CİZYE
FASLI
METİN
Cizye: Lügatta ceza
manasınadır. Çünkü cizye, öldürme yerine geçmektedir. Cemi "cizâ" dır. Lihye
(sakal) nin cemi lihâ olduğu gibi.
Cizye iki nevidir:
1 - Sulh yoluyla
konulan cizyedir. Bunun mikdarı şeriat tarafından tâyin edilmemiştir. Bunun
mikdarı sulh şartlarına bağlıdır. Bu mikdar haksızlıktan sakınmak için sonradan
değiştirilemez.
2 - Bir memleket
harb yoluyla zabtedilip müslüman olmayan ehalisi yurtlarında "tebea" olarak
bırakıldıktan sonra kendilerine konulan cizyedir. Bu nevide cizyenin mikdarı,
şahıslara göre üç derecede bulunur:
1 - Herhangi bir
kazanç yoluyla para kazanmaya muktedir olan fakirlere senede oniki dirhem cizye
konulur. Her ayda bir dirhem alınır. Bir kimsenin üzerine cizye konulabilmesi
için, senenin ekserisinde sıhatta bulunması kâfidir. Yenâbi, Hidâye.
2 - Orta hallilere
senede yirmidört dirhem cizye konulur. Her ayda iki dirhem alınır.
3 - Zengin olanlara
senede kırksekiz dirhem cizye konulur. Her ayda dört dirhem alınır. Cizyenin
böyle oniki ayda taksitle alınması kolaylığı beyan içindir, yoksa vâcib olduğunu
beyan için değildir. Çünkü cizyenin vâcib olması senenin ibtidasındadır.
Edasının vücubu, senenin sonundadır.
Onbin ve daha
ziyade dirheme mâlik olan zengin, ikiyüz ve daha ziyade dirheme mâlik olan orta
haili, ikiyüzden az dirheme veya hiç bir şeye mâlik olmayan fakir sayılır. Bunu,
İmam-ı Kerhî söylemiştir. Bu, kavillerin en güzelidir, itimad bunun üzerinedir.
İmam Ebû Cafer, bu hususta örfe itibar etmiştir. Esah olan da budur. Bu
sıfatların mevcud olmasında itibar senenin sonunadır. Çünkü cizyenin edasının
vücubunun vakti senenin sonudur. Bahır, Tatarhâniyye, Fetih.
İZAH
"Cizye faslı
ilh..." Cizye haracın ikinci nevidir. Haraç, arazi sahihleri müslüman olsalar
bile kendilerine vâcib olduğu için kuvvetli olmasından dolayı önce
zikredilmiştir, cizye böyle değildir. Yani cizye veren kimse müslüman olsa cizye
kendisinden düşer.
Haraç araziden
alınan vergide hakikattir. Haraç denildiğinde hatıra gelen arazi haracıdır.
Cizyeye haraç denilmez. Ancak kendisine bir ketime ekleyerek "haracurre's"
denilir. Cizyeye haraç denilmesi mecazdır.
"Cizye öldürme
yerine geçmektedir ilh..." Yani cizyeyi kabul eden kimseden öldürme düşer.
Bahir. Cizye, küfrün ukubeti (cezası) olarak vâcib olmuştur. Bundan dolayı cizye
denilmiştir. Cizye ve ceza bir mânâyadır. Ceza ise hem mükâfat, hem de mücâzat:
Ukubet manasınadır. Taatın sevabına ceza denildiği gibi masiyet (günâh) ın
ukubetine de ceza denir.
"Bu mikdar sonradan
değiştirilemez ilh..." Yani sulh yoluyla tâyin edilen mikdar sonradan ziyade ve
noksan edilmek suretiyle değiştirilemez. Dürer. Nitekim Peygamber Efendimiz
Yemen'e yakın hıristiyan olan Necran ahalisi ile senede ikibin kat elbise
üzerine anlaşmıştır.
Hz. Ömer (R.A.),
Hıristiyan olan Benî Tağlib kabilesi ile her birinden zekâtın iki katı alınmak
üzere anlaşmıştır. Bunun tafsili zekât bahsinde geçmiştir. Fetih.
"Para kazanmaya
muktedir olan fakirlere ilh..." Para kazanmaya muktedir olmak, üzerine cizye
konulan kimselerin hepsi hakkında şarttır. Bundan dolayı kötürümlere - her ne
kadar zengin olsalar bile - cizye lâzım gelmez. Keza senenin yarısında hasta
olanlar da cizyeye tâbi değildirler, iş yapmaya muktedir olduğu 'hakle
çalışmayan kimseden cizye alınır. Nitekim haraç arazisini boş bırakandan haraç
alındığı gibi.
"Cizyenin böyle
oniki ayda taksitle alınması kolaylığı beyan içindir ilh..." Muhît'ten naklen
Kuhistânî'de zikredilmiştir ki; üç imamımıza göre: Cizye senenin evvelinde
vâcibdir. Çünkü cizye, öldürmenin yerine geçmektedir. Zimmet akdiyle öldürme
düşer, öldürmenin yerine gecen cizye derhal vâcib olur. Ancak İmam-ı Azam'a
göre; kolaylık için hepsi senenin sonunda, İmam Ebû Yusuf'a göre; iki aylık
taksit iki ayın sonunda, İmam Muhammed'e göre; bir aylık taksit bir ayın sonunda
alınır. Velhâsıl, namaz vaktin evvelinde geniş olarak vâcib olup vaktin sonunda
edası vâcib olduğu gibi, cizye de senenin evvelinde genişi olarak vâcib olup
senenin sonunda edası vâcib olur..
"imam Ebû Cafer bu
hususta örfe itibar etmiştir ilh..." Yani halk kendi beldelerinde, kimleri
zengin, kimleri fakir, kimleri orta halli sayıyorsa, cizye konulmasında buna
itibar edilir. Meselâ Belh beldesinde elli bine sahip olan kimse zenginlerden
sayılır. Basra ile Bağdat'ta ise zengin sayılmaz. Kısaca her beldenin örf ve
âdetine itibar edilir. Fetih.
"Bu sıfatların
mevcud olmasında itibar senenin sonunadır ilh..." Bahır sahibi: "Bu sıfatların
senenin evvelinde mevcud olmasına İtibar edilmesi dahalâyıktır. Çünkü cizyenin
vâcib olmasının vakti senenin evvelidir." demiştir. Nehir sahibi: "Fukahâ, bu
sıfatların senenin sonunda mevcud olmasına itibar etmiştir. Çünkü cizyenin
ödenmesinin vâcib olmasının vakti senenin sonudur." diyerek bunu reddetmiştir.
Bundan dolayı fukahâ "Senenin ekserisinde zengin olandan zengin cizyesi, fakir
olandan fakir cizyesi alınır." demiştir. Eğer fakirlik, orta hallilik, zenginlik
gibi sıfatlara senenin evvelinde itibar edilseydi, senenin evvelinde zengin olup
senenin ekserisinde fakir olan kimseye zengin cizyesi vâcib olurdu. Halbuki
zengin cizyesi vâcib olmaz. Bir şeyin çoğunun bulunması hepsinin bulunması
gibidir. Yakında musannif zikredecektir ki; bir kimsenin cizyeye ehil olup
olmamasından cizyenin konulduğu zaman muteberdir. Binaenaleyh sene başında cizye
ile mükellef olmayanlar sene içinde mükellef olsalar bile artık o sene içinde
cizyeye tâbi olmazlar.
METİN
Cizye, kitab ehli
olan yahudiler ile hıristiyanlardan ve kendilerinde kitab ehli şübhesi bulunan
mecusîlerden, Arap olmayan putperestlerden alınır.
Sâmire taifesi,
yahudilere dahildir. Çünkü onlar, Hz. Musa (A.S.)'ın şeriatı ile amel ederler.
Frenk ile
Ermeniler, hıristiyanlara dahildir.
İmam-ı Azam'a göre.
Sabitlerin cizyeleri kabul edilir. İmameyn'e göre kabul edilmez. Hâniyye.
Mecûsiler, Arap
ırkından olsalar bile kendilerinden cizye alınır. Çünkü Peygamber Efendimiz,
Bahreyn'de Hecer denilen beldenin Mecûsilerinden cizye almışlardır. Arap olmayan
putperestlerin köle olmaları caiz olduğu için, kendilerinden cizye alınması da
caiz olmuştur.
Arap ırkından olan
putperestlerin cizyeleri kabul edilmez. Çünkü mucize haklarında pek acık olduğu
için ma'zeretleri kabul edilmez. Mürtedlerin cizyeleri de kabul edilmez.
Putperest olan Araplar ile mürtedler, ya müslüman olurlar veya öldürülürler.
Bunlara üstün gelirsek kadınları ve çocukları ganimet olur.
Çocuklar, kadınlar,
köleler, mükâtebler, müdebberler, ümmüveledin oğulları, kötürümler, felçliler,
çok yaşlılar, âmâlar, çalışamayan fakirler, insanlardan uzak bulunan rahiblerden
cizye alınmaz. Çünkü savaşda bunların öldürülmeleri caiz değildir. Cizye
öldürmeyi düşürmek içindir.
Haddâdi: "Cizye,
kesin olarak rahiblere vâcibdir." demiştir, ibn-i Kemâl "kıyâs, vâcib olmasıdır"
diye nakletmiştir. Bundan "rahiblere cizyenin istihsânen vâcib olmadığı"
anlaşılmıştır.
Bir kimsenin
cizyeye ehil olup olmamasında, cizyenin konulduğu zaman muteberdir. Bu bakımdan
hükümdar cizyeyi koyduktan sonra deli iyi olsa yahut köle âzâd olsa yahut çocuk
baliğ olsa yahut hasta iyi olsa, o sene bunlardan cizye alınmaz. Ama fakir cizye
konulduktan sonra zengin olsa, üzerine cizye konulur. Senenin İhtidasında âciz
olduğundan dolayı kendisine cizye konulmamıştı. Artık bu hal zail olmuştur.
İhtiyar.
Cizye, mülhidlerin
dediği gibi müslümanların kâfirlerin küfürlerine razı olmaları değildir. Bilâkis
cizye kâfirlerin küfürleri üzerine kalmalarının cezasıdır. İmâna davet etmek
için kâfirlere cizyesiz mühlet vermek câiz olduğu takdirde cizye ile mühlet
vermek evleviyetle caizdir. Nitekim Allah-ü Tealânın :
"Kâfirler, zelil ve
hakir olarak kendi elleriyle cizye verinceye kadar onlarla muharebe ediniz."
(Tevbe Sûresi, âyet: 29) âyet-i kerîmesi ve Peygamber Efendimizin Hecer
Mecûsilerinden, Necran Hıristiyanlarından cizye alıp kendilerini dinleri üzere
bırakmaları da, cizyenin caiz olduğuna delildir.
İZAH
"Kitab ehli ilh..."
Kitab ehli olanlar Arap ırkına mensub olsa bile kendilerinden cizye alınır.
Kitab ehliyle Yahudi ve Hıristiyanlar gibi Cenâb-ı Hak tarafından indirilen bir
kitaba inanan kimseler murad edilmiştir, Fetih.
"Samire İlh..."
Yahudilerden bir fırkadır. Hükümlerin ekserisinde Yahudilere muhalefet ederler.
Yaptığı bir buzağı heykelini tanrı diye gösteren ve ona taptıran Sâmiriy, Sâmire
kabilesindendi. Misbah.
"İmam-ı Azam'a
göre; Sabitlerin cizyeleri kabul edilir İlh..." İmam-ı Azam'a göre; Sabitler ya
Yahudilerden veya Hıristiyanlardan oldukları için kitab ehlidirler, İmameyn'e
göre; Sabitler yıldızlara taptıkları için kitab ehil olmayıp putperest
gibidirler. Bu üç imamımızın kavillerinden anlaşılmıştır ki, Sabiiler Arap
ırkındandır. Arap ırkından olmasalardı elbette ihtilâf etmezlerdi. Çünkü Arap
ırkından olmayanlar müşrik olsalar bile kendilerinden cizye kabul edilir. Fetih.
Nehir.
Bedâyı'dan naklen
Sâihânî'de zikredilmiştir ki; Sabitler, Arap ırkından olmadıkları takdirde
putperestler gibi olurlar ve kendilerinden cizye kabul edilir.
"Mecûsi ilh..."
Ateşe tapanlardır. Fetih.
"Çünkü mucize
haklarında pek açık olduğu için ilh..." Yani Kur'ân-ı Kerîm onların lisânı üzere
nazil olduğu için onların küfürleri diğer milletlerin küfürlerinden daha ağır
olduğundan bunlardan cizye alınmaz. Ya islâmiyeti kabul ederler veya
öldürülürler.
"Bunlara üstün
gelirsek kadınları ve çocukları ganimet olur ilh..."
"Çünkü Hz. Ebubekir
(R.A.) mürted olan Benî Hanîfe'nin kadınlarını ve çocuklarını esir edip
mücahidlerin arasında taksim etmiş, erkeklerinden de müslüman olmayanları
öldürtmüştür. Hidâye.
Fetih'de
zikredilmiştir ki; mürtedlerin çocukları ve kadınlarına esir edildikten sonra
İslâmiyet! kabul etmeleri için cebrolunur. Ama putperestlerinçocukları ve
kadınlarına İslâmiyet! kabul etmeleri için cebrolunmaz. Aralarındaki fark,
mürtedlerin çocuklarının babalarına tâbi olmasıdır. Babalarının cebrolunduğu
gibi çocukları da cebrolunur. Keza mürtedlerin kadınlarına da İslâmiyeti kabul
etmeleri için cebrolunur. Zira onlar daha önce islâmiyeti kabul etmişlerdi.
