılarının açılarak başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir.
Bu Âyet-i kerime gönül yolcularına âittir, başkalarına şâmil değildir.
Murakaba iki şekilde olur:
1- Zâhiri hayatını murakaba.
Dünya kazançlarının muhasebesini yapar gibi, nefisle inceden inceye hesap görmektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hesaba çekilmezden evvel nefislerinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizi)
Sâlik kendisini daima kontrol eder, kârını-zararını ortaya koyar. O gün vakitlerini güzel değerlendirdi ise şükreder, Allah-u Teâlâ’dan devamını diler. Beğenilmeyen işler işledi ise tevbe ve istiğfar eder, bir daha yapmamanın azmi içinde olur.
2- Mânevi terâkki ve tecellilerini murakaba.
Sâlik bütün kayıt ve şartlardan sıyrılıp çıkar, Hakk’ta fânî olarak daima Hakk’ı tefekkür eder, huzur-u ilâhî’de Hakk ile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kalplerinizi murakabaya alıştırınız.” (Münâvî)
Sâlik temiz ve gizli bir yerde kemâl-i edeple, namazdaymış gibi oturur. Gözlerini yumar, kendisini bütün düşüncelerden uzaklaştırır. Ölü gibi bütün âzâlarını hareketten alıkoyar. Kâinatı sanki hiç yaratılmamış gibi düşünür. Kendisini de mahv ve yok olmuş farzeder, fânî olur. Bütün dikkatlerini teksif ederek Hakk’a müteveccih bir hâlet-i ruhiye içine girer ve o hâlâtı yaşamaya çalışır. Böylece bir müddet kalır.
Böyle bir nimete azimle, sabırla ve gayretle yavaş yavaş ulaşabilir.
Murakaba ikiye ayrılır:
1- Murakaba-i avam: Allah-u Teâlâ’nın her yerde hazır ve nâzır olduğunu, kendisinin her hâlini gördüğünü ve bildiğini düşünmektir. Bu “Ayn-el yakîn” mertebesidir.
2- Murakaba-i Havas: Muhabbet cezbesi ile Allah-u Teâlâ’nın Ehadiyet sırlarını devam üzere görür gibi bütün eşyada düşünmektir. Bu ise “Hakk-al yakîn” mertebesidir.
Âyet-i kerime’de:
“O her şeyi çepeçevre kuşatandır.” buyuruluyor. (Fussilet: 54)

MURAKABALAR
Beş çeşit murakaba vardır ve bu murakabalar sıra ile yapılır. Her birinin tecelliyâtı ayrı ayrıdır.

1- Murakaba-i Ehadiyet:
Bu ilk murakabada İhlâs sûre-i şerif’inin tecelliyâtı husule gelir.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed’dir, her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir.” (İhlâs: 1-3)
Gönül yolculuğunun ilk safhası başlar.
Allah-u Teâlâ’ya inanmış ve muhabbetini kazanmış olarak, İhlâs-ı şerif kapısından içeriye alınır, perde kapanır, orası bir gönül bahçesidir. Orada dikilen ve feyz-i ilâhî ile, nur damlaları ile sulanan marifet çiçeklerinin kokusunu almaya, birçok gizli tecellileri gönülde seyretmeye başlar ve tefekküre dalar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Tefekkür gibi bir ibadet olamaz.” buyururlar. (Münâvî)
Tabii ki bu iç âlemin tefekkürüdür, hususa âittir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve Allah-u Teâlâ’yı yavaş yavaş gönülde arar.
Ve böylece murakabanın birincisini bitirmiş olur ve Hakk’a giden yolculuk başlar.
Nefsi secde mahallinden çıkarırken “Allah birdir” zikri verilmişti ve nefis oradan çıkarılmıştı. Bu noktada artık o talimat nefsin içine işler. Murakabaya geçince gerçekten Allah-u Teâlâ’nın varlığını ister istemez bilir.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu murakaba ile ilgili olarak “Mektubat” adlı eserinde şöyle buyururlar:
“Mübarek ve hususi zamanlarda yirmidört saat zarfında birkaç defa kalbi bir çanak biçiminde tasavvur edip Cenâb-ı Hakk’ın nûrlarına ve feyizlerine karşı tutunuz, zikretmeyiniz. Bu Murakaba-i ehadiyet’i zikre bedel olarak kabul ediniz. Sükûnetle ve zikir yapmadan mütefekkir olunuz. İstediğiniz kadar devam ve takip ediniz. Kalp yukarı doğru müteveccih olsun. Çünkü rahmetin inmesi yukarıda olan arş cihetinden olur. Yoksa Cenâb-ı Hakk cihetlerden münezzehtir. Diğer zamanlarda zikir yapabilirsiniz. Fakat bu murakaba zikirden üstündür.” (43. Mektup)

