10. bölüm
MÂNEVÎ TERAKKİYAT
Mânevî Tekâmül:
Yerlerin, göklerin ve içindeki bütün varlıkların yaratılışı
gayet muntazam bir plân dahilinde olmuştur. Basit canlılardan insana doğru devam
eden yaratılış, insanoğlunun yaratılmasıyla son merhaleye ulaşmıştır.
Âlemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyattan halkolunan insan
ruhu, maddeden ibaret olan hissiz ve hareketsiz bir vücuda sığdırılmış ve onu
mânevî bir kalıba büründürmüştür.
İnsanın doğduktan sonraki maddi tekâmülü son noktaya gelmişse
de, mânevî tekâmülü belli bir devrede sona ermez, ölümüne kadar devam eder.
Çünkü ruh tekâmül etmek, terakki etmek üzere gönderilmiştir. İnsandaki ruhânî
tekamül, Allah-u Teâlâ’yı tanımakla ve O’na kullukla başlar. Zaten kâinatın
yaratılmasındaki esas gaye insanın yaratılması, ondan da maksat Allah-u
Teâlâ’nın bilinmesi ve bulunmasıdır.
O’nu tanımak, O’na gönülden teslim olmak insanın en başta gelen
vazifesidir.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet
etsinler diye yarattım.” buyuruluyor. (Zâriyat: 56)
İnsan yüzünü O’na döndürmezse neyi bulur?
Bir insan Allah-u Teâlâ’nın mevcudiyetine, vahdaniyetine
delâlet eden delilleri kendi vücudunda aramalıdır, başka yerde aramaya hacet
yoktur.
Allah-u Teâlâ insanı kendini tanımak için yaratmış; kendini
tanımayı, insanın nefsini tanımasına bağlı kılmıştır. Onun için de insana kendi
nefsini bilme istidadını vermiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde:
“Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyuruyorlar. (K.
Hafâ)
Bunun gerçek mânâsı ise:
“Fakirliğimle öğünürüm.” Hadis-i şerif’inden öğrenilir.
(K. Hafâ)
Buradaki fakirlikten murad:
“Ben fakirim. Ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim
sahibimindir. Hiçbir şeye mâlik değilim. Fakirliğimle de öğünürüm.”
demektir.
Bu hakikat anlaşılırsa, kişi cehaletten kurtulmuş olur. O zaman
azamet-i ilâhî kendiliğinden husule gelir.
Âyân-ı Sâbite:
Allah-u Teâlâ’nın indinde her insanın bir hakikatı, yani özü
vardır. Dünyaya gönderilmeden önce şekil almamışlardı, daha doğrusu çekirdek
halinde idiler. Bunlara tasavvuf dilinde “Âyân-ı sâbite” adı verilir.
Gözle görülemeyecek kadar küçük bir zerre olan Âyân-ı sâbite’de
kişinin bütün mukadderâtı dürülüdür, her birinin kendine göre bir istidat ve
kabiliyeti vardır. “Âlem-i emir”de bulunurlar.
Bu Âyân-ı sâbite’ler Allah-u Teâlâ’dan kendi istidat ve
kabiliyetlerine göre meydana çıkmayı istediler.
“Yâ Rabb! Sen bizi meydana çıkar, icraatlarımızı görelim.”
dediler. Allah-u Teâlâ da bu isteklerini kabul etti, onları zamana ve mekâna
göre bu âleme sevketti. Âyân-ı sâbite’ler bunu kendileri istemişlerdi.
İnsanları dünyaya göndermesinden maksat, onların da bilmeleri
içindir, yoksa Allah-u Teâlâ’nın öğrenmesi için değildir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah onların geçmişlerini de geleceklerini de bilir. Kulların
ilmi ise bunu kavrayamaz.” (Tâhâ: 110)
Allah-u Teâlâ âlimdir, her şeyi bilir. Ezelî ilminde kişinin
dünyada neler yapacağını, neler söyleyeceğini, ahiretteki yerini biliyordu ve
takdir filminde beyan etmişti. Hiçbir şey O’nun bilgisinin dışında değildir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Yaratan bilmez olur mu hiç?” buyuruyor. (Mülk: 14)
Zerreden kürreye kadar her şey böyledir. Kâinat da böyledir,
insan da böyledir. Her şeyin filmi çekilmiş ve dürülmüş, kaseti tutulmuştur.
Allah-u Teâlâ insanın dünyada zuhur etmesini dilediği zaman
“Akl-ı kül”de tasarruf ederek ilk şeklini çizer. Onu orada dilediği kadar
tutar. Akl-ı kül’e “Akl-ı evvel” ve “Cevher-i evvel” de denir.
Akl-ı evvel, Allah-u Teâlâ’dan ilk zuhur eden şeydir. Buna “İlâhî ilmin ilk
zuhuru” adı da verilir. Oradan “Nefs-i kül”e gelir. “Kâinatın
ruhu” demektir. Sonra “Arşırahman”dan, “Kürsü”den süzülüp yedi
kat göklerden geçer. “Felek-i kamer” adı verilen ay feleğine gelir.
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın ezeli kudretinin
tezahürleridir.
Âlem-i ervah’tan merhale merhale “Felek-i kamer”e
geldikten sonra, oradan da madde âleminin temel unsurları olan ve “Anâsır-ı
erbaa” adı verilen “Ateş”e, “Hava”ya, “Su”ya ve
“Toprak”a düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner, toprağa düşünce bitki
olur. İnsan onu yer, bir müddet insanda kalır. Daha sonra ana rahmine geçer.
Nihayet bir bebek olarak dünyaya gelir. Yani cisim teşekkül eder.
Bütün bu olanların hepsi Allah-u Teâlâ’nın “Ol!” emri
ile oluyor, onun takdiri husule geliyor.
İnsan-ı kâmil olabilmek için üç devir tamamlamak gerekmektedir.
Dünyaya gelen her insan bu birinci turu yapmış olur.
Nefis ve Ruh:
Allah-u Teâlâ Cemâl nurundan en evvelâ Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattı. Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-inin de bilhassa göz nurundan Arşırahman’ı, sonra diğerlerini
halketti.