Zındık tevbe etmeden önce yakalanırsa öldürülür. Kendisinden cizye kabul
edilmez.
T E N B İ H : -
Fetih'de zikredilmiştir ki; fukahâ: "Zındık yakalanmadan önce gelerek kendisinin
zındık olduğunu haber verip tevbe ederse, tevbesi kabul edilir. Yakalandıktan
sonra tevbe ederse, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Çünkü zındıklar bâtıniyye
olup, batında söylediklerinin hilâfına inanırlar. Bu yüzden zındık öldürülür,
kendisinden cizye kabul edilmez." demişlerdir. Mürted babında geleceği üzere
bununla fetva verilmiştir.
Kuhistânî'de
zikredilmiştir ki; bidatcı kâfir olsa bile köle olamayacağı için kendisinden
cizye kabul edilmez. Bid'atım açıklayıp ondan dönmediği takdirde öldürülmesi
mubah olur. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Bazı fukahâ: "İbâhiyye, Şîa,
Karâmita, felâsifeden zenadika'nın tevbesi kabul edilmez." demişlerdir. Bazı
fukahâ "bidatcı, yakalanmadan ve bidatini açıklamadan önce tevbe ederse, tevbesi
kabul edilir. Bid'atım açıklamış olup yakalandıktan sonra tevbe ederse, tevbesi
kabul edilmez. Nitekim İmam-ı Azam'ın kavline göre kıyas da budur.
Ettemhîdîs-sâlimî'de de böyle zikredilmiştir.
"Çünkü savaşta
bunların öldürülmeleri caiz değildir ilh..." Cizyenin aslı öldürmeyi düşürmek
içindir. Harbte öldürülmesi vâcib olmayanlardan cizye alınmaz. Ancak reyleriyle
veya mallarıyla yardım ettikleri takdirde cizye vâcib olur. İhtiyar. Dürr-i
Müntekâ.
"Haddâdî ilh,.."
Yani çalışmaya muktedir olan rahiblerden cizye alınır. Çünkü onlarda çalışma
kudreti mevcuddur. Fakat onlar çalışma kudretini zayi etmektedirler. Nitekim
haraç arazisini boş bırakandan haraç alınır. Çalışmayan rahiblerden cizye
alınmaz.
Hâniyye'de
zikredilmiştir ki; Zahirü'r-Rivayet'e göre, rahiblerden ve keşişlerden cizye
alınır. İmam Muhammed'e göre; bunlardan cizye alınmaz.
"O sene bunlardan
cizye alınmaz ilh..." Çünkü cizyenin vâcib olduğu vakit, hükümdarın cizyeyi
koyduğu senenin başıdır. Çocukların baliğ olması kölelerin âzâd olması gibi
insanların halleri değiştiği için her sene başında hükümdar cizyeyi yeniler.
Cizye konulduktan sonra çocuk baliğ olsa veya köle âzâd olsa cizyenin vâcib
olduğu vakit geçmiş olduğu için o sene bunlardan cizye alınmaz. Valvaiciyye.
"Artık bu hal zail
olmuştur ilh..." Yani cizye verecek duruma geldiği andan itibaren senenin
ekserisi mevcud ise üzerine cizye konulur.
"Bilâkis cizye
kâfirlerin küfürlerinin üzerine kalmalarının cezasıdır ilh..." Cizye İslâmiyete
davet yollarının en güzelidir. Zira cizye verenler müslümanların arâsında ve
İslâmın güzelliklerini görüp müslüman olurlar. Kuhistânî.
METİN
Bundan sonra
musannif cizyenin küfürün cezası olduğunu açıklayarak diyor ki: Cizye ile
mükellef olan kimsenin -her ne kadar sene tamam olduktan sonra olsa bile-
müslüman olmasıyla yahut ölmesiyle yahut tedahül için tekrarıyla yahut âmâ yahut
yatalak yahut çalışamayacak derecede fakir, yaşlı veya kötürüm olmasıyla, düşer.
Bir kimse iki
senenin cizyesini peşin olarak verdikten sonra müslüman olsa, ikinci senenin
cizyesi kendisine geri verilir. Hulâsa. Bundan sonra musannıf kendisiyle
cizyenin düştüğü tekrarı beyan ederek der ki; bir zimmînin üzerinde iki senenin
cizyesi toplanmış olsa, cizyeler tedahül eder. Yani kendisine bir cizye lâzım
gelir. Esah olan kavle göre; ikinci senenin girmesiyle birinci senenin cizyesi
kendisinden düşer. Zira cizye arazi haracının aksine senenin evvelinde vâcib
olur. Ödemesi ise senenin sonunda vâcibtir. Sahih olan kavle göre; cizye gibi
haraç da sahibinin ölmesiyle veya tedahülüyle düşer. Bazılarına göre; haraç,
öşür gibi düşmez. Haraç ceza olduğu için lâyık olan birinci kavlin tercih
edilmesidir, öşür ise ceza olmayıp ibâdettir. Hâniyye sahibi: "Bu kavil İmam-ı
Azam'ındır." demiştir. Binaenaleyh mezheb budur. Hâniyye'de zikredilmiştir ki;
arazi sahibinin haracını vermeden önce arazinin mahsûlünden yemesi helâl
değildir.
Zimmî cizyesini
başkasıyla gönderirse esah olan kavle göre, kabul edilmez. Bizzat kendisi
getirip ayakta olduğu halde verir. Alan müslüman ise oturduğu halde alır ve
zimmînin boynuna sille vurarak "ey Allah'ın düşmanı cizyeni ver" der. "Ey kâfir
cizyeni ver" demez, Eğer "ey kâfir cizyeni ver" deyip bu sözle zimmî eza
duyarsa, böyle söyleyen müslüman günahkâr olur ve tâzîr edilir. Kınye.
Zimmîlerin İslâm
memleketinde muhtar olan kavle göre; köyde olsa bile yeni kilise, havra,
manastır, ateşgede, kabristan ve put yapmaları caiz değildir. Havî. Fetih.
Hükümdarın yıktığı değil kendi kendine yıkılan kilise veya havra eski binası
üzerine ziyade edilmeksizin yeniden yapılmasına müsaade edilir. Eşbâh. Eski
malzemesi kifayet ederse, bunun üzerine bîr şey ilave edilmez. Bu bahsin tamamı
Vehbâniyye şerhindedir. Eski kilise veya havralar fetih yoluyla alınan
beldelerde mesken olarak bırakılır. Sulh yoluyla alınan beldelerde yine kilise
veya havra olarak bırakılır. Bahır. Kuhistânî'de zikredilen buna muhaliftir.
İZAH
"Sene tamam
olduktan sonra olsa bile müslüman olmasıyla ilh..." Yani zimmi sene tamam
olmadan önce müslüman olsa, müslüman olmasıyla cizye kendisinden düşer. Sene
tamam olup ikinci sene girdikten sonra müslüman olsa, cizyesi müslüman olmasıyla
değil ikinci senenin girmesiyle düşmüştür. Çünkü senenin tekrarıyla cizye
tedahül eder.
"Bir kimse, iki
senenin cizyesini peşin olarak verdikten sonra müslüman olsa ilh..." İkinci
senenin cizyesini vâcib olmadan önce verdiği içinkendisine geri verilir. Birinci
senenin cizyesi kendisine geri verilmez. Çünkü onu vâcib olduktan sonra
vermiştir. Bu, "Cizyenin vâcib olması senenin evvelindedir." diyen zâtın kavline
göredir. Fetva da bunun üzerinedir. Valvalciyye.
"Ey kâfir cizyeni
ver ilh..." Bundan anlaşılmıştır ki. "Ey Allah'ın düşmanı" demek, yakasından
tutup sarsmak, boynuna sille vurmak da şübhesiz ona eziyet verir. Bundan dolayı
Şafiî muhakkıklarından bazıları: "Sünnette bunların aslı yoktur ve dört
halifeden hiç birisi de bunu yapmamıştır." demişlerdir.
"Yapmaları caiz
değildir ilh..." Havra, kilise ve manastır gibi eski tapınakların başka yere
nakledilmesine de izin verilmez.
"Muhtar olan kavle
göre; köyde olsa bile yeni kilise, havra ilh...". Fetva için muhtar ve sahih
olan kavil zikredildikten sonra zamanımızda herhangi bir kimsenin köylerde
zimmîlerin yeni kilise, havra veya manastır yapmaları hususunda fetva vermesi
helâl değildir. Muhtar olan kavle muhalif olarak fetva veren kimsenin fetvasına
bakılmaz. Onun fetvasıyla amel edilmez. Onun fetvası kabul edilmez. Böyle bir
kimse fetvadan menedilir.
Nehir'de
zikredilmiştir ki; ihtilâf Arap yarımadasının dışındadır. Arap yarımadasında
kesinlikle zimmiler köylerde olsa bile yeni kilise, havra ve manastır gibi
şeyleri yapmaktan men olunurlar. Çünkü bir hadîs-i şerifde:
"Arap yarımadasında
İki din bir arada toplanmaz." diye buyurulmuştur. Arap yarımadasındaki kiliseler
yıkılır. Kilise ehlinin orada oturmasına izin verilmez.
Ben derim ki: Söz,
İslâm memleketinde zimmîlerin yeni kilise ve havra gibi tapınak yapmaları
hakkındadır. Arap yarımadasında yeni kilise ve havra yapma şöyle dursun, eskiden
yapılmış olan kilise ve havralar yıkılır. Çünkü biraz önce geçen hadîs-i
şeriften dolayı müslüman olmayanların Arap yarımadasında oturmalarına müsaade
edilmez. Nitekim gelecektir. Fetih ile Essiyerü'l- Kebîr şerhinde bu hususta
geniş malûmat vardır.
Şehirlerin üç kısım
olması ve bunlarda yeni kiliselerin yapılması:
T E N B İ H :
Fetih'te zikredilmiştir .ki; şehirler üç kısımdır;
1 - Küfe, Basra,
Bağdat ve Vâsıt gibi müslümanlar tarafından kurulmuş olan şehirlerdir. Bunlarda
kilise, havra gibi tapınakların yapılması ittifakla caiz değildir.
2 - Müslümanlar
tarafından harp yoluyla alınan şehirlerdir. Bunlarda da yeni kilise ve havra
gibi tapınakların yapılması ittifakla caiz değildir.
3 - Müslümanlar
tarafından sulh yoluyla alınan şehirlerdir ki bakılır: Eğer yurtları ve
arazîleri kendi ahalisine bırakılmak şartıyla sulh yapılmış ise bu şehirlerde
kilise ve havra gibi tapınakların yapılması caizdir. Eğer yurtları ve arazileri
kendi ahalisine bırakılmamak şartıyla sulh yapılmış ise bu şehirlerde kilise ve
havra gibi tapınakların yapılması caiz değildir. Ancak sulh yapılırken yeni
kilise ve havra gibi tapınakların yapılmasını şart koşarlarsa, bu takdirde
bunların yapılması caiz olur.
Ben derim ki:
Yurtları ve toprakları kendilerine bırakılmak şartıyla sulh yapıldıktan sonra bu
şehirler müslümanların olsa, onları yeni kilise ve havra yapmaktan men ederler.
Daha sonra bu şehirlerde çok az müslüman kalsa, onların yeni kilise ve havra
yapmaları caiz olur. Müslümanlar tekrar o şehirlere geri dönseler, bu arada
onların yeni yapmış oldukları havra ve kiliseleri yıkmazlar. Nitekim
Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde de böyle zikredilmiştir.
Müslümanlar bîr
dar-ı harbi harb yoluyla alıp ahalisini zımmî yaptıkları takdirde onları yeni
kilise yapmaktan menetmezler. Çünkü zimmîlerî yeni kilise yapmaktan menetme,
içinde cuma namazlarının kılındığı ve hadlerin tatbik edildiği müslüman
şehirlerine mahsustur. Şehirleri müslüman şehri olunca, zimmîler yeni kilise
yapmaktan men olunurlar. Eski kiliseleri de kendilerine bırakılmaz. Nitekim harp
yoluyla alınan yerler mücahidler arasında taksim edildiği takdirde, kiliseler
zimmîlere bırakılmaz. Ancak kiliseler yıkılmayıp zimmîlere mesken olarak
verilir. Çünkü bunlar onların mülküdür. Ama onlara üstün gelmeden önce onlarla
sulh yapılırsa, eski kiliseleri kendilerine bırakılır. Şehirleri müslüman şehri
olduktan sonra bu şehirlerde yeni kilise yapmalarına müsaade edilmez.
T E T İ M M E : Bir
beldenin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğunda müslümanlar i!e zimmîler
ihtilâf etseler bakılır: Eğer o yerin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğuna
dâir eser bulunursa onunla amel edilir. Eğer eser bulunmazsa o yer zimmîlere
bırakılır.
Zimmîlerin bir
şehirde kilisesi bulunup zimmiler "yurdumuz ve arazimiz bizlere bırakılmak üzere
sulh olduk" diye iddia etseler, müslümanlar "hayır sizin yeriniz harp yoluyla
alınmıştır" deyip zimmîleri kilisede âyin yapmaktan men etmek isteseler, aradan
uzun zaman geçtiği için o yerin sulh veya harp yoluyla alınmış olduğu bilinmese
hükümdar fukahâ ve tarihçilere sorar. Eğer sulh veya harp yoluyla alınmış
olduğuna dâir bir eser bulunursa, onunla amel edilir. Eser bulunmaz veya eserler
değişik olursa bu hususta zimmîlerin sözü kabul edilip o yerin sulh yoluyla
alınmış olduğuna hükmedilir. Çünkü o yer onların elinde bulunmaktadır ve onlar
asılı iddia etmektedirler. Bu bahsin tamamı Es-Siyerü'l-Kebîr şerhindedîr.
