"Ey Peygamber! Biz Seni Bir Şâhit, Bir Müjdeci, Bir Uyarıcı,
Allah'ın İzniyle Allah'a Çağıran ve
Nur Saçan Bir Kandil Olarak Gönderdik."
(Ahzâb: 45-46)
Allah'ın İzniyle Allah'a Çağıran ve
Nur Saçan Bir Kandil Olarak Gönderdik."
(Ahzâb: 45-46)
"Hiçbirinizin Arzusu Benim Tebliğ Ettiğim Şeylere Uymadıkça
Mümin Olmuş Olamazsınız." Buyuran,
Her Hâl ve Ahvâli İlâhî İrâde'ye Uygun Olan,
En Güzel Numunemiz;
Mümin Olmuş Olamazsınız." Buyuran,
Her Hâl ve Ahvâli İlâhî İrâde'ye Uygun Olan,
En Güzel Numunemiz;
KÂİNATIN EFENDİSİ,
PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFA
-sallallahu aleyhi ve sellem-
PEYGAMBERİMİZ HAZRET-İ MUHAMMED MUSTAFA
-sallallahu aleyhi ve sellem-
Rabb'imiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin sevgilisi,
kulu, Resul'ü, âlemlerin yaratılış sebebi, kâinatın efendisi, peygamberler
silsilesinin sonu, tüm peygamberlerin en üstünü, her iki cihanda rehberimiz,
önderimiz, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e,
hıristiyan haçlılar ve yahudiler her fırsatta kin ve nefretlerinin birer
nişanesi olarak haset ve kibirlerinden film, yazı ve karikatür yolu ile çok
çirkin iftira ve yakıştırmalar yaptılar ve hâlen de buna her fırsatta devam
etmektedirler. İslâm dünyasını ayağa kaldıran bu çirkin filmin tek gayesi
küfürleri ve düşmanlıkları gereği İslâm'ı küçük düşürmeye çalışmaktır. Tüm
Peygamber Efendilerimiz'i kabul edip bunu imanın şartlarından kılan İslâm dini
her zaman üstün, her zaman galiptir. Bozulmuş dinlerine sığınmaya çalışan, kendi
elleriyle oluşturdukları sapkın ideolojilerine bağlanan bu gürûhlar ne kadar
isteseler de, ellerinden geleni yapsalar da İslâm dini hep galip
gelecektir.
"Kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır."
(Saff: 8)
|
Hıristiyan haçlıların, âlemlere rahmet olarak gönderilen
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz'e film, yazı ve karikatür yoluyla çirkin
iftira ve yakıştırmalar yapmaları nasıl bir küfür içinde olduklarının en büyük
delilidir.
İslâm'a ve müslümanlara düşmanlık sözkonusu olunca bu haçlılara
gerek aşikâr gerek sinsice destek veren yahudiler de bu küfürde ortak ve onlarla
bir ve beraberdir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif'lerinde: "Küfrün tek millet olduğunu" haber vermişlerdir.
Nitekim Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdır." (Enfâl: 73)
Onlar küfür ve düşmanlık hususunda bir tek millettir.
Allah-u Teâlâ hak ile bâtılı, iman ile küfrü kesin olarak
ayırdığı gibi küfür ve bâtılı; "Kerih" "Murdar" ve "Pis" olarak
vasıflandırmıştır.
İman ile küfür birbirine düşmandır, hasımdır. Biri nurdur;
aydınlığa, hakikate, cennete götürür, diğeri nardır; karanlığa, dalâlete,
cehenneme götürür.
Gerek ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlar, gerek müşrikler
ve gerekse müslüman gibi görünerek müslümanlar arasında fitne çıkaran içteki
münafıklar hep aynı tıynette ve vasıftadırlar. İslâm dininin ezelî ve ebedî
düşmanıdırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır."
(Nisâ: 101)
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından
vazgeçmezler.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar
size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Bu tarihte de böyleydi, bugün de böyledir.
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar
ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne derece katı davrandıklarını,
düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden
çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir.
Güçleri yetse, bundan hiç de geri kalmazlar.
"Allah'ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!" (Bakara:
89)
Küfrün Tarihten Gelen Kini:
Hıristiyan batı dünyası İslâmiyetin doğmasından itibaren
müslümanlara kin ve nefretle bakmışlar, bu yüzden de haçlı seferleri adı altında
yüzyıllar boyu İslâm beldelerine saldırmışlardır. Yaptıkları; zulüm, vahşet,
barbarlık, katliam, soykırım...
1099 yılında Kudüs'e giren haçlılar büyük bir müslüman
soykırımı yaptılar. Kadın, çocuk, ihtiyar ayırmadan bütün müslümanları
öldürdüler. Sokaklarda kandan nehirler aktı. İspanya'da 800 yıl hüküm süren ve
büyük bir medeniyet inşa ederek Avrupa'nın uyanışına sebep olan Endülüs
Devleti'ni yıkan İspanyollar aynı soykırımı orada da uyguladılar. Kaçamayan ve
zorla hıristiyanlaştırılmayı kabul etmeyen bütün müslümanlar katledildi. O
muhteşem medeniyete ait bütün eserler tahrip edildi.
Osmanlı'nın son yıllarında ve özellikle 1. Dünya Savaşı'nda
Balkanlar'da, Girit'te, Kırım'da, Kafkasya'da çok büyük katliamlar, sürgünler
yaşandı. Milyonlarca müslüman katledildi. Bugünkü Avrupa medeniyetinin ortağı
kabul edilen yahudiler Filistin'de aynı katliam ve soykırımı uyguladı, halen
uyguluyor. Daha dün, Kıbrıs'ta Müslüman Türk'ün katledilmesine, Avrupa'nın
göbeğinde Bosna'da, sırpların sergilediği vahşet ve soykırıma bütün Avrupa
sessiz kaldı, memnun oldu. Yakın tarihte Irak'ta, Afganistan'da milyonlarca
müslüman haçlı kini ile katledildi. Bugün aynı kin ile müslümanlara, bu
memlekete zarar vermek için terörü, fitne ve fesadı destekliyor.
Binaenaleyh bu gördüğünüz karikatürler, bu gördüğünüz filimler
küfrün necisliğini, murdarlığını, düşmanlığını gösteren birer alâmet olduğu
gibi, aynı zamanda küffarın İslâm dünyasını ve müslümanların imanını yıkmak için
çevirdiği planların bir parçasıdır. Çünkü onlar İslâm'a ve müslümanlara
düşmandırlar.
Kâfir Küfrünün İcabatını Yapar:
Küffar İslâm dininden ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz'in manevî varlığından Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz hayatta imiş gibi çekiniyor. Bu sebeple müslümanları yıkmak için ona
olan sarsılmaz sevgi ve muhabbeti yıkmakla muvaffak olacağını hesap ediyor. Hem
kininin icabı olarak hem de müslümanları yıkmak için ona hakaret etmekten, onun
âli mertebesini ve emsalsiz hususiyetlerini karalamak için iftira atmaktan
çekinmiyor. Gizli mahfillerde bu iş için büyük planlar çeviriyor, büyük paralar
harcıyor.
Küffar hem icraatını yapıyor, hem de husumeti üzerinden
uzaklaştırmak için "Bu hakaret ve alçaklıkları üç-beş kendini bilmez yaptı."
diyerek sıyrılmaya çalışıyor. Utanmadan "İfade özgürlüğü" adı altında Resulullah
Aleyhisselâm'a hakarete devam etmelerinin önünü açıyor. Halbuki müslümanların
haklarını kısıtlayan kanunları çıkartırken akıllarına ne "Demokrasi" geliyor, ne
"İfade özgürlüğü".
Binaenaleyh küffar kinini, kendi içindeki pespayeliğini,
murdarlığını bu gibi pis ve necis icraatlarıyla ortaya koyuyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirler hakkında şöyle
buyuruyor:
"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir."
(Tevbe: 28)
Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu
kaldırmak gerekir.
"Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır."
(Tevbe: 95)
Tıpkı kendisinden kaçınılması gereken pis koku
gibidirler.
"Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en
kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler." (Enfâl: 55)
Kâfirler karikatürlerle, filmlerle, yazılarla içlerindeki
necasetlerini ortaya koyuyorlar.
Onların iman etmeleri beklenilemez.
"Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun inkâr
edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların
en şerlileridirler." (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.
Bu imansızlıktan bu pislikten ötürü hepsinin cehennemde
olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. Bunlar bizim sözümüz değil.
"Allah kâfirleri sevmez." (Âl-i imrân: 32)
Sen de kâfirleri sevme, sen de onlara meyletme!
"O halde sakın kâfirlere arka çıkma!" (Kasas: 86)
Onlara muhalefet et, isteklerine uyma!
"Kim onlarla dost olursa işte onlar zâlimlerin tâ
kendileridir." (Mümtehine: 9)
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz
edenler ve neticede kendilerine zulmetmiş olanlardır.
Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından
vazgeçmezler.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır." (Nisâ:
101)
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de
hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin." (Mümtehine: 1)
Resulullah Aleyhisselâm'ı Gönderen
Hazret-i
Allah'tır:
Resulullah Aleyhisselâm bütün insanlığa rahmet olarak
gönderilmiş bir peygamber, bugünkü medeniyetin ve uygarlığın temelini atmış
eşsiz bir önderdir. Onun getirdiği İslâm kıyamete kadar bakidir, başka bir din
ve başka bir peygamber gelmeyecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Allah
katındaki şeref ve faziletinin hududu yoktur. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem-e bahşettiği ikram ve ihsanlar sonsuzdur.
O ki yaratıkların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın habibi,
dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği,
keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu temiz
kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ
sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçisi ve âlemlerin rahmeti
yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbaıdır.
Ona olan iman ve sevgi imanın şartıdır. Müslümanlar asırlar
boyu ona olan sevgilerinin bereketi ile şereflendiler, iman ve fazilet
deryasından nasiplendiler.
Küffar bunu bildiği için; küfrünün, pisliğinin necasetinin,
kininin icabı olarak o Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e düşmanlık
yaptı. Ona iman etmeyi kibirlerine yediremediler, iman etmek yerine haset
ettiler, küfür karanlığında kalmayı tercih ettiler.
Halbuki gerek yahudiler gerek hıristiyanlar onun gelmesini
bekliyorlardı. Onun vasıflarını, alâmetlerini çok iyi biliyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu bilgisini şöyle haber veriyor:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu öz oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler."
(Bakara: 146)
Bu kadar iyi tanıdıkları halde, her gün "Geliyor, gelmek üzere"
diye haber verdikleri halde, iman etmediler.
"Müjdelenen peygamber onlara delillerle mucizelerle gelince 'Bu
apaçık bir sihirdir.' dediler." (Saff: 6)
Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah'a iman
ederek değil de kendi arzularına uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden
gönderilmesini bekliyorlardı.
Vaktaki İsmail Aleyhisselâm'ın neslinden gönderildi. Onun
apaçık bir peygamber olduğunu hakkıyla bildikleri halde yüz çevirdiler ve inkâra
kalktılar.
Hatta düşmanlık ettiler.
Allah-u Teâlâ inkâr eden müşriklerin düşmanlığını şöyle haber
veriyor:
"Hani o inkâr edenler, bir zamanlar seni bağlayıp bir yere
kapamak veya öldürmek ya da sürmek için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak
kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzak kuranlara karşılık
verenlerin en hayırlısıdır." (Enfâl: 30)
Böylece Allah-u Teâlâ'nın hükmünün yerine nefislerini, iman
nurunun yerine küfrün karanlığını, cennet yerine cehennem ateşini tercih etmiş
oldular.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor.
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu
ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim
getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim:
153)
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmeyenler, kim
olursa olsun cehennemliktirler.
Bu hakikatler böylece ortada iken küfürde kalmayı tercih
ettiler. Hatta küfürlerini kuvvetlendirmek için Allah'ın peygamberine hasım
kesildiler, iftira attılar.
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı
verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin
gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış
bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir
ihtardır. Uzak durun, tehlikelerinden sakının, daima uyanık bulunun
demektir.