2- Murakaba-i Maiyyet:
Sâlik dış âlemden elini, dilini ve gönlünü çeker, kendi iç âlemine döner. Bu dönüşte daima Hakk ile başbaşa kalmak, ibadetini, huzur ve huşûsunu artırmak ister.
Maiyyet üç merhaledir:
a. Fenâfîşşeyh’de maiyyet.
b. Fenâfirrasul’de maiyyet.
c. Fenâfillâh’da maiyyet.
Nasıl ki Emmâre, Levvâme ve Mülhime’ye kadar zâhidlerin sahası geniş ise, maiyyet murakabasının da sahası geniştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4)
Her yerde hazır, insanın her hâline nâzırdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İmanın efdali her nerede olursa olsun, Allah’ın seninle hâzır ve her hâline nâzır bulunduğunu bilmendir.” (Taberânî)
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikatı zuhur eder, müşahede mertebesine yükselir. Rububiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
“Allah’ın daima kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu o?” (Alâk: 14)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususta şöyle buyururlar:
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu Hadis-i şerif, müşâhede makamından murakabaya iniştir. Zâhirî ve bâtınî bütün ibadet vazifelerini, iman esaslarını, kalplerin ihlâsını izah etmektedir.
Bu murakabada ikinci kapıdan içeriye alınmıştır. Daha büyük dikkat gerekiyor. Ehadiyet murakabasında marifet çiçekleriydi, burada marifet fidanları oldu. Bu ekilen marifet fidanlarına bakarken Allah-u Teâlâ’nın her yerde varlığını hissetmeye başlar. Fâil-i Mutlak’ın fiillerini seyrederken, bunların Sebeb-i mevcudat olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurundan hâsıl olduğunu da düşünür. Zira Allah-u Teâlâ kendi nurundan onun nurunu, o nurdan da mükevvenâtı halketti.
İlahî tecelliyatı seyretmeye devam ederken, diğer taraftan da her an kendisinin kontrol altında bulundurulduğunu hissetmeye başlar.
Bu makam Fenâfirrasul olduğu için Resulullah Aleyhisselâm’ın muhabbeti tecelli eder. Bir delikanlı bir kızı çok severse, o kızın hayali her yerde zuhur ettiği gibi, o da artık Resulullah Aleyhisselâm’ın ruhunu ve nurunu hemen hemen her yerde temâşâ etmeye başlar. Bu da şüphesiz sevgi derecesi nisbetindedir.
Burada Fenâfirrasul olursa, yani bu tahsili de bitirmeye muvaffak olursa, Fenâfillâh kapısından içeriye alınır.

3- Murakaba-i Akrabiyyet:
Akrabiyyet ve Muhabbet murakabaları Fenâfillâh’a giden yoldur, Allah-u Teâlâ’ya yavaş yavaş yaklaşma hissi doğar.
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Âyet-i kerime’sinin hakiki mânâsı bu murakabada tecelli etmeye başlar. Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu gözü ile görmeye başlar.
Birisi: “Allah var ve beni görüyor.” diyor, diğeri ise: “Allah bana benden yakın.” diyor. Bu iki nokta hiç bir olur mu? Bunlar hep tecelliyâttır, murakabalardan geçildikçe kişide husule gelir.
Bu mânevî merdivenlerden yükseldikçe, gönül bahçesinden bahçelere geçer, tekarrübiyet başlar. Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıkça varlığını gönülde hissetmeye başlar, ilerledikçe yakınlığını duyar. Burada da ibadet, taat ve takvâsını artırdığı gibi murakabasını da artırması lâzımdır. Zira ruhun aslî makamından inişi, süflî bedene girişi ve tekrar makam-ı asliyesine dönmesi peşpeşe yapacağı murakaba ile kaimdir. Ancak bununla mümkün olur, başka türlü yol verilmemiştir.
Bu murakabayı bitirdikten sonra Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu görür.
Artık Resulullah Aleyhisselâm’daki muhabbet Hakk’a geçmiştir. O, Allah-u Teâlâ’nın nuru ile Fail-i Mutlak’ın fiillerini seyreder. Bu yalnız ona orada verilir.