Allah-u Teâlâ bütün ruhları “Lâhut âlemi”nde yarattı.
Bunun içindir ki ahsen-i takvimin tâ kendisi olmuş oluyor.
Sonra yaratılan ruhları kâinatın en aşağısına, cesetler âlemine
indirdi.
Kur’an-ı kerim’de bu hususa şöyle işaret ediliyor:
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların
aşağısına indirdik.” (Tin: 4-5)
Yâni Allah-u Teâlâ “Kudsî rûh”u ahsen-i takvim üzere
yarattıktan sonra, beraberinde tevhid tohumu olduğu halde “Lâhut
âlemi”nden saldı, evvelâ “Ceberût âlemi”ne indirdi. Ceberût, âlem-i
emirden sonra madde ve müddetle vücut bulan, maddî ve mânevî âlemler arasında
bulunan orta âlemdir. Ruhânî âlemin de cismânî âlemin de bazı hususiyetlerine
sahiptir. Bir berzah ve misâl âlemidir.
Ceberût âlemine gelince Allah-u Teâlâ ruhlara o âleme mahsus, o
âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar “Sultânî ruh”
oldu.
Sonra o kisve ile “Melekût âlemi”ne indirdi. Orada da o
âlemin nurundan kisveler giydirdi. Bu kisveyi giyen ruhlar da “Ruhânî
ruh” ismini aldı.
Mülk âlemi zâhir âlem, melekût âlemi ise bâtın âlemdir. Arş’tan
arza kadar melekût âlemidir.
Allah-u Teâlâ ruhları yine saldı, “Mülk âlemi”ne
indirdi. Emr-i İlâhî ile cesetlere inip mülk kisvesine bürünen ruhlar ise
“Cismânî ruh” oldu.
Cesetleri halk edişi ile ilgili değişik halleri şu Âyet-i
kerime’si ile haber vermektedir:
“Sizi topraktan yarattık, ölümünüzden sonra yine O’na
döndüreceğiz ve sizi tekrar oradan çıkaracağız.” (Tâhâ: 55)
Ruhların bu cisme girmeleri ile ilgili olarak da diğer bir
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ona kendi ruhumdan üfledim.” (Sâd: 72)
Âlemlerden süzüle süzüle gelen ve ulviyattan halkolunan ruh,
hissiz ve hareketsiz vücuda sığdırıldı.
Vücutta bir de nefis var. Nefisle ruh, vücutta ayrı ayrı yer
tutmuşlardır.Nefis; toprak, su, hava ve ateşten müteşekkil bir “Buhâr-ı
zulmânî”dir. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde mahallidir. Bütün
vücuda oradan kumanda etmek ister.
Nefis süfliyâttan, ruh ulviyâttan halkolunmuştur. Nefis ahlâk-ı
zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile mücehhezdir. Çok lâtiftir, çok âli makamdan
gelmiştir.
Allah-u Teâlâ cesette ruhların her birine, kendilerine mahsus
yerler ayırmıştır.
Cismânî ruhun yeri etle kan arasıdır ve bedende terbiye edilir.
Ruhânî ruh’un yeri kalp,
Sultânî ruh’un yeri fuad,
Kudsî ruh’un yeri ise sırdır. Ruhların terbiyesi ayrı bir
husustur.
Sır; Hâlik ile mahlûk arasında bir vâsıtadır, tercüman
mesâbesindedir. Çünkü Kudsî ruh’a sahip olan bir kimse, Allah-u Teâlâ iledir ve
O’nun mahremi sayılır.
Yani içten içe, âlemden âleme geçiliyor. Bunlar bâtınların da
bâtınıdır.
Terakkiyat:
Ruh, bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu.
Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini
elde etti. İnsanların bazı meleklerden efdal oluşu buradan doğuyor. Onlarda
nefis olmadığı ve nefse tâbi olmadıkları için, ne ki emredilirse hemen yerine
getirirler.
Ruh ulvî ve lâtif, nefis ise süflî olup birbirinin zıddıdırlar.
Allah-u Teâlâ ikisini bir arada barındırmak için ruhu nefse âşık etmiştir. Zira
ulvî ile süflînin başka türlü bağdaşması mümkün değildir. Yaratılışları
birbirinin tam zıddı olduğu halde ulvî ruh, zamanla süflî olan nefisle alâkasını
çoğalttı. Nefs-i emmâre’nin akışına, cazibesine tutuldu ve o nisbette değerini
ve faziletini kaybetmeye başladı. Çünkü ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse,
asliyetini, ulviyetini kaybeder, onun gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî
makamdan geldiği halde, kendisini unuttuğu için Yaratan’ını da unutur. Vücutta
hâkimiyeti nefis eline geçirir, bütün icraatlarını gayet rahat bir şekilde
yapar.
Nefs-i emmârenin akışına-câzibesine tutulan ve değerini,
faziletini kaybeden ruh, Allah-u Teâlâ’ya verdiği sözü de unuttu.
Allah-u Teâlâ ruhları yarattığı zaman:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurmuştu. (A’raf:
172)
Üzerlerinde dilediği gibi tasarruf eden yegâne mürebbileri ve
yaratıcıları olduğuna ikrar ettirdi.
Hepsi de:
“‘Evet Rabbimizsin, buna şahidiz.’ dediler.” (A’raf:
172)
Fakat nefsin boyasına girerek bu sözü unuttular. Hâlik-ı
azîmüşşan hakkındaki bilgilerini de unuttular. Nefse aldandılar. Dolayısıyla
vücutta hâkim oldukları yeri de yavaş yavaş kaybederek hükümsüz kaldılar, nefsin
tahakkümüne girdiler. Halbuki çok ulvî âlemlerden süzülerek gelmişlerdi.
Ulviyatlarını sufliyâta tahvil ettiler.
Allah-u Teâlâ bir lütuf, ikram ve ihsan olarak Peygamber
Aleyhimüsselâm Efendilerimizi, onların gelmediği bir zamanda da vekillerini
gönderdi, ruhları kendine dâvet etti.
