MÜRTED BABI (İSLAM DİNİNDEN DÖNENLER)
BİRİNCİ BÖLÜM
METİN
Mürted lügatta:
Mutlak surette herhangi bir şeyden dönen kimsedir. Şeriat ıstılahında: İslâm
dininden dönen kimsedir. Rüknü, İmândan sonra küfür kelimesinin lisan ile
söylenilmesidir. İmân, Hz. Muhammed (S.A.V.)' in kesin olarak dininden olup
Allah-ü Teâlâ tarafından getirmiş olduğu bilinen şeylerin hepsinde Resûlullah'ı
tasdik etmektir. İmân yalnız tasdik midir? Yoksa ikrarla beraber tasdik midir?
Bunda iki kavil vardır. Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber ikrardır.
Muhakkıklara göre; yalnız tasdiktir. İkrar ise dünya ahkâmının icrâsı için
şarttır. İkrarı imanın rüknü kabul etmeyenler şunun üzerine ittifak etmişlerdir.
Kalbiyle tasdik eden kimseden her ne zaman diliyle ikrar etmesi istenir. İkrar
etmesinin lâzım olduğuna inanmalıdır. Diliyle ikrar istendiğinde ikrar etmezse,
bu inad küfrüdür ki kalbindeki tasdiki kendisine fayda
vermez.
Fetih'de
zikredilmiştir ki: bir kimse inanmasa bile şaka ve latife yoluyla küfür
kelimesini söylese. Allah'a sığınırız - mürted olur. Çünkü dini hafife alıp
küçümsemiştir. Buna göre şaka yoluyla küfür kelimesini söylemek inad küfrü
gibidir.
Küfür lügatte,
örtmek mânâsınadır. Şeriatta ise; Hz. Muhammed'in kesin olarak dininden olup,
Cenab-ı Hak tarafından getirmiş olduğu bilinen şeylerde Resûlullah'ı
yalanlamaktır. Küfür kelimeleri fetva kitaplarında
zikredilmiştir.
Elfazı küfür (küfür
kelimelerin)e ait müstakil eserler de vardır. Kitablarda zikredilen küfür
kelimelerinden hiç biriyle bir kimsenin küfrüne fetva verilmez. Ancak âlimlerin
küfrüne ittifak ettikleri surette onun küfrüyle hükmolunur. Nitekim ilerde
gelecektir.
Bahır sahibi "Ben
küfür kelimelerinden hiç biriyle küfrün vaki olduğuna fetva vermemeyi kendi
nefsime vâcib kıIdım." demiştir.
İZAH
"Mürted bâbı
İlh..." Musannıf asıl küfrün hükümlerini bitirince iman ettikten sonra arız olan
küfrün hükümlerini beyan etmeye başlamıştır.
"Rüknü İlh..." "Bir
kimsenin lisânıyla küfür kelimesini söylemesiyle kâfir olması" hâkimin onun
kâfir olduğuna hüküm vermesi içindir. Yoksa lisânıyla küfür kelimesini
söylemeden batıla itikad etse veya bir zaman sonra kâfir olmaya niyet etse.
derhal kâfir olur. T.
"İmândan sonra
ilh..." "imândan sonra" ifadesiyle kâfir hariç kalmıştır. Kâfir, küfür
kelimesini söylediğinde kendisine mürted hükmü verilmez. Şu kadar var ki.
yukarıda geçtiği üzere bir kâfir kadın olsa bile Peygamber Efendimize dil uzatma
cüretinde bulunursa, öldürülür.
"Tasdik etmektir
ilh..." Tasdik: Hz. Muhammed'in kesin olarak dininden olup Allah-ü Teâlâ
tarafından getirmiş olduğu düşünmeye ve delile muhtaç olmaksızın AIIah'ın
birliği, Resûl-i Ekrem'in Peygamberliği, öldükten sonra dirilme, kıyâmet günü,
namaz ve zekâtın farz, şarab ve zinânın haram olması gibi, bütün insanların
malûmu olan şeylerin hepsini kalbin kabul ve iz'ânıdır. Müsâyere
şerhi.
"İmân yalnız tasdik
midir ilh..." Eşârilerin cumhurunun muhtar olan kavline göre imân yalnız
tasdikten ibarettir. Matûrîdi'nin kavli de böyledir. Müsâyere
şerhi.
"Yoksa ikrarla
beraber tasdik midir ilh..." İmam-ı Azam talebeleri ve Eşârilerin muhakkıklarına
göre; imân, ikrarla beraber tasdikten ibarettir. Haricilere göre; imân, tâatla
beraber tasdikten ibarettir. Bundan dolayı günâh işleyeni -imânın cüzü-
bulunmadığı için kâfir saymışlardır.
Kerrâmîlere göre;
imân, yalnız lisân ile tasdikten ibarettir. Eğer lisânın tasdîki, kalbin
tasdikine uygun olursa o kimse Cehennem azabından kurtulmuş mü'mindir. Aksi
takdirde Cehennemde ebedî kalacak mümindir.
Ben derim ki:
Müsâyere'de: "İmânın hakikatinde gerek söz cihetinden gerekse fiil cihetinden
dinin hafife alınıp küçümsenmesine delâlet eden bir şeyin bulunmaması lâzımdır."
diye zikredilmiştir.
"İkrar ise dünya
ahkâmının icrası için şarttır ilh..." Yani "İmân yalnız tasdikten ibarettir"
diyenlere göre; ikrar, kalbiyle tasdik eden kimsenin müslümanla evlenmesi,
peşinde namaz kılınması, öldüğü zaman cenaze namazının kılınması, müslüman
kabrine defnedilmesi, öşür ve zekatının kabul edilmesi gibi dünya ahkâmının
üzerine icrâ edilmesi için şarttır. Bundan dolayı ikrarı müslümanların yanında
açıktan söylemesi lâzımdır. "İmân, ikrarla beraber tasdikten ibarettir"
diyenlere göre, İkrar imânın hakikatinden cüzdür. Artık ikrar etmeyen kimse, ne
Allah yanında ne de dünya ahkâmında mümindir. Şu kadar var ki; ikrar edecek
kadar bir zamana yetişmesi şarttır. Böyle bir zamanda yetişmezse, ittifakla
kalben tasdiki kafidir. İhtilaf, kelime-i şehâdeti söylemeye muktedir olan kimse
hakkındadır. Dilsiz gibi kelimei Böyle bir zamana yetişmezse, ittifakla kalben
tasdiki kâfidir. İhtilâf, kelime-i şehâdeti söylemekten âciz olan kimse,
ittifakla mümindir. Kelime-i şehâdeti ikrar etmesi istendiğinde özürsüz olarak
ikrar etmemek üzere ısrar eden kimse, ittifakla kâfirdir. Çünkü ikrar etmemesi,
tasdik etmediğinin alâmetidir. Bundan dolayı ulema, Ebû Talib'in küfrü üzerine
ittifak etmişlerdir.
Fakat kelam
ulemasının tavsiyelerine göre bize düşen ileri geri dil uzatmamak, kendimizi
tutmaktır. (A.D.)
"Şaka ve lâtife
yoluyla küfür kelimesini söylese ilh..." Yani söylediği kelimenin mânâsını
kasdetmeksizin şaka yoluyla olsa bile kendi isteğiyle küfür kelimesini söyleyen
kimse dinden çıkar. Bu, "İmân, yalnız tasdikten veya ikrar ile beraber tasdikten
ibarettir." İfadesine münâfi değildir. Çünkü tasdik her ne kadar hakikatte
mevcud olsa bile hükmen yok kabul edilmiştir. Zira Şâir (Allah-ü Teâlâ veya
Resûli Ekrem) şaka yoluyla söylenen küfür kelimesi gibi bazı günâhları, tasdikin
olmadığına alâmet kılmıştır. Nitekim bir kimse kalbi ile tasdik etse bile puta
secdede bulunuyorsa veya Mushaf-ı Şerif'i pisliğe atarsa, kafir olur. Çünkü
bunlar, dini yalanlama hükmündedir. Akaid Şerhi.
"İnad küfrü gibidir
ilh..." Yani kalbiyle tasdik edip muhalefet ve inad için kelime-i şehâdeti ikrar
etmekten çekinen kimsenin küfrü gibidir. Çünkü bu, her ne kadar ikrar imânın
rüknü değilse de tasdik etmediğinin alametidir.
"Resûlullahı
yalanlamaktır ilh..." Resûlullahı yalanlamak ile "Cenâb-ı Hak tarafından
getirmiş olduğu kesin olarak bilinen şeylerde Resûlullahı tasdik etmemek" murad
edilmiştir.
= İcmâyı inkâr
beyanında =
Nuru'l-Ayn de
zikredilmiştir ki; âyeti kerime veya mütevatir haberin delaleti kesin olmazsa
yahut haber mütevatir olmazsa yahut haber kesin olup fakat kendisinde şüphe
bulunursa yahut icmâsı bütün müctehidlerin icmâsı olmazsa yahut bütün
müctehidlerin icmâsı olup fakat sahabenin icmâsı olmazsa yahut sahabenin icmâsı
olup fakat bütün sahabenin icmâsı olmazsa yahut bütün sahabenin icmâsı olup
fakat tevatür yoluyla sâbit olmadığı için kesin olmazsa yahut kesin olup fakat
sukûti icmâsı olursa, bu suretlerin her birinde inkâr eden kâfir olmaz. Bunu
usûl-ı fıkıh kitablarını okuyan kimseler bilir. Bu kaideyi ezberle. Fıkıh
meselelerini çıkarmada sana fayda verir. Hatta fıkıh kitablarında "Şunu söyleyen
veya işleyen kâfir olur. Şunu söyleyen veya işleyen kafir olmaz" diye
zikredilenlerden hangisinin sahih olup olmadığını
bilirsin.
TENBİH : Bahır'da
zikredilmiştir ki; bu hususta asıl ve kaide şudur: Bir kimse haramı, helâl
itikad ederse bakılır: Eğer haram li-gayrihi (başkasından dolayı haram) olursa,
meselâ başkasının malı gibi, kafir olmaz. Eğer haram li-aynihi (kendinden dolayı
haram) olursa yine bakılır: Eğer haram li-aynihinin delili kesin olursa kâfir
olur, delili kesin olmazsa kâfir olmaz. Bazı fukahâya göre bu tafsilât âlim
hakkındadır. Cahil, haram li-aynihi ile haram li-gayrihi orasını fark edemez.
Cahilin helâl itikad ettiği haram kesin delille sabit olan haramlardan olursa,
kafir olur. Aksi takdirde kafir olmaz. Meselâ cahil "şarab haram değildir" dese,
kâfir olur. Bu bahsin tamamı Bahır.'dadır.
"Elfâz-ı küfüre aid
müstakil eserler vardır ilh..." Elfâz-ı küfre aid telif edilenlerin en güzeli
Nuru'I-Ayn'ın sonundaki müstakil eserdir. Yine İbn-i Hacer-i Mekkî'nin
"Kitabü'l-A'lam fi-Kavatii'l-İslâm" isimli eseri de bu hususta yazılmış en güzel
eserlerdendir. Bunda Hanefî ve Şâfiîlere göre; küfür olan kelimeler
zikredilmiştir.
"Bahır ilh..."
Câmiü'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir kimse imanın şartlarını inkâr
etmedikçe dinden çıkmaz.
= Bir müslümanın
dinden çıkıp çıkmadığında şübhe edilirse mürted olduğuna hükmedilmez
=
Bir müslümanın
söylemiş olduğu küfür kelimesiyle dinden çıktığı kesin olarak bilinirse mürted
olduğuna hükmolunur. Dinden çıktığı kesin olarak bilinmezse, mürted olduğuna
hükmolunmaz. Çünkü sâbit olan müslümanlık şübhe ile zâil olmaz. Küfür büyük bir
şeydir. Bir mümin kâfir olmadığına dâir rivâyet bulunduğu takdirde küfre nisbet
edilemez.
Hülâsa'da
zikredilmiştir ki, bu mesele hakkında küfrü gerektiren bir çok vecihler bulunup,
bir vecih de küfrü gerektirmediğine dâir bulunsa, müslüman hakkında hüsn-ü zanda
bulunmak için müftü küfrü gerektirmeyen veche meyleder. Bezzaziye'de : "Küfrü
gerektireni murad ettiğini açıklarsa te'vil fayda vermez." diye zikredilmiştir.
Tatarhaniyye'de "İhtimal ile bir müslüman küfre nisbet edilemez. Çünkü küfür,
ukubet (ceza) de nihayettir. Cinayette de nihayet olmasını gerektirir. O halde
ihtimal ile nihayet olmaz. Bir müslümanın sözünü hamletmek için güzel bir yol
bulunursa yahut zayıf rivayet olsa bile küfründe ihtilaf edilirse, küfrüne fetva
verilemez. Buna göre: kitablarda zikredilen küfür kelimelerinin çoğuyla bir
müslümanın kâfir olduğuna fetva verilmemelidir. Bunun için ben küfür
kelimelerinden hiç biriyle küfrün vaki olduğuna fetva vermemeyi kendi nefsime
vacib kıldım. Burada Bahır sahibinin sözü tamam olmuştur.
METİN
İrtidâd (İslâm
dininden dönmen) in sahih olması için üç şart vardır:
Birinci şart
akıldır. Bundan dolayı delinin, matûhun, müvesvısın ve aklı ermeyen çocuğun
irtidâdı sahih değildir.
İkinci şart
ayıklıktır. Bundan dolayı sarhoşun irtidâdı sahih değildir.
Üçüncü şart
isteyerek yapmaktır. Bundan dolayı mükrehin irtidâdı sahih
değildir.
İrtidâdın sahih
olması için bâliğ olmak ve erkek olmak şart değildir.
Bedâyı.
Eşbâh'da
zikredilmiştir ki; sarhoşun irtidadı sahih değildir. Ancak irtidâdı Peygamber
Efendimize dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle olursa sahih olur. Tevbe etse
bile afvolunmayıp öldürülür.
-AIIah'a sığınırız-
bir kimse mürted olsa mezhebimizin muhtar olan kavline göre müstehab olarak
kendisine hakim tarafından İslâmiyete geri dönmesi teklif edilir. -İslâmiyete
geri dönmesi için teklifin vâcib olmayıp müstehab olması daha önce kendisine
teklif ulaşmış olduğu içindir. Bir şüphesi varsa giderilir.- Düşünmek için
müsaade isterse, üç gün hapsedilerek müsaade edilir. Bu üç gün içinde İslâmiyete
geri dönmesi teklif edilir. Bu üç gün içinde İslâmiyete dönerse bırakılır,
dönmezse öldürülür. Çünkü hadîs-i şerifte:
"Kim dinini
değiştirirse,onu öldürünüz." buyurulmuştur. Eğer düşünmek için müsaade istemezse
kendisine İslâmiyete dönmesi teklif edilip şüpheleri giderildikten sonra
İslamiyete dönerse ne alâ, dönmezse derhal öldürülür. Ancak islamiyete geri
dönmesi umut edilirse, derhal öldürülmeyip bir müddet tehir edilir. Mürted
İslâmiyete döndükten sonra ikinci defa mürted olsa yine İslâmiyete geri dönmesi
için teklif edilip şübhesi giderilir. Tekrarİslâmiyete dönerse dövüldükten sonra
bırakılır. Üçüncü defa mürted olsa yine İslâmiyete geri dönmesi için teklif
edilip şübhesi giderilir. Tekrar İslâmiyete dönerse, yüzünde tevbe alâmeti
görülünceye kadar hapsedilir. Bundan sonra yine mürted olursa yine hüküm
böylecedir. "İslâmiyete dönmüyorum" demedikçe öldürülmez.
Şârih der ki;
Belhî'ye nisbet edilerek Hâniyye'nin Hudûd Bahsinin sonundan naklen Zevâhir'de:
"Bir kimse üç defa mürted olup her defasında İslâmiyete dönerse kabul olunur. Üç
defadan sonra yine mürted olursa, İslâm diniyle alay etmiş olacağından
İslâmiyete dönmesi kabul edilmeyip öldürülür." diye zikredilmiştir. Mürted olan
bir kimsenin İslâmiyete geri dönmesi, şehâdet kelimelerini söyledikten sonra
İslâmiyetten başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden beri ve
uzak olmasıyladır. İslâmiyetten başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu
bâtıl dinden berî ve uzak olmadıkça alışkanlık yoluyla şehâdet kelimelerini
söylemesiyle İslâmiyete dönmüş sayılmaz. Fetih. Bezzâziye.
İZAH
"Matûhun ilh..."
Sirâc'dan naklen Nehir'de zikredilmiştir ki; matûh, aklı noksan olan kimsedir.
Bazı fukahâya göre; matûh deli olmayıp şaşkın olan kimsedir. Muğrib'de de böyle
zikredilmiştir. Eşbâh'ın Ahkâmü'l-matûh bahsinde: "Matûhun hükmü aklı eren
çocuğun hükmü gibi olup yapmış olduğu ibâdetleri sahih olur. Fakat îbâdetler
kendisine vâcib olmaz. Bazı fukahâya göre; matûh deli olan kimse gibi olup
yapmış olduğu ibâdetleri sahih de değildir. İbâdetler kendisine vâcib de
değildir. Bazı fukahâya göre; matûh bâliğ ve akıllı kimse gibi olup, hem yapmış
olduğu ibâdetleri sahih, hem de ibâdetler kendisine vâcibdir." diye
zikredilmiştir.
Ben derim ki:
Usûl-i Fıkıh'da beyan edildiğine göre, matûhun hükmü aklı eren çocuğun hükmü
gibidir. Aklı eren çocuğun irtidâdı sahîh olup öldürülmediği gibi, matûhun
irtidâdı da sahih olup öldürülmez. Sonra Hâniyye'de: "Matûhun irtidâdı bilinen
ve meşhur olan kitablarda zikredilmemiştir. Fakat fukahâya göre, matûh mürted
olma hükmünde aklı eren çocuk hükmündedir." diye zikredilmiş olduğunu
gördüm.