"Hükümdarın yıktığı
değil kendi kendine yıkılan kilise veya havra eski binası üzerine ziyade
edilmeksizin yeniden yapılmasına müsaade edilir ilh..." Bu. müslümanlar düşmana
üstün gelmeden önce onlarla eski kiliseleri bak? kalmak üzere sulh yaptıklarına
göredir.
Hidâye'de
zikredilmiştir ki; binalar devamlı kalıcı değildir. İslâm hükümdarı gayr-ı
müslimlere kendi yurtlarını bırakınca onlara yıkılan kiliselerini tamir
etmelerine müsaade etmiştir. Ancak kiliseyi başka bir yere nakletmelerine
müsaade edilmez. Günkü kiliseyi başka bir yere nakletme gerçekteyeniden
yapmaktır.
"Eşbâh ilh..."
- Kilise haksız
olarak yıkılmış olsa bile tekrar yapılması caiz değildir. -
Ben derim ki:
Kilise, sebebsiz olsa bile kapatıldığı takdirde açılmaz. Nitekim bu, asrımızda
Kahire'de Hâret-i Zevile kilisesinde vâki olmuştur. Bu kiliseyi Kaadu'l-Kuzât
Şeyh Muhammed b. İlyas kapatmıştır. Bu zamana kadar açılmamıştır. Hatta
açılmasına dâir sultanın emri geldiği halde hâkim onu açmaya cesaret
edememiştir.
T E N B İ H :
Zimmîlere yıkılan kiliselerini aynı şekilde tekrar yapmaları için müsaade
etmemizden onlara "tekrar yapmaları için emretmemizin caiz olması" murad
edilmeyip bilâkis onları kendi dinleri üzerine bırakmamız murad edilmiştir,
Şürunbulâlî
kiliselerin hükmüne aid risalesinde İmam-ı Sübkî'den naklen zikretmiştir ki;
fukahânın "biz zimmileri kiliselerini tamir etmekten menetmeyiz" kavilleri,
bizim onlara "tamir etmeleri için emretmemizin caiz olması" mânâsına olmayıp,
bilâkis "onları kendi dinleri üzerine bırakırız" manasınadır. Buna göre onların
kiliseleri tamir etmeleri, şarab içmeleri gibi üzerinde devam ettikleri
günâhlardandır. "Kiliseyi tamir etmeleri onlar için caizdir" demiyoruz.
Hükümdarın veya hâkimin onlara "kiliseyi tamir edin" demesi ve bu hususta onlara
yardım etmesi helâl değildir. Hiç bir müslümanın da onlar namına bu işte
çalışması helâl değildir.
İmam-ı Sübki
tarafından nakledilenin biz Hanefilerin kaidesine uygun olduğu bilenler için
gizli değildir,
Sahabe-i Kiram
yahudilerle sulh yapmamıştır.
Sirâc-ı
Bülkînî'den: "Yahudilerin havrası hakkında ashab-ı kiram fütuhat zamanında
yahudilerle asla sulh yapmamışlardır." diye nakledilmiştir.
Ben derim ki: Bu
açıktır. Çünkü yahudilerin üzerine zillet ve meskenet mührü vurulmuş olduğu için
bütün beldeler hıristiyanların elinde bulunmaktaydı. Sonra Rahmetî'nin
haşiyesinde: "Zimmîler Tatar vakasında ahidlerini bozmuşlar ve hepsi
öldürülmüşlerdir. Şimdi kiliseleri haksız olarak durmaktadır." diye yazılmış
olduğunu gördüm.
- Yahudilerin
terkedilmiş havrasını hıristiyanların alması hususundaki mühim fetva hadisesi -
Benim bu mevzuyu
yazmama yakın bin iki yüz kırksekiz senesinde vâki olan fetva hadisesi şöyledir:
Yahudilerden "Yahûdî'l-Kurrâyîn" denilen bir fırkanın çok eskiden beri
kullanılmayan bir havrası vardı. Çünkü bu fırka Dımışk'da ölmüş ve nesilleri
kalmamıştı. Sonra bu fırkadan Dımışk'a garip bir yahudi geldi. Hıristiyanlar o
havrayı kilise yapmalarına izin vermesi için o yahudiye bir mikdar para
verdiler. O da izin verdi. O vakit Hıristiyanlar kuvvetli olduğu için
Yahudilerden bir cemaat bu hususta Hıristiyanlar! tasdik etti. Bu havra,
Yahudilere aid bir çok binalar bulunan "Hâre" denilen yerin içinde bulunuyordu.
Hıristiyanların maksadı bu "Hâre" yi satın alıp kiliseye katmaktı. Hıristiyanlar
bu havranın kilise yapılması için verilmiş olan iznin sahih olduğuna dâir fetva
istediler. Ben fetva vermedim ve bu "caiz değildir" diye kendilerine söyledim.
- Zamanımızda bazı
düşüncesiz kimselerin bu husustaki fetvası-
Dünya malına tamah
eden bazı düşüncesiz kimseler onlara bunun sahih ve caiz olduğuna dâir fetva
vermişlerdir. Kendilerine verilmiş olan fetvaya dayanarak maksadlarının şeriat
hükmüne uygun olduğunu beyan edip bu hususta kendilerine izin verilmesi için bu
hali veliyyül emre arz ettiler. İşin nereye vardığını bilmiyorum. Benim
söylediğim hususta şikayetim yalnız Allah-ü Teâlâ'yadır. İstinadgahım da ancak
Cenâb-ı Hak'tır.
Yahudilerin
ahidlerinde durmadıkları malûmdur. Onların eskiden kalmış havraları tapınak
olarak değil mesken olarak bırakılmıştır. Artık bırakıldığı gibi devam
edecektir.
Zimmi
hıristiyanlar, kâfir tatarlarla beraber olup, müslümanlarla savaştıkları için
onlar da ahidlerini bozmuşlardır. Artık kiliseleri hakkındaki ahidleri bakî
kalmadığı için şimdi haksız olarak kiliseleri bulunmaktadır. Peygamberimizin
aleyhinde söz söyleme bahsinde gelecektir ki, Şam'daki zimmîlere yeni havra ve
kilise yapmamaları, hiç bir müslümana sövmemeleri ve hiç bir müslümam
dövmemeleri şartı ile ahid verilmiştir. Şayet buna muhalefet ederlerse,
zimmetleri kalmayacaktır. Ehalisi kalmayıp içinde küfür icra edilmeyen bir
havranın içinde yeniden küfür icra edilmesi için yardım etmek caiz değildir
Şürunbulâli
risalesinde İmam-ı Karâfî'nin "yıkılan kiliseler yeniden yapılmaz. Kim bunlara
yardım ederse küfre razı olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür, diye fetva vermiş
olduğunu" zikretmiştir.
Yahudilerin
Hırıstiyanlara düşmanlıkları biz müslümanlara olan düşmanlıklarından daha
şiddetlidir. Yahudilerin havralarının kilise yapılmasına razı olmaları ve
Hıristiyanları tasdik etmeleri -yukarıda geçtiği üzere- onların kuvvetinden
korktukları içindir.
Biz müslümanlarca
her ne kadar küfür bir millet olsa bile bir fırkaya mahsus olan bir tapınağı, o
fırkadan hiç bir kimsenin o tapınağı başka bir cihete sarfetmesi câiz değildir.
Nitekim İslâmiyet bir millet olduğu halde meselâ Hanefilere vakfedilmiş olan bir
medreseyi hiç bir kimse başka bir mezhebin ehline vermeye mâlik değildir. Şam'ın
fethi zamanında 'hıristiyanlarla yapılan sulhta, o zaman mevcud olan
kiliselerinin bakî kalması ve yeni kilise, manastır yapmamaları şart
koşulmuştur. Hıristiyanların kendilerinin olmayan havrayı kiliseye çevirmeleri
yeni kilise yapmaktır. Dört mezheb imamı, zimmîlerin yeni kilise, havra ve
manastır yapmaktan men edilmeleri hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim
Şürunbulâlî mezheb imamlarının delillerininaklederek bu bahsi izah etmiştir
Zimmîler kendileri
için mesken olarak hazırlanmış bir haneyi kilise edinip orada toplansalar,
bundan men olunurlar. Çünkü bunda müslümanlara karşı gelme ve İslâm dinini hakir
görme vardır.
"Bu bahsin tamamı
Vehbâniyye şerhindedir ilh,.."
- Yıkılan
kiliselerin yeniden nasıl yapılacağı -
"Yıkılan kilise
veya havra, eski binası üzerine ziyade edilmeksizin yeniden yapılır" ifadesinin
mânâsı "kerpiçle yapılmış bir kilise yıkıldığında tuğla ile, tuğla ile yapılmış
bir kilise yıkıldığında taş ile, hurma ağacı ve dalları ile yapılmış bir kilise
saç ağacı île yapılamaz" demektir,
"Yıkılan bir kilise
ancak eski malzemesiyle yapılır" ifadesini mutemed kitablardan hiç birisinde
bulamadım. "Yıkılan kilise iade edilir" ifadesindeki "iade"nin şeriatta ve
lügatta "eski malzemesiyle yapılır" mânâsına olması bence acık değildir. Çünkü
İmam Muhammed'in ibaresinde "yıkılan kiliseler yapılır", Hâniyye'nin icâre
bahsinde "yıkılan kiliseler tamir edilir" şeklindedir. Bu ibarelerden yıkılan
kilisenin eski malzemesiyle yapılmasının şart olduğu anlaşılmamaktadır.
Yıkılan
kiliselerini tamir etmeleri şartıyla sulh yapılan zımmîler, kilise veya
havraları yıkıldığı takdirde eski binası üzerine ziyade edilmeksizin kerpiç ve
çamurla yeniden yaparlar, taş ve tuğla ile yapamazlar:
Hükümdar yeni
yapılmış veya eski binası üzerine ziyade edilmiş bir kilise gördüğü takdirde
yıktırır. Bundan anlaşılmaktadır kî, eski malzemesi aynı şekilde yapılmasına
kifayet ederse, bunun üzerine yeni bir şey ilave edilmez.
"Bahir ilh..."
Bahır'ın ibaresi Fethü'l-Kadir'de zikredilenin aynıdır. Şöyle kî: Bilmiş ol ki,
bütün rivayetlere göre köylerdeki eskiden yapılmış olan kiliseler ve havralar
yıkılmaz. Şehirlerde eskiden yapılmış olan kilise ve havralar hakkında İmam
Muhammed'in kavli muhteliftir, öşür ve haraç bahsinde "yıkılır", îcâre bahsinde
ise "yıkılmaz" demiştir. İnsanlar "yıkılmaz" kavli ile amel etmektedirler. Bu
kadar âlimler bu kadar zaman geçtiği halde îslâm memleketinde bir çok kilise ve
havraların hâlâ mevcud olduğu görülmektedir. Hiç bir hükümdar bunların
yıkılmasını emretmemiştir. Ashab-ı kiram zamanından beri böyle devam
edegelmiştir. Kilise veya havra bulunan bir sahrada şehir kurulup bunlar surun
içinde kalsalar lâyık olan yıkılmamalarıdır. Çünkü onlar sur yapılmadan önce
emâna hak kazanmışlardır. Kahire'nin içinde bulunan kiliseler de bunun üzerine
hamledilir. Yani bu kiliseler sahrada îdi. Kölemenler bunların etrafına sur
yaptılar. Şimdiki Kahire'de bulunan kiliseler bunlardır. İslâm hükümdarının
zimmîlerin aşikâr olarak yeni kilise yapmalarına müsaade etmesi mümkün değildir.
Buna göre Arap yarımadasından başka İslâm memleketinde el'an mevcud olan
kiliseler yıkılmaz. Çünkü bu kiliseler şehirlerde eskiden kalma ise şübhe yok ki
Ashab-ı Kiram veya Tabiîn şehirleri fethettikleri zaman bunları bilerek
bırakmışlardır. Bundan sonra bakılır: Eğer belde harp yoluyla alınmış ise
kiliselerin tapınak olarak değil mesken olarak bırakılmış olduğuna hükmedilir de
yıkılmaz. Fakat orada toplanıp âyin yapmalarına müsaade edilmez. Eğer beldenin
sulh yoluyla alınmış olduğu bilinirse, kiliselerin tapınak olarak bırakılmış
olduğuna hükmedilir. Orada âyin yapmalarına mâni olunmaz. Ancak âyini açıktan
yapmalarına müsaade edilmez.
METİN
Zimmîler
kıyafetlerinde, bineklerinde, eyerlerinde ve silâhlarında müslümanlardan
ayrılırlar Ata binemezler. Ancak İslâm hükümdarı zimmîlerden düşmanı defetmek
için harbe katılmalarını isterse, bu takdirde ata binmelerine müsaade edilir.
Zahire.
Merkebe binmeleri
caiz olduğu gibi katıra binmeleri de caizdir. Fetih'de zikredilmiştir ki;
zîmmilerin harbte ata, diğer zamanlarda merkebe ve katıra binmelerine müsaade
edilmesi mütekaddimîne göredir. Müteahhirîne göre; hiç bir şeye binemezler.
Ancak zaruretten dolayı binmelerine müsaade edilir.
Eşbâh'ta
zikredilmiştir ki; gerek merkep gerekse diğer herhangi bir hayvana binemezler.
Sarık saramazlar. Zaruretten dolayı merkebe binerlerse, müslümanların toplantı
yerlerine uğradıklarında inerler.
Zaruretten dolayı
ata binerlerse, örtü çıkıntılı palan gibi eyere binerler. Silâh kullanamazlar.
