ŞERH-İ NUTK-I YUNUS
BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM
Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin
kozumu
Bu beytten murat odur ki, her amel
ağacının bir türlü meyvesi ve yemişi olur. Zahirde
her meyvenin bir mahsus ağacı olduğu gibi her ilmin
bir mahsus âleti vardır. Onun ile hâsıl olur.
Meselâ ilm-i zahirin tahsiline
lazım olan ilimler lügat ve sarf ve nahiv ve âdâb
ve mantık ve meani ve hikmet ve
hey’et ve kelâm ve hadîs ve
usul ve fıkıh ve tefsirdir. İlm-i
bâtının tahsiline lazım olan ilimler ise hulûs-i daim
(samimi teslimiyetle devam) ve olgun mürşid nefesi ile fasılasız zikir
ve az yemek ve az konuşmak ve az uyumak ve yalnız kalmaktır. İlm-i hakikatin
tahsiline lazım olan ilimler terk-i dünya ve terk-i
ukba ve terk-i terk etmektir.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz erik,
üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve
hakikate işaret ederler.
Zira eriğin dışı yenir içi yenmez. Erik
gibi olan meyvelerin cümlesi amelin zahirine misaldir. Üzüm gibi meyveler amelin bâtınına
misaldir. Zira üzüm hem yenir ve hem nice türlü nimetler ondan yapılır. Sucuk ve
köfte ve pekmez ve turşu ve sirke vb. nice türlü nimetler hâsıl olur. Fakat
içinde bir miktar riya ve tezkiye çekirdeği olmakla amel-i bâtın denilir,
hakikat denilmez. Ceviz sırf
hakikate misaldir ki içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem
nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur. Bu manalara göre bir kimse erik
talep ederse erik ağacından ister, üzüm talep ederse bağından talep eder ve
ceviz talep ederse ceviz ağacından talep eder.
Şimdi her kim üzümü erik ağacından talep ederse
ol kişi ahmak ve cahildir. Kuru yere zahmet çeker, bütün emeği zayi olur, sonucu
ve mahsulü ancak zahmettir.
Bir kimse zahir amelinin doğru olup olmadığını
bilmek isterse anı şeriattan ve erbabından talep eder. Fıkıh kitaplarına
müracaat eder. Ondan bilip öğrenip amel eder. Eğer bâtın amelinin
salâhını ve fesadını ve tenezzülünü
ve terakkisini bilmek isterse mürşidin telkini ile ve
usul-i esma (zikir)ile gönül kitabına ve ilm-î tâbire
müracaat eder. Her gün rüyada ne görürse mürşidine arz eyler. Anlar da
ona ahvali beyan eder. Ondan sorunları hallolur. Sülûk edip bir
yetişkin olgun insan olur.
Bir kişinin ilm-i hakikati, kendini bilmekle
Rabbi’ni bilmesidir. Bunun zevkine ve haline ermek isterse
mürşid-i kâmil terbiyesi ve büyük perhiz ateşi ile nefsin bütün
vasıflarını ve beşeriyetini ve benliğini yakıp masivâyı
(Allah Teâlâ’dan başka şeyleri)reddederek tamamıyla mahv-i
vücud-i zıllî (bedenin uzantılarını isteklerini yok ve terbiye)
kıldıktan sonra aynı vücud-i hakikî (Allah Teâlâ) olup fenası
aynı beka olmak ile olur.
Bu üç ilmin başka başka yolu vardır. Yolu ile
talep olunursa ümittir ki az müddetle maksut niyet hâsıl olur. Nitekim erik ve
üzümün ve cevizin başka semereleri olup her biri kendi ağacından talep olunduğu
gibi.
Bir kişi zahir amelini işlerken ben bâtın ilmini
ve ilm-i hakikati zahir ameli ile ele getirip tahsil ederim dese ve birçok
zahmetler çekse, meselâ kendiliğinden esmâ’ullaha devam etse ve
oruçlar tutup halvetler çekse, kişinin bu hali erik ağacından
üzüm talep etmeğe benzer.