"Müvesvisin ilh..."
Yani kalbinden küfür sözleri geçip, diliyle o sözleri söylemeyen kimse mürted
olmaz. Çünkü insan kalbinden geçen şeylerden mes'ul değildir. Nitekim bir
hadîs-i şerifte:
"Şübhe yok ki,
dilleriyle söylemedikçe Allah-ü Teâlâ ümmetimin gönüllerinden geçirdikleri
şeyleri onlara bağışlamıştır." buyurulmuştur.
"Aklı ermeyen
ilh..." Yani iyiyi kötüden ayıracak yaşta olmayan bir çocuk küfür olan sözleri
söylese, mürted olmaz. Çünkü böyle küçük çocuk henüz ne söylediğini
bilmemektedir.
Fetâvây-ı
Karii'l-Hidâye'de: "Yedi yaşından küçük olan çocuklara aklı ermeyen (iyiyi
kötüden ayıramayan) çocuklar denir. Yedi yaşında olan çocuklara aklı eren (iyiyi
kötüden ayıran) çocuklar denir." diye zikredilmiştir. Nehir. Nitekim bahsin
sonunda gelecektir.
"Sarhoşun ilh..."
Eşbâh'ın Ahkâmü's-sekran bahsinde zikredilmiştir ki; kendi isteğiyle haram olan
şeylerden birini kullanmak suretiyle sarhoş olan kimse, ayık olan kimse gibi
olup sözleri ve yapmış olduğu işleri geçerlidir. Ancak üç meselede geçerli
değildir;
a) Sarhoşun mürted
olması sahih ve mu'teber değildir.
b) Sarhoşun halis
hadleri ikrar etmesi sahih ve muteber değildir.
c) Sarhoşun
kendinin şâhidliği üzerine başkasını şâhid tutması sahih ve muteber değildir.
(Bu mesele için şâhidlik üzerine şâhidlik bahsine bak.)
"Mükrehin ilh..."
Yani öldürülmesi yahut bir uzvunun kesilmesi yahut şiddetli dövülmesi gibi
tahammülünü aşan bir şeyle mürted olması için zorlanan kimsenin kalbi imân üzere
sâbit ve bununla mutmain olduğu halde lisânıyla emredilen şeyi söylemesiyle
mürted olmaz. Çünkü böyle zorlama halinde kalbi imân üzere sâbit olduğu halde
lisânıyla küfür sözlerinin söylenilmesine şer'an ruhsat verilmiştir. Nitekim
kendi bahsinde gelecektir.
"Bâliğ olmak ve
erkek olmak şart değildir ilh..." Aklı eren çocuğun mürted olması sahih ve
muteberdir. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre
muteber değildir. Kadınların mürted olmaları da sahih ve mu'teberdir. Bu hususta
ittifak vardır. Ancak erkekler ile kadınların mürted olmaları arasında bazı
hükümler itibarıyla fark vardır. Nitekim bahsin sonunda
gelecektir.
"Tevbe etse bile
afvolunmayıp öldürülür ilh..." Yani kendi isteğiyle haram olan şeylerden birini
kullanmak suretiyle sarhoş olup Peygamber Efendimize dil uzatmak suretiyle
mürted olursa, bu suretle mürted olması sahih ve muteber olup tevbe etse bile
-tevbesi Allah yanında makbul ise de - bu tevbesi kendisinden dünyevî cezayı
düşüremeyeceğinden afvolunmayıp öldürülür. Eğer haram olan şeylerden birisi
kendisine zorla içirilip sarhoş olan kimse, sarhoş iken Peygamber Efendimize dil
uzatırsa mürted olmaz. Çünkü bu suretle sarhoş olan kimse deli hükmünde olup
söylemiş olduğu sözlerine itibar edilmez. Bahır.
Ben derim ki: Şarih
"Burada tevbe etse bile afvolunmayıp öldürülür." diye kesin olarak hüküm verdi,
Halbuki ileride gelecek olan sözü buna muhâlifdir.
"Bir kimse mürted
olsa ilh..." Yanı bir kimse İslâm dininden dönerse öldürülmeyi hak etmiş olur.
Ancak kendisine önce tevbe etmesi teklif edilir. Eğer İslâmiyete geri dönerse
bırakılır. Eğer dönmezse -metinde geçtiği üzere öldürülür.
Bir Yahudi,
Hıristiyan veya Mecûsî olsa yahut bir Hıristiyan. Yahudi veya Mecûsî olsa tekrar
kendi dinine dönmesi için cebrolunmaz. Çünkü küfrün hepsi bir millettir. Dürr-i
Münteka
"Şübhesi giderilir
ilh..." Çünkü bir müslümanın mürted olması ancak bir şübheden dolayıdır. Şübhesi
ne ise giderilir ve haleti ruhiyesi tetkik edilerek irşadına gayret edilir.
İslâmiyete geri dönmesi için teklif edilmenin faydası da
budur.
"Dönmezse derhal
öldürülür ilh..." Mürted olup İslâmiyete geri dönmeyen köle olsa bile
-öldürülmesinde efendisinin hakkını iptal var ise de-öldürülür.
Çünkü:
"Kim dinini
değiştirirse onu öldürünüz." hadis-i şerifi mutlaktır.
Fetih.
Minah'da
zikredilmiştir ki; bir kimse hâkimden izinsiz mürted olan köleyi öldürse veya
onun bir uzvunu kesse, hâkim o kimseyi tedip eder.
"Şehâdet
kelimelerini söyledikten sonra ilh..." Yani mürted olan bir kimsenin İslâmiyete
geri dönmesi, şehâdet yani "Eşhedü enla ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve Resûlühû" kelimelerini söyledikten sonra girmiş olduğu din Yahudi dini
ise Yahudi dininden, Hıristiyan dini ise Hıristiyan dininden berî olmasıyla
yahut bütün bâtıl dinlerden berî olmasıyla yahut mürtedliği inkâr ederek ondan
tamamıyla berî olmasıyladır.
"Alışkanlık yoluyla
şehâdet kelimelerini ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki; mürted olan kimse
söylemiş olduğu küfür sözünden tevbe edip beri olmadıkça alışkanlık yoluyla
şehadet kelimelerini söylemesiyle tevbe etmiş ve İslâmiyete dönmüş sayılmaz.
Çünkü söylemiş olduğu küfür sözünden tevbe edip dönmedikçe şehâdet kelimelerini
söylemekle mürtedlikten kurtulmuş olmaz.
Ben derim ki:
Bundan "başka bir dine girmiş olmayıp yalnız küfür kelimesini söylemekle mürted
olmuş kimsenin de İslâm dinine geri dönmesi için bütün bâtıl dinlerden berî
oldum, demesinin şart olduğu" anlaşılmaktadır. Halbuki yalnız küfür kelimesini
söylemekle mürted olmuş kimsenin bütün bâtıl dinlerden beri oldum demesi şart
değildir. Fakat bâtıl bir dine girerek mürted olan kimsenin İslâmiyete geri
dönmesi için "şehâdet kelimelerini söyledikten sonra o batıl dinden berî oldum"
diye söylemesinin şart olması, müslüman bir kadınla evlenebilmesi, müslümanlara
mirâsçı olması, öldüğü zaman cenaze namazının kılınması ve müslümanların kabrine
defnedilmesi gibi dünya ahkamının kendisine tatbik edilmesi içindir. Yoksa
ahiret ahkâmınca müslüman sayılması için ihlâsla şehâdet kelimelerini söylemesi
kâfidir.
METİN
Mürted olan bir
kimseyi, İslâmiyete geri dönmesi için teklif edilmeden önce öldürmek tenzihen
mekrûhdur. Yukarıda geçtiği üzere İslâmiyete geri dönmesi için teklifin
yapılması müstehabdır. Bu şekilde öldürmek de diyetini vermek yoktur. Çünkü
mürteddin kanı mubahdır.
Musannıf "Mürteddin
İslâmiyete geri dönmesi, şehadet kelimelerini söyledikten sonra İslâmiyetten
başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden berî ve uzak
olmasıyladır" diye kayıdlamış ve kayıdlaması da münasibdir. Çünkü kâfirler beş
sınıfdır:
1- Allah-ü Teâla
Hazretlerini inkâr edenlerdir. Bunlara "Dehriyye" denilir.
2- Allah-ü Teâlâ
Hazretlerinin varlığını ikrar edip fakat vahdaniyyetini "birliğini" inkâr
edenlerdir. Bunlara "seneviyye" denilir.
3- Allah'ın
varlığını ve vahdaniyyetini ikrar edip peygamberleri inkar edenlerdir. Bunlara
"Pelâsife: Filozoflar" denilir.
4- Bunların hepsini
inkâr edenlerdir. Bunlara "Veseniyye" denilir.
5- Bunların hepsini
ikrar edip yalnız Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini inkar edenlerdir.
Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi ki, bunlara "Ehl-i kitap"
denilir.
Birinci ve ikinci
sınıfdan olanların müslüman olmalarında "lâ ilâhe illallâh" demeleriyle iktifa
olunur. Üçüncü sınıfdan olanların Müslüman olmalarında "Muhammedün Resûlullâh"
demeleriyle iktifa olunur.
Dördüncü sınıfdan
olanların müslüman olmalarında bu iki mübârek kelimeden birisim söylemeleriyle
iktifa olunur.
Beşinci sınıfdan
olanların müslüman olmalarında, bu iki mübârek kelimeyi söylemekle birlikte
bütün bâtıl dinlerden de berî ve uzak olduklarını söylemeleriyle iktifa olunur.
Bedâyı'de ve Dürer'in Kerâhiyet Bahsinin sonunda böyle
zikredilmiştir.
Kâfirlerin beş
sınıf olduğu ve bunların müslüman olmaları için hükümlerinin ayrı ayrı olduğu
bilinmiş olunca hali bilinmeyen bir kimseden halini açıklaması istenir.
Dürer'de: "Yahudi ve hıristiyanlardan müslüman olmak isteyen bir kimsenin
müslüman olması için bütün bâtıl dinlerden berî olması şarttır." diye
zikredilmiştir. Musannıfın İbn-i Nüceym'in ve diğerlerinin fetvalarında da böyle
yazılıdır.
Fetâvây-ı
Kariü'I-Hidâye'nin Rehin Bahsinde: "Âlimlerimiz böyle fetva vermişlerdir. Fakat
ben, yahudi ve hıristiyanlardan bir kimsenin bütün bâtıl dinlerden berî oldum
demeksizin şehâdet kelimelerini söylemesiyle müslüman olmasının sahih olacağına
fetva veririm. Çünkü şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alâmettir.
Artık şehâdet kelimelerini söyledikten sonra İslâm dininden dönerse, tevbe edip
İslâmiyete geri dönmesi kendisine teklif edilir. İslâmiyete geri dönerse ne alâ,
dönmezse öldürülür." diye zikredilmiştir.
İZAH
"Dehriyye ilh..."
Bunlara "Dehriyye" denilmesinin sebebi; "bizi dehirden (sürekli zamandan)
başkası helâk etmez" dedikleri içindir. Bunlar "Kâinâtın bir yaratıcısı yoktur.
Bu Kâinât bir tesadüf eseri olarak kendi kendine oluvermiştir." derler. Ve bütün
hâdiselerin var olup yok olmasını dehre ve tabiata nisbet ederler. Bunlara
"Gulât-i tabîıyyin" de denilir.
"Seneviyye ilh..."
Bunlar mecûsilerdir ki, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin varlığını ikrar ederler.
Fakat O'nun tek olduğunu inkâr ederler. Bunlar; "Biryaratıcı, bu kainâta kâfi
gelmez. Çünkü bu kâinatta olup bitenlerin bazısı hayırdır, bazısı da şerdir.
Hayrı yaratan hayır yapar, şerri yaratan da şer yapar. Bu zaruridir. Bundan
dolayı iki yaratıcı olmak lâzımdır. Hayrı yaratan "Yezdân" dır. Şerri yaratan
ise "Ehremen"dir." derler.
"Felâsife:
Filozoflar ilh..." Nehir'de zikredildiğine göre, filozoflardan bazıları
Peygamberleri inkâr ederler. Yoksa ekserisi Peygamberleri ikrar ve isbat
ederler. Çünkü onlar: "Kâinât, ihtiyar ve irade yoluyla değil ziyânın güneşten,
sıcaklığın ateşten meydana geldiği gibi icab ve illiyet yoluyla meydana
gelmiştir." derler. Bundan dolayı onlar Allah Teâlâ'nın Fâil-i muhtâr
(dilediğini yapan) olduğunu, gökten melek (Cebrâil) in indiğini, öldükten sonra
dirilme. Cennet ve Cehennem gibi dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerden
çoğunu inkâr ederler.
Velhâsıl:
Filozofların peygamberleri isbat ve ikrarı müslümanların isbat ve ikrarı gibi
değildir. Onların peygamberleri isbat ve ikrar etmeleri inkâr hükmündedir.
Bundan dolayı şârihin "felâsife: Filozoflar, Allah Teâlâ'nın varlığını ve
birliğin ikrar ederler. Fakat peygamberleri inkâr ederler" demesi doğrudur ve
yerindedir. Müsâyere şerhinde de böyle zikredilmiştir.
"Veseniyye ilh..."
Bunlar, putlara tapanlardır. Kâinâtın yaratıcısını inkâr etmezler. Siyer-i Kebîr
Şerhinde zikredilmiştir ki; puta tapanlar Allah Teâlâ Hazretlerini ikrar
ederler. Nitekim bunlar hakkında Hak Teâlâ:
"Andolsun ki
kendilerini kimin yarattığını onlara sorarsan elbette "Allah" derler." (Zuhruf
Suresi; âyet: 87) buyurmaktadır.
Puta tapanlar
Allah-ü Teâlâ'nın varlığını ikrar ederler. Fakat Vahdaniyetini (birliğini) kabul
etmezler. Nitekim bu hususta Hak Teâlâ:
"Onlara Allah'tan
başka hiçbir ilâh yoktur, denildiğinde kibirlenip küfürlerinde ısrar ederler."
(Saffât Suresi; âyet: 35) buyurmaktadır.
Bedâyı'da
zikredilen kâfirlerin sınıfları üzerine Dürer sahibi "Veseniyye"yi ayrı bir
sınıf olarak zikretmiş, şârih de ona tâbi olmuştur. Bedâyi sahibi "Veseniyye"yi,
"Seneviyye" sınıfına katmıştır. Çünkü Veseniyye'de putları ikinci bir ilâh
ittihaz edip mecûsîler gibi Allah Teâlâ'nın Vahdaniyyetini inkâr etmektedirler.
İleride geleceği üzere Seneviyye ile Veseniyye'nin müslüman olmalarında hüküm
birdir.
"Ehl-i kitab
ilh..." Ehl-i kitab, Yahudiler ile Hıristiyanlardır. Bunlar, Allah Teâlâ'nın
varlığını, birliğini, Peygamberleri, şeriatları ikrar ve itiraf ederler. Fakat
Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini kabul etmezler. Bunların bazıları
Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini kabul ederler. Ancak bütün insanlara
peygamber olarak gönderilmiş olduğunu kabul etmezler. Resûl-i Ekrem Efendimizin
peygamberliğini kabul etmedikleri için "Ehl-i kitab" da kafirdirler. Bedâyı,
Muhit ve Hâniyye.
"Birinci ve ikinci
sınıftan ilh..." Bedâyı'nın ibâresi şöyledir: "Dehriyyeden veya seneviyyeden
olanlar "lâ ilâhe illallâh" dediklerinde müslüman olduklarına hükmolunur. Bunlar
şehadet kelimelerini asla söylemezler. Şehâdet kelimelerini söylediklerinde ise
müslüman olduklarına hükmedilir. Yalnız "Eşhedü Enne Muhammeden rasûlullâh"
dediklerinde de müslüman olduklarına hükmedilir. Çünkü bunlar "Eşhedü enlâ ilâhe
illallâh" şehadet kelimesi ile "ve Eşhedü Enne Muhammeden rasûlullah"
kelimesinden hiç birini söylemezler. Bu iki şehâdet kelimesinden birisini
söylediklerinde müslüman olduklarına hükmedilir. Bu iki şehâdet kelimesinden
birisine imân ettiklerinde diğerine de imân etmiş olurlar.
Enfeu'l-Vesâil
sahibi de böylece zikrettikten sonra şöyle devam etmiştir: Puta tapanlar, ateşe
tapanlar, Allah Tealâ'ya ortak koşanlar veya Allah Teâla'nın birliğini inkâr
edenler "la ilâhe illallah" yahut "Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah" yahut "biz
müslüman olduk" yahut "Allah Teâlâ'ya imân ettik" dediklerinde müslüman
olduklarına hükmedilir.
Muhit'de: "Bir
kâfir inandığını inkâr ederek kelime-i şehâdet getirse müslüman olduğuna
hükmedilir." diye zikrolunmuştur. Siyer-i Kebir Şerhinde de böyle
denilmiştir.
İbn-i Ebî Şerif
Şâfii'nin Müsayere Şerhi'nde: "Seneviyye veya Veseniyye'den olan bir kimse,
bütün bâtıl dinlerden berî oldum demeksizin şehadet kelimelerini söylese
müslüman olduğuna hükmedilir." diye zikretmesi kendi mezhebine
göredir.
"Üçüncü sınıftan
ilh..." Yani Allah Teâlâ'nın varlığını ve birliğini ikrar edip, peygamberleri
inkâr eden filozoflardan bir kimse "lâ ilâhe illallâh" dese müslüman olduğuna
hükmedilmez. Çünkü bunlar peygamberleri inkar ederler. Bundan dolayı "Lâ ilâhe
illallâh" demekten çekinmezler. Eğer "Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah" dese,
müslüman olduğuna hükmedilir Çünkü bunlar şehadet kelimesini söylemekten
çekinirler. Bundan dolayı bunlardan olan bir kimsenin şehâdet kelimelerini
söylemesi müslüman olduğuna alamettir Bedâyı.