Âyet-i kerime’de:
“Her toplumun hidayet rehberi bir yol göstericisi vardır.”
buyuruluyor. (Ra’d: 7)
Yani ruhlar âleminde geçen o visal günlerini hatırlattı. “O
günleri unuttunuz mu, hani o güzel günleriniz?”
Allah-u Teâlâ’nın peygamberler göndermesindeki, kitaplar
salmasındaki maksat budur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun
ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye
çalışırlar.
Gönderilenler:
Bu gönderilme durumunun Kur’an-ı kerim’deki ispatı şudur:
İsa Aleyhisselâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman
zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid’e dâvet
etmek için Havârilerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca,
arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber
veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları
yalanlamışlardı.” (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk’a dâvet ettiklerinde,
hiç düşünmeden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.”
(Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da oranın halkını aynı surette Tevhid’e dâvet
etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
“‘Gerçekten biz size gönderildik.’ demişlerdi.” (Yâsin:
14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi,
fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.”
buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın
emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ
ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Dâvete İcabet:
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin seslerine kulak veren
insanlar, vücudu nefsin işgaliyetinden, ruhu esaretten kurtarmak için mücadeleye
başladılar. Nefislerine muhalefet ettiler. Mücadele nisbetinde muvaffak oldular.
Dünyada da âhirette de ebedi saâdete erdiler.
Peygamber vekili olan bir mürşid merdiven gibidir. Allah-u
Teâlâ’nın ezeli ilminde hidâyet nasip ettiği kulları tasarrufu ile o ulvî
âlemlerin yüksek makamlarına tekrar ulaştırır. Nefis de ruha tâbi olarak o
makamlara çıkar. Tarikat-ı Nakşibendiye’nin bir hususiyeti de budur. Mürşid,
muhabbet ve teslimiyet nisbetinde tasarrufunu kullanır. Gün be gün tekâmül edip
yükselmeye başlar.
Melekût âlemine çıktığında Rûhânî ruh olur.
Ceberût âlemine çıkabilirse Sultânî ruh olur.
Ve nihayet lâhut âlemine yükseldiği zaman Kudsî ruh
olmuş olur. Burası nebilerin, velilerin makamıdır.
“İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.”
Kudsî Hadis-i şerif’i bu ruhu tavsif eder.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve
onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ kudsî ruhla desteklediği ve lâhut âlemine kadar
çıkmaya fırsat verdiği bu kullarından dilediklerini orada tutar, irşad memuru
olmayacaksa o makamda kalır. Dilediklerini de irşad için tekrar insanların
arasına geri gönderir. Bir veli ikinci turda ne kadar çok yükselirse, üçüncü
turda o kadar aşağı iner, irşad ve terbiyesi de o kadar çok tesirli olur.
İnsan-ı Kâmil:
İnsan-ı kâmil olabilmek için üç devir tamamlamak
gerekmektedir. İkinci tura çok kişi çıkabilir, onlar mârifetullah mektebinin
talebeleridir.
Ve fakat üçüncü turda er kişi kalıyor. Ledün ilmi ise bu üçüncü
tura mazhar olanlara âittir. İkinci turda kalanlar bu hakikatlerden
mahrumdurlar.
Bunların içinde her yüz senede bir gelenler olduğu gibi,
Allah-u Teâlâ’nın nâdiren gönderdiği sevgili kulları da vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek
bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Yüz senede gelenler ayrıdır, nâdiren gelenler ayrıdır.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Şüphesiz ki cennetlikler, üzerlerindeki köşk sahiplerini
sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi
görürler. Çünkü aralarında fark vardır.”
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Bunlar peygamberlerin yerleridir.
Başkaları onlara ulaşamaz.” deyince buyurdular ki:
“Bilâkis!.. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim
ki, onlar Allah’a iman ve peygamberleri tasdik eden bir takım adamlardır.”
(Müslim: 2831)
Bunlar onun ümmetinden dünyaya nâdiren gelenlerdir. Yani:
“Benden sonra gelecek ümmetimin içinde böyle cevherler, böyle yıldızlar
mevcuttur.” mânâsına gelir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Hızır Aleyhisselâm
hakkında:
“Ona tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” buyuruyor. (Kehf:
65)
Allah-u Teâlâ kime has ilim verirse, o sırlara o mazhardır.
Güneşi gören; ay’ı, yıldızı, nuru ve nârı çok iyi farkeder.
Güneşi görmeyen güneşi tanıyamaz. Onun ziyası gözleri kamaştırır. O tahsili
görmemiştir, o tecelliyata mazhar olmamıştır.
Ay’ı gören; yıldızı, nuru ve nârı bilir.
Yıldızı gören; nur ile nârı tefrik eder.
Nuru da göremeyen karanlıkta kalmıştır.
Bu gizli ilim yalnız hususiyetle O’nun seçtiği, öğrettiği
kimseye mahsustur. Seyr-ü sülûkte olanlara, diğer velilere dahi mahsus
değildir.
Allah-u Teâlâ âlemlerde tasarruf ettirdiği kimselere dilediğini
duyurur, o da dünya âlemindeki mutasarrıflara bu hakikatları duyurur. Çünkü
onların Allah-u Teâlâ ile o nisbette yakınlığı yoktur. Onlar emirle, o
tasarrufla.
O her an Allah-u Teâlâ iledir. Kendisi istemediği halde emir
tahtında döndürülmüştür. İnsanları irşad için beşeriyet kisvesine bürünmüştür.
Görünüşte halk ile, fakat bâtını Hakk ile meşguldür. Yeryüzünde Allah-u
Teâlâ’nın emriyle tasarruf eder. Fâil-i mutlak’ın fiillerini görür, bir yaprağın
tutunduğu kadar bile tutunacak varlığı yoktur. Bir çöp kadar kıymeti olmadığını
bilir, kendisini bir resimden hiç farkedemez. Çünkü Fâil-i mutlak o resimde
tecellî ediyor. O orada yok. Ondaki irade de idare de Hakk’ın iradesi ve
idaresidir. Bu yalnız onlara mahsustur. Fakat bu bilinmediği için herkes resmi
görür.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Onun iradesi kendi elinde değildir.” buyurmuşlardır.
