28 Mart 2012

EVRENDE BENLİĞİMİZ..6-HALİL CİBRAN

açık olanı anlamadan daha
gizil peşine koşulduk.
yepyeni bir terminolojide,
cenneti pazarlamaya soyunduk.

sanki can sıkıntısına çare
anlı-sanlı gruplar kurduk.
nasıl bir doyumsuzluksa bu
manayı tüketmeye koyulduk.

bilgi yarıştırmada ustalaştık
usta arayışında şaşkınlaştık.
ve şaşkınlığın mahmurluğunda
yenice, bengice putlar yarattık.

içtendik belki, özde birliğe uzandık
oysa yöntemlerce çoğaldık, parçalandık.
dağınık alanlardan içimize çekilip
biraz düşünmek gerekmez mi artık?
hiç bir yol dümdüz değil ki,
sapmasız, sapaksız değil ki hiç bir süreç.
her yol ayrımında, ‘o an’ saptar seçimleri
önceden sabitlemek mümkün mü ki her birini?
‘niyet’ dersin ve çıkarsın yola
önceyi bırakırken başlangıcın ardında.
ve düşlerin uzak düşse de yol heyecanında
gözlerin yakın kalmalı, tam adımının altında.
yürürsün, yüreğin menziline ayarlı
yürürsün, yüreğin değişime duyarlı.
kah ilerler yol alır, kah duralarsın.
kah sanki kendi çevrende fır dolanırsın.
yine de akar hayat, sen akarsın biteviye
bir adım, bir adım daha, adımların ötesine.
 “varsa bir birim bile sevinç içinde,
besle, büyüt ki sunasın şifa niyetine.”

dert çok, acı çok, hüzün dopdolu!...
yolun netliği gözyaşıyla puslanmış sanki.
üzülmemek mümkün mü,
duymamak, hissetmemek…?
mümkün mü kanamamak,
TEK bedende can isek…?
ama güzelliği de yaşatmak gerek
çaresiz komamalı özsel sevinci,
nefes almak, duvarların ötesinden
yaşamaya çalışan huzuru besleyerek.
eğer bağımlılıksa seni bağlayan
bir öğretiye, kişiye veya yola,
kat kat kilitlemişsen kendini,
sarmallarca açılmak yerine,
ve tutsak düşmüşse sana dair olan
kendi ördüğün mana duvarlarında,
vazgeçebilmelisin zincirlerinden
içindeki hücrelerde süren isyan
her şeyi yakıp yıkmadan önce.
her şeyi terkedebilirsin,
terketmelisin de hatta.
bavulların boş gerek
kendine yolculukta.
“bazen en derin uyuyanın horlamasıdır
kişiyi uykusundan uyandıran.”
sıçrayarak uyanırız çoğu zaman
sarıp sarmalandığımız bir düşten.
öylece kalakalmışken, sorgusuz sualsiz
uyanışın görünmez elleri dokunur da omzumuza
farklı bir gerçeklik sızıverir doyumsuz uykumuza.
zaman paramparça kırılır,
bir fay üzerinden kayar şimdiki an.
uyanırız, bir ürperti, bir heyecan,
yepyeni bir düş vardır sırada
tüm mahmurluğuyla yaşanacak olan.
korumak sanırız da
kundaklarız kendimizi
sımsıkı, kaskatı ve tutuklu.
ses veremez hiç bir isyan,
kımıldayamaz hiç bir özlem.
çırpınır içimizde sessizce gizlenen.
yara kendi içinde kanar da
izi sızmadıkça dışarı
sanki yoktur,
unutulur!

ama açık yara canımızı yaksa da
şifa için sargıları açmamız gerek.
ve kendi karanlığımıza gömdüğümüzü
kendi güneşimize çıkarmak gerek.
 merkez bir birim kaydığında
kat be kat sapmaya uğrar
yörünge üstündeki bir nokta.
öyleyse asal ve kolay olan
odakta düzeltmek hatayı.
halka halka kimlikler
özde sağaltılmalı.
yıktığımız her duvar
bir birim rahatlıktır sadece
içimizde tutuklu kalan özneye.
boyut genişler, değişir manzara,
yeni sınırlara uzanır bakışımız.
ama yine yeni duvarlar keser yolumuzu,
yeni kaygılar, korkular, çabalar…

