9. bölüm
TARİKAT-I ALİYE’DE ONBİR ESAS
Hacegân yolunun esasları olarak kabul edilen şu temel
prensipler, silsile-i sâdât’ın pirlerinden olan Abdülhâlik Gücdüvânî -kuddise
sırruh- Hazretleri tarafından tertip edilmiştir.
1. Hûş der-dem:
Alınan her nefeste huzuru muhafaza etmek, Allah-u Teâlâ’dan
gafil olarak tek nefes bile almamak demektir.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Bu seyr-u sülûk yolunda binayı nefes üzerine kurmak
gerekir.” buyurmuşlardır.
Nefes, Tarikat-ı aliye’de terakki edip yükselmenin temelidir.
Nefeslerin vücuda gafletle girip gafletle çıkmamasına azami gayret sarfetmek
gerekmektedir. Nefesleri gafletten korumak, kalbi huzura kavuşturur. Bunun
içindir ki bütün nefesleri Allah ile alıp vererek kalpteki huzuru muhafaza etmek
gerekir.
Ubeydullah Ahrar -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Bu yolda nefesi muhafaza etmeyi ve ona riâyet etmeyi
mühim tutmuşlardır. Her nefesin huzur ve şuur ile alınıp verilmesi gerekir.
Nefesini muhafaza edemeyenlere yolunu şaşırmış gözüyle bakılır.”
Huzurla alınan her nefes, Allah-u Teâlâ’nın Hayy ism-i
şerif’inin bir tecellisidir. Bir nefes huzurla alınıp veriliyorsa, o nefes
diridir. Gaflet ile çıkan nefes ise ölüdür.
Allah’tan gafil olma! Bil ki sana bu nefesleri veren O’dur. Her
nefeste senin hayatını tazeliyor. Bunun için sen de O’na tazim et, nimetlerine
şükret!
Bu husus zâhirîdir. Bâtınîye gelince, fakir daima deriz
ki:
“Nefeslerin en hayırlısı Hazret-i Allah ile alınandır.
Mülâkatların en güzeli Hazret-i Allah ile yapılandır.”
Allah-u Teâlâ’nın hass’ül-has kulları O’nun ile nefes alıp
verirler.
2. Nazar ber-kadem:
Bakışları ayak ucuna çevirmek mânâsına gelir.
Göz kalbin penceresidir. Gözün gördükleri kalbi meşgul eder,
nazargâh-ı ilâhî olan gönülü havâtır kaplar.
Bunun içindir ki bir sâlik yolda ve izde, kalabalıkta, tenhada
bakışlarını ayak ucunda toplayacak ki; hem harama bakmaktan, hem de gözünü
başıboşluktan, istediği yere bakmaktan korumuş olsun. Aynı zamanda havâtıra
düşmekten de kurtulmuş olur. Gönlünü toparlaması kolaylaşır.
Bu usül Sünnet-i seniye’ye de uygun düşmektedir. Zira Resul-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yolda yürürlerken sağa sola
bakmazlardı.
Bir de var ki, insanın her yaratılan şeyde Allah-u Teâlâ’nın
eserlerini görmeye çalışması gerekir. Bu tefekkür sayesinde iman tekâmül eder.
Bu da bâtınîdir.
Bu gibi kimseler Hazret-i Allah ile baktığı için, her zerrede
O’nun eserini, âsârını seyreder. Bu, Hakk’tan Hakk’ın yarattıklarına seyirdir.
Meselâ bir yaprağı ele alır, O’nun âsârını onda seyreder,
azamet-i ilâhî karşısında bir zerrenin idrakinden âciz olduğunu itiraf eder.
3. Sefer der-vatan:
“Vatanda sefer” mânâsına gelen bu tâbir; sâlikin kötü
huylarından ve nefsani sıfatlarından sıyrılıp iyi huyların ve melekî sıfatların
yurdu olan aslî vatanına sefer etmesini gösterir.
“Ben Rabbime gideceğim.” (Saffat: 99)
Âyet-i kerime’sinde geçen İbrahim Aleyhisselâm’ın beyanı bu
mânâda içten içe bir mânevî yolculuktur.