(260. Mektub)
Çok gizli bir noktadır, kişilerin anlayacağı bir husus
değildir.
Ezelî Nasip:
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en
güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemâlini gösteren Allah-u
Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sizi daha topraktan yarattığı zaman ve henüz analarınızın
karınlarında ceninler halinde iken sizi en iyi bilen O’dur.” (Necm: 32)
Ceninin oradaki halini bilen Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz.
Kullarının her halini bilir ve hükmünü ona göre verir.
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın.” (Necm: 32)
Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek
öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir.
“Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm:
32)
İyiler de kötüler de gün gelecek, Hakk’ın huzurunda
seçileceklerdir.
Allah-u Teâlâ ana rahmindeki ceninin gerek dünyevî gerekse
uhrevî bütün mukadderâtını bilir. O’nun bilgisi dışında hiçbir şey yoktur.
Âyet-i kerime’sinde:
“Yaratan bilmez olur mu hiç?” buyuruyor. (Mülk: 14)
Kullarının bütün sırlarına vâkıftır.
“O Lâtif’tir, Habîr’dir.” (Mülk: 14)
En ince işleri yapar, bütün işlerin inceliklerini ve içyüzünü
bilir, her şeyden haberdardır.
Ceninin nüvesi mesabesinde olan nutfe, ana rahmine geldiğinde
takdiri ile, mukadderâtı ile beraber geliyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah
bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmaktadırlar:
“Sizin her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak kırk
gün derlenir toplanır.
Sonra o kadar zamanda pıhtılaşmış kan aleka olur.
Sonra yine kırk günde et parçası mudğa olur.
Daha sonra Allah-u Teâlâ bir melek gönderir ve o ceninin neler
yapacağını, rızkını, ecelini, şâki mi sâid mi olacağını yazması o meleğe
emrolunur. Bundan sonra cenine ruh üfürülür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh:
1324)
Görülüyor ki insana henüz ruh verilmeden, iki santimlik bir
cenin halindeyken mukadderâtı yazılmaktadır.
Bu noktada çok gizli sırlar var. Rızkı, eceli, saîd mi şakî
mi olacağı belirlendiği gibi; Tarikat-ı aliye’de nasibi olup olmadığı, nasibi
varsa hangi arşa emanetini koyduğu... gibi hususlar da yazılır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K.
Hafâ)
Bütün kâinata taksimat “Maddi Arş”tan gelir. Mânevî
bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir. Bu da insan-ı kâmil’dir. Onun
içindir ki Cenâb-ı Hakk eğer taksim etmişse, nasipdar olanlar ezelî nasibini
oradan alırlar.
O “Rahmeten lil-âlemîn” değil amma “Rahmeten
lil-âlemîn”in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır. O, “Nur”un nuru,
kehribarın tozudur.
Allah-u Teâlâ nasip vermemişse, kimse kimseye bir şey
veremez.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?”
(Bakara: 255)
Şefaat izni verilenler de hep O’nun rızâsı ve izni
istikametinde şefaat ederler.
Ve bu nasipdar olanlar esastır. Bu noktada öyle mühim bir husus
var ki; Allah-u Teâlâ’nın daha cenin halindeyken cennetlik kıldığı bir kul, ne
kadar günah işlerse işlesin, mukadderâtı mucibince, rızâsına mucip bir amel
işler ve cennet-i âlâ’ya girer. Cehennemlik kıldığı bir kul ise, ne kadar
ibadet, taatla meşgul olursa olsun, ezelî takdiri mucibince, rızâsına uymayan
kötü bir amel işler ve cehenneme girer.
Nitekim Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-in rivayet ettiği
Hadis-i şerif’in devamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
şöyle buyuruyorlar:
“Kendinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki,
sizden biriniz (hayatı boyunca) cennetliklerin yaptığını yapar. Hatta öyle ki,
kendisi ile cennet arasında bir kulaç mesafe kaldığı zaman, yazısı onun önüne
geçer ve cehennemliklerin yaptığını yaparak cehenneme girer.
Aynı şekilde sizden biriniz (hayatı boyunca) cehennemlik
olanların yaptığını yapar. Hatta öyle ki, kendisi ile cehennem arasında bir
kulaç mesafe kaldığı zaman, yazısı onun önüne geçer ve cennetliklerin yaptığını
yaparak cennete girer.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 1324 - Müslim: 2683 - Ebu
Dâvud: 4708 - Tirmizi: 2138)
İlâhî hüküm ve takdir böyledir ve fakat mahlûka düşen
itaattır. Emirlerine riâyet, yasaklarından kaçınmaktır. Allah-u Teâlâ dilediğini
yapar.
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ensar’dan erginlik
çağına ermeyen bir çocuğun cenazesine çağırılmıştı. Ben de: “Yâ Resulellah!
Ne mutlu bu çocuğa, cennet serçelerinden bir serçe! Hiçbir kötülük işlemedi.”
dedim.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“Senin bundan başka bir sözün yok mu yâ Âişe! Çünkü Allah
cennet için bir kısım insanlar yaratmış, onları babalarının sulplerinde iken
cennet için yaratmıştır. Cehennem için de bazı insanlar yaratmış, onları
babalarının sulplerinde iken cehennem için yaratmıştır.” (Müslim: 2662 -
İbn-i Mâce: 82)
•
Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre Hazret-i Ali -radiyallahu
anh- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
Bakî-i Garkad mezarlığında bir cenazede bulunuyorduk.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına
oturduk. Elinde bir asâ vardı. Başını eğdi ve asasıyla yere vurmaya başladı.
Sonra buyurdu ki:
“Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin
cennetteki yeri de cehennemdeki yeri de yazılmıştır. Şakî veya saîd olacağı
tesbit olunmuştur.”
Bunun üzerine Ashâb-ı kiram’dan bir zât sordu:
‘Öyle ise yâ Resulellah, amel ve ibâdeti bırakıp Cenâb-ı
Hakk’ın takdirine itimad edemez miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî
takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi cennete girer. Yine bizden şekâvet
ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline sevkeder, kişi cehenneme
girer.’