Bu iman-küfür ayrımı o günden bugüne kadar devam ettiği gibi,
kâfirlerin küfürleri ve sıfatları da o günden bugüne devam ediyor. Küfrünün
icabını hakaretini, çirkefliğini Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat-ı
saadetlerinde yapan kâfirler bugünkülerin dedesidir. Nasıl ki Allah'ın nuru
manevi silsile ile bugüne ulaşmışsa, küfür de o günden bugüne aynen devam
etmektedir.
Hazret-i Allah Bize
Kâfirleri ve Küfürlerini
Tanıtıyor:
Allah-u Teâlâ küfür ehlini bize necis-murdar olarak tanıtıyor.
Bu iftirayı, bu alçaklığı, bu pisliği yapmaları bu yüzdendir.
"De ki: 'Murdarla temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna
gitse de bu böyledir.' Öyleyse ey akl-ı selîm sahipleri! Allah'tan korkun ki
kurtuluşa eresiniz!" (Mâide: 100)
"Nihayet murdarı temizden ayıracaktır." (Âl-i imrân:
179)
Biz size Allah-u Teâlâ'nın ayırımını duyurmaya çalışıyoruz.
Ahiretteki ayırım ise çok korkunçtur.
"Bu, Allah'ın murdarı temizden (kâfiri müminden) ayırıp, bütün
murdarları üstüste koyarak, topunu bir araya yığması ve cehenneme atması
içindir. İşte onlar mahvolanlardır." (Enfâl: 36-37)
Arz ettiğimiz gibi, iman etmeyen kâfir ve münâfıklar murdar ve
necistir. Neden? Çünkü Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor, iman edenlere
duyuruyor:
"Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir." (Tevbe: 28)
Pistir; abdest almaz, gusul etmez.
"Onlar murdardırlar." (Tevbe: 95)
Pis kokar. Niçin? Allah'a ve Resul'üne iman etmediği için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Birbirine hasım iki zümre." (Hacc: 19)
Buyuruyorken iman ile küfrü, hakikat ile dalâleti
karıştıranlar, kâfirleri ve küfürlerini hoş görenler bu vebalin altından
kalkamazlar.
Hoş gördükleri küfrün içyüzü işte meydanda. Gördüğünüz gibi
tarihten bugüne İslâm'a ve Peygamberimiz'e dil uzatmışlar hep düşmanlık
beslemişlerdir.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o
onlardandır." (Mâide: 51)
Hüküm budur. Allah'a ve Resul'üne iman edenlere bu Âyet-i
kerime kâfidir. Müslüman için ölçüdür. İnanan için, inanmayan için değil. Çünkü
Cenâb-ı Hakk "Kim onları dost edinirse, o onlardandır." buyurduğuna göre
Allah-u Teâlâ burada hükmünü koydu ve kesip attı.
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden
dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dost edinmeyin. Eğer mümin
iseniz Allah'tan korkun!" (Mâide: 57)
Bu nokta iman ile küfrün ayrılış noktasıdır.
Aşağıların En Aşağısı:
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde Zât-ı akdes'i ile
Resulullah Aleyhisselâm'ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan
muhalefet gibi saymıştır.
Buyurur ki:
"Allah'a ve Peygamber'e muhalefet edenler, işte onlar en
aşağılık kimseler arasındadırlar." (Mücâdele: 20)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz'e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların
aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm'ı
incitirse, Allah-u Teâlâ'yı incitmiş olur.
Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak
vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu
hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime'lerinde çok çetin bir azapla tehdit
ediyor:
"Allah'ın Peygamber'ini incitip üzenlere acıklı bir azap
vardır." (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir
azaba uğrayacaklardır.
"Allah'ı ve Peygamber'ini incitenlere, Allah dünyada da
ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır."
(Ahzâb: 57)
Peygamber'e yapılan eziyetin, Allah'a eziyet mânâsına gelmesi,
azabın şiddetini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak
gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu sevindirir, dalâlete sapmaları
onu üzer.
Âyet-i kerime'lerde ona iman etmeyenler hakkında şöyle
buyuruluyor:
"Kim Allah'a ve Resul'üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler
için çılgın bir ateş hazırlamışızdır." (Fetih: 13)
"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ:
52)
Resulullah Aleyhisselâm'a Sevgi
İmanın
Ölçüsüdür:
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz'in elinden
tutmuştu.
"Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha
sevgilisin." deyince buyurdular ki:
"Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben
sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez."
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
"Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin."
diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi." buyurdular. (Buhârî,
Tecrid-i sarîh: 2069)
Hazret-i Allah'a Şükür,
Resulullah Aleyhisselâm'a
Teşekkür:
Âyet-i kerime'de:
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik."
buyuruluyor. (Enbiyâ: 107)
Onun varlığı bütün varlıklara bir rahmettir.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor.
(Tevbe: 61)
Kim bu rahmeti kabul eder ve bu nimete şükrederse; dünya
saâdetine, ahiret selametine erer.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve
bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da
ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden,
sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir.
Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur.
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla
reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi
cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten
sonraya tehir edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor.
(Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı
Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna
kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
Allah-u Teâlâ o nur ile âlemlere hayat verdi ve donattı.
Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği nur ile kâimdir.
O Allah-u Teâlâ'ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o
lütuflar olmasaydı, beşeriyet hiç şüphesiz ki dalâlette ve karanlıkta kalırdı.
Onun yüzü suyu hürmetine bütün bu faziletlerden insanoğlu da istifade
ediyor.
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece
Ashâb-ı kirâm devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar
gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine
erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'a:
3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan
sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına
gönderdiğini beyan buyuruyor.
"Bu Kur'an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi
uyarmam için vahyolundu." (En'am: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası
içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest
hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır.
"Resulullah Aranızdadır":
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayattadır.
Allah-u Teâlâ şehitler için:
"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar
diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara: 154) buyururken
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vefatta olduğunu zannedenler
imanlarını kontrol etmelidir.
Nitekim her asra hitap eden Kur'an-ı Azimüşşan'da şöyle
buyuruluyor:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü
bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imran: 101)
Cesedi yok ama, nuraniyeti, ruhaniyeti aramızda, Ümmet-i
muhteremesine tasarruftadır.
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir.
Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir. Hayat-ı hayâlîden
hayat-ı hakikiye geçmişlerdir, hayat-ı hakiki de ölümden sonra başlar.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında
rızıklanmaktadırlar." (Âl-i imrân: 169)
Yerler, içerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat
yaşarlar. Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler.
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm-:
"Yâ Resulellah! Getirdiğimiz salâvât size nasıl arz olunur,
halbuki siz çürümüş bulunacaksınız." dediklerinde, Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle cevap verdiler:
"Allah-u Teâlâ peygamberlerinin cesetlerini yeryüzüne haram
kılmıştır." (Ebu Dâvud)
Evs bin Evs -radiyallahu anh-den rivâyete göre, Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim
üzerime çok salâvât getirin. Zira sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur."
buyurdu.
Diğer Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Yeryüzünde Allah'ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin
selâmını bana tebliğ ederler." (Nesâî)
"Üzerime salâvât getirin. Zirâ nerede olsanız, getirdiğiniz
salât-ü selâmlar bana ulaşır." (Ebu Dâvud)
Demek ki ölmemiş.
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e
Büyük Düşmanlık:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet
gelse buna da sevinirler. Eğer sabreder, Allah'tan korkarsanız, onların hilesi
size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre
kuşatmıştır." (Âl-i imran: 120)
Ona olan düşmanlık Allah-u Teâlâ'ya olan düşmanlıktır.
Küffarın İslâm'a düşmanlığının en büyük tezahürü Resulullah
Aleyhisselâm'a olan düşmanlığıdır.
Zira küffar çok iyi biliyor ki, Resulullah Aleyhisselâm'a olan
sevgi, bağlılık ve imanı yıktığı zaman İslâm'ı yıkmış olacaklar.
Danimarka'da Resulullah Aleyhisselâm'a hakaret içerikli çirkef
karikatürlerinin yayınlanması bir tesadüf değildi. Bugünkü film de öyle...
Dikkat ederseniz küffarın desteklediği sapkın fırkaların ortak
özelliği Resulullah Aleyhisselâm'a bağlılığı söndürmek veyahut azaltmaya
çalışmaktır. Vehhabilik olsun, Kadiyanilik olsun, Küfrün Hoş Görülmesi olsun,
hepsinde bu böyledir.
Küffarın bu niyetinin ve Resulullah Aleyhisselâm'a olan
düşmanlığının bir delili 2004 yılında şu şekilde haber olmuştu:
"Vatikan'ın gizli raporu
ALMANYA'da yayımlanan Welt Am Sonntag gazetesi, "Milyonlar
Muhammed'e Karşı" manşetiyle yayınladığı bir raporda, Vatikan'ın, İslam'ın
yayılmasını engellemek ve Hz. Muhammed'i karalamak için Katolik Kilisesi'ne
bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis ettiğini
yazdı.
... 30 Mayıs 2004 tarihli nüshasında, Vatikan'ın büyük bir
meblağdan oluşan bir fonu, gizli "Congregation for the Evangelization of Peoples
(İnsanları Evangelist Yapma Cemaati)"in kullanımına verdiğini yazdı.
Vatikan'ın İslam'ın yayılmasını engelleme raporunu Welt Am
Sonntag gazetesinde yayınlayan Andreas Englisch, cemaatin öncelikli hedefinin
Hz. Muhammed'in insanlığın gözündeki imajını zedelemek yoluyla İslam'ın
yayılmasını frenlemek ve insanların İslam dinine gösterdiği ilgiyi azaltmak
olduğunu ifade etti." (Yeni Şafak Gazetesi, 2 Haziran 2004)
Resulullah Aleyhisselâm'a iftira atmak Vatikan'ın gizli
siyasetidir. Papa değişir, bu siyasetleri değişmez. Kimisi gizli yapar, kimisi
aleni yapar.
Şimdiki Papa da Peygamberimiz Efendimiz -sallallahu aleyhi ve
sellem- hakkında -hâşâ- "Şerden başka bir şey getirmemiştir." diye
hakarette bulunmuştu.
Bunların içlerinde gizledikleri düşmanlık ve gerçek yüzleri
budur. Ancak şirin gözükmek için ve müslümanları avlayabilmek için maske
takarlar, diyalogdan bahsederler.
Dinimize ve Peygamberimize saldırmak için tarihten bugüne
birçok papa ve papazlar kitaplar yazmış, İslâm âlimleri bu çarpıtma yayınları
ilmen, aklen bir bir çürütmüşlerdir.
Kâfirler Mübarek Kabr-i Şerif'lerine Bile
Kastetmek
İstediler:
Küffarın Resulullah Aleyhisselâm'a düşmanlığı o kadar büyük ki,
geçmişte onun cenazesini çalmaya çalıştılar.
Bu hadiselerden bir tanesi Selçuklu Atabeyi Nureddin Mahmud
Zengi (1146–1174) devrinde yaşanmıştır. Ömrü haçlılarla mücadele ile geçen
Sultan Zengi'nin Suriye merkezli devleti Mısır ve Arabistan'a kadar
uzanmıştı.
1162 yılında iki gayr-i müslim, Endülüs'ten Medine'ye gelerek
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in vücud-u şeriflerini kaçırmak
niyetiyle müslüman kılık ve kıyafetine girerek hacca gelmiş gibi Medine'ye
yerleşmişti. Kılık kıyafetleri ve fakirlere yaptıkları yardımlarla halkın
güvenini kazanmayı başaran bu kişiler, geceleri bulundukları evden Peygamberimiz
-sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine doğru gizlice tünel kazmışlar,
kazdıkları tünel, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in kabrine iyice
yaklaşmıştı.
Bu esnada Nureddin Mahmud Zengi bir rüya gördü. Rüyasında
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki yabancıyı göstererek,
"Ey Nureddin! Beni bunlardan kurtar!" diyordu. Dehşete kapılan hükümdar o
gece aynı rüyayı üç defa gördü. Hemen kalktı, yanına vezirini de alarak 20
süvari ile hemen yola çıktı. Medine'ye geldiler. Halk kendilerini ilgi ve
teveccühle karşıladı. Resulullah Aleyhisselâm'ı ziyaret ettikten sonra Medine
halkına hediye dağıttılar. Hükümdar rüyada gördüğü kişileri teşhis edebilmek
için hediyelerin dağıtılmasına bizzat iştirak etti. Herkes hediyelerini aldı.