Küfür alâmeti olan yünden veya kıldan yapılmış parmak kalınlığında olan zünnarı
elbiseleri üzerine bağlarlar. Zîmmilerin her alâmetle ayrılmaları lâzım mıdır?
Bunda ihtilâf vardır. Sahih olan şudur: Eğer bir belde harp yoluyla alınmışsa,
her alâmetle ayrılmaları lâzımdır. Sulh yoluyla alınmışsa, sulh şartlarına göre
hükmolunur. Doğru olan kavle göre; mavi veya sarı olsa bile sarık sarınmaktan
menolunurlar. Nehir. Bahır'da da böyle zikredilmiştir. Yukarıda geçtiği üzere
Eşbâh'da da bu kavle itimad edilmiştir. Zimmîler ancak siyah uzun külah
giyerler. Zimmîler ipek zünnar bağlamaktan, yünden yapılmış biniş, iyi çuha,
ince hırka gibi kıymetli elbiseleri, ilim ehline ve eşrafa mahsus olan
elbiseleri giymekten menolunurlar. Müslümanlar yanında hürmet gören katiplik
mübaşirlik gibi hizmetlerden de men olunurlar. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
Hâvî'de
zikredilmiştir ki; zimmîlerle müslümanlar arasındaki her muamelede zimmîler
kendilerini daima zelil ve hakir görürler. Buna göre; yanlarında bir müslüman
ayaktayken onlar oturmaktan men olunurlar. Bahır. Onlara tazim etmek haramdır.
Onlarla musâfaha etmek de mekrûhdur. Onlara selâm verilmez. Ancak ihtiyaç olursa
verilir. Eğer onlar selâm verirlerse, cevabında "aleyküm" denilir,
"aleykümüsselâm" denilmez. Zimmîlere yol daraltılır, hanelerinin üzerinde alâmet
bulundururlar. Bu bahsin tamamı Eşbâh'ın "zimmî ahkâm"ındadır.
Şürunbulâlî'nin
Vehbâniyye şerhinde zikredilmiştir ki; zimmîlerin Mekke-i Mükerreme ve Medine-i
Münevvere'de oturmalarına müsaade edilmez. Çünkü bu yerler, Arap topraklarıdır.
Arap toprakları hakkında Resûl-i Ekrem Efendimiz:
"Arap yarımadasında
iki din bir arada toplanmaz." buyurmuşlardır. Bu yerlere ticaret için girmeleri
caizdir. Fakat uzun zaman kalmalarda müsaade edilmez.
Es-Siyerü'l-Kebîr'de
zikredilene göre; zimmîlerin Mescid-i Haram'a girmelerine müsaade edilmez.
El-câmiü's-Sağîr'de zikredilene göre müsaade edilir. Es-Siyerü'l-Kebîr İmam
Muhammed'in son telif ettiği kitabı olduğu için onda zikredilen kavil üzerinde
karar kılmış olduğu acıktır.
Hâniyye'de
zikredilmiştir ki; zimmîlerin köleleri değil kadınları da bellerine zünnar
bağlamakla müslüman kadınlardan ayrılırlar. Bir zimmî bir şehirde bir haneyi
satın almak isterse kendisine satılmaz. Şayet satın almış olursa, onu bir
müslümana satması için cebrolunur. Bazıları: "Cebrolunmaz, ancak çok satın
aldıkları takdirde cebrolunur." demişlerdir. Dürer.
Müftî Ebussûud'un
Ma'ruzât'ının namaz bahsinde zikredilmiştir ki;
- Zimmîlerin
şehirde müslümanlarla birlikte oturmaları -
Ebussûud
Hazretlerine "Bir mescidin etrafında hiç bir müslüman hanesi kalmayıp mescidi
kâfirlerin haneleri kuşatmış olup yalnız vazifeleri için imam ile müezzin onda
ezan okuyup namaz kılsalar kendilerine tâyin edilen ücret helâl olur mu?" diye
sorulmuş. O da: "Bu mescidin etrafındaki haneleri müslümanlar kıymetleriyle
acele olarak cebren satın alırlar." diye cevap vermiş. Sultan da böyle
yapılmasını emretmiş. Hâkimin de bu hükmü tehir etmesi asla caiz değildir.
Yine Maruzât'ın
cihâd bahsinde zikredilmiştir ki; Ebussûud Hazretlerinde "Zimmîler köle veya
cariyeyi hizmetçi olarak kullanmasınlar, diye padişahın fermanı sâdır olduktan
sonra bir zimmî köle veya cariyeyi hizmetçi olarak kullansa kendisine ne lâzım
gelir?" diye sorulmuş. O da: "O zimmî şiddetti tazîr ve hapsedilir." diye cevap
vermiştir.
Hâniyye'de
zikredilmiştir ki; zimmîler, hor ve hakir gördükleri işleri yapmakla
emrolunurlar. Hanelerini de üzerlerinde alâmet bulundurmak suretiyle
müslümanların hanelerinden ayırırlar.
İZAH
"Zimmîler
kıyafetlerinde ilh..." Yani zimmîler müslümanlara karışınca, müslümanlara
yapılan tazim ve hürmet onlara da yapılmaması için müslümanlardan ayrı kıyafette
bulunmaları lâzımdır. Ayrı 'kıyafette bulunmamış olsalar, onlardan biri yolda
ansızın ölür de üzerine cenaze namazı kılınabilir. Kıyafetlerinin ayrı olması
vâcib olunca, hakir ve zelil bir kıyafette bulunurlar. Tazim edilecek bir
kıyafette bulunamazlar. Sebebsiz olarak eza edilmeksizin onları alçaltmak
lâzımdır.
"Bineklerinde
ilh..." Nehir sahibi "Zimmîler hayvana bindikleri takdirde devamlı bir taraftan
binmek suretiyle binmede müslümanlardan ayrılırlar. Bunu kardeşimden işittiğimi
zannediyorum." demiştir.
Ben derim ki: Bu
böyledir. Allâme Kasım risalesinin kilise bahsinde zikretmiştir ki; Hz. Ömer
(R.A.) ordu kumandanlarına "zimmîleri kurşunla mühürlemelerini, onlar hayvana
bindikleri takdirde palan üzerine yan binmelerini" yazmıştır.
"Silâhlarında
ilh..." Musannıf bunda Dürer sahibine tâbi olmuştur. Bu ise metin sahihlerinin
"zimmîler silâh kullanmaz" ifadelerine münafidir. Meğer ki, "müslüman hükümdar
zimmîlerin harbe katılmalarını isterse bu takdirde silâhlarını müslümanlardan
ayrı takınırlar" mânâsına hamledilmiş olsun. Musannif "zimmîler silâhlarında
müslümanlardan ayrılırlar" ifadesiyle "silâh kullanamazlar" mânâsını murad
etmişse, bu da çok uzaktır.
"Katıra binmeleri
de caizdir ilh..." Yani katıra binmede izzet ve şeref olmadığı takdirde
zimmîlerin katıra binmesine müsaade edilir. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye
şerhindedir.
"Zaruretten dolayı
binmelerine müsaade edilir ilh..." Yani zimmî köye giderse veya hasta olursa
merkebe binmesine müsaade edilir. Fetih.
"Silâh
kullanamazlar ilh..." Çünkü silâh kullanmada izzet ve şeref vardır, izzet ve
şerefli olan her şeyden menolunurlar. Bu kaideden pek çok hüküm bilinir. Dürr-i
Müntekâ.
"Mavi veya sarı
olsa bile sarık sarmaktan menolunurlar ilh..." Bu Fetih'de zikredilene
muhaliftir. Fetih'de: "Maksad zimmîlerin bir alâmetle ayrılmaları olunca her
beldenin örf ve âdeti itibar edilir. Bizim memleketimizde alâmet sarıkladır.
Hıristiyanlar mavi, Yahudiler sarı sarınmaktadır. Beyaz sarınmak ise
müslümanlara mahsusdur." diye zikredilmiştir. Zahîriyye'de bildirilmiştir ki;
zimmîlerin sarık sarınmaları, ipek zünhar bağlamaları müslümanları üzer.
Zimmîler bu alâmetle ayrılmaktan men olunurlar. Tatarhâniyye'de zikredilen de
bunu te'yid eder. Şöyle ki: Zimmîler küçük külah giymekten menolunurlar. Siyaha
boyanmış bezden, astarlı uzun külah giymelerine müsaade edilir. Bu alâmet olarak
daha lâyıktır.
Ben derim ki: Bu,
İmam Ebû Yusuf'un Haraç kitabında "Zimmîler astarlı uzun külah giymeleri için
cebrolunurlar. Çünkü Hz. Ömer bununla emretmiştir. Sarık sarınmaktan
menolunurlar." diye zikredilene muvafıktır.
TENBİH: Fetih'de
zikredilmiştir ki: zimmîye kadınlar sokaklarda kıyafetleri ile tanınmaları için
yahudi kadınları çarşaflarının üzerine sarı bir bez, hıristiyan kadınları ise
mavi bir bez dikerler.
Keza zimmî kadınlar
hamamda da tanınmaları için boyunlarına demir halka takarlar. İhtiyar'da da
böyle zikredilmiştir.
Ben derim ki:
Zimmîye bir kadın müslüman bir kadına bakmada esah olan kavle göre yabancı erkek
gibidir. Binaenaleyh zimmîye bir kadın müslüman bir kadına asla bakamaz.
"Yünden yapılmış
biniş ilh..." Şimdi bu elbise, Kur'ân ve ilim ehline mahsus olduğu için zimmîler
bu elbiseyi giymekten menolunurlar. T.
"Zimmîler
kendilerini daima zelil ve hakir görürler ilh..." Bahır'da zikredilmiştir ki,
zimmîler müslümanlarla beraber bulunduklarında kendilerini hakir ve zelil
görmeleri lâzım olunca, müslümanların onlara tazîm etmemesi vâcibdir. Fakat
Zahîre'de zikredilmiştir ki. hamama gelen bir yahudinin parasına tamah ederek
bir müslümanın ona hizmet etmesinde bir beis yoktur. Kalbi İslâmiyete meyletsin
diye ona tazimde bulunmasında da bir beis yoktur. Bunlardan hiç 'birine niyet
etmezse ona hizmet veya tazîm etmesi mekrûhdur.
Keza kalbi
İslâmiyete meyletsin diye bir müslümanın bir zimmî için. ayağa kalkmasında bir
beis yoktur. Eğer kalbinin İslâmiyete meyletmesine niyet etmeksizin ayağa kalkar
veya zenginliği için ona tazimde bulunursa mekrûhdur.
Tarsûsî: "Bir
zimmînin zatına veya dinine tazîm için bir müslüman ayağa kalkarsa kâfir olur.
Çünkü küfre rıza küfürdür. O halde küfre nasıl tazîm edilir?" demiştir.
Ben derim ki:
Bundan şu anlaşılmıştır: Bir müslüman bir zimmînin şerrinden korktuğu için ayağa
kalkarsa, bunda bir beis yoktur. Hatta kesin olarak zarar geleceğini bilirse
ayağa kalkması vâcib, zann-ı galibine göre zarar geleceğini bilirse ayağa
kalkması müstehab olur.
"Zimmilere yol
daraltılır ilh..." Yani müslüman ile zimmî birbirleriyle karşılaştıklarında
ihanet için müslüman onu yolun en dar tarafına sevkeder.
"Hanelerinin
üzerinde alâmet bulundururlar ilh..." Yani zimmîler bilinip kendilerine dua ve
istiğfar edilmemesi için evlerinin üzerinde alâmet bulundururlar.
"Bu yerler Arap
topraklandır ilh..." Zimmilerin yalnız Mekke ile Medine'de değil, Arap
yarımadasının hiçbir yerinde oturmalarına müsaade edilmez.
Muvatta ve diğer
hadîs kitablarının tahricine göre metinde geçen hadîs-i şerifi Peygamber
Efendimiz vefat ettikleri hastalığında buyurmuşlardır.
"Onda zikredilen
kavil üzerinde karar kılmış olduğu açıktır ilh..."
Buna göre
"zimmîlerin Mescid-i Harama girmelerine müsaade edilmemesi" mezhebin mu'temed
kavli olmuş olur.
Ben derim ki: Fıkıh
metinlerinin Hazr ve İbâhe bahsinde "zimmîlerin Mescid-i Harama ve diğer
mescidlere girmelerine müsaade edilir" diye zikredilmiştir. Sarihin burada
"zimmîlerin Mescid-i Harama girmelerine müsaade edilmez" sözü İmam Muhammed,
İmam Şafiî ve İmam Ahmed'in kavilleridir.
Es-Siyerü'I-Kebîr'de
zikredilen İmam-ı Azam'ın değil yalnız İmam Muhammed'in kavlidir. Fıkıh
metinleri İmam-ı Azam'ın kavli üzeredir. Bilinmiş olduğu üzere fıkıh metinleri
mezhebi nakletmek için yazılmışlardır. Bu bakımdan metinlerde zikredilenlerden
sapılmaz.
İmam-ı Serahsî
Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde zikretmiştir ki; Ebû Süfyan imân etmeden önce
Medine'ye geldiğinde Mescid-i Nebeviyye'ye girmiştir. Bu, "müşriklerin hiçbir
mescide girmesine müsaade edilmez" diyen İmam Mâlik'in aleyhine biz Hanefilerin
delilidir.
İmam Şafiî:
"Müşrikler ancak ve
ancak necistirler. Binaenaleyh bu seneden sonra Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar." âyet-i kerimesinden dolayı "müşriklerin yalnız Mescid-i Haram'a
girmelerine müsaade edilmez." demiştir.
Biz Hanefilere
göre; kâfirler diğer mescidlerden menedilmedikleri gibi Mescid-i Haram'dan da
menedilmezler.