"Dördüncü sınıftan
ilh..." Yani putlara tapanlardan bir kimse "Lâ İlâhe İllallâh" yahut "Muhammedün
rasûlullah" dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü bunlar hem Allah Tealâ'nın
birliğini hem de peygamberleri inkâr ederler. Bundan dolayı bunlardan olan bir
kimse bu iki mübârek kelimeden birisini söylediğinde müslüman olduğuna
hükmedilir. Bunlardan olan bir kimse "ben müslümanım" dese müslüman olmuş
sayılır. Çünkü putlara tapanlar hiç bir zaman müslüman olduklarını söylemezler.
Bilâkis müslümanları kızdırmak maksadıyla müslümanlıktan berî olduklarını
söylerler. Bunlardan birisi "ben Muhammed (S.A.V.)'in dinindenim" yahut "İslâm
dinindenim" dese müslüman olduğuna hükmedilir.
"Beşinci sınıftan
olanlar ilh..." Bu sınıf yahudi ile hıristiyanlardır.
= Şehâdet
kelimelerini getirmekle birlikte bâtıl dinlerden berî olmanın şart kılınması
=
Bunların müslüman
olduğuna hükmedilmek için "Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve resûlühû" demekle birlikte "bütün bâtıl dinlerden berî olduk" demeleri
de şarttır.
İbn-i Hümam
Müsâyere adlı eserinde "Yahudi ve hıristiyanların müslüman olmaları için "Eşhedü
enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû" dedikten sonra
"bütün bâtıl dinlerden beri olduk" demelerinin şart olması kendilerine dünya
ahkâmının, yani müslümanlarla evlenmeleri, müslümanlara mirâsçı olmaları,
arkalarında namaz kılınması, öldüklerinde cenaze namazlarının kılınması,
müslüman kabristanına defnedilmeleri gibi dünya hükümlerinin tatbik edilmesi
içindir. Yoksa kendileri ile Allah Teâlâ arasındaki imânın sâbit olması için
şart değildir. Hatta onlardan bir kimse ResüI-i Ekrem Efendimizin bütün
insanlara ve cinlere Peygamber gönderilmiş olduğuna inanarak: "Eşhedü enlâ ilâhe
illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû" dese Allah Teâlâ katında
imân etmiş olur." diye zikretmiştir.
Bedâyı'da
zikredilmiştir ki; yahudi veya hıristiyan olan bir kimse "şehâdet kelimelerini"
söylese "kendi bâtıl dinimden berî oldum" demedikçe müslüman olduğuna
hükmedilmez.
Muhît sahibi şunu
ilave etmiştir: "Kendi bâtıl dinimden beri oldum" dedikten sonra "İslâm dinine
girdim" demedikçe müslüman olduğuna hüküm verilmez. Çünkü o kimse yahudi ise
yahudilikten çıkıp hıristiyan dinine, hıristiyan ise hıristiyanlıktan çıkıp
yahudi dinine girmiş olabilir. Fakat kendi dinimden çıktım ve İslâm dinine
girdim dediği takdirde böyle bir ihtimal kalmaz.
Bazı fukahâ "islâm
dinine girdim" deyip "kendi dinimden çıktım" demese bile yine müslüman olduğuna
hükmedilir. Çünkü "islâm dinine girdim" demesi, "eski dinimden çıktım" mânâsını
ifade etmektedir, demişlerdir. Siyer-i Kebîr'de de böyle
zikredilmiştir.
Ben derim ki "Kendi
dinimden beri oldum" dediği takdirde "İslâm dinine girdim" demesi de şarttır.
Fakat "ben bütün batıl dinlerden beri oldum" dediği takdirde "İslâm dinine
girdim" demesi şart değildir. Çünkü böyle söylediğinde başka bâtıl bir dine
girmiş olacağına ihtimal kalmaz. Bundan dolayı şârih "yahudi ve hıristiyanların
müslüman olmalarında "Lâ ilâhe illallâh Muhammedün rasûlullah" demekle birlikte
bütün bâtıl dinlerden berî ve uzak olduklarını söylemeleri ile iktifa olunur."
demiştir.
TENBİH : Fetih'de
zikredilmiştir ki; müslümanlar arasında yaşayan yahudi ve hıristiyanların
müslüman olduklarına hüküm verilmek için şehâdet kelimelerini söyledikten sonra
bütün bâtıl dinlerden beri olduklarını söylemeleri de şarttır. Fakat harb
meydanında bir müslüman bir yahudiye veya hıristiyana saldırdığında o yahudi
veya hıristiyan "şehâdet" getirse yahut "İslam dinine girdim" yahut "Hz.Muhammed
(S.A.V.)' in dinine girdim" veya Muhammedün resûlullah" dese müslüman olduğuna
hükmedilir. Çünkü vakit dar olduğu için bütün bâtıl dinlerden berî oldum" demeğe
zamanı yoktur.
"Hali bilinmeyen
bir kimseden ilh..." İsfahanlı İsa denilen bir kimseye tâbi olan yahudilerden
bir fırka vardır ki; bunlara "İseviyye" denir. Bunlar Resûl-i Ekrem Efendimizin
Peygamberliğini kabul ederler. Ancak bütün insanlara peygamber olarak
gönderilmiş olduğunu kabul etmezler.
"Eşhedü enlâ ilâhe
illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû" diyen bir yahudinin hali
bilinmezse kendisine sorulur. Eğer "İseviyye" fırkasından olduğunu söylerse
Peygamber Efendimizin bütün İnsanlara peygamber olarak gönderilmiş olduğunu ve
kendi bâtıl inancından berî olduğunu söylemedikçe müslüman olduğuna hüküm
verilmez. Eğer "İseviyye" fırkasından olmayıp Resûl-i Ekrem Efendimizin
peygamber olduğunu inkâr edenlerden ise şehâdet kelimelerini söylediğinde
müslüman olduğuna hükmedilir.
"Dürer'de ilh..."
Zahîre'den naklen Bahır'ın cihâd bahsinin evvelinde zikredilmiştir ki; Resûl-i
Ekrem Efendimizin zamanındaki yahudi ve hıristiyanlar şehâdet kelimelerini
söylediklerinde müslüman olduklarına hükmolunuyordu. Çünkü onlar Resûl-i Ekrem
Efendimizin Peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Ama bugün Irak'ta yaşayan
yahudiler şehadet kelimelerini söyledikten sonra kendi bâtıl dinlerinden berî
olduklarını ve İslâm dinine girdiklerini söylemedikçe haklarında müslüman
olduklarına hüküm verilemez. Çünkü onlar "Resûl-i Ekrem Efendimizin
peygamberliğini kabul ederler. Fakat "israiloğullarına peygamber olarak
gönderilmeyip diğer insanlara gönderilmiştir." derler.
Siyer-i Kebîr
şerhinde zikredilmiştir ki; bugün müslümanlar arasında yaşayan yahudi veya
hıristiyanlardan birisi "Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve rasûlühû" dese müslüman olduğuna hükmolunmaz. Çünkü onların hepsi bu
şehâdet kelimelerini söylerler. Kendilerine şehâdet kelimelerinin mânâsı
sorulunca "Hz. Muhammed (S.A.V.) bize değil size peygamber olarak
gönderilmiştir." derler.
Yine onlardan
birisi "ben müslümanım" dese bununla müslüman olduğuna hüküm verilemez. Zira her
fırka kendilerinin müslüman olduğunu söylerler. Çünkü "müslüman" Hakk'a teslim
olan mânâsına olup her din sahibi kendisinin Hakk'a teslim olduğunu iddia eder.
İmam-ı Hulvânî: "Memleketimizdeki mecûsilerden birisi "ben müslümanım" dese
müslüman olduğuna hükmolunur. Çünkü bunlar hiçbir zaman "müslümanız" demezler.
Hatta çocuklarına sövmek maksadıyla "ey müslüman" derler."
demiştir.
Ben derim ki:
İmam-ı Hulvânî: "Yukarıda geçtiği üzere puta tapanlardan bir kimse "ben
müslümanım" yahut "ben Hz. Muhammed (S.A.V.)' in dinindenim" yahut "İslam
dinindenim" dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü bunlar hiç bir zaman
"müslümanız" demezler." demiştir. Buna göre memleketimizdeki yahudi ve
hıristiyanlar hakkında da aynı şey söylenebilir. Çünkü bunlar da hiç bir zaman
"müslümanız" demezler. Hatta bunlardan birisi, bir iş yapmaktan kendisini
menetmek için "şu işi yaparsam müslüman olayım" der. Bundan dolayı bunlardan
birisi kendi rızasıyla "ben müslümanım" dese, bu sözü - her ne kadar şehadet
kelimelerini söylediği kendisinden işitilmese bile- müslüman olduğuna delil
sayılır. "Ben müslümanım" dediği işitilmeyip, fakat cemaatle namaz kılan veya
müslümanların alâmet ve işaretini kullanan kimsenin de müslüman olduğuna
hükmolunur. Öldüğü zaman cenaze namazı kılınır.
Şehâdet
kelimelerini asla söylemeyen yahudi ve hıristiyanlardan birisi kendi rızasıyla
şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hüküm verilir. Çünkü şehâdet
kelimelerini söylemek, müslümanlara mahsus alâmet ve işareti kullanmanın
üstündedir.
Şüphe yok ki, İmam
Muhammed: "Kendi zamanındaki yahudi ve hıristiyanlardan Resûl-i Ekrem
Efendimizin kendilerinden başkalarına peygamber olarak gönderilmiş olduğunu
ikrar ettiklerinden onların müslüman olmaları için şehâdet kelimelerini
söyledikten sonra Peygamber Efendimizin bütün insan ve cinlere peygamber
gönderilmiş olduğunu ikrar etmeleri ve bütün bâtıl dinlerden berî olduklarını
söylemeleri şarttır. Çünkü bunlar Resûl-i Ekrem Efendimizin zamanında
Peygamberimizin. peygamber olduğunu inkâr edip şehâdet kelimelerini asla
söylemedikleri için o zaman onlardan birisi şehâdet kelimelerini söylediğinde
müslüman olduğuna hüküm veriliyordu." demiştir. Zamanımızdaki yahudi ve
hıristiyanlar Resül-i Ekrem Efendimizin peygamber olduğunu inkâr edip şehâdet
kelimelerini asla söylemezler ise bunlardan birisi kendi rızasıyla şehâdet
kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hüküm verilir.
"Çünkü şehadet
kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alamettir. İlh..." Kariü'l-Hidâye:
"Yahudi ve hıristiyanlardan birinin şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman
olduğuna alâmettir." sözüyle İmam Muhammed'in zamanındaki vaziyetin değiştiğini
ifade etmiştir. Çünkü İmam Muhammed zamanındaki yahudi ve hıristiyanlar kendi
dinlerinde oldukları halde şehadet kelimelerini söylediklerinden, şehadet
getirmeleri muslüman olduklarına alâmet kılınmamıştır. Bundan dolayı İmam
Muhammed: "Yahudi ve hıristiyanların müslüman olmaları için şehâdet kelimelerini
söyledikten sonra bütün bâtıl dinlerden beri olduklarını söylemeleri de
şarttır." demiştir. Ama Kariü'l-Hidaye zamanında yahudi ve hıristiyanlar şehâdet
kelimelerini söylemediklerinden onlardan birisinin şehadet kelimelerini
söylemesi müslüman olduğuna alâmet kılınmıştır. Günkü o zaman şehâdet
kelimelerini ancak müslüman olanlar söylüyorlardı. Zamanımızda da
böyledir.
HÂTİME
:
= Müslüman olmayan
bir kimse cemaate namaz kılma gibi İslâmi fiillerden birini yapmakla da müslüman
olur.
Müslüman olmayan
bir kimse "cemaatle namaz kılsa" yahut "namazı ikrar etse" yahut "bir mescidde
namaz vaktinde ezan okusa" yahut "hac etse" müslüman olduğuna hükmedilir. Fakat
tek başına "namaz kılsa" yahut "sadece ihrama girse" müslüman olduğuna hüküm
verilmez.
Ahirette insanı
kurtaracak olan Müslümanlık; Hz. Muhammed (S.A.V.)in Cenâb-ı Hak tarafından
getirmiş olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Resûlullahı kalble tasdik
etmekten ibarettir.
METİN
Bir müslümanın
sözünü güzel bir veçhile tevil etmek mümkün olursa veya kâfir olmayacağına dâir
zaif olsa bile bir rivâyet bulunursa müslümanın küfrüne fetva verilmez. Nitekim
Bahır'da ve Eşbâh'da naklen böyle zikredilmiştir.
Dürer'de ve diğer
mu'teber fıkıh kitablarında zikredilmiştir ki: bir meselede küfrü gerektiren bir
çok vecihler bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir vecih bulunsa,
müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen tarafa meyledip onunla fetva vermelidir.
Eğer o müslüman küfrü gerektirmeyen tarafı niyet etmiş ise müslümandır. Küfrü
gerektirmeyen tarafı niyet etmemiş ise müftünün onun sözünü niyetinin hilâfına
tefsir ve tevil etmesi faide vermez.
Sabahta ve akşamda
şu dûa ile küfürden Allah Teâlâ'ya sığınmalıdır. Çünkü bu dûaya devam etmek
küfürden korunmaya sebep olacağı Peygamber Efendimiz tarafından bildirilmiştir.
Dûa şudur: "Allahümme innî eûzübike min enüşrikebike şey'en ve ene a'lemü ve
estağfiruke lima lâa'lemü inneke ente allâmül ğuyubi"
Tevbe-i yeis
makbuldur, iman-ı yeis makbul değildir. Yine Dürer'de zikredilmiştir ki; iki
hıristiyan bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik edip o da inkâr etse
şâhidlikleri kabul edilmez.
Yine müslümanlardan
bir erkekle bir kadın bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik edip o da
inkâr etse, bunların şâhidlikleri de kabul edilmez.
Nevazil'de:
"Müslümanlardan bir erkekle iki kadın bir hıristiyanın müslüman olduğuna
şâhidlik yapsalar yahut iki hıristiyan bir hıristiyanın müslüman olduğuna
şâhidlik yapsalar şâhidlikleri kabul edilir." diye
zikredilmiştir.
İZAH
"Bir müslümanın
sözünü ilh..." Mürted olan bir erkek öldürülmeyi hak etmiş olur. Bundan dolayı
bir müslümanın sözü tevil edilebilirse, onu öldürülmekten kurtarmak için tevil
edilir, küfrüne fetva verilmez. -Allah Teâlâ Hazretlerine sığınırız- bir
müslüman kendi rızasıyla küfür olduğunda ittifak bulunan bir kelimeyi söylese,
bütün ibâdetleri ve nikâhı bâtıl olur. Hacca gitmiş ise tekrar hacca gitmesi
tâzım gelir. Fakat diğer ibâdetlerini kaza etmesi lazım gelmez. Küfür olduğunda
ihtilâf bulunan bir kelimeyi söylese, kendisine tevbe ve istiğfar etmesi ve
nikâhını yenilemesi emrolunur.
= Müslümanın dinine
sövmenin hükmü =
Müslüman bir kimse,
müslüman bir şahsın dinine sövse küfrüne hükmolunmaz. Çünkü "O kimse sövmesiyle
İslâm dininin hakikatını kasdetmeyip sövdüğü şahsın çirkin ahlâkını ve fena
muamelesini kasdetmiştir." diye tevil etmek imkânı vardır. Böyle söven kimsenin
nikâhı bozulmuştur diye hükmedilmez ise de ihtiyaten kendisine nikâhını
yenilemesi emrolunur. Çünkü rezil ve ahlak olan kimseler böyle fena sövmeleriyle
sövdüklerikimsenin çirkin ahlâkını ve fena muamelesini kasdetmeleri hatırlarına
bile gelmez.
Remlî Hayrüddin'e
"Bir hâkim bir müslümana" şeriata razı ol" demiş; o da "ben şeriatı kabul etmem"
demiş. Bir müftü "Böyle söyleyen kimse kâfir olur, karısı da boş olur." diye
fetva vermiş. Böyle söyleyen kimsenin küfrü sâbit olur mu?" diye sorulduğunda
Remlî Hayrüddin: "Bir âlim, bir müslümanı küfre nisbet etmede acele
etmemelidir." diye cevap vermiş. Fetâvây-ı Hayriyye.
"Zaif olsa bile bir
rivâyet bulunursa ilh..." Yani bir müslümanın kâfir olmayacağına dâir zaif olsa
bile bir rivâyet bulunursa, her ne kadar bu rivâyet bizim mezhebimize aid olmasa
bile, bu zaif rivâyetle amel edilir ve müslümanın küfrüne fetva verilmez. Çünkü
bir müslümanın küfrüne fetva verilebilmesi için söylemiş olduğu sözün küfür
olduğunda bütün İslâm âlimlerinin ittifak etmiş olmaları
şarttır.
"Bir meselede küfrü
gerektiren birçok vecihler ilh..." Yani bir meselede küfrü gerektiren pek çok
ihtimal bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir ihtimal bulunsa, müftü
küfrü gerektirmeyen ihtimalle fetva vermelidir. Çünkü bir müslümanın kâfir
olmayacağına dâir bir ihtimal olsun bulunduğu takdirde müslümanı küfre nisbet
etmemelidir. Şu kadar var ki, eğer o müslüman küfrü gerektirmeyen ihtimali niyet
etmiş ise müslümandır, mü'mindir. Küfrü gerektiren ihtimali niyet etmiş veya hiç
bir şeye niyet etmemiş ise müftünün onun sözünü tevil ederek kâfir olmaması
üzerine hamletmesi bir fâide vermez. Meselâ bir müslüman İslam dinine
sövdüğünde, müftü onu öldürülmekten kurtarmak için o müslüman İslâm dininin
hakikatine sövmeyip, sövdüğü şahsın çirkin ahlâkına sövmüştür, diye tevil etse
bakılır: Eğer İslâm dinine söven kimse hakikaten İslâm dininin kendisini
kasdetmeyip sövdüğü şahsın çirkin ahlakını kasdetmiş ise, o kimse müslümandır ve
mümindir. Eğer İslâm dininin hakikatını kasdetmiş ise, kendisi ile Allah
arasında kâfir olur. Bu takdirde tevbe ve istiğfar etmesi, nikâhını yenilemesi
hacca gitmiş ise yeniden hacca gitmesi lâzım gelir. Müftünün onun sözünü tevil
ederek kâfir olmaz diye fetva vermesi bir fâide vermez.