Fakat hükümdar bu gelenler arasında kendisine rüyada gösterilen iki kişiyi
göremedi. Bunun üzerine; "Hediye almayan kimse kaldı mı?" diye
sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "Kimse kalmadı. Ancak Endülüs'ten gelen
iki kişi var. Onlar kimseden bir şey almazlar. İhtiyaç sahiplerine sadaka
vermektedirler."
Hükümdar onların da yanına getirilmesini istedi. Onlar huzura
getirildiler. Şahısları tanıyan hükümdar onlarla kaldıkları eve gitti, bir odaya
serilen hasırı kaldırmasıyla kazdıkları tünel ortaya çıktı. Halk şaşırdı. Bu iki
kişi müslüman olmadıklarını ve peygamberin vücudunu buradan alıp ülkelerine
kaçırmak için görevlendirildiklerini itiraf ettiler. "Peygamberin kabrine
iyice yaklaştığımız gece, gök gürültüsü ve şimşekler öyle bir sarsıntı meydana
getirdi ki, sanki dağlar yerinden oynayacaktı. Bundan fena halde korktuk ve
sabahleyin de sizin geldiğinizi haber aldık." dediler.
Nurettin Zengi Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve
sellem-in kabrinin çevresinde derin hendek kazdırdı ve bu hendeği kurşun
eriterek doldurdu. Böylece Kabr-i Saadet, çepeçevre kurşunla muhafaza altına
alınmış oldu. (H. 557, Miladi 1162)
•
Yine "Saltuknâme" adlı eserde belirtildiğine göre; hıristiyan
hükümdarlar bir gün papanın huzurunda toplanmışlar, Türkler'e karşı ne gibi
tedbirler alacaklarını konuşuyorlardı. Bir papaz "Peygamberlerinin naaşını
çalalım. Türkler'in enselerine sille vurup Peygamber'lerini ziyaret
ettirelim!" diye akıl verdi. Küffar beyleri papazın bu fikrini çok
beğendiler. Ancak Papa, bu suikastin ne büyük tehlikeler doğuracağını tahmin
edebilecek kadar zeki bir kimse idi: "Aman ha! Türkler'i üstümüze
salarsınız, 'Bizim Peygamber'imiz nerede ise biz de oraya varalım!'
derler!" diyerek, onları bu sakat ve tehlikeli fikirden vazgeçirmeye
çalıştı. (Ebu'l-Hayr-ı Rûmî, "Saltuknâme", s. 315-316)
Kâfirin Pis, Necis, Murdar Küfrüne Rıza Gösterip,
Alenen
Muhammed Aleyhisselam'ı İnkâr Edenler:
Bu çirkeflerin yaptıkları çirkefliklerinin icabındandır. Yoksa
kişi güneşe tükürmekle, güneşe bir zarar vermiş olmaz, tükrüğü ancak kendisine
döner.
Bunlara hiç şaşmayın! Bunlar pistir, murdardır, necistir.
İçlerindeki necaseti dışarıya atıyorlar, murdarlıklarını ortaya dökmüşler.
Hıristiyan haçlılar Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e yazı, film ve karikatür yolu ile çok çirkin iftira ve yakıştırmalar
yaptılar. Bu yüzden İslâm dünyası ayağa kalktı. Çünkü onlar İslâm'ı küçük
düşürmek için böyle yaptılar.
Bizim müslüman olarak Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'i her zaman ve her şartta yüceltmemiz emrolunmuşken televizyona çıkıp
"Bizim bu karikatürleri yapanlara, filmi çekenlerin ayağına gidip 'Herkes
senden özür bekliyor ama ben senden özür dilenmeye geldim... Sana peygamberimi
anlatamamışım.' demek lâzım." diyenler çıkıyor.
Yüce Peygamberimize, dinimize küfredilecek, biz özür
dileyeceğiz, bu nasıl bir iman? Küffar zaten Resulullah Aleyhisselâm'ı biliyor,
bildiği için bunları yapıyor, hak olduğunu bile bile karşı çıkıyor.
Âlem-i İslâm, Ümmet-i Muhammed ayakta; bu kâfirlerin küfrüne
kalbi, imanı, vicdanı dayanamıyor, içi elvermiyor, bunlar ise hâlâ "Küfrü ve
kâfiri hoşgörelim." diyor.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Eğer Rabb'in dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman
ederlerdi. Öyle iken iman etmeleri için insanları sen mi zorlayacaksın?"
(Yunus: 99)
"Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu
inanmazlar." (Yûsuf: 103)
"Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları
çağırsanız da, sussanız da sizin için birdir." (A'râf: 193)
"Resul'ün görevi sadece tebliğ etmektir." (Mâide: 99)
Be hey cahil! Allah-u Teâlâ kâfirlerin çoğunun anlatılanları
anlamayacağını, kabul etmeyeceğini hatta indirilen hükümlerin onların
küfürlerini artıracağını haber veriyor:
İşte Âyet-i kerime'ler:
"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'inizden size
indirileni (Kur'an'ı) dosdoğru tatbik etmedikçe, siz hiçbir şey (yol) üzerinde
değilsiniz.' Andolsun ki Rabb'inden sana indirilen, onların çoğunun azgınlığını
ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler gürûhu için üzülme!" (Mâide:
68)
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar
size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
Kâfir küfrünü söyleyecek, küfredecek, sen "Kusura
bakmayın!" diyeceksin. Halbuki kâfir küfrünün icabını yapıyor, küfrünü
kusuyor.
"Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü
âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler." (Bakara: 145)
Böyle olduğu içindir ki onlara Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kâfirûn: 6)
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm'ın hayat-ı saadetlerinde
kendisine hakaret edenlere, her türlü ezayı ve küfrü reva görenlere, Ebu
Cehillere, Ebu Leheblere ne diyeceksiniz? Resulullah Aleyhisselâm onlara hâşâ
din-i İslâm'ı anlatamadığı için mi ona küfür ve hakaret ettiler. Müslümanların
önde gideni görünüp bu kadar cehalet sergilemek ancak imandan nasibini alamayan
kimsede olur.
Resulullah Aleyhisselâm devr-i saadetlerindeki küfür ehline
İslâm'ı anlatmak için büyük bir gayret göstermiş ve hiçbir sözü anlamayan bu
güruh sebebiyle adeta kendisini tüketircesine üzülmüştü.
"Demek bu söze inanmazlarsa arkalarından üzülerek neredeyse
kendini tüketeceksin Resul'üm!" (Kehf: 6)
Bunlar, bu küfür ehli Allah-u Teâlâ'nın Kelâm-ı kadim'inden
nasibi olmayanlardır. Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Hiçbir nasihatı
dinlemezler, düşünmezler:
"Kâfirlerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmaktan başkasını
işitmeyerek haykıranın durumu gibidir. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler, onlar düşünmezler." (Bakara: 171)
Binaenaleyh bu küffar onlara hidayet anlatılmadığı için değil,
küfrünün karanlığında boğulduğu için, nefsinin kininde, şeytanın vesvesesinde
boğulduğu için iman etmiyor. Resulullah Aleyhisselâm'ı tanımadığı için değil,
tanımak istemediği, onu düşman bellediği için hakaret ediyor.
Bunun en büyük delili yukarıda alıntı yaptığımız gazete
haberinde de görüldüğü üzere Vatikan'ın Resulullah Aleyhisselâm'ı karalamak için
milyar dolarlık bütçelerle kampanya tertip etmek için plan çevirmesidir. Zira
papazlar İslâm'ı ve İslâm Peygamber'inin hayatını gayet iyi biliyorlar. Ama
imandan nasipleri yok. Düşmanlık yapıyorlar.
O halde, müslüman, küffarın bu durumunu bilecek ona göre
imanını kontrol edecek, Allah ve Resul'ünün hükmüne iman ile ilâhî muhafazaya
nâil olacak.
İman; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a tam
teslimiyettir.
Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların
onlarla dostluk kuramayacağını beyan buyuruyor:
"Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu
yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur." (Enfâl:
73)
Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri
gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman bağından kaynaklanmaktadır.
Bunların birisi nurdur, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah'ın düşmanıdır, mümin
ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar
koparılmazsa, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden
gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.
Küfrü ve kâfirleri Hazret-i Allah bize tanıtıyor ve dost
olmamamızı emrediyorken onlarla dostluk ancak Hazret-i Allah ile olan
düşmanlığından gelir...
"Allah kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?"
(Münâfikun: 4)
İtaat ve Teslimiyet:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde şöyle
buyurmaktadır:
"Eğer siz gerçekten müminlerseniz, Allah'a ve Peygamber'ine
itaat ediniz." (Enfâl: 1)
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izni ile kendisine itaat
edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik." (Nisâ: 64)
"O Peygamber'e uyun ki, doğru yolu bulasınız." (A'râf:
158)
"Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr :
56)
"Peygamber'e itaat eden, muhakkak ki Allah'a itaat etmiş olur."
(Nisâ: 80)
Asr-ı saâdet'te iki kimse huzur-u Nebevî'de hasımlaştılar.
Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen
"Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer'e gidelim." dedi ve Hazret-i
Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen "Yâ Ömer!
Biz Peygamber Aleyhisselâm'a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine
hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti." deyince Hazret-i Ömer
-radiyallahu anh- "Böyle mi oldu?" diye sordu, öteki
"Evet" dedi. Bunun üzerine "Ben sizin aranıza gelip aranızda
hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın." diyerek evine girdi ve
kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta
öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına kaçtı ve
"Yâ Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim
beni de öldürecekti." dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Ömer'in
bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım." buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
"Hayır, öyle değil!.. Rabb'in hakkı için, onlar aralarında
çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı
yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim
olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime'sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Onlar daha hüküm inmeden gönüllerinde hükmü yaşıyorlardı. Çünkü
iman etmişlerdi.
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve
sizden olan emir sahiplerine itaat edin." (Nisâ: 59)
"Allah ve Resul'ü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir
erkekle mümin bir kadın için, artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı
yoktur. Allah'a ve Resul'üne başkaldırıp isyan eden kimse hiç süphesiz ki apaçık
bir şekilde sapıklığa düşmüş olur." (Ahzâb: 36)
İşte iman budur. Her namazda salât-ü selâm gönderdiğimiz,
övdüğümüz Efendimiz'e -sallallahu aleyhi ve sellem- kâfirler sövecek, alçakça
tasvir edecek bunlar onları hoş görecek, özür dileyecek. Ne acı. İman sahibi bir
kimseden bu sözler çıkmaz.
Bunlar içten içe Resulullah Aleyhisselâm'ı da beğenmeyenlerdir.
Nasıl ki yahudiler İsâ Aleyhisselâm'ı bekledikleri halde yumuşak buldular
beğenmediler. Bunlar da Resulullah Aleyhisselâm kâfirlere karşı hükm-ü ilâhî'yi
uyguladı, onlara sert davrandı diye beğenmezler. Bunların aslı budur.
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun
üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar artık anlamaz bir toplum oldular.
Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve
söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler
gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar
düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah
kahretsin onları! Hakk'tan nasıl çevriliyorlar?
Onlara: "Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!"
denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak
uzaklaştıklarını görürsün.
Onlara (Allah'tan) mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için
birdir. Allah onları aslâ bağışlamayacaktır. Çünkü Allah fâsıklar topluluğunu
doğru yola iletmez." (Münâfikûn: 3-6)
Bu tür dine aykırı beyanlar, kâfirlerin yaptıklarına zemin
hazırlıyor, Peygamber Efendimiz'e hakaret edilmesine neden oluyor ve İslâmiyet'e
zarar veriyor.
"Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere
muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda
bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir
orası!" (Nisâ: 115)
•
Bu iman küfür berzahıdır, hakikat dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk
mücadelesidir.
"Allah'a ve Peygamber'ine muhalefette bulunanlar, kendilerinden öncekilerin
alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Halbuki biz apaçık âyetler indirmişizdir.
Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır." (Mücâdele: 5)
Âlemlere Rahmet
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Resul'üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiyâ: 107)
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm bu ilâhî fermanının mazharı
olmuştur.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Yaratan böyle yapmış onu.
Varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir. Rahmet-i
ilâhî'nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah'ın bütün âlemleri bir
kimsede toplaması elbette mümkündür.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî'sinde:
"Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım." buyuruyor. (K.