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevap
olarak:
“Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin
yaratıldıysa, o iş kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet ehli olan saâdet
amelleri yapar. Kötülük ehli olan ise kötülük amelleri yapar.”
Buyurdu ve akabinde şu Âyet-i kerime’leri okudu:
“Kim ki verir, (masiyetten sakınır) Allah’tan korkarsa ve o en
güzeli (Kelime-i tevhid’i) tasdik ederse; biz de ona kolay olanı hazırlarız,
(hayra karşı tatlı bir arzu veririz).
Fakat kim de cimrilik edip inâyet-i ilâhîden kendisini müstağni
görüp, o en güzel kelimeyi tekzip eder, yalanlarsa, biz de ona en güç olanı
kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz).” (Leyl: 5-10)
(Buhârî. Tecrid-i sarîh: 666 - Müslim: 2647)
Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasında
görebilir.
•
Ashâb-ı kiram’dan Zeyd’ül-Hayr -radiyallahu anh- bir
defasında:
“Yâ Resulellah! Allah’ın rızâsını arzu eden kimselere ve
Allah’ın rızâsını arzu etmeyen kimselere Allah’ın koyduğu alâmet nedir, bana
haber ver?” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevap
olarak:
“Ey Zeyd! Sen nasıl sabahladın?” diye sordu.
“Hayrı ve hayır yapanları seviyorum. Eğer hayır yapmaya
gücüm yeterse yapmaya koşuyorum. Eğer yapamaz, kaçırırsam bu sebeple üzülüyorum
ve onu yapmaya şevkim daha da artıyor.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz buyurdular ki:
“İşte bu söylediklerin Allah’ın rızâsını arayanlara Allah’ın
koyduğu alâmettir. Eğer Allah senin bir şey olmanı isteseydi, seni ona
hazırlardı.” (Tirmizî)
Biz insanlar muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacağız. Birçok
çilelere maruz kalacağız. Göstereceğimiz sadakat nisbetinde Allah-u Teâlâ
derecemizi ölçmüş ve bize vermiş olacak. Yoksa bizim ne yapacağımızı ezelî ilmi
ile biliyordu.
Şehirlerin girişlerinde “Filan şehirdir.” diye levhalar
bulunur. Çıkışta da aynı levha vardır, çıkış olduğunu bildirmek için kırmızı bir
çizgi çizilmiştir. Halbuki o levhalar aynı zamanda yazıldı. Girerken şehrin
ismini, çıkarken bitimini görüyoruz. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ insanları daha
dünyaya göndermezden evvel girişlerini de çıkışlarını da takdir etmişti. Ne
yapacaklarını hep biliyordu. Bu bilgisi üzerine takdir etmiştir. Biz bir insan
iken o tabelaları yazıyoruz, oraya oraya dikiyoruz. O Hâlik’tır, ilmi her şeyi
kuşatmıştır.
İnsanları dünyaya göndermesindeki maksat kişilerin de
yapacaklarını bilmeleri içindir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın öğrenmesi için
değildir. İnsanların ne yapacaklarını ezelî ilmi ile biliyordu. Kendilerinin de
bilmeleri için bu imtihan âleminde bulunduruyor.
Eğer Allah-u Teâlâ bizi bu dünyaya gördermeseydi gayet haklı
olarak iddialarda ve itirazlarda bulunacaktık. “Aman Allah’ım! Senin bir
kulun olarak hiç bu işleri yapar mıydım?” diyecektik. Allah-u Teâlâ: “Ey
kulum! Ben senin bunları yapacağını biliyordum, sen de gör yaptıklarını.”
diye bize göstermek için bizi gönderdi. Yoksa ne yapacağımızı bilmediğinden
değil. Allah-u Teâlâ’nın takdiri takdirdir. Bir insanın O’nu böyle tanıması
gerekir.
Durum bu şekilde olmasına rağmen kader mevzuuna girmemek
gerekiyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kader mevzusunda
derine dalmamayı tavsiye buyurmuşlardır. Fazla ileri gidilirse zındıklık husule
getirir. Şeytan işini kadere havale etti, yalvarma lüzumunu hissetmedi kâfir
oldu. Âdem Aleyhisselâm ise hatayı kendi nefsinde aradı. Mevlâ’sına yöneldi,
istiğfar etti, Mevlâ da onu affetti.
Kul bütün iyiliklerini Allah-u Teâlâ’dan, kötülüklerini ise
nefsinden bilecek. Her emr-i şerif’ine incelikle dikkat edecek, yasaklarından
kaçınacak. Kula düşen budur, kula başka bir şey düşmez.
Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime’deki ilâhî lütfa mazhar
olur:
“Onlar ki bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine
zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını
dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar,
işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i imran: 135)
Tevhid Tohumu:
Allah-u Teâlâ bir kulunun hayrını dilerse, onu dilediği bir
rehbere ulaştırır. O vasıta ile kalbine Tevhid tohumu düşürür ve ruhu kendisine
çağırır. Çok sevdiği o kararmış nefse uymamasını ona duyurur.
Nasipdar olan ruh, böyle bir dâvetçinin dâvetini duyar ve hemen
icâbet eder. Ona Râbıta verilerek ders tarif edilir. Bu dersler Allah-u
Teâlâ’nın nasıl zikredileceğini, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimize nasıl ve ne zaman salât-ü selâm getirileceğini ihtiva eder. Bir saat
kurmak mesabesindedir, asıl hakikat dersi Kur’an-ı kerim’den alınır. İlâhî
emirler öğrenilir ve tatbik edilir. Ahkâma uymayan işler terkedilir. Kişinin dış
âlemi düzene girer.
Bu arada ruh, vücudu nefsin işgaliyetinden kurtarmak ve iç
düzeni sağlamak için teşebbüse geçer. Kişi üstadının tarifi üzerine lâfza-i
celâl çektikçe, ruh kuvvet bulmaya başlar ve nefisle mücadeleye girişilir.