"Bir zimmî bir
şehirde bir haneyi satın almak isterse ilh..." Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde
zikredilmiştir ki; Hz. Ömer'in Basra ile Kûfe'yi şehir yaptığı gibi, bir islâm
hükümdarı zimmîlerin arazisinde müslümanlar için bir şehir kursa da zimmîler
oradan haneler satın alıp müslümanlarla beraber oturmak isteseler bundan
menedilmezler. Zira islâm dininin güzelliklerini görüp imân etmeleri için
onların zimmî olmalarını kabul ettik. Onların müslümanlara karışmaları ve
müslümanlarla birlikte oturmaları bu mânâyı gerçekleştirir.
İmam-ı Hulvanî:
"Zimmîlerin İslâm şehrinde hâne satın almaları az oldukları takdirdedir. Onların
sakin olmasıyla müslüman cemaat azalacak veya dağılacak olursa buna müsaade
edilmez. Zimmîlere şehrin bir kenarında oturmaları emrolunur." demiştir. Bu,
İmam Ebû Yusuf'un "Emâlî" ismindeki eserinde mevcuddur.
"Cebren satın
alırlar, diye cevap vermiş ilh..." Bu cevap imam-ı Hulvanî'nin kavline göredir.
Ebussûud Hazretleri "imam ile müezzin vazifelerini yaptıkları için tâyin edilen
ücret kendilerine helâl olur." diye cevap vermesi lâzım iken sorulana cevap
vermemiştir.
Ben derim ki: Bu
acık olduğu için buna cevap vermeyip daha mühim olanı bildirmiştir. Buna
belagatta "üslûbü'l-hakîm (hikmetli söz söyleme tarzı)" denir.
METİN
Zimmîler şehirde
müslümanlar arasında oturmak için ev kiralamak isteseler, kendilerinden kira
almak menfaati bizlere aid olduğu için ve müslümanların güzel muamelelerini
görüp müslüman olmaları için kiralamaları caizdir. Fakat İmam-ı Hulvanî:
"Onların oturmalarıyla müslümanlarınazalmaması şartıyla kiralamaları caizdir."
demiştir. Onların oturmalarıyla müslümanlar azalacak olursa, müslümanlardan
ayrılıp müslümanların bulunmadığı bir tarafda oturmakla emrolunurlar. Bu,
Zahîfe'den naklen Bahır'da imam Ebû Yusuf'dan hıfz ve rivayet edilmiştir.
Eşbâh'ta
zikredilmiştir ki; zimmîlerin şehirde müslümanlar arasında oturmalarında ihtilâf
vardır. Mu'temed olan kavle göre; müstakil bir mahallede oturmaları caizdir.
Bunu musannıf ve diğerleri ikrar etmiştir. Fakat Şeyhülislâm Cûyzâde, zimmîlerin
müstakil bir mahallede oturmalarını reddederek: "Eşbâh sahibi yanlış anlamıştır.
Galiba Zahîre'nin "nahiye" kavlini "mahalle" mânâsına anlamıştır. Halbuki böyle
değildir." demiştir.
Timurtâşî,
Nesefî'den naklen İmam Şafiî'nin "Zimmîlerin müstakil bir mahallesi olmaması
için, müslüman şehirlerindeki hanelerini satmaları, şehirden çıkıp haricinde
sakin olmaları kendilerine emrolunur." dediğini naklettikten sonra Câmiu's-Sağîr
şerhinde açıklamıştır ki; zimmîlerin müslüman şehirlerinden men olunmalarından
maksad, şehirde oturdukları müstakil bir mahalleleri ve orada müslümanların
kuvveti gibi kuvvet ve askerleri olmasıdır. Ama müslümanlar arasında zelil ve
hakir olarak oturmaları böyle değildir. Fetâvây-ı Üskûbî'de de böyledir.
-Zimmîlerin ahdini
bozup bozmayan haller -
Zimmîlerin harb
için bir yeri ele geçirmeleriyle yahut dar-ı harbe gitmeleriyle, yahut cizyeyi
kabulden imtina etmeleriyle yahut nefsini müşrikler için casus kılıp meselâ bir
müsteminin bir sene İslâm memleketinde ikâmetiyle kendisine cizye konulup
maksadı müslümanların aleyhine kâfirler için casusluk yapmak gibi müslümanların
haber ve sırlarını bildirmek için gönderilmiş olmasıyla işte bu dört surette
ahitleri bozulur. Casusluk için göndermiş olmazlarsa ahdi bozulmaz. Mahît'in
kelâmı bu kavil üzerine hamlolunur. Bu dört surette zimmî bütün hükümlerde
mürted gibidir. Şu kadar var ki, zimmî esir edilse köle olur. Mürted ise
öldürülür. Tekrar zimmeti kabul etmesi için kendisine cebredilmez. Mürted ise
İslâmiyeti kabul etmesi için kendisine cebrolunur. Zimmînin "ben ahdi bozdum"
demesiyle ahdi bozulmuş olmaz. Ama harbî (kâfir) nin "ben emânı bozdum"
demesiyle emân bozulmuş olur. Bahir. Fetih.
Zimmînin cizyeyi
vermekten imtina etmesiyle ahdi bozulmuş olmaz. Yukarıda geçtiği üzere cizye
konulurken kabulünden imtina etmesiyle ahdi bozulmuş olur. Aynî, "Vâkıât'tan"
cizyeyi vermekten imtina edenlerin öldürülmelerinin caiz olduğunu "nakledip 'bu
üç imamın kavlidir" demiştir. Fakat bu, Bahır'da zayıf görülmüştür. Bir zimmînin
müslüman bir kadına tecavüz etmesiyle yahut bir müslümanı öldürmesiyle yahut bir
müslümanı din cihetinden fitneye düşürmesiyle yahut yol kesmesiyle ahdi bozulmuş
olmaz. Peygamber Efendimize dil uzatmasıyla da ahdi bozulmuş olmaz. Çünkü ahde
yakın olan asıl küfrü ahid yapılmasına mâni olmaz. Artık asıl küfrü üzerine
Peygamber Efendimiz (SAV.)'e dil uzatmasıyla zâid olan küfrü ahdini bozmaz. Bir
müslüman Peygamber Efendimiz (SAV.)'e dil uzatırsa, öldürülür. Nitekim ileride
gelecektir.
Bir zimmî islâm
dinine yahut Kur'ân-ı Kerîm'e yahut Peygamber Efendimiz (SAV.)'e dil uzatırsa,
kendisine icab eden ceza tatbik edilir. Aynî Peygamberimize dil uzatan zimmînin
muhtar olan kavle göre öldürülmesidir." demiştir, ibn-i Hümam da Aynî'ye tâbi
olmuştur.
Şarih der ki: Bu
öldürme kavliyle ancak şeyhimiz Remli Hayrüddin fetva vermiştir, imam Şafiî'nin
kavli de budur. Bundan sonra Müftî Ebus-sûud'un Maruzât'ında gördüm ki; zimmînin
Peygamber Efendimize dil uzatma âdeti ise öldürülmesini söyleyen imamların
kavliyle amel edilmesine dâir sultanın emri vârid olmuştur ve bununla Ebussûud
Hazretleri fetva vermiştir. Bundan sonra yine Müftî Ebussûud: "Hıristiyan olan
Bişr'e Peygamberiniz İsa (A.S.) veled-i zinadır." diyen Yahudi Bikr
Peygamberlere dil uzattığı için öldürülür." diye fetva vermiştir.
Şarih der ki: ibn-i
Kemâl'in Hadîs-i Erbain'ininin otuz dördüncü:
"Ey Âişe lanet gibi
fena söz söyleme." hadîs-i şerifinde "Biz Hanefilere göre hak olan; Peygamber
Efendimize alenî dil uzatan bir zimmînin öldürülmesidir." diye açıkladığı bunu
teyid eder. Bu, Zahîre'nin Siyer'inde tasrih edilmiştir. Şöyle ki: imam Muhammed
Peygamber Efendimize alenen dil uzatan kadının öldürülmesinin caiz olduğunu
beyan için "Ömer b. Ady Mervan kızı Asma'nın Resûl-I Ekrem Efendimize dil
uzatarak eza cefa ettiğini işitince onu geceleyin öldürmüş, Peygamber Efendimiz
onu bu fiilinden dolayı methetmiştir." diye rivayet edilen hadîs-i şerif ile
istidlal etmiştir. Bu böylece bilinmelidir.
İZAH
"Zimmîler şehirde
müslümanlar arasında oturmak için ev kiralamak isteseler ilh..." Musannıf
zimmîlerin hâne satın alma hakkında olan bahsi bitirince hâne kiralamaları ile
ilgili bahse başlamıştır. Musannıfin kelâmından anlaşılmıştır ki, bunların
arasında fark vardır. Şöyle ki: Bir zimmî müslüman şehrinde bir hâne satın
aldığında satması için kendisine cebrolunur. Halbuki mu'temed olan kavle göre;
kiralama ile satın alma arasında fark yoktur. Ancak asıl ibare satın alma
hakkındadır.
"Orada
müslümanların kuvveti gibi ilh..." Yani kendilerini müdafaa edecek bir kuvvetin
bulunması ancak müstakil bir mahallede oturmalarıyla mümkün olur. Bu yüzden
böyle müstakil bir mahallede oturmaktan men olunurlar. Ama müslümanlar arasında
dağınık, zelîl ve hakir olarak oturmalarına mâni olunmaz.
TENBİH: -Zimmîler
binalarını müslümanların binalarından yüksek yapmaktan men olunurlar
-
Dürr-i Müntekâ'da
zikredilmiştir ki; zimmîler binalarını müslümanların binalarından yüksek veya
müsavi yapmaktan men olunurlar. Zimmîlerin yüksek olan eski binaları yıkılmaz.
Remli Hayreddin'e
"Bir yahudinin bir müslümanın odası üstünde bir odası bulunsa, müslüman
kendisinden yüksekte bulunduğu için onu orada oturmaktan men etmek istese men
etme hakkı var mıdır?" diye sorulduğunda: "Men etme hakkı yoktur. Çünkü fukahâ
zimmîlerin mâlik oldukları eskiden kalma haneleri müslümanların hanelerinden
yüksek olsa yıkılmadığı müddetçe yıkılmamasını ve onlarda oturmalarını caiz
görmüşlerdir. Kendi-kendine yıkıldığı takdirde eskisi gibi yüksek olarak
yapılmasına müsaâde edilmez.", diye cevap yermiştir. Zimmîler yüksek binalarda
hırsızdan korunmak için otururlarsa buna mâni olunmaz. Çünkü onlar Dununla
müslümanların yüksek olmayı değil korunmayı kasdetmişlerdir. Müslümanlardan
üstün olmak istediklerinde men olunurlar.
Kaariü'l-Hidâye
Fetâvâ'sında; "Zimmîler muamelelerde müslümanlar gibidir. Bir müslümanın
mülkünde yapması caiz olan şeyi onların da yapması caizdir. Bir müslümanın
mülkünde yapması câiz olmayan şeyi onların da yapması caiz değildir. Ancak
binasını yükselttiği takdirde komşusunun ışık ve havasına mâni olma gibi bir
zarar hâsıl olacak olursa buna müsaade edilmez. Bu. mezhebin zahir olan
kavlidir." demiştir.
İmam Ebû Yusuf
Haraç kitabında zikretmiştir ki: Kaadının zimmîleri müslümamlar arasında
oturmaktan men edip, onlara ayrı olarak oturmalarını emretme hakkı vardır.
Kaariü'l-Hidâye: "Ben bununla fetva veririm." demiştir. Yani kaadının zimmîlerin
müslümanlar arasında oturmalarına mâni olma hakkı olunca, onları yüksek
binalarda oturmaktan men etme hakkı evleviyetle vardır. Zimmîlerin binalarını
müslümanların binalarından yüksek yapmaları ve müslümanlar arasında yüksek
binalarda oturmaları caiz değildir. Hatta müslüman mahallelerinde oturmalarına
müsaade edilmez.
Hâvî'de
zikredilmiştir ki: Zimmîlerin kendileri ile müslümanlar arasındaki her muamelede
zelil ve hakîr olmaları vâcibdir. Binalarının müslüman olan komşularının
binalarından yüksek olması hakîr ve zelîl olmalarına muhaliftir.
Fetih'de
zikredilmiştir ki: Müslümanlardan üstün olduğunu söyleyen bir zimmîyi hükümdarın
öldürmesi helâldir. İmam Şafiî: "Zimmîleri üstünlükten men etmek vâcibdir. Bu
Allah'ın hakkı ve dine tazimdir." demiştir. Biz Hanefilerin kaidesi de böyledir.
Yukarıda geçtiği üzere zimmîye tazim etmek haramdır. Zimmînin üstünlüğüne razı
olma ona tazim etmektir. Bu mahalde bana zahir olan budur, işin hakikatim
Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
"Ahidleri bozulur
ilh..." Yani zimmîler ahidlerinin bozulmasıyla müslümanlara karşı düşman
olurlar. Zimmet akdi. onların düşmanlık şerrini def içindir.
"Zimmilerin harb
için bir yeri ele geçirmeleriyle ilh..." Yani zimmîlerin İslâm beldelerinden
birini zorla elde ederek harbe cür'et etmeleriyle ahidleri bozulmuş olur.
Zimmîler. kendilerince doğru görülen bir delile dayanarak hükümdara karşı isyan
edenlerle beraber olup savaşta onlara yardım etseler ahidleri bozulmaz. Zeylaî.