Mürşid aramak için girişilen maddi seferler de bu mânânın
içindedir. “Hâcegân yolu”nda, mürşidini buluncaya kadar sefer edip, ondan sonra
mürşidin hizmetinde ikamete geçmek ve iç seferini tamamlamak başlıca
kaidelerdendir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar
ki:
“Vatana kavuştuktan sonra sefer vâki olursa, bu yolculuk
vatanın kendi içinde olur. Kaldı ki ‘Sefer der-vatan’ Nakşibendiye büyüklerinin
(kaddesallahu Teâlâ Esrârehüm) temel sözlerinden birisidir.
Bu tarikatta bu seferi, daha bidayette (başlangıçta)
tattırırlar. Nihayeti bidayete yerleştirdikleri buradan belli olur.
Bu yolun yolcularından dilediklerini ‘Meczûb-i sâlik’ yaparlar,
yani meczupları sâlikler haline getirirler. Bunları önce âfâkî seyre atarlar,
insanın dışında ilerletirler. ‘Seyr-i âfâkî’ denilen bu dış yolculuk bittikten
sonra ‘Seyr-i enfüsî’ denilen insanın içindeki yolculuğa başlatırlar. ‘Sefer
der-vatan’ tâbiri işte bu ikinci yolculuk demektir.” (78. Mektup)
Bir diğer mektuplarında ise şöyle buyuruyorlar:
“Seyr-i enfüsi demek olan ‘Sefer der-vatan’; bütün meşayih
tarikatlarında var ise de, bu ilerlemek yolun sonunda olur. Âfâkî seyrin
konaklarını katettikten sonra bu seyre başlarlar.
Bu Tarikat-ı aliye’de ise, işe seyr-i enfüsî ile başlanır. Bu
enfüsî seyr ile seyr-i âfâkî de birlikte gidilir. Bu seyrin, işin başlangıcında
yapılması; nihayetin bidâyete yerleştirilmiş olmasındandır.” (221.
Mektup)
4. Halvet der-encümen:
Topluluk içinde yalnızlık, halk içinde Hakk ile beraber olmak
diye tarif edilen bu esas, “El kârda gönül yarda.” demektir.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimize: “Sizin
yolunuzun esası nedir?” diye sorulduğunda: “Zâhirde halk ile
bâtında Hakk ile olmaktır.” cevabını vermiş ve şu şiiri okumuştur:
“Kalbinden âşina ol, dışta yabancı görün
Böyle güzel yürüyüş cihanda az bulunur.”
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise bu hususta şöyle
buyururlar:
“Bu Tarikat-ı aliyenin bir başka hususiyeti de ‘Halvet
der-encümen’dir. Başkaları arasında yalnız imiş gibi olmak demektir ve ‘Sefer
der-vatan’dan hasıl olur.
Sefer der-vatan müyesser olunca, başkaları arasında zihnin
dağılması da vatan gibi yalnızlığa sefer eder. Âfâki dağınıklıklar kalbe
sızamaz.
Bu yalnızlık diğer tarikatlarda ancak müntehâda, sona
varanlarda müyesser olur. Fakat bu Tarikat-ı aliye’de başlangıçta hasıl
olduğundan, bu yola mahsus sayılmıştır.
‘Halvet der-encümen’ demek, vatanî halvet kapılarını kapamak,
pencerelerini örmek demektir. Yani herkesin arasında hiç kimseye iltifat
etmeyecek, hiç kimse ile muhatap olup konuşmayacak. Bu demek değildir ki
gözlerini yumacak, duygularını zorla muattal bırakacak. Hayır! Böyle bir şey bu
Tarikat-ı aliye’de yoktur.
Kardeşim! Bütün bu zorlamalar, yolun başında ve ortasında olur.
Sona varanların bunlar için kendini zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken
kalbini toparlamıştır, gaflet arasında iken huzurdadır.” (221.
Mektup)
Âyet-i kerime’de:
“Rabbinin adını zikret ve her şeyi bırakıp yalnız O’na
yönel.” buyurulmaktadır. (Müzemmil: 8)
Her an O’nu zikretmeye devam ederek kalbini nurlandır.
5. Yâd-kerd:
Dilin kalple beraber zikridir. Murakaba mertebesine yükselmiş
olan bir sâlikin Kelime-i tevhid’i nefesini hapsederek zikretmesi demektir.