"Sabahta ve akşamda
şu dûa ile küfürden Allah Teâlâ'ya sığınmalıdır ilh..." Sabah virdi, gece
yarısından itibaren başlayıp zeval vaktine kadar devam eder. Akşam virdi, zevdi
vaktinden itibaren başlayıp gece yarısına kadar devam
eder.
Resûl-i Ekrem
Efendimiz: "Ey insanlar şirkten sakınınız. Çünkü şirk karıncanın yürüyüşünden
daha gizlidir." buyurduğunda ashab-ı kiram:
"Yâ Resûlullah
ondan nasıl sakınalım?" dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem
Efendimiz:
"Allahümme inna
neuzübike ennüşrike şey'en na'lemühü ve nestağfiruke lima lana'lemühü" diye dûa
ediniz. buyurmuşlardır.
"Tevbe-i yeis
makbuldür. İmân-ı yeis makbul değildir ilh..." Yani ölüm döşeğinde hayatından
umudunu kesen fâsık müslümanın o haldeki tevbesi kabul edilir. Fakat kâfirin o
haldeki imânı kabul edilmez. Dürer sahibi, Bezzâziye sahibine tâbi olarak bunun
sebebini şöyle açıklamıştır:
Kâfir o zamana
kadar Allah Teâlâ'yı tanımamaktadır. Hayattan umudunu kesip hakkı ve hakikatı
görünce o onda İmân etmektedir. O halde yapılan iman ise makbul ve muteber
değildir. Fâsık, Allah Tealâ'yı tanımaktadır. Müslümandır, mümindir. İmânı
mevcuddur ve bâkîdir. Bâkî olan bir şey, yeni baştan yapılandan
kolaydır.
Ölüm döşeğinde
hayatından umudunu kesen fâsık müslümanın tevbesinin kabul edileceğine delil;
Allah Teâlâ'nın :
"Kullarının
tevbesini kabul eden ancak O'dur." (Şûra Sûresi: âyet : 185) kavl-i kerîminin
mutlak olmasıdır.
Bezzâziye sahibi:
"ölüm döşeğinde hayatından umudunu kesen fâsık müslümanın tevbesinin de, o
haldeki kâfirin imânının da kabul edilmeyeceğine dair bir kavil nakletmiş ve bu
kavil hanefi, Mâlikî, Şâfii mezheplerine aiddir." demiştir. Molla Aliyyül-Kari,
Bed'ü'l-Emâli Şerhinde bu kavli teyid etmiştir. Cenaze namazı bâbının evvelinde
bu mesele hakkında geniş malûmat geçmiştir (oraya
bakınız).
= Firavun'un
küfründe ittifak vardır. Yunus (A.S.)'ın kavmi müstesnadır
=
Hak olan mezheblere
göre, ölüm döşeğinde can çekiştiren kâfirin imânı ile kendilerini yok edecek
azabı gördüklerinde imân eden kâfirlerin imânı fâide vermez. Çünkü Hak Teâlâ
Hazretleri:
"Azabımızın
şiddetini gördükler) zaman imânları kendilerine fâide verecek değildir." (Mü'min
Sûresi: âyet : 185) buyurmaktadır. Bundan dolayı Firavun'un küfründe ittifak
vardır. Nitekim bunu Tirmizî Yûnus Sûresi'nin tefsirinde rivâyet etmiştir.
Yalnız Muhyiddin-i Arabî "Fütûhât" ismindeki kitabında "Firavun'un imânının
kabul edilmiş olduğunu" söylemiştir.
Allâme İbn-i Hacer
"Ezzevâcir" ismindeki kitabında:: "Biz Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin büyük bir
âlim olduğuna inanırız. Fakat Firavun'un imânı hakkında söylemiş olduğu sözünü
kabul edemeyiz. Çünkü peygamberlerden başka hiç bir kimse masûm (hatasız)
değildir. Muhyiddin-i Arabî eserlerinin bazısında "Firavun'un Hâmân ve Kârûn ile
beraber Cehennemde olduğunu" açıklamıştır. Muhyiddin-i Arabî'nin bir mesele
hakkında değişik iki sözü bulunduğu takdirde açık delillere uygun olan sözü
kabul edilir. Açık delillere uygun olmayan sözü kabul edilmez." diyerek
Muhyiddin-i Arabî'nin Firavun'un imânı hakkındaki sözünü reddettikten sonra
şöyle devam etmiştir:
"Hayattan
umutlarını kesenlerin imânı kabul edilmez." Bundan Yûnus (A.S.)'ın kavmi istisnâ
edilmiştir. Bazı müfessirlere göre, "Allamül uyub" ayet-i kerimesindeki
istisnâyı muttasıl istisna kılıp, Yûnus (A.S.)'ın kavmi kendilerini yok edecek
azabı görür görmez imân edip, imânlarının kabul edilmesi peygamberlerinin bir
kerameti ve bir hususiyetidir. Bundan dolayı buna başkası kıyas edilemez.
Nitekim Kurtubi, İbn-i Nasırü'ddin Hafızı'ş-Şam ve kendilerine itimad edilen
âlimlerden pek çoğunun sahihtir dedikleri bir hadîs-i şerife göre, Allah Teâlâ
Resûl-i Ekrem Efendimize bir mûcize ve birikram olarak anasını babasını
diriltmiş, onlar da Peygamber Efendimize imân etmişler. Âdet-i ilahînin hilâfına
olarak öldükten sonra imânlarıyla faidelenmişlerdir. Nitekim İsrailoğulları
arasında öldürülmüş bir kimse, kendisini öldüreni haber vermesi için Cenâb-ı Hak
tarafından diriltilmiştir. İsâ (A.S.), Allah'ın izniyle ölüleri diriltirdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de Allah Tealâ'nın izniyle bir çok ölüleri
diriltmiştir.
"Peygamber
Efendimiz, Hz. Ali (R.A.) ikindi namazını kılsın, diye Allah Teâlâ'ya güneşi
geri göndermesi için dûa etmiş. Allah Teâlâ da batmış olan güneşi geri
göndermiş. Hz. Ali (R.A.) ikindi namazını kılmıştır." diye vârid olan rivâyet
sahihtir.
Allah Teâlâ
Peygamber Efendimize batmış olan güneşi geri gönderip geçmiş olan vakti geri
çevirerek ikram ettiği gibi, anasını babasını da dirilterek geçmiş olan imân
vaktini imân edilecek vakte çevirerek ikram etmiştir.
"Sen,
Cehennemliklerin küfür ve günâh işlemekteki ısrarlarından mesul değilsin."
(Bakara Sûresi; âyet : 119) âyet-i kerîmesi, "Resûl-i Ekrem Efendimizin anası,
babası hakkında nazil olmuştur." diye vârid olan rivâyet sahih
değildir.
Sahih-i Müslim'de:
"Bir adam: "Ya Resûlullah! Benim babam nerededir?" diye sormuş. Resûl-i Ekrem
Efendimiz: "Cehennemdedir." buyurmuş. Adam dönüp gidince Resûl-i Ekrem Efendimiz
onu çağırarak:
"Benim babam da,
senin baban da Cehennemdedir." buyurmuşlar. "diye vârid olan haber, Resûl-i
Ekrem Efendimizin anasının babasının hallerini bilmezden önce idi. Dirilme
hadisesi bundan sonra olmuştur." İbn-i Hacer'in sözü burada bitmiştir. Bu
hususda daha geniş malûmat Kafirin Nikâhı Bâbında geçmiştir. (Oraya
bakınız.)
METİN
Mürted olan bir
müslüman tevbe edip İslâmiyete geri dönerse tevbesi kabul edilir. Ancak şu
kimselerin tevbeleri kabul edilmez:
1 - Tekrar tekrar
mürted olan müslümanın tevbesi kabul edilmez. Yukarıda geçtiği üzere bir
müslüman dördüncü defa mürted olsa tevbesi kabul edilmeyip
öldürülür.
2 - Peygamberlerden
birine dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle kâfir olan bir müslümanın tevbesi
kabul edilmeyip, mutlaka hadden öldürülür. Çünkü bu, kul hakkıdır. Tevbe ile
ortadan kalkmaz. Peygamberlerden birine dil uzatma cüretinde bulunan bir
müslümanın azab edilmesinde ve kâfir olmasında şübhe eden kimse de kâfir olur.
Allah Teâlâ'ya dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle kâfir olan bir müslümanın
tevbesi kabul edilir. Çünkü bu Allah Teâlâ'nın hakkıdır. Bu meselenin tamamı
Bezzâziye'den naklen Dürer'in cizye faslındadır.
Resûl-i Ekrem
Efendimize kalbiyle buğzeden müslümanın da tevbesi kabul edilmez. Fetih.
Eşbâh.
Musannıf
Fetâvâsında : "Resûl-i Ekrem Efendimiz ile alay etmeyi ve onu küçümsemeyi, hakîr
görmeyi, Peygambere dil uzatmaya, kalble buğzetmeye katmak vâcibdir. Çünkü buna
da kul hakkı teallûk etmektedir." diye zikretmiştir.
Musannıfın
Fetâvâsında zikredilmiştir ki; musannıfa "Şerif (Hz. Hüseyin'in soyundan) olan
bir zata "Allah Teâlâ, senin anana - babana ve seni geride bırakıp giden
atalarına, dedelerine lânet etsin." diyen şahsa şer'an ne ceza terettüb eder?"
diye sorulmuş, o da: "Atalarına, dedelerine" kelimeleriyle şerifin muayyen
ataları, dedeleri murad edilmedikçe Peygamber Efendimiz şâmil olur. Artık lânet
eden şahsın küfrüne hükmolunur." diye cevap vermiştir. Lânet etmesi sebebiyle
kâfir olunca -Bezzâziye'nin zikrettiği ve şârihlerin de ona tâbi olduğu üzere-
tevbesi kabul edilmez. Ebû Hâşim ile İmamü'l-Harameyn: " "Atalarına, dedelerine"
kelimeleriyle şerifin muayyen olan ataları, dedeleri murad edilmese bile bu söz
Peygamber Efendimize şâmil olmaz." demişlerdir.
Ebû Hâşim ite
İmamü'l-Harameyn'in kavillerine göre "alalarına, dedelerine" ifadeleriyle
şerifin yakın olan ataları, dedeleri murad edilmesi ihtimali bulununca Resûl-i
Ekrem Efendimize şâmil olmaz. Dolayısıyla lânet eden şahsın küfrüne hükmolunmaz.
Bizim mezhebimize lâyık olan da budur. Çünkü fukahâ "küfür olmayan ihtimale
meyledilir" diye açıklamışlardır.
Musannıfın
Fetâvâsında zikredilmiştir ki; Peygamber Efendimize dil uzatma cüretinde bulunan
veya ona kalbiyle buğzeden müslüman hadden öldürülür. Nitekim yukarda geçmiştir.
Fakat Kitabüşşifâ'da: "Peygamber
Efendimize dil
uzatma cüretinde bulunan veya kalbiyle buğzeden müslümanın hükmü mürteddin hükmü
gibidir." diye zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, o müslümanın tevbesi
kabul edilir. Yani hadden öldürülmez. Nitekim akıl sahiblerine gizli
değildir.
Musannıf kendi
şerhinde: "Ben Mısır'da Hanefi müftüsü Şeyhülislâm İbn-i Abdülâl'den işittim ki,
Kemâl ve diğer fukahâ Bezzâziye sahibine tâbi olmuşlar. Bezzâziye sahibi de
Esseyfülmeslûl sahibine tâbi olmuş. Esseyfülmeslûl sahibi Peygamber Efendimize
dil uzatan ve buğzeden müslümanın tevbesinin kabul edilmeyeceğini kendisine
nisbet edip kendisinden başka Hanefi âlimlerinden "hiç bir kimseye nisbet
etmemiştir." diye zikretmiştir. Netf, Muînülhükkâm, Şerhüttâhavi, Hâvizzahidi ve
diğer muteber fıkıh kitablarında: "Peygamberimize dil uzatan müslümanın hükmü,
mürteddin hükmü gibidir." diye açıklanmıştır.
Netf'in ibâresi
şöyledir: Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Hükmü mürteddin
hükmü gibidir. Mürtedde tatbik edilen ceza buna da tatbik olunur. Bundan
anlaşılmıştır ki; Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir,
hadden öldürülmez. Nitekim evvelce geçtiği vecihle Kitabüşşifâ'da da böyle
zikredilmiştir.
Şârih der ki;
Kitabüşşifâ'nın ibâresinden anlaşıldığına göre şerif olan bir zata "ey bin
domuzun oğlu" yahut "ey yüz köpeğin oğlu" yahut Hâşimi olan bir zata "Allah
Teâlâ Hâşim oğullarına lânet etsin" diyen bir müslüman Peygamber Efendimize dil
uzatmış olur. Meleklere dil uzatma, Peygamberlere dil uzatma
gibidir.
"Bir Hanefi kaadısı
peygambere dil uzatma cüretinde bulunmuş olan bir müslümanın küfrüne hükmetse,
Şâfiî kaadısı için o müslümanın tevbesinin kabul edileceğine hükmedip
öldürülmesini önlemesi câiz midir?" diye fetva sorulmaktadır. Evet, şâfiî
kaadısının vermiş olduğu hüküm câiz ve meşrudur. Çünkü Şâfiî kaadısı her ne
kadar Peygamber Efendimize dil uzatıma cür'etinde bulunmanın gereğiyle hüküm
vermiş ise de bu verilen hüküm Hanefi kaadısının küfür ile hüküm vermiş olduğu
hadiseden başkadır.
Şârih der ki;
bundan sonra ben Ebussûud Efendinin Mârûzat'ında bir soru gördüm ki hülâsası
şöyledir: "Ebussûud Efendiye: Bir talebenin yanında bir hadis-i şerif
zikredildiğinde, 'talebe "her hadîs-i şerif doğru olur mu ve kendisiyle amel
edilir mi?" dese. talebeye ne hüküm terettüp eder?" diye sorulmuş. Ebussûud
Efendi de: "Birincisi istifham-ı inkârisi sebebiyle yani hadîs-i şeriflerin
doğruluğunu inkâr ettiği için, ikincisi Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve
noksanlık nisbet ettiği için kâfir olur." diye cevap vermiştir. İstifham-ı
inkârı sebebiyle olan küfrü, itikadından dolayı olursa imânını yenilemesiyle
emrolunur. Fakat öldürülmez. Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve noksanlık nisbet
etmesi, zındık olduğunu ifade eder. Buna göre bu talebe yakalandıktan sonra
tevbe ederse, ittifakla tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Yakalanmadan önce
tevbe ederse, tevbesinin kabul edilmesinde ihtilâf edilmiştir. İmam-ı Azam'a
göre tevbesi kabul edilip öldürülmez. Diğer imamlara göre tevbesi kabul edilmez,
hadden öldürülür. Böyle söyleyen talebenin tevbesinin kabul edilip edilmemesinde
âlimler arasında ihtilâf bulunduğu için âlimlerin görüşlerine riayet edilerek:
"Dokuzyüz kırkdört tarihinde kaadılara böyle söyleyen talebenin salâhı, tevbesi,
müslümanlığının güzelliği görülürse İmam-ı Azam'ın kavliyle amel edilerek
öldürülmesin, tazir ve hapsedilmesiyle iktifa edilsin. Eğer iyi hali görülür
cinsten olmazsa diğer imamların kavilleriyle amel edilerek öldürülsün." diye
sultan tarafından emir çıkarılmıştır. Bundan sonra "dokuzyüz ellibeş tarihinde
böyle söyleyen talebenin haline bakılsın. İki fırkanın hangisinden ise onun
gereğiyle amel edilsin." diye ikinci bir emir daha çıkarılıp, bununla birinci
emir teyid edilmiştir. Bu kaide hıfzedilmeli ve bununla "tevbesi kabul edilir"
diyen âlimler ile "tevbesi kabul edilmez" diyen âlimlerin kavillerinin arası
bulunmalıdır.
İZAH
"Hadden öldürülür
ilh..." Yani peygamberlerden birine dil uzatan müslümanın cezası, had olmak
üzere öldürülmesidir. Çünkü had tevbe ile düşmez. Bundan anlaşılmıştır ki,
tevbesi kabul edilmeyip öldürülmesi dünya hükmüdür. Ama Allah Teâlâ katında
tevbesi makbuldür. Nitekim Bahır'da da böyledir. Bilmiş ol ki, şârih bunu Dürer
ve Bezzâziye sahiblerine tâbi olarak zikretmiştir. Yoksa ileride bunun hilâfını
zikredecek ve tahkîki gelecektir.
"Mutlaka ilh..."
Yani peygamberlerden birine dil uzatan müslüman, gerek dil uzattığını kendisi
ikrar edip tevbe etsin, gerekse dil uzattığına şâhidlik yapıldıktan sonra tevbe
etsin, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bahır.
"Dürer'in cizye
faslında ilh..." Mâliki mezhebinden İbn-i Suhnun:
"Peygamberlerden
birine dil uzatma cür'etinde bulunan müslüman kafirdir, hükmü öldürülmektir.
Bunun azab edilmesinde ve kâfir olmasında şübhe eden kimse de kâfirdir, diye
bütün âlimler ittifak etmiştir." demiştir.