Bostan ıssından murat
mürşid-i kâmildir. “Niçin kozumu yersin” deye çekişip kakıdığıtembihtir ki
“Niçin olmaz yere riyazât ve mücahede eder yorulursun. Üç ilmi bir amel ile
ele geçirecek mi sanırsın? Her birinin başka ameli ve muallimi ve mürşidi
vardır” diye ehl-i kemal olanlar bunların gibi kendi başına sülûk edenleri
gördükte nazar edip
“Niçin böyle edersin. Sana önce gereken, her
bir meyve ne ağacından bittiğini bil, ona göre amel işle. Senin misalin buna
benzer ki bir kişinin bahçesinde gizlice erik ve üzüm yemek için ağaca çıkıp,
ceviz taşlayan gibidir. Bostan ıssı onu gördükçe niçin yersin kozumu (cevizi)
dediği gibidir.” Zira hakikat mürşid-i kâmilin ilmi ve mülküdür. Onun
tahsiline lazım olan ilimleri bilmeğe meleke ve istidat hâsıl etmek ve mürşid-i
kâmil izni ile terbiyesiyle ağır perhizler ve ona tam teslim ve kendi renginden
çıkıp mürşidin rengi ile hemrenkolmaktır.
Şimdi mürşit görse ki bir bir kişi kendiliğinden
esmaya ve perhize devam eder. Ona der ki: “Sahibinden izinsiz bahçeye
hırsızlığa niçin girersin?”
Şimdi tarikat ve hakikat ilmi mürşid-i kâmilin
bahçesi ve mülküdür. Allah Teâlâ’yı zikretmek ve perhiz, o bahçenin kapısıdır.
Her kim ki kendiliğinden sülûk eyler bir gayri kimsenin bağına hırsızlığa girmiş
gibi olur.
Bunun hariçte bir misali de ona benzer ki bir
kişi marangoz aletlerini pazardan alsa ve kendiliğinden marangozluk yapmak
istese ol bir kişi ol sanatı işlemeğe başladıktan her murat ettiği işte hangi
alete yapışacağın bilmez. Bir usta onu gördükçe: “Bre sanat hırsızı,
küstah, acemi, bizim sanatımızı çalmak mı istiyorsun?
Bu bizim aletimizi sen niçin aldın” der. Aslında ol kimse ol aletleri
pazardan parası ile almıştır.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin bu beyitten
muradı mürşitsiz ben tarikata ve hakikate kendi bildiğim ile amel etmekle
kavuşurum diye çalışanların durumlarını temsil yolu ile açıklamıştır. Yani
meselâ böyle olan ve mürşitsiz yola giden kimsenin hali her meyve hangi ağaçta
bittiğini bilmeyen ve gönlü üzüm istediğinde erikte biter sanan ve erik ağacı
diye ceviz ağacına çıkan kimse ve cümle renkleri siyah sanan kör gibi olur.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz kendi bir zaman böyle mürşitsiz çalışıp bir
şey hâsıl edemeyip sonra mürşide varmış veya başkalarını tembih ve uyarmak için
söylemiştir.
Kerpiç koydum kazana poyraz ile
kaynattım
Nedir deyip sorana bandım verdim
özünü
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin
bu beyitten muradı kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin sonucunu
temsilyoluile beyandır. Yani bu gibilerin hali hemen poyraz ile çamur kaynatıp
yemeğe ve yedirmeğe benzer. Zira bir kimse kendi her ne yerse isteyene de ondan
verir. Şimdi, poyraz yemeği pişirmek değil belki dondurur. Sözün gelişi pişirir
olduğu takdirde çamur yenmeğe yaramadığı gibi perhizden ruha gıda hâsıl olmaz.
Ruhun gıdası olmayacak marifetullâh, Allah Teâlâ’nın ilhamı ve
ilâhi varidat hâsıl olmaz. Belki çamur yiyenlerin bedeninde hastalık hâsıl
olduğu gibi, böyle bir riyazattan da kötü adetler, şeytani vesveseler, bozuk
fikirler ve kalb rahatsızlığı hâsıl olur ki, bunlar kalbi ve ruhu helak
ederler.