"Cizyeyi kabulden
imtina etmeleriyle ilh..." Yani cizyeyi kabul etmemeleriyle ahidleri bozulmuş
olur. "Cizyeyi kabul etmemek ancak cizye ilk defa konulurken mümkündür. O zaman
da ise zimmet akdi yok ki bozulmuş olsun." denilirse; "Babasına tâbi olmakla
zimmî olan bir çocuk, büyüyüp de sene başında kendisine cizye konulmak
istenildiğinde cizyeyi kabulden imtina edecek olsa babasına tâbi olarak
kendisine sabit olan zimmeti bozmuş olur." diye cevap verilir. T.
"Muhit'in kelâmı bu
kavil üzerine hamlolunur ilh..." Muhît'in ibaresi şöyledir: Bir zimmî
müslümanların ayıplarını ve sırlarını düşmana haber verse yahut müslümanlardan
birini öldürmek istese zimmet ahdini bozmuş olmaz.
"Bütün hükümlerde
mürted gibidir ilh..." Yani bir zımmi, ticaret gibi maksadla olmaksızın
müsadesiz olarak dar-ı harbe çıkıp gitmekle dar-ı harbe girdiğine hüküm olunsa,
zimmeti bozulmuş olup hakkında mürted ahkâmı geçerli olur; İslâm memleketinde
bırakmış olduğu zimmîye zevcesi kendisinden boş olur. İslâm memleketinde bulunan
malları veresesi arasında taksim edilir. Sonra pişman olarak İslâm memleketine
gelirse zimmeti avdet eder. Fetih. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Mürted ise
öldürülür ilh..." Çünkü onun küfrü ağır ve şiddetlidir. Bahır.
"Ben ahdi bozdum
demesiyle ahdi bozulmuş olmaz ilh..." Yani zimmet ahdi mücerred söz ile
bozulmayıp fiil ile bozulur. Ama harbî (Pasaportlu kâfir) "ben emânı bozdum"
dese, mücerred söz ile emân bozulmuş olur. .
Ben derim ki:
Galiba bunlar arasındaki fark harbînin emânı mu-olup devamlı değildir. Bundan
dolayı harbî istediği zaman memleketine dönebilir. Fakat zimmet ahdi devamlıdır.
Zimmînin bundan dönmesi sahih değildir. Bundan dolayı zimmînin dar-ı harbe
gitmesine müsaade edilmez. Zimmî İslâm hükümdarının kahrı altında bulunduğu
müddetçe cizye vermesi için kendisine cebrolunur.
"Aynî, Vâkıât'tan
ilh..." Ayni: "Hüsamüddin'in Vâkıât'ında zikredilen rivayete göre; zimmîler
cizyeyi vermekten imtina ettikleri takdirde ahidleri bozulmuş olup kendileriyle
savaşılır. Bu üç imamın kavlidir." demiştir. Bunun rivayet ve dirayet cihetinden
zayıf olduğu bilenler için gizli değildir. Bahır.
Ben derim ki:
Rivâyet cihetinden zayıf olmasının vechi, metinlerde yazılı olan mezhebin meşhur
rivayetine muhalif olmasıdır, dirayet cihetinden zayıf olmasının vechi öldürmeyi
defeden ahid bakî olduğu için cizyenin kendilerinden zorla alınmasıdır.
Vâkıât'taki rivayet
"Zimmîler bir yeri zorla ele geçirip harbe cüret ettiklerinde kendilerinden
cizyeyi almak ancak savaş ile mümkün olur." diye tevil edilebilir.
"Bir zimmînin
müslüman bir kadına tecavüz etmesiyle ilh..." Zimminin ahdi bozulmaz. Fakat
kendisine had tatbik edilir.
Keza bir zimmî bir
müslüman kadını nikâhlasa ahdi bozulmaz. Fakat nikâhtan sonra bir müslüman olsa
bile nikâh bâtıldır. Zımmı ve kadın tazir edilir. İkisinin arasını bulan kimse
de ta'zîr edilir. Bahır.
-Peygamber
Efendimize dil uzatan zimminin hükmü-
"Peygamber
Efendimize dil uzatmasıyla ilh..." Yani bîr zimmi Peygamber Efendimize alenen
dil uzatmadığı takdirde ahdi bozulmaz. Alenen dil uzatır, veya dil uzatmayı âdet
edinirse, kadın olsa bile öldürülür. Bugün bununla fetva verilir. Dürr-i
Müntekâ.
Remlî Hayrüddin:
"Bu gibi hallerden dolayı zimmet ahdinin bozulması şart koşulmadığı takdirde
ahdi bozulmaz. Zimmet ahdinin bozulması evvelce şart koşulmuş ise bu haller ile
ahid bozulur." demiştir.
Ben derim ki: İmam
Ebû Yusuf'un Haraç kitabında zikredilmiştir ki: Ebû Ubeyde (R.A.) Şam ahalisi
île eskiden kalma kilise ve havraların bırakılması, yeni kilise ve havra
yapılmaması, hiç bir müslümanın sövülüp dövülmemesi şartı ile sulh yapmıştır.
Allâme Kâsım'ın,
Hilâl, Beyhâki ve diğerlerinden rivayet ettiği ahidnâmenin sonunda şu ifadeler
vardır:
Ebû Ubeyde (R.A.);
"Ben sulh yaptığım zımmilerle beraber Hz. Ömer (R.A.)'e ahidnâmeyi getirdiğimde
Hz. Ömer (R.A,) zimmilere ilave olarak şunları yazdırdı" demiştir
Bizim ve kendi
milletimizin aleyhine müslümanların lehine olarak hiç bir müslümanı dövmemek
şartıyla sulh yapıp müslümanların emânını kabul ettik, Eğer müslümanların lehine
ve kendi aleyhimize tekeffül ettiğimiz şartlardan herhangi birine uymayacak
olursak zimmetimiz kalmayacak ve diğer kâfirler gibi kanımız helâl olacaktır.
Hilâl'in rivayetine
göre. Hz. Ömer (R.A.) Ebû Ubeyde (R.A.)'a; "Onlara istediklerini ver ve kendi
aleyhlerine şart koştuklarına "bizim esirlerimizden hiç birini satın
almayacaklar ve bir müslümanı kasden dövdüklerinde ahidleri bozulacaktır
"şartlarını da ilave et." diye yazmıştır.
Şürunbulâlî,
risalesinde ahîdnâmeyî tamamiyle zikrettikten sonra "Kaadı Bedrüddin-î
Karâfî'nin naklettiği gibi bütün mezheblerin fukahâsı buna itîmad etmiştir.
Bundan sonra zîmmîler benim zamanımda yeni kilise yapmakla ahidlerini
bozmuşlardır." demiştir. Risalesini bunun hakkında telif etmiştir. Şürunbulâlî
risalesinde Hz. Ömer (R.A.)'in ilave ettiği şartları zikrettikten sonra: Bu,
"zîmmiler müslümanlara karşı yükseklik taslayıp inat ettikleri için ahidleri
bozulmuştur" diyen Kemâl b. Hümam'a delildir." demiştir.
"Cihâd kıyamete
kadar devam edecektir." hadîs-i şerifinin gereğince her İslâm hükümdarı bir
beldeyi harp yoluyla aldığı zaman Hz. Ömer (R.A.)'in şart koştuğu maddeleri şart
koşmamıştır. Bundan dolayı İslâm hükümdarları Hz. Ömer (R.A.)'in Şam ve diğer
fethedilen yerlerin ahalisine şart koştuğu maddeleri açık olarak zikretmeyi
bırakmışlardır.
İslâm hükümdarı
harp yoluyla aldığı yerin ahalisine Hz. Ömer (R.A.)' in şart koştuğu maddeleri
şart koşmuş olduğu bilinmedikçe o maddelerin hükmü o yerin ahalisine tatbik
edilemez.
Velhâsıl: Bir zimmî
bir müslüman kadına tecavüze yahut müslüman kadınla nikâh akdine yahut bir
müslümanı dininden çıkarmaya yahut yol kesmeye yahut Resûl-i Ekrem hakkında dil
uzatmaya cesaret edecek olsa bakılır: Eğer bu gibi hallerden dolayı zimmet
ahdinin bozulması evvelce şart koşulmuş ise zimmet ahdi bozulmuş olur. Şart
koşulmamış ise zimmet ahdi bozulmamış olur. Bununla beraber o zimmî hakkında
ahdi bozulsun bozulmasın bu suçundan dolayı gereken had veya ta'zîr cezası
kendisine tatbik edilir Şu kadar var ki. Peygamber Efendimize alenen dil uzatır
veya dil uzatmayı âdet edinirse, kadın olsa bile öldürülür.
Hafızüddin-i
Nesefî'den naklen Şilbî'de zikredilmiştir ki: Bir zimmî islâm dinine açıktan
ta'n etmeye cür'et edecek olursa öldürülmesi caizdir: Çünkü İslâm dinine ta'n
etmemesi üzerine ahid yapılmıştır. Ta'n ettiği takdirde ahdini bozmuş, zimmî
olmaktan çıkmış olur.
TENBİH: Zahire'den
naklen Ebussûud Efendinin haşiyesinde zikredilmiştir ki: Bir zimmî inandığı ve
itikad ettiği fena bîr şeyi Resul-i Ekrem hakkında söyleme cür'etinde bulunursa
meselâ "Hz. Muhammed (s. A.V.) Peygamber değildir" yahut "Yahudileri haksız yese
öldürmüştür" yahut "yalancıdır" dese, bazı imamlara göre ahdi bozulmuş olmaz.
Ama inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi Peygamber Efendimiz hakkında
söyleme cür'etinde bulunsa, meselâ Peygamber Efendimizi zinaya nisbet ederse
yahut neşeti hakkında ta'n ederse ahdi bozulmuş olur.
Ben derim ki: Şafiî
mezhebine göre, bir zimmî bir müslüman kadına tecavüze yahut bir müslüman kadına
nikâh ile cinsî yakınlığa yahut müslümanların noksanlarım kâfirlere yahut bir
müslümanı dininden çıkarmaya yahut islâm veya Kur'ân-ı Kerim hakkında tana yahut
Allah-ü Teâlâ'ya yahut Resûl-l Ekrem'e yahut Kur'ân-ı Kerîm'e yahut bir
peygambere inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi açıktan nispet etmek
cüretinde bulunacak olsa - esah olan kavle göre - bakılır: Eğer bu gibi
hallerden dolayı ahdin bozulması evvelce şart koşulmuş ise şarta uymadığı için
ahid bozulmuş olur. Eğer evvelce şart koşulmamış ise ahid bozulmuş olmaz. Fakat
bu gibi hallerden dolayı ahdin bozulacağı şart koşulur. Eğer evvelce şart
koşulup koşulmadığında şübhe edilirse evceh olan ahdin bozulmamasıdır. Çünkü bu
haller akdin maksudunu ihlal etmez. Aslu'r-Ravza'da "Bu haller ile mutlak
surette ahid bozulmaz." diye zikredilmiştir. Fakat bu, zayıftır. Minhâc Şerhi.
"Bir müslüman
Peygamber Efendimize dil uzatsa öldürülür ilh..." Yani tevbe etmediği takdirde
öldürülür. Dürer, Bezzâziye ve diğer bazı fıkıh kitablarında "tevbe etse bile
hadden öldürülür" diye zikredilmiştir. Bu biz Hanefilerin mezhebi değil,
Mâlikilerin mezhebidir. Nitekim ilerde gelecektir.
"Bir zimmî İslâm
dinine yahut Kur'ân-ı Kerim'e yahut Peygamber Efendimize dil uzatırsa kendisine
icab eden ceza tatbik edilir ilh..." Zimmi bunlardan birine açıktan dil uzatır
veya dil uzatmayı âdet edinirse öldürülür. Nitekim gelecektir. Tazîr babında
geçtiği üzere açıktan haksız olarak başkasının malını alan, yol kesen, gümrükçü,
zalim, büyük günâh isteyen kimselerin icab ederse öldürülmeleri caizdir,
Nâsıhî:
"Bozgunculuk eden, insanlara zarar veren, eza eden kimselerin öldürülmeleri
caizdir." diye fetva vermiştir.
Hanbeli mezhebinden
olan Şeyhülislâm İbn-i Teymiyye'nin "Es-Sarü'l-meslûl" adlı, kitabında
zikredilmiştir ki: İmam-ı Azam Ebû Hanife ve onun mezhebinde olan fukahâ:
"Peygamberimize dil uzatan zimmînin ahdi bozulmaz ve zimmî bu yüzden öldürülmez.
Fakat açıktan dil uzatma cüretinde bulunursa tazîr edilir. Nitekim kendi
kitablarım sesli okumaları gibi yapmaları caiz olmayan suçları açıktan
yaptıklarında tazîr edildikleri gibi. Bunu İmam-ı Tahâvi, İmam-ı Sevrî'den
nakletmiştir. Hanefi mezhebinin usûl ve kaidesine göre keskin olmayan bir aletle
âdâm öldürme ve ön tarafı dışında cinsî yakınlıkta bulunma gibi fena fiilleri
işleyen kimseler öldürülmez. Ama böyle fena fiilleri tekrarlıyan kimseyi
hükümdarın öldürmesi caizdir.
Kezâlik: Hükümdarın
lüzum görürse, tâyin edilen had üzerine ziyade etmesi de caizdir.
Hanefiler,
Peygamber Efendimiz ve ashabı tarafından "Bu gibi fena fiilleri işleyen kimseler
öldürülür," diye vârid olan haberleri hükümdarın lüzum görmesi üzerine
hamlederler ve buna "siyaseten öldürme" adını verirler.