Ben derim ki: Bu
ibâre Mâliki mezhebinden kaadı İyâz'ın Kitabüşşifâ'sında zikredilmiştir. Bu
ibâreyi oradan Bezzaziye sahibi nakletmiş. Fakat ibâreyi anlamada hata etmiştir.
Çünkü orada bu ibâre ile "Peygambere dil uzatanın tevbe etmeden önce öldürülmesi
murad edilmiştir." Bu murad edilmese idi. Peygambere dil uzatanın tevbesi kabul
edilir. Tevbesi sebebiyle öldürülmesi de önlenir." diyen birçok müctehidlerin
küfre nisbet edilmesi lâzım gelirdi. Hatta "tevbe etse bile öldürülür" diyen
kimsenin "tevbe ettiği takdirde ahirette azap edilmez" demesi lâzımdır. Nitekim
fukahâ: "Tevbe eden kimseye ahirette azap edilmez." demişlerdir. Şu halde
Kitabüşşifâ'da zikredilen ibâre ile kesin olarak bizim zikrettiğimiz mânâ murad
edilmiştir.
"Fakat
Kitabüşşifâ'da ilh..." Kitabüşşifâ'nın ibâresi şöyledir: "Ebû Bekir b. Münzir:
Bütün ilim ehli, Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman öldürülür. diye
ittifak etmişlerdir, demiştir."
İmam Mâlik, Leys b.
Sad, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râheveyh de: "Peygamberimize dil uzatan müslüman
öldürülür." demişlerdir. Bu, İmam şâfiî'nin mezhebidir. Hz. Ebû Bekir (R.A.)'in
kavli de budur. Bu zatlara göre Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür.
İmam-ı Azam,
talebeleri, Süfyanî Sevrî, Ehl-i Kûfe, Evzâî Abdurrahman: "Resûl-i Ekrem
Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Eğer tevbe etmezse öldürülür."
demişlerdir. Velid b. Müslim, İmam Mâlik'in "Peygamber Efendimize dil uzatan
müslüman mürteddir." dediğini rivâyet etmiştir. Buna göre İmam Mâlik'den bu
hususda iki rivâyet bulunmuş olur.
Taberî: "İmam-ı
Azam ve talebelerinin "Peygamber Efendimize bir kusur nisbet eden" yahut
"Peygamber Efendimizden berî olan" yahut "Peygamber Efendimizin mübârek
sözlerinden bir sözünü yalanlayan müslüman mürteddir." dediklerini" rivâyet
etmiştir. Kitabüşşifâ'nın ibaresi burada bitmiştir.
Velhâsıl:
"Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman kâfirdir" diye icmâ nakledilmiştir.
Sonra İmam Mâlik ve ondan sonra zikredilenlerden "Peygamber Efendimize dil
uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" diye nakledilmiştir. Bundan
anlaşılmıştır ki, "Peygamber Efendimize dil uzatan öldürülür" diye nakledilen
"icmâ" ile "tevbe etmeden önce öldürülmesi" murad edilmiştir. Bundan sonra
İmam-ı Azam vetalebeleri "Peygamberimize dil uzatan müslüman mürteddir. Eğer
tevbe etmezse öldürülür." demişlerdir. Daha sonra Velid b. Müslim, İmam
Mâlik'den "İmam-ı Azam'ın kavli gibi bir kavil" rivâyet etmiştir. Şu halde İmam
Mâlik'den "Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilip,
edilmemesi" hakkında iki rivayet bulunmaktadır.
İmam Mâlik'den
meşhur olan rivâyet "tevbesinin kabul edilmemesi" dir. Bundan dolayı bu rivâyeti
önce zikredilmiştir. Kitabüşşifâ'nın başka bir yerinde "İmam-ı Azam ve
talebeleri: Hz. Muhammed (S.A.V.)'den berî olan veya onu yalanlayan bir müslüman
mürteddir, kanı helâldir. Ancak İslâmiyete geri dönüp tevbe ederse tevbesi kabul
edilir, demişlerdir." diye zikredilmiştir. Kitabüşşifâ'daki bu ikinci ibâre,
birinci ibâreden anlaşılmış olanı, daha çok açıklamıştır.
Kitabüşşifâ'nın
başka bir yerinde de "Mâlikî mezhebinden olan fukahânın "Peygamber Efendimize
dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" demekten maksadları
"kâfir olduğu için değil had olarak öldürülmesidir" diye zikredilmiştir. Ama
Velid b. Müslim'in İmam Mâlik'den ve ona uyan ehl-i ilimden naklettiği rivâyete
göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Kendisinden
mürtedlikten tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse tazîr olunur. Tevbe etmezse
öldürülür. Yani mürtedde tatbik edilen hüküm buna da tatbik edilir. Fakat İmam
Mâlik'in "Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmez"
kavli, Velid b. Müslim'in, İmam Mâlik'den "tevbesi kabul edilir" diye rivâyet
ettiği kavlinden daha meşhurdur.
İşte
Kitabüşşifâ'nın "Hanefî mezhebinde Peygambere dil uzatan müslümanın tevbesinin
kabul edilmesi" şekklindeki ibâresi açıktır. Nitekim Velid b. Müslim'in İmam
Malik'den rivâyeti de böyledir. Süfyanı Sevri, ehl-i Kûfe, Evzâî Abdurrahman'ın
kavilleri de böyledir.
İmam-ı Azam'a ve
diğer âlimlere göre, Peygamber Efendimize dil uzatan zimmînin (İslâm
memleketinde yaşayan gayr-i müslimin) ahdi bozulmaz. Nitekim önceki bâbda
zikredilmiştir.
"Peygamber
Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" sözü İmam
Şâfiî'nin mezhebidir, diye geçen kavil, İmam Şâfiî'nin meşhur kavli değildir.
"Tevbenin kabul edilmesi" hakkındaki meşhur kavlinde tafsilât vardır. Şöyle ki:
Takıyyüddin Sübkî "Esseyfü'l-meslûl alâ men sebbe'r-rasûl" isimli kitabında:
"Peygamber Efendimize dil uzatan müslümana verilecek hüküm hakkında İmam
Şâfiî'den nakledilmiş olanın hülâsası şöyledir: Peygamber Efendimize dil uzatan
müslüman eğer tevbe edip islâmiyete geri dönmezse kesin olarak öldürülür. Tevbe
edip İslâmiyete geri dönerse bakılır: Eğer Peygamber Efendimize dil uzatması,
kazf (zinâ isnad etme) yoluyla olursa, bu hususta İmam şâfii'den "öldürülür"
yahut "celd vurulur" yahut "hiç bir şey lâzım gelmez" diye üç vecih
nakledilmiştir. Peygamber Efendimize dil uzatması kazfden başka bir şey ile
olursa, bu hususta İmam Şâfii'den "tevbesi kabul edilir" diye nakledilmiş olan
kavlinden başka bir kavlinin bulunduğunu bilmiyorum.
İmam-ı Azam'ın
"Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilmesi",
hakkındaki kavli de İmam Şâfiî'nin kavline yakındır. İmam-ı Azam'ın "tevbesinin
kabul edilir" diye nakledilen kavlinden başka kavlı
bulunmamaktadır.
Peygamber
Efendimize dil uzatan müslümana tatbik edilecek hüküm hususunda Hanbelî mezhebi,
Mâlikî mezhebi gibidir." diye zikretmiştir. Takiyyuddin Sübkî'nin sözü burada
bitmiştir. İşte Takiyyüddin Sübkî'nin de açıkladığına göre, Hanefî mezhebinde
"Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir." Hanefî
mezhebinde "tevbesi kabul edilmez" diye bir kavil mevcud
değildir.
Hanbelî mezhebinden
İbn-i Teymiyye "Essârimü'l-meslûl alâ şatim'ir-rasûl" isimli kitabında bu
meseleyi Takiyyüddin Sübkî'den daha önce nakletmiştir. İbn-i Teymiyye'nin kendi
hattı ile yazılı eski bir nüshasını gördüm. Şu ibâre vardı: Hanbelî fukahâsına
göre; Peygamber Efendimize dil uzatan kimse gerek müslüman, gerekse kâfir olsun
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Buna İmam-ı Azam'la İmam Şâfiî muhalefet
etmişlerdir. Onların kavilleri şöyledir: Peygamberimize dil uzatan müslüman ise
kendisinden tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Tevbe
etmezse mürted gibi öldürülür. Peygamber Efendimize dil uzatan zimmî ise İmam-ı
Azam'a göre ahdi bozulmaz. Aynı eserde bir yaprak sonra şu ibâre
vardır:
"Ebü'l-Hattab: Bir
müslüman Peygamberimizin annesine kazf (zina isnad) ederse tevbesi kabul
edilmeyip öldürülür. Bir kâfir Peygamberimizin annesine dil uzattıktan sonra
müslüman olsa iki rivâyet vardır. Bir rivâyete göre tevbesi kabul edilmeyip
öldürülür. Diğer rivâyete göre tevbesi kabul edilip öldürülmez. İmam-ı Azam ile
İmam Şâfiî'ye göre bir müslüman gerek Peygamber Efendimize, gerek annesine dil
uzatırsa kendisinden tevbe istenir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir."
demiştir. İbn-i Teymiyye'nin eserindeki ibâre burada
bitmiştir.
İbn-i Teymiyye'nin
eserinin başka bir yerinde "İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel'in meşhur olan
kavillerine göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslümandan tevbe etmesi
istenmez. Tevbe etse bile tevbesi Allah katında makbul ise de kendisinden dünya
cezasını kaldırmaz. Bundan dolayı hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir.
Leys b. Sad'ın kavli de budur. Kadı lyâz zikretmiştir ki; selefin de Cumhur-ı
ulemanın meşhur kavilleri de budur. Şâfii fukahâsının iki kavlinden biri de
budur. İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel'den "Peygamberimize dil uzatan müslümanın
tevbesi kabul edilir" diye nakledilmiştir. Hanefî fukahâsının kavli de budur.
Mürteddin tevbesi kabul edildiği için İmam Şâfiî'nin meşhur olan kavli de
budur.
Buna göre,
Kitabüşşifâ'da Kadı lyâz'ın, Takiyüddin Sübkî'nin, İbn-i Teymiyye'nin ve onun
mezheb imamlarının sözleri açıktır ki, Hanefi mezhebinde Peygamber Efendimize
dil uzatan müslümanın ittifakla tevbesi kabul edilir. Diğer mezheblerde
tevbesinin kabul edilmesinde ihtilaf vardır. Bu zatlar - her ne kadar nakil
bulunmasa bile- hüccet olarak kafidir. Bizim Hanefi mezhebimizin kitablarında
Bezzâziye'den ve ona tâbi olanlardan önce buhususda nakil de mevcuddur. Nitekim
ileride buna dâir şârihin sözü de gelecektir.
Ben bu hususda
"Tenbihu'l-vülât velhük'kâm alâ ahkâm-ı şâtim-i hayri'l-Enâm ev ahad-i
ashabihi'l-kirâm aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm" isimli eserimde gerekli
malûmatı verdim.
"Bezzâziye sahibi
de Esseyfülmeslûl sahibine tâbi olmuş ilah.." Bezzâziye sahibi, İbn-i
Teymiyye'ye tâbi olup: "Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman gerek
öldürülmek için yakalandıktan ve aleyhine şahidlik yapıldıktan sonra tevbe
etsin, gerekse kendiliğinden tevbe edip gelmiş olsun, tevbesi asla kabul
edilmeyip zındık gibi hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir. Çünkü bu
öldürme hadden vâcibdir. Tevbe ile düşmez. Bu meselede hiç bir âlimin ihtilâfı
tesavvur olunamaz. Zira bu had, kul hakkına teallûk eden bir haddir." dedikten
sonra "Bu meselenin delilleri "Essârimü'l-meslûl olâ şatimi'r-rasûl" İsimli
kitabda mevcuddur." demiştir.
Bu mesele hakkında
müctehidlerin ihtilafı bulunduktan sonra Bezzâziye sahibinin "bu meselede hiç
bir âlimin ihtilâfı tasavvur olunamaz" demesine şaşılır. Nitekim müctehidlerin
ihtilâfı İbn-i Teymiyye'nin "Essârimü'l-meslûl", Takiyyidini Sübkî'nin
"Esseyfü'l-meslûl", Kadı Iyâz'ın "Kitabüşşifâ" isimli eserlerinde beyan
edilmiştir. Bu eserlerde "Hanefî mezhebi ile Şâfiî mezhebine göre, Peygamber
Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir" diye açıklanmıştır.
Bezzâziye'nin ibâresinin çoğu Kitabüşşifâ'dan alınmıştır. Bilinmiş olduğu üzere
Bezzâziye sahibi bu meseleyi naklederken kolay görerek ihmal etmiştir. Keşke bu
meseleyi bizim mezhebimizden hiç bir kimseden nakletmeyip "Kitabüşşifâ" ile
"Essârimü'l-meslûl" isimli kitablara isnad etseydi. Bu kitablar dikkatle
incelenirse, Bezzâziye sahibi bu meseleyi naklettiği kimselerden anlaşılana
muhâlif nakletmiş olduğu açık olarak görülür. Buna göre Bezzâziye sahibinin bu
meseleyi naklederken ihmalliği, bütün müteahhir alimlerin bu mesele hakkında
hataya düşmelerine sebeb olmuştur. Çünkü bu alimler Bezzaziye sahibinin nakline
itimad ederek bu hususda ona tâbi olmuşlardır. Onlardan hiç birisi bu meseleyi
Hanefî kitablarının hiç birinden nakletmemişlerdir. Hatta Bezzâziye sahibi
tarafından bu kavil ortaya atılmadan önce, gerek bizim Hanefî kitablarında ve
gerek diğer mezheb kitablarında nakledilmiş olan kavil Bezzâziye sahibinin
kavline muhâlifdir.
"Netf ilh..." Ben
derim ki: İmam Ebû Yusufu'n Harac kitabında şöyle bir ibâre gördüm: Herhangi
müslüman bir erkek "Peygamber Efendimize dil uzatır" yahut "onu yalanlar" yahut
"onu ayıplar" yahut "ona kusur nisbet ederse" Allah'a küfretmiş olur ve karısı
boş düşer. Eğer tevbe ederse, tevbesi kabul edilir. Tevbe etmezse öldürülür.
Müslüman bir kadın da bu hususlarda müslüman erkek gibidir. Ancak İmam-ı Azam'a
göre, kadın öldürülmez. Müslüman olması için cebredilir.
Remlî Hayrüddin
Bahır'ın Hâşiyesinde: "Mezhebimiz Hanefî kitablarında "Peygamber Efendimize dil
uzatan kadın mürteddir. Onun hükmü mürteddin hükmü gibidir" diye yazılıdır."
şeklinde naklettikten sonra "Netf" ile "Muînü'l-hükkâm" isimli kitabların
ibârelerini de nakletmiştir. Bununla beraber Fetâvây-ı Hayriyyesi'nde buna
muhâlif olarak fetva vermiş olmasına şaşılır.
Ben hocamın hocası
Sâihânî'nin bu hususda: "Musannıfın Şeyhülislâm İbn-i Abdülâl'in sözünü
işittikten ve bu kadar nakilleri gördükten sonra "Peygamberimize dil uzatan
müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür" demesine şaşılır." diye bir
yazısını gördüm.
Bazı hocalarım bana
bir risâle okuttular. O risâlede: "Peygamberimize dil uzatan bir müslüman tevbe
edip islâmiyete geri dönerse öldürülmez. Mezhebin muhtar olan kavli budur." diye
yazılıydı.
Peygamber
Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edildiği takdirde. Hz. Ebu Bekir
(R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e veya bunlardan birine dil uzatan müslümanın tevbesi
evleviyetle kabul edilir.
"Nûru'l-Ayn" isimli
kitabın sonunda zikredilmiştir ki; Hüsâm Çelebi. Bezzâziye sahibine bir raddiye
yazıp sonunda: "Hanefî kitaplarını araştırdım. Bezzâziye sahibinin kavlinden
başka "Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesi kabul edilmez" diye
hiç bir kavil bulamadım." demiştir.
"Bundan
anlaşılmıştır ki, Peygamberimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesi kabul edilir
ilh..." Dünyada tövbesinin kabul edilmesiyle kendisinden ölüm cezasının
kaldırılması murat edilmiştir. Ahirette tövbesinin kabul edileceğinde ittifak
vardır.
Şerif olan bir zata
"ey bin domuzun oğlu" şeklindeki çirkin sözü söyleyen Müslüman'ın tövbesinin
kabul edilip edilmemesinde ihtilâf vardır. Bu çirkin söz, şerif olmayan bir
kimseye söylendiğinde bu kimsenin yüz tane baba ve dedeleri arasında Peygamber
bulunmayabilir. Bir de bu söz ile kendisine söylenilen şahsın anasının üzerine
yüz tane köpeğin toplanmış olduğu murad edilir de o şahsın babası ve dedeleri
murad edilmiş olmaz. Biz Hanefîlere göre, tevile ihtimali olan bir söz ile bir
Müslüman'ın küfrüne hüküm olunmaz. Nitekim yukarda
geçmiştir.
"Meleklere dil
uzatma ilh..." Fukahâ: "Bir Müslüman peygamberlerden veya meleklerden birine dil
uzatırsa kâfir olur." demişlerdir. Bilindiği vecihle peygamberlere dil uzatmak
suretiyle olan küfür mürtedlik küfrüdür. Meleklere dil uzatmak suretiyle olan
küfür do mürtetlik küfrüdür. Bir Müslüman -Haşa- peygamberlerden veya
meleklerden birine dil uzattıktan sonra tevbe ederse tövbesi kabul edilir, tövbe
etmezse öldürülür.