Badem çekirdeği mengeneye girince bir tarafa posa, bir tarafa
yağ olarak ayrıldığı gibi, mânevi mengene ile de ruh ve nefis birbirinden
ayrılırlar. Nefsin karanlığı ve cehâleti ruha tesir etmez olur. Birbirine
tamamen düşman oldukları anlaşılır. Ruh ulvî olduğu için daima ulvîyat üzerinde
bulunur. Zikir-fikirle meşgul oldukça, iyi insanlarla ünsiyet edildikçe takviye
görür, günâ gün terâkki eder. Nefis ise zayıflamaya, kuvvetten düşmeye başlar.
Ruh tekâmül ettikçe duygu ayrılıyor.
Lafza-i celâl’de nur vardır, her bir Lafza-i celâl bir ok
mesabesindedir, bir darbedir. Nefis bu darbelere, zikrullahın verdiği hararete,
nura tahammül edemez. Kalbi boşaltmak zorunda kalır ve ruh odasına kaçar. Artık
kalp işgalden kurtulmuş, asliyetine dönüp nurlanmıştır. Zikrullahı çoğalttıkça,
yani yüz çekiyorsa ikiyüze, beşyüze artırdıkça ateşi de kuvvetlenir. Ruhun esiri
olmamak için bütün gücü ile direnmesine rağmen nefsin mukavemeti azalır. Ruh,
sır, hafâ ve ahfâ odalarını da terkeder. Oralar da kalp gibi asliyetine döner,
her bıraktığı oda kendi nuruyla nurlanır. Yoksa mecbur kalmasa kolay kolay işgal
ettiği odaları bırakmak istemez. En son olarak nefs-i kül odasına kaçar ve
burada en büyük direnmeyi yapar. Burası secde mahallidir, oradan da çıkarılırsa
hâkimiyeti ruh ele geçirir, nefsi esâreti altına alır, onun süflî arzularını
dinlemez. Letâif ampulleri yanar. Letâifi bitirenler, sıfat-ı hayvaniyeden
sıyrılmış insan olurlar.
Her bir letâif nurunun rengi vardır.
Sırasıyla:
“Kalp” kırmızı,
“Ruh” sarı,
“Sır” beyaz,
“Hafâ” yeşil,
“Ahfâ” siyah,
“Nefs-i kül”ün rengi ise mavidir.
Kişi artık bütün kötülüklerden nedâmet eder. Bir daha yapmadığı
gibi düşünmekten de sıyrılır. Kemâl yollarını bulur. Ona hiç söz söylemeden o
vücud değişir ve bütün âzâlar ahkâm mucibince hareket etmeye başlar. Takvâ
elbisesi geçirilir. İmanlı bir göz kötülüğe bakmaz, imanlı bir kulak kötülüğü
işitmez.
Meselâ bir hayvanı ahırdan çıkardın. O ahırı temizlersen,
tebdil edersen, dayayıp döşersen, orası oda haline gelir. Biraz evvel ahır idi,
şimdi oda oldu. Ahıra padişah girmez amma, odaya padişah girer.
Sen kalbini ahıra çevirdin, pis ise orada her an pisliyor. Pisi
atmadıkça, orayı dayayıp döşemedikçe, ibadet ve taatla nurlandırmadıkça, hiçbir
zaman oraya padişah gelmez.
“Kalp sarayın eyle pak,
Şayet gele Sultan sana.”
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.”
(Ahzab: 4)
O’nun bulunduğu kalpte nefis ve mâsiva yaşamaz, O’nun
bulunmadığı bir kalpte her şey bulunur amma O bulunmaz.
Ahır haline getirdiğin kalpten pisi çıkar ki orası nurlansın.
Bütün letâfatını bu şekilde nurlandırırsan için de nur olur.
Mücadele ile Sultânî zikre de erersin, murad ederse nefes
zikrine dahi ulaştırır.
Zâhirdeki ve Tarikat-ı Aliye’deki Beş Letâif:
Allah-u Teâlâ’nın yarattığı şeylerin hepsine birden
“Âlem” denir. Çünkü herşey O’nun varlığını gösteren bir alâmet,
bir işarettir.
Âlem ikiye ayrılır:
1. Âlem-i halk: Madde ve ölçü bulunan şeylerdir. Arşın
içinde bulunan her şey, canlılar, gökler ve yer, cennet, cehennem, melekler...
hep âlem-i halktır.
2. Âlem-i emir: “Ol!” emri ile bir anda yaratılan,
maddesiz, zamansız, ölçüsüz şeylerdir.
Âlem-i emir, maddesiz ve müddetsiz birdenbire; âlem-i halk ise
zaman içinde tedrici olarak yaratılmışlardır. Akıl, ruh ve nefis âlem-i emirden;
maddi şeyler ise âlem-i halktandır.
İnsan beşi “Âlem-i halk”tan, beşi de “Âlem-i
emir”den olmak üzere on letâiften teşekkül etmiştir.
Zâhirdeki beş letâif: “Toprak”, “Su”,
“Hava”, “Ateş”, “Nefis”dir. Bunlar âlem-i halktandır, cismanî
farzlarla mükelleftir, tek kanatlı kuş gibidir.
Tarikat-ı âliye’deki beş letâif: “Kalp”,
“Ruh”, “Sır”, “Hafâ” ve “Ahfâ”dır. Bunlar âlem-i
emirdendir. Hem cismânî farzlarla mükelleftir, hem de nafilelerle vazifelidir,
çift kanatlı kuş gibidir.
Âlem-i emrin birinci basamağı “Kalp”tir. Kalp, göğüsteki
et parçası değildir, bu et parçasına yürek denir. Kalp, bu yürekle alâkası
bulunan bir kuvvettir. Kalbin yürekte bulunması, elektriğin ampulde bulunmasına
benzer. İkinci mertebesi “Ruh”, ruhun üstü “Sır”, sırrın üstü
“Hafâ”, hafânın üstü ise “Ahfâ” mertebesidir.
Nefis, hilkat itibariyle “Âlem-i halk”ın kaynaşmasından
meydana gelen zulmânî buhar ise de nisbet itibariyle “Âlem-i emir”e tâbi
tutulmuştur.
Âlem-i halktan olan lâtifelerin temizlenmesine tezkiye, âlem-i
emirden olan lâtifelerin temizlenmesine ise tasfiye denir.