Velhâsıl, cinsînde
öldürme meşru olan fena filleri tekrar işleyen kimseleri hükümdarın tazir cezası
olarak öldürmesi caizdir. Bundan dolayı Hanefilerin ekseri fukahâsı "Resûl-i
Ekrem Efendimize devamlı dil uzatan zimmînin -yakalandıktan sonra müslüman olsa
bile- öldürülmesine" fetva vermişler, buna "siyaseten öldürme" demişlerdir. Bu.
onların usûl ve kaidelerine göredir. İbn-i Teymiyye'nin sözü burada son
bulmuştur. "Yakalandıktan sonra müslüman olsa bile öldürülür" ifadesini biz
Hanefilerce açıklayan bir zatı görmedim. Fakat İbn-i Teymiyye bunu biz
Hanefilerin mezhebinden naklettiği için kendisine itimad edilir.
"Ayni ilh..." Bahır
sahibi, "Peygamberimize dil uzatan zimminin öldürüleceğine dâir rivayet yoktur."
demiştir.
Remli Hayreddin
Bahir sahibini reddetmiştir. Şöyle ki: Zimminin ahdinin bozulmamasından
öldürülmemesi lâzım gelmez. Bütün fukahâ bu yüzden zimmînin tazîr ve tedip
edileceğini açık olarak söylemişlerdir. Bu ise başkasını böyle fena bir fiili
işlemekten menetmek için Peygamberimize dil uzatan zimmînin öldürülmesinin caiz
olduğuna delâlet eder. Çünkü günâh büyük olduğu takdirde böyle bir günâhı
işleyen kimsenin tazîr cezası olarak öldürülmesi caiz olur. Esah olan kavle göre
Şafiî mezhebi de bizim mezhebimiz gibidir. İbn-i Sübkî: "Ahdin bozulmamasından
zîmmînin öldürülmeyeceği anlaşılmamalıdır. Çünkü ahdin bozulmamasından
öldürülmemesi lâzım gelmez," demiştir. Biz Hanefilerin mezhebinde açıktan açığa
islâmiyeti küçümseyen, müslümanlara karşı üstünlük taslıyan ve bu hususta
direnen zimmînin öldürülmeyeceğini nefyeden hiç bir delil yoktur. Makdisî:
"Aynî'nin dediğini naklettikten sonra bu, bütün müslümanların isteği ve
arzusudur Fakat bu metinler ve şerhlerde zikredilene muhâlifdir." demiştir
Ben derim ki:
Mukaddesata dil uzatan zimmînin şiddetli tazîr edilmesi biz Hanefilerce
lâzımdır. Hatta bu yüzden ölse kanı heder olur. Burada Remlî'nin sözü son
bulmuştur.
Ben derim ki:
Zimminin öldürülmesi inanmadığı ve itikad etmediği fena bir şeyi Peygamberimiz
hakkında aleni olarak söyleme cür'etinde bulunduğu takdirdedir. Nitekim bu
yukarda geçmiştir.
"İbn-i Humam da
Ayni'ye tabi olmuştur ilh..." İbn i Humam ; "Bana göre bir zimmî Peygamber
Efendimize dil uzatma yahut çocuk nisbet etme gibi inanıp itikad etmediği ve
lâyık olmayan bir şeyi Allah'a isnad ederse bakılır. Bunları açıktan söylemeye
cüret, ederse ahdi bozulmuş olur ve kendisi öldürülür. Eğer bunları gizlediği
halde bilinirse ahdi bozulmaz ve öldürülmez. Zimmînîn İslâm dinîni ve
müslümanları küçümsemede direnmesi, öldürülmesini önleyen zimmet akdinde geçerli
değildir. Çünkü zimmet akdi zimmînin hakîr ve zelîl olmasını gerektirir. Zimmî
islâm dinini küçümsemede, müslümanlara karşı çalım satmada direndiği takdirde
hükümdarın onu öldürmesi yahut onu zelîl ve hakîr olmaya döndürmesi lâzımdır."
demiştir.
"İmam Muhammed
ilh..." Yani İmam Muhammed metinde geçen hadîs-i şerif ile Peygamberimize alenen
dil uzatan kadının öldürülmesinin caiz olduğunu istidlal etmiştir. O halde bu.
"düşman kadınlarını öldürmeyiniz" diye vârid olan nehyin umumundan tahsis
edilmiştir. Nitekim bunu İmam Muhammed "Es-Siyerü'l-Kebîr" isimli eserinde
zikretmiştir. Bu, zimmet akdiyle öldürülmesi yasak edilen zimmînin
Peygamberimize alenen dil uzattığı takdirde öldürülmesinin caiz olduğuna da
delâlet eder. Bu hususta Es-Siyerü'l-Kebîr şerhinde bir çok hadîs-i şerif delil
gösterilmiştir. Bunlardan birisi Ebû İshâk-ı Hemedânî'nin rivayet ettiği hadîs-i
şeriftir. Şöyle ki: Bir adam Resûlullah'a gelerek: "Ben yahudi bir kadının senin
hakkında dil uzatma cüretinde bulunduğunu işittim. Vallahi yâ Resûlullah o kadın
bana iyilik de yapmıştı. Fakat onu öldürdüm." demişi Resûl-i Ekrem Efendimiz
onun kanını heder kılmıştır
METİN
Beni Tağlib
kabilesinin mükellef olan erkek ve kadınlarının mallarından, biz müslümanların
arasında kendisinde zekâtın vâcib olduğu bilinen mallardan alınan zekâtın iki
katı, zekâtın ahkamıyla alınır. Çocuklarından ancak haraç alınır. Beni Tağlib'in
âzâdlılarından. Kureyş'in âzâdhları gibi hem cizye hem haraç alınır. Ama :
"Bir kavmin
âzâdlıları kendilerindendir." hadis-i şerifi icma ile sadakaların haram olmasına
mahsustur. Yani "bir kavmin âzâdlıları kendilerinden sayılıp onlara da sadaka
haram olur" demektir.
Cizye, harac, Ben-i
Tağlib kabilesinden alınan, kâfirlerin müslüman hükümdara hediye olarak
verdikleri şeyler - kâfirler bizim dünya için değil din nâmına cihâd ettiğimize
inandıkları takdirde hediyeleri kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez.
Cevhere- kâfirlerden harbsiz alınan şeyler, vârisi bilinmeyen zimminin terikesi,
âşirin kâfirlerden aldığı şeyler sınırları kapama, taştan ve ağaçtan yapılan
köprüler gibi müslümanların menfaatına, âlimlerin, talebelerin, hâkimlerin,
hâkimlerin kâtiplerinin memurların, vereselerin ve ortakların arasında taksim
edilen mala şâhidlik yapanların, müftülerin, vaizlerin, muhtesîblerin, ücretsiz
muallimlerin, valilerin, sahillerdeki yolcuları gözeten rakîblerin maaşlarına,
askerlerin ve bu zikredilenlerin çocuklarının yiyeceklerine sarfolunur.
Bahır sahibi:
"Beytülmâldan maaş alanlardan biri ölüp küçük çocuktan kalsa, kendisine verilen
maaşı küçük çocuklarına verilir mi? Buna dâir bir nakil görmedim, diyerek
mutemed olan kavle göre ölen kimsenin maaşının küçük çocuklarına verilmesidir."
demiştir.
Zekât bahsinden
buraya kadar beytülmâlın üç masrıfı, zekât bahsinde geçtiği üzere zekât ile
öşrün masrıfı, siyer bahsinde geçtiği üzere ganimetten alınan beşte bir ile
rikâz (madenler ve definelerin masrıfıdır.
Beytülmâldan
zikredilmeyen dördüncü sınıf bakî kalmıştır. O da buluntu, vârissiz ölenin
terikesi, velisi olmayan maktulün diyetidir. Bunların masrıfı sokağa bırakılan
kimsesiz çocuklar ile velîsi olmayan fakir çocuklardır. Bu beytülmâlın dört
sınıfından her biri için hükümdar müstakil bir yer tâyin ve tahsis eder.
Hükümdarın bu dört sınıf malın birinden ödüne alıp diğer sınıfın masrıfına
sarfetmesi, sonra onda birşey hâsıl olduğunda ödüne almış olduğu şeyi oradan
alıp eski sınıfına koyması caizdir.
Hükümdar masrıfın
ihtiyacına, ilmine, fazlına göre beytülmâldan verir. Hükümdar masrıflarda kusur
ederse, hesabını Allah-ü Teâlâ sorar.
Hâvide
zikredilmiştir ki:
"Kur'ân-ı Kerim'i
hıfzeden kimseye (beytülmâldan) iki yüz dirhem verilir." Hadîs-i şerifdeki
"Kurân-ı Kerîm'i hıfzeden kimse" den maksad zamanımızda müftüdür. Çünkü müftüler
Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyip ahkâmını bilmektedirler.
Zimmiye
beytülmâldan bir şey verilmez. Ancak zayıf olup helak olacak olursa, helâktan
kurtaracak mikdar nafaka verilir.
Beytülmâldan maaş
alanlardan birisi senenin ortasında ölse, maaşdan mahrum olur. Çünkü bu bir nevi
atıyye olup alınmadan önce mâlik olunmaz. Zamanımızda atıyye ehli hâkimler,
müftiler ve müderrislerdir. Bunlardan birisi senenin sonunda veya sene tamam
olduktan sonra ölürse maaşının akrabasına verilmesi müstehabdır. Çünkü o senenin
meşakkatini çektiği için maaşının kendisine yani veresesine verilmesi
mendub-dur. Bunlardan birisine maaşı peşin olarak verildikten sonra sene tamam
olmadan ölse veya azledilse. bazılarına göre seneden geri kalan müddetin
maaşının geri verilmesi vâcibdir. Bazılarına göre, bîr .kimsenin peşin olarak
zevcesine vermiş olduğu nafaka gibi olup geri verilmesi lâzım değildir. Zeylaî.
Müezzin ile imama
has bir vakıf olup vakfın gelirini almadan önce sene içinde ölseler, vakıfdaki
gelirleri düşer. Çünkü bu, atıyye kabilindendir. Hâkim de böyledir. Bazıları
"imamla müezzinin aldığı ücret gibi olduğu için düşmez." demişlerdir, "imam ile
müezzin" den itibaren zikredilen ifadeler şerh nüshalarında sabittir, fakat
metin nüshalarından düşmüştür. Bu bahsin tamamı Dürer'dedir. Vakıf bahsinde
hülâsa olarak zikredilmiştir, işin hakikatim Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Beni Tağlib
kabilesinin ilh..." Bu kabile cahiliyette hristiyanlığı kabul etmişlerdir. Şam'a
yakın bir yerde idiler. Cizye vermekten imtina ettiler. Hz. Ömer (R.A.) onlarla
zekâtın iki katı üzerine anlaşma yaptı ve "Biz sadaka nâmıyla cizye alırız."
dedi. Şu kadar var ki, kendisinde zekâtın ahkâmı câri olur da zelîl ve hakir
olarak alınmaz. Naiblerinin ellerinden kabul edilir. Bundan dolayı zekâta ehil
oldukları için Kadınlarından da alımı. Çocukları ile delilerinden alınmaz.
Nehir.
"Çocuklarından
ancak haraç alınır ilh..." Yani Beni Tağlib kabilesinin çocuklarıyla
delilerinden yalnız haraç alınır Çünkü haraç ibâdet olmayıp yerin vazifesidir.
Bahır.
"Zekâtın iki katı
ilh..." Yani tahsildar, Beni Tağlib kabilesinden kırk koyunda iki koyun,
yüzyirmibir koyunda dört koyun, deve ye sığırlarda müslümanlardan alınanın iki
katını alır. Âşire uğradıklarında âşir onlardan müslümanlardan aldığının iki
katını alır. T.
"Kureyş'in
âzâdlıları gibi ilh..." Beni Tağlib kabilesinin âzâdlıları Kureyş'in âzâdlıları
gibidir. Bunlardan her biri efendilerine tâbi olmazlar. Tahfif için Kureys ile
Beni Tağlib üzerine cizye ve haraç konulmadığı halde âzâdlıları üzerine konulur.
Zira âzâdlıları tahfifte kendilerine tâbi olmazlar. Bundandolayı bir müslümanın
âzâdlı olan Hıristiyan kölesi üzerine cizye konulur. Bu bahsin tamamı
Fetih'dedir.
"Hadîs-i şerifi
ilh..." "Âzâdlılar tahfifte efendilerine tâbi değildir" ifadesi" "Bir kavmin
âzadlıları kendilerindendir." hadîs-i şerifine muarızdır" " denilirse. "Hadîs-i
şerif icmâ ile umumî üzerine câri değildir.» diye cevap verilir. Çünkü
Hâşimîlerin âzâdlıları Hâşimîlerin kızlarına küfüv (denk) olmada ve hükümdar
olmada Hâşimîlere tâbi değildir. Hadîs-i şerif mahsus olan umum olunca
zikrettiğimiz illet ile tahsis edilmesi de sahihtir. Bu bahsin tamamı
Fetih'tedir.
"Hediyeleri kabul
edilir ilh..." Cevhere'de zikredilmiştir ki: Hükümdar hediye vereninin
hediyesini kabul etmediği takdirde imân edeceğini umud ederse, hediyesini kabul
etmez, Aksi takdirde kabul eder.
"Sınırları kapama
ilh..." ötesinde islâm memleketi bulunmayan hududu muhafaza etmek için cizye,
haraç ve diğer toplanan paralardan icab eden yapılır. Bunda İslâm memleketinde
yolları hırsızlardan koruyan cemaate bu paralardan verilmesinin caiz olduğuna
işaret vardır. Kuhistânî.
"Köprüler ilh..."
Metinde zikredilen bu nevi paralardan mescid, havuz veya kervansaray yapılması,
Nil ve Ceyhun gibi hiç kimsenin mülkü olmayan ırmaklardan kanallar kazılması,
imam ve müezzinin nafakasının verilmesi caizdir.
"Âlimlerin ilh..."