Hafâ. c. 2, s. 164)
O: "Asluhu nur, cismuhu Âdem"dir. Âlemlere rahmet oluşu
nurundan ötürüdür.
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu
yarattı ve o nurdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da
donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcûdât oluşu buradandır. Her canlının
Allah-u Teâlâ'ya şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm'a müteşekkir olması
lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Bir Âyet-i kerime'de de:
"O sizden iman edenler için bir rahmettir." buyuruluyor.
(Tevbe: 61)
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve
bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O rahmetten nasibini alanlar; dünyada da
ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü kötülüklerden sıkıntılardan
kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yolu göstermiştir.
Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının ertelenmesine vesile olmuştur. Ondan
önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman;
Allah-u Teâlâ onları yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu.
Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise öldükten sonraya tehir
edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime'de:
"Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez." buyuruluyor.
(Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı
Allah-u Teâlâ bir ikram olarak onlara mühlet vermiştir.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna
kadar âlemlere rahmettir. Hayatı rahmettir, memâtı da rahmettir.
"Nur Saçan Kandil"
Onun aslı nurdur. Allah-u Teâlâ o nurda tecellî ettiği için:
"Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil" olmuştur.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın bizzat
mübarek şahsını; mücessem bir hidayet, bir rehber ve bir önder kılmıştır.
Mübarek vücudu serâpâ nurdur. Bu nur ile körler bile görür,
duymayan kulaklar duyar, kapalı kalpler açılır, yolunu şaşıranlar yol bulur.
Bu hususta Allah-u Teâlâ, Zât-ı risaletpenâhî'yi muhatap
kılarak şöyle buyuruyor:
"Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı,
Allah'ın izniyle Allah'a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik."
(Ahzâb: 45-46)
Bunun içindir ki vücud-ı şerif'leri, ruhları, lisanları,
kalpleri, ahlâk ve amelleri, ilim ve fehimleri nur kaynağıdır.
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ'nın nurudur. Bu öyle
bir kandil ki, bütün âlemleri nurlandıran bir kandildir.
Her ne kadar görünüşü beşer ise de, fıtrî yapısı ayrıdır.
Cismin beşer oluşu hakkında Âyet-i kerime'de şöyle
buyurulmaktadır:
"Resul'üm! De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana
vahyolunuyor." (Kehf: 110)
İşte onun hakkındaki bütün yanılmalar bu noktadan
doğuyor.
"Ben de sizin gibi bir beşerim." beyanı, onun beşer
yönüdür, zâhirî görünüşüdür, dışıdır.
İşte bu perdenin ötesine geçemeyenler:
"Allah'tan size bir NUR ve apaçık bir kitap gelmiştir."
(Mâide: 15)
Âyet-i kerime'sinde geldiği haber verilen bu "Nur"u
göremediler, cisimde takılıp kaldılar, "Nur"a inemediler, hidayete
eremediler ve iman etmiş de olmadılar. Onlar öteye geçemedikleri için, ilâhî
nurdan, rahmetten, merhametten mahrum kaldılar.
Âyet-i kerime'de geçen; "Nur" Muhammed Aleyhisselâm'dır,
zira ancak onun vasıtası ile hidayete erilir.
"Kitap" ise Kur'an-ı kerim'dir, o da hidayet
rehberidir.
"Ben de sizin gibi bir beşerim." Âyet-i kerime'sini
görerek: "O da bizim gibi bir insandır." diyenler, onun:
"Asluhu nur, cismuhu âdem" olduğunu, "Sirâc-ı münîr"
olduğunu, "Nur saçan kandil" olduğunu bildiren ve buna benzer Âyet-i
kerime'leri görememektedirler. Nefisleri onlara onu göstermiş, diğerini
göstermemiş. Hakikati göremediklerinden ötürü de Âyet-i kerime'lere iman
etmediler ve imandan kaydılar. Bu ise Allah-u Teâlâ'nın onların kalplerini
döndürmesinden ileri gelmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz ve hiçe sayanlar;
"Aslıhu kâfir, cismuhu necis"tir.
Bu necasetliklerinden ötürü o "Nur"a leke sürmeye
çalışıyorlar. Bu necaset halleri ile o "Nur"u görmeleri mümkün değildir.
Amma kendilerinin necis olduğunu da bilmiyorlar.
En Büyük Delil
Allah-u Teâlâ bütün insanlık âlemine hitap ederek, onlara kendi
katından hak bir peygamber, ilâhî bir burhan, büyük bir delil gönderdiğini
Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:
"Ey insanlar! Rabb'inizden size HAK BİR PEYGAMBER gelmiştir. O
hâlde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin." (Nisâ: 170)
Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûru olan Hazret-i
Muhammed Aleyhisselâm'ın gerek yüksek şahsiyeti, gerekse tebliğ ettiği esaslar
ve prensipler, onun hak bir peygamber olduğunu göstermektedir.
Âlemlerin Rabb'i olan Allah-u Teâlâ'ya teslim olmak isteyenler
için takip edilecek tek yol, onun getirdiği İslâm dinidir.
"Ey insanlar! Size Rabb'inizden KESİN BİR DELİL geldi."
(Nisâ: 174)
Öyle bir "Delil" ki, karşı tarafa herhangi bir mazeret
bırakmayacak, her türlü şek ve şüpheyi ortadan kaldıracak kadar kesin bir
"Delil"dir.
Ahsen-i Takvîm
Resulullah Aleyhisselâm aynı zamanda ebul-ervah'tır, bütün
ruhların babasıdır. Allah-u Teâlâ kendi ruhundan ona ruh verdi, o ruhtan bütün
ruhları yarattı.
"Ey insan!" (Yâsin: 1)
Hitabının muhatabı Muhammed Aleyhisselâm'dır. İnsan-ı kâmil,
hülâsa-i insan odur.
Allah-u Teâlâ kendi lütfu ve keremi olarak ona:
"Yâsin! = Ey insan!" diye hitap etmiştir.
Bu ism-i şerif'i ona bizzat Allah-u Teâlâ bahşetmiştir. Zira O
kendi nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için, onu bu
ism-i şerif'e mazhar etmiştir.
"Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." (Tîn: 4)
Aslında bu hitab-ı ilâhî'ye mazhar olan ve Âyet-i kerime
mucibince en güzel bir biçimde yaratıldığı belirtilen insan da yine odur.
Nurundan nurunu yarattığı, o nurdan mükevvenâtı donattığı için;
nurun hülâsasını, hakikatin hülâsasını, bütün güzelliklerin hülâsasını Allah-u
Teâlâ ona koymuştur. Güzeller güzelliğini ondan alır. O Rehber-i sâdık'tır.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde
olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi görünüyor iseler de imanları surette
kalmıştır, imandan mahrumdurlar.
Sırat-ı Müstakim
Onu en üstün şerefle müşerref eyleyen Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı
kerim üzerine yemin ederek Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğru
yolda olduğunu ve dosdoğru bir yolu gösterdiğini; bu nurlu yolda gönül
huzuruyla, emin adımlarla yürümesini beyan buyuruyor:
"Yâsin. Kur'an hakkı için ey Resul'üm! Muhakkak ki sen
gönderilmiş peygamberlerdensin ve doğru bir yol üzerindesin." (Yâsin:
1-4)
Bütün inkârcıların, inatçıların, kâfirlerin inat ve küfürlerine
rağmen, sen şüphesiz peygamberlik vazifesi ile gönderilen ve dinlenilmediği
takdirde hesabının sorulması kesinleşmiş elçileri olan hak
peygamberlerdensin.
Bu ilâhî beyanlar üç mânâ taşıyor:
Birincisi, bu ism-i şerif'i ona Allah-u Teâlâ vermiştir.
İkincisi, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim üzerine yemin ederek,
onu en güzel hasletlere sahip olarak hususiyetle gönderdiğini beyan ediyor.
Üçüncüsü de, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
doğru bir yol üzerinde bulunduğunu bildiriyor.
Onun yolundan sapan; kim olursa olsun, dinden sapmıştır, İslâm
dâiresinden çıkmıştır. Ölçü budur. İmanı olana bu Âyet-i kerime'ler kâfidir.
Beşinci Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Üstün ve çok merhametli Allah'ın indirdiği Kur'an yolu
üzerindesin." (Yâsin: 5)
Onu yaratan ve onu peygamber gönderen Allah-u Teâlâ, onun Allah
yolunda olduğunu buyuruyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ini uyarıyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz ki sen
dosdoğru bir yol üzerindesin." (Zuhruf: 43)
Senin takip edeceğin yol Sırat-ı müstakim'dir. O yolu takip
edenler cennetlere, ilâhî nimetlere kavuşacaklardır. O yoldan ayrılmanın
neticesi cehennemdir.
Onu yaratan onu meth-ü senâ ediyor, onun doğruluğunu
mühürlüyor, Kur'an yolu üzerinde bulunduğunu buyuruyor ve iman edenlere
duyuruyor. Bu hakikatler karşısında bir münkirin söyleyeceği sözün ne hükmü
olabilir?
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-inin insanları en doğru ve en güzel yola çağırdığını bizzat
haber veriyor:
"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun." (Müminûn: 73)
Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden teslim olan, bu Âyet-i
kerime'nin şümulü içine girer. Amma buna tenezzül etmeyen kendisini İslâm
haricine koymuştur, o zaman küfre sapmıştır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
"Sen Rabb'ine dâvet et, şüphesiz ki sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin."
(Hacc: 67)
Resulullah Aleyhisselâm dâvet emrini en güzel şekilde yaptı. Hayat-ı
saâdetlerinde de, ahirete intikallerinden sonra da o yolu iman edene bıraktı.
Nasipdar olanlar hidayete erer, nasipdar olmayanlar küfürde kalır. İtaat eden
kendisine, nankörlük eden yine kendisine.
Rabbânî Terbiye
Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle
buyurmuştur:
"Nûn." (Kalem: 1)
O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın
nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu Âyet-i kerime hiç kimse tarafından
açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle birlikte, bazı
Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten
müteşabih Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat "Nun" çok
mühimdir. Her şeyin bir özü ve hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve
hülâsasıdır.
Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu
Âyet-i kerime'lerin "Nûn"un üzerinde cereyan ettiğini göreceksiniz.
"Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!" (Kalem: 1)
Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla
bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı kalem üzerine ve yazılanlara
yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu gibi,
ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin
ayakta durması kalem sayesinde olur.
Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her
ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir.
İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.
Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve şöyle buyuruyor:
"Resul'üm!
Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve
mecnun (deli) değilsin." (Kalem: 2)
Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en
büyük bir nimet değil midir? Bu nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat
buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor. Çünkü kâinat onunla hayat
buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu için
her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.
Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i
hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu
yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî etti.
"Senin için tükenmeyen bir mükâfât var." (Kalem: 3)
Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş
ki, bu "Tükenmeyen mükâfât"a mahlûkun aklı ermez.
Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât,
hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir
mükâfât...
"Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem:
4)
Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu
bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük bir ahlâk sahibi olduğunu beyan
buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine
bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en
üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur. Onu başka bir tarifle
anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları
güzelliklerle seçkin kılınmıştır.
Kur'an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in "Huluk-u azîm" tabiriyle bildirilen
güzel vasıflarına da nihayet yoktur.
Kâffeten Linnas
Muhammed Aleyhisselâm'ın nübüvveti yalnız Araplar'a ve sadece
Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar
gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah o Peygamber'i ümmî Araplar'dan başka, henüz kendilerine
erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir." (Cum'â:
3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar'a değil, onlara ve ondan
sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına
gönderdiğini beyan buyuruyor. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan,
ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan
hiçbir fert yok.
Beşeriyetin Peygamberi
Peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına veya
bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, peygamberlikleri yalnız
kendi kavimlerine hastır. Fakat Muhammed Aleyhisselâm bütün insanlığa
gönderilmiş, âlemlere rahmet olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı,
onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı
olarak göndermişizdir.
Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Her peygamber kendi kavmine gönderilmiş ise de, Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara gönderilmiştir ve bu
bütünlük kıyamete kadar gelecek bütün insanlara şâmildir.
O ki; insanlara Allah-u Teâlâ'nın lütfunu belirten, sonsuz
saâdeti müjdeleyen, halkı dalâletten kurtarıp uyaran, cehalet karanlığından
çıkaran, en güzel bir rehber, en şefkatli bir peygamberdir.