"Şâfii kadısı için
o Müslüman'ın, tövbesinin kabul edileceğine hük-medip öldürülmesini önlemesi
câiz midir ilh..." Bu mesele Bezzâziye sahibinin zikrettiğine göredir. Bilindiği
gibi, bizim Hanefî mezhebine göre Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın
tövbesi kabul edilir. Tövbesinin kabul edilmemesi Hanefî mezhebine göre
değildir. Nitekim bu mesele Hanefî kitaplarında beyan edilmiştir. Hanefî
kitaplarından Mâlikî Kadı lyâz, İbn-i Ebî Cemre gibi âlimler nakletmişlerdir. Şu
halde bu meseleyi zikretmenin bir mânâsı yoktur.
""Kâfir olur" diye
cevap vermiştir ilh..." Sâihânî: "Ebussûud Efendinin böyle bir cevap vereceği
kanaatında değilim. Zira "Her hadis-i şerif doğru olur mu?" diyen talebenin bu
ifadesiyle "Mevcut olan her hadîs-i şerif doğru değildir. Çünkü mevcut olan
hadîs-i şerifler arasında mevzu hadîsler bulunmaktadır." demesi muhtemeldir. Bu
ihtimal diğer daha yakındır. Dürer'de ve diğer muteber fıkıh kitaplarında: "Bir
meselede küfrü gerektiren bir çok ihtimaller bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen
yalnız bir ihtimal bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen ihtimale
meyledip onunla fetva vermelidir." diye zikredilmiştir. "Resûl-i Ekrem
Efendimize kusur ve noksanlık nispet etmesi, zındık olduğunu ifade eder. "Bu
tâbir de doğru değildir. Çünkü zındık, hiç bir dini kabul etmeyen kimsedir."
demiştir.
"Bu talebe
yakalandıktan sonra tövbe ederse ittifakla tövbesi kabul edilmeyip öldürülür
ilh..." Bu ifade talebenin zındık olması üzerine tefrî'dir. Sözün kısası şudur:
Zındık hâkimin huzuruna çıkarılmadan önce tövbe ederse, bizim Hanefî mezhebine
göre tövbesi kabul edilir. Hâkimin huzuruna çıkarıldıktan sonra tövbe ederse
ittifakla tövbesi kabul edilmez.
«"Tövbesi kabul
edilir" diyen âlimler ile "tövbesi kabul edilmez" diyen âlimlerin kavillerinin
arası bulunmalıdır ilh...» Yani Netf ve diğer muteber fıkıh kitaplarında
"Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'a mürtedde tatbik edilen ceza tatbik
edilir" diye geçen hüküm yakalanmadan önce tövbe etmesi üzerine hamledilmekle ve
Bezzâziye'de "öldürülür" diye geçen hüküm yakalandıktan sonra tövbe etmesi
üzerine hamledilmekle "tövbesi kabul edilir" diyen âlimler ile "tövbesi kabul
edilmez" diyen âlimlerin kavillerinin arası bulunabilir. Fakat bu mümkün
değildir. Çünkü âlimlerimiz "Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın hükmü,
mürteddin hükmü gibidir. Hiç şüphe yok ki mürteddin hükmü zındığın hükmünden
başkadır." diye açıklamışlardır. Alimlerimizden hiç birisi "Peygamberimize dil
uzatan Müslüman yakalanmadan önce tövbe ederse tövbesi kabul edilmez." diye
tafsilât vermemiştir. Bezzâziye sahibi ve ona tâbi olanlar: "Peygamberimize dil
uzatan Müslüman gerek öldürülmek için yakalandıktan ve aleyhine şahitlik
yapıldıktan sonra tövbe etsin, gerekse kendiliğinden tövbe edip gelmiş olsun,
tövbesi asla kabul edilmeyip öldürülür." demişlerdir. Bu Malikî ile Hanbelî
mezhebidir. Buna göre "Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesinin
kabul edilip edilmemesi ayrı ayrı iki kavlidir. Hatta birbirinize zıt olan iki
mezhebdir. Zındıklıkla bilinen ve insanları zındıklığa davet eden zındık
kimsenin yakalandıktan sonra tövbesi kabul edilmez. Kızdığından dolayı Peygamber
Efendimize dil uzatan Müslüman bu manada zındık değildir.
METİN
= Hz. Ebû Bekir
(R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatanın hükmü=
3 - Hz. Ebû Bekir
(R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e veya bunlardan birine dil uzatan Müslüman'ın
tövbesi kabul edilmez.
Hâkim-i Şehid'e
nispet edilerek Cevhere'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Hz. Ebû Bekir
(R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan veya bunlara ta'n eden Müslüman kâfir
olur ve tevbesi kabul edilmez. Bu kavil ile İmam Debbûsî ve Ebu'l-leys amel
etmişlerdir. Fetva için muhtâr olan da budur. Eşbâh sahibi de kesin olarak
bununla hükmetmiştir.
Musannıf "Bu kavil,
Resûl-i Ekrem Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tövbesinin kabul edilmeyeceğine
dâir olan kavli, takviye eder." diyerek bunu ikrar etmiştir. Peygamberimiz
Muhammed Mustafa (S.A.V.)'nın hakkına riâyet etmek için hükümde ve fetvada
kendisine itimat edilmeye lâyık olan kavil de budur. Fakat Nehir'de:
"Cevhere'den nakledilen ibârenin aslı, Cevhere'de yoktur. Ancak Cevhere'nin bazı
nüshalarının kenarında bulunduğu için kitabın aslına katılmıştır. Halbuki bu
ibârenin daha önceki ibâre ile bağlantısı yoktur." diye zikredilmiştir. Şârih
der ki; bize yukarıda geçen emir kifayet eder.
Eşşeyhu'l-Ekber
Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin hall beyanında - AIlah Teâlâ bizi onunla
fâidelendirsin -
Ebussûud Efendi'nin
Marûzât'ında zikredilmiştir ki, Ebussûud Efendi'ye "Şeyh Muhyiddin
İbnü'l-Arabî'nin "Füsûsu'l-Hikem" isimli eserindeki bazı sözleri şeriata
uymamaktadır. O eseri kendinden sonra gelenleri sapıtmak için yazmıştır. Onu
okuyan mülhiddir, diyen kimsenin sözünün mânası nedir? Ve bu kimseye ne lâzım
gelir?" diye sorulmuş. Ebussûud Efendi de: "Evet, o eserde şeriata uymayan bazı
sözler vardır. Bazıları bu sözleri şeriata uydurmak için tevîl etmişlerdir.
Fakat biz, bu şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından Şeyh Muhyiddin
İbnü'l-Arabî Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu yakinen biliyoruz. Artık bu
şeriata uymayan sözleri ihtiyaten okumamak vâcibdir. Sultan, bunların okunmasını
yasaklayan bir de emir çıkarmıştır. Buna göre şeriata uymayanı eserleri
okumaktan, ezberlemekten ve dinlemekten sakınmak vâcibdir." diye cevap
vermiştir.
Kâmûs sahibine Şeyh
Muhyiddin İbnü'l-Arabî hakkında sorulduğunda onu çok medh-ü senâ edip, onun
fasîh ve beliğ olan sözlerini güzel bir vecih ile, tefsir ve tevîl edip dedi ki:
AIIah'ım! O Şeyh-i Ekber'in i'tikad ve kendisiyle Hak Sübhânehû ve Teâlâ
Hazretlerine amel ve ibâdet ettiği şeylerde ve kendisinde Senin rızan olan
hayırlı sözleri bize ilham ederek söylet! Muhyidin İbnü'l-Arabi, hal ve ilim
cihetinden Tarîkatın şeyhidir. Hakikaten ve resmen erbab-ı hakayık ve ashab-ı
dekayık olan kâmil, mükemmel ve vâkıf-ı esrarın imamıdır. Yıkılmış ve harap
olmuş -Maârifi fiiliyle eserleriyle, talim ve terbiyesiyle ihyâ eden büyük bir
zattır. Şeyh-i Ekber'in uçsuz bucaksız deniz gibi olan ilimlerinden bir tarafına
âlimlerin fikirleri ulaşınca, orada fikirleri ve düşünceleri gark olup hayrette
kalırlar. Şeyh-i Ekber öyle bir ırmaktır ki, onu kovalar bulandırıp, onun fezâil
ve kemâlâtına bir noksanlık arız olmaz. Şeyh-i Ekber, zamanında yıldızlar gibi
olan âlimleri gizleyen bir buluttur ki, kendisiyle beraber meydana çıkıp şöhret
bulamazlar.
Dûaları yedi kat
semâyı geçip berekâtı etraf ve afâkı dolduran ve dûası kabul olunan pek muhterem
bir zat idi. Ben, o ilim ve hikmet kaynağı, faziletve kerametin toplanma yeri
olan o zatı güzel vasıflar ve beğenilen fiiller ile tavsif ediyorum. Halbuki o
zatın benim vasıf ve methettiğimden çok yüksekte olduğunu yakinen bilmekteyim.
Kendisini hakkıyla vasfetmekten acizim. Hakkında yazmış olduğum vasıfların
doğruluğunu kavillerinin fiillerine uygun olması ikrar
etmektedir.
Ben zann-ı galibime
göre, kendilerini lâyıkıyla medh-u sena edemedim.
Ben kendi inandığım
şeyi söylediğim takdirde bana bir vebal yoktur. Şeyh-i Ekber'in kadrinin
yüksekliğini ve şânının büyüklüğünü bilmeyip, onu şeriatın hududunu tecavüz eden
kimselerden zanneden cahilin sözüne bakma! Ve onun sözüne itibar
etme!
Ben, Allah
azimuşşân'a ve kendisini Allah Teâlâ'nın hükmünü ve sırlarını beyan etmek için
hüccet ve delil olarak diktiği kimsenin Rabbisine yemin ederim ki, şübhesiz
benim zikir ve beyan ettiğim Şeyh-i Ekber'in medih ve senasının bazısıdır. Yoksa
her ne kadar medholunsa medhe lâyık dır.
Bu dereceye kadar
Şeyh-i Ekber'in medihlerinde ziyade ettiğim ancak kendi nefsime noksanlığın
ziyade olmasından korktuğum içindir Çünkü bu gibi pek çok fazilet sahibi bir
zatı az bir fazilet ve kemâl ile zikretmek hakkında noksanlık
olur.
Kâmûs sahibi
Şeyh'in medh-u senasına devam ederek: "Şeyh-i Ekber'in kitaplarının
hâssalarındandır ki, onları okumaya devam eden kimsenin en güç ve en müşkil
meseleleri çözmek için zihni açılır." demiştir.
İmanı Şarani de
"Şeyh-i Ekber Hazretlerini medh-ü sena" etmiştir. Bilhassa "Tenbihü'l-Ağbiya alâ
katretinmin bahır-ı ulûmi'l-evliya" isimli eserinde "medh-ü senâ"
etmiştir.
İZAH
"Fakat Nehir'de
Cevhere'den nakledilen ibârenin aslı, Cevhere'de yoktur. ilh..." Cevhere'nin
bütün nüshalarında bu ibârenin mevcut olduğunu kabul etsek bile "Peygamberlerden
birine dil uzatan Müslüman'ın tevbesi Mâliki mezhebiyle Hanbelî mezhebine göre
kabul edilmez. Fakat bizim Hanefî mezhebine göre kabul edilir." diye yukarda
geçtiği için bu kavle itibar edilmez.
Peygamberlerden
birine dil uzatan Müslüman'ın tevbesi kabul edilince. "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile,
Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan Müslüman'ın tevbesi kabul edilmez" denilen kavle
hiç itibar edilmez. Hatta "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan
Müslüman'ın tevbesi kabul edilmez" diye dört mezhep imamlarının hiçbirinden
sâbit olmamıştır.
Ben derim ki: Evet.
Hülâsa'dan naklen Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; şübhesiz Hz. Ebû Bekir (R.A.)
ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan ve onlara lânet eden Râfızî kâfirdir. Hz. Ali
(R.A.)'yi Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'den üstün tutan Râfızî
bidatcıdır. Bu. Hz. Ebû Bekir (R. A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan kimsenin
tevbesinin kabul edilmeyeceğini gerektirmez ve böyle bir kimsenin kâfir olduğuna
hükmetmek müşküldür. Çünkü "ihtiyar" isimli kitabda zikredilmiştir ki; dört
mezhep imamı "Bütün bidat ehil, dalâlet ve hataya nispet edilir. Sahabeden
birisine dil uzatan veya buğz eden kimse kâfir olmaz. Fakat dalâlete düşmüş
olur." diye ittifak etmişlerdir.
Fethü'l-Kadir'de
zikredilmiştir ki; Cumhur-ı fukahâ ve ehl-i hadîse göre, Müslümanların kanlarını
ve mallarını helâl sayan, ashab-ı kiramı küfre nisbet eden Haricilerin hükmü,
bâğîlerin (haklı olan Müslüman hükümdarına isyan edip, itâat dairesinden çıkan
kimselerin) hükmü gibidir. Ehl-i hadîsden bazılarına göre, bunlar
mürteddirler.
İbnü'l-Münzir: "
"Hariciler mürteddir" diyen ehl-i hadîsden bazılarına muvafakat eden hiç bir
âlim bilmiyorum. Bu. haricilerin küfre nisbet edilmeyeceğine dâir fükahânın
icmâ'ının nakledilmiş olduğunu gerektirir." demiştir.
Muhît'te
zikredilmiştir ki; bazı fukahâ: "Bidat ehlinden hiç bir kimse küfre nisbet
edilmez." demiştir. Bazı fukahâ ise: "Bidatıyla kesin delile muhalefet eden
bidat ehil küfre nisbet edilir." demiştir ve bu görüşü ehl-i sünnetin ekserisine
nisbet etmiştir.
Hülâsa'dan naklen
Bezzâziye'de zikredilen daha sâbittir. İbnü'l-Münzir ise, müctehidlerin
nakledilen kelâmlarını çok iyi bilendir. Evet, mezhep ehline göre, bidat
ehlinden çoğu küfre nisbet edilir. Fakat bu, müctehid olan fukahânın sözleri
değildir. Müctehid olmayan fukahânın sözleridir. Müctehid olmayanların sözlerine
itibar yoktur. Müctehidlerden nakledilmiş olan kavillere göre bid'at ehlinden
hiç bir kimse küfre nisbet edilmez.
Fıkıh kitaplarında
zikredilen müctehidlerin kavillerine göre, selef (ashab-ı kiram ve tâbiîn)'e
açıktan dil uzatan kimselerin şahitlikleri kabul edilmez. Fakat Mutezile,
Cebriyye, Şîa, Hariciyye, Müşebbihe, Mürcie gibi bid'at ve dalâlet ehlinin
şahitlikleri kabul edilir. Yalnız bid'at ve dalâlet ehlinden olan Hattabiyye
fırkasının şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü bunlar kendi taraftarları için
yalancı şahitlik yapmayı câiz görürler. Hiç bir âlim "Gerek selefe açıktan dil
uzatanların ve gerekse Hattabiyye fırkasının şahitliklerinin kabul edilmemesi
kâfir olduklarından dolayıdır." dememiştir.
Muhaddisler: "Fâsid
tevîllerinden dolayı ashab-ı kirama dil uzatan ve onları küfre nisbet eden bidat
ve dalâlet ehlinin rivâyeti kabul edilir." demişlerdir. Buna göre Hülâsa'dan
naklen Bezzâziye'de- "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan ve
onlara lânet eden Râfızî kâfirdir." diye zikredilen kavil zayıftır. Çünkü fıkıh
kitaplarının metin ve şerhlerinde zikredilen kavillere muhaliftir. Bilindiği
gibi fukahânın icmâsına da muhâlifdir.
Molla Aliyyü'l-Kari
Hülasa sahibine bir reddiye risâlesi yazmıştır. Bununla kesin olarak bilinmiştir
ki, "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan kâfir olur ve tevbesi
kabul edilmez." diye Cevhere'ye nisbet edilen ibârenin aslı Cevhere'de mevcud
olduğunu farz etsek bile bu bâtıldır. Aslı yoktur. Bununla amel etmek câiz
değildir. Yukarıda geçtiği vecihle bir meselede küfrü gerektiren bir çok
ihtimaller bulunduğu halde küfrügerektirmeyen zayıf olsa bile yalnız bir ihtimal
bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen ihtimale meyledip onunla fetva
vermelidir. Ashab-ı kiramdan birine dil uzatan kimsenin kâfir olmayacağına dair
fukahânın icmâsı nakledilmiştir. Buna göre ashab-ı kiramdan birine dil uzatan
kimsenin küfrüne hükmolunmaz. Yukarda geçtiği üzere bizim Hanefî mezhebine göre.
Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman'ın tevbesi kabul edildiği takdirde, Hz.
Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e veya bunlardan birine dil uzatan
Müslüman'ın tevbesi evleviyetle kabul edilir.
Bahır sahibinin:
"Ben fetâvâ kitablarında zikredilen küfür kelimelerinden hiç biriyle bir
Müslüman'ın kâfir olacağına fetva vermemeyi kendi nefsime vâcib kıldım." dediği
halde "Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan veya onlara tan
eden Müslüman kâfir olur ve tevbesi kabul edilmez." diye fetva vermesine
şaşılır.
Evet, Hz. Aişe
(R.A.)'ye kazf (zinâ isnad) eden yahut Hz. Ebû Bekir (R.A.)'in sahabe olduğunu
inkâr eden yahut Hz. Ali (R.A.)'nin ulûhiyyetine inanan yahut Cebrâil
Aleyhisselâm'a vahyi Hz. Ali (R.A.)'ye indirmesi emredildiği halde yanılarak
vahyi Hz. Muhammed (S.A.V.)'e indirdi, diye iddia eden kimselerin kâfir
olduğunda hiç şübhe yoktur. Çünkü bunlar, Kur'an-ı Kerîm'e muhâlif olduğu için
küfür olması açıktır. Fakat tevbe ederlerse tevbeleri kabul edilir. Bu,
"Tenbîhü'l-Vülât ve'l-hükkâm" kitabımızda yazdığımızın hülâsasıdır. Daha ziyade
bilgi edinmek isteyen o eserimize baksın ve ona itimad
etsin!