Poyraz ile denilende Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin mayası ve mürşidin telkini olmadığına işaret vardır.
Şimdi mürşidin nefes ateşinden, telkin çakmağı
ile talibin kalbin kavına bir kıvılcım yetişmezse veya büyüklerin billur
nazarına talip kendini tam teslim ile gelmezse emeği hebadır. Her ne kadar
çalışsa da boştur. Ol ateşi bulup ciğerini pişiremez. Nitekim yönün ocağa
dönmeyen her ne kadar üfürse ocağı yakamaz ve yemek pişirmez. Lâzım gelir ki
çamur yiye. Şimdi bunun benzeri kimseler daima çamur yerler. Sonuçta küfre
düşerler. Kendilerine muhtaç olanlara da daima çamur yedirirler. Allah Teâlâ
cümlemizi muhafaza buyursun.
Genellikle küfre düşenler bu kişilerden
olmaktadır. Bir sülûk ehl-i bunlardan birisine takılırsa kar gibi soğutup buz
gibi dondurur. Sülûk ehline her bunun gibi soğuk nefeslilerden kaçınması
lâzımdır.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin bu beyitten
muradı talibi kendi başına mücahededen men ve bunun benzeri kimseler ile
yakınlaşmasını önlemektir.
İplik verdim çulhaya sarıp yumak
etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın
bezini
Bu beyt olgunlaşmamış mürşit hallerini beyan
eder. Şimdi Hakk’ı isteyene olgun mürşit lâzım olduğunu bildirdikten sonra her
mürşide gönül vermeyip bir Üstad-ı âkilve mürşid-i kâmil bulmağa çalışmak lâzım
olduğunu beyan buyururlar. Yani perişan kalbimi bir mürşide teslim ettim kalb
selâmeti bulmak için henüz dertlerimin birine derman ve ilâç bulmadan bana
“Hilâfet makamına erdin, işin tamam oldu” der. Bildim ki nakıstır.
Zira iplik tefrika-i ulâya
(büyük ayrılık)işarettir. Yumak cem’e işarettir.
Bez olmak
fark bâ’d-el cem’e (fark sonrası cem) işarettir ki kemal
bundadır.
Bu beyt şeyhe teslim olmaktan maksut nedir onu
bildirir ki tâ ki arayan bilip maksut ne ettiğin bile, bir mürşide vardığı
zaman kâmil mi değil mi bilinmiş olur. Zira dert bilinmeyince derman bulunmaz.
Önce talibe bilmek gerekir ki mürşide varmaktan maksat kendi vücudunda konulan
insanî kemâlatın kuvveti her ne ise fiile gelmesine çalışmaktır.
Meselâ bir çekirdek kendisini bir bahçıvana
teslim eder, hal dili ile der ki “Ey bahçıvan, lütfeyle, bana bir hoş
terbiye eyle, benim içimde konulan kemâlâtımın kuvveti dışarı çıka, birim bin
ola ve sen dahî kemal ile yâd olasın.” Şimdi bahçıvanın iyisi terbiyesinden
bellidir.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin iplik verdim çulhaya diye
temsili gayet lâtiftir. Zira her ne kadar insanî olgunlukta tavırlar ve
menziller çoksa da, usulü üçtür.
Biri fark ve biri cem
ve biri cem-ül-cem’dir ki ona şeyhler fark
bâ’d el cem derler.
İplik farka işarettir.
Yumak cem’e
işarettir. Bez
cem-ül cem’e işarettir. Asıl maksut ise iplik yumak olmak değil
ahadühüma (Hakk-Halk)ile diğerinden örtülü olmamaktır.
Hakk’ı anlamak kolaydır. Zira şahitler ve
deliller çoktur.