"Resul'üm! De ki: 'Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah'ın hepiniz
için gönderdiği peygamberiyim.'" (A'râf: 158)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
bütün insanlara gönderildiğini ferman buyuruyor. Bunun içindir ki hiç kimse:
"Ben böyle bir şey duymadım, bilmediğim için de iman etmedim." diye
hiçbir bahane bulamaz.
Böylece bahane kapısı da kapanmış oldu.
"Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit
olarak Allah yeter." (Nisâ: 79)
Resulullah Aleyhisselâm'ın vazifesi bütün insanlara İslâm'ı
duyurmaktır. Bu emr-i ilâhî'yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i
ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar.
Makâm-ı Mahmûd
Muhammed Aleyhisselâm en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı
Mahmud'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.
Âyet-i kerime'sinde:
"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmûd'a
gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)
O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız ona
bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni
verilecek ve şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed
Aleyhisselâm'dır.
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm'ın insanlara şefaât etmek
üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği "Livâ-i hamd" altında
muazzam şefaât makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat
edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı
için o makama "Mahmûd" denilmiştir.
Şânı Yüce Peygamber
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime'sinde:
"Resul'üm! Biz senin şânını yükselttik." buyurdu. (İnşirâh:
4)
Tasavvur buyurun ki bütün mükevvenâtı yaratan, âlemleri donatan
Allah-u Teâlâ onun yüce şânını yükselttiğini ve bütün âlemlerin en şereflisi
olduğunu beyan buyuruyor. Bu şeref yalnız ona mahsustur.
Muhammed Aleyhisselâm bütün peygamberlerin en faziletlisi, en
üstünüdür. Kâinatın mebdeî, mahlûkâtın ekmeli ve efendisidir. Ebul-ervah'tır.
Hakk'tan haber verir, Hakk'a dâvet eder. Halk ile Hakk arasında Vahdaniyet ve
Samedâniyet'e vasıta odur. O zât-ı âlî, o Habib-i Hüdâ'dır.
Bütün peygamberlerin her biri bir kavme, birkaç şehir halkına
veya bir ümmete ve belirli bir zamanda gönderildikleri için, yalnız kendi
kavimlerine hastır. Fakat o bütün insanlığa gönderilmiş, âlemlere rahmet
olmuştur. Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir.
Zaman ve mekânın efendisidir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resul'üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı
olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler." (Sebe: 28)
Mümin ve muvahhid olmayı arzu eden kimse, onun peygamberliğini
tasdik etmedikçe, hiçbir iyiliği makbul ve kabul olmaz, cennete de giremez, zirâ
bütün peygamberler âhir zaman peygamberini tasdik etmişlerdi. Onlara indirilen
kitaplar içinde Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliği açıkça beyan
olunmuştur.
Yüce Vasıflar
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve nimeti çok büyüktür."
(Nisâ: 113)
Üstünlüklerin en üstünü Hazret-i Allah'ın dostu olmasıdır.
Bir yaratılmış ki Yaratan ona âşık olmuş.
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ'nın Habib-i
Ekrem'i, dostu, arşının nuru, vahyinin eminidir. Ziynetlendirdiği,
şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu
temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ
sahiplerinin önderi, günahkârların şefaatçısı ve âlemlerin rahmeti
yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri,
Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı, bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının
vasıtası, Livâ-i izzet'in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi, Kelâm-ı kadîm'in
tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin
ruhudur.
Resulullah Aleyhisselâm'ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri
olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere
gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü odur.
Âdem Aleyhisselâm'ın ve ondan sonra gelenlerin altında
toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Durak yerinde ziyaretçileri en çok olan havuz onun
havuzudur.
En yüce ve en büyük şefaat Allah katında onun şefaatıdır.
Ümmeti arasında hüküm veren ilk peygamber odur.
Bütün müminler cennete onun şefaatı sayesinde
gireceklerdir.
Cennete ilk giren odur.
Onun ümmeti cennete diğer ümmetlerden önce gireceklerdir.
Cennetteki makamların en yücesi olan "Vesile"nin sahibi
odur.
En Büyük Nimet
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün
insanlara Allah-u Teâlâ'nın en büyük nimetidir. Tabii ki bilen için...
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER
göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu
göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında
kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk. Allah-u Teâlâ'nın
onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler
kurtulacak, iman etmeyenler kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve
uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve
mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî kötülüklerden; kararan ruhları,
taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp
temizlemiştir.
Ve kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi
tezkiye edecek temizleyecek, size kitap ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi
size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik." (Bakara: 151)
"Muhammed Aleyhisselâm insanlığa ne getirdi?" diye
sorulacak olursa, bu Âyet-i kerime'yi okumak kâfidir.
Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî
kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten temizlemiş, nefislerini arındırıp
yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.
Bu güzide peygamber, Allah-u Teâlâ'nın beşeriyete en büyük
nimetidir:
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz
yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber
göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler."
(Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan
aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan
büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan
kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet
nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete
ereceklerdir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en
büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber
Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada
saâdete ahirette ise selâmete kavuşacaklardır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Bu Peygamber'e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım
eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete
erenlerdir." (A'râf: 157)
Allah-u Teâlâ Peygamber'ine tâzimde bulunulmasını, tebcil
olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini emretmektedir.
"(Ey insanlar!) Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım
edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ'nın ve Peygamber'inin huzurunda
edeplere riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm'a hâl-i hayatında ne kadar tâzim
lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet
vecibesini korumak gerekir.
Ümmet-i Muhammed'in Mânevî Babası
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resulullah Aleyhisselâm'ın,
ümmetleri hakkında nefislerinden de ileri olduğunu; muhtereme hanımlarının ise
müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor:
"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da
ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)
Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve
ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.
Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün
insanlardan üstündür.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde
olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.
Peygamber hakkı müminlerin kendi öz nefislerinin, ana, baba,
evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler onun sayesinde
ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.
Onun emirleri bütün emirlere tercih edilmelidir. Onun sevgisi
bütün sevgilerin üzerinde olmalıdır. Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir
velâyet hakkı vardır.
Allah-u Teâlâ onu nasıl şereflendirmiş, hakların en büyüğünün
onun hakkı olduğunu beyan etmişse; onun tertemiz zevceleri de, onun zevceleri
olduklarından dolayı, müminlere anne kılarak onlara saygı ve hürmeti farz
kılmıştır.
Görüldüğü üzere Allah-u Teâlâ onların müminlerin anneleri
olduğunu bildirmiştir. Buna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz müminlerin mânevî babasıdır.
Azîz Peygamber
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese
ve herşeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar
arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne
ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
"Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki
sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere
çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine
mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek
için kendi isminden pay ayırdı.
Bu ism-i şerif'leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ'nın varlığı
onda tecellî etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı:
"Ben buraya âitim." demektir. Allah-u Teâlâ ona rozetini takmış, kendi
ism-i şerif'lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde bir
lütuftur.
Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
O her zaman ve mekânda Azîz'dir. Allah katındaki şeref ve
faziletinin yüksekliğine hudut yoktur. Mertebe ve kemâli her an
yükselmektedir.
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar
mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da
mahlûkâtın en faziletlisidir.
Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir
noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak,
insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biliniz ki Resulullah aranızdadır." (Hucurât: 7)
Bu husus ehlince mâlumdur.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile
görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun, onun bir nur olduğunu
bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur.
Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi
ölçmeye benzer.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli
olacak, herkesçe bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona
iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Size Allah'ın âyetleri okunurken ve aranızda O'nun Resul'ü
bulunurken nasıl küfre dönersiniz?" (Âl-i imrân: 101)
Salât-ü Selâm
Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul'ü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet
ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkiini çok açık bir
şekilde beşeriyete ilân etmiştir:
"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve
senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir
teslimiyetle gönülden teslim olun." (Ahzâb: 56)
Peygamber'ine Allah-u Teâlâ'nın salâtı; onu en yüce makamda
yâdetmesi, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil ve tebrik etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; onun için Allah'a duâ etmeleri,
istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor,
sevgili Peygamber'ini anıyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret
diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süflî âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî
ufukların kapılarını açan Peygamber'lerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve
tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve
mükâfâtlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur'un aşkında ve şevkinde
yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar,
salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten
bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın
yanında, daha sonraki devirlerde de müminler derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o
engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri
beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar." (Câmiüs-sağir)
Muazzez ism-i şerif'leri o günden bugüne milyarlarca insanın
dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara
hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî
semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
Tevhid
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem'i olan Muhammed Aleyhisselâm'ı dost
edinmiştir. Ona imanı, Tevhid'in iki rüknünden biri yapmıştır. Adını adı ile
beraber anmış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. "Lâ
ilâhe illâllah"tan sonra "Muhammedün Resulullah" ünvanını getirmiş;
ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını
belirtmiş, onun sayesinde sapıklıkta olanları hidayete erdirmiştir.
Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah
Aleyhisselâm'ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda
vermez. Nitekim diğer din sahipleri de Allah'a inanıyorlar. Muhammed
Aleyhisselâm'a iman etmedikleri için küfürde kalmış oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre
-radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
"Varlığım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; bu
ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim
getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur." (Müslim:
153)
Kişi: "Lâ ilâhe illâllah" demekle iman etmiş olmaz,
"Muhammedün Resulullah" deyince iman etmiş olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:
"O halde kendi hayrınıza olarak hemen ona iman edin!" diye
emir buyurmaktadır. (Nisâ: 170)
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile
kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak
içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ'nın varlığına, birliğine,
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'ın O'nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun
Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve
gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dini'ne girmenin ilk şartı olan bu iki esas "Kelime-i
şehâdet"de toplanmıştır. Kelime-i şehâdet'i kalp ile tasdik edip dili ile de
söyleyen bir kimseye "İnanmış" mânâsına gelen "Mümin" adı
verilir.
Ağır Bir Misâk
Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulduğuna göre, her peygamber
kendisinden önceki peygamberi tasdik etmekle mükellef olduğu gibi; en son
gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm'ı da haber vermek ve tasdik
etmekle mükellef tutulmuşlardı.
Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed
Aleyhisselâm'dan bahsetmiş ve onun sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdetli
zamanına erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım edeceklerine dair
kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm'ın geldiğini idrak ederlerse
hemen iman edip dinine yardım etmelerine dair ümmetlerinden söz aldılar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. 'Celâlim
hakkı için, size kitap ve hikmet verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik
edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka
ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu ağır ahdimi üzerinize
aldınız mı?' demişti. Onlar da: 'Kabul ettik.' demişlerdi. Allah da: 'O halde
şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.' buyurmuştu." (Âl-i
imrân: 81)
O Azîz Peygamber'e iman ve yardım ile mükellef olduklarını
itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî'yi kabul ettiklerini söylediler. Onun
üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 82. Âyet-i kerime'sinde ise böyle
bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin yoldan çıkmış kimseler olacağı
bildirilmektedir:
"Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ
kendileridir." (Âl-i imrân: 82)
Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği peygamberlerine bu emri vermiş,
onlardan söz almış, onların da her biri ümmetlerine duyurmuşlardır.
En Şerefli Aracı
Allah-u Teâlâ sıkıntılı halleri, dünyaya ve ahirete dâir gam ve
hüzünleri, onun şefaati ve ilticası ile kullarından kaldırır.
Ayrıca derde mübtelâ kulları, onun yüce makâmında el açtıkları
zaman; düştükleri zorluktan dolayı onu vasıta yaptıkları zaman; duâ ve niyazları
onun hürmetine kabul buyurur, sıkıntı ve üzüntülerden kurtarır. Suçlu bir
çocuğun, kabahati anında babasının çok sevdiği bir dostuna sığınması ve
kendisini affettirmesi gibidir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de
Allah'tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi, (sen)
Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah'ı affedici ve
merhametli bulurlardı." (Nisâ: 64)
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları
idrak ettikten sonra Hazret-i Allah'ın en sevgilisine sığınırsa, onun
sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî
kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok
sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
Bu ilâhî emir onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz.
Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ'nın tevbeleri kabul etmesi ve
onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm'a gelmelerine, huzurunda
mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın da onlar için
istiğfar edivermesine bağlıdır.
Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra
kabrini ziyaret etmekle de bereket umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri,
hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir.
Resulullah Aleyhisselâm'ın müminlerin tamamına istiğfarda
bulunması, Allah-u Teâlâ'nın şu Âyet-i kerime'si ile hâsıl olmuş
bulunmaktadır:
"Hem kendinin, hem de erkek müminlerle kadın müminlerin
günahlarının bağışlanmasını dile." (Muhammed: 19)
Bu Âyet-i kerime'ler ne büyük bir şefkat, merhamet ve sığınma
kapısıdır! Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Raûf ve Rahîm
sıfatlarının mazharıdır. Bu yalnız ona mahsustur.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm
elbette:
"Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir
(huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir." (Tevbe: 103)
Emr-i şerif'i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa
vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun
bulmasına sebep olur.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a çok
büyük bir şan ve yetki vermiştir.
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde münâfıkların ne
kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm'ın haklarında
yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:
"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!'
denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak
uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikûn: 5)
Kibir ve gururları onların Resulullah Aleyhisselâm'ın yolunda
bulunmalarına engel olmaktadır.
Hâtem-ül Enbiyâ
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek olan iman edenlere şöyle
buyurmaktadır:
"Muhammed Allah'ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur."
(Ahzâb: 40)
Bu Allah-u Teâlâ'nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir
peygamberin gönderilmeyeceğine dâir kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında
bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile kesin olarak
anlaşılır.
O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de
bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini
sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete kadar kendisinden ışık alınan bir
Nur'dur. Nur'u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.
Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.
Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemale erip son bulmuş, bu
suretle İslâm dini de son ve ebedî bir din olmuştur. İslâm dini'nin inkıraza
uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç bozulmadan aslî hüviyetinde
devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki kalacaktır. Öyle
bir din öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık
ihtiyacı kalmamıştır.
Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin
daha kemâllisini getirip tamamlamış, getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini
neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün ümmetlerden üstün
olmuştur. Hâtem'ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek
yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.
Mümin Peygamber
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde İslâm dini'nin ulviyetini,
Resulullah Aleyhisselâm'ın cahiliye devri müşriklerine yaptığı hitabını beyan
buyurmaktadır:
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden şüphede iseniz, ben
Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza ibadet etmem. Ancak sizi öldürecek olan
Allah'a ibadet ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu." (Yunus: 104)
Bu ilâhî beyan kıyamete kadar gelecek insanlara da şâmildir.
Kim ki gerçekten iman ederse, Resulullah Aleyhisselâm'ın getirdiğini kabul
ederse, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a uyarsa, hiç şüphe yok ki
kendi lehinedir, aksi de aleyhinedir.
"Ve: 'Yüzünü hanif (muvahhid) olarak dine çevir. Sakın
müşriklerden olma!' diye (emredildi)." (Yunus: 105)
Allah-u Teâlâ'ya yönelenlerin kurtulduğu, yönelmeyenlerin
müşrik olduğu beyan buyuruluyor.
"De ki: Ey insanlar! Size Rabb'inizden hak gelmiştir. Artık kim
hidayeti kabul ederse, o ancak kendi iyiliği için hidayete ermiş olur. Kim de
saparsa, o da ancak kendi zararına sapmış olur. Ben sizin üzerinize vekil
değilim." (Yunus: 108)
Ben sadece müjdeleyici ve korkutucuyum. Siz imana gelmedikçe,
sizden dolayı sorumlu tutulacak da değilim.
"'Allah'tan başkasına ibadet etmeyesiniz.' diye. Şüphesiz ki
ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim." (Hûd:
2)
İnkâr ederseniz azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum, iman
ederseniz saâdet ve selâmete ereceğinizi müjdeliyorum.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e teselli
olarak bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki senden önce gelen peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o
kâfirlere önce mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Azabım nasıl oldu?"
(Ra'd: 32)
Diğer peygamberlere de bu olmuştu. Kimini yalanladılar, kimini taşladılar.
Sana muârız olanlar da bunu yapacaklar. Amma onların dönüşleri banadır.
Kul Peygamber
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ine Kur'an-ı kerim'i indirmesiyle onun dosdoğru bir yol
üzerinde bulunduğunu, Kur'an-ı kerim'in hükümleri ile amel ettiğini buyuruyor ve
bize duyuruyor:
"Hamdolsun o Allah'a ki, kuluna dosdoğru kitabı indirdi ve onda
hiçbir eğrilik koymadı." (Kehf: 1)
Allah-u Teâlâ nurunu, Kitab-ı kerim'i olan Kelâmullah'ı Cebrâil
Aleyhisselâm vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine
indirdi. Ona en doğru, Hakk'a en kestirme varan yolu bildirdi.
Buna iman etmeyenler yoldan çıkmıştır, hakikatten sapmıştır,
küfre dalmıştır.
•
Allah-u Teâlâ onu kendisinin ubudiyetine izafe etmiş, kendi yoluna dâvet
makamında da onu kulu olmakla vasıflandırmıştır.
"Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna hakkı bâtıldan ayırdeden Kur'an'ı indiren
Allah'ın şânı ne yücedir." (Furkân: 1)
Hakikat ile dalâleti, doğru ile eğriyi ayırmak için Allah-u Teâlâ kullarını
uyarıyor. Nasibi olan bu Âyet-i kerime'yi anlar, uyar. Nasibi olmayan sapıklıkta
kalır. Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse onu o sapıklıktan kurtaramaz.
Allah-u Teâlâ, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini şereflendirmek,
değerini daha çok arttırmak için ism-i şerif'ini anmamış, "Allah'ın kulu"
diyerek kulluk sıfatı ile vasıflandırmış, kulluğunu yerine getirmek
hususunda kendine has özelliği ile beraber alçakgönüllülüğünü de beyan
buyurmuştur.
"Allah'ın kulu O'na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, (cinler) neredeyse
çevresinde keçeleşirler, birbirlerine girerlerdi." (Cin: 19)
Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ
dinliyorlardı.
Yani değil insanlar, cinler dahi Resulullah Aleyhisselâm'a hayrandı ve can-u
gönülden bağlı idiler. O Allah-u Teâlâ'ya yöneldiği zaman rahatsız olmasın diye
cinler saygılarından, sevgilerinden ötürü birbirlerinin içine girerlerdi.
Bize hidayet bahşeden Allah-u Teâlâ'ya sonsuz şükürler olsun ki; Kur'an-ı
kerim'i indirdi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i bunu bize
açıkladı. Biz O'nun dosdoğru yolu üzerindeyiz.
•
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a "Abd" yani kul
ismini verdiğini diğer bir Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, siz
de onun benzeri bir sûre meydana getirin.
Eğer doğru iseniz, Allah'tan başka şâhitlerinizi de çağırın."
(Bakara: 23)
Allah-u Teâlâ buyuruyor ve dalâlet ehline duyuruyor. Muhammed
Aleyhisselâm'a indirdiği hak olan Kur'an'dan şüphe ediyorsanız, hepiniz bir
araya gelin, onun benzerini meydana getirin. Fakat şüphesiz ki bunu
yapamazsınız. Çünkü siz âciz bir mahluksunuz. Bu ise Allah kelâmıdır.
Şefkat Peygamber'i
İnsanların iman edip hem dünyada hem ukbâda mesut ve bahtiyar
olmalarına çok düşkündü. İnsanlara kendisini tüketircesine şefkat ve merhamet
etmekteydi.
Onun bu hâlini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde haber
veriyor:
"Gerçekten biliyoruz ki, söyledikleri şeylerden dolayı göğsün
daralıyor, için sıkılıyor." (Hicr: 97)
Hiç şüphesiz ki o zaman da münâfıklar vardı, şimdi de var. O
zamanki münkirler de çeşitli sözler söylerlerdi, şimdi de söyleniyor.
O zaman üzülüyordun, şimdikileri de biliyorsun.
Merhametlilerin en merhametlisi olan ve ona bu şefkati bahşeden
Allah-u Teâlâ onun bütün iç durumunu biliyor ve onu teselli ediyor.
O ise insanların dalâletten hidayete ermelerini, hakikati
bulmalarını, cehennemden kurtulup cennete girmelerini istiyor.
"İman etmiyorlar diye neredeyse kendini tüketeceksin Habib'im!"
(Şuarâ: 3)
Kendisine inanmayanları, hakaret eden ve alaya alanları,
yılmadan gece-gündüz İslâm'a çağırmış, hidayete ermeleri için gayret
sarfetmiştir.
Ayrıca iman şerefi ile müşerref olan ümmetini; dünya ve
ahiretin sıkıntılarından kurtarmak için, yasakları işlemekten sakındırmaya
çalışmıştır.
Hak Peygamber
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak bir
peygamberdir, ona Rabb'inden hak gelmiştir, hakkı tebliğ eder, insanları Hakk'a
çağırır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Andolsun ki hak sana Rabb'inden gelmiştir." (Yunus:
94)
Öyle bir haktır ki aklını kullanan hiçbir kimsenin en küçük bir
şüphesi olamaz, kesin mucizelerle desteklenmiştir. Kim ki ona gelen hak ve
hakikati inkâr ederse, kendisine zulmetmiş olur.
Bir diğer Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Bunda da sana hak ve müminlere de bir öğüt ve uyarı
gelmiştir." (Hûd: 120)
Çünkü müminler ibret dolu öğütlerden istifade ederler.
Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'e hitâben Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak
olursan, andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı olmaz."
(Bakara: 120)
Ücret İstemeyen Peygamber
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz,
insanları Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getirirken, ilâhî hoşnutluktan
başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemiştir.
Bu hususta Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret
istemiyorum. Kendiliğimden bir şey iddia edenlerden de değilim." (Sâd:
86)
Ancak sizin doğru yola gelmenizi, hidayete ermenizi,
cehennemden kurtulup cennete girmenizi istememden başka bir arzu ve isteğim de
yoktur. İsterseniz iman edersiniz kurtulursunuz, isterseniz iman etmeyip küfürde
kalırsınız Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
halktan en küçük bir menfaat beklemiş değildir. İltifat da istemiş değildir.
Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin gidişatı da
böyledir.
"Resul'üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret
istemiyorum. Sadece Rabb'ine doğru bir yol tutmak dileyen kimseler olmanızı
istiyorum." (Furkân: 57)
Resulullah Aleyhisselâm'ın bir ücret talep etmek veya İslâm'a
girenlerin kendisine sağlayacakları dünyâ hayatının geçici menfaatlerinden
herhangi birisini elde etmek gibi hiçbir arzusu, hiçbir şahsi menfaati
olmamıştır. Onun şân-ı nübüvveti bu gibi zanlardan müberrâdır.
"Resul'üm! Onlara de ki: Ben sizden bir ücret istersem eğer, o
ücret sizin olsun. Benim ücretim ancak Allah'a âittir. O her şeye şâhittir."
(Sebe: 47)
Âyet-i kerime iki cihetle Resulullah Aleyhisselâm'ın risaletini
ispat etmektedir.
Birincisi; İslâm'ı tebliğ mukabilinde ücret istememesidir.
Çünkü bu büyük vazife karşısında herhangi bir dünya menfaatı beklemeyip yalnız
uhrevî menfaatını istemek elbette nübüvvetine delâlet eder.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında,
insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
İkincisi; Allah-u Teâlâ'nın her şeye şâhit olduğunu beyan
etmesi, dâvâsında sâdık olduğunu gösterir. Bir kimsenin dâvâsının hak olduğuna
Allah-u Teâlâ'yı şâhit göstermesinden daha büyük delil olamaz.
Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm'ın
tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından
en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak verilse bile azdır. Lâkin
böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret
istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.
Mânevi Destek
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u
Teâlâ'nın himayesinde büyümüştü. Âyet-i kerime'lerinde onu nasıl desteklediğini,
nasıl barındırdığını, onu kudret eli içinde yaşattığını bize duyuruyor ve şöyle
buyuruyor:
"O seni yetim bulup da barındırmadı mı? Sen bilmezken doğru
yola eriştirmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ: 6-7-8)
Onu hıfz-u himayeye alan bizzat Allah-u Teâlâ'dır. Onun
koruyucusu O'dur.