Kelime-i tevhid’in “Nefy-ü ispat” zikrinin, murakaba dersi
esnasında söylenişinde gözler yumulur, dil dimağa yapıştırılır ve nefes
tutularak, kalp ile bir nefeste yirmibir adet okunur.
Böylece sâlik, murakaba halinden müşahede mertebesine
yükselir.
Tevhid’in iki mânâsı vardır:
1. Zâhirî Tevhid: “Lâ ilâhe illâllah”, Allah’tan başka
ilâh yok.
2. Bâtınî tevhid: “Lâ mevcûde illâllah”, O’ndan başka
mevcut yok.
6. Bâz-geşt:
Zikrullah esnasında kendiliğinden hatıra gelen iyi ve kötü her
fikri kovmak demektir.
Gönülde başka alâkalara yer kaldıkça, itminan teşekkül etmez ve
yapılan zikir halis olmaz. Başlangıçta bu itminana erilemese de yine zikrullahı
bırakmamak ve elde edilinceye kadar devam etmek gerekir.
7. Nigâh-daşt:
Muhafaza etmek demektir. Tecelligâh-ı ilâhî olan kalp evine
Hakk’tan gayrı şeylerin girmesini önlemektir. Öyle ki mürid, bin kere Allah-u
Teâlâ’nın yüce ismini zikrettiği halde, hatırına bir kere olsun yabancı fikir
gelmemelidir.
Mevlânâ Kasım -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Nigâh daşt o dereceye erişmelidir ki, güneşin doğuşundan
batışına kadar müridin gönlüne hiçbir yabancı şey uğramamalıdır. Öyle ki,
insanda hayal kuvveti kendi kendini azletmiş hale gelmelidir.
Hakikat ehlince malûmdur ki, hayal kuvvetini yarım saat için
bile yok edebilmek son derece güç ve nadirlerin nadiri bir iştir. Ancak bazı
yüksek velilerin kârı olabilir.”
8. Yâd-daşt:
Hatırda tutmak demektir. Murakaba mertebesine ulaştıktan sonra
sâlikin lisanla belli sayıda Kelime-i tevhid’i zikretmesidir. Bu yoldan kalbin
pası silineceğinden şühûd mertebesine ulaşılır, kâinattaki sınırsız çoklukta
vahdaniyet-i ilâhi müşâhede edilir.
Yâd-daşt, bundan önce bahsi geçen usüllerin tahakkuk
etmesidir.
9.Vukûf-i Zamâni:
Mânevi yolculuğa çıkmış olan müridin, devamlı olarak geçen
zamanı değerlendirmesi, zaman üzerinde dikkati yoğunlaştırması, içinde bulunduğu
zamanı dikkate alması, nefes alırken ve verirken uyanık olması demektir.
Mürid bütün gayreti ile boş vakit geçirmemeye çalışmalı, bütün
zamanlarını iyi değerlendirmelidir. Huzurla geçirdiği zamana ve hâline
şükretmeli, gafletle geçirdiği zamanlarına da tevbekâr olmalıdır. Bir başka
ifade ile kabz halinde istiğfara, bast halinde şükre devam etmelidir.
Tasavvufta bu hale ibnül-vakt de denir, bugünün vazifesini
yarına bırakmamak demektir.
10. Vukûf-û Adedi:
Zikir sırasında sayıya riâyet etmek, aklı doğrulukta koruyup
bir yerde toplamak, dikkati teksif etmektir. Mürid verilen dersin adedine de
vâkıf olmalıdır.
Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri zikirde sayıya
dikkat ve riâyetin dağınık havâtırı toplayıp sildiğine işaret buyurmuşlar,
“Vukûf-u adedî” denilen usulün ledün ilminin ilk mertebesi olduğunu
söylemişlerdir.
İbadete taalluk eden hususların da zamanla kayıtlanması, bir
takım kaidelere bağlanması, insanları disiplinli bir hayata sevkeder.
Zikirde sayıya dikkatin önemi olmakla birlikte, asıl olan;
sayının çokluğu ve azlığı değil, zikir sayısı az olsa bile, zikredilen zâta
karşı kalp huzuruna sahip olmaktır. Kelime-i tevhid’i zikrederken, nefy ve ispat
anında, bedeni varlığın gidip, yerini ilâhi cezbelere terkedişi, zikrullahın
gayesini teşkil eder.