Hakk’a vardıktan sonra dönüp halkı
bulmak güçtür. Zira müstakil vücudu yoktur. Kemal ise gene dönüp
halka gelip Hakk’ı halka ve halkı Hakk’a âyine bulup ahadühüma
(ikisinden biri)ile diğerinden örtülü olmamaktır.
Şimdi benim henüz kalbimin perişanlığı dururken
ve işimden dahi bir iş bitmeden “Sen kâmil oldun” diye beni saçma sapan
söz ile halife edip kendi gibi şöhret sahibi edeyim der.
Becit becit ısmarlar diye
gaip sığasıyla beyan ettiği mürşidin muradı ile talibin niyetinin arası uzak
olup ve mürşidin hali Talib tarafından bilinir iken, talibin maksudu mürşid
tarafından bilinmediğine işarettir. Çünkü talip yumak olmadığını bildi,
mürşit talibin bildiğini bilmedi veya mürşid talibi imtihan için bakalım nefsi
olgunlaştım diye aldatıyor mu?[4]
Bir serçenin kanadın kırk kanlıya
yüklettim
Kırk çift dahi çekmedi kaldı şöyle
yazılı.
Bu beyt tarikat ilminin şerefi ve lüzumu ve sülûk
ehlini sülûke teşvik beyanındadır. Dış tarafın düzeltilmesinden önce için daha
önce düzeltilmesi gerektiğini beyan eder. Zira amelin zahiri kolay, batını
ziyade güç olduğundandır.
Kağnı ile yürümekzahir
(dışın) ameline misaldir. Kanat ile uçmak bâtın ameline
misaldir. Şimdi bâtın ehlinin ameli dışı gören riya ehline ziyade ağır gelir.
Çünkü riyalı amel kolaydır. Her ne kadar saman gibi çok olsa değeri azdır, Ama
hulûs ile olan amel güçtür ve ağırdır. Lâkin her ne kadar altın gibi az da olsa
değeri fazladır. “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten
hayırlıdır”[5] “Allah
Teâlâ’nın kuluna olan cezbesi, ins ve cinnin amellerine
denktir.”[6]
Batın amellerinde terk vardır, kağnı ile gitmek
gibi değildir. Çünkü tarikat ehlinin ilk ameli terk-i dünyadır. Terk
melekût âlemine doğru uçmak için kanattır. Murat yakın ile olan
ibadettir.
“Ehl’ullah’ın kanatları var, tüyü yoktur. Zira
nurdandır. Melekût âlemine doğru uçarlar.” kanatlar olarda terkleri
sebebiyledir. Şeyhlerin telkini, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
mayası ve esma zikri usulüne devam ve ağır perhizler ile biter.
Tarikat ehlinin en alt makamında olanın ihlâsını,
sıdkını, yakininive güzel itikadını kırk âbidin gönlü çekemez.
Çünkü bunlarda terk vardır.
“Dünya sevgisi her çeşit hatalı
davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır
yapar.”(Kütüb-i Sitte)
Bir kimse nohut kadar cevheri kırk kağnıya
yüklettim çekemedi demiş olsa murat onun kıymetidir ki hadd-i zatında yüz altın
eder. Bu surette bir cevheri kırk elli kağnıya yükletmek uygundur.
Bu temsil hal ehlinin en düşük mertebesinde
olanlara göredir. Zira serçe kuşların zayıfıdır. Uzak sefer edemez. Yüksek
mertebede olanlar doğanlar ve şahinler gibidirler. Onların birinin ameli ve
yakini ve zevki yüz bin âbidin amellerinden ve yakinlerinden ve zevklerinden
fazladır. Onların kanadını kağnı değil belki yer, gök, arş, kürsi çekemez.
Bir sinek bir kartalı kaldırdı urdu
yere [7]
Yalan değil gerçektir ben de gördüm
tozunu
Bu beyt ilimde kâmil geçinen riyaset, mevki ve
dava sahibi dünya peşinde koşan tarikat ehlini inkâr edenlerin halleri ile göze
hor, hakir, fakir ve miskin gezen ariflerin kemallerini beyan eder.