Onu hidayet nûru ile müşerref eden Allah-u Teâlâ, hakikatleri
ona duyurduğunu beyan ediyor. Yani onun mualliminin bizzat Zât-ı akdes'i
olduğunu arzediyor.
Onu kendi lütfuyla desteklemiş, mucizeler ihsan buyurmuş,
hidayete nasibdar olanları, o mucizelerle hakikate erdirmiştir.
•
Allah-u Teâlâ onu göz alıcı mucizelerle, kesin delillerle
desteklemiş, halkettiği yüce sebepler ve azim hikmetlerle onu korumuştur.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Resul'üm! Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde,
gözetimimiz altındasın." (Tûr: 48)
Zül-celâl vel-kemâl Hazretleri her zaman onun üzerine
titrediğini, onu daima koruyup gözettiğini ve takip ettiğini ifade buyuruyor.
O'nun bütün sevgilileri böyledir. O ise sevgililer sevgilisidir.
Bir kimsenin bir malı ne kadar kıymetli olursa, onu o derece
muhafaza etmeye çalıştığı gibi; Allah-u Teâlâ'nın yarattığı mahlûkâtın içinde en
kıymetlisi o olduğu için, onu bizzat hıfz-u himayesinde ve tasarruf-u
ilâhîyesinde bulunduruyor.
"Allah seni insanlardan korur." (Mâide: 67)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde Resul'ünün insanlara
Hakk'ı tebliğ etmesine mukabil, onu anlayamadıklarını ve kendisine düşman
kesildiklerini, fakat onu bizzat koruduğunu ferman buyuruyor.
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de
yeter." (Enfâl: 64)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin
yüzüsuyu hürmetine, ona tâbi olanları, hem dünyanın tuzaklarından, hem
cinlerden, hem de ahirette gelecek tehlikelerden, Habib-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem-ini koruduğu gibi koruyacağını haber veriyor.
Yani ona tâbi olanları da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-inden ayırmıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Resul'üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik." (Fetih:
1)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a açık fetih ihsan
etmiştir. O'nun verdiği haberler kesin olarak gerçekleşme hususunda, "Meydana
gelmiş hadise" gibi sayılacağından, fetihlerin mutlaka gerçekleşeceğini
önceden vâdetmiştir. Bu vaad Resulullah Aleyhisselâm'a ve müminlere büyük bir
müjdedir.
Ve bu fetihler kıyamete kadar devam edecektir. Bu Âyet-i
kerime'de fethin yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Ayrıca ileride meydana
gelecek birçok fetihler zincirinin başlangıcıdır.
Bu fetihler Resulullah Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'nın
lütfudur, ihsanıdır, ümmet-i Muhammed'e de ikramıdır.
"Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar,
sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola eriştirir." (Fetih:
2)
Bu ilâhî hitabı yalnız ve yalnız ona bahşetmiştir, başka hiç
kimseye böyle bir hitap olmamıştır. Bu ise onun ne kadar sevildiğini,
seçildiğini, fazilet ve meziyetini göstermektedir.
"Sana olan nimetini tamamlar ve seni dosdoğru bir yola
eriştirir." (Fetih: 2)
Resulullah Aleyhisselâm her hususta hiç kimsenin ulaşmadığı
itaat, iyilik ve doğruluk üzeredir. Dünya ve ahirette mutlak olarak insanların
en mükemmeli ve efendisidir.
Geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı gibi, nimetini de
tamamlıyor. O nimeti ancak Allah-u Teâlâ bilir. Bu şerefe de kimseyi nâil
etmemiştir, yalnız Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mahsus olan
bir lütuftur.
"Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde şanlı bir
zaferle yardım eder." (Fetih: 3)
Âyet-i kerime'lerde Allah-u Teâlâ'nın ona yardımı
anlatılmaktadır.
•
Allah-u Teâlâ Peygamber'ini yüceltmek, ona yapılan yardımın büyüklüğünü
göstermek için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Hiç şüphesiz ki Allah bizzat Peygamber'in dostu ve yardımcısıdır. Cebrâil
de, müminlerin sâlih olanları da. Bunların arkasından bütün melekler de ona
yardımcıdır." (Tahrim: 4)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ı bizzat kendisi koruduğu gibi, Cebrâil
Aleyhisselâm ve mukarreb meleklerle koruyacağını, sâlih kullarının da canı ve
malı ile yardımcı olacağını bize duyuruyor.
"Bütün melekler" ibaresinden, her meleğin ondan haberdar olduğu ve onun
hakkında emir beklediği ifadesi çıkıyor.
Siz bu Âyet-i kerime'yi inkâr mı ediyorsunuz, iman mı ediyorsunuz? Eğer iman
ediyorsanız Allah-u Teâlâ'nın dostuna uymanız gerekir, düşman olmak değil. İman
etmiyorsanız küfürde olduğunuzu bilin.
"Onu sizin görmediğiniz askerlerle destekledi." (Tevbe: 40)
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve
diğer melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul'ünü onlarla
desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O
bilir.
Şakk-ı Kamer Mucizesi
Hicretten beş yıl kadar önce idi. Kureyş'in Ebu Cehil gibi,
Velid bin Muğire, Âs bin Vâil gibi, Nadr bin Hâris gibi ileri gelenlerinden
bazıları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e: "Eğer sen
gerçekten peygamber isen ayı ikiye ayır." dediler. "Eğer bunu yaparsam
iman eder misiniz?" buyurdu. "Evet iman ederiz." dediler.
Bunun üzerine ayın bedir halinde iyice göründüğü, yeni yeni
yükseldiği bir gece Allah-u Teâlâ'ya sığınarak aya şehâdet parmağı ile işaret
etti. Ay derhal ikiye ayrıldı, yarısı Safâ tepesi üzerinde, diğer yarısı da
Safâ'nın mukabilinde olan Kaykaân tepesi üzerinde göründü, sonra tekrar eski
vaziyetini aldı.
Allah-u Teâlâ onun sadâkatını halka bildirmek ve göstermek için
bu hârikulâde mucizeyi de ona bahşetmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm orada bulunanlara bu manzarayı işaret
ederek:
"Şâhit olunuz!.. Şâhit olunuz!.." diye seslendi.
(Müslim)
Fakat müşrikler bu apaçık mucizeyi gözleriyle gördükleri ve
hayretler içinde kaldıkları halde inat ve inkârlarından vazgeçmediler.
"Muhammed bizi büyüledi, sihir yaptı." dediler.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bu en parlak mucizesini inkâr
etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerini inzâl ederek şöyle
buyurdu:
"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı." (Kamer: 1)
Müminlere sevabın, kâfirlere cezânın vaad edildiği kıyamet
vakti günden güne yaklaşmaktadır. Son peygamber Muhammed Aleyhisselâm'ın en
parlak mucizelerinden olan ayın yarılması mucizesi meydana geldi.
Bu mucize yalanlamaya imkân bırakmayacak şekilde fiilen
gerçekleşmiştir. Eğer müşrikler yalanlamaya bir yol bulabilselerdi mutlaka
yalanlayacaklardı. Halbuki onlar ancak "Büyülendik" diyebildiler.
Bu mucize mütevâtirdir. Kur'an-ı kerim'de delili mevcuttur.
Buhârî, Müslim ve diğer sahih Hadis kitaplarında muhtelif rivayetler
bulunmaktadır.
"Onlar bir mucize görseler, hemen yüz çevirirler ve: 'Eskiden
beri devam edegelen bir büyüdür.' derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine
uydular. Halbuki her iş kararlaşmıştır. Andolsun ki, onları bu hallerinden
vazgeçirecek nice mühim haberler gelmiştir. O haberlerde hikmetin en üstünü
vardır. Fakat uyarılar aslâ fayda vermiyor." (Kamer: 2-5)
Hiçbir delili, hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da
büyü deyip geçiyorlar. Halbuki büyü her ne suretle olursa olsun bâtıl
olacağından, onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza düşmüş
olduklarını göstermektedir.
Bir şey bildiklerinden veya bir delile dayandıklarından değil
de, keyiflerine ve nefislerinin isteklerine uydukları için yalanladılar.
Şeytanın kendilerine süslü gösterdiği bâtıl yollara saptılar. Meydana gelen
hadisedeki gerçeğin lüzumunu hesaba katmadılar.
Bu böyle olduğuna göre Resulullah Aleyhisselâm'ın hakikat ve
yüceliği, şan ve şerefi zuhur edecek; karşı çıkanların gaye ve maksatları da
günü gelince ortaya çıkacaktır.
Geçmiş nesillerin haberlerinin yer aldığı Kur'an-ı kerim'de
kâfirleri küfürlerinden vazgeçirecek buyruklar gelmiş bulunmaktadır.
Aklını kullanan ve düşünen kimseler için Kur'an-ı kerim'de
bulunan hikmetin ulaştığı dereceye hangi hikmet ulaşabilir? Fakat Kelâmullah'ı
dinlemeye karşı kulaklarını kapayanlara hiçbir uyarının ve tehdidin faydası
dokunmuyor. Böyle bir kimseyi Allah-u Teâlâ'dan başka hiç kimse hidayete
erdiremez.
"O halde sen de onlardan yüz çevir." (Kamer: 6)
Çünkü onlar hakikata kulaklarını tıkamışlar, verilen öğütleri
dinlemek istemiyorlar.
Kudret Eli
Resulullah Aleyhisselâm'dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ
kendi zâtına izafe etmiştir.
Nitekim Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine
yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların
hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime'de ise:
"Resul'üm! Sen atmadın, Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl:
17)
Şerefli Bir Peygamber
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur'an-ı kerim hakkında
dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur'an-ı kerim'e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış
olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur'an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm'ın getirdiği kesin bir
sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb'inden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm'a
izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki,
Kur'an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür. O bir şâir sözü değildir. Ne de
az inanıyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!"
(Hâkka: 38-42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş
ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin
ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu
yemin "Dikkat edin!" mânâsına geliyor. Ona o şeref ve izzet Hakk'tan
geldi, halktan gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona
küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu, seven ile sevmeyen bir olur mu?
Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları
peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr
edeni ise şeytanlarla, kâfirlerle haşreder. Sevdiğini ebedî saâdetine ve
selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder.
Gönül Islâhı
Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeklere iman
edenlerin hâl ve ahvâllerini bizzat kendisinin düzelteceğini, onları
karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını, gönüllerini ıslâh edeceğini; ruh ile
beden, madde ile mânâ, dünya ile ahiret arasında kopmaz bağlar kuracağını beyan
buyurmaktadır:
"İman edip sâlih ameller işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için, size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir Peygamber
göndermiştir." (Talâk: 11)
Bütün kâinat cehâlet, dalâlet ve vahşet içinde yüzerken Allah-u
Teâlâ, o an ve zamana göre hakikati indirmekle insanları tenvir etmiş, iman
edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur.
"İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb'leri tarafından
MUHAMMED'e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve
hallerini düzeltip iyileştirir." (Muhammed: 2)
Muhammed Aleyhisselâm'a indirilen gerçeğe inananların hallerini
iyileştirecek, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşturacak.
Tarih boyunca imanlarında sâdık olan müslümanların durumları da
hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.
Leamrük
Allah- Teâlâ onun hayatı üzerine yeminde bulundu:
"Resul'üm! Senin ömrüne andolsun ki!.." (Hicr: 72)
Allah-u Teâlâ onu o kadar seviyor ki, yaptığı iş ve
icraatlarından ibadet ve taatlarından, istikametinden, adâletinden, şefkat ve
merhametinden o kadar hoşnut ki onun ömrüne yemin ediyor. Bu yemin
hoşnutluğundan ileri geliyor. Burada onun için yüce bir makam, büyük bir şeref
vardır.
Ayrıca Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin doğup
büyüdüğü, yaşadığı belde üzerine de yemin etmiştir:
"Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!.." (Tîn: 3)
Bazı beldeler vardır bitki bitirir, bazı beldeler vardır
bitirmez. Bazı beldeler vardır ilâhî rahmete mazhar olmuştur, bazı beldeler
vardır ki olmamıştır. Dilediğine lütfetmiş, nazar etmiş, dilediğine
vermemiş.