"Bize yukarıda
geçen emir kifâyet eder ilh..." Buradaki emir ile -yukarıda geçen- dokuz yüz
kırk dört tarihinde sultanın kadılara gönderdiği emir murad
edilmiştir.
Velhâsıl: Peygamber
Efendimize dil uzatan kimsenin kâfir sayılmasında ve öldürülmesinin mubah
olmasında şek ve şübhe yoktur. Dört mezheb imamlarından nakledilmiş olan da
budur. Ancak dört mezheb imamları arasında ihtilâf böyle bir kimse tekrar
Müslüman olup tevbe ettiği takdirde tevbesi Allah Teâlâ katında makbul ise de bu
tevbesi dünyada kendisinden öldürme cezasını düşürüp düşürmemesindedir. Bizim
Hanefî mezhebine göre, tevbesi kabul edilip kendisinden dünyada öldürme cezasını
düşürür. İmam Şâfiî'nin meşhur olan kavli de budur. Mâliki mezhebi ile Hanbelî
mezhebine göre tevbesi kabul edilmeyip hakkında hadden öldürme cezası tatbik
edilir.
Hz. Aişe (R.A.)'ye
kazf (zinâ isnad) etmeyen. Hz. Ebû Bekir (R.A.)'in sahabe olduğunu inkâr etmeyen
fakat Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)'e dil uzatan Râfızî kâfir olmaz.
Bidat ve dalâlet ehlinden olur. Bu bahsin tamamı Bâğîler Bahsinin evvelinde
gelecektir.
"Şeyh Muhyiddin
İbnü'l-Arabi İlh..." Muhyiddin İbnü'l-Arabi (560 - 637) Muvahhidler Sultanı Ebû
Yusuf Yakub devrinde (560) senesinde İspanya'daki Mürsiyye'de dünyaya gelmiştir.
Daha küçük yaşlarında ailesiyle birlikte İşbiliyye şehrine gitmiş, ilk tahsilini
burada tamamlamıştır. O günün öğretim sistemine göre Kur'ân-ı Kerim'i
ezberlemiş, tefsir, hadîs ve fıkıh okumuştur. İbnü'l-Arabi, meşhur Arap Tayyî
kabîlesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne
ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu
anlaşılmaktadır.
Akrabaları arasında
tasavvufi bilgilere sahip kimseler mevcuttu. Kendisi de, ifadesine göre,
Tasavvufda, kutupluk mertebelerine varmış bir zat idi.
Dayısı Ebû Müslim
el-Havlâni de, kutupların büyüklerindendi. Diğer dayısı Yahya b. Yaan Telemsan
şehrinin meliki bulunuyordu. İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre Ebû Abdillah
et-Tûsî adlı bir şeyhin tesiri ile hükümdarlığı bırakıp tasavvuf yoluna
girmiştir.
Yine kendi
ifadesine göre, babası Ali b. Muhammed'in devlet ileri gelenleriyle, bilhassa
filozof İbn-i Rüşd ile dostluğu vardı.
İbnü'l-Arabî, bu
tahsil sırasında bir aralık halvete çekilmiş. Her sahada ve bilhassa tasavvufî
marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken ve bu hususta hiç bir kitap da
okumadan, mükâşefe tarikiyle bir çok şeylere muttali olarak halvetten
çıkmıştır.
İbnü'l-Arabî,
Endülüs'te bir müddet daha kaldıktan sonra seyahate çıkmış, Şam, Bağdat ve
Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmüş, onlardan pek
çok istifade ve istifaza etmiştir.
Bir aralık Konya'ya
gelip Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram görmüş, burada iken Sadrüddin
Konevî'nin dul bulunan annesini de kendisine
nikahlamıştır.
Bundan sonra tekrar
Şam'a donmuş ve (637) tarihinde orada vefat etmiştir.
Nefahat'ın beyanına
göre, Bağdat ulemasından biri Muhyiddin hakkında bir kitap telif etmiş ve bu
kitapta eserlerinin beş yüzden fazla olduğunu beyan
etmiştir.
Muhyiddin
İbnu'l-Arabi'nin eserlerinden bugün elde mevcut olanlarının bir kısmı
şunlardır:
1 - Fütuhat-ı
Mekkiyye fi Esrari'l-Malikiyye ve'l-Mülkiyye.
2 - Kitabu'l-İsra
ilâ Makâmi'l-Esrâ.
3 -
Füsûsu'l-Hikem.
4 -
Muhadaratü'l-Ebrâr ve Müsâmeretü'l-Ahyâr.
5 -
Kelâmü'l-Abâdile.
6 - Tâcü'r-Resail
ve Minhâcü'l-Vesail.
7 - Mevâkiu'n-Nücûm
ve Metali Ehilletü'l-Esrâr vel Ulûm.
8 - Rûhu'l-Kuds fi
Münasahâti'n-Nefs.
9 -
Kitabü'l-Esfâr.
10 - El-İsfar an
Netâici'l-Esfâr.
11 -
Divan.
12 -
Tercemânü'l-Eşvak.
13 - Kitabu
Hidâyeti'l-Ebdâl.
14 -
Kitabü'ş-Şevâhid.
15 -
Kitabü'l-Bâ.
"Yakînen biliyoruz
ilh..." Yani şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından Muhyiddin Arabî
Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu Ebussûud Efendinin yakînen bilmesi ya
yanında sâbit olan bir delil iledir veya Şeyh-i Ekber'in bu sözler ile muradı
anlaşılmayıp tevili de mümkün olmadığı için bu sözlerin Şeyh-i Ekber'e iftira
olduğu taayyün etmekledir. Nitekim İmam Şarânî'yi de çekemeyenler, bazı
kitaplarına şeriata muhâlif sözler ilave edip İmam Şarânî'ye iftirada
bulunmuşlardır. Bunun üzerine İmam Şarânî asrındaki âlimleri toplayıp, bu
kitabların müsveddelerini göstermiş. Bu müsveddelerde şeriata muhâlif sözlerin
bulunmadığı görülmüştür.
Şeyh-i Ekber'in
itiraz ettikleri sözlerinin açıklanmasını isteyenler Nablûsi Abdülganî'nin
"Er-Reddü'l-metin alâ müntakısı'l-ârif Muhyiddin" isimli kitabına müracaat
etsinler.
"İhtiyaten okumamak
vâcibdir ilh..." Şeyh-i Ekber'in kitabında şeriata uymayan sözlerin iftira
olduğu sâbit olursa zaten bunların okunmaması vâcibdir. İftira olduğu sâbit
olmazsa herkes bu sözler ile Şeyh-i Ekber'in ya muradını anlayamaz veya
muradının hilâfını onlar da bu sözleri inkâr eder. Bu takdirde de bu sözlerin
okunmaması vâcibdir.
İmam Suyûtî
"Tenbihü'l-gabî bi-tebriet-i İbn-i Arabî" ismindeki risâlesinde: "Muhyiddin
İbnü'l-Arabî hakkında âlimler iki fırkaya ayrılıp birisi onun velî olduğuna,
diğeri ise velî olmadığına inanmıştır. Bence iki fırkanın da razı olmayacağı bir
yol vardır: Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin velî olduğuna inanılması, fakat
kitablarının okunmasının haram olmasıdır." demiştir.
Muhyiddin
İbnü'l-Arabî'den "Biz öyle bir zümreyiz ki, bizden olmayanların kitablarımızı
okumaları haramdır." diye nakledilmiştir. Çünkü Sufiler ıstılah olarak bir takım
lâfızlar üzerine anlaşıp o lâfızlar ile fukahâ arasında bilinen mânaları murad
etmemişlerdir. Kim o lâfızları fukahâ arasında bilinen mânâlara hamlederse kâfir
olur.
İmam Gazâli bazı
kitablarında; "Sufilerin bazı sözleri, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şerifdeki
yed, ayn, istivâ gibi müteşabih olan âyet ve hadîslere benzemektedir."
demiştir.
Bir kitabın
Muhyiddin Arabî'ye aid olduğu sâbit olunca, o kitaba bir düşman veya bir mülhid
veyahut bir zındık tarafından kelimeler sokulmuş olması ihtimali
bulunabileceğinden o kitapta mevcud olan her kelimenin Şeyhin sözlerinden
olduğunun sâbit olması veya o kelimeler ile sufiler arasında bilinen manânın
kasdedilmiş olduğunun sâbit olması lazımdır. Bunu bilmek ise mümkün değildir.
Bildiğini iddia eden insan kâfir olur. Çünkü bu kalbe aid olan işlerdendir ki,
bunu ancak Allah Teâlâ bilir.
Büyük âlimlerden
birisi sufilerin büyüklerinden birisine "Zâhiri inkârı gerektiren lâfızlar
üzerine anlaşıp ıstılah yapmağa sizi sevk eden nedir?" diye sormuş. Sufi de: "Bu
ıstılahları bilmeyen, tarikat dâvâsında bulunmasın ve ehil olmayan tarikata
girmesin. Ehil olmayan kitaplarımızı okumasın. Bilhassa kitaplarımızı okuyan
zâhiri ilimleri anlamaktan âciz ise hem kendisi sapar, hem de başkalarını
sapıtır. Kitaplarımızı okuyan ârif ise müritlerine kitap okutmak tarikatlarından
değildir ve ilmi de kitaplardan almazlar." diye cevap
vermiştir.
İmam Suyûtî'nin
Risâlesinin başka bir yerinde "Fakîh, âlim İzzüddin b. Abdüsselâm "Muhyiddin
İbnü'l-Arabî aleyhinde konuşur ve o, zındık dır." derdi. Bir gün arkadaşları
kendisine "Bize kutubu göstermeni istiyoruz." dediler. O da Muhyiddin
İbnü'l-Arabi'yi gösterdi. Bunun üzerine arkadaşları: "Sen ona hem zındıkdır, hem
de kutubdur diyorsun. Bu nasıl olur?" dediler. İzzüddin b. Abdüsselâm: "Ben, ona
zındık demekle şeriatı koruyorum. Kutub demekle hakikatı söylüyorum." demiştir."
diye zikredilmiştir. İmam Suyûtî'nin sözü burada
bitmiştir.
Muhakkık İbn-i
Kemal Paşa Fetvasında "Muhyiddin İbnü'l-Arabi'yi medhetmiş, onun pek çok
eserleri bulunduğunu söylemiş, "Füsusû'l-Hikem" ile "Fütuhât-ı Mekkiyye" onun
eserlerindendir. Bu kitabların meselelerinin bazıları, Allah Teâlâ'nın emrine ve
Peygamber Efendimizin sünnetine muvafıktır. Bu kitapların meselelerinin
bazılarını, zahir ehil anlayamaz. Ancak keşif ve batın ehli anlar. Bu meseleler
ile murad edilen mânâyı anlayamayan kimsenin bu hususda sükût etmesi vâcibdir.
Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri:
"Senin için
hakkında bir bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp:
Bunların her biri bundan mesuldür." (İsra Suresi: âyet : 36) buyurmuştur, diye
zikretmiştir.
"Muhyiddin-i
İbnü'l-Arabi hal ve ilim cihetinden tarikatın şeyhidir îlh..." Tarikat; Allah
Teâlâ'ya ulaşmak arzusuyla menzillerden geçerek, makamlarda yükselerek giden
kimselerin takib ettikleri hususi yoldan ibarettir.
Ehl-i Hakk'a göre
hal: Sırf Hakk'ın lütfün dan kalbe gelen neşe, hüzün, sıkıntı, ferahlık gibi
şeylerdir ki, bunlar insanın kendi kendine elde ettiği hallerden olmayıp,
Hakk'tan kalbe gelen hallerdir.
Makam: Allah
yolcusunun manevi menziline denir ki, çalışma neticesinde elde
edilir.
İlim : Gerçeğe
uygun olan kesin inanç dan ibarettir.
"Erbab-ı hakayık
ilh..." Hakikat: Allah Teâlâ'nın sırlarını kalp ile müşahede etmekten ibarettir.
Hakikat, manevi bir sırdır ki, onun sınırı ve ciheti yoktur. Şeriat, tarikat ve
hakikat bir mânayadır. Allah Teâlâ'ya giden yolun bir zâhiri, bir de bâtını
vardır. Zâhiri: şeriat ile tarikattır. Batını ise; hakikattir. Şeriat ile
tarikattaki hakikatin gizli olması, sütte kaymağın gizli olması gibidir. Sütü
yaymadan kaymağını elde etmek mümkün değildir. Şeriat, tarikat ve hakikatten
maksat, kulun kendisinden istenilen şekilde kulluk vazifesini yerine
getirmesinden ibarettir. Futûhât-ı ilahiyye.
METİN
Sihir yapan ve
zındık hakkında:
4 - Sihir yapan ve
sihrin tesirine inanmak sebebiyle kâfir olan kimse kadın olsa bile yeryüzünde
fesat çıkartmaya çalıştığı için, esah olan kavle göre tevbe etmeden önce
yakalanırsa, yakalandıktan sonra tevbe etse bile tevbesi kabul edilmeyip
öldürülür. Tevbe ettikten sonra yakalanırsa tevbesi kabul edilip
öldürülmez.
5 - Zındık olması
sebebiyle kâfir olan ve insanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinen kimse,
tevbe etmeden önce yakalanırsa, yakalandıktan sonra tevbe etse bile tevbesi
kabul edilmeyip öldürülür. Tevbe ettikten sonra yakalanırsa tevbesi kabul edilip
öldürülmez.
Fetih'de: "Sihrin
tesirine inanan ile zındığın tevbelerinin kabul edilmeyip öldürülmeleri zahir-i
mezhebdir." diye zikredilmiştir.
6 - Adam boğmayı
âdet edinmiş kimsenin de tevbesi kabul edilmeyip -şerrinden insanları kurtarmak
için- öldürülür. Sirâc.
7 - Kâhinin hükmü,
sihrin tesirine inananın hükmü gibidir. Şümunni.
8 - İnsanları ilhâd
(sapıklığ)a dâvet eden mülhidin hükmü zındığın hükmü
gibidir.
9 - İbahinin hükmü
de zındığın hükmü gibidir. Molla Hüsrev'in Beyzavi Hâşiyesinde böyle
zikredilmiştir.
10 - Küfrünü
gizleyip Müslüman olduğunu söyleyen münâfığın hükmü de hiç bir dini kabul
etmeyen zındığın hükmü gibidir.
11 - Şarabın haram
olması gibi İslam dininde haram olduğu kesin olarak bilinen bazı şeylerin haram
olduğuna kalbiyle inanmadığı halde diliyle haram olduğuna inandığını söyleyen
kimsenin hükmü de zındığın hükmü gibidir. Bu bahsin tamamı
Fetih'dedir.
Yine Fetih'de
zikredilmiştir ki; sihrin haram olduğuna inansın veya inanmasın sihri öğrenip
yapan kimse kâfir olur ve öldürülür.
Hâniyye'nin Hazar
Bahsinde: "Sihrin tesirine inanmadığı halde tecrübe ve denemek için kullanan
kimse kâfir olmaz." diye zikredilmiştir. Şu halde musannıfın: "Mürted olan bir
müslümanın tevbesi kabul edilir. Ancak şu kimselerin tevbeleri kabul edilmez."
diye zikrettiği kimselerin adedi on bir olmuş olur.
İZAH
"Sihir yapan ve
sihrin tesirine inanmak sebebiyle kâfir olon kimse ilh..." Fetih'de
zikredilmiştir ki; sihir ehl-i ilim arasında ihtilafsız haramdır. Sihrin mubah
olduğuna inanmak küfürdür. Bizim Hanefî âlimlerinden, İmam Mâlik'den ve İmam
Ahmed b. Hanbel'den: "Sihrin haram olduğuna inansın veya inanmasın sihri öğrenip
yapan kimse kâfir olur ve öldürülür." diye nakledilmiştir. Çünkü Peygamber
Efendimiz:
"Sihir yapanın
haddi (cezası) kılıçla öldürülmesidir." buyurmuşlardır.
İmam Şâfii'ye göre;
sihir yapan kimse sihrin mubah olduğuna inanmadıkça kafir olmaz ve
öldürülmez.
Kahin:
Bazılarına göre
kâhin, sihir yapan kimsedir. Bazılarına göre ise, arrâfdır. Zan ve tahminle
gaybdan haber veren kimsedir. Bazılarına göre kâhin, cinlerden bir dostu olup,
kendisine bütün haberleri getirdiğini iddia eden kimsedir.
Kadı lyâz'ın
beyanına göre, Araplarda üç kısım kâhinlik vardı:
Birinci kısım;
kâhinin cinlerden bir dostu olup gökyüzünden aldığı haberleri ona bildirirdi. Bu
kısım Peygamber Efendimizin gönderilmesiyle bâtıl
olmuştur.
İkinci kısım;
kâhine cinni yeryüzünde olup bitenler, uzakta ve yakında meydana gelen gizli
şeyleri haber verirdi.
Üçüncü kısım;
kahinler müneccimlerdir. Bunlar yıldızlara bakarak bir takım hükümler çıkarmaya
çalışırlar. Bu kısımların hepsine kehânet denilir ve şeriat hepsinin yalan
olduğunu meydana çıkarmış, kâhinleri dinleyip tasdik etmeyi yasak
etmiştir.
T E N B İ H :
Astronomi ve Kozmoğrafya gibi gökteki varlıklardan bahseden ilimlerin kehânetle
bir ilgisi yoktur.
Bizim Hanefî
imamları: "Kâhin, eğer şeytanların kendisi için dilediği şeyi yaptıklarına
inanırsa kâfir olur. Şeytanların yaptıkları şeylerin hayalden ibaret olduğuna
inanırsa kâfir olmaz." demişlerdir.
İmam Şâfiî'ye göre;
kâhin, yıldızlara yakın olup, yapılmasını istediği şeyleri yıldızların yaptığına
inanması gibi küfrü gerektiren bir şeye inanırsa kafirolur. Küfrü gerektiren bir
şeye inanmazsa kâfir olmaz.