Yani bunların zahirlerinin fakr-ü fenasını ve
zayıflıklarını acizliklerinigörüp alay yolu ile onlara bazı sual eyleyip
onlardan birisi bu gözüne sinek kadar görünmeyen ariflerle şahin gibi kartalı
kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani gözde hor olan derviş azamet ve şöhret
sahibi olan filân efendiye galip olup onu sindirdi.
“Ben de gördüm tozunu”
söyleyen Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz kendileri de ümmi ve fakir-ül-hâl
olup nice zahitler ve âlimler ona küçük düşürmek niyeti ile bazı suallere
başladıklarında suallerine cevaptan sonra kendileri de onlara bazı şey sorup
cevabında onları aciz ettiğini beyan eder, yani ol hal bana da vâki oldu, onlar
gibi kartallara ben de rast geldim demektedir:
İbn-u Abbâs radiyallâhü anh anlatıyor: Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Kim kırk sabah Allah’a ihlâslı
olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya
başlar.”(Kütüb-i Sitte)
Aslında bir kimse kırk gün ihlâs ile sabaha
kavuşsa, yani kırk gün ihlâs üzerine olursa ilim pınarları onun kalbinden lisanı
üzere akar. Bunların bazısı kırk hafta ve kırk yıl ihlâs ile
sabaha kavuşmuşlardır. Ömründe kırk gün ihlâsı görmeyen gönüle galip olmaya
şaşılmamalıdır?
Şimdi kartalın, kuzgunun, arı ile ne münasebeti
vardır? Kartal her ne kadar gözde, büyük ise de yediği leştir ve kendinden
çıkan dahi cifedir. Ama arı her ne kadar gözde küçük ise de yediği güzel kokulu
çiçeklerdir, kendinden çıkan dahi güzel lezzetli baldır. Doğan ve şahin gibiler
ile münasebeti olmadığı besbellidir.
Bir küt ile güreştim elsiz ayağım
aldı
Anı da basamadım göyündürdü
özümü
Bu beyt yukarıdaki beytte bir miktar acayiplik
anlaşıldığından yine taliplere nefsi kırma yolunu talim edip buyururlar ki:
“Bir küt ile
güreştim”
Buradaki kütten murat nefistir ki gözü
şehvetleri savma ile süslenmiştir.
Elsizden murat şeytandır ki
ateşten yaratılmıştır. İnsanda gazap sıfatı ateşin mayasındadır.
Nefs çocuk gibidir. Gıdasını vermez isen kesilir
ve lâkin açlıktan hararet ve kuruluk hâsıl olur. Bu hararet galip olunca
soğukluk ve rutubet yani nefsin isteği olan yemek ve içmek ister. Onun için yine
nefsin muradını vermeğemecbur olup verir idim. Yani murat üzere nefsimi
yenemezdim demektir.
Bu beyt yukarıdaki beytin zıddıdır: Yani der ki
sureta her ne kadar zayıfsam da her düşmanıma Hakk’ın yardımı
ile galip oldum. Fakat nefs ile şeytana tamamıyla galip olup ellerinden halâs
olamadım. “Özümü
göyündürdü”
(İçten içe yakıp dağladı) der.
Bu beytte bir ikaz var ki salih kişi her ne
kadar nefs ve şeytana galip olursa da yine kendisi nefsinin mağlûbudur. Bu
nedenle dâvası olmayan ehli fena, zillet ve alçak gönüllü olmalıdır. Kendin
daima âciz ve zelil göstererek ve nefsini “kötü ihtiraslara”
düşürmekten sakınmalıdır. Çünkü kim nefsini beğendi ve onunla dost oldu, cümleye
düşman olduğu gibi her düşmana da yenik düştü.
Daima nefse muhalefetten ayrı olmayan nefsine
düşman olup her şeyle dost olur. Her ne kadar kendi aciz ise de her düşmana da
galip olur.