bir süreçtir belki, kat kat ilerlemek…
oysa asıl özgürlük,
tek bir seti yıkabilmektir,
içimizi dışımızdan ayıran
‘biz’ ve ‘diğerleri’ni yaratıp
bizi korunası olduğumuza inandıran.
suyun önündeki engel misali
akışa karışmamıza set vuran.
oysa, birce ve beraberce akmak,
en asal korku, en asal özlem
ve de en dayanılmaz itki,
bizi asla terketmeyecek olan.
yalnızlığın toprağına ekilmiş bir tohum,
doğasından almış yaşamın muştusunu.
ve kendi ağacına çatlamış kabuğu
sessizce olmuş, diğerleri arasına doğuşu.
kökler, dallar dolansa da birbirine
yalnızca sürdürmüş öyküsünü.
belki çiçeği, belki meyvesi,
veya sadece yanan bir yolcuya gölgesi,
kısacası, ‘kendince olmak’ imiş tek süsü.
nicesi dallarını kırıp geçerken,
gövdesini kazıyıp, canını acıtırken,
dost kollar da varmış,
sarıp sarmalayan.
ve bir ortak sevgi ki,
ölüm ve ötesi
doyum olmayan…
hepimiz aynı ADSIZ ağacız çünkü
aynı toprağa köklü
aynı semaya uzanan.
var’ımız da BİR,
yok’umuz da.
har’ımız da BİR
dar’ımız da.
günışığına ve yağmura ortak
gülümsemiz de BİR bizim
gözyaşlarımız da.
 yazıma düşen yağmurlar dindi birden
coşkuydu, isyanıydı gökyüzümün.
toprağa düşmüş bir balık
can bulmuştu damla damla.
ama dindi yağmurlar işte
güneş kavuruyor susuzluğu
ve susuz, suyu özlüyor yine…
yanyanayız dost
ayırma bizi.
ne 'aşağı'ya
ne 'yukarı'ya koyma beni.
yüreğimizin zarı misali
inceltelim sınır çizgimizi.
zor, hassas alanlarda dolanmak
ne kaybedelim, n'olur,
ne de kaybettirelim,
sırat üzerindeki dengemizi.
bu dünyaya biganeyiz
tümlenmemiş yekpareyiz
bir özleme pervaneyiz
’aşk’la deli divaneyiz.
gözyaşı konuşur sıkça
bizse sade dinleriz.
 gitmek…
sonu olmayan bir yolda
perspektifin yanılgısı misali
son bir noktada gözden yitmek…
sanki kanıtlarcasına
bu hayale kanmadığını,
dünyaca vaatlere inanmadığını,
ve geride bırakılması gerekeni
terketmeyi umursamadığını…

gitmek…
vedalaşmadan hem de,
her andan öte kendinle
ve buralara sığmayan güzelliğinle…
 plan bu, sonlara alışmışız.
hem sonlara koşmuş,
hem sonlardan korkmuşuz!
hedef yaratmak ki,
sonuca bakmak demek
heyecanın adı olmuş.
süreç ise sıkıcı, telaşlı
sıradanlaşmış koşumuz.
sanki sadece ölmek için
yaşamayı seçmişiz.
sonsuzluk dilimizde türkü,
oysa, sonluluğu çok sevmişiz biz.
beden yüklenir rolü.
seni barındırırken içinde
ve seni sakınarak hatta
senden ziyade yaşar öykünü.
zamana koşulmuştur çünkü
sen uzak boyutlara uzanırken
zihinde, yürekte, ruhta
bedenin dünyaya gömülü.
beden gösterir yılları ama
sen daha hızlı büyürsün aslında.
sığamazsın kendi kalıbına da
gücenirsin sana uymadığında.