Mekke-i Mükerreme şehirlerin anasıdır, nurların özüdür. Allah-u
Teâlâ Kâbe-i muazzama'yı orada kurdurdu, Nur'unu Arş'a kadar yükseltti. "Hacer-i
esved" taşı cennet-i âlâ'dan getirilip bütün âleme şehâdet etmesi için Kâbe-i
Muazzama'ya yerleştirildi.
Âlemlerin Nur'u orada doğdu. Nur-i Muhammedî orada tulû etti,
bütün âlemlere oradan yayıldı.
Kur'an-ı Azîmüşân orada indirildi.
Allah katında şehirlerin en şereflisi ve en muteberi olduğunu,
Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ'nın bu mübarek şehre yemin etmesi ile öğrenmiş
oluyoruz.
Miraç
Muhammed Aleyhisselâm Hicret'ten bir buçuk sene evvel Receb-i
şerif ayının 27. gecesinde Miraç ile şereflenmiştir.
Mirâc-ı şerif hadisesi Kur'an-ı kerim'de şöyle
anlatılmaktadır:
"Kulunu (Muhammed'i) gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp
civarını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan
sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden nicelerini gösterelim diye böyle
yaptık. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir." (İsrâ: 1)
Mescid-i Aksâ ile Mescid-i Haram'ın arasındaki mesafe uzak
olduğu için Kudüs'teki mescide "Mescid-i Aksâ" denilmiştir.
Bu bir esrâr-ı ilâhî'dir. Allah-u Teâlâ yalnız ve yalnız onu
seçti, onu çekti ve ona gösterdi. Ona gösterdiğini kimseye göstermediği gibi,
mukarreb meleklerden olan Cebrail Aleyhisselâm'a dahi vâkıf ettirmedi. Bu şeref
ile ondan başka hiç kimseyi müşerref etmedi.
Resulullah Aleyhisselâm bu gece göklerin ve yerin melekûtundan
haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini gösteren âyet ve
alâmetleri, harikulâde halleri gördü.
O kendisi Allah-u Teâlâ'nın âyetlerinden en büyük bir âyettir.
Bu şekilde miraç, Muhammed Aleyhisselâm'a âyet göstermekten daha çok, onun
kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.
Büyük Bir Müjde
Ulül-azm bir peygamber olan İsa Aleyhisselâm, göğe yükselmeden
önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
"Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat'ı
tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi
müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim." (Saf: 6)
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere; İsâ Aleyhisselâm,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber verdiği
gibi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İsâ Aleyhisselâm'ın
geleceğini duyurmuştur.
Görülüyor ki, Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem-ini bütün peygamberlere ismiyle cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir.
Hiçbir yahudinin ve hiçbir hıristiyanın bu vebal altından kurtulması mümkün
değildir. Çünkü açık bir fermân-ı ilâhîye var. Zira Allah-u Teâlâ ve Peygamber'i
bildirip açıklıyor. Yani "Ben bilmiyordum, duymadım." gibi bir itiraz
kabul edilmeyecektir.
Bu o kadar büyük bir vebal ki, altından kurtulmak mümkün
değildir.
Kadem-i Sıdk
"İman edenlere Rabb'leri katında kendileri için bir Kadem-i
Sıdk olduğunu müjdele." (Yunus: 2)
Âyet-i kerime'sinde geçen "Kadem-i Sıdk" Muhammed
Aleyhisselâm'dır.
Öyle bir "Kadem-i Sıdk" ki sâdıkların, sıddıkların
rehberi; ümmetine doğruluğu sağlayan, duâsı ve şefaati red olunmayan yegâne
Peygamber'dir.
Allah-u Teâlâ onu öyle bir önder, öyle bir yol gösterici, öyle
bir Nur kılmış ki; o Zât-ı âli'yi, o Nur'u, o izi takip edenlerin, o izden
ayrılmayanların saâdet-i ebedîye'ye ereceğini ve ahirette onun ile beraber
olacağını müjdeliyor.
Tevrat ve İncil'de
Muhammed Aleyhisselâm:
Muhammed Aleyhisselâm:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ism-i
şerifleri ve vasıfları Tevrat'ta da İncil'de de yazılı bulunuyordu.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de yazılı
buldukları o elçiye, o ümmî Peygamber'e uyarlar." (A'râf: 157)
Gerçekten Allah-u Teâlâ Tevrat'ta da, İncil'de de, Resulullah
Aleyhisselâm'ın vasfını bildirdiğinden, fazilet ve meziyetini duyurduğundan
ötürü; gerek peygamberler, gerek onlara yakın olanlar bunu o anda kabul etmiş ve
iman etmişlerdir. Hiçbir itirazları da olmamıştır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde yahudi ve
hıristiyanlardan, Kur'an-ı kerim'i indirildiği gibi okuyan müslüman bir grup
olduğunu haber veriyor:
"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkını gözeterek
okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte
gerçekten zarara uğrayanlar onlardır." (Bakara: 121)
Onlar bütün hakları gözetirler, Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah
Aleyhisselâm'a gönülden bağlıdırlar. Emirlerine itaat ederler, yasaklarından
kaçınırlar. Böylece dünyada huzur ve saâdet içinde yaşadıkları gibi, inşaallah
ahirette de selâmette olurlar.
O hevâ ve heves sahipleri artık gerçek mânâsıyla kitap ehli
değildirler.
Yahudiler Tevrat'ta hıristiyanlar İncil'de âhir zaman
peygamberinin vasıflarını gördüler ve onun gelmesini beklediler. Her nesil bunu
kendinden sonra geleceklere anlattı ve geldiği zaman inanmalarını tembihledi. Bu
sebeple her iki zümre de bu peygamberin gelmesini dört gözle bekliyorlardı.
Ancak beklenen peygamberin Araplar arasından ve bir yetim kimse olarak
gönderildiğini görünce, sırf ırkçılık gayretiyle inkâr ettiler. Halbuki onun
gerçekten peygamber olduğunu, kendi oğullarını bilip tanıdıkları gibi tanıyorlar
ve gelmesini bekliyorlardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar." (Bakara: 146)
Allah-u Teâlâ: "Bilmedik, bulmadık!.." dememeleri için Resul-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini eksiksiz ve en güzel bir şekilde
tanıtmıştır. Hatta onlar onu öz oğullarından daha iyi tanırlar. Çünkü tanıtan,
onu yaratan Allah-u Teâlâ'dır.
"Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler."
(Bakara: 146)
Fakat Allah-u Teâlâ'nın onu bu kadar açık tanıtmasına rağmen
sırf kibirlerine yediremeyerek ona uymayanlar; Allah-u Teâlâ'nın emirlerine
muhalefet ettikleri için, ebedî felâket ve azap içinde kaldılar.
İslâm
Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik
biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar
olacaktır.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)
"Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki
kâfirler istemeseler de, Allah nûrunu tamamlayacaktır." (Saf: 8)
O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nûru tamamlayacak ve onu
kıyamete kadar muhafaza edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ
söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti er veya geç İslâm'a
bahşedecektir.
"Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber'ini hidayet
ve hak din ile gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar." (Tevbe:
33)
Her zaman ve mekânda İslâm'ın geleceği gece değil gündüzdür,
sönük değil parlaktır.
Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm'ı dinlendirip tekrar
uyandırmak içindir.
Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm'ı muzaffer
kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri
olan İslâm'ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde
bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti
ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da
yeryüzüne hükümran kılacak.
Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek,
korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.
Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak
koşmasınlar.
Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse, işte onlar
yoldan çıkmış olanlardır." (Nûr: 55)
Çünkü bu büyük nimeti inkâr ettiler, bu nimetin hakkını
ödemediler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde müminlerin vasıflarını
şöyle beyan buyuruyor:
"Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve
sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde
ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve hoşnutluk isterler. Yüzlerinde secde
izinden nişanları vardır.
İşte bu, onların Tevrat'ta anılan vasıflarıdır." (Fetih:
29)
"İncil'de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp
çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine
dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekicilerin hoşuna gider." (Fetih:
29)
Bu, Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ın başlangıcına, kuvvetlenip
sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Dinde Sebat
Muhammed Aleyhisselâm'ın vefatı ile dininin terk olunmayacağı,
dinden dönen kimsenin hiçbir şekilde Allah-u Teâlâ'ya zarar veremeyeceği,
Allah'ın dinine sımsıkı sarılan, imanında sebat eden müminlerin güzel bir
mükâfâta erecekleri Kur'an-ı kerim'de beyan buyurulmaktadır:
"Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice
peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi
döneceksiniz? Kim geriye dönecek olursa, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş
olamayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i imrân:
144)
Burada "Şükredenler"den maksat İslâm'da sebat ederek
vazife yapanlardır. Onlar her durumda dinleri uğrunda mücadele ederler.
Kolaylık Dini
Rahmet ve merhametinin engin tecellisinden dolayı, Allah-u
Teâlâ bu ümmete, kendilerinden başka hiç kimseye vermediği iki haslet vermiştir.
Onları bütün insanlar üzerine şâhitler yapmış ve din işlerinde kendilerine
hiçbir güçlük yüklememiştir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"O peygamber onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri
kaldırıp atar." (A'râf: 157)
Yükümlü oldukları güç şeyleri Allah-u Teâlâ'nın müsaadesi ile
bertaraf eder.
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin kolaylık ifade eden
beyanları incelendiğinde, onun her emrinin her yasağının müslümanlar için sırf
kolaylıklardan ibaret olduğu kendiliğinden meydana çıkacaktır.
Ümmet olanların; küçük büyük, bilerek ve unutarak işledikleri
bütün günahları tevbe ettikleri takdirde affedeceğini Allah-u Teâlâ
vâdetmiştir.
Allah-u Teâlâ bütün bu ikramları son peygamber Muhammed
Aleyhisselâm'ın hürmetine, ümmet-i muhteremesi için yapmıştır.
Yahudiler ve Hıristiyanlar
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlar'dan teşekkül eden ehl-i
kitaba seslenerek, kendilerine Muhammed Aleyhisselâm'ı peygamber olarak
gönderdiğini haber veriyor, dâvette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla
şöyle buyuruyor:
"Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin ardı arkası kesildiği, bir
boşluk meydana geldiği sırada size PEYGAMBER'imiz gelmiştir. Gerçekleri size
açıklıyor ki, 'Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi.' demeyesiniz. İşte
müjdeleyici ve uyarıcı geldi.
Allah'ın her şeye gücü yeter." (Mâide: 19)
Bu Âyet-i kerime mucibince Resulullah Aleyhisselâm geldiği
halde inanmayan hiçbir ehl-i kitabın kurtulması mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin arkasının kesildiği bir
dönemde; dinlerin değiştirildiği, hak ve hakikatten uzaklaşıldığı, yolların
çıkmaza girdiği, putperestlerin çoğaldığı bir devirde gönderdi.
Onun gönderilişindeki nimet, nimetlerin en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyan olan ehl-i kitap ile onların
durumunda olanlara hitap ederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"De ki: 'Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda eşit bir
kelimeye geliniz.'" (Âl-i imran: 64)
Allah-u Teâlâ "Kelime"yi açıklayarak ve bu dâvetin ana
prensiplerini de belirleyerek şöyle buyurur:
"Allah'tan başkasına tapmayalım.
O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın." (Âl-i
imran: 64)
Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı
dinlerin, çeşitli kitapların hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri açık bir
şekilde gösterilmektedir.
Sizin onları Tevhid'e dâvet edip şirki bırakmaya çağırmanıza
rağmen;
"Eğer onlar yine yüz çevirirlerse: 'Şâhit olun ki, biz
müslümanlarız.' deyin." (Âl-i imran: 64)
Yani kendinizin bu din üzere olduğunuzu ortaya koyun ve İslâm
üzere olduğunuza onları şâhit tutun.
Fakat ehl-i kitap Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi
dağıtmaktan hoşlandılar.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine
lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime'sinde şöyle haber
vermektedir:
"Andolsun ki biz her ümmete: 'Allah'a ibadet edin, Tâğut'tan
sakının!' diye bir peygamber gönderdik." (Nahl: 36)
Allah'a kulluk edin ve O'nu birleyin. Allah'tan başkasına,
şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
"İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak
oldu." (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık
ondan ayrılmaz bir parça oldu.
"Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu
görün!" (Nahl: 36)
Belki onların uğradıkları azabı düşünürsünüz de ibret
alırsınız.