Eğer Allah-u Teâlâ ona ezelden istidat ihsan buyurmuşsa ve
“Ene” kabuğunu delerse, misal âlemine kadar uçar. Yani Peygamber
Aleyhimüsselâm Efendilerimizin, sıddıkların, şehidlerin makamına kadar
ulaşabilir.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Mümin-i kâmil olanlar Allah katında bazı meleklerden de
efdaldir.” (İbn-i Mâce)
Bu fazilet, kişinin nefsine galebe çalması ile
mümkündür.
“Huşu”, “Huzur”, “Muhabbet”,
“Maiyyet”, “Kurbiyet” gibi birçok beşerî meziyetlere hâiz olan âlem-i
emirdir.
Bu on letâifin zikrullah ile uyanması ve bütün vücudun ahkâm-ı
ilâhî’ye uyması için, Fenâfillah’a çıkmış bir Mürşid-i kâmil’e ihtiyaç vardır.
Zira mürşidsiz vuslat olamaz.
Mürşid “Yürü!” der, Mürşid-i kâmil ise tasarrufu ile
yürütür.
Nefse Muhalefet:
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet
etmesiyle kâimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınmadıkça ruh
hürriyete kavuşamaz.
Burada çok ince bir nokta vardır. Nefis ne kadar zayıflarsa
zayıflasın, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ arslansa kedi olur, sinek olur.
Her zaman korunmak lâzımdır. Nefis öyle bir mahlûktur ki, ne kadar küçülürse
küçülsün icraatını yapmak ister. Her ne kadar sessiz duruyorsa da silahları
yanıbaşındadır. Hiç tahmin edilmeyen bir zamanda derhal silahlarını kullanır ve
ruhu esir eder. Nefse hiç güvenilmez, uslu durmasına hiçbir zaman itimat
edilmez.
Her zaman için Allah-u Teâlâ’ya sığınan kimse, O’nun hıfz-u
himâyesine girer ve şerrinden korunur.
Nefis hâkim olursa, ruhu hükümsüz hale getirir, vücut arabasını
istediği tarafa götürür. Artık o, şeytanla arkadaş olur, şeytanlaşmış insanlara
yoldaş olur, Hakk ve hakikatle ilgisi kalmaz. Niçin geldiğini, nereye gideceğini
de düşünmez. Yiyeyim içeyim, giyeyim gezeyim derken, zevk ve sefâsının içinde
iken kuyusuna düşer.
İkinci bir incelik ise; ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun,
kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ’nın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır.
Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine
ve şeytana ruhsat verir ve musallat eder. Kişi Hakk’tan ayrıldığı için, Allah-u
Teâlâ da ona düşmanı bağlar, artık düşmanla beraber çalışır.
Hakk ile olmayan, o binayı nefis ve şeytana tahsis etmiştir,
Hakk’ın ihsan ve ikrâm ettiği lâtifeleri ifsat etmiştir. Bir düşman bir eve
girdiği zaman evi tahrip ettiği gibi, bu iki düşman da kalbi ve bütün vücudu
ifsat ederler.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden göz yumarsa, biz ona
şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.” (Zuhruf:
36)
Nefis ve şeytan ruhsat nisbetinde musallat olurlar, müsaade
edilmezse yine bir şey yapamazlar, insana zarar veremezler. Hüküm ve irade
Allah-u Teâlâ’nındır. Bu noktada size Mevlâ ile nasıl bir merbûdiyet kurulması
gerektiğini, insan bırakıldığı anda düşmanın istilâya hazır olduğunu anlatmak
istiyoruz. Azmi ve gayreti nisbetinde kulunu destekliyor, gevşekliği nisbetinde
nefse ve şeytana yol veriyor. Bu böyledir.
Mesela iki şey birbirine bitişik olursa araya başka bir şey
giremez, ara açılırsa herşey girer.
Bâtına Geçiş:
Bu ameliyelerle, bu çalışmalarla Tarikat-ı aliye’nin altı
mektebinden bir tanesi tahsil edilmiş olur. Geride beş mektep daha kalır. Bu bir
mektebi bitirmeye birçok kimsenin ömrü dahi kâfi değildir.
Bu kadar derin yollara girince insan kendisinin hep mânevî
yolun bâtınî kısmında olduğunu kabul eder. Halbuki buraya kadarki seyir, mânevî
yolun zâhirî kısmıdır. Evi düşmandan kurtarmaya muvaffak olmuştur, herşey olmuş
değildir. Bu birinci merhaleye Fenâfişşeyh denir. Şeyhin yardımı, müridin
çalışması ile husule gelir. Artık şeyh vazifesini bitirmiş olur. Onu bizzat
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin terbiyesine teslim eder ve
murakaba ettirir. İşte şimdi bâtınî kısımdan içeri girilir. İçeri girmesine
rağmen, yine de şeyhe muhtaçtır.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Biz nihayeti bidayete yerleştirdik.”
buyurmuşlardır.
Yani diğer yolların nihayetinde elde edilen, Tarikat-ı
Nakşibendiye’de başlangıçta elde edilir.
Size bu sırrı şöyle arzedelim:
Fenâfillâh’a ermiş bir Mürşid-i kâmil, müridin ruhunu bizzat
tasarrufa alır ve birkaç ay gibi kısa bir zaman içinde; Allah-u Teâlâ’nın izni
kadar, varması mukadder olan makama kadar mânen çıkarır. Ruhâniyet nefisten o an
için ayrılmıştır, nefisten ayrı olarak çıkar ve o çıkışta büyük bir kuvvet
kazanır. Müridin bundan haberi olmaz. Nefsi de o zaman tezkiye ettirir, onu
harekete geçirmez. O anda hakikaten yürüyor, yürüdüğünü de görüyor, mânevî bir
haz içindedir. Fakat istidâdı olan son noktaya kadar çıktıktan sonra bırakılır,
orada tutunamaz, tekrar eski makamına düşer. Çünkü çıktığı o yer o anda onun
makamı değildir. Oraya rûhen çıkmıştı, nefisle mücadele etmeden çıkmıştı. Fakat
oraya nefisle çıkması icap etmektedir.