İmam Ahmed b.
Hanbel'e göre; kâhinin hükmü, sihrin tesirine inananın hükmü gibidir. Ondan bir
rivâyete göre öldürülür. Diğer bir rivâyete göre tevbe etmezse
öldürülür.
Sihir yapanın ve
kâhinin kâfir olup olmaması hususunda Şâfiî mezhebinden ayrılmamak
vâcibdir.
Sihir bilenin
öldürülmesine gelince; eğer sihir yapma işiyle uğraştığı bilinirse kendisine
tevbe etmesi çini mühlet verilmeden öldürülmesi vâcibdir. Çünkü yeryüzünde fesat
çıkarmaya çalışmaktadır. Eğer sihir yapma işiyle uğraşmaz ve küfrü gerektiren
bir şeye de inanmazsa yalnız sihri bilmesinden dolayı öldürülmez. Velhâsıl:
Sihri bilen kimse küfrü gerektiren bir şeye inanmadıkça kâfir olmaz. Nehir
sahibi kesin olarak bununla hükmetmiştir. Şârih de Nehir sahibine tâbi
olmuştur.
Sihir bilen kimse,
sihir yapma işiyle uğraştığı takdirde küfrü gerektiren bir şeye inansın veya
inanmasın mutlak surette öldürülür.
Hâniyye'de: "Bir
kimse karı ile koca arasını ayırmak için büyü yapar ve büyünün tesirine inanırsa
mürtet olur, öldürülür. Çünkü büyüden dolayı ayrılacaklarına inandığı için kâfir
olmuştur." diye zikredilmiştir.
El-Muhtârât'tan
naklen Nuru'l-Ayn'da zîkredilmiştir ki; bir kimse sihir yapar ve bu yaptığı şeyi
kendisinin yarattığını iddia ederse kâfir olur ve mürtet olduğu için
öldürülür.
Bir kimse sihir
yapar ve sihir yaptığını inkâr ederse, sihir yaptığı sâbit olduğu takdirde
insanlardan şerrini defetmek için tevbe etmesine müsaade verilmeden öldürülür.
Bir kimse sihrin tesirine inanmadığı halde tecrübe için sihir yaparsa kâfir
olmaz.
İmam-ı Azam'a göre,
sihir yapan kimse gerek Müslüman, gerek zimmî, gerek hür, gerek köle olsun sihir
yaptığını ikrar eder veya sihir yaptığı şahitle sâbit olursa, kendisine tevbe
etmesi için mühlet verilmeden öldürülür. Bazılarına göre sihir yapan Müslüman
ise öldürülür. Fakat kitâbi (gökten inen kitaplardan birine inananlardan) ise
öldürülmez.
Gözbağcılığı ile
tılsım, sihir değildir.
"Kadın olsa bile
yeryüzünde fesat çıkartmaya çalıştığı için ilh..." Yani sihir yapıp, sihrin
tesirine inanan kadın olsa bile yeryüzünde fesat çıkartmaya çalıştığı için
öldürülür. Sihrin tesirine inanıp mürtet olduğundan dolayı öldürülmez. Çünkü
bizim Hanefi mezhebine göre, mürtet olan kadın öldürülmez.
Müntekâ'da
zikredilmiştir ki; sihir yapıp sihrin tesirine inanan kadın da mürtet olan kadın
gibi dövülür, tevbe edinceye kadar hapsedilir. Nitekim Zeylaî'de de böyle
zikredilmiştir.
"Zındık olması
sebebiyle kâfir sayılan ilh..."
= Zındık, münâfık
dehri ve mülhid arasındaki fark beyanında =
Allâme İbn-i Kemal
Paşa risâlesinde zikretmiştir ki; zındık: Arap dilinde, "Allah Teâlâ'yı inkâr
eden, Allah Teâlâ'ya ortak koşan veya Allah Teâlâ'nın hikmetini tasdik etmeyen
kimselere" denilir.
Zındık ile mürtet
arasında umûm ve husûs min vech vardır. Çünkü bir kimse zındık olur, mürtet
olmaz: Asılda zındık olup, İslâm dininden dönmemiş olan kimse
böyledir.
Bir Müslüman mürtet
olur, zındık olmaz; Bir Müslüman'ın Hıristiyan veya Yahudi olması
böyledir.
Müslüman olan bir
kimse zındık olur.
Şeriat ıstılâhında
zındık: Küfrünü gizleyip Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve
itiraf eden kimsedir.
Küfrü gizlemekte
zındık, Münâfık, dehri ve mülhid ortak oldukları halde aralarındaki
fark:
Münâfık: Resûl-i
Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve itiraf etmeyen
kimsedir.
Dehri: Resûl-i
Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar etmemekle beraber, hadiselerin Allah
Teâlâ'ya isnadını da inkâr eden kimsedir.
Mülhid: İslâm
dininden, küfür yoluna sapan kimsedir. Mülhidin Allah Teâlâ'nın varlığını ve
Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve itiraf etmesi şart
kılınmamıştır. Bununla mülhid, dehriden ayrılmıştır. Mülhidin küfrü gizlemesi de
şart kılınmamıştır. Bununla da mülhid, münâfıktan ayrılmıştır. Mülhidin daha
önce Müslüman olması da şart kılınmamıştır. Bununla da mülhid, mürtedden
ayrılmıştır. Mülhid küfür fırkalarının tarif bakımından en genişidir. İbn-i
Kemal Paşanın sözü burada bitmiştir.
Ben derim ki: Bir
kimse gerek Müslümanlığı kabul ettikten sonra zındık olsun, gerekse Müslümanlığı
kabul etmeden asılda zındık olsun her iki surette de zındığın Resûl-i Ekrem
Efendimizin Peygamberliğini itiraf ve ikrar etmesi şart kılınmamıştır. İleride
Fetih'den naklen zikredilecektir ki, zındık hiçbir dini kabul etmeyen
kimsedir.
Zındığın hükmü:
Zındık ya insanları sapıklığa dâvet etmekle bilinir veya sapıklığa dâvet etmekle
bilinmez.
İnsanları sapıklığa
dâvet etmekle bilinmeyen zındık da üç vecih vardır: Ya asılda şirk üzerine
zındık dır; veya Müslüman olup sonradan zındık olmuştur, veyahut zimmî olup
sonradan zındık olmuştur. Asılda şirk üzerine zındık olan kimse Arap olmazsa
şirki üzerine bırakılır. Arap olursa şirki üzerine bırakılmaz. Ya Müslüman olur
veya öldürülür. Müslüman olup sonradan zındıklığı kabul eden kimse tekrar
Müslümanlığa geri dönmezseöldürülür. Çünkü mürted
olmuştur.
Zimmî olup sonradan
zındık olan kimse de hali üzerine bırakılır. Çünkü küfür bir
millettir.
İnsanları sapıklığa
davet etmekle bilinen zındık eğer yakalanmadan önce kendi isteğiyle tevbe edip
zındıklıktan dönerse, tevbesi kabul edilip öldürülmez. Yakalandıktan sonra tevbe
edip zındıklıktan dönerse, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bu bahsin tamamı
Tecnis'dedir.
"Tevbe etse bile
tevbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh..." "Tevbesinin kabul edilmemesi" ile
"dünyada kendisinden ölüm cezasını düşürmemesi" murad edilmiştir. Yoksa kendisi
ile Allah arasında tevbesinin kabul edileceğinde ittifak vardır. Şümunni
Risâle-i İbn-i Kemâl.
"İnsanları
zındıklığa dâvet etmesiyle bilinen kimse ilh..." Biri "Şeriat ıstılâhında
zındık: "küfrünü gizleyen kimsedir" diye tarif edilmiştir. Burada ise "zındık
olan kimse, insanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinirse" denilmektedir. Buna
göre bu iki ifade arasında zıtlık vardır. Çünkü bir kimse hem küfrünü gizleyecek
hem de insanları zındıklığa dâvet etmekle bilinecektir; bu nasıl olur?" diye
sorarsa, buna: "Zındık olan kimse küfrünü ve bozuk olan inancını yaldızlı
sözlerle süsleyip doğru gösterir ve insanları ona dâvet eder. Şu halde küfrünü
gizlemesi ile insanları yaldızlı sözlerle süslediği zındıklığa dâvet etmesi
arasında bir zıtlık yoktur." diye cevap verilir. İbn-i
Kemâl.
"Adam boğmayı âdet
edinmiş kimsenin de tevbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh..." Bir kimse bir defa
adam boğarsa öldürülmez. Musannıf: Cihad bahsinden önce "Bir kimse şehirde
birkaç defa adam boğarsa öldürülür; bir defa adam boğarsa öldürülmez"
demiştir.
Ben derim ki: Adam
boğanın burada zikredilmesi istitradi (asıl mevzudan olmayıp, münasebeti
gelmişken söylenen söz) dir. Çünkü asıl mevzu dünya ahkâmında tevbesi kabul
edilmeyen kafir hakkındadır.
Adam boğmayı âdet
haline getiren kimse ise kafir değildir. Bunun tevbesinin kabul edilmemesi
yeryüzünde fesad çıkarmasını önlemek ve insanları onun şerrinden kurtarmak
içindir.
Yol kesicinin hükmü
de. adam boğmayı âdet edinenin hükmü gibidir.
"Kâhinin hükmü,
sihrin tesirine inananın hükmü gibidir îlh..." Bir hadis-i
şerifde:
"Her kim bir arrâfa
veya bir kâhine gelir de onu söylediklerinde tasdik ederse, Hz. Muhammed
(S.A.V.)'e indirilene küfretmiş olur." buyurulmuştur.
= Kâhin ile arrâf
beyanında =
İmam Suyûtî'nin
Muhtasaru'n-Nihâye'sinde zikredilmiştir ki; kahin: İlerde olacak hadiselerden
haber aldığını ve sırları bildiğini iddia eden kimsedir.
Arrâf;
müneccimdir.
Hattâbî: "Arraf;
çalınan ve kaybolan malın yerini bulacağını iddia eden kimsedir."
demiştir.
Velhâsıl: Kahin,
çeşitli sebeplerle gaybı bildiğini iddia eden kimsedir. Bundan dolayı kâhin;
arrâf, remmâl ve müneccim gibi bir çok nevilere ayrılır.
Müneccim:
Yıldızların doğuş ve batışıyla ileride olacak hadiseleri bildiğini iddia eden
kimsedir.
Remmâl: Remil
denilen garip ilim yoluyla hüküm çıkaran, murad ve niyetleri haber veren
kimsedir.
Remil: Arabça kum
demektir. Remilciler eskiden kâğıt yerine kum kullandıkları, nokta ve çizgileri
parmakla kum üstüne çizdikleri için bu adı almışlardır. Sonradan bu işaretler
kağıt ve tahta üzerinde yapılır ve ona göre hüküm
çıkarılırdı.
Kâhin: Kendisinin
cinden bir dostu olduğunu ve kendisine ileride olacak hadiseleri haber verdiğini
iddia eden kimsedir.
Bu kısımların hepsi
şer'an zemmedilmiş, bunları yapanların ve yapanları tasdik edenlerin üzerine
küfürle hükmedilmiştir.
= Gaybı bildiğini
iddia edenin beyanında ==
Bezzâziye'de:
"Gaybı bildiğini iddia eden kimse de, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de
kâfir olur." diye zikredilmiştir.
Tatarhâniyye'de:
"Bir kimse: Ben çalınan malların yerini bilirim veya cinlerin bana haber
vermesiyle çalınan malların yerini haber veririm, dese kâfir olur." diye
zikredilmiştir.
Ben derim ki:
Peygamberlerin ve bazı velilerin ileride olacak hadiseleri haber vermeleri -hâşâ
kehânet yoluyla değil- Allah Teâlâ'nın vahiy veya ilham
yoluylâdır.
Hâsılı: Gaybı bilme
dâvâsında bulunma Kur'ân-ı Kerîm'in nassına (âyetine) muarızdır. Gaybı bilme
davâsında bulunan kimse kâfir olur. Ancak bu gaybı bilmeyi, vahy veya ilham gibi
Allah Teâlâ tarafından açık veya delâlet yoluyla olan bir sebebe isnad ederse
kafir olmaz.
Kezâ: Gaybı bilmeyi
Allah Teâla'nın yarattığı bir alâmete isnâd ederse kâfir
olmaz.
Hidâye sahibinin
"Muhtârâtü'n-Nevâzil" isimli kitabında zikredilmiştir ki; ilmi Nücûm, hadd-ı
zâtında güzeldir, mezmum değildir. İki kısımdır:
Birinci kısım hisab
iledir ve bu haktır. Bunun hak olduğunu Kitabullâh beyan etmektedir. Çünkü Hak
Teâla Hazretleri:
"Güneş ve ayın
hareketi hesap iledir." (Rahman Süresi : âyet :
5)buyurmuştur.
İkinci kısım
istidlâl iledir. Şöyle ki: Allah Tealâ'nın kaza ve kaderiyle seyir ve hareket
eden yıldızlarla hadiselerin olacağına istidlâl etmektir. Bu, doktorun nabza
bakıp bununla hasta olup olmadığına istidlâl etmesine benzer ki, bu kısım da
câizdir.
Eğer yıldızların
seyir ve hareketiyle meydana gelen hadiselerin Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderiyle
olduğuna inanmazsa yahut istidlal yoluyla değil demücerred ilm-i gaybı bildiğini
iddia ederse kâfir olur.
"İbâhinin hükmü de
zındığın hükmü gibidir ilh..." İbâhi; bütün haramların mubah olduğuna inanan
kimsedir. Haramların mubah olduğuna inanmak zındığın
inancıdır.
Fetavây-ı
Karii'l-Hidâye'de zikredilmiştir ki; zındık: Dünyanın bâkî olduğuna ve bütün
malların insanlar arasında ortak olduğuna inanan kimsedir.
İbn-i Kemâl'in
risâlesinde zikredilmiştir ki; tasavvuf dâvâsında bulunanlardan bazısı, yüksek
bir dereceye vasıl olduğunu, kendisinden ibadet ve tâatın düştüğünü ve kendisine
bütün günâhları işlemenin helâl olduğunu iddia eder. Böyle kimsenin
öldürülmesinin vâcib olmasında şübhe yoktur. Çünkü bunun dine zararı pek
büyüktür. Böyle bir davâda bulunmakla her şeyi mubah kılan kimse kapanmayan bir
kapı açmış olur ve bu kimsenin zararı haramların mubah olduğuna inanan kimsenin
zararından daha büyüktür. Çünkü haramların mubah olduğuna inanan kimse küfrünün
meydana çıkacağından korkmak bu sapık fikrini söylemekten çekinir. Bu kimse ise
ibâdet ve tâatın, haram ve helâlın dinde kendi derecesine ulaşamayan kimselere
mahsus olduğunu iddia edip bütün fâsıkları kendisi gibi yüksek mertebeye
ulaştıklarını iddiaya dâvet eder.
Bidatları açık olan
ehl-i ehvâ (sapık fırkalar) beyanında =
Temhîd'den naklen
Nuru'l-Ayn'da zikredilmiştir ki; sapık fırkaların bidatları küfrü gerektirecek
şekilde açık olursa, bu bidatlarından dönüp tevbe etmezlerse hepsinin
öldürülmeleri mubah olur. Eğer bu bidatlarından tevbe edip Müslüman olurlarsa
hepsinin tevbesi kabul edilip öldürülmezler. Ancak İbâhiyye, Gâliyye, Şiâ,
Karâmita, Zenâdika fırkaları gerek yakalanmadan önce tevbe etsinler, gerek
yakalandıktan sonra tevbe etsinler hiçbir suretle tevbeleri kabul edilmeyip
öldürülürler, Çünkü bunlar Allah Teâlâ'ya inanmazlar ki, tevbe edip
küfürlerinden dönsünler.
Bazılarına göre,
bunlar yakalanmadan ve küfürlerini açığa vurmadan önce tevbe ederlerse,
tevbeleri kabul edilip öldürülmezler. Yakalandıktan ve küfürlerini açığa
vurduktan sonra tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilmeyip
öldürülürler.
İmam-ı Azam'ın
kavli budur ve bu cidden güzeldir.
Sapık fırkaların
bidatı, küfrü gerektirmezse, hangi tazîr ile o bidattan menetmek mümkün olursa o
şekilde tazir etmek vâcib olur. Hapsetmeden ve dövmeden o bid'attan menetmek
mümkün olmazsa, hapsetmek ve dövmek câizdir
Kezâ: Bu sapık
fırkanın reisinin öldürülmeden bidatından menetmek mümkün olmazsa, onu
bidatından menetmek için siyaseten öldürülmesi câizdir.
Bir bidatcının
kuvveti bulunup insanları bidatına dâvet eder. Bidatını yaymaktan korkulursa -
her ne kadar bidatı sebebiyle küfrüne hükmolunmasa bile- fesadının tesiri dinde
umumi olduğu için hükümdarın onu siyaseten öldürtmesi
câizdir.
Bidat küfür olursa,
bidatçıların hepsinin öldürülmesi mubah olur. Bidat küfür olmazsa diğerlerini
menetmek için yalnız bidatı öğreten reisleri öldürülür.
"Bu bahsin tamamı
Fetih'dedir ilh..." Feth'in ibâresi şöyledir: Münâfığın tevbesinin kabul
edilmemesinin hükmü, zındığın hükmü gibidir. Çünkü zındığın tevbesinin kabul
edilmemesi hiç bir dine inanmamasından ibaret olan küfrünü gizlediği ve dili ile
açıkladığı tevbeye kalbiyle inanmadığı içindir. Münâfık da küfrünü gizlemekte
zındık gibidir. Buna göre zındığın ve münâfığın halini bilme yolu, ya bazı
kimselerin bunların haline muttali olmasıyla veya bunların kendi hallerini emin
oldukları kimselere gizli olarak bildirmeleriyledir.