Kütten murat şehvet sıfatıdır
ki, çekicidir.
Eli var ayağı yoktan, murat
nefstir.
Elsizden murat gazap
sıfatıdır ki dafiâdır. (kovan, savuşturan).
Ayağı var eli yok, murat
şeytandır.
Yani Allah Teâlâ’nın muradına muvafakat ve
şeytana muhalefet üzere oldum. Nefse galip olmak vaktinde şeytan nefse yardım
edip gazap sıfatıyla nefsime yardımcı olup, ikisi bir olup bana galip oldular.
İbadetlere istekli oldukça şeytan beni menedip defederdi. Uzak durdukça
daşeytana yardım edip üzerime yorgunluk bırakıp ibadeti terk etmeyi sevdirir ve
lezzet verirdi. Daima bu savaş ile onlara gâh galip ve gâh mağlup olurdum. Bütün
gücümle ellerinden kurtulup şerlerinden emin olamadım diye sülûk ehlini bu
ikisi ile daima muhalefet üzere olmağa kandırır.
Derviş ne acâip bir sinektir ki, devler ve
periler ile kahraman Süleyman aleyhisselâm gibi savaş eder. nefs ve şeytan ne
yaman düşmanlardır ki, bu ikisinin elinden enbiya ve
evliya ağlayıp inlemekten bir türlü kurtulamamışlardır. Çünkü
bu ikisinin elinden kimse ayrı olamaz, ancak kendiliğinden tamamen fâni olan
kurtulur.
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar
bana
Öğlelik yola düştü bozayazdı
yüzümü
Kaf dağından murat şeriattır. Bütün mahlûkatı
sarıp dairesine almıştır. Büyük âlimler (Allah Teâlâ onları çoğaltsın, onları
kuvvetlendirsin, şanlarını yüceltsin) o dağ üzerinde her tarafından halkın
durumlarına nazar edip dururlar ki her ne yönden bir halmeydana gelecek olursa
etraftan ona taş atıp katil mi icap eder veya had mi veya tâzir
mi veya tedip mi icap eder, fi’l hal
emri icra edip ol tarafın yıkılan yerini tamir ederler. Zira âlemin
düzeni onların vücutları sebebi iledir. Her ne yüzden İslam Dini’ne ve şeriata
muhalif bir kimseyi görseler veya işitseler Allah Teâlâ
tarafındanbunlara bir dini gayret düşer ve onu önlemeğe çalışırlar.
Büyük şeyhlerin sözleri ise ekseriye mutlak
olmakla anlaşılması gayet zor olup ulema bunların mutlak kelamlarını şeriata
muhalif zannedip ekseriya lanet taşını bunların üzerlerine atarlar. Fakat o
sözlerden meşâyihin muradı ulemanın anlayışına doğan mâna olmamakla onların
lanet taşları meşâyihedokunmaz. Zira üzerlerine hücum ederlerse o sözün şeriata
muvafık yüzünü açıklayıp o lanetten kurtulurlar.
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri
buyururlar ki, ulema benim mutlak kelâmımı anlamamakla bana lanet taşını
attılar. Benim muradım onların anladıkları gibi olmamakla taş yol ortasında
kaldı.
“Öğlelik yol” demekten murat:
Öğle günün ortasıdır; zahir ilmi de yarım ilimdir. Zira ilmin
akidelere ve amellere müteallik olanı ilm-i kelâm ve ilm-i fıkıhtır ki, zahir
ilmidir. Ahlâka ve içi temizlemeye ait olanı ahlâk ilmi ve hakikat ilmidir ki,
o bâtın ilmidir.
Zahir ulemasından en çok iyi bilenin ilmi yol
ortasına dektir. Öğlelik yol dediği ona işarettir.