11. Vukuf-i Kalbi:
Müridin her türlü bağdan, evhamdan, şek ve şüpheden; bilinen,
düşünülen, hatır ve hayalden geçirilen her türlü fikir, hayal ve histen
sıyrılıp, sâdık bir teveccüh ile kalbine yönelmesine, her an gönlünü Allah’a
karşı uyanık tutmasına denir.
Nitekim her yerde hazır olan Allah-u Teâlâ’ya nasıl ki Kâbe-i
muazzama’ya yönelerek el açılıyorsa; zikir sırasında da kalbe yönelmek, oraya
ilâhi tecellilerin dolmasına zemin hazırlar.
Allah-u Teâlâ insanın kalbine hakikatını yazmış, sonra da o
hakikatı fenâ sıfatlarla örtmüştür.
Eğer bir kimse kötü sıfatlarını temizlerse, kalbine teveccüh
ettiğinde kendi hakikatını görür.
Bundan maksat, Hakk’tan başka sevgilerin kalbe girmemesidir.
Aldığı ve verdiği nefesleri düşünerek daima Hakk ile olması, gelen bütün kötülük
ve hatıralardan gönlünü muhafaza etmesi lâzımdır. Eğer sâlik buna muvaffak
olursa kalbinde hakikat zuhur eder.
Sâlik kalbine teveccüh hususunda ısrar etse, kendi hakikatı ona
âşikâr olur. Böylece Hakk’ın birçok esrarı tecelli eder. “Men arefe”nin sırrı
burada çözülmeye başlar.
Vukûf-i kalbi, Tarikat-ı Nakşibendiye’nin Râbıta, Zikir,
Murakaba, Hıfz-ı nisbet ve Şeyh ile sohbet gibi altı rükûndan birisidir.
•
Bu altı rükûndan dördü muhtelif bölümlerde açıklanmış olup iki
rükûn bu bölümde izah edilecektir.
Nisbeti Hıfz:
Sâlik’in, mürşidine tam mânâ ile sarılması, emrinden
ayrılmaması, onunla yaptığı ahd ve misakı daima düşünüp, ne ki zuhur ederse
şeyhine haber vermesi gerekir.
Hangi noktaya erişirse erişsin, o makamlara ve zuhuratlara
şeyhinin himmeti ve kendi gayretiyle vâsıl olduğunu düşünmesi, başka kimseyle
ünsiyet edip istifâde beklememesi gerekir.
Bir müridin iki mürşide nisbeti varsa o mürid iflâh olmaz.
“Bir yerde olan her yerdedir, her yerde olan ise hiçbir
yerde değildir.” sözü meşhurdur.
Zira bir hasta hususi bir profesörde tedavi görürken ona kanaat
etmeyip bir de asistana gider, ondan da bir ilaç alırsa, iki ilaç alan hasta
iyileşeceği yerde daha da kötüleşir, şifa bulacağı yerde maraz kazanır.
Bir sâlik muvaffak olabilmek için, şeyhi mükemmel ise
bağlandığı yerde sabır ve sebat etmesi icabeder. Onun terakkisi üstadının
muhabbetine bağlıdır. Çok çok muhabbet eder ve râbıta yaparsa, yapa yapa şeyhi
bir gün onu mükâşefe makamına erdirir. Bütün bunlar lütuf ve ihsan-ı
ilâhiyedir.
Şeyhe sevgi, Resulullah Aleyhisselâm’a sevgi demektir. Çünkü
onun vücudu yoktur. Onun vücudu Resulullah Aleyhisselâm’da ifna olmuştur.
Yegâne sevginin Resulullah Aleyhisselâm’da olması icabeder. Ona
yakın olan sevgi ise Allah-u Teâlâ’ya olan sevgidir.
Şeyh ile Sohbet:
Mürid ile mürşidin sohbeti bu yolun sünnet-i müekkedesidir.
Tasavvuf yolunda terakki ettiren, sâlike merhaleler aştıran en mühim âmil
mürşidin sohbetidir. Zira Ashâb-ı Kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sohbetinde yetişmişlerdir. Sohbetten
aldıkları feyz ve bereket sebebiyle onlara “Sahabi” denilmiştir. Zira onlar,
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın daha ilk sohbetinde çok büyük kemâlâta
kavuştular, nihayette erişilecek mertebelere yükseldiler.