4- Murakaba-i Muhabbet:
Bu muhabbet murakabasında;
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Maide: 54)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir.
Bu murakabada olanlar Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlıdırlar. O artık gerçekten Allah-u Teâlâ’yı seviyor.
“Bu Allah’ın fazl-u ikrâmıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)
Yani fazl-u kereminden onlara vermiş. Onlar da kendilerine verilen bu lütuf ve ihsanlarla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmaya çalışırlar. Bütün ubudiyetini Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak için yapar. Başka hiçbir gaye ve maksadı olmaz. Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için canını ve malını hiçe sayar.
Nihayet Allah-u Teâlâ onları sever. Sevince de dilediğini onlara hediye eder. Buna hediye-i ilâhi denir. Böylece her lütuf ve ihsana nail olurlar. En büyüğü ise Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’ın rızâsı ise daha büyüktür.” buyuruluyor. (Tevbe: 72)
Burada Allah-u Teâlâ’ya karşı sonsuz bir muhabbet uyanır. Şüphesiz ki bu muhabbet de ona Hakk’tan gelmiştir. Bunun içindir ki yalnız Hakk için icabederse her şeyini hiçe sayar. Hiçliğini bildikçe de azamet-i ilâhî’yi görmeye başlar. Fenâ hali arttıkça irfan duygusu husule gelir.
Emanet-i ilâhî’yi O’nun uğruna hiçe saydıkça, Allah-u Teâlâ’nın ikram ve ihsanı da o nisbette artar. Artık dünyevî zevk ve sefâlardan elini ve dilini çekmiştir. Çünkü onun dostu O’dur.
Artık o Hakk’ı sever, Hakk da onu sever.
Buraya kadar aynel-yakîn devam ediyordu. Şimdi artık Hakkal-yakîn başlıyor.

5- Murakaba-i Vâhidiyet:
Vâhidiyet murakabasında sâlik, nihayet kendisine kendisinden yakın olana kadar çıkar. Bakar ki, meğer O imiş.
Burası nefsin “Sâfiye” makamıdır. Bu murakabada;
“Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır.” (Bakara: 163)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatı husule gelir. Bu murakabada Hakk tecelli eder.
“Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin. O ancak bir tek ilâhtır. Yalnız benden korkun.” (Nahl: 51)
O Allah ki, ortağı ve benzeri olmayan bir Allah’tır, her cihetten tektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulun kalbine sığdım.” buyuruluyor. (K. Hafâ)
Yani O var, başka bir mevcut yok.
Bir diğer Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Açlığa devam et beni görürsün. İnsanlardan uzaklaş bana kavuşursun.”
Demek ki kavuşuluyormuş.
Bütün varlıklar Allah-u Teâlâ’nın vücut nurlarından akseden zerreler ve zuhur mahalleridir. Yani vücud O, Mevcud O...
Bu murakabaya çıkan sâlik, her şeyin perdeden ibaret olduğunu, kendisinin bir maske olduğunu görür ve bilir.
Kendisinin bir maskeden ibaret olduğunu, vücudunun da bir elbise olduğunu görünce, bakar ki meğer hep O imiş. O var, başka bir şey yok.
Hakk’a vâsıl olmakla mukarrebûn sınıfına geçer ve Kudsî ruh’la desteklenir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazananlar, orada da öncüdürler. Onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 10- 11-12)