“Bozayazdı yüzümü” dediği
yani az kaldı ki muradımı anlayalar ve saklaması üzerime farz olan ilmi onlara
keşfettirmiş olurum diye korktum. Zira rubûbiyet sırrını keşfetmek
(açmak) küfürdür. Kadi Beydavî
Tefsiri’nde يَا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّـغْ مَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ
وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ [8] âyetinin tefsirinde der ki: “Esrar-ı ilâhiden bazı sır
vardır ki ifşası haramdır.” İhyâ-î ulûm’da Zeynel Abidin radiyallahü
anhdan nakledip buyurur ki:
“Bazı ilim cevherleri vardır ki ben
onlarıifşa etmiş olsaydım bana ‘Sen puta tapanlardansın’ denilirdi.”
Bu beytin manasını açıklamak bu kadar yeterlidir,
ehli bunu bilir.
Balık kavağa çıkmış zift turşusun
yemeğe
Leylek koduk doğurmuş bak a şunun
sözünü
“Balık” vahdet denizinde
gönüle doğan ilham yolu ile Allah Teâlâ’yı bilmektir O derya dahi arifin gönül
fezasında olur. Bazen arif kişi deryasından dalgalanan balık gibi sahilinde
dışardan gelenlere uzanır. Lezzetinden can ve dil ruhanileri gıda bulur.
“Kavak” bir meyvesiz boyu
güzel ağaçtır. Murat, baş çekmek niyeti olan bilgiçlik davası edensoftadır Büyük
velilerin düşünce ve sohbetlerinden bazı kelimeler ezberleyip yanına gelen
gözü bağlılara ol hakikatleri kendi hali olmak üzere satar, niyeti dünyayı
yemek ve yutmaktır.
“Zift turşusu” ise ne kendi
hazzeder, nede dinleyenlere haz verir. Kendi hazzetmez, çünkü bilir ki kendi
hali değildir. Dinleyenler dahi hazzetmezler, zira candan gelmeyen marifet
lezzetsizdir.
Bunun benzerlerini kâmillerden birisi şöyle beyan
etmiştir:
“Çadırlar aynı bildik çadırlar,
Fakat obanın kadınları başka kadınlar”
[9]
Yani cahil dünyayı yemek için marifet sözünü
diline alır. Arif onu görür, bilmemezlikten gelir, maarif sözlerini kor, turşu
sözlere başlar ki saklandığını kâmiller bilirler. Zira leylek koduk doğurmuş
gibi olur.
“Leylek”ten murat Allah
Teâlâ’nın büyük kullarıdır. Zira leylek zahirde yemek, içmek ve tenasül
yüzünden olan halini halka gösterir. Ama bir seferi vardır, onu kimse bilmez ki
o seferi neredir. Arif billâh olan kâmilin de dış görünüşü halkladır. Ama iç
dünyasını kimse bilmez ki nedir? Arifin gönlü ne makamda ve ne haldedir? Yedi
kat gökleri, Arş’ı ve Kürsî’yi arasalar arif billâh nerede ittiğin
bilmezler.
“Leylek koduk doğurmuş”
denilmesi genellikle Allah Teâlâ’nın büyük velileri hallerini gizlilikle ile
bağlarlar. Bu husus ile balığın kavağa çıktığını gördükçe ziyade gizlilik ile
belki gayb kubbelerinin altında gizlenirler. Hallerini gizlemek için
cahilane sözler söylerler. Nitekim cahil kavak gibi daima yüksekte
olmak ve itibar görmek için, arifane sözler söyler. Leylek ise halk bana
iltifat etmesin seferimden geri kalmayım cahilane hareket edip kendini öyle
gösterir. Halk ise kavağın sözüne inanırlar, leyleğin sözüne ta’n edip
“Bak a şunun
sözünü” diye ayıplarlar. Fakat ehil olanlar ikisinin de sözüne
itimat etmeyip “Bak a şunun sözüne” diye taaccüp ederler.
Uğruluk yaptım ana, bühtan eyledi bana
Bir çerçi geldi eydür kâni aldığın
kürkü.
Anlardan kurtulmadın ne ettiğimi
bilmedin
Öküz ıssı geldi, eydür boğazladın
kazımı.
Bir bâğiye uğradım gözsüz yılan yoldaşı
Haber sordum vermedi Kaysere durur
azmi
Yunus bir söz söyledi hiçbir söze
benzemez
Cahillerin içinde örter mânâ
yüzünü
Aslında Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîzin bu
sözü gibi bir söz gelmiş geçmiş şeyhler tarafından söylenmemiştir. Görünüşte
sözler alay ve istihzaya ve çocuk eğlencelerine benzer. Fakat bâtınen Allah
Teâlâ mahremleri olan ilâhî sırlar ve hakikat manası vakıf olan dostlarının
yüzlerine namahremden saklamak için çekilmiş duvak ve nikap gibidir. Ta ki
nâ-mahremin gözü görmeye ve eli ermeye:
Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz ye bu beyt
sahih olur:
Her bir âşık bu yolda bir türlü nişan vermiş
Biri nişan vermedi nişanımdan ileri
Bu kasidenin bir misali de şuna benzer ki,
buzağının burnuna kirpi derisinden burunsalık bağlarlar, tâ ki anası depsin
emzirmesin diye. Şimdi nâ-mahrem olanlar her beytin sütünü emmek istedikçe her
beyt hakikî sütün vermez reddeder.
Bu kaside ağreb’u-ül garâibdendir. Misli
gelmediğinden Yunus Emre’ye mahsustur. Kuddise sırruhu’l-azîz
[1] Nîyazî-i Mısrî, Şerh-i Ebyât-ı Yûnus
Emre, Süleymaniye Kütüphanesi (H. Mahmud Efendi), no: 1099/2; ARİF,
Hüseyin, Yunus Emre, İstanbul, 1977, s.49–62
[2] Altı çizili beyitler Niyazi Misri
kuddise sırruhu Efendi bu kısımlara açıklama yapmamış. Bunun sebebi nüsha
farklılığı veya sonradan başkaları tarafından yapılan ilave beyitler olabilir.
Bu gazelde ve tarihsiz Osmanlıca Yunus Emre kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
Divanında bazı fazla beytler vardır. Osmanlıca olan eserdeki gazel esas
alınmıştır.
[3] Metin günümüz Türkçesi’ne ve cümle
kuruluşuna çevirtilerek verilmiştir.
[4] “Bu fakir biçare Mısrî’den Yunus Emre
kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerinin bu dokuz beytini şerh ve beyan etmeyi bazı
ihvan iltimas etmekle yazılıp sekiz ay miktarı evrak arasında şöyle perişan
kalmıştı. Sebep ol idi ki acaba -azîz’in muradı üzere oldu mu veya olmadı mı?
Düşünüyordum.
Bir gece rüyada Yunus Emre kuddise sırruhu’l-azîz Hazretlerini gördüm. Bu
fakire büyük bir müjdeile iltifat gösterip buyurdular ki: “Benim sözlerime
yazdığın şerhi çıkar, insanlar menfeatlensin” dedi. “İplik verdim
çulhaya beytine yazdığın sözü yazma, işte şu mânayı yaz!” diye bu yazılan
mânayı beyan buyurdular. Bu beyte bir başka mana yazılmış idi, onu terk edip
bumâna yazıldı.”
[5] Suyutî Cami’inde “Bir
saat fikir, altmış sene ibadetten hayırlıdır” lâfzıyla zikretti.
[6] Keşfu’l-hafâ, I, 352, hadis:
1069
[7] Orta Türkistan’da, Aral gölü
civarındaki Harezm bölgesinde doğan Necmüddin Kübra (d.1145- hyt.1221)
menakıbında bu olayın gerçekleştiği anlatılmaktadır.
Rivayete göre bir gün dostları ile zikir halkasında otururlarken bir
kartalın bir serçeyi pençesine almakta olduğunu gördüler. Hazret-i Şeyh’in
nazarı ilişen serçe kartalı kanadından tutarak yere çaldı.
[8] Mâide, 67
[9] Açıklaması: Kalıp o kalıp, ruhu
başkadır.