Bu ifade ile serî ilimleri okutanlar murad edilmiştir. O halde bu ifade müfessir
ve muhaddislere şâmil olduğu gibi sarf ve nahiv ve diğer ilimleri okutanlara da
şâmildir. Aliyyü'r-Râzî'ye "Beytülmâlda zenginlerin hakkı var mıdır?" diye
sorulduğunda "Hayır. Ancak tahsildar veya hâkim olursa hakkı vardır. Fukahânın
hakkı yoktur. Ancak insanlara fıkıh veya ilim Öğretmek için nefsini vakfederse
hakkı olur." diye cevap vermiştir.
Bahır'da
zikredilmiştir ki; vakitlerin çoğunu ilim yolunda sarfeden kimsenin beytülmâldan
hisse alması caizdir. Aliyyü'r-Râzî'nin maksadı, beytülmâlda yalnız tahsildarlar
veya hâkimlerin hakkı olduğunu söylemek olmayıp bilâkis müslümanların işi için
nefsini vakfeden herkesin hakkı olduğunu işaret etmektir. Buna göre zengin olsa
bile müftü ve askerlerin yiyecek kadar beytülmâldan maaş almaları caizdir.
Talebe evlenmeden önce kendi nefsi için çalışmakta ise de daha sonra
müslümanlara hizmet etmek için çalışmaktadır. Bu yüzden beytülmâlda hakkı
vardır,
"Buna dâir bir
nakil görmedim ilh..." İmam Ebû Yusuf'un Harac kitabında zikredilmiştir ki;
beytülmâlda hakkı olan kimse için muayyen bir mikdar tahsis edildiğinde
kendisine tebean çocukları için de tahsis edilmiş olup ölmesiyle 'bu muayyen
mikdar düşmez. Hâvî olanlar için beytülmâldan tâyin edilen mikdar çocukları için
de tâyin edilmiş olması üzerinedir. Babalarının ölmeleriyle tâyin edilen mikdar
düşmüş olmaz." demiştir.
Ben derim ki: Hâvî
sahibinin zikrettiği, metinlerde "Beytülmâldan atıyye alan kimse sene ortasında
ölürse atıyyeden mahrum olur." diye zikredilene münâfîdir. Ancak "Beytülmâldan
atıyye alan kimselerin çocukları için de muayyen atıyyeler tahsis edilmesidir.
Yoksa bütün vereseler arasında miras yoluyla ölünün atıyyesi değildir."
denilirse başka. Havi'de zikredileni Kudsi'nin Hâvî'sinde ve Zâhidî'nin
Havî'sinde göremedim. Haraç kitabının pek çok yerlerine müracaat ettim. Onda da
göremedim, işin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.
Hamevi risalesinde:
"Âlimler için beytülmâldan tâyin edilen mikdar kendilerine tebean çocukları için
de tâyin edilmiş olup çocukları ilme teşvik için babalarının ölmesiyle tâyin
edilen mikdar düşmez." demiştir.
Allâme-i Makdisî:
Âlimlerin çocukları babalarının yolunda gayret gösterirlerse beytülmâldan
babaları için tâyin edilen tahsisatı bunlara vermek evlâdır. Çünkü bunlar
babalarına verilen tahsisata muhtaçtırlar." demiştir.
- Bir kimsenin
beytülmâldan tahsisatı bulunsa kendisinden sonra çocuğu alır
-
Fahrü'l-İslâm'ın
Mebsût'undan naklen Hizâne'de zikredilmiştir ki; şeriatın hakkını muhafaza
etmesi, İslâm dinini aziz kılması için beytülmâlda imamlık veya müezzinlik
ücreti gibi tahsisatı bulunan bir kimse ölüp, babası gibi şeriatın hakkını
muhafaza edecek ve İslâm dinini aziz kılacak evlâdı bulunursa, hükümdarın ölen
babasının tahsisatını başkalarına değil evlâdına vermesi lâzımdır. Çünkü bu
sayede hem şeriata hizmet yapılmış hem de evlâdın kırılmış olan kalbi tamir
edilmiş olur.
- Vazifelerin
çocuğa tevcihinde mühim bir inceleme -
Allâme Beyrî:
"İmamlık, müezzinlik, hatiblik ve müderrislik gibi vazifede bulunan bir âlim
öldüğünde çocukları küçük olsa bile babalarının vazifesinin çocuklarına bakî
bırakılması Hicaz, Mısır ve Anadolu'da güzel bir âdettir. Bunda âlimlerin
haleflerini ihya ve onları ilimle meşgul olmaya teşvik vardır. Fetvalarına
itimad edilen bir çok âlimler bunun caiz olduğuna fetva vermişlerdir." demiştir.
Ben derim ki: Buna
göre, bu vazifenin kız çocuklarına değil erkek çocuklarına tahsis edilmesidir.
Bilindiği gibi "hüküm illetiyle beraber deveran eder." Çünkü illet, âlimlerin
haleflerini ihya ve onlara ilim tahsil etmeleri için yardım etmektir. Çocuk
ilimle meşgul olmada babasının yolunu tuttuğu takdirde bu, açıktır. Ama ilmi
ihmal edip lehviyât ile yahut dünya işleriyle meşgul olup cahil kalarak vazifeye
ehil olmazsa yahut yerine ehl-i ilimden birini tahsisatın az bir mikdarı
karşılığında nâib tâyin edip geri kalan kısmını istek ve arzuları yolunda
harcarsa, kendisine tahsisatın verilmesi helâl değildir. Çünkü bunda âlimlerin
vazifesini almak ve onları ilim tahsil edecekleri maişetten mahrum bırakmak
yardır. Nitekim zamanımızda vâki olduğu gibi. Zira medrese, mescid vakıflarının
ve vazifelerin çoğu dinin farzlarını bile bilmeyen cahillerin elindedir.
'Babanın ekmeği oğluna helâldir" kaidesine tutunarak bizzat kendileri iş
yapmadan ve nâib tâyin etmeden tahsisatları yerler. Vazifeler babadan oğula
miras olarak intikal eder. Hepsihayvanlar gibi cahildir. Bununla böbürlenirler.
Meclislerde baş köşelere otururlar. Nihayet bu yüzden mescidler ve medreseler
yıkılmıştır. Yıkılan mescid ve medreseler, satılan evler veya gelirlerini
yedikleri bahçeler olmuştur. İlim öğrenmek isteyenler sığınacak bir yer. yiyecek
bir şey bulamayıp ilmi terk ederek kazanç yoluna atılma mecburiyetinde
kalmaktadırlar. Zamanımızda Dımışk'ın ekâbirinden bir kimse, okuma yazma
bilmeyen kendisinden daha cahil bir çocuk bırakarak öldü. Onun vazifelerinden
'bir mescid ile bir medresenin tevliyeti Dımışk'ın en âlimlerinden iki zata
tevcih edildi, ölenin oğlu gidip rüşvetle onları tevliyetten azlettirdi.
Eşbâh'ın üçüncü
fenninin sonunda zikredilmiştir ki; sultan ehil Olmayan bir kimseyi müderris
tâyin etse, tâyini sahih olmaz.
Bezzâziye'de
zikredilmiştir ki; sultan ehil olmayana vazife verdiği takdirde ehil olanı
menetmek ve ehil olanın hakkını başkasına vermekle iki cihetten zulmetmiş olur.
Buna göre bu cahillerin çocuklarına vazifelerin verilmesinde ilmî ve dinî
zayetmek ve bunların müslümanlara zarar vermelerine yardım etmek vardır. Artık
İslâm hükümdarının ehil olmayanların elinden vazifeleri alıp ehil olanlara
vermesi vâcibdir. Vazife sahihlerinden biri öldüğü takdirde vazifesi oğluna
verilir. Oğlu babasının yolundan gitmezse, vazifeden azledilip vazife ehil olana
verilir. Çünkü vakfedenin maksadı vakfettiği şeyin ihya edilmesidir. Vakfı
zayeden her şey şeriatın ve vakıfın maksadına muhaliftir. İşte sapılmayacak yol
budur.
"Sokağa bırakılan
kimsesiz çocuklar ile velîsi olmayan fakir çocuklardır ilh..." Yani bu fakir
çocukların nafakalarının kendisine vâcib olduğu 'kimse bulunmadığı takdirde bu
çocukların nafakaları, tedavi paraları, öldüklerinde teçhiz ve tekfinleri,
cinayet işledikleri zaman cinayetlerinin diyeti beytülmâldan karşılanır.
TEMBİH: Âlimler
beytülmâlın birinci sınıfından zengin olsalar bile çalışmakla, ikinci sınıfından
fakir olmak, üçüncü sınıfından hak sahibi
olmak, dördüncü
sınıfından hasta olmak sıfatıyla müstehik olurlar.
"Hükümdar masrıfın
ihtiyacına ilh..." Zeylai'de zikredilmiştir ki; hükümdarın Allah'tan korkup
beytülmâlda hakkı olanlara ziyade etmeksizin ihtiyacı mikdarı vermesi lâzımdır.
Eğer bu hususta kusur ederse, hesabını Allah-ü Teâlâ sorar.
Kınye'den naklen
Bahır'da zikredilmiştir ki; Ebû Bekir-i Sıddık (R.A.) beytülmaldan atıyyeyi
müsavi olarak verirdi. Hz. Ömer (R.A.) herkesin ihtiyacına, ilmine ve fazlına
göre verirdi. Zamanımızda Hz. Ömer (R.A.)'jn yaptığı gibi ihtiyaç, ilim ve
fazilet nazar-ı itibara alınarak hareket edilmesi güzeldir. Yani ihtiyaç
sahihlerinin ihtiyâcına göre beytülmaldan verilir. İlim ve fazilet sahibinin
ihtiyacına bakılmaksızın verilir. Hz. Ömer (R. A.) ilim veya neseb cihetinden
faziletli olanlara başkalarından ziyade verirdi.
Muhit'den naklen
Bahır'da zikredilmiştir ki; insanların üstün veya müsavi olmaları hükümdarın
reyine bırakılmıştır. Fakat bu hususta hükümdarın doğruluktan ayrılmaması
lâzımdır.
Kınye'den naklen
Bahır'da zikredilmiştir ki; hükümdar verip vermemede muhayyerdir.
Ben derim ki: imam
Ebû Yusuf'un Haraç kitabında da böyle zikredilmiştir. Şöyle ki: İmam Ebû Yusuf,
Harun Reşid'e hitaben: "Hâkimlerin, memurların, valilerin maaşlarını artırmak
veya eksiltmek sana aiddir. Valilerden, hâkimlerden münasib gördüğün kimselerin
maaşlarını artırır veya eksiltirsin." demiştir.
"Zamanımızda
ilh..." İnâye'de zikredilmiştir ki; ilk zamanlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin
ezvac-ı tâhiratı, muhacirler ile ensarın çocukları gibi İslâmda meziyetleri olan
herkese beytülmâldan verilirdi.
"Maaşının kendisine
yani veresesine ilh..." Bir sene çalıştığı için maaşını hak etmiştir. Nitekim
ganimet İslâm memleketine getirildikten sonra mücahidlerden biri ölse, her ne
kadar sehmi kendisi için sabit olmasa bile sehmi hak etmiş olduğu için
veresesine miras olarak intikâl eder.
El-Câmiü's-Sagîr'de
zikredilmiştir ki; "senenin ortasında ölse" diye tahsis edilmiştir. Senenin
sonunda ölse, maaşının veresesine verilmesi müstehabdır. Sene tamam olmadan önce
ölürse, seneden çalışmış olduğu müddetin hissesi veresesine verilir.
- İmam veya müezzin
ücretlerini almadan öldüklerinde -
"İmamla müezzinin
aldığı, ücret gibi olduğu için düşmez ilh..." Yani miras olarak veresesine
intikâl eder. Hâkimin atıyyesi düşer. Nitekim Eşbâh'da da böyledir.
Ben derim ki: Bunun
vechi şudur: Sarih "imamla müezzinin aldığı ücret gibidir" ifadesiyle Dürer
sahibine tâbi olduğuna işaret etmiştir, imamla müezzinin aldığında hem ücret hem
de atıyye mânâsı vardır. Her bakımdan ücret değildir. Fakat ücret ciheti
râcihtir. Çünkü müezzinlik, imamlık ve Kur'ân-ı Kerim okutmak için ücret
alınması caizdir. Nitekim müteahhirin bununla fetva vermişlerdir. Fakat kaadılık
gibi tâatlar için ücret alınması asla caiz değildir. Galiba "İmamla müezzin
vakıf gelirlerini almadan önce ölseler, hisseleri düşer." kavlinde atıyye mânâsı
tercih edilmiştir. Çünkü mezhebin aslına göre; tâatlardan hiç biri için ücret
alınması caiz değildir. Fakat fetva müteahhirinin kavli üzerinedir. Bundan
aolayı Bûye'de: "Vakıftan gelirini, almadan ölen imam veya müezzinin sehmi miras
olarak .veresesine, intikâl eder. Hâkiminki intikâl etmez." diye kesin olarak
zikredilmiştir.
Sadrü'l-İslâm Tâhir
b. Mahmud'un Fevâid'inden naklen Dürer'de zikredilmiştir ki; mahsulü yetiştiği
vakit mescidin imamına sarfedilmek üzere vakfedilmiş bir arazisi bulunan köyde,
mahsul yetiştiği vakit imam mahsulü alıp köyden gitse seneden geri kalan
müddetin hissesi imamdan gerialınmaz. Bu mesele peşin olarak atıyyesini alıp
ölen hâkimin benzeridir, imam fakir olursa, seneden bakî kalan müddetin
hissesini yemesi helâl olur. Medresede okuyan talebelerin hükmü de böyledir.
İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ bilir.