MÂNEVÎ MİRAÇ
Sidre-i Müntehâ:
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Miraç yolculuğu Cebrâil Aleyhisselâm’ın refakatinde üç vasıta ile oldu, üç vâsıta ile tecelli etti.
Burak, Miraç ve Refref.
Sidre-i müntehâ’ya kadar beraber yükseldiler. Buradan öteye “Kaabe kavseyn” makamına yolculuk Refref ile oldu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan ayrılacağı sırada Cebrâil Aleyhisselâm’a kendisi ile gelmesini ricâ etmişti. O da:
“Burası Sidre-i müntehâ’dır, şayet ben buradan bir parmak ucu kadar ileri geçersem yanarım.” buyurdu ve orada durakladı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Rabbine o kadar yaklaştı ki, aradaki bütün perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî’ye kabul buyuruldu. Allah-u Teâlâ’nın cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu.
Onun ümmet-i muhteremesine de bu yol bahşedilmiştir. Vekiline ise bu lütuf tam olarak ihsan olunmuştur.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ bir kimseyi nasipdar etmeyi murad ettiği zaman, daha cenin halinde iken nasibini takdir buyurur.
Daha sonra onu, kalbi Arşurrahman olan bir Mürşid-i kâmil’e nasibi ile beraber teslim eder. Onun taht-ı terbiyesini görürken, Allah-u Teâlâ’nın ona indirdiği nasibini güna gün almaya başlar. Çocuğun annesinden süt emerek büyüdüğü gibi, o da mürşidinden feyz emerek tekâmül eder.
Aslında feyz Hakk’tan geliyor. Hep O. Fakat O öyle murad etmiş, başka türlü almak mümkün değil.
Tarikat-ı aliye’de de üç merhale vardır:
Fenâfişşeyh, Fenâfirrasul ve Fenâfillâh. Bu vasıtaların terakkileri ise; Râbıta, Murakaba ve Cezbe ile kaimdir.
Fenâfişşeyh’te çok büyük merhaleler vardır. Fenâfişşeyh’te terbiye gören bir sâlik, râbıta sayesinde nefis derecelerinden “Emmâre”, “Levvâme” ve “Mülhime”ye kadar çıkar. Nefis tezkiye olurken, ruh da terakki etmeye başlar. Fenâfişşeyh’teki bu son makamdan sonra letâfâtı bitirir, bu merhaleyi ihraz eder. Eğer kurmaylığa geçerse, veli kısmına alınır.
Bir subayın kurmay olabilmesi için nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, nefs-i mülhimeden sonraki terakkiyat için de mutlaka Fenâfillah’a çıkmış bir kâmil mürşide ve onun mânevî terbiyesine ihtiyaç vardır.
Râbıta-i mevt nefsi tezkiye için, Râbıta-ı şerif ise ruhu tekâmül ettirmek içindir.
Allah-u Teâlâ murad etmişse, yol vermeyi dilemişse, Mürşid-i kâmil onu Fenâfirrasul’e geçirir. O artık sevgi ve saygı sebebiyle, şeyhine Râbıta ile, bu sefer bizzat terbiyeyi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizde görür ve murakabalar başlar. “Ehadiyet”, “Maiyyet”, “Akrabiyyet”, “Muhabbet” ve “Vâhidiyyet murakabalarından bir bir geçirir. Bir taraftan da “Mutmainne”, “Râziye”, “Mardiyye” ve “Sâfiye” derecelerini de kateder. “Sâfiye”ye çıktığı zaman murakabalar da bitmiş olur.
Bir taraftan murakabalarla ruhu, bir taraftan da nefis dereceleri ile nefsi beraber çıkarmak suretiyle, bu iki kanatla teyyare meydanından yükselir. Bu iki kanatla uça uça Sidre-i müntehâ’ya kadar çıkabilir. Melekler meclisine girer. Son makam budur.

Kıyamete Kadar Açık, Münevver Bir Yol:
Sonra Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini yürüttüğü gibi, eğer yürütmeyi murad etmişse, vekilini de böyle yürütür. Sidre-i müntehâ son makam olduğu için, oradan öteye onu cezbe ile çeker.
Bu ise:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir.” (K. Hafâ)
Hadis-i şerif’inin tecelliyatı olmuş oluyor. O cezbe ile çekiyor, çektikten sonra dilediğini makamında lütfu ile dolduruyor.
Kişinin kendi çalışması ile bin senede ulaşamadığı mesafeye, Allah-u Teâlâ dilerse bir anda ulaştırır. Bir kulun başka türlü oraya çıkabileceği akla bile gelmesin.
“Onlar Sıdk makamında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, o muktedir olan Padişah, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili olması hasebiyle O’nun makamına çıkarmak için, vekilini de kudreti ile çeker ve kendi huzuruna alır. Huzurunda karşı karşıyadır. Bütün perdeler kalkar.
Nasıl ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile bir yay kadar veya daha yakın olduysa, o da böyledir.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin 60. Meclis’inde buyururlar ki:
“O Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.
Rabbinin huzuruna vardığı an, O da ona lütfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür.”
“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.”