oysa saçların ağarırken
çizgiler çoğalırken
kemiklerin sızıldarken
daha da sevmen gerek
bu geçici giysiyi.
çıplaklığına soyunana dek
korudu, kolladı seni.
yarın sonsuzca bir alan
öncesi sonrası olmayan.
şimdi ile dokunursun bir noktasına
ve bir olası hal düşer yaşananına.
o nokta ki, nice noktaya bağımlı
muzipçe oynak, kıpır kıpır değişken.
nefesinin rüzgarından bile etkilenen.
bilemezsin, bilmen de gerekmez hatta
sadece inancını al yanına,
ve bırak, yüreğin yol göstersin sana.
farklıdır ya herkes
farklı tondadır her renk veya ses.
ne niyet aynıdır, ne özlem, ne heves,
ne de genize dolan peşpeşe iki nefes.
her şey kendi işlevinde
farklı hızda varır menzile.

ki, varoluşun doğası bu,
bunu yarışa yazmak doğru mu?
zafer, hayır, önde koşmak değil,
sevmektir bu oyunda her konumu.
silinmez izler kolayca
hele de yolcu yüreğinden geçiyorsa.
silinmez, ama solar koyuluğu zamanla
yolun kumdan kayadan değil,
sudan oluşuyorsa.
umut, hep ‘yarın’ der.
delice korkar bugünden.
kaçar bugün ile gelenden.
yaşaması ‘yarın’a bağlıdır çünkü,
yaşar, hep erteleyerek yaşamı.
ama sevgi, kabul eder ya olanı,
hem de yadsımadan olamayanı!
umutların ötesidir sevgi...
yukarısı, aşağının tersine dizimidir sanki.
tabandaki piramit, ki tepe noktası yürekte
biriktirir deneyimin tüm verisini.
bilgelikse işler, inceltir
ve tek noktaya sıkıştırır
yerin tüm bilgisini.
yüreğe toplanır koca varoluş
bir zerreye erir, erer de varlık
sonra tersine döner piramit
ve göklere açılır sonsuzluğunca.
hem toprağa, hem göklere kök salar insan
yer göğü, gök yeri besler durur beden boyunca.
aşağısı ve yukarısı eşsiz bir işbirliğinde
insanın hem köle, hem özgür varoluşunda.
 katı olana balzoyla vurursun iz bırakmaz
ince olanı ise bir nefes titretir derinden.
kat kat kabuklarla örtülü hassas yanımız
korumak adına sakladığımız, sakındığımız.
ama en umulmadık anda bir ezgi dokunur ona,
günbatımında gökyüzünün renkleri, denizin sesi
veya yaz güneşinde bir rüzgarın serin esintisi.

ruhumuz, maddenin doyumsuzluğunda bunalmış,
derinlerin özlemini taşır o kırılgan duyumsayış.
ortak bilinç yaratır gerçekliği,
inancı veya inançsızlığı,
rüyayı veya kabusu,
mucizeyi veya felaketi.
gerçeklik ki, asıl değil
gerçeğin bir izdüşümü sadece,
gölgeler zamanı ve mekanı
perdelercesine günlerin ışığını.
yine de tek tük ışın sızar sessizce.
aydınlıktan korkmayanlara.
şükür ki, şimdi, sonra ve daima
güneşe dönenler olacak, hala.
‘iki’de ‘bir’in deneyimidir dostluk.
yenmek adına, asal yalnızlığı,
yalnızlığın dayanılmazlığını,
hem yaşamı duyumsayışta
hem ise yol’u algılayışta.
var oluşunu onaylama güdüsüdür
yek diğerinin tavırlarında.
kendine döner bakışların
her anlaşmada, uzlaşmada
hatta kıran kırana çatışmalarda.
onunla daha çok ‘var’sındır gibi,
daha doğru, daha anlamlı,
daha güzel, çok güzelsindir,
seni bütünlediğine inandığınla.
ortak bir şarkı bestelemek
ve beraber seslemektir dostluk,
ta ki şarkı söylenmeden duyulana dek
sevginin ritminde doğal ve içten
yürek atışı misali dengelenene dek.
tek bir öge bile eksik olsaydı
allak-bullak olurdu dünya.
tek bir farklı olay,
tüm sıradanlığında,
yön değiştirirdi yaşam,
olasılıkların oyunbazlığında.
öylece hassas bir denge ki,
her adım, her olgu eşsiz ve önemli,
bütünün olağan-üstü kurgusunda.
bu yüzden dikkatli basmalı toprağa
ayık olmalı bakış, gökleri taradığında.
bu yüzden, ‘hiç bir şey’i yadsımamak gerek
‘her şey’i istemenin oburluğunda.
cesaret, yaşama uyum için şart elbet.
yaşamı beslemek için şüphesiz
güçlü ve atak olmak gerek.
ama bir erk gösterisi olmamalı.
ne ispat kaygısı taşımalı,
ne de doğalı zorlamalı,
geri-dönüşünü dengeleyebilmeli
her tepki, her atak, her hareket.
içiçe ve deforme aynalar diyarında,
her yerde sen, çok fazla sen!
her yerde diğerleri,
çok fazla diğerleri!
üst üste binmiş, karışmış
bulanık nice görüntü.
hangisi sensin?
hangisi o, veya onlar?
kendine koştuğunda bile
cam duvarlar acıtıyor canını.
birer birer kırsan da
tükenmiyor aynalar.
ola ki varsan
son ve tek aynaya,
hala yansıyansın
hala yansımana bakansın
sen neredesin, ne olansın?