O güzel yerleri gördüğü için, bundan sonra artık çocuğun yeni
yürümeye başladığı gibi, o da düşe kalka o noktaları yeniden tırmanmaya çabalar.
Çıktığı yer çok güzel olduğu için, bütün gücü ile oraya çıkmaya azmeder. O iki
aylık çıkışı şimdi kimbilir kaç senede çıkabilecek? O zaman çıkarılmıştı; şimdi
ise nefis var, şeytan var, dünya meşgaleleri, maişet derdi var. O mânevî haz ona
güç verir, artık ruhâniyet ile cismâniyet ciddi bir mücadeleye başlar. Çünkü
nefis bütün gücüyle engel olmak ister. Fakat mücadele ederse, o nisbette
muvaffak olur. Ruh kuvvet bulunca, nefis ister istemez ruha tâbi olmak
mecburiyetinde kalır. Ruh kuvvet bulduğu için, nefisle mücâdele kolaylaşır.
İstidadı olduğu için, çalışırsa nasibi olan yere kadar
çıkabilir. Amma bir sene, amma on sene, amma yirmi sene, amma elli sene sonra...
Nasipdar olan mürid nasibini aldıkça gider. Nasibi varsa bir gün “Murad”
bile olur.
Tarikat-ı Nakşibendiye’nin, yolu kestirmeden alışı buradan
doğuyor. Mürşid müridin merdiveni olduğu için, nefis terbiyesine girmeden önce
ruhu yükseltiyorlar. Diğer yollarda ise evvela nefsi tezkiyeden başlanıyor,
hayli tezkiyeden sonra ruha geçiliyor. Fakat kuvvet bulmayan bir ruhun yanında
nefsi tezkiye etmek çok zordur. Bir ömür bile kâfi değildir. Yani nefsi tezkiye
edeceğim derken kimisi de ömrünü tüketmiş oluyor. Eğer nasibi varsa sonra ruha
geçiyor. Mürşid müridin merdiveni olduğu için ve Tarikat-ı Nakşibendiye’de
doğrudan doğruya ruhtan çıkış yapıldığı için, bir mürid onların seneler sonra
ulaşacağı menzile bir anda yetişmiş oluyor. O mesafeyi kestirmeden katediyor.
Nefis ile ruh yollarının ayrıldığı nokta burasıdır.
•
Mürşid-i kâmil’i bulmak ilâhî bir lütuf ve bağış, büyük bir
kolaylıktır.
Mürşid “Yürü!” der, Mürşid-i kâmil ise bizzat Allah-u Teâlâ’nın
tasarrufu ile, ihsanı ile yürütür. Fakat şunu unutmamalı ki, Mürşid-i hakiki
Hazret-i Allah’tır. Bu noktayı biraz daha açalım. Mürşid-i kâmil, Allah ve
Resul’de tamamen fânî olduğu için Allah-u Teâlâ’nın lütfuyla yürütür. Allah-u
Teâlâ’nın lütfuyla yürüttüğü için halkı Hakk’a davet eder. En kestirme yol ile,
en az sözle Hakk’a ulaştırmaya gayret eder.
Mürşid-i kâmil’i Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona o
makamı verdiği için; o çok iyi bilir ki kendisi hükümsüz bir resimden ibarettir.
Allah-u Teâlâ onun varlığını almıştır, kendi varlığını duyurmuştur.
Mürşid-i kâmil Hazret-i Allah’ın malını pazara koyar, onun
gönlündedir Hazret-i Allah.
Mürşid ise oraya eremediği için, Hakk’ta fâni olamadığı için,
hep kendini görür, kendi malını pazara koyar, onun ağzındadır Hazret-i
Allah.
Mânevî Seyr:
Mürid “Seyr minallah”da yola çıkar, altı mektepten
birincisi burada tamamlanır. Sonra “Seyr ilâllah”, “Seyr fillah”,
“Seyr billâh”, “Seyr anillah” gibi Hakk’a tekarrubiyet seyirleri
başlar.
Nefis kalpten, ruhtan, sırdan, hafâ ve ahfâdan çıkarıldığı
gibi, murakabalar da tıpkı bunun gibidir, sıra ile gider. Murakabalardan
geçtikçe iman tekâmül eder.
Tarikat ilmi tahsil edilmediği müddetçe, iç âlemine hiç kimse
vâkıf olamaz. Nefsin ayrı duygulara, ruhun ayrı duygulara sahip olduğu
anlaşılmaz. Kişi nefsin sefâsını ruhun sefâsı zanneder. Nefis onu istiyor, o da
nefsinin arzusuna uygun iş ve icraat istiyor. Nefsin hoşuna giden şeyler Allah-u
Teâlâ’nın hoşuna gitmez, nefsin hoşuna gitmeyen şeyler O’nun hoşuna gider. Ona
hâkim olabilmek, dizginini tutabilmek için nefsin hoşlandığı şeyleri
yapmayacaksın, hoşlanmadığı şeyleri yapacaksın. Esas budur.
Dolayısıyle şeriattan sonra tarikatı da bitirmeye muvaffak
olunursa marifetullah mektebine girilir. Fenâfişşeyh tahsili bitmiş, bizzat
Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin taht-ı terbiyesine
mânevî olarak alınmış olur. Bu noktada müride Kelime-i tevhid verilir. Lâfza-i
celâl “Cezbe-i zâtiye”, Kelime-i tevhid ise “Cezbe-i kayyûmiye”
husule getirir.
Lâfza-i celâl dersini çekerken Râbıta ile muhakkak meşgul olmak
lâzımdır ki, şeyhin tasarrufu ile letâfâtı geçmiş olsun. Kelime-i tevhid dersine
geçince de murakaba ile meşgul olmak lâzım ki, erişemediği yerlere
eriştirilsin.
Kalbin vüs’at bulması için Kelime-i tevhid, nefesi hapsetmek
suretiyle bir nefeste yirmibir defa çekilir. İç âleme o nisbette nüfuz etmeyi,
birçok hakikatların doğmasını kolaylaştırır.