Bu faziletin sebebi şüphesiz ki kitap ve kitap mütâlâa etmek
değildir. Çünkü ekserisi ümmî idiler. Bu üstünlüğün sebebi bilgi ve malumatın
çokluğu da değildi. Böyle olsaydı kendilerinden sonra gelip dinin bütün ahkâm ve
meselelerini tafsilâtıyla bilen alimlerin onlardan üstün olması gerekirdi. Şu
halde onların fazilet ve üstünlüğünün sebebi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- ile sohbet etme bahtiyarlığına ermiş olmalarıdır.
Ashâb-ı kiram’ı Medine-i Münevvere’de yetiştiren medrese,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Mescid-i nebevî’si idi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir taraftan
İslâmiyet’i yaymaya ve güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan da müslümanlara
dinlerini en ince noktasına varıncaya kadar öğretiyor, maddî-manevî her türlü
müşküllerini hallediyordu.
Son derece fasih söz söyler, gayet sade, açık ve külfetsiz
konuşur, mühim bir söz söylediği zaman, iyice anlaşılsın diye onu üç kere tekrar
ederdi. İstenirse kelimeler birer birer sayılabilirdi.
Bütün Ashâb-ı kiram, ondaki bu fesâhat ve belâğatın hayranı
idiler. Sanki başlarında kuşlar varmışçasına huzur ve huşu içinde
dinlerlerdi.
Bu sohbetlerden kadınlar da faydalanırdı.
Bunun içindir ki, müridin mürşid ile sohbeti, Ashâb-ı kiram’ın
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile sohbetine nisbet
olunmuştur.
Vekillerinin sohbet şerefine nâil olabilmek de büyük bir lütf-u
ihsandır. Onların sohbetleri yakınlık makamından doğar. Sohbet ve nazarları kalp
hastalıklarına şifâdır.
Yolumuzun büyüğü Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh-
Hazretleri:
“Yolumuz sohbet yoludur.” buyururlar.
Mürşid ile sohbet, birçok ilâhi tecellilerin doğmasına sebep
olur. Mürşidin kalbi ile müridin kalbi arasında vasıta yoktur. Hakk’a yaklaşmak,
merhalelerden geçmek, kalbin itminan bulması, gizli şeylerin öğrenilmesi ancak
muhabbet ve sohbet ile mümkündür.
Muhabbet ve sohbet ile kazanılan feyz ve bereketin birçok şeyle
elde edilemeyeceği erbabınca malumdur.
Hakk’ta fâni olan mürşidin sohbeti, Allah-u Teâlâ’nın
kudretinden doğar, âli makamlardan süzülerek gelir.
Gerek sohbetleri gerek nazarları mürid için feyz kaynağı olduğu
gibi, kalbinin cilâsına da vesiledir.
Bir nazarı bakırı altına çevirir. Necmeddin Kübrâ -kuddise
sırruh- Hazretlerine bir gün öyle bir hâl oldu ki, o hâl ile bir köpeğe nazar
etti. O nazarın bereketi ile köpekte bir fevkalâdelik husule geldi. Görenler
dehşet ve hayret içinde kaldılar.
Âriflerin nazarları feyz getirdiği gibi, kendi yüzlerine dahi
feyz nazarı verir. Çünkü Allah-u Teâlâ âriflerden beşeri hicâbı kaldırıp, zât ve
sıfatının esrarını onların yüzünde beyan ve izhar etmiştir. Bundan maksat halka
hidayet edebilmeleridir. Zira Allah-u Teâlâ ârifler vasıtasıyla kullarına
hidayet eder.
Bir müridin sohbet âdâbına riâyet etmesi gerekir ki sohbetten
istifade edebilsin, yoksa edemez.
Kalbini masivâdan hâli tutmalı, mürşidin huzuruna girmeye izin
istemeli, edeb ve erkânı bırakmamalı, hâlis bir niyetle hürmetle huzura girmeli,
mürşidinin elini öpmeli, otur derse oturmalı, tevâzu göstermeli, izni olmadıkça
konuşmamalı, yüzüne sebepsiz yere bakmamalı, sözlerini can kulağı ile dinlemeli
ve hıfzetmeye çalışmalı, huzurunda fazla oturmamalı, âdâba uygun bir şekilde
huzurdan çıkmalıdır.