öyleyse kabul et
direnme hayallere.
benimse bu oyunu
farkındalığının izinde
öğrenecek çok şey var
bu eğlence merkezinde!
 kalıp belirler, şekil verir,
ama kısıtlar da formu aynı zamanda.
ironik ki, ne denli esnek ise çeper
o denli zor olur uyanmak
sınırların farkındalığına.
en başta ayırandır
içeriyi dışarıdan
soyutlayandır
kişiyi, olguyu
bir ortak alandan
‘her şey’ olandan.
eninde sonunda kırılmalı her kalıp
form, formsuzluğa yönelirken içrevi.
tıpkı buzun suya erimesi,
suyun da havaya ermesi misali
sevinçtir ilacı acının,
bir gülümseme kurutur gözyaşlarını.
ne denli derinse de hüsran ve hüzün
mutsuzluğu mutluluk seyreltir ancak.
paylaşalım deriz, tamam,
ama salt ağlayarak mı?
beraberce beslemek mi gerek,
zaten yüklü olan sıkıntı alanını?
olguya katkın olursa ne ala.
ama n’olur ortaklaşma adına
olumsuzu hemence benimseme.
ağıt değil, bir şarkı olsun yaşamın
notalar sınırlı, herkese aynı ama,
sen iyiyi, doğruyu ve güzeli bestele.
zirveye dikilir gözün, emeğini sınarsın.
yorulursun, zorlanırsın, hatta bıkarsın.
ama niyet bu ya, orada bir tepe var ya,
duramazsın sanki, tırmanırsın…
zordur, yerçekimine karşıdır çünkü edimin
ve beklentilerin denli ağırdır taşıdığın, kendin!
ısrarlıysan daha, daha yükseklere
bari oralara vardığında yalnızlığını dinle.
ara ver heyecan koşusuna da
denizle coşmayı dene,
doğayla konuşmayı,
sevenle susmayı,
rüzgarla esmeyi dene.
bir uyur bir uyanırız
bir dalar bir çıkarız
dokunup uzaklaşırız
iki evren arası.
hangisi daha düşsel,
hangisi daha aydınlık
veya gece karası?
hayal içinde hayal
alem içinde alem.
ve farkındalık denilen
tek bir teğet noktası.
o noktada kaynaşır
düş ile gerçek,
o noktada aralanır
ol gizemin kapısı.
sadece dinle…
………………..

tek tek sesleri ayırt etmeden
çevrenin şarkısını dinle…
evrenin şarkısını dinle…
sonsuz frekansın yarattığı
beyaz gürültü misali
her notanın, her tonun
nasıl denge bulduğunu,
nasıl bir ve bütün olduğunu
farket ve sadece dinle…
………………..

sonra…
sen de kendi şarkını söyle…
bir frekans uyumudur, bağlanmak,
dalgalar boyu akıp gelene,
sürekli sana senden haber verene,
sese, kokuya, dokunuşa, sevgiye.
ki sana bağlı genişletmek duyarlılığını
her şey bilinçte verdiğin emeğine oranlı.
‘az’da da kalabilirsin, sen ‘çok’u çağırırken,
veya ‘çok’ bulur seni, ‘az’ ile yetinirsen.
okuyarak, düşünerek, dostlarla konuşarak,
veya sadece yaşamı doluca hissederek
değişir titreşimin, güçlenir bütünlüğün
ama tek tek olanla değil,
TEK olanın yönünde,
ve sen genişledikçe
evren dolar içine.
bir süreçtir içe çekilmek
kendine yeterliliği sınamak için belki.
tıpkı çayın demlenmesi misali
ara vermek kaynamaya bir süre,
üstünü örtmek belli belirsiz,
ve ığıl ığıl yanmak kendi ateşinde.
ama rehavetine düşmeden yalıtılmışlığın,
alışmadan yalnızlığın ağırlığına,
ve vazgeçiş başlamadan yaşama dair
eylemsizliğin çekim alanında.
kendi kendine usulca kalmalı gereğince
ve tam deminde olmalı yeniden ortaya çıkış.
daha yetkinleşmiş olarak asal amacında
susuzluğa sunulmaya hazır ve tam kıvamında.
ağırdır bazı duygular;
hırs varsa, haset, gösteriş varsa,
abartı varsa hazda veya acıda,
veya en masum haliyle bile
kıyas varsa yaşananın duyumunda,
sarmal sarmal açılmak yerine
kat kat içe çöker yaşam enerjisi.
nice boyutları dolanmak varken
burgu burgu deler, taşıyanın içini.
fazla değil, tek bir adım yeterdir sanki
tek bir zaaf, ‘zararsızdır’ sanısında.
bir anda başlar hatalar tepkimesi.
ve tıpkı bir girdaba çekilmek gibi
gitgide artar tükenişin debisi.
“damla kendini tümleyince damlar.”

ya küçümser, ya da abartırız
kendimizi, katkımızı her olguda.
hele bir şey istemeye görelim
koşulların üzerine gideriz inatla.
iter-kakarız, zorlarız, zorlanırız,
‘illa’ şımarıklığında hatta.
oysa nice tesir altında şekillenir her yaşanan
genlerin buluşmasındaki eşsizlik misali
farklı, özgün ve yepyeni doğar her an.
emeğimizi sunarız öncesinde de,
sonra, saygıyla beklemek düşer bize.
çünkü kendi zamanında çatlar tohum
içrek bir istençle büyür yaşam toprağında
ve ancak hazır olduğunda olgunlaşır meyve
gözden-öte gizemli güçlerin işbirliğinde.
işte güvenmek gerek bu evrensel imeceye,
saydam ve herşeyi saran perdenin gerisinde.
mükemmel bir ustalıkla süregelen emeğe.
parçaya özen, bütüne özendir aslında.
ama detaylara kapılıp,
bütünü gözden yitirmeme şartıyla.
sırf önüne bakarsan, uzaklar çarpar sana
uzaklara dalarsan da, yakın dolanır ayağına.
denge arıyorsan, yakını dikkatle kolla
yürürken, adımına kat bakışı.
ama uzaklar zihne sığmaz,
uzakları gönlünde taşı.
‘iki’de aşk bir eşiktir
‘bir’in yalnız yolunda.
en acımasız cazibesiyle
acısına tutsaklayan.
bir eşik, aşılamayan,
ki, işin insancası,
aşılmak da istenmeyen!
yaşamın en yaratıcı tuzağı
en büyük çelişkisi ikiliğin.
ağıza çalınan bir parmak bal misali
yaşanan nice aşk, aşklar,
‘aşk’ın aşkın haline
hem yol gösteren
hem yol vermeyen…
yaşanan nice aşk, aşklar…
her gelen, her giden,
kendini arıyordur
kendinden uzaklarda,
sende veya ‘başka’larda.
ve bulamayışının çaresizliğinde
ağırdır sevgi adına sunduğu
çöker üstüne, dağılırsın…
o kendi uçuşuna hazırdır yine
sen, paramparça kalırsın…
“iyi ve kötü’nün tüm göreceliğinde,
en az kötü’ye kapılmak denli tuzaklıdır,
iyi’nin bağımlılığı…”

tüm renkler birleşir
ve beyaz doğar tüm saflığında.
beyaz uyumdur,
hepsidir, herşeydir, bütündür,
ama bir renktir yine de.
tüm yücelik savıyla,
ayrımlar alemine aittir hala.
şunu farketmek önemli olmalı,
‘iki’leri toplayarak değil
ikiliği aşarak varılır ‘bir’e.
renklere kör olduğumuzda ancak
gözlerimiz açılacaktır renksize.
“tıpkı mıknatıs misali, gücün arttıkça,
sadece demir tozu değil, çiviler de yapışır sana.”
oyalanmalara dağılmayıp da,
özde biriktikçe yaşam enerjisi
sen bir çaba göstermeden
çekilir sana olayın, insanın nicesi.
ama ki kabayı, karmaşayı değil de
cezbetmek istiyorsan salt iyiyi, doğruyu
arındırman gerek odağını düşük titreşimlerden.
çünkü benzer benzeri çeker soyutta,
parçalanmak da var, bütünleşmek isterken.
ölçüp biçmeye başladığın mı hayatı
ne uyar, ne yeter hiç bir terazi sana.
değişmezi sunamaz en yetkin ölçüt olsa,
her olgu farklıdır çünkü, kendi ağırlığınca.
kantar varsa elinde, hafif farkedilmez de,
mümkün mü odun tartmak altın terazisinde?
bırak, işin olmasın değerlerin kıyasıyla!
tek bir değer seç, koy kalbinin ortasına.
iyilik de, güzellik de, sevgi de istersen adına
hırs, haset sürse de hep, sen yaşa doyasıya.
araç aracıdır, araçları terketmeye giden yolda.
saygıyla, sevgiyle sarılsak da ona yolculuk boyunca
eskise veya yepyeni kalsa da sürecin yorgunluğunda
gidişe, varışa yöneliktir onun eylemi
ve kalış noktasında tamamlar işlevini.
vardığımız yer, hedefimize indiğimiz yerdir,
nokta nokta bir hattın sonu,
anlık da olsa, ‘buradayım’ huzuru
ve tek bir noktada duyumsamak tüm yolculuğu.
ay hep oradadır da
kabımız kadar taşırız yansımasını,
ve kabımıza düşeni ay sanırız.
sallana çalkalana bulanır görüntü
oraya buraya dökülür de suyumuz,
gözümüz salt kabımıza çevrili,
“ışık nerede?” diye aranırız dururuz.
deneyimleyen de ‘olan’dır, deneyimlenen de,
ve olayların bilgisidir aktarılan genden gene.
yapmak, olmanın bir edimidir sadece
yaşananla değil, yaşamla özdeşleşmeyi dene.
bilgi, su misali,
akmak ister kendi yolunda.
sevmez engellenmeyi,
durakları, beklemeyi.
en süslü amaç adına bile
istemez, işlevine geciktirilmeyi.
akmalı, eskir çünkü durağan kalırsa,
kirlenir, ağırlaşır kendi tortusuyla.
ve acı düşer o doyumsuz tadına
eğer sakınılır veya ‘sonra’ya saklanırsa.
işte bilge, kütüphaneler kurmadan zihninde,
tek ve yalnız okuyucusu ise yüreğinde,
alıveren ve salıverendir bilgiyi,
tutuklamadan, şartlandırmadan hem de.
kapanırsın, kendi ateşinde yanmaya
sen dayanırım sanırsın da
sevgi duramaz kapalı alanlarda.
iğne deliğinden sızar ama,
sonsuz bildiğimiz dar gelir ona.
yeniden doluş içindir içe dönüş,
dolmak, ki bolca dağıtmak adına.
yeniden doğuş içindir içe dönüş
doğmak ki, yeniden yaşamak adına.
evet, yeni bir şey yok
gökkubbenin altında.
çünkü her şey hep vardı
ve var olacak sonsuzca.
ama eski bir şey de yok,
yaşanmış ve yaşanmamış var sadece.
ve bağlantı noktası olan
yaşanmakta olan an,
tüm olasılıkları taşıyan
ve yaratının coşkusunu
hep yepyeni kucaklayan.
her süreç çelişkileriyle yüklü
mekanda, zamanda, halde
değişen az/çok dengeleriyle.
huzurlu yaşama sanatı da
herşeyin geçici olduğunu
benimsemek olsa gerek.
gideni ve geleni sakince kabullenmek,
olmayana yerinmek yerine, olan ile yetinmek.
yetinmek de ne demek, olana aşkla sarılmak gerek…

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...