Gönül Yolculuğu:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zâhirde Mirac-ı şerif’e üç vasıta ile çıkmıştı ve fakat gönül yoluyla çok defa çıkmıştı.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.”
Hazret-i Allah’a varan bu mutlu yolcular Sıddîkiyet makamındadırlar. Bu onlara mahsus bir makamdır.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 260. Mektub’unda buyurur ki:
“O zât bu yolda murad olarak seyretmiş, kuvvetle çekilerek bu kemâlâta kavuşturulmuştur.”
Bu, Hakk’ın huzuruna alınanlar, dünyaya nadir gelenlerdendir.
Buna âmil olan da o kehribarın tozu oluşlarıdır. Bütün meziyet ve faziletin hepsi o kehribardadır, yani Resulullah Aleyhisselâm’dadır. Çünkü Allah-u Teâlâ onları sevmiş, seçmiş, huzuruna kadar almıştır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” (Şûrâ: 13)

SIDDIKLAR VE MUKARREBLER

Sıddıkların Vasfı Nedir?
Allah-u Teâlâ onu bütün yarattıkları ile kendisi arasında muhayyer bıraksa, o Allah-u Teâlâ’yı tercih eder.
İkincisi; bir canı değil, bin canı olsa, canlarını O’na kavuşmak için, O’nun yolunda feda etmek ister.

Mukarreblerin Vasfı Nedir?
Allah-u Teâlâ’nın içinde olduğunu görebiliyorsa, kendisinin bir perdeden bir maskeden ibaret olduğunu görebiliyorsa ve o şekilde Allah-u Teâlâ ile ünsiyet edip mülâkat yapabildiği zaman o mukarreb olur.
Bu ancak onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir ve bu sırrın hakikatını da onlardan başka bilen olmaz.

Sıddıklar Üç Kısımdır:
1. Sıddık-ı Ekber: Bu makam Hazret-i Ebu Bekir Sıddık -radiyallahu anh- Efendimize âittir.
2. Allah-u Teâlâ’nın has kulları olan mukarreb sıddıklar.
3. Sözünde sâdık kalan sıddıklar.

Sıddıklar ve Mukarrebler Bu Hâle Nasıl Ulaşırlar?
Ulvi olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî halinden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.
Bunlar;
“Emmâre”, “Levvâme”, “Mülhime”, “Mutmainne”, “Râziye”, “Mardiyye” ve “Sâfiye”dir.
Bu yedi perde, yedi elbisedir. Kişi seyr-ü sülûk yolunda ilerledikçe bu elbiseleri bir bir kaldırılabilirse “Sâfiye makamı”na çıktığı zaman Hakk’a varmış olur.
Ve:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” (K. Hafâ: 2256)
Kudsî Hadis-i şerif’inin tecelliyatına erer. İlmin sonu Hakk’a varmaktır, tecelliyatının sonu yoktur.
Meselâ denize düşen bir insanın, canını kurtarmak için üzerindeki elbiseyi attığı gibi; hakikat deryasına düşen bir insan da, imanını kurtarmak ve Hakk’a kavuşmak için beden elbisesini atmaya çalışır. “Sâfiye”ye çıktığı zaman kalp üzerindeki perdeler atılmış, bir tek ten elbisesi kalmış olur.
Ondan sonra ibadet ve taat sayesinde ten elbisesi ne kadar incelirse, içindekinin o kadar tecelliyâtına mazhar olmaya başlar.
Bu lütuf deryasına alınanlarda ten elbisesi, vücut içindekine öylesine yapışır ki;
“İçinizde!.. Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına mazhar olur ve içindeki Hazret-i Allah’ı görür. Gerek kendisinin gerek kâinatın bir perdeden ibaret olduğunu da görür.
Ehl-i Hakk, Hakk ehlini tanır, halk tanımaz. Yani Hakk ehli anlar, halk ehli anlamaz.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...