HAKİKATİ YAZMADA BEŞ GÜÇLÜK
Yazan: Bertolt
Brecht
Bugün yalanlarla ve bilgisizlikle savaşa şavaşa
hakikati yazmak isteyen herkesin yenmesi gereken, en azından beş güçlük çıkar
karşısına. Öncelikle, her taraftan gelen baskılara boyun eğmeyerek hakikati
yazma yürekliliğini gösterebilmeli; sonra el birliğiyle gizlenmesine çalışılan
hakikati görebilecek, onu gün ışığına çıkarabilecek akla sahip olmalı; hakikati
bir silâha dönüştürebilmeli, onu bir silâh olarak kullanabilme sanatını
edinmeli; hakikatin kimlere yarayacağına karar verebilmeli; bir de hünerli
olmalı, hakikati etkili kılabilecek kişilere ulaştırabilme, yayabilme hünerini
gösterebilmeli. Bu güçlükler özellikle faşizmin baskısı altında yazmak zorunda
olanlar için fazlasıyla var; ama bunlar, kovulduktan ya da kaçtıktan sonra
burjuva özgürlüklerinin hüküm sürdüğü ülkelerde yazanlar için de yok değil.
1.Yüreklilik: Hakikati yazma yürekliliği
Yazar hakikati yazmak zorunda; burası açık; yazar
hakikati saklamaya çalışmamalı, onu gizlememeli ve hakikate uymayan hiçbir şey
yazmamalı. Güçlülere boyun eğmemeli, güçsüzleri aldatmamalı. Güçlülere boyun
eğmemek şüphesiz çok güçtür; güçsüzleri aldatmak ise çok kazançlı bir iştir.
Mülk sahiplerinin hoşuna gitmemek demek, ömür boyu mülk edinememek demektir.
Harcanan emeğin bedelini ödemekten kaçınan, emeği de yadsır; güçlüler arasında
ün kazanmayı geri çeviren ise, bu koşullar altında, hiç ün kazanmaz, hiç
övülmez. Bu yüzden yürekli olmalıdır. Baskıların çok arttığı dönemlerde,
genellikle büyük, yüce şeylerden söz edilir. Çığlıkların göklere yükseldiği,
kemerleri sıkmanın en yüce erdem olarak yutturulmaya çalışıldığı bu gibi
dönemlerde, örneğin çalışanların beslenmesi ve barınması gibi küçük, bayağı
konulardan söz etmek için yürek gerekir. Köylülere övgüler yağdırılırken,
onların bu kutsanan emeklerinden tasarruf ettirecek makinelerden, ucuz yemlerden
söz edebilmek için yürekli olmak gerekir. Herkesin eğitim görmemiş, bilgisiz
insan bilgilisinden iyidir, diye bas bas bağırdığı bir ortamda, şunu yalnızca
yürekli kişiler sorabilir: Kimin yararınadır bu durum? Üstün ya da üstün olmayan
ırklardan edilen bir ortamda, acaba açlık, bilgisizlik ve savaş bunca korkunç
yıkımı da birlikte getirir mi diye sormak yürek ister. Benzer biçimde, yenik
düşmüş, ezilmiş kişinin kendi gerçeğini söyleyebilmesi için de yürek gerek.
Takip edilen birçok insan, kendi kusurlarını görebilme yeteneğini yitirir.
Onlara göre takip edilmek haksızlıkların en büyüğüdür. Takip edenler, takip
ettikleri için kötüdürler; takip edilenler ise, iyi oldukları için takip
ediliyorlardır. Ama bu, ayaklar altına alınmış, yenilmiş, engellenmiş bir
iyiliktir; bu nedenle de güçsüz bir iyiliktir, yani kötü bir iyiliktir,
direnemeyen, güvenilmez bir iyiliktir; ne de olsa iyilikle bu güçsüzlüğü
bağdaştırabilmek kolay değildir, yağmurla ıslaklığı bağdaştırmak kadar kolay
değildir bu. İyilerin iyi oldukları için değil, güçsüz oldukları için
yenildiklerini söylemeye yürek ister. Kuşkusuz hakikat, hakikat-olmayanla
kavgası içinde gösterilmelidir; genel, ulaşılmaz, kavranamaz bir şey olarak
yansıtılmamalıdır. Genel, erişilmez, kavranamaz olan hakikat değil, yalandır. Şu
kişi hakikati dile getiriyor dendiğinde birkaç kişinin ya da birçok kişinin
ya da tek bir kişinin başka bir şey söylediği, yalana başvurduğu, yuvarlak
sözler gevelediği anlaşılır. Hakikati söyleyen ise, pratik, somut,
yadsınmaz, söylenmesi gereken bir şeyi dile getirmiştir.
Dünyanın kötülüğünden, canavarlığın zaferinden
yakınmak, bir gün haklılar kazanacaktır diye tehditler savurmak, yeryüzünün
bütün bunların söylemesine göz yumulan bölgelerinde bunları söyleyebilmek, hiç
de büyük bir yüreklilik sayılmaz. Birçok insan, sanki bütün namlular
kendilerine çevrilmiş gibi davranıyorlar; gerçekte onlara çevrilen namlular
değil, tiyatro dürbünleridir! Bunlar, belirsiz dileklerini haykırıyor, tasasız,
vurdumduymaz kişilere ait bir dünyayı özlüyorlar. Uğrunda hiçbir şey
yapmadıkları belirsiz hakların özlemiyle yanıp tutuşuyorlar; uzun zamandan beri
yemlendikleri ganimetten pay almalarını sağlayacak genel bir özgürlüğün hayalini
kuruyorlar. Onlara göre hakikat, yalnızca kulağa hoş gelen şeylerden ibarettir.
Hakikat elle tutulabilir, ölçülebilir, var olan bir şeyse, ona ulaşmak biraz
çabayı, araştırmayı gerektiriyorsa, hakikat diye bir şeyi tanımazdan gelirler o
zaman; kafalarını bulandıracak hakikate boş verirler. Bunlar, hakikate şöyle bir
dokunup geçen bir şeyleri geveleyen, yüzeyde kalmış, derine inmeyen kişilerdir.
İşin kötüsü: Hakikatten haberi yoktur bunların.
2. Akıl: Hakikati görmek, fark edebilmek
Her alanda gizlenen, örtbas edilmeye çalışılan
hakikati yazmak güç iş olduğundan, birçoğu için hakikatin yazılması ya da
yazılmaması yalnızca bir namus sorunundan ibarettir. Hakikati yazmak için bir
tek yürekli olmanın gerektiğini sanırlar. İkinci güçlüğü ise hep unuturlar. Bu
ikinci güçlük hakikati bulabilmektir. Hakikati bulmanın kolay bir iş olduğunu
kimse söyleyemez.
Öncelikle, hangi hakikatin söylenmeye değer
olduğunu bulup ortaya çıkarmak, işte bu, sanıldığı gibi kolay değildir. Örneğin,
dünyanın en uygar sayılan ülkelerinden biri, günümüzde en aşağılık bir
barbarlığın içine batmış durumda. Bu durumu gören herkes, en korkunç, en
canavarca araçlarla yürütülen iç savaşın, bir gün, dünyayı belki de bir yıkıntı
yığınına çevirecek bir savaşa dönüşeceğini biliyor. Bunun bir hakikat olduğu
kuşku götürmez. Ama bunun yanında başka hakikatler de var. Sözgelimi, koltuklar
oturmaya yarar, yağmur gökten yağar türünden hakikatler. Bunlar da yanlış değil.
Birçok yazar, bunlara benzer hakikatleri yazıyorlar. Bunlar, batmakta olan bir
geminin duvarlarına natürmortlar çizmeye çalışan ressamları andırıyorlar.
Belirttiğimiz ilk güçlük, onlar için geçerli değil, buna aldırdıkları yok ama
vicdanları da rahat. Resimlerini güçlülere aldırmayarak çiziyorlar. Ama
ezilenlerin çığlıklarıyla da ilgilenmiyor, bundan etkilemiyorlar. Seçtikleri
davranış biçiminin anlamsızlığından kendilerini de etkiliyor, “derin” bir
karamsarlığa kapılıyorlar. Karamsarlığa kapılıyorlar kapılmasına ama çok iyi
fiyattan satıyorlar karamsarlıklarını; ustalık sıfatının gerçek sahipleriyse bu
karamsar sahte ustalara gösterilen ilgiyi görmüyor, ürünlerini satamıyorlar
bile. İşte bundan dolayı, bu karamsarların dile getirdiği hakikatlerin,
koltuklarla ya da yağmurla ilgili olarak yukarıda belirttiğimiz hakikatlere
benzediğini hemen görmek kolay olmuyor. Kolay olmuyor, çünkü bambaşka biçimde,
sanki önemli hakikatlermiş gibi çıkıyorlar ortaya. Çünkü sanatın, sıradan bir
şeyi önemli kılmak olduğu sanılıyor.
Ama yakından bakılacak olursa, bu karamsarların
sadece şunu söyledikleri anlaşılır: “Koltuk, koltuktur,” ya da «hiç
kimse yağmurun gökyüzünden yeryüzüne yağmasını engelleyemez.»
Bu kişiler, yazılması gerekli hakikati
bulamazlar. Bir başka türden insanlar vardır. Bunlar, yerine getirilmesi yüzde
yüz zorunlu görevleri üstlenirler; ne güçlüklerden, ne de yoksulluktan
korkarlar; ne var ki, yine de yakalayamazlar hakikati. Bilgileri yetersizdir.
Eski hurafelerle, eski dönemlerin bilinen önyargılarıyla doludur kafaları. Dünya
çok karmaşıktır onlara göre. Olayları değerlendiremezler, karşılaştıkları
olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini kuramazlar. Dürüstlükten başka, emek
harcayarak kazanılan bilgilere, öğrenilebilir yöntemlere gerek vardır bunun
için. Karışıklıklarla dolu, büyük değişimlerin gerçekleştiği günümüzde yazan
herkes, materyalist diyalektiği, ekonomiyi ve tarihi bilmelidir. Gerekli
çalışkanlık gösterilebilirse, bu bilgiler kitaplardan ve yaşamın kendisinden
edinilebilir. Hakikatin parçaları ya da hakikati bulmaya yönelten nesnel
varlıklar, kısacası birçok hakikat daha sıradan yöntemlerle de bulunabilir.
Araştırmak isteyen kişinin bir yöntemi olmalı; gerçi yöntem olmadan da hakikat
bulunabilir, hatta aramadan da bulunabilir. Ama böyle rastlantıyla bulunan
hakikat, yazarı insanlara nasıl davranmaları gerektiğini gösterebilecek bir
hakikate asla götürmez. Yalnızca basit, sıradan olguları kaleme alanlar,
dünyamızın sorunlarını kullanamazlar, onlardan yararlanamazlar. Oysa hakikati
yansıtmanın amacı, sadece budur; başka da bir amacı yoktur. Söz konusu ettiğimiz
kişilerde hakikati yazma isteği vazgeçilemeyen bir tutkuya dönüşmemiştir.
İş bununla bitmiyor. Hakikati yazma amacı
taşıyanlar ve hakikati fark etme yeteneğine sahip olanlar için aşılması gerekli
üç güçlük daha var.
3. Sanat: Hakikati silâha dönüştürebilme, onu bir silâh olarak kullanabilme sanatı
Hakikat, sonuçları için dile getirilmelidir;
çünkü hakikatten çıkarılacak sonuçlar, tutumları belirler. Hiçbir sonuca
varmayan ya da yanlış sonuçları doğuran hakikate örnek olarak, çok yaygın olan
şu görüşü anımsatabiliriz: Kimi ülkelerde barbarlığa kadar varan korkunç olaylar
görülüyor, yaşanıyor. Bu görüşten yola çıkarsak, faşizmin sırf doğanın gücüyle
kimi ülkelerin üzerine çöreklenen bir barbarlık dalgası olduğunu söyleyecek
denli yanılgıya düşebiliriz.
Bu görüşe göre faşizm, kapitalizmin ve
sosyalizmin yanında (hattâ onların üstünde), yeni, üçüncü bir güç; yalnızca
sosyalist hareket değil, kapitalizm de faşizm olmadan varlığını sürdürebilir.
Kuşkusuz faşistçe bir şey bu, faşizmin karşısında bir yenilgi. Faşizm,
kapitalizmin ulaştığı bir aşama, tarihî bir aşama: bu açıdan bakılırsa, yeni bir
şey, öte yandan da eski bir şey. Kapitalizm faşist ülkelerde faşizm olarak
varolur; kapitalizmin en açık, en saldırgan, en baskıcı, en yalancı biçimi olan
faşizme karşı mücadele vermek, ancak kapitalizmle mücadele etmekle
gerçekleşebilir.
Faşizmi doğuran kapitalizme karşı tek sözcük bile
söylemek istemeyen kişi, karşı olduğu faşizmin hakikati üzerine nasıl
konuşabilir? Bu konudaki hakikati dile getirmek nasıl yararlı bir sonuç
doğurabilir?
Kapitalizme karşı çıkmadan faşizme karşı çıkan,
barbarlığın yarattığı barbarlıktan yakınan kişiler, danadan kendilerine düşen
payı büyük bir iştahla tıkman, ama danacıkların kesilmesine karşı çıkan
insanları andırıyorlar. Durum şu: Danayı büyük bir zevkle yiyorlar, kan görmeye
dayanamıyorlar. Kasap, eti önlerine getirmeden önce ellerindeki kanı yıkayıp
temizlerse, keyiflerine diyecek yok. Barbarlığın nedeni olan mülkiyet
ilişkilerine karşı değil onlar, yalnızca barbarlığa karşılar. Barbarlığa karşı
yükseltiyorlar seslerini; üstelik de bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin geçerli
olduğu ülkelerde yapıyorlar; ama o ülkelerdeki kasaplar, eti vermeden önce
yıkayıp temizliyorlar ellerindeki kanı.
Barbarca önlemlere karşı yükselen sesler; bu
suçlamaları dinleyenler böylesi önlemlere kendi ülkelerinde başvurulmadığına
inandıkları sürece, yani kısa bir süre için; etkili olabilir. Kimi ülkeler
mülkiyet ilişkilerini başka ülkelerdeki gibi zor kullanarak değil, görünüşte
sert olmayan önlemlere başvurarak koruyabiliyorlar henüz. O ülkelerde geçerli
olan demokrasi ve yürütülen kamu hizmetleri başka ülkelerdeki şiddetin işlevini
taşıyor, yani üretim araçları mülkiyetinin korunmasına yöneliyor. Fabrikalar,
maden ocakları ve toprak mülkiyeti üzerinde kurulan tekeller, her yerde barbarca
olaylara gebe; ancak bu çeşit barbarlıklar pek göze batmıyor. Barbarlık ancak
tekeller doğrudan doğruya kaba güçle korunmaya başlandığında göze batıyor.
Barbarlık tekellerini korumak için hukuk devleti
anlayışının yanında, sanat gibi, felsefe gibi, edebiyat gibi güzelliklerden
vazgeçmeyi henüz gerekli görmeyen birkaç ülke, bu güzelliklerden vazgeçtiği için
anayurdunu suçlayan konukların çıkardığı gürültüyü hoşnutlukla dinliyor; çünkü
beklenen savaşlardan yarar umuyor o ülkeler. Almanya’ya karşı açılacak acımasız
bir savaşı iple çeken, “Almanya’nın günümüzde kötülerin yurdu olduğunu,
Cehennemin bir şubesine dönüştüğünü, şeytanın orada konakladığını” bağıra
çağıra bütün dünyaya ilân eden bu kişilerin hakikati gördükleri söylenebilir mi?
Olsa olsa onların umutsuz budalalar oldukları, zararlı kişiler oldukları
söylenebilir. Çünkü bütün bu gevezeliklerden çıkartılacak sonuç, Almanya’nın
yeryüzünden silinmesi gerektiği olacaktır. Bunlardan, insanlarının tümüyle
birlikte koca bir ülkenin ortadan kaldırılması gerektiği sonucu çıkarılabilir
yalnızca; çünkü zehirli gaz, insanları öldürürken, suçluları suçsuzlardan
ayıramaz.
Hakikati tanımayan, düşüncesiz, sıradan insan
belirsiz sözler eder, yüksekten atıp tutar, birtakım bulanık şeyleri ağzında
geveler durur. Örneğin Almanlara veriştirir, kötülerden yakınır; bu kişileri
dinleyenler de, en azından ne yapacaklarını şaşırırlar. Almanlıktan vazgeçmeye
mi karar vermelidirler? Kendileri iyi insan olurlarsa, söz konusu cehennem
ortadan kalkacak mıdır acaba? Barbarlıktan doğan, barbarlık üzerine yürütülen
gevezelikler de buna benziyor. Bu gevezeliklere göre, barbarlığın sonucu olan
barbarlık, eğitimle kişilere kazandırılacak ahlâklı davranış biçimiyle ortadan
kalkabilir. Bütün bunlar çok parlak sözler, ama bu sözlerden takınılması gerekli
tavırlar konusunda herhangi bir sonuç çıkarılamaz; bu nedenle de kimseye
seslenemez bu gevezelikler.
Bu tür konuşmalar, nedenler zincirinin çok sayıda
halkasını yansıtabiliyor ve eylem içindeki belirli güçleri, alt edilmez güçler
biçiminde tanımlıyor. Buna benzer ifadelerin karanlık yanları çok, yıkımları
hazırlayan güçleri gizliyor bu konuşmalar. Biraz açık konuşsalar, tüm yıkımların
nedeninin insan olduğunu öne sürecekler! Çünkü içinde yaşadığımız şu günlerde
insanın yazgısını, insan çiziyor.
Faşizm öyle, insanın “doğasıyla”
açıklanabilecek “doğal bir felâket” değildir. Ama doğal yıkımlar bile, şu
“tabiî afetler” bile insana yaraşır bir biçimde dile getirilebilir; bu da
insanın mücadeleci gücüne seslenen anlatım biçimidir.
Yokohama’yı yerle bir eden büyük depremden sonra,
geniş bir yıkıntı alanını gösteren fotoğraflar yayımlanmıştı birçok Amerikan
gazetesinde. Resimlerin altında şu yazılıydı: “Steel stood” (“Çeliğe
bir şey olmadı”); gerçekten de, ilk bakışta salt yıkıntıları görenler,
yazıyı okuduktan sonra uyarılmış durumda, ayakta kalabilen birkaç yapıyı da fark
ediyorlardı. Depremi dile getiren bakış açıları içinde, söz konusu ettiğimiz
inşaat mühendislerinin bu bakış açısı özel bir önemlilik taşımaktadır; çünkü
onlar, toprak kayması, deprem dalgasının yıkıcı gücü, depremle oluşan ısı
konularında bilgi edindiler bu deprem aracılığıyla; bu bilgiler, depreme
dayanıklı yapıları oluşturmalarını kolaylaştıracaktır onların. Faşizm gibi,
savaş gibi “felâketleri”, “doğal afetlere” hiç benzemeyen bu yıkımları
dile getirmek amacını taşıyanlar, hakikati kullanışlı bir biçimde
yansıtmalıdırlar. Üretim araçları mülkiyetinden yoksun bırakılmış, çalışan dev
kitlelerin başına bu belâları saranların, o araçları ellerinde tutanlardan başka
kimseler olmadığını açıkça belirtmelidirler.
İnsanların içine düştükleri kötü durumlar
konusundaki hakikatler yazılmak isteniyorsa, önce o durumları yaratan
önlenebilir nedenler ortaya çıkarılmalıdır. Ancak önlenebilir nedenler ortaya
koyulduktan sonra kötü durumlarla savaşılabilir.
4. Karar: Hakikatin kimlere yarayabileceğine karar verebilmek
Yazılanların fikirler ve sanat yapıtları
pazarında karşılaştığı, yüzyıllardır süregelen alışılmış ticari kurallar,
yazarı, yazdıklarının sorumluluğunu taşımaktan kurtarıyordu; yazar, müşterisinin
ya da çalıştığı yayınevi patronunun, yani aracı kişinin, yazdıklarım herkese
ulaştırabildiğini sanıyordu. Kısacası şöyle düşünüyordu yazar: Ben konuşurum,
beni dinlemek isteyenler de dinlerler. Gerçekte yazar konuşuyordu, ama onu
parası olanlar (eseri satın alabilenler) dinliyordu. Herkes işitmiyordu
konuştuklarını; işitenler de her şeyi duymak istemiyorlardı. Bu konuda çok şey
söylendi, ama yine de bu kadarı yeterli değil; burada yalnız şunu söylemekle
yetineceğim: Sonunda “birine yazmak”, “yazmak” olup çıktı. Ama
hakikat öyle rastgele yazılamaz; doğrudan doğruya birine, ondan yararlanacak
olan birine yazılmalıdır hakikat. Hakikate ilişkin bilgilerin edinilmesi,
yazarlar ve okurlar açısından ortak bir süreçte gerçekleşebilir. Doğru
konuşabilmek için iyi işitebilmek, doğruyu işitebilmek gerekir. Hakikati
söylemenin de, dinlemenin de bir amacı, ereği olmalıdır. Biz yazarlar için
önemli olan, hakikati kime söylediğimiz ve onu bize kimin söylediğidir.
İçine düşülen kötü durumlarla ilgili hakikati, bu
kötü durumlardan en çok zarar görenlere iletmeliyiz ve onlardan da öğrenmeliyiz.
Yalnızca belirli görüşleri benimsemiş kişilere seslenmemeli, aynı zamanda
görüşleri, içinde bulundukları durumun etkisiyle biçimlenmiş kişilere de
seslenebilmeli. Bizleri dinleyenler sürekli bir değişim içinde! Unutulmamalı ki,
hesapları tutmazsa, ya da tehlike büyürse, cellâtlar bile yükseltebilirler
seslerini. Bavyeralı köylüler başkaldırıya karşıdırlar hep, ama savaş uzun
sürerse, savaştan evlerine dönen oğulları çiftliklerde iş bulamazsa, o zaman
onlar da başkaldırıdan yana olurlar.
Yazarlar için önemli olan, hakikatin hangi ses
tınısıyla söyleneceğinin bulunmasıdır. Çoğu zaman yumuşak, ağlamaklı bir sesle,
karıncayı incitmeyen insanların tutumuyla söylendiğini işitiriz hakikatin.
Yoksulluk ve acılar içinde yüzen kişi, bu sesi duyunca daha çok acı çekmeye
başlar. Bu şekilde konuşanlar belki düşman değillerdir, ama mücadelede yer
alamazlar. Hakikat kavgacıdır, yalnızca hakikat olmayanla değil, hakikat
olmayanı yayan, savunan kişilerle de savaşır.
5. Hüner: Çok kişiye hakikati ulaştırabilme, onu çok kişiye yayabilme hüneri
Birçokları hakikati söyleyebilme cesaretini
gösterdikleri için böbürleniyorlar, onu bulabildikleri için mutluluk duyuyorlar,
hakikate kullanışlı, yararlı bir biçim vermeye çalıştıklarından yorgun
düşüyorlar belki de; ama sonradan hiçbir şey yapmıyorlar, oturup çıkarlarını
savundukları insanların onlara el uzatmasını bekliyorlar; hakikati o insanlara
ulaştırabilmek, o insanlar arasında yayabilmek için belirli bir hünerin
gerektiğini hiç düşünmüyorlar. Bu yüzden çabalarının bütün etkisi güme gidiyor.
Hakikatin baskı altına alındığı, gizlendiği her dönemde, onu kitlelere
ulaştırabilmek için kurnazlık (hüner) gerekmiştir. Konfüçyüs aşırı
yurtseverliklerle dolu, eski bir tarih belgesinde değişiklikler yapmıştı. Birkaç
sözcüğü değiştirmişti yalnızca. Tarih belgesinin bir bölümünde şöyle
yazıyordu: “Kun ülkesinin hükümdarı, dilini tutamaması nedeniyle filozof
Wan’ı öldürttü.” Konfüçyüs, buradaki “öldürttü” sözcüğü yerine
“katletti” sözcüğünü yerleştirmişti. Hükümdar bilmem kim bir suikasta
kurban gitti-cümlesiniyse, “idam edildi” diye değiştirmişti. Böylelikle
Konfüçyüs, tarihin akışının yeni bir açıdan yargılanmasını sağlayabilmişti.
Çağımızda da halk yerine sınıflar, toprak yerine
mülkiyet sözcüklerini kullanan kişi, birçok yalana aracılık etmekten kurtulur. O
sözcüklerin (değiştirilmesi gerekenlerin) kişiyi uyuşturucu, tembelleştirici,
yani mistik özelliklerini ortadan kaldırmış olur. Halk sözcüğü, belirli bir
birliği ifade ediyor ve ortak çıkarları akla getiriyor; bu nedenle bu sözcük,
yalnızca birden fazla halkın söz konusu olduğu durumlarda kullanılabilir, çünkü
ancak o durumlarda çıkarların ortaklığından söz edilebilir. Bir toprak parçası
üstünde yaşayan sınıfların çıkarları ise farklıdır ve genellikle de bu çıkarlar
birbirleriyle çelişir; işte bu hakikat hep gizlenmeye çalışılan bir hakikattir.
Toprak deyip de, tarlaları anlatan, tarlaların kokusunu ve rengini uzun uzadıya
dile getirerek burun ve göz zevklerine seslenen yazar, egemenlerin yalanlarını
desteklemiş olur; çünkü söz konusu olan ne toprağın verimliliğidir, ne de
insanlardaki toprak sevgisi ve çalışkanlıktır; gerçekte önemli olan, tahıl
fiyatları ve tarlada çalışanın emeğine ödenen ücrettir. Topraktan kazanç
sağlayanlar, kızgın güneş altında buğday üretenler değildir; toprak kokusunu
tanıyan yoktur borsalarda. Borsaların kokusu bambaşkadır. Buraya uyan sözcük,
toprak mülkiyetidir; böylelikle, daha az yalan söylenmiş olur. Baskıların
egemenlik kurduğu ülkelerde, disiplin sözcüğü yerine, itaat ya da baş eğme
sözcükleri kullanılmalıdır; çünkü disiplin, mutlaka baskıları gerektirmez, bu
açıdan bakınca, baş eğme sözcüğünden daha soylu bir anlam taşır. Şeref sözcüğü
yerine de insanlık onuru sözcüğü kullanılmalıdır. Böylece tek tek kişiler,
kolaylıkla gözden kaçmamış olurlar. Böylece, halkın onurunu kurtarmak savıyla
ortaya çıkanların, bir yüzsüzler takımı oldukları gizlenmemiş olur: Toklar, aç
kalma pahasına onları doyuranlara büyük bir eli açıklıkla şeref dağıtırlar.
Konfüçyüs’ün kurnazlığı (hüneri) bugün için de geçerlidir. Ulusuyla ilgili
olayların irdelenmesini haklı nedenlere dayandırıyordu o… İngiliz Thomas More,
“Ütopya” adlı yapıtında; adil bir yönetimin egemenlik kurduğu bir ülkeden
söz ediyordu-kuşkusuz kendi ülkesi değildi sözünü ettiği ülke; ama, aslında, ne
kadar da çok benziyordu o Ütopya kendi ülkesine, anlattığı olaylar ülkesinde
görülenleri ne de çok andırıyordu! İngiltere’yi eleştiriyordu More.
Lenin, Rus burjuvazisinin Sahalin adasında
uyguladığı sömürüyü ve baskıları anlatmak istiyordu, ama çarın polisinden
çekiniyordu. Rusya yerine Japonya’yı, Sahalin yerine de Kore’yi koydu. Japon
burjuvazisinin uyguladığı yöntemler, Rus burjuvazisinin Sahalin adasında
uyguladığı yöntemleri anımsatıyordu her okura; ama yazı yasaklanmadı, çünkü
Rusya ile Japonya arasında düşmanlık vardı o yıllarda. Almanya’da, Almanya
konusunda söylenemeyen birçok şey, örneğin Avusturya için söylenebilir.
Söz konusu edilen devlet değiştirme kurnazlığının
pek çok örneği vardır.
Voltaire, kilisenin mucize inancına karşı çıkmak
istiyordu, bu amaçla Orleans’lı bakire üzerine çapkın bir şiir yazdı. Bir ordu
askerin arasına düşen, bir çiftlikte kalan ve papazların arasında yaşayan Jeanne
Darc’ın, bütün bunlara karşın bakire kalabilmesi için kuşkusuz mucize gerekti;
işte böylesine bir mucizeyi anlatıyordu Voltaire.
Zevk düşkünü egemenlerin yaşamlarından türettiği
erotik serüvenleri anlatırken kullandığı çekici üslûpla Voltaire, egemenleri, bu
uçkuru düşük yaşamları için gerekli koşulları onlara hazırlayan bir dine dört
elle sarılmaya çağırıyordu. Böylece Voltaire’in emeği, kanunsuz yoldan da olsa,
ulaşmayı amaçladığı kişilere ulaşmış oluyordu. Okurları arasındaki güçlüler,
Voltaire’in görüşlerinin yayılmasına aracı oluyorlar, ya da buna katlanmak
zorunda kalıyorlardı. Ve büyük Lucretius savunduğu Epikürcü ateist görüşlerin
yayılmasında, dizelerinin güzelliğinden yararlandığını açıkça, vurgulayarak
belirtiyordu.
Bir ifadenin yüksek edebi düzeyi, gerçekte yazar
için bir güvence olabilir. Ama bunun sık sık kuşkulara yol açtığı da görülür. O
zaman anlatımların sanat değeri bilerek, isteyerek düşürülür. Sözgelimi, hor
görülen polisiye romanların göze çarpmayacak yerlerine kötü, karanlık durumları
dile getiren ifadeler sokulabilir. İçinde bu çeşit ifadelerin bulunması, bir
polis romanının yazılmasını bile haklı ve yararlı kılabilir. Büyük Shakespeare,
anayurduna karşı yürümeye kalkışan Coriolanus’a engel olmak isteğindeki anasının
bu amaçla yaptığı konuşmayı bilerek etkisiz bir konuşma biçimine sokmuştu; bu
arada, oldukça sıradan düşünceleri dile getirerek yazınsal düzeyi de kasıtlı
biçimde alçaltıyordu-çünkü Coriolanus’un tasarısından vazgeçmesini elle tutulur
nedenlerle, ya da anlamı derin bir karşı koyuşla açıklamak istemiyordu; tam
tersi, belirli bir tembelliğin sonucu olarak eski bir alışkanlığın buyruğu
altına girmişti Coriolanus; tasarısından vazgeçmesinin nedeni buydu ve
Shakespeare de bunu göstermek istiyordu. Antonius’un, Caesar’ın ölüsü başında
yaptığı konuşma da, hünerlilikle dağıtılmış hakikate Shakespeare’den
verebileceğimiz bir başka örnek olabilir. Antonius, Caesar’ın katili Brutus’un
saygın bir kişi olduğunu yineliyordu sürekli; ama bu arada onun eylemini de dile
getiriyordu ve eylemin bu biçimde dile getirilişi, eylem sahibine
saldırılmasından çok daha etkileyici oluyordu; konuşmacı, salt olup biteni
anlatarak haklı çıkarıyordu kendisini; olaylara böylece “abartılmış” bir
etkileyicilik özelliği kazandırıyordu. Bundan dört bin yıl önce yaşamış Mısırlı
bir şair de buna benzer bir yöntem uygulamıştı. Sınıflar arasında kanlı bir
savaşın hüküm sürdüğü bir dönemdi. O güne dek egemen olan sınıf, en büyük
düşmanına, yani halkın o güne dek kölelik eden kesimine karşı kendini güçlükle
savunmaya çabalıyordu. Şiirde hükümdarın, firavunun sarayına ermiş, bilge bir
kişi gelir ve firavunu uyararak iç düşmanlara karşı saldırıya geçilmesi
gerektiğini öğütler. Alt sınıfların başkaldırmasıyla ülkede oluşan
düzensizliği ve karışıklıkları uzun uzadıya, etkileyici bir dille anlatır.
Söylediği şunlardır:
Böyle işte: Gözyaşı döküyor soylular, ayaktakımı
sevinçle donanmış tepeden tırnağa. Haykırıyor her kent, bırakın kovalım
güçlüleri aramızdan diye. Böyle işte: Basılıyor devlet daireleri, resmî belgeler
yağmalanıyor; bakın şu işe, çiftlik köleleri, bey oldu artık. Böyle işte: Saygım
mı saygın beylerin çocuklarını kimsecikler tanımıyor; soylu hanımların
yavrucakları, kölelerin oğullarıyla bir şimdi.
Böyle işte: Kentlileri değirmen taşlarına
bağladılar. Hani şu güneşi hiç göremeyenler vardı, onlar da oynaşıyor gün
ışığında, şıkır şıkır.
Böyle işte: Abanozdan yapılma kutsal bağış
kutuları paramparça edildi; güzelim sedir ağaçlarından döşek yapıyorlar kaba
saba gövdelerini dinlendirmek için. Acılarla görün, başkentimiz bir saat içinde
yerle bir oldu. Görün acılarla, daha dün bir lokma ekmek bulamayanların ambar
dolusu yiyeceği var şimdi, ambarlarım elbet başkalarının mallarıyla doldurdular.
Acılarla görün, yiyecek bulabilen soylular kendini mutlu sayar oldu. Görün
acılarla, tek bir buğday tanesine el açanların ambarları dolup taşmış
buğdaylarla, eskiden buğday dilenenler, şimdi sadaka dağıtıyor efendilerine.
Acılarla görün, çift sürecek öküzü olmayanların şimdi sürüleri var, sabanına
koşacak hayvan bulamayanlar kocabaş sürülerini ele geçirdiler tümden. Görün
acılarla, başını sokacak tek göz odası olmayanlar, artık sağlam evlere
kavuştu.
Acılarla görün, saray danışmanları ambarlarda
barınmaya uğraşıyor, bir dam altı bulamayan çapulcular sedir döşeklere
uzanmışken.
Görün acılarla, bir kayığı bile olmayanlar vardı
ya, şimdi gemi sahibi oldular, gemilerin eski sahipleri mi, onlar boyunlarını
bükmüş bakıyorlar bu çapulculara, gemiler eski sahiplerinin değil artık.
Acılarla görün, bir giydiğini bir daha giymeyen zevk sahipleri, o canım gözdeler
paçavralara bürünmüş, onların kumaş dokuyucuları ipek çamaşırlarla bezenmiş
hep.
Zenginin susuzluktan dili damağına yapışmış, öyle
baygın, kendinden geçmiş, dün onun artığını dilenenler, şimdi keskin mi keskin
içkilerle serinliyorlar. Görün acılarla, arp çalmasını bilmeyenlerin elinde
altın yaldızlı arpler, eskiden yanında şarkı söylemeye gönül indirilmeyenler,
şimdi müzikle eğleniyor. Acılarla görün, yoksulluktan kadınsız uyuyanların
döşeğinde soylu bayanlar oynaşmak zorunda şimdi, yüzünü ancak bulanık suda
görenlerin gümüş sırlı aynası var artık.
Büyüklere kimseler saygı göstermiyor bugün. Ayak
işlerine koşturulanlar, şimdi koşturucularını kullanıyorlar ayak işleri
için.
Görün korkularla, işte beş adam, ne idüğü
belirsiz önderleri göndermiş. Şöyle diyorlar: Biz ulaştık amacımıza. Çektiğimiz
acılardan siz inleyin şimdi.
Şairin anlattığı bu düzensizliklerin ve
karışıklıkların, gerçekte, ezilenler açısından çok çekici, çok özlenen bir
durumu göstermek amacıyla, yani ezilenleri o duruma özendirmek amacıyla
yazıldığı açıkça görülüyor. Ama kimse karşı çıkamaz şaire. Çünkü anlattığı
durumları benimsemiyormuş gibi görünüyor şair…
Jonathan Swift kaleme aldığı bir bildiride,
yoksul çocukların kesilip, salamura et olarak satılmasının ülke refahına olumlu
yönde etki yapacağını söylüyordu. Kesin hesaplar koyuyordu ortaya; acımasızca
davranışlarla iktisadî alanda ne denli büyük bir tasarrufun
gerçekleştirilebileceğini kanıtlıyordu.
Açıkça aptal yerine koyuyordu kendisini Swift.
Herkesin ilgilendiği, çok ciddî bir soruna çözüm yolu bulmak ereğiyle ortaya
attığı düşünce tarzı, tüm nefretleri çekmesine yol açıyorken, önerisinin
bayağılığı ve alçaklığı da herkesin fark edebileceği gibi apaçık çıkıyordu
ortaya. Ama kimi görüşlerin doğuracağı sonuçları hiç düşünmemiş olanlar da
içinde olmak üzere, herkes Swift’in önerisinden daha akılcı, ya da en azından
daha insancı düşünmek zorunda bırakılıyordu kuşkusuz.
Hangi alanda olursa olsun, düşünmenin teşvik
edilmesi hep ezilenlerin yararınadır. Çok gereklidir bu. Sömürü düzenine hizmet
eden yönetimler hep aşağılar düşünmeyi, horlar, yok sayar.
Aşağılananların yararına olan her şey aşağılıktır
o yönetimlere bakılırsa. Örneğin açların ekmek bulabilme kaygıları; açlıktan
kimileri ölürlerken, ülkenin savunucuları sıfatıyla onurlandırılan insanlara
uygun görülmüş bu payeleri yadsımak; ülkesini yıkıma sürükleyen yönetici
(Führer-Hitler) karşısında duyulan kaygı; sahibini besleyemeyen emeğe karşı
duyulan nefret; insanları anlamsız birtakım davranışlara zorlayan kurallara
karşı koyma; çıkarlarını koruyamayan aileye karşı kayıtsızlık… Bütün bunlar
aşağılık düşünceler olarak nitelendirilmektedir. Açlar, hiçbir şeyi savunamayan,
korkak, gözü doymaz yaratıklar sayılırlar; ezenlere kuşkuyla bakanlar da birer
haindir; işçiler, gördükleri işin gerçek değerini bilmeden emeklerinin hakkını
arayan miskinler diye sıfatlandırılarak, tüm sövgüleri üstlerine çekerler. O
düzenlerde düşünmekten daha aşağılık bir iş yoktur, düşünenlerin adı kötüye
çıkar. Ama bütün bu baskılara karşın, insanın cezalandırılmaksızın düşüncenin
başarısını, düşünmenin sonuçlarını tanıtlayabileceği ve gösterebileceği alanlar
da yok değildir; bu alanlar, diktatörlerin de üzerinde düşünmeyi gereksindiği
konulardır. Örneğin düşünmenin üstünlüğü ve başarısı, savaş bilgisi ve teknik
alanında kanıtlanabilir. Yünün yerini tutabilecek sentetik maddelerin bulunması
ve üretilmesi de, düşünmenin gerektiği bir alandır. Yiyecek maddelerinin
bozulmadan uzun süre saklanabilmeleri, gençlerin savaşa hazırlanmaları, bütün
bunlar üzerlerinde düşünmeyi gerektiren konulardır: Düşünmenin önemi bu
konuların yardımıyla gösterilebilir. Gerçi bu saydığımız düşüncelerin zorunlu ve
istenmeyen amacı savaşa teşviktir, ama yine de kurnazlıkla kurtulunabilir bu
tuzağa düşmekten; bir savaşın en iyi nasıl yürütülebileceği üzerinde düşünme,
yürütülmek istenen anlamsız bir savaşsa, savaşın anlamı üzerine düşünmeye zorlar
insanı; böylece anlamsız bir savaştan kaçınmanın yollarına ilişkin düşünceler
gelişir, kafa yorar bu mesele için herkes.
Bu sorun üzerine açıkça yazıp çizmek olanaksız
kuşkusuz. Peki, sürekli övülen düşünce yararlı, yani etkili bir biçime sokulamaz
mı? Sokulabilir.
İçinde yaşadığımız günlerdeki gibi, halkın bir
bölümünün (küçük bir kesiminin), bir başka bölümünü (büyük çoğunluğunu)
sömürebilmek için baskı düzeni kurduğu dönemlerde, baskıların
yürütülebilmesi içki, her alanda belirli bir temel tutumun geçerli olması
gerekir; halkın temel bir tutumu benimsemesi istenir. Zooloji alanında, İngiliz
Darwin’inki gibi bir buluş, sömürü düzeni için ansızın bir tehlike sayıldı
sözgelimi; gelgelelim uzunca bir süre salt kiliseyi kaygılandırmıştı Darwin’in
buluşu, polis hiçbir şeyi fark etmemişti. Fizikçilerin araştırıları, son
yıllarda mantık alanında çeşitli sonuçlar doğuruyor; yalnızca baskılara hizmet
eden bir dizi inançla ilgili kuralı tehdit ediyor bu araştırılar. Prusyalı
devlet filozofu Hegel’in mantık alanındaki çalışmaları, Marx’a ve Lenin’e
klasiklerini yazarken kullandıkları yöntem için son kerte değerli ipuçları
verdi. Bilimlerin gelişimi birbirine bağlı olarak, ama farklı hızlarda
gerçekleşiyor; devlet, -her gelişmeyi yakından izleyebilecek durumda değil.
Hakikatin savunucuları şöyle böyle kolaylıkla gözden kaçabilecek alanlarda
yürütebilirler savaşlarını. En önemli şey doğru düşünmeyi öğretebilmektir; her
şeyi ve her olayı geçici, değiştirilebilir yanıyla kurcalayan düşünme tarzının
insanlara aşılanabilmesidir işte en önemlisi. Egemenler köklü değişmelerin
kesinlikle karşısındadırlar. Her şeyin, bin yıl da olsa, bin yıl da geçse hep
aynı kalmasını isterler. Ay yerinde dursa, güneş hareket etmese ne de iyi olur
onlar için! O zaman kimse aç falan kalmaz, akşamlan yemek yiyebilir sanki. Onlar
silahlarını ateşledikten sonra, düşmanları ateş etmemelidir artık, son kurşunu
atan onlar olmalıdır. Geçici olanı araştıran bir düşünce tarzı ezilenleri
yüreklendirmek için çok iyi bir araçtır. Her şeyin ve her durumun kendi
çelişkisini içinde taşıdığı ve bu çelişkinin giderek büyüdüğü gerçekliği,
güçlülere karşı bir koz olarak kullanılmalıdır. Böylesi bir düşünce tarzı
(örneğin şeylerin akışının öğretisi olan diyalektik) egemenlerin sürekli
kaçtıkları nesnelerin araştırılmasında kullanılabilir. Bu düşünce yöntemi
biyolojide ya da kimyada bile uygulama alanına getirilebilir. Ama aynı zamanda,
bir ailenin yazgısını dile getirirken de kullanılabilir bu yöntem; üstelik pek
de dikkat çekmez. Her şeyin, sürekli değişim içinde olan birçok başka şeye
bağımlılığı, diktatörlerin çok tehlikeli buldukları bir görüştür; bu görüşü
polisin ilgisini çekmeden yansıtabilmenin pek çok yolu